Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

20 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

 

Trakya Öğretmen Okulu Alpullu'da

 

10 Ocak 1939 Salı

 

Pazartesiye tam bir hafta var, deyip dikkatimi bu güne çevirmeye çalışıyorum. Salih Ziya Öğretmen tarih için ne dedi? “Tarihin en karışık, yani zor bölümü, Eski Çağ Tarihi!” dedi. “Eski Çağlar Tarihi!” Okuduğum yerleri anlatıyorum. Arkadaşların anlatamamaları benim için bir bakıma iyi oluyor. Hiç değilse onlardan iyiyim. Kapıdan girince Fikret Madaralı Öğretmeni gördüm, gelmiş. İçimden “Tamam!” diyorum, bu dakikadan sonra derslikte gibiyim, aklım fikrim tarih kitabında, okuduğumuz konularda Büyük Batı Hun. İmparatoru Attila, elinde kılıç, kalkan, boylu boyunca bir resim. Hunlar, Romalılar. Romalılara gelsek her halde Ogüst hakkında A’dan daha çok bilgim olacak. Karşılaşsam, ilk söyleyeceğim bu olacak. Belki de o bunları çoktan unuttu. Sınıf arkadaşlarım da aynı konuları okumuş ama hiç birisi bilmiyor. Sanki okumamışlar gibi. Bayrak töreni için toplandık. Bugün Adem Çağlayan Öğretmen yok, Ömer Tunalı, İstiklal Marşı’nı söyletti. Bana, daha iyi oldu gibi geldi. Arkadaşlar da öyle diyorlar. Konuşa konuşa dersliğe girdik. Bugün haritaları, Halil yerine Sami getirdi. Halil’e sordum, Haritalar Ömer Uzgil’in odasındaymış, Halil oraya pek girmek istemiyormuş. Öğretmene bunu söylemiş, Öğretmen de “Peki!” demiş. İlerde başka bir yere taşıyacakmış. Koca Göç Yolları haritası, Eski Avrupa haritası. Vandallar, Bulgarlar, Vizigotlar, Ostrogotlar, Kumanlar, Hunlar.

Öğretmen geldi. ”Günaydın!” dedikten sonra haritalara baktı, Avrupa haritasını kaldırttı, Halil’i çağırdı, başka bir harita söyledi, Halil gitti onu getirdi. Anadolu, Mısır, Yunanistan, İran, Irak var. Yeni bir konu anlattı. Zaman zaman sorular sordu. Göç yollarının uzantılarını Mısır’a dek uzattı. En ilginci haftaya tarih dersimizde yazılı yoklama yapacağını söyledi. Önce korkuya kapıldım sonra kendimi rahatlattım. ”Hiç bilmeyenlerin yanında neden korkacakmışım?” Buna karşın arkadaşların çoğu telaşa kapıldı, unuttuğumuz yerlerden de mi soracak? Coğrafya dersi zili çaldığında birileri hala tarih dersinde yaşıyordu. Sabit Soysal Öğretmen gülerek girdi, ”Günaydın!” dedikten sonra bir daha “Günaydın!” dedi. Arkasından da “İkinci günaydın!” bir uyarıdır. Siz derslere böyle mi girip çıkacaksınız, ziller niçin çalıyor? Siz zilleri duymuyor musunuz? Daha bir yığın soru sorulabilir!” Biraz kaşlarını çatarak, “Bu tür konuşmalara fırsat vermemelisiniz. Sert uyarılarla derse başlayınca yarı yarıya kaybınız olur!” Herkes sustu. Bu kez de Sabit güldü, sakin sakin konuşmaya başladı. İlk derslerde işi ağırdan aldığımızı, sürekli kalacağımızı sanarak Edirne bölgesini ihmal ettiğimizi anlattı. Coğrafya dersinin bir inceleme, gözlemleme dersi olduğunu, Edirne’den ayrılınca bu açıdan büyük zararlar gördüğümüzü söyledi. Edirne’de üç nehrin birleşmesinin Coğrafya açısından bir olağanüstü durum olduğunu, oluşan ovanın toprak özelliklerinin Coğrafya biliminin vazgeçilmez konularından biri olduğunu tekrar tekrar söyledi. . Sonunda “İşte burada da benzer bir coğrafya konusuyla karşı karşıyayız, ilk fırsatta, çıkıp gözlemler yapalım!” deyip fikrimizi sordu. Yuvarlak olarak, gezi yapmamız gerektiğini anlamıştık ama nasıl, nereye? Zil çalınca Öğretmen çıktı, arkadaşlar gene şamataya başladı. Sami susturdu. Öğretmen 2. derse dönünce Sami sordu, “Gezi yapılmasını biz de istiyoruz ama bu konuda hiçbir deneyimimiz yok, çevreyi bilmiyoruz, bizim gibi okulumuzun da aracı yok.” Öğretmen, “Hayır hayır, geziden amacım, yürüyerek, ders saatlerimiz iç yakın çevrelere. Bir iki saat yeter de artar bile. Örneğin Ergene ırmağı yatağını, yanlardan kavuşan bir iki dereyi, yakın çevresindeki toprak özelliklerini, yöreye özgü bitkileri yerinde görmek. yeterli olacaktır!” Hepimiz rahatladık. Böyle gezilere biz çoktan razıydık. Hemen planlar hazırlandı. İlk olarak Pancar Köy deresinin Ergeneye katıldığı yer, Tam karşımızdaki tepeden Pehlivan Köy ovası görüntüsü, yine fabrika arkasından Türkgelli tarafındaki Ergene yatağını gözlemek, tasarıları öne sürüldü. Öğretmen çok memnun kaldı. Bunun sağlayacağı yararları değişik açıdan anlattı. Ben de çok sevinmiştim, tam bu sıra birisi bana laf attı, sıcağı sıcağına karşılık verince Öğretmen gördü, bana “Sen aynaya bakıyor musun?” dedi. Konumuzla bir ilişki kuramadığım için biraz da utanarak “Bakıyorum!” dedim. Öğretmen bu kez de “Niçin bakıyorsun?” diye sordu. Sustum. Tekrar sordu. Gene susunca, “Sen sorumu yanlış anladın galiba, insan aynaya neden bakar diye sorumu değiştiriyorum. Şimdi yanıtla!” dedi. Bu kez anladım ama, bunun da yanıtını hemen veremedim. Öğretmen ayağa kalktı, “afedersin ben sorumu tümden değiştiriyorum, sorduğumu unut şimdiki sorumu esas al!” dedi. “Hiç aynaya bakmamış bir insan düşün, bu insana kendi resmi de dahil resimler gösterilse kendi resmini ayırabilir mi? Yanıt, “Ayıramaz!” İşte aradığım buydu, yurdunu yakın çevresinden başlayarak gözlemeyenler de içinde yaşadığı yurdunu tanımazlar. Bir soruyu azıcık karıştırdık ama siz bunu rahat zamanlarda anımsayıp daha güzel değerlendirebilirsiniz. Eski insanlar, ayna kullanmadığı dönemlerde kendilerini tam tanımadılar, bir takım varsayımlarla, benzetmelerle karikatürize bir kişilik içinde yaşayıp öldüler. Bu gün de “Vatan”ları hakkında bilinçli bir fikri olmayanları böyle düşünebilirsiniz.” Öğretmen, başka örnekler vererek coğrafya dersi ile gezi, gözlem etkinlikleri bağlantısını çok önemsetti. Özellikle, nehirlerin, göllerin, denizlerin insanların üstünde yaşadığı toprakları değerlendirdiğini, insan yaşamlarını daha kolaylaştırdığını örnekleriyle anlattı. Ayrılık üzüntüsü ile başlayan dersimiz, arada benim azıcık kederlenmeme karşın çok güzel geçti. Mehmet Yücel arkadaş beni kutladı. ”Amma da sabırlısın, ben olsaydım, Öğretmene çıkışırdım, ”Sen aynaya bakıyor musun? ”Bu ne demek oluyor? ”Neyse kendisi anlayıp çevirdi, öyle kesip geçseydi, çok ayıp edecekti!” Gerçekten ben ilk soruda başka türlü anladım. ”Sen hiç aynaya bakıyor musun? Ne suratsızsın!” ya da “utan utan, biraz aynaya bak da halini gör!” türünden anlamlar çıkarılabilir. Ben olayı bu denli saptırmadım ama yakın bir burukluk duydum. Sonunda içim iyice rahatladı, Öğretmenin iyi niyetinden hiç kuşkum kalmadı. Örneğini de çok iyi anladım. Verilen gözlem ödevini zaten biliyorum, Fabrikanın bacasından yararlanabiliriz. Soru içinde bulunduğumuz çevrenin rüzgar yönlerini, yani ne taraftan ne tarafa daha çok estiğini nasıl gözleriz? Fabrika bacası sürekli duman tütüyor. Bunu gözler, günlere göre saptar, genel bir sonuç çıkarabiliriz. Bunu biz ilkokulda yapmıştık. Ahmet Korkut Öğretmen en yüksek nokta Hamitabat Bağlık Sırtı denen yere çıkarmış oradan gözetlemiştik. Onu anımsadım. Fabrika bacası bizim köyden daha rahat göründüğü için özellikle bağ beklerken bu gözetlemeyi günlerce yapmıştım. Benim gözlemlerime göre duman daha çok sıcak aylarda Babaeski tarafına, soğuk aylarda Lüleburgaz tarafına gitmektedir. Güney Doğu’dan Kuzey Batı’ya, Ergene Irmağı’nın geliş gidişine yönüne uygun düşüyor. Ergene’ye dökülen derelerin tamamı, kuzey güney yönünde akmaktadır. Bunu da ilkokuldan anımsıyorum. Unutmadığım bilgilerden bunlar. Sonraki yıllarda bunları anıp bilgimi tazelemiştim. Kahvedeki konuşmalarımızda bunları sık sık söylüyordum. Bizim köy deresi bunlardan biridir. Bir son baharda avcılar gelmişti. Avcılar Evkaf koruluğu denilen üç köyün ortak koruluğunda yönlerini şaşırmışlar. ”Yön gösteren bir işaret yok, deyip yakındılar. Ben onlara “Keşke su akış yönüne uyum aşağıya dönseydiniz deyince bizim köylüler şaşırmıştı. Suyun geldiği yön kuzey, gittiği yön güney. Avcılar bana teşekkür etti. Onlar gidince kimi kıt algılamalı köylüler, bana takılmayı denediler. Unutmadığım biri saftirik “Suyu izleyerek Ergene’ye dek gitsem Güney’e mi varacağım? ” demişti. Ben hiç duraksamadan, ”Hayır, Ergeneye vardığında köyden çok uzaklaştığı nihayet anlayıp evine dönmek için kafana vura vura o kadar yolu bir daha tepeceksin. Sonra da Kuzey’le Güneyin birer yön olduğunu iyice öğrenip bir daha bu tür aptallıklara düşmeyeceksin!” demiştim. Bu uyarım özellikle gençler üzerinde etkili olmuş, gece yıldızları gözetlemeye başlayanlar bile çıkmıştı.

Öğle yemeğinde Hamdi Öğretmen bizim masanın başına oturdu. Hamdi Bağ Öğretmen daha çok küçük dediğimiz arkadaşlara takılıyor. Hasan Üner, Yusuf Asıl, İdris Destan. Mehmet Başaran, Abdullah Erçetin, bir de uzun boylu olmasına karşın İsmet’i konuşturmak için, ilgileneceği bir söz atar. Örneğin küçüklüklerini anımsatmak için çoğunlukla, anne-çocuk üstüne sorular sorar. Bu kez de, “Anneleriniz sizi çok özlemiştir, onlara ıslak mendil gönderiyor musunuz?” diye bir soru sordu. Daha önce de konuşulmuş bir söz. Sözde annelerini çok özlemişler bunu mektuplarında duyurdukları gibi, göz yaşlarını mendillerle silip ıslak mendilleri annelerine yolluyorlarmış. Bu tür davranışlar, daha delikanlı durumuna gelmemişlerin işiymiş. İsmet susmadı, o bunu yapıyormuş ama annesinden para sızdırmak için yapıyormuş. Hamdi Öğretmen İsmet’i duymazdan geldi, İdris’e mendilini hangi muslukta ıslattığını sordu. Onlar konuşurken bir arka masadaki arkadaşlardan Ali Güleren söze karıştı, “Allah Allah, hiç ıslak mendil mektuba konur mu?” deyince Hamdi Öğretmen hiç duraksamadan, “ya işte Ali, kaç gündür ben bunun yapılmamasını söylüyorum, bana inanmıyorlar gidip gidip musluklarda ıslattıkları mendilleri postaya veriyorlar.” Ali gene “Allah Allah!” dedikten sonra ekledi, “o ıslak mendiller yazıları da bozar, zarfları da!” Masadakiler kendini tutamadı, Öğretmen başta olmak üzere hepsi katılasıya güldü. Ali biraz şaşkın, gülüşmelerin kesilmesini bekledi. Ali sanırım bir şeyler sezinledi. Sonunda da “Ben sizin konuşmalarınızı böldüm galiba!” dedi. Hamdi Öğretmen, ”Hayır hayır bölmedin, yönünü değiştirdin. Biz bu denli güldürecek dozu bir türlü tutturamıyorduk, sen kestirme yoldan bizi sonuca ulaştırdın!” Arkadaşlar sürekli gülüyor. Gülüşlerden Ali kendine pay çıkardı ama nedenini tam kestiremedi. . Öğretmen de ortaya çıkan şaşkınlığın derecesini tam saptayamadığı için şakayı kesip orta yolu bulmaya yöneldi. Gülmeler kesildi. Hamdi Öğretmen kalktı, “Atölyeye gelecekler benimle gelsin” deyip gülenler kümesini dağıttı. Çoğu Marangozluk grubundaydı.

Hep beraber Atölyeye gittik. Hamdi Öğretmen “Çocuklar sizi neşelendireyim yahut sizinle biraz neşeleneyim derken boş bulunup arkadaşınızı mahcup edecek bir yöne çektik. Sakın olayı tekrarlayıp anımsatmayın. Gerçi o, bilmediği konuya girmenin ayıbını hak etmişti ama Öğretmen olarak benim sözü sürdürmem doğru olmadı. Bu, burada kalsın!” Hepimiz sustuk. Naci Öğretmen geldi çalışmalarımıza başladık. Az sonra Hamdi Öğretmen olayı Naci Öğretmene anlattı. Biz duymadık ama Naci Öğretmenin “hangisi o uzun boylu olan mı?” diye soru sorduğunu duyduk. Besbelli ki o konuyu konuşuyorlardı. Uzun uzun güldüler. Biz merdiven kasalarını çakarken Naci Öğretmen bana, ”Dün senin köyünden gelen oldu değil mi? ”dedi. Ben “Evet!” deyince, ” Nereden duymuşlar? ”dedi. Ben, ”Pancar paralarını buradan alıyorlar onun için gelmişler, gene gelecekler!” dedim. Arkasından “Ben mektup göndermiyorum, belli zamanlarda onlar geliyor!” . Naci Öğretmen, ”Bize bakıp duruyordun, gülüşümüzden anladın değil mi? ” deyip güldü.

Atölye çalışmalarından sonra dersliğe gidince, beni Sami karşıladı. elinde uzun bir liste, Ergene yöresinde en çok yetişen sebzeler. Sami gitmiş Aşçı başına sormuş, mutfakta en çok pişirilebilecekleri de işaretletmiş. ”Bunlar yirmi dolayında sebze!” diyecek oldum, Sami “Bu kadarmış!” dedi, ayrıldı. Oturdum bizim köydekileri yazdım, onu bile zor tamamladım . Lahana, pırasa, soğan, sarımsak, Ispanak, bakla, fasulye, mercimek, semizotu, havuç, karnabahar, şalgam, kabak, salatalık, kara lahana, turp, pancar, börülce, patates, domates, patlıcan. Bir süre düşündüm, gittim Sami’ye teşekkür ettim. Gerçekten bizim köydekiler zar zor on kadar oluyor. Sami, güldü, ”Bir şey değil, bir gün sen de bana yardımcı olursun!” dedi. Listeyi, Öğretmen alır düşüncesiyle kendim yazdım. Arkadaşlar geldiler. Ortalıkta bir değişik hava var, ilgimi çekti. Herkes sağ tarafa gidip geliyor. Az önce ben de gitmiştim, Sami’nin arkasındaki sırada bir yabancı var. Önce Sabit Soysal’ın kardeşi olarak düşündüm. Bakarken yabancı da bana baktı, kesinlikle Hüseyin Soysal değil. Ömer Tunalı’nın kardeşini iyi biliyorum, o da değil. Dikkatli baktım, İbrahim Tuzpahacı’ya benziyor, İbrahim’in sırasında yan yana oturuyorlar. Yanına gidenler de genellikle Edirne grubundan arkadaşlar. Yamağa giderken kalktı, üstünde subay elbisesi var. Yolda İbrahim beni de tanıştırdı. Harp Okulu’nda okuyormuş, önümüzdeki yıl subay çıkacakmış. O kadar konuşabildim. İbrahim’in arkadaşları etrafından hiç ayrılmadılar. Yarın ilk kez yabancı dil dersi yapacağız. Sonraki dersler tarım. Sami yardımıyla listemi hazırladım, rahat rahat Matematik, Türkçe çalıştım. Nöbetçi Öğretmeni gelmedi. Arkadaşlar da gönüllerince konuştular. Bir ara kulak verdim, Harp Okulludan soyadını sordular. O da, soy adlarının ilce nüfus memurluğunda yanlış yazıldığını, bunun değiştirilmesi için mahkemeye başvurduklarını anlattı. Bunu duyunca yanlarına gittim, yakından dinledim. 18 yaşını bitiren herkes değiştirme hakkına sahipmiş. O daha önce başvurmuş ama bir aksaklık yüzünden gecikme olmuş. Şimdi değişmiş, yakında bu okula da resmi yazı gelecekmiş. Yeni soyadları Ertur olmuş. Herkes duyduğu halde kimse bir şey demedi, ben, ”Yeni soyadınız hayırlı uğurlu olsun!” dedim. Arkadaşlar uyarılmış oldu, onlar da aynı sözü söylediler. Harp okullu benim bu hareketimden çok etkilendi, bir süre bizim sıraya geldi. Kardeşinden daha cana yakın bir arkadaş izlenimini bıraktı. Bir saat sonra trene yetişeceği için fazla görüşemedik ama çok iyi dileklerle ayrıldık. Kardeşi uğurlamadan dönünce geldi söyledi, arkadaşların arasına -benim için-kesinlikle onu kat, demiş. Harp Okullu beni eski hayallere götürdü. İlkokulu bitirdiğim yaz, Lüleburgaz’dan bir grup bizim köye gelmişti. Ben bağımızı bekliyordum. Bir gün iki otomobil dolusu insan bizim bağa geldiler. Ali Ağabeyim, köyden “Avcı” lakaplı Mehmet Poyraz da yanlarında. Bir bölümü bağlık arkasındaki koruluda doğru avlanmaya gittiler. Tavukçu Hasan olarak tanınan ağabeyimin bir arkadaşıyla Askerlik Şubesi Binbaşısı bizim bağ çardağında kaldılar. Çardak oldukça sağlam yapılmış dört metre yüksekliğinde bağı rahat gözetleyecek bir yerdeydi. Benim çift namlulu tabancamı, okuduğum bir kitabı, birkaç eşyamı görünce binbaşı, gece de mi kalıyorsun? diye sordu. Korkmadığımı söyleyince biraz hayret etti. ”Domuzlar gelince ne yaptığımı, insan gelse ne yapacağımı? Sordu. Ben de kendi dilimce yanıtladım. Akşam onlar gittiler. Okulu yeni bitirdiğimi, ortaokula yollamak için çareler aradıklarını babam anlatınca, binbaşı, askeri okula verilmemi, bu konuda her türlü yardımı yapacağını söylemiş. Babam buna hayır dememiş. Soruldu soruşturuldu, bir takım evraklar hazırlandı, yazılı belgeler dolduruldu, doktor muayenesi yapıldı, seçildiğim bildirildi, Okul yeri olarak, İstanbul olmazsa Bursa tanısı kondu. Bir süre okula gitmiş, gitmenin ötesinde subay olmuş gibi hayallere kapılıp ayaklarım yerden kesilmiş olarak dolaştım. Tam ortaokul kayıtları yapılırken İstanbul ya da Bursa’ya değil, Konya’ya gideceğim bildirildi. Bana kimse bir şey sormadı, binbaşıdan özür dilenmiş. Benim subaylık hayalim burada bitti. Bu bitiş, ortaokula nasıl olsa gideceğim heyecanı içinde beni pek etkilememişti. Arkasından Ortaokul da- Daha önce anlattığın nedenlerle-aksayınca ikisinin acısı katmerleşerek yüreğime oturdu. Bu kısacık askerlik-Subaylık- yaklaşımı o mesleğe karşı içimde sürekli bir sevgi tohumunun olduğunu duyumsattı. . İşte 24 İbrahim’in ağabeyi bu nedenle beni, eskilere kolayca taşıdı. Üstelik düzgün konuşan, neşeli bir arkadaş, benimle de yaşıt. Şu işe bak, diyorum kendi kendime o Harp Okulu’nda ben orta birinci sınıfta. Herhalde bir iki yaş büyük. Ben ilk okula hem geç başladım hem de 3. sınıfla 4. sınıf arasında 2 yıl, 5. sınıftan sonra da 3 yıl ara verdim. Bu okula girince de en çok, asker olunca yedek subay oluşuma sevindim. Çok istersem askerliğimi uzatabilirmişim. Eğitmen Mustafa Ağabeyin beni okula gönderirken bastıra bastıra söylediği de buydu. ”İstersen, orduda subay olarak kalabilirsin!” Bir süre bunları düşündüm. Arkadaşların “Tospacı” deyip incittikleri 24 İbrahim, bundan böyle İbrahim Ertur olarak çağırılacak. ”Ya bazı arkadaşlar gene Tospacı derlerse!” diye soruyorum. Ağabeyi İbrahim’e “Böyle konuşanlara sakın kızma, gül geç, sözlerini duymazdan gel, bunları Öğretmenlere de şikayette bulunma!” demiş. İbrahim, aslında sınıfımızın şakacı grubu içinde, herhalde arkadaşları onu incitmezler. Soyadımı, ilk günden daha değiştirmeye karar vermiştim. İzlenecek yolu Vahit Dede anlatmıştı ama yakın bir uygulamayı görmek bence daha iyi oldu. Yatınca da bir süre bunları düşündüm. Yarın Almanca dersine başlayacağız. Ömer Uzgil Öğretmen Resim dersindeki gibi yumuşak davranırsa sanırım Almanca dersini severek geçireceğiz.

 

11 Ocak 1939 Çarşamba

 

İbrahim Ertur’u görünce ilk kez ona “24 İbrahim Ertur” demek istiyorum. Bu aklıma geldi. Kahvaltıya gidiyordu, koştum, hazırladığım sözleri söyledim. Güldü, “Teşekkür ederim adaşım!” dedi. Ben ona arada “Adaş” diyordum. Yanında Mustafa Saatçı vardı. Aklınca bana çattı, ”Yeni soyadı daha okul müdürlüğüne gelmedi!” dedi. Yanındakilerce haklı çıkarılacağını umuyordu. Ben, ”Olsun, ona Tospacı denmesi için de yazı gelmemişti ama, sık sık söylüyordunuz!” dedim. Güler gibi yüzünü gerdi ama, gülemedi, gerginleşti. ”Ben ona hiç bir zaman öyle bir şey söylemedim!” dedi, “İşte söylesin!” deyip İbrahim’e döndü. Ben, “O zaman sözümü geri alıyorum, diyenler vardı, onu demek istedim!” Masalarımıza ayrıldık. Hilmi Altınsoy yavaş sesle, “Amma da dokunduruyorsun, gözünden de hiçbir kusur kaçmıyor!” deyip, olayı yanındakilere tekrarladı. Ömer Uzgil kahvaltıya gelince, bütün gözler ona döndü. Almanca dersi kahvaltıda başlamış gibi, tüm konuşmalar ders üzerine döndü. Dersliğe gidince Öğretmen masasında kitap yığınlarıyla karşılaştık. Almanca ders kitapları gelmiş bile. Öğretmen gülerek geldi, ”Günaydın!” dedikten sonra “İlerde, günaydın yerine dersimiz diliyle selamlaşacağız, buna hazır olun!” dedi. Sonra da “Guten morgen!” arkasından gülerek, sitsen sie, sitsen sie, sitsen sie sözlerini tekrarladı. ”İşte size Almanca, hepinize, hepimize hayırlı olsun!” Hep bir ağızdan “Sağol!” dedik. Kitapları Sami getirmiş, kalktı, elindeki listeye göre dağıttı. Öğretmen gülerek. Yepyeni bir durumla karşı karşıyasınız, sabırla bekleyeceğim, kitapları istediğiniz kadar karıştırıp meraklarınızı giderebilirsiniz. Kitaplar, beyaz küçük denecek türden, Türkçe açıklamalar var, yarı Türkçe yarı Almanca denilebilecek bir kitap. Çabuk çabuk karıştırıp, Öğretmene bakmaya başladık. Öğretmen baktı, ”Tamam, şimdi beni dinleyin, Almanca dersimize de başlamış olduk!” Tebeşiri eline aldı tahtaya on tane söz yazdı. Öğrenci, Öğretmen, okul, öğrenme,           yazma, okuma, kalem, defter, yemek, içmek. Arkasından bunların Almanca karşılıklarını yazdı. Schuler, Lehrer, Schule, Lerne, Schreiben, Lesen, Feder, Heft, Essen, Trinken. Önce Türkçelerini;arkasından Almancalarını okuduk. Almancalarının çift ya da çok harflerinin ayrı yazılışını gördük. Heyecanlı, tad alarak bir ders geçirdik. Ancak ders sonunda (ei, ie, au, eu, eh, , ch, sch, st, . . die, der, das) buz dağı gibi konunca oldukça şaşırdık. Kitabımızın yanında bir de Almanca ödev defterimiz olacak. Arkadaşlar oldukça değişik yorumlar yaptılar. Biz bu dersi kolay kolay öğrenemeyiz. Biz bu dersi çok çabuk öğreneceğiz. Birinci grupta en az yirmi kişi, ikinci grubu birkaş zayıf sesin yanında güçlü olarak Sami Akıncı oluşturuyor. Bu arada İsmet Yanar’ı da sayabiliriz. Ben oldukça şaşkın olmakla beraber Sami Akıncı’nın grubuna yakın görünmeye çalışıyorum. Çok çalışırsam, başarabilirim. Biz kargaşa içinde yerlerimize oturmaya çalışırken Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen geldi, gülerek “Nedir bu sevinçli haliniz? Sizi coşturan nedir? Anlatın da biz de sevinelim!” diyerek sıraların önüne gelip dayandı. Birden sustuk. Öğretmen”Şimdi daha iyi oldu, sevincinizin nedenini söylemeyecekseniz, dersimize başlayalım!” dedi azıcık daha bekledi. Mehmet Yücel açıklama yaptı. İlk Almanca dersimizi yaptık, çok sevdik, sevincimiz ondandı. Öğretmen “Çok güzel, hayırlı olsun!” dedikten sonra gülerek”İnşallah bizim dersimiz için de böyle heyecanlı günleriniz olur, umarım!” Çan tasını açtı, içinden gazete büyüklüğünde bir kağıt çıkardı. Çizgiler çizilmiş, Tahtaya astı. ”İşte bahçemizin krokisiiiiii!” diyerek güldü. Arkasından da “Alkış beklemiyoruz ama bari surat asmayın. Bu çizgiler arasından neler çıkacak bir düşünün. Sözünü keserek bana döndü “Ne haber? Neler saptadın bakalım?” diye yüksek sesle sordu. Ben, ”Sami Akıncı arkadaşımla hazırladık!” dedim, listeyi verdim. Aldı baktı. “Yok yok bu kadar çok tür ekmeyiz, bunları azaltırız. Zaten geçici bir çalışma olacak!” dedikten sonra listeden sebze adlarını okuyarak arkadaşlara sordu. Bana, kerevizle, karnabaharın tadını sordu, bilmediğimi söyledim. Öğretmen yavaş bir sesle “Doğrusu bunları ben de bilmiyorum galiba!” deyip güldü. İkinci derste bahçemizi görmeye gittik. Mehmet Yücel arkadaşla bana, ödev verdi. Sebze bahçemiz ile okul arası adımlanacak, adımlar - asker yürüyüşüne göre-metreye çevrilecek. Askerler saatte 5 km. yürüyormuş. Mehmet Yücel arkadaşla biraz arkadan giderek adım saydık, dönüşte de aynı işi yaptık. Yazdık. Daha önce görüp okuduğumuz yazının yol kenarın da olmasına karşın biz ayrılan bölüm daha iç tarafta. Düz bir tarla. Burası bahçe değil tarla, dedim. Öğretmen, iyi işte ya, bir onu bahçe yapacağız. Bahçe olacak tarlanın özelliği burada var, bak sulak bir yer. Ayrıca akacak su yolları da hazır. Bir süre etrafa bakınarak tarlada gezindik. Öğretmen ilgilenen arkadaşlara yapılacak işleri anlattı. Hava elverirse önce bu yakınlarda bir sürüm işi olacakmış. Sürme işinden sonra biz, ekim yapılacak tar, ocak ya da set-sedir denilen bölümleri hazırlayacakmışız. Bir iki ay içinde de yeri geldikçe önce tohum ekilenleri ekecek, sonra da fideleri ekilenleri dikecekmişiz. Yemeğe yetişmek üzere hızlıca yürüyerek döndük. Öğretmen çok sevinçli göründü. Yolda Hasan Çevik Öğretmenle karşılaştık. Babası da yanında oturuyormuş. Hasan Öğretmene benziyor. Salih Zeki Öğretmen şapkasını çıkararak “Hürmetlerimi sunarım!” dedi. O da aynı şekilde karşılık verdi. Herhalde tanışıyorlar. Öğretmen babası olmak her halde iyi bir şeydir. Ona herkes saygı gösterir. Öğretmen bize döndü, kaç adım saydınız? dedi. Gidişimizi söyledik. 1320 adım. Öğretmen , ”Siz gene hesabınızı yapın, bir yuvarlak olarak söyleyeceğim, aşağı yukarı 1 km. Bakın, Hasan Çevik Öğretmen her gün iki km. yol yürüyor. Öğle yemeklerine geldiğinde bu 4 km. oluyor. ”Biz de tarım derslerimizde 2 km. yürüyeceğiz!” diyenler oldu. Öğretmen gülerek, “Siz zaten sürekli ayaktasınız, öteki derslerde otuyor musunuz ki?” Yemeğe zamanında yetiştik. Öğretmen, ”Sizin sınıf temsilciniz yok mu, sınıfınızın toplu işlerini kim kovuşturuyor? ” diye sordu. ”Sami Akıncı!” diyenler oldu. Öğretmen biraz yüksek sesle, ”Hep Sami hep Sami, nöbetleşe yapmayı düşünmüyor musunuz?” Sami’yi bazı Öğretmenler tanımış hep onu koşturup duruyorlar. Bakın bizim bahçeye gittiğimiz günlerde paydos edip yemeğe yetişmek sorun olacak. Zil dinleyecek halimiz yok, sorumlu arkadaşını saati takip edip haber verecek. Bunu yapmazsak soğumuş yemeklere razı olacaksınız!” Bir Tarım dersleri sorumlusu seçmeye söz verdik. İdris, Abdullah hemen beni aday gösterdiler. Bense, Sefer tunca arkadaşımızı salık verdim. Sefer arkadaşımız çok dikkatli, herkesle uyum sağlayan bir arkadaşımız. Öbür ders dek bu konuyu seçmeye karar verdik. Yemekte ki konumuz hep bahçe üzerineydi. Birileri aralıklarla ortaya hep sebze adı sürdü. ”Havuç nasıl bir sebze? Karnabahar-karnıbahar (ikisini de söyleyenler var) tatlı mı, ekşi mi? Ayçiçeği sebze mi? Çiğ pancar yenir mi? Pancar deyince bana baktılar, ”Yenir!” dedim. Önce güldüler, sonra bana hak verdiler. Zaten yiyenler varmış onlar da bana katılınca olay kapandı. Dersliğe girince konu gene Almanca’ya döndü. Tahtadaki yazıların bir bölümü duruyor. ei-ay, ie-ii, st-şt, die, neydi? das, neydi ? der, neydi? Arkasından gülmeler. ”Ne kolaymış!” sözlerine, “bunlar öğrenilir mi? Siz delirdiniz mi? sözleri karışarak atölyelere dağıldık. Tam işbölümü yaparken Ömer Uzgil Öğretmen geldi, Öğretmenlerle ayrıca konuştu. Dönüp gidince Hamdi Öğretmen, ”İşlerimize 15 dakika ara vereceğiz, sağlık kontrolundan geçecekmişsiniz. Okulumuz doktoru henüz sağlanamadı, fabrika doktorları, lütfen kabul etmişler. Bu günleri uygun düşmüş, gidip kendilerine görüneceğiz. Numara sırasıyla dizilip Md. Yr. Odasına gittik. İki doktor var, biri genç öteki yaşlı. Yaşlı söylüyor, genç onun dedikleri yapıyor. Yaşlının önünde bir liste var. bakıp bakıp konuşuyorlar. Ağzımıza, kulaklarımıza baktılar, tarttılar, bir sorunumuz olup olmadığını sordular, kenara çekildik. Yakup Tanrıkulu gelince uzun uzun konuştular. Genç Yakup’a komik bir söz söyleyip güldürdü. Yaşlı geçmiş olsun dedi. Meğer önlerindeki liste, Karaağaç’taki doktorun listesi imiş. Arkadaşımız Hilmi’ye de takılmışlar. Bunlar da Mehmet Başaran’ı zayıf bulmuşlar. On beş dakika filen derken iki saatten fazla oyalandık. Sonunda Hamdi Öğretmen, ”Hepinize geçmiş olsun, doktorlar sizi iyi gördüler!” dedi, işlerimizin başına döndük. Bizim kalıpların betonları dökülmüştü, kalıpları çıkardık, bir kuruluğa koyduk. Yeri gelince hazır olarak kullanacağız. Arkadaşlar hemen laf sıkıştırıyorlar, ”Bundan sonra gideceğimiz yerde bunları rahat rahat kullanacağız!” Naci Öğretmen tahtaya çizgiler çizmiş, gölgeli taramalı çizgiler. Bizi tahtanın karşısına topladı, sordu;Bunlardan bir şeyler anladınız mı? Salih, bilmiş bilmiş konuşu;Bunlar çerçevelerin köşeleri, geçme yerlerinin çizimleri. Şuraları kesilecek, şuraları kalacak, bir birine takılacak!” Öğretmen hiçbir şey söylemeden iki kısa çerçevelik aldı, onların kenarlarına tahtadakileri çizdi. ”Benzedi mi? ” diye sordu. Tıpkısıydı. Kısa kesikleri gösterdi, birer tane alıp biz de çizmeye başladık. Elimizdeki konçların ölçüsü, tahtaya uygundu. Numaralarımızı yazdık, yarın devam etmek üzere belli yerlerimize koyduk. Üstüne de tarih yazdık 11/1/1939 Çarşamba. Biz bugün, Marangozluk dersimizde doğramacılığa başladık. Anı olarak Naci İnan Öğretmen bize birer katlanan cetvel verdi. Tahta, 100 cm. lik metre. Numaramı (66) işaretledim. Bundan sonra atölyede bunu kullanacağım. Dersliğe gittiğimde dülgerliktekilerin daha önce geldiklerini öğrendim. Doktordan sonra Namık Bey izin vermiş, Tarım bahçesini, İbrahim Ertur’un ağabeyini konuşuyorlar. Meğer onların köyünden daha önce de subay çıkanlar varmış. Bir binbaşıdan söz etti, uzaktan akrabasıymış. İbrahim’e takılanların yüzlerine baktım, birden değişmeler sezdim. Ben dirençle “Adaşım Ertur!” diyorum. Kimileri nedenini araştırıyor kimileri düpedüz kızıyor. Kimileri bana katılıp, ”Bundan sonra sana Ertur, diyelim mi? ” diye soruyorlar. Fettah Biricik İbrahim’e sordu, ”Binbaşı köye gelince köylüler ona sokuluyorlar mı, yoksa uzaklaşıyorlar mı? ! dedi. İbrahim “Kaçanlar da oluyor, yaklaşanlarda!” deyince ben, ”Çoğunun da umurunda bile olmaz!” deyiverdim. Fettah bana döndü, gene, (Geçenlerde de aynı sözü söylemişti) “Sen ne biliyorsun?” deyiverdi. Fettah’a döndüm, ”Nerden mi biliyorum? Türkiye’de subay bir tane değil yüzlercesi, binlercesi var. Köyler de binlerce, onlara her gün subaylar geliyor. Bunlardan birini ben görmüş olamam mı? Kadir Pekgöz’e döndüm, ben sizin köyde okudum mu? Sizin köyü de kendi köyüm gibi biliyor muyum? Köyüm köyünün mahallesi gibi mi? Rüştü Akın Paşa nereli söyler misin? ”Kadir gülerek Fettah’a Rüştü Akın Paşa bizim köylü, ordu komutanı, köye zaman zaman uğrar. Kardeşi de millet vekilidir. O da çoğunlukla köydedir. Kahvelere çıkarlar, tanıdıklarıyla konuşurlar. Onların gelip gitmeleriyle genellikle çoğunluk ilgilenmez. Ama iyi insanlardır, herkese iyilik ederler, çok sevilirler. Fettah’a döndüm, ”Kadir’e sen ne biliyorsun?” niçin demedin, aynı sözleri ben söyleyince neden karşı koyuyorsun? Hak ettiğinin ne olduğu artık apaçık ortada, bak arkadaşlar hep tanık. Ağzını açamadın. Fettah”Ben onu demek istemedim!” deyince “Söyle, ne demek istediğini bir daha söyle herkes duysun!” Sustu, ağlamaklı bir yüzle yanımızdan ayrılı. Sefer, Arif, İsmet beni yatıştırmaya çalıştılar. Ötekiler “Tekrar tekrar, Fettah apaçık kavga istiyor, ikide bir “sen ne biliyorsun? ” deyişi bundan. Gibilerde konuştular. ”Arayan bir gün bulur!” dedim. İbrahim, koluma girdi, ”Adaş, sahi soyadımı beğendin mi? ” dedi, ”Çok beğendim!” değince hep birlikte güldük.

Yerime oturunca kendi kendime kızdım. Sözde konuşmayacak, kimseye kızmayacak, kavga çıkarmayacaktım. Konuşmalara katılınca kendiliğinden bir sataşma çıkıyor, arkasından atışma. Fettah’ı geçen defa Sefer affettirmişti. Şimdi ya dargın kalacağız ya da bir punduna getirip özür diletmem gerekecek. Yarın Türkçe dersimiz var. Öğretmen parçalarını okuduğumuz yazarlar hakkında kısa bilgiler toplayın demişti. Ahmet Haşim, Ömer Seyfettin, Mejhmet Akif Ersoy hakkında notum var. Enis Behiç Koryürek, Kemalettin Kami Kamu hakkında bir şey yazmadım. Bunları sorarsa, susacağım. İsmet’e söyledim güldü, bunlar onda varmış. ”Bende Murat Uraz’ın kitabı var!” dedi. ”Bu ne demek?” diye sordum. Meğer Murat Uraz adlı biri tüm yazarları kısa kısa yazmış, herkes oradan defterine geçiriyormuş. Kitabın sahibi galiba Mehmet Yücel ama İsmet söylemiyor. Aldım, İbrahim Alaettin Gövsa, Faruk Nafiz Çamlıbel, Enis Behiç Koryürek, Kemalettin Kami Kamu, Mithat Cemal Kuntay, Tevfik Fikret, Yahya Kemal Beyatlı’yı yazdım. Buna çok sevindim, birileri yazıp duruyor ama nereden yazıyorlardı, hep merak ediyordum. Ne kolaymış, aynı kitaptan bir tane hemen almalıyım. Murat Uraz-Türk Yazarları…. . Tabiat Bilgisi. Öğretmen daha önce “Çevremizden başlayarak uzaklara doğu hayvanları tanıyacağız dediği halde bu kez Memeli Hayvanlar, deyip sıralama yaptı. Maymunlar, Maymunsular, Etoburlar. Bunlar da Kedigiller, Sırtlangiller, Köpekgiller, Sansargiller, Ayıgiller, Böcekçiller. Kedileri, köpekleri yakından biliyorum, ayıları da oynatıcıların yedeklerinde gördüm. Ötekileri yazık ki bilmiyorum. Sansardan söz ediyorlar ama ben rastlamadım. Memleketimizde olmayanları niçin okutacaklar? Onları öğrensek ne yararı olacak? Ben aslında diri tilki pek yakından görmedim. Gördüklerim tin tin kaçanlardı. Ancak öldürülmüşleri çok gördüm. Bunlar, avlarda vurulmuş tilkilerdi. Kurtları da uzaktan gördüm, sürüye yaklaşırken ya da kaçarken. Bir kaç kez de öldürülmüşünü gördüm. Renklerini iyi biliyorum. Tilkilerin kuyrukları büyük, kurtların dişleri güçlü. Bir de tilkilerin kardaki izleri ilginç, onu biliyorum. Babam birkaç kez özellikle göstermişti. Tek iz bırakıyorlar. Sanki tek ayaklı bir canlı gitmiş gibi. O izleri ilk gören kesinlikle “Buradan dört ayaklı bir hayvan geçmiş” diyemez. Hem bunları düşünüyorum hem de bu bildiklerimi anlatsam içlerinden biri çıkıp Tıpkı Fettah Biricik gibi “Sen ne biliyorsun? ” deyip çıkacak. Fettah’a bu kez kızdım. Okul müdürü daha ilk günler, ona “Be oğul sen ne müstesna bir ad taşıyorsun, gibilerde takılmıştı. Sonraları da derslerde susup kaldıkça onun adına üzülüyordum. Sefer Tunca ile arkadaşlık yaptığı için de yakınlaşmaya çalışıyordum. Hep yanılmışım demek! Kendi kendime gene gene soruyorum, benim bir yanlışım varsa bu nerelerde oluyor? Halil sordu, sen bir şeye mi üzüldün? Anlattım. Halil “Hani sen böyle şeylere kızmayacaktın? Onlarla konuşursan hep böyle üzüleceksin. Onlar yalnız sana değil, en yakın arkadaşlarına da öyle. Görmüyor musun düne dek İbrahim’in gözünün içine baka baka Tospacı diyorlardı. Arkadaşın soyadı Tuzpahacı olmasına karşın Tospacı diye diretiyorlardı Topsa diyecek kadar ileri gidenler bile vardı. Ağabeyini görünce ters geri döndüler. İçlerinde bazıları birbirlerinin analarına küfrediyorlar, as sonra sarmaş dolaş konuşuyorlar. Onların çoğu daha çocukluk dönemlerini tamamlayamamışlar. Sen onları öyle düşün, sataşmalarını da, yaklaşmalarını da önemseme, fazla da yaklaşma.” Halil benden büyükmüş gibi nasihat etti, dinledim. Çünkü haklıydı. Sami’yi örnek verdi, “Hepsi yaklaşıyor, etrafında dönüyorlar ama o görmezden geliyor, kendi istediklerini onlar yaptırıyor. Senin İsmet’in bile senden çok Sami’nin etrafında dolaşıyor.” Yemekte İsmet yanıma geldi, yazarları tanıtan kitaptan almak istiyordun, ısmarlayalım mı? diye sordu. Hiç düşünmeden “Şimdilik gerek yok!” deyim lafını ağzına tıktım. İsmet şaşırdı “Dayı az önce sen hemen alalım diyordun, ne oldu ki vazgeçtin!” diye diretti. Bu tavrım da yanlıştı, hemen geri dönüş yaptım, ”Şaka söyledim, sende olunca o aynı zamanda benimdir, demek istedim” gibilerde konuştum. İsmet “Bende olan doğal olarak senin dayı ama, kendinin olunca daha rahat bakabilirsin!” Halil kitabı nasıl sağlayacağını sordu. Alpullu’daki tek gazeteci, aynı zamanda kitap satıyormuş ama kitapları ısmarmala üzerine getiriyormuş. Esas dükkanı Babaeski’de imiş. Arkadaşlarımız arasında Babaeskili olup olmadığını sormuş, 4 Mehmet Aygün’den söz etmişler. Mehmet’le gidip kitapları ısmarlamayı tasarlamışlar. Bu kez Halil  “Buna ne gerek var? Türkçe Öğretmeni yarınki derste bu kitap gazete işlerini konuşacak, bunu da söyleyelim, yardımcı olsun!” Ben başka nedenle karşı koymuş sonradan caymıştım. Arkadaşım daha sağlıklı bir neden öne sürerek beni sıkıntıdan kurtardı. İsmet de girişimini yarınki dersten sonraya erteledi. Öğretmen, Hasan Üner’e üzerinde kitap kalanlar dan kitapları topla demişti. Hasan benden almamıştı. Beyaz Zambaklar Memleketinde. Hasan’a onu verdim ama verirken biraz nazlandım. ”Arada okuyordum!” dedim. Hasan “İstersen ben sana okuyacak başka kitap verebilirim!” dedi. Bu Toprağın Kızları ile Dikmen Yıldızı kitaplarını gösterdi. ”Baştan sona uzayan!” der demez Hasan, Bu Toprağın Kızlarını verdi. ”Bölüm bölüm, ayrı zamanlarda okuyabilirsin!” Karaağaç’tayken de bir ara almıştım ama okumamıştım. Yazarın adı ilgimi çekmişti. Aka Gündüz. Hiç duymadığım bir ad değil, daha de önce duymuştum. Başaklar İçinde adlı bir şiirdi bu, A bunu çok güzel okuyordu. Bu şiiri yazanın okumak için kitap da yazması ilgimi artırdı. Önce bir karıştırdım, sonra atlamadan, tıpkı Beyaz Zambaklar Memleketinde’yi okuduğum gibi okumaya başladım. Kolay okunduğunu anladım. Biraz da kızlar üstüne söylenenler ilgimi çekti. Hele bir yerde Vahit Dede ile Fikret Madaralı Öğretmen konuşurken sık sık andıkları biri, Rıza Tevfik’in burada da geçmesi beni iyice şaşırttı. Vahit Dede, o bizim pirimiz, ”Nefesler dinledik Saz-ı Rıza’dan deyip gülmüşlerdi. Rıza Tevfik, kitapta da beyaz bir at üzerinde insanlar arasında dolaşıyor, halk ona sevgi gösterisinde bulunuyor. Merak ettim, Vahit Dede bu kitabı okudu mu acaba? Okumamış da benden duyacaksa çok sevineceğim. Kesinlikle “Aferin sana, senin adam olacağını babana ben çok önceleri söylemiştim!” diyecektir. Okumuşsa “Biliyorum, bilmez olur muyum? İşte Rıza Tevfik öyle sevilirdi. deyip içini çekecektir. Rıza Tevfik nefes söylediğine göre Vahit Dede’nin tarikatından olmalı. Kitabı okuyunca Vahit Dede dilime takıldı. Geçen yıllar burada bando çalıştırıyordu. Onun çalıştırdıkları şimdi buralarda. Bir bandocu görsem Vahit Dede’yi tanıyor musun? diye hemen soracağım. Herhalde onlar onun şimdi nerede olduğundan haberdardırlar. Böylece burada tanıdıklar da edinmiş olurum. Ferit Bey aklıma geldi, görünce “Günaydın!” deyip yaklaşacağım soracağım “. Vahit Dede’den çoktandır haber alamadım, merak ediyorum, ailece tanışırız, akrabalığız da vardır!” Bu kuruntular içinde yatmaya çıktım. Düşündükçe kafam karıştı, uykum kaçtı. Ya Ferit Bey “Ben ne bileyim senin Vahit Dede’ni? Arkasından da “Haaa, şu bandocu mu? Gitti ama nereye gittiğini bilmiyorum!” deyip başını çevirirse, bir daha onun yüzüne bakamam. Üstelik o beni görmesin diye bucak bucak kaçarım. Gece iki kez uyandım. Birinde koyunlara kurt gelmiş, koyunlar kaçıyor. Bakıyorum kurt murt yok. Koyunların ürküp kaçmasına kızıyorum, korkulu bir şekilde uyanıyorum. İkinci rüyam daha ilginç, nöbetimde yemekler pişmemiş, herkes bana çıkışıyor. ”Sen nasıl nöbet yapıyorsun? diyorlar. Ben sinirlenip, ”Ben nöbetçi değilim, kim çıkardı bu nöbet işini, benden önce daha numara var!” diye avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Gerçekten bağırdım mı bilmem ama ağzımı oynatarak uyandım. Herkes uyuyor, rahatladım yattım. Nöbetçileri düşündüm, gerçekten nöbet bana gelmek üzere, bun hiç düşünmemiştim. Nöbetler ikişer kişi olunca çabuklaştı. Cumartesiye, pazara gelmesin diye düşlüyordum. , neyse cumaya rastlayacak. Bu da bir şans. Bu kez zili duydum, hemen kalktım.

 

12 Ocak 1939 Perşembe

 

Burada sabah temizliği çok rahat. Sular gür akıyor, tuvaletler aydınlık, temiz. Aynalar büyük, kendimizi rahat görüyoruz. Ne var ki aynalar bizi biraz da derli ediyor. Her aynaya bakan arkadaş, ”Ah, bir de saçları uzattırsak!” diye üzüntüsünü tekrarlayıp duruyor. Burada en çok söylenen dilek: “Bir de saçımızı uzatabilsek!” Türkçe Öğretmeni kahvaltıda yok. O zaman Türkçe dersi daha başlamamış sayılıyor. Fikret Madaralı olunca sanki onun bakışları sürekli üzerimizde gibi bir duygu içindeyim. Kesinlikle korktuğumdan falan değil, çünkü artık ondan korkmuyorum, benim çalışkan bir öğrenci olduğuma inandığını açık açık söyledi. El yazım için daha olgunlaşmadı, okumanda konuşmanda kusurların az değil, ama giderek azaldığını görüyor buna seviniyorum dediğini tüm arkadaşlar duydu. Hele Tarih dersinde benim kadar aferini Sami Akıncı bile almış durumda değil. Biz kahvaltıdan kalkarken Fikret Öğretmenin sesini duyduk Halil’i çağırdı. Halil koştu, az sonra elinde kitaplarla döndü. Öğretmen evinden kitaplar getirmiş. Dersliğe gelince “Günaydın!” dedikten sonra kaldığımız yerden başlayalım diye söze başladı. Arkasından bana “Ne demek bu, kaldığımız yerden başlayalım!” açıklar mısın? ”Geçen derste, dersin sonunda, okunacak gazeteleri konuşuyorduk, yarım kalmıştı, şimdi yarım kalan yeri bitirelim!” demek. Ben konuşmaya başladıktan sonra sözü tam “Yarım kalmıştı derken Öğretmen de benimle beraber aynı sözcükleri tekrarladı. Sözüm bitince de “Ben daha azını bekliyordum, sen yeterinden fazlası söyledin!” dedi. Getirdiği kitapları açtı. Aslında getirdikleri kitap değil katlanmış gazete, dergi türü deşik yazılarmış. Birini açtı, Yeni Adam, İlk sayfadan yazı okudu. Sebzelerin insan sağlığı üzerine yarlarını anlatıyordu. Dünkü bizim bahçe üzerine birbirinize takılmalarınızı anımsadık. Aynı zaman da Öğretmenin sözleri doğrulayan bir yazıydı bu. Öğretmen, bir yazıyı okuyup beğenirseniz kesinlikle yazarını öğrenin diyordu. Yazıyı bitirince azıcık duraksayarak yazan, deyice dikkatsiz arkadaşlarımızdan biri “Bir bahçıvan!” deyiverdi. Öğretmen güldü, tam bilemedin ama bu bir bahçıvandan daha çok bahçıvan, bir Öğretmenden daha çok bir Öğretmen, bir yazardan daha çok bir yazar!” dedikten sonra arkadaşa baktı, ”Daha sayayım mı? ” diye sordu. Bahçıvan diyen arkadaşımız Yakup Tanrıkulu, ”Hayır!” diyebildi. Hepimiz dikkat kesildik, Öğretmen ne diyecek? ” Öğretmen arkadaşınıza teşekkür ederim, bana bu yazarı daha iyi tanıtmak için fırsat yarattı. Bu yazar benim Öğretmenim, çok sevdiğim bir insan, Profesör, İsmail Hakkı Baltacıoğlu’dur. Bir sonraki dergide bahçıvanlığı da anlatacaktır. Bir başka yazısında çobanlığı anlatırken görürseniz sakın şaşırmayın. Çünkü o bizim insanımızın cahil kaldığını iyi biliyor, halkımız, bilginin her türlüsüne muhtaç. Siz köylerden geldiniz, askerlik öykülerini dinlemişsinizdir, enişteleriniz, dayılarınız, tığ gibi, fidan gibi delikanlılar askere gidince 4 ay sağa dön , sola dön komutlarıyla sağa sola dönmeyi öğrenirler. Yürüyüş halinde asker görenleriniz varsa bilirler, ne düzgün yürürler değil mi? . Ama köyden geldiklerinde yürümeye kalksalar bir birlerinin ayaklarına takılırlar, bir birlerinin ayaklarını ezerler. Öğrendiklerinde ise böyle bir durum olmaz. İşte öğrenilmiş işlerle öğrenilmemiş işlerin arasındaki ayrılıklar bunlardır. Burada altı yıl kalıp başka bir insan olarak köylerinize dağılacaksınız. Gittiğiniz yerde bu önemli görevi yapacaksınız. Bu sizinle tamamlanmayacak. Her bilen insan bir bilmeyene öğretecek, insanlarımız yenilikleri öğrenecekler. İşte bu Öğretmenlerin Öğretmeni bunu herkese, bahçıvanından çobanına, arabacısından nalbandına dek durmadan yazıyor, durmadan konuşuyor, bilenlerin susmadan konuşup yazmasını istiyor. Evet o bir bahçıvandır, o bir doktordur, her şeyden önce o ünü dünyaya yayılmış bir pedagog. Güldü, pedagog kime denir hiç duydunuz mu? Kimseden ses çıkmadı. Ben kıpırdandım, Öğretmen baktı, besbelli umutsuzca “Söyle bakalım!” dedi. ”Pedagogu bilmiyorum ama benim ilk okul Öğretmenim Ahmet Korkut geçen hafta bura ya da geldi, o şimdi pedagoji okuyor!” dedim. ” Öğretmen, işte tamam. Ahmet Korkut’u ben de tanıdım, Pedagoji okuyor. Okulunu bitirince Öğretmen yetiştiren okullarda yani buralarda çalışacak. Bu tür Öğretmenlere pedagog denir. Ancak onları yetiştirenler de pedagogtur. İste İsmail Hakkı Baltacıoğlu bu pedagogların da pedagogudur, o hepimizin Öğretmenidir. Bu nedenle ben size bu saygın insanı şimdilerden tanımalısınız, yazılarından yararlanmalısınız, diye düşündü!” Öğretmen sözünü kesince ben, almak istediğimi söyledim. Öğretmen “tek tek yapmayalım, hiç değilse iki arkadaş alsın!” deyince. İsmet’i yazdırdım. Böylece İsmet’le ben, Yeni Adam dergisine abone yazıldık. Öğretmen, derginin altından bir gazete çıkardı. O gazeteyi okula geldiğimizden beri hep görüyordum, kim okuyordu bilmiyorum ama ortalıkta başlığını görüyordum;Akşam.

Bir iki arkadaş, ”Bunu da biz alalım!” dediler. Öğretmen, ”Hayır gazete almayacağız, gazete okuma alışkanlığını geliştirmeye çalışacağız. Gazeteyi değiştire değiştire alıp birden çok gazeteyi tanıyacağız. Gazete dergiden farklıdır. Gazete yazarı öğrenciye bilgi vermeyi düşünmez. Ama gazete okuma alışkanlığı gençlikte başlamalıdır. Ben, okul müdürümüzle konuştum. Gazetemiz her gün gelecek, alt kattaki dolaplarınız önündeki masada duracak. Çıkarılmaması için masaya tutturulacak. Uygun zamanlarda bakacaksınız. Günlük gazeteyi ben dikkatle izleyeceğim. Dergi, arkadaşlarınızın olacak. Ancak isteyen arkadaş geriye vermek koşulu ile her zaman alabilecek. Gazeteden yazılar okudu. Okuduğu yazının yazarı soruldu. Öğretmen, ”Necmettin Sadık!” dedi. Elinde gazete sıraların önünde dururken, ilk sırada oturan Bekir Temuçin kıpırdandı, Öğretmen göz ucuyla baktı, bir şey mi söyleyeceksin? ” diye sordu. Bekir, ”Yazarın adını Sadık, dediniz, gazete de Sadak yazıyor!” deyince Öğretmen güldü, ”İşte böyle olacaksınız, yanlış yanlıştır, küçüğü büyüğü olmaz, hemen düzeltilmelidir. Arkadaşınız bunu yaptı. Bu yazarın adı Necmettin Sadık. Yıllardır okurum. Soyadı dolayısıyla Sadık adını Sadak’a çevirdi. Eski alışkanlıkla Sadak’ı Sadık deyiverdim, işte bu dalgınlığı arkadaşınız bağışlamadı!” Bekir’in dalgınlıkla yaptığı bu çıkış nedeniyle bir gazeteci öğrendik. Necmettin Sadak, Akşam Gazetesi baş yazarı. Ben, ” Kırklareli’de çıkan Yeşilyurt gazetesinin baş yazarı Ali Rıza Dursunkaya’yı tanıyordum!” dedim. Bu kez Öğretmen, Yeşil Yurt okula geliyor, gönderiyorlar. son sayısında Salcı dedenin bir şiiri vardı, Ahmet Beyden al oku, gene ver. İlanlar nedeniyle katip Ahmet Bey topluyor!” İkinci derste, Öğretmen Yakup Kadri Karaosmanoğlu adlı yazardan Atatürk adlı parçayı okudu. Arka arkaya üç arkadaş okudu. Sorular sordu. Okuyan arkadaşlara aynı soruyu tekrar tekrar sordu. Üç arkadaş da doğru yanıt veremedi. Bize soracağını beklediğim için nerdeyse soluksuz, gözlerimle Öğretmeni izliyordum. Öğretmen bunu anladı, yavaş bir sesle “Hadi söyle bakalım!” dedi. Resimler insanları durgun gösteriyor, Atatürk gerçekte sürekli çalışan, hareket eden bir insan, yazarla konuşurken de resimlerde olduğu gibi durmadığından, ” derken Öğretmen, ”Değil mi ya, canlı insanla fotoğrafı biraz farklı olur!” diye tamamladı. Yazarın, Atatürk’ün çok yakınında bulunan biri olduğunu, Kurtuluş Savaşı süresince savaşçıları cesaretlendiren yazılar yazdığını anlattı. Bir arkadaş yazarın soyadına takıldı, ”Hem çok uzun hem de Karaosman, sözünün güzel olmadığını söyleyince Öğretmen “Soy adlarının kimi ailelerde çok eskilere dayandığını, Karaosmanoğulları’nın yüzlerce yıllık geçmişi olan bir aile olduğunu anlattı. Atatürk hakkında başka yazılar okumamızı öğütledi. Türkçe defterlerimize, Atatürk’ün yaşamını anlatan yazı yazacağız. Bu yazılar, başka yazarlardan aynen alınmış olmayacak. Bu günkü Türkçe dersim çok iyi geçti…Sabit Bey kolunun altın da bir yığın kartonla geldi. Bir tarafları boş bir tarafları resim. Sessizce bazılarını tahta kenarlarına tutturdu. Bize dönerek “Bunları tanıyor musunuz? ”dedi. Galiba hepimiz güldük. Öğretmen de güldü, el sıkıştınız mı? diye sormadım, adlarını bilecek ölçüde seçebiliyor musunuz? demek istedim. ”Hepimizi süzdü, Emrullah Öztürk’ü kaldırdı. Emrullah oldukça güç konuşuyor. Gerçekte konuşması güzel ama nedense kendisine soru sorulunca zorlanarak konuşuyor. Bu kez Öğretmene dert yandı”Ben konuşmakta güçlük çekiyorum!” deyince Öğretmen, ”Konuşma, konuşarak öğrenilir, ağı ağır da olsa şu resimlerin altındaki yazıları oku, adlarını söyle!” dedi. Emrullah hepsini doğru okudu, hayvanların adlarını fazla duraksamadan okudu. Yalnız aslanı arsslan olarak seslendirdi Emrullah yazıyı aslan olarak okudu, resmi söylerken tekrar tekrar “Arsslann! olarak söyledi. Bu kez Öğretmen Emrullah’a “Emrulllllah, Eeemruuullah, Emrullahhhh! diye arkadaşın adın uzatmalı seslerle söyledi. Gülenler oldu. Öğretmen arkadaşlara”Gülün gülün, bana gülün, ben kızmam, ama yarın arkadaşınızın bu kusurlu söyleyişine güldüğünüzde o kızacak, belki sizinle kavga edecek. Gelin bunu yol yakınken düzeltelim. Bu küçük bir dikkat işi. Daha doğrusu bu bir dikkatsizliktir. Arkadaşınız yazıyı doğru okuyor, konuşurken, kasıtlı yapar gibi sesi bozuyor!” Emrullah konuşmaları anlamamış gibi dinledi, hiç üstüne alınmadı, ya da öyle algıladı. Hüsnü Yalçın söz istedi, Emrullah’ı uyardı. Emrullah gülümsedi, başını iki uyana salladı, güldü. Üç kez, aslan aslan aslan!” dedi. Öğretmen başta olmak üzere bütün arkadaşlar güldük. Sanırım duruma sıkılmıştık, Emrullah’ın gülümsemesi hepimizi sevindirdi. Öğretmen kedi köpek gibi e vcil hayvanların yedikleri üzerindeki gözlemlerimizi teker teker sordu. Kurtla köpeğin yakınlığını, buna karşın beslenmelerindeki farkın nedenlerini irdeletti “. Canlılar, zaman için de, alıştırılırlarsa beslenmelerini belli bir ölçüde değiştirirler!” diye bir not yazdırdı. Sonra da “Kurtların sürüye saldırmasına karşın, aynı gruptan olan köpeklerin sürüleri korumalarının nedenleri!” üstüne düşünmemizi salık verdi. Ders sonunda Öğretmen derslikten çıkınca Mehmet Yücel bana “Dayı, dikkat ediyor musun? bizim Öğretmenler hepsi seni koruyor. Baksana, okuduklarımız hep çiftçilik, çobanlık, bahçıvanlık, tarla , orman üzerine. Sen kaç yıldır bunları öğrenmişsin, şimdi bildiklerinden yararlanıyorsun. Geldiğimizden beri üstünde durduklarımız bunlar!” İsmet bu kez beni savundu”Bir kere benim dayıma, dayı diyemezsin. Dayım geometri dersinde küpü, su küpü olarak çizerken sen gülerdin. Dayım şimdi Eşek bağlantısını çözüyor, sense, Eşek bağlantısını eşek yuları anlıyorsun!” Mehmet Yücel kendisi başta olmak üzere herkes güldü. Bir kaç arkadaş birden “Karıncanı kardeşi olurmuş, kardeşini korurmuş!” Yemeğe bu şakalaşmalarla gittik. ”Karıncanın kardeşi sözünün doğrusu nasıldı? Sorusu uzadı gitti. Birkaç söz, doğru olarak ortaya sürüldü. Son sözü Sami Akıncı’ya bırtaktılar. Sami Akıncı Ömer Uzgil’in odasında yönetim işlerine yardımcı oluyormuş. Nöbet değişimi olabiliyormuş, Ben değiştim, Halil Basutçu ile bugün nöbetçiyiz. Yarın öğle yemeğinden sonra devredeceğiz. Ben soruyorum, ”Nöbetçiler derslere giriyor mu? ”Herkes gülüyor, ”Sen uyuyorsun!” diyenler var, girmiyormuş. Küçük sınıf nöbetçileri giriyormuş. Ancak onlar da sabah son derste mutfakta oluyormuş. Öğle yemekleri hazırlığı için. Mutfak kapısının önünde dururken Namık Öğretmen geldi. Bize ne beklediğimizi sordu. Nöbetçi olduğumuzu söyleyince, ”İkinizi bir arada kim yaptı sizi nöbetçi, atölyedeki işler ne olacak? diye gülerek sordu. Boynumuzu büker gibi sustuk. Öğretmen “Bari söyleyelim de sizin nöbetleri cumartesi günlerine alsınlar!” dedi gitti. Hem sevindik hem kızdık. Biz nöbeti biraz hafife alıp dinlenme sayıyoruz. Namık Bey bizi daha fazla çalıştırmak istiyor. Dersliğe gittik, Sami oradaydı, ona sorduk;”Nöbetçilerde değişiklik oldu mu? Sami olmadığını söyledi. Halil Namık Beyin sözlerini söyledi. Sami , ”O, gelecek nöbet için söylemiştir, bugün nöbetçi sizsiniz!” deyince biz gene Yemek salonuna gidip iş başı yaptık. Mutfak görevlisi çocuk karavanaları, tabakları toplamıştı bile. Biz de yardım ettik. Halil küçüklere izin verdi. Onlar zaten derslerine devam ediyormuş. Akşam yemeği hazırlıklarına gelmek üzere ayrıldılar. Hızlı bir gel gitle her işi çabucak bitirdik. Aşçı başı, siz çalışkansınız belli ama her zaman böyle olmaz, bu biraz da yemelere bağlı. Bu akşam sebze yok, kuru yemekler. Sebze olunca işler yoğunlaşıyor!” dedi. Akşam, tas kebabı, pirinç pilavı, üzüm hoşafı. Mehmet Yücel arkadaşımız bunları çok söyler. Biri ne yemek var? Diye sorsa hemen “Tas kebabı, pirinç pilavı, üzüm hoşafı!” der. Sanırım bu üçü sık sık tekrar edildiğinden böyle diyor. Ya da söylenmesi kolay. Bir süre öteki yemekleri üçlü dizi yapıp söylemek istedim, bunlar kadar düzenli olmadı. Aşçı başı şakacı biri, ona anlattım. Düşündü düşündü, gülerek”Kadınbudu, Sultan beğendi, imambayıldı!” dedi güldü. Sonra da bunu ben uydurdum ama bu yemekler var!” dedi. Sultan beğendi tatlıymış. imambayıldı da bir sebze yemeğiOturduk aşçı başından yemekleri sorduk, yirmi dolayında yemek saydı. Bunların yan yana gelmelerini sıraladı. Bir tanesini beğen dik, Haşlama rosto, kremli pasta, erik komposto. Bunu beğendiğimizi söyleyince aşçıbaşı hiç düşünmemiştim ama sizin için bir gün yapacağım!” dedi. Yemek masalarını düzenledik, temizlecek ne varsa temizleyip dersliğe gittik. Derslikte kimsecikler yok. Orasını böyle tenha görmediğimiz için garipsedik. Gene yemek salonuna gittik. Ömer Uzgil mutfak kontrolüne geldi. Önce bizi denetledi. Bizim işimiz olmayan bir iki eksikliği gösterdi. Aşçı başı yanıtlar verdi. Gene bize dönüp siz buralarda böyle boş mu oturuyorsunuz?” dedi. Halil “Biz ilk kez nöbet tutuyoruz, arkadaşların, aşçıbaşının söylediklerini yaptık, başka bir iş varsa onu da yaparız!” dedi. Ömer Uzgil bu kez “Bu nöbet işini beğenmedim ben, başka bir formül bulalım!” dedi gitti. İkimiz de sıkıldık, her gün gelenler nasıl çalışıyor ki, Ömer Uzgil bizim yapıklarımızı az buldu? İkimiz de bozulduk. Öyle bir süre düşündük. İkimiz de fazla söze katlanacak yaratılışta değiliz. İşten kaçmıyoruz, iş yapmıyorsunuz gibi bir töhmete katlanmak zor geldi. Halil “Şu işe bak, iş dersi Öğretmeni iki çalışkanı bir arada nöbete koymak doğru değil, diyor. Müdür yardımcısı bu iki çalışkan, işlerini yapmış bitirmiş öğrenciye, iş yapmadan oturmaktan söz ediyor!” deyip kederlendi. Biz böyle kederlenirken Fikret Madaralı Öğretmen geldi. Elinde Akşam gazeteleri. Bizi alt kata gönderdi, az sonra kendi de geldi. Bir süre sonra da Hamdi Bağ Öğretmen geldi. Elinde marangozluk takımları vardı. Fikret Beyin tarifi üzerine masanın üzerine zincirli tokalar takıldı, gazeteler basılınca açılan, basılmazsa takılı kalan bu tokalara takıldı. Fikret Öğretmen bize “İşte onu siz sifta edin, önce usturuplu kullanın sonra da arkadaşlarınıza öğretin!” dedi, gitti. Oturduk akşam gazetesini karıştırdık. Bende bir gazete yazarı merakı başlamıştı. Hemen yazarları, saptadım. Necmettin Sadak, Şevket Rado, üçüncü isimde takıldım kaldım. ”Ne biçim ad bu? Va-Nu. Başkalarını uzanamadım. Kime sorayım? Böyle ad olur mu? Va-Nu…Vakit geldi, mutfağa gittik. Küçükler de geldi. Gerekli işleri zamanında yaptık. İşten çok küçüklere söz geçirmek bizi yordu. Akşam yemeğine Ömer Uzgil ile Sabit Soysal Öğretmenden başka gelen olmadı. Sabit Bey de kendisi değil, bir başka arkadaşı yerine nöbet tutuyormuş. Yemekten sonra işimiz oldukça uzun sürdü. Akşam toplamasına ek olarak sabah hazırlığı da akşamdan oluyormuş. Onu da yaptık. Yat zilinden az önce dersliğe girdiğimizde kimi arkadaşların alışkanlığı, ”Yarın öğlede ne yemekler var? ”Mehmet Yücel şaka falan değil artık tam alışmış, sorulu sorulmaz, ”Tas kebabı, pirinç pilavı, üzüm hoşafı!” der demez ben, ”Hayır bilemedin, yarın “Kadın budu, İmam bayıldı, Sultanbeğendi!” dedim. Mehmet arkadaş başta olmak üzere herkes şaşırdı. Hem Mehmet Yücel’e bir yanıt oluyor hem de alışılmamış adlar söyleniyordu. Arkadan sorular başladı, ”Söylediğin doğru mu? ”Bu kez ben, ”Mehmet Yücel söyleyince sormuyorsunuz, şimdi bana niçin soruyorsunuz? Onun ki ne kadar doğru ise benimki de o kadar doğrudur. Gülenler, kızanlar var. Halil doğruyu söyledi ama benim söylediğim yemeklerin de sahiden var olduğunu, yakında onları da yiyeceğimizi muştuladı. Gürültümüzü duyan Sabit Soysal gelirken zil çaldı, yatmak üzere derslikten çıktık. Sabah erken kalkmamız gerekiyor. Ben kalkamam, biliyorum, Halil kaldıracak, ona güvenerek yattım.

 

13 Ocak 1939 Cuma

 

Kendimi iyi kurmuşum, zilden on dakika önce kalktım, çıkarken Halil de geldi. Akşamdan her şey hazırlanmıştı. Ters kapanmış kapları çevirdik, Ekmekleri, peynirleri(Bu sabah peynir) dağıttık. Çaylar zil çalmadan verilmemektedir. Zil çalınca çay dağıtıcıları masalara bıraktık. Öğretmen masalarına mutfaktaki Rasim bakmaktadır. Biz, ancak b izden istenirse bir işe koşacağız, öyle tembihlediler. Arkadaşların arasında dolaştık. Küçükleri yakından izlememiştim. Kahvaltıda hiç durmadan itişip kakışıyorlar. Bizim derslikte benim yanıma gelen bir küçük vardı, ”Benim eniştem de şiir yazıyormuş!” demişti, onu gördüm, yanındakilerle durmadan itişiyor, onlar da onu dürtükleyip duruyorlar. ”Sen yaramazlık yapıyorsun!” dedim, bana baktı hiç üstüne alınmadan “Evet abi, bu çok yaramaz!” dedi. bu kez öbür yandakini dürtüklemeye başladı. 4. sınıflar içinde ilk tanıdığım bu oldu. 5. sınıflarda daha önce 1 numarayı tanımıştım. Daha doğrusu o kendini zorla tanıtmıştı. ”Ben okula ilk geldim, babam Öğretmen, burada arkadaşı var, bana 1 numarayı verdiler diye diye kendini bana bile tanıtmıştı. Bu yeni tanış ondan daha küçük. O adını söylüyordu. Hikmet. Bu adını da söylemiyor. Daha doğrusu sormak benim aklıma gelmedi. İlk fırsatta öğreneceğim. Çok hızlı çalışmamıza karşın birinci dersi kaçırdım. ben matematik dersine girmek istiyorum. Arkadaşım girmeme razı. İkinci derse yetiştim. İyi ki gelmişim, Öğretmen yanıma kadar geldi, sen birinci dersi kaçırdın, ne o rahatsız mısın? ” dedi. Nöbetçi olduğumu, işimi bitiremediğimi, ancak yetiştiğimi anlatınca, ”Nöbetlerde derse girmiyor musunuz? ” diye sordu. Sami, girmediğimizi söyledi. Bu kez Öğretmen bana, ”Memnun oldum, yeni ders verirsem Sami arkadaşından alırsın, bu ders yeni konu işlemiyoruz, eski konuları yokluyoruz, seni tanıyorum, git nöbetinin başında ol, ödevlerini yaparsın!” dedi. Bir an duraksadım, İsmet işaret verdi, selam verip yavaşça çıktım. Arkadaşlar, suskun, Öğretmen biraz öfkeli, çıktığıma bir bakıma sevindim. Halil’e anlattım. Güldü. İşimizi bitirince gazete masasına gittik. Yeni gazete konmuş. Ahmet bey sordu, ”Sizden başka bu gazeteleri okuyan oluyor mu? Ben de ona sordum, gazeteler, İstanbul’dan bu kadar erken nasıl geliyor? Geç saatlerde geçen tren varmış, onunla geliyormuş, satıcı gazeteci de okula getiriyormuş. İlk işim o adını bilemediğim yazara bakmak oldu. Ahmet Beye sordum. ”O her gün yazar, tefrikacı, yani uzun bir yazıyı parça parça her gün veriyor. Bir kaç kez ben de sordum, öğrendim ama gene unuttum, hatırlanması zor bir adı var onun. Ne yapacaksın adını? Sen de benim gibi Va-Nü der, geçersin!” Va-Nü arkasında koşarken bu kez de tefrika ile karşılaştım. Tefrika ne ki? Halil gülüyor. ”Ne kadar kurcalarsan, daha o kadar bilinmezlerle karşılaşacaksın, iyisi mi biraz da duymazdan gel!” Necmettin Sadak, Almanya silahlı kuvvetlerini çok arttırmış, savaş istiyormuş. Almanya’ya gitmiş, köşe bucak asker doluymuş. Şevket Rado tiyatro sanatının kutsallığından söz ediyor. Tiyatro olarak ben Lüleburgaz panayır dönemlerinde çadırlarda maskaralık yapan bir takım insanları görmüştüm. Bunların övülecek bir tarafı yoktu. Bu yazarın anlattıkları herhalde bunlar değil. Öğle hazırlığımızı zamanında yaptık, nöbeti arkadaşlarımıza yüz akıyla devrettik. İşin tuhafı aşçıbaşı bizden çok memnun kaldığını bizim nöbeti dört gözle bekleyeceğini söyledi. Buna şaşırdık. Biz farklı olarak ne yaptık ki? Halil gene güzel söyledi, ”Ötekilerin neler yapmadıklarını görüp bilmeden aşçıbaşına ne sorabiliriz , ? Adamın herhalde birtakım gözlemleri var, onlara göre değerlendiriyor. ”Bugün Öğretmen masası oldukça doluydu. Fikret Madaralı Halil’i çağırdı, gazeteyi sormuş. Öğleden sonra Marangozluk atölyesine gittik. Dün başlanan işler var, çerçeve geçmeleri. Salih, Harun dörder geçme yapmışlar. JHarun bizim grupta değil diyecek oldum. Harun öteki grubun rekortmeni, Salih bizim grubunmuş. Naci Bey bana nöbet engel olmasaydı sen de yapardın!” dedi. Şaka mı etti? Pek anlamadım. Ancak kendi çizdiği iki köşeyi bana verdi, Haydı başla dedi. Benim iki kesilmişim vardı. Hemen başladım, durmadan ders sonuna dek dört tane tamamladım. Naci Bey, ”Rekor değil ama bu da büyük bir başarıdır!” dedi. Çok sevindim ama benim asıl sıkıntım Va-Nü denilen yazarın esas adının öğrenilmesiydi. Gazeteyi okuyan hemen hemen yok gibiydi, kimseyle konuşamadım. Derslikte müzik, çalıştım. Efemi ezberleyemeyenler var. Ben çoktan ezberledim. Ayrıca gamları, özellikle de inici-çıkıcı gamlar ardı ardına olursa doğru olarak seslendiriyorum. Resim defterlerimize istediğimiz hayvan resmi çizecektik. Ben at denedim olmadı, kedi, köpek gibi hayvanları ise hiç beceremedim. dört, beş sayfa doldurdum, vazgeçtim. Öyle bıraktım. Sami arkadaştan matematik dersini sordum. Sami, ”Senin çizdiklerini verdi, yeni bir ödev vermedi!” dedi. Oturdum. Fisagor dörtlülerini bir daha çalıştım, çizdim. İyice anladığıma inandım, sevindim. Matematik dersi ile bir sorunum kalmadı. Öyle ki, bir dik üçgenin üç kenarına çizilen karelerin alanlarının ilişkisini kendim okuyarak, sonra da çizerek buldum. Büyük kenar karesinin, öteki iki küçük kare toplamlarını, okuyarak çözdüm. Sami biliyor ama, o başkasından öğrenmiş, benim kendi kendime yapışıma şaştı. Önce inanmadı. sonra, ”Bravo!” dedi. Nöbet aksaklığı nedeniyle karmaşık bir gün geçirdim. Biraz sıkılmış olarak uykuya yattım.

 

14 Ocak 1939 Cumartesi

 

Akşam biraz tedirgin yatmama karşın, deliksiz uyuduğumu gördüm. Zil sesine uyandım. Öğleden sonra dışarı çıkalım, diye İsmet, Kadir, Arif başka birkaç arkadaşla konuşmuştuk. İsmet geldi, onu sordu. İsmet derslerde, okul içinde başına buyruk ama dışarıya çıkışlarda benden ayrılmıyor. Hava yağmurlu gibi, belki de kar yağacak , duruma bakarız!” dedim. Kahvaltıya gittik. . Kahvaltı bitiminde alt koridorda tören yapıldı. Sessizce dersliklere dağıldık. Zille birlikte Adem Gürçağlayan derse girdi. ”Günaydın!” dedikten sonra ön sıralara “Nerede kalmıştık? ” diye sordu. Ön sıralardan değişik sesler çıktı. Öğretmen güldü, ”Anlaşıldı, siz de benim gibi unutmuşsunuz, besbelli!” dedi. Abdullah Erçetin. ”İnici gam, çıkıcı gam, Efem Şarkısı!” diye sıralarken. Öğretmen, ”Hatırladım, hadi şu Efem’i artık bitirelim!” deyip elindeki değneğini kaldırdı. B u kez İdris Destan’a dönerek, ”Arkadaşlarına bir hatırlat!” dedi. İdris çok güzel denecek ölçüde söyledi. Hüseyin Serin’e tekrarlattı. Hüseyin oldukça yanlış söyledi. Öğretmen, ”Hayret ediyorum, eksantrik bir topluluksunuz, bir şarkıyı bu denli güzel söyleyenle tam tersi böylesi yabancılaştıranlar nasıl bir arada bulunuyor? ” diye sordu. Elindeki çubuğu bir elinde tutup öteki eline vura vura, sıraların arasında gezerek hepimize okuttu. Hepimiz okuduktan sonra güldü. Bu sınıfı bu şarkı ile ikiye bölmek mümkün, okuyanlar, okuyamayanlar. Kim okudu, kim okuyamadı belli olmadığı için hepimiz telaşlandık. Bir birimize bakıştık. İsmet öksürerek” Öğretmenim, derslerimiz birden bire çoğaldı, fazla zaman arıranıyoruz. Bir hafta sonuna dek unutuyoruz. Ses için sazımız da yok. Ders başlamadan siz bir kez söyleseniz de bir doğruyu anımsasak daha iyi olmaz mı? ” deyiverdi. Öğretmen İsmet’e adını sordu. İsmet daha rahat bir sesle adını, numarasını söyledi;44 İsmet Yanar. Öğretmen İsmet’e, ”Sen, iyiler arasındasın!” diye yanıt verdi. İsmet bu kez, bunu siz söylüyorsunuz ama ben doğrulum hakkında bir kanı edinmiş değilim. Burada doğru nedir? Örneklense daha rahat olacağım. Öğretmen, İsmet’e bir süre baktı, elindeki kitabı açtı, iki kez üst üste şarkıyı okudu. İki kez de bize ezberlettiği notaların sesleriyle okudu. İkisinde de bitişteki ses değişmesini yanlış okudu. Bir duraladı, ”Şarkıyı beğenmedinizse söyleyin değiştirelim, daha güzel şarkılarımız var. Sıra ile hepimize sordu, hiç kimse değiştirelim, demedi. ”Madem seviyorsunuz o halde biz bu şarkıyı öğreneceğiz deyip, pişkince güldü, Hep beraber deyip şarkıya başladı. Çoğumuz durumu anlayamadı. Kimisi, kır atınla geçiver şu dağlar inlesin, derken kimisi si do mi rfe do sile si do si la sol fa mi re fa sol la mi. demeye devam etti. Zil çaldı. Öğretmen bir elindeki çubuğu öteki eline vura vura Öğretmen odasına gitti. Bir an herkes sustu. Bu suskunlukta Öğretmen mi düşünüldü yoksa İsmet mi? diye düşünürken Mehmet Yücel “Yahu arkadaşlar, bu adam müzik Öğretmeni değil, adam öğretemiyor. Karşı durup başımızı derde sokmayalım, sabredelim, yapabildiğimiz kadarını yapalım, susalım!” . İsmet sinirlenerek Mehmet Yücel’e “Yani ben şimdi yanlış mı yaptım? ”diye sordu. Arkadaşlar ikiye bölündü, birileri “Çok doğru yaptın, bizim hakkımızı korudun !” derken, diğerleri de “Neyi korudu, neyi düzeltti? ” diye sorular yöneltti. Gürültü arasında Öğretmen geri geldiği görüldü, birden herkes suçlu gibi sustu. Öğretmen, sanırım gürültü nedenini tam kestiremediği için “Her dersten sonra böyle misiniz, derse gelen Öğretmenleri böyle mi karşılıyorsunuz? ” diye sordu. Abdullah Erçetin’e yöneldi, Müzik defteri tutup tutmadığını sordu. Abdullah müzik dersi için defter tutmuş, verilen şarkılarla birlikte bildiği başka şarkıları da yazmışmış, defteri Öğretmene verdi. Öğretmen çıkarken Resim dersi için Ömer Uzgil kapıdan girdi. Güler yüzle Günaydın!” dedi. Hepimiz değiştik, canlı olarak “Sağol!” dedik. ”Oturun!” deyince oturduk. Ödev vermiş miydim? ” diye sordu. Verdiğini biliyordu, bunu bildiğini biz de çok iyi biliyorduk. Böyleyken soruşunu bir sevgi, bir incelik olarak algılayıp hoşlanıyorduk. Resim defterlerimizi açtık. Ben birkaç sayfa doldurmuştum. Hiç birisi olmamıştı, biliyordum. Fikret Madaralı Öğretmenin bazı arkadaşlara yaptığı gibi, bir gün beni de Ömer Uzgil’in paylayacağı içime doğmuştu. Olsa olsa bu gün olabilirdi. Sıranın sol tarafında oturuyordum. Sıralar arası oldukça genişti. Öğretmen geldi benim defteri açtı, ilk sayfadan bakmaya başladı. ay sen durmadan resim mi çalıştın? Ne iyi. Bak ilk çizgilerinle son çizgilerin ne kadar farklı!” gibi sözler söyledi. Şaka ediyor, sandım. Son atlarımı Halil’e doğru çevirdi, ”Son çizgiler farklı değil mi? ” diye sordu. Halil “Arkadaş çok çalışıyor!” deyince, bana biliyorum yaptıklarınla yetinmek istemiyorsun, ben de başlangıçta öyleydim. İnsanlar hep böyledir, ilk yaptıklarını hiç beğenmezler. İşte bu duygu çok güzel bir duygudur, insanları bu duygu ileriye götürür. Giyinirken de bu duygumuz nedeniyle her gün daha güzel giyinmek için çaba harcarız. Şaşırdım ama söylediklerini tümüyle dinleyip kavradım. Hüsnü ile Emrullah’ın sırasına geçince bir den değişen Öğretmen gene bana dönüp “Bak arkadaşların için aynı sözleri söyleyemiyorum. Çünkü karşılaştırma yapacak örnek vermemişler. Seni, çalışıp çoğalttığın için beğendim. En önde Harun Özçelik, Recep Kocaman, arkalarında Abdullah Erçetin, Salih Baydemir üzerinde uzun uzun durdu, çizdiklerini kaldırıp arkadaşlara gösterdi. Öğretmen tebeşir alıp tahta başına geçti. Önce “Size resim çalışmalarının en zorunu ödev verdim. Bunu özellikle yaptım. Başka bir nesne çizdirseydim, içinizden, bir at çizdirseydi daha rahat yapardık, gibi duygular geçirecektiniz. İşte bu duygulardan arındırmak için hayvan figürleri verdim. Bu arada figür sözünün anlamını açıkladı. ”Figür resimde çok kullanılan bir sözcük, ele alınan bir varlığın değişik görünümleri. Atı, önden, yandan, arkadan, çizen bir ressam, at figürleri çalışmış olur!” Tahtaya geçti, hiç silgi kullanmadan yeleli bir at çizdi. Hemen yanına arka ayakları üstüne kalkmış bir at daha çizdi. Arkasından, yüzü bize dönük bir köpek, yürüyen bir kurt, uyuklayan bir leylek, uçan bir kartal çizdi. Tahta canlı gibi duran hayvanlarla doldu. Öğretmen elindeki tebeşirle ilk çizdiği atı dürterek bana gösterdi. ”Bu atı ben ilk çizdiğimde görseydin, senin çizdiğinden daha hımbıl bir attı. Ona iyi baktım, bak şimdi sağlıklı güzel bir at oldu!” dedi. Baktım, sözünü açtı, baktım burada yemleme değil, gözlerimle baktım, anlamındadır. ”Dikkatli bakmak, inceliklerini görmeye çalışmak, ölçülerini iyi saptayıp, ayrıntılarını yerli yerine koyabilme, bunu sağlamak için çokça deneme yapıp sonuca ulaşmadır!” Haftalık ödev, okulun önden görünüşü çizilecek. Müzik dersinin olumsuz bitişine karşın Resim dersinin rahatlıcı geçişi, hepimizi sevindirdi. Kadir Pekgöz, Hüseyin Orhan nöbetçi, ikisi de geldi, Beden Eğitimi dersinin bahçede yapılacağını söyledi. Ceketlerimizi çıkarıp arka bahçeye indik. Öğretmen Ömer Tunalı bizi bekliyordu. Isınma hareketi dedi, karşı tepeye giden Babaeski yoluna(Araba yolu) çıktı. Öğretmen önümüzde, yavaş gidiyor, biz yaklaşırken fark ettirmeden hızlanıyor. Durmadığı için biz de durmuyoruz. Çoğumuz döküldü. Sefer, Arif, Salih, ben dördümüz Öğretmenden kopmadan duruncaya dek izledik. Öğretmen gülerek geri döndü. Bizim gibi solumuyor, gülüyor. Biz solumaktan konuşamıyoruz. Öğretmen gülüyor, biz kesik kesik gülmeye çalışıyoruz. Saatçı, İbrahim Ertur, Ahmet Güner geldi. Öğretmen “0tuz koşucudan 7 kişi, çok az!” dedi. En geride kalanlar, Mehmet Yücel, Fettah Biricik, Hilmi Altınsoy, Abdullah Erçetin, Mehmet Başaran, Sami Akıncı, Yakup Tanrıkulu. Geri döndük yürüyoruz, gelenler bize katılıyor. Öğretmen başta hepimiz gülüyoruz. En son Sami Akıncı kaldı, Öğretmenle konuştu, galiba bir rahatsızlığı var, dönüşte düzgün adım yürüyüşümüze katılmadı. Üçlü sıra olduk. ”Uygun Adım Marş!” komutlarıyla okula döndük. Öğretmen Sefer Tunca’ya ödev verdi. Pazar günleri hava güzel olduğu sürece, ben, Salih, Arif, Sefer zorunlu koşacağız. Katılmak isteyen olursa katılabilecek. Ancak çalışmayı aksatmağa kalkışanlar olursa Öğretmene bildirilecek. İsmet katılmak istedi. İsmet aslında iyi koşuyor, ayakkabı ayağını vurmuş, vurulan yer su toplamış. Öğretmen gördü, ilaç söyledi. İsmet’le beş kişi olduk. Koşuyu, tepeye dek uzatabileceğiz. Kır havasından mı bedenlerimizin devinmesinden mi dinlenmiş olarak okula döndük. Ömer Bey ayrılırken, ”Çoğunuz Pilanör Kamplarına heves ediyorsunuz, onun gerçekleşmesi için en az benim kadar uzun koşmanız gerekmektedir, bu sizden her gün istenecektir. Koştuğumuz yol buna çok elverişli, bundan yararlanmalısınız!” Bu uyarı benim dışımda herkesi kamçıladı. sözde herkes koşacakmış. İşte ben buna inanamıyorum. Tam koşulmadığı halde yarı yolda dökülenler Pilanör Eğitimine katlanabilir mi? ”Ceketlerimizi giyip törene yetiştik. . Adem Gürçağlayan çubuğu ile işaret verdi. İstiklal Marşı’nı doğru söylüyoruz herhalde, Adem Bey tekrar ettirmiyor. Cumartesi yemekleri, özellikle tatlıları güzel olur. Koşarken iyi de acıktık, ”Ne yemek var? ”sorusu sormadan masalara oturduk. Adını bilmediğimiz bir çorba. Şimdiye dek pek çorba yememiştik. Mehmet Yücel Kadir Pekgöz’e takıldı ”Sende bir uğursuzluk olduğunu hep söyledim, işte!” deyince Kadir “Sen sus arkadaşım, senin çorbanı ben yerim, sen benim yemeğimi ye!” deyince, Mehmet “O da fasulyedir, biliyorum, fasulyeyi ben hiç yemem, en iyisi sen nöbet tutma da doğru dürüst yemek çıksın!” Kadir Mehmet’e bir dolu etli fasulye getirdi. Mehmet şaka ettiğini söyleyerek yemekleri yedi. Tatlı kaymaklı ekmek tatlısı. Ben onu da çok sevdim. Dersliğe gidince, öğleden sonra dışarı çıkma tasarıları gözden geçirildi. Ben bir ara aşağıya gazeteye indim. Devamı var deyip Va-Nü gene yazmış. Çeviri yazısıymış. Ben köy de Köroğlu gazetesini okuyordum. Az yazı çıkıyordu ama daha koy anlaşılan yazılar çıkıyordu. Akşam’daki yazıların çoğunu anlamakta zorluk çekiyorum. Şevket Rado, kolay okumak diye bir yazı yazdı. Fransız yazarı bilmem kim çok kolay yazıyormuş ama okumaya gelince zorluk çekermiş. Bazı insanlar sayfaya bakar bakmaz, geniş bir alanı kaplayan bakışlarıyla satırları çabucacık hıfzediyormuş. (Aklına alıyormuş) Yazarın soy adını sevmedim, Rado, ne demek bu? Radyo der, gibi. İsmet’in beni aradığını söylediler. Buluştuk. Sabahleyin gittiğimiz yolda yürümek istiyorlarmış, ”Gelir misin? dedi. Severek, zaten o yolu sanırım bir gün ben tümden yürüyeceğim. Oradan Babaeski’ye gidilir. Babaeski’ye varmasan son köy, benim büyük halamın köyü, Sofuali (Sofali diye kısa söylüyorlar) Nefise halam, babamın öz ablası orada. Oğulları var. Büyüğü Hasan amcam, kiremit-tuğla işleri yapıyor. İki yıl önce giymiştim. Gene gidebilirim. Yürüyeceğimiz yol belki de kısa yoldur. 4 Mehmet de bizimle gelecekmiş. Toplandık, Sefer Tunca’yı da razı ettik. ”Niçin gittiniz? Diye bir soru ile karşılaşırsak, Sefer Ömer Tunalı’nın verdiği görevi söyleyecek. Okul yakınında koşar gibi yaptık, az ilerde yürümeye döndürdük. Meğer göründüğü gibi yakın değilmiş. Sabahki koştuğumuz yere varmadan yorulduk. Özellikle yokuş çok dik değil ama eğik olarak çok uzadı. Oldukça bitkin olarak doruğa çıktık. Çıktığımız yer oldukça yüksek. Alpullu minicik kalıyor. Buna karşın Alpullu içinde pek ilgi çekmeyen baca buradan heybetli görünüyor. Dumanların bizim tarafa gelişi bize rüzgar yönünü anımsattı, bir süre baktık. Babaeski uzaktan görünüyor ama oldukça uzak, bir tepe daha aşıp ulaşacağız. Nefise halamın köyü yakın tepenin yamacında görünüyor. Mehmet aygün de kendi köyünün yönünü gösterdi. Babaeski deresinin Kırklareli tarafında. Kırklareli deresi, Trakya’da Meriç’le Ergene’den sonra en çok su akıtan dere. Bir adı da Şeytan Dere, Kırklareli’den dağa yukardaki dağlardan geliyor. İsmet’lerin köyden geçerek Kırklareli’ye, oradan da Edirne’ye giden İstanbul yolu Şeytanderesi köprüsü üstünden geçer. Çok yüksektir. Ben anlatınca Sefer sordu, ”O köprüden kaç kez geçtin? Ben en az on kez der demez İsmet, ”Ben yüz kez !” dedi. Herkes güldü. Bu söz onlara çarpık geldi. Açıkladık, İsmet Kızılcık Dere köyünde oturuyor. Benim annem o köyden bizim köye gelin gelmiş. Ben oraya yıllar arsında konul olarak gidiyorum. Arada sırada da oradan Kırklareli’ye geçiyoruz. Kırklareli’ye ben de en az elli kez gitmişimdir ama, bizim yolumuz güneyde Asılbeyli yolundandır. Tepeden Ergene tarafına da baktık. Uzaklarda, Pehlivan Köy tarafları, daha yakında Mandıralar, hemen karşıda Sinanlı, Fikret Madaralı Öğretmenin oturduğu köy görünüyor. Az arkamızda Pancarköy. Yürüyüşe çıktığımıza sevinerek geri döndük. Bir gün de Mandıra’ya gitmeyi kararlaştırdık. Mandırayı bilenimiz yok. Mehmet Aygün, hemşehrisi gazeteciden bilgi alacak. Ağır yürümemize karşın tam zamanında okula döndük. Kapıdan girerken biraz tedirgin olduk. Küçük sınıflardan çocuklar “Siz nereye gittiniz öyle? ” diye çığlık attılar. Az sonra bunun bir rastlantı olduğu anlaşıldı, içimiz rahatladı. Sinemaya giden olmuş. Sinemanın belli saatleri varmış, herkes sinemaya alınmıyormuş. Fabrika çalışanlarının kartı varmış, öğrenci belgesi gösterenler de girebiliyormuş. Arkadaşlar belge için Ömer Uzgil’e söylemişler. Dosyasında fotoğrafı olanlara verecekmiş. Benim olduğunu biliyorum, buna sevindim. Derslikte çok az arkadaş vardı, Hüsnü Yalçın, ”Herkes gezmeye çıktı, sen neden katılmadın? diye sordu. Üzüldüm, Hüsnü’yü biz çağırabilirdik. Kendi kendime kızdım. Hep düşünür gibi duygulanırım, sırası gelince hatırlamam, hatırlayamam! Neden böyle unutkanım? İçimden böyle sönlendim, gittiğimi duyup da gücenir diye, ben de kırlara çıktım!” dedim. Emrullah’ı razı edemediği için o çıkmamış. Yarın onlar ijkisi, Sinanlı’ya gideceklermiş, Fikret Madaralı çağırmış. Buna çok sevindim. ”Sinanlı yolunu öğrenin ilerde bizi de o taraflara götürürsünüz!” dedim. Hüsnü sevindi. Emrullah sinirlendi, Öğretmen buna razı olmaz sonra Bize kızar!” dedi. Sözümü yeniledim, ”Biz Öğretmene değil, köy tarafına kırlara gideriz!” dedim. Hüsne kaşlarını oynatarak, aldırma ona, yanlış anladı, ben senin ne demek istediğini anladım, sizinle ben de gelirim!” dedi. Arkadaşlardan gelenler oldu. Mustafa Saatçı, Hüseyin Serin daha birkaç arkadaş Mandıra’ya gitmişler. Mandıra çok yakınmış. Çok büyük bir köymüş, en önemlisi hamam varmış. Hamam sözü herkesi sevindirdi. Pazar günleri topluca hamama gitmek. Herkes toplanınca, yeni gelişmeler saptandı, hamam işi , sinema kartları, hem sevindirici haberler oldu. Sami Akıncı, hemen Ömer Uzgil’e iletecek. Ona bile gerek kalmadı, Ömer Uzgil, gülümseyerek dersliğe girdi. Birden sessizlik oldu. Müdür yardımcımız, yatılı okulların, yararlı yanları gibi kimi zorlayıcı yanları da vardır, diyerek söze başladı. Yaptığı gözlemlere göre biz yatılı okul havasına girememişiz. Okul yeri değiştirme bizi bazı bakımlardan umursamaz yapmış. Artık okulumuza yerleştiğimize göre kuralları koyup, kurallara uymamız zorunluymuş. Daha açıkçası, bugün bizim bir grubumuzun karşı tepelere çıkışımızı, öteki grupların belli belirsiz saatlerden Alpulu içine gidişimizi izlemiş, bu tür kuralsızlığın sakıncalarını düşünüp, Yatılı Okullar uygulamaları yürürlüğe koymuş. Yarından başlayarak, kendisinden izinsiz okul dışına çıkmak yasak!” Bu kuralı ben koymadım, bağlı olduğumuz bakanlık tüm yurt yatılı okullarını buna göre yönetmektedir, siz de buna uymak zorundasınız. Gene güldü, ”Şimdi de siz buyurun, söyleyecek sözünüz, isteyecek hakkınız varsa konuşalım!” dedi. Sami, özür dileyerek hamam olayını söyledi. Okuldaki duş banyosu, iyi ama biz temizlenemiyoruz, hiç değilse 15 günde bir hamama gidebilsek!” dedi. Ömer bey not etti, haklısınız, bunu halledelim!” dedi. Sinema der demez, ”Onu ele aldım, kartlar hazırlanıyor, ancak bu iki iş de topluca tapılacak türden, gruplar olarak, başlarında bir Öğretmen olarak uygulanacak işler!” Akşam yemeği iştahımız kesilmiş olarak zile uyup yemek salonuna indik. Ömer Uzgil, Hamdi Bağ, Ahmet Gökay yemekteler. Güle, konuşa yemeklerini yiyorlar. Biz biraz durgun, ikimizden bazıları fısıltı bazıları, biraz homurdanarak yemeklerimizi yedik. Hamdi Bağ nöbetçi değil ama birisi yerine kalmış olabilir. ”Bizim dersliğe uğrarsa içimizi dökeriz!” diyenler oldu. Dersliğe döndük. Ben, etrafla ilgimi kesip, tarih, coğrafya, Türkçe derslerimi gözden geçirdim, ödevleri tamamladım. Matematik çalışmaya başladım. Üçgenler, iç açılar, dış açılar, İç açı, dış açı toplamlarının değişmezliği, Üçgenlerde, dörtgenlerde iç açıların değişmezlik olgusunu kavrar gibi oldum. Fisagor teoremlerini bir daha özetledim. Bir kaç kez çizdim. Yeni bir kural buldum, bun un sevinciyle, zil çalar çalmaz gittim, kimseyle ilgilenmeden yattım. Arkadaşlar Ömer Uzgil’in sözlerini uzun uzun tekrarlayıp bir birlerini üzdüler. Uyudum.

 

15 Ocak 1939 Pazar

 

Arkadaşların sesleriyle uyandığımda onların daha yatmadıklarını düşünerek biraz da sinirlenerek gözlerimi açtım. Bir çoğu giyinmiş aşağıya iniyor. Mehmet Başaran, Yakup Tanrıkulu nöbetçi, ”Kahvaltı bitiyor!” deyip çağrı yapıyorlar. Birden toparlanıp giyindim kahvaltıya indim. Arkadaşların yarısı kalkmış durumda. Biraz da utanarak, hızlı hızlı kahvaltı edip kalktım. Göz gözü göremeyecek karanlıkta bir kış havası. Pencereden baktım. üzüldüğümü söyledim. Arkadaşlar “Ne üzülüyorsun, zaten dışarı çıkamayacaktın!” dediler. Ben, ”Yarın ağabeyim, gelecekti, yağış sürerse gelemez, ya da çok zorluklarla gelir. Yarın zürra günü. !” Zürra günü nedir? diye soranlar oldu, Pancar ekicilerin para alma günü, verdikleri pancarların parasını bu günde alırlar. ”Alamazlarsa ne olur? ” İlgili memurun insafına kalır, bugün git yarın gel savsaklaması başlar, para biraz zor alınır. Arkadaşların içinde üzülenler oldu. Bence onların babaları da böylesi durumlara düşüm işkence çekiyorlar ama çocukların haberi olmuyor. Benim bunları bilişim, kahvemiz olduğundan sürekli bu tür yakınmaları duyuyorum. Tekrarlandıkları için de kolay kolay unutmuyorum. Arkadaşlar yüzüme bakıyor. Hilmi sordu, ”Sen babanın kahvesinde ne yapmaya gidiyorsun:, oturuyor musun yoksa çalışıyor musun? ”Her ikisini de! Kalabalık müşteri olunca çalışıyorum, tenha zamanlarda oturuyorum. Yakın tanıdıklarla kağıt oyunu da oynuyorum. Arkadaşlar güldü, ”Kumarcı!” diyenler oldu. dersliğe toplandık. Yapacak derslerimiz var, ben sürekli çalıştığım halde bitiremiyorum. oysa hiç ödev yapmadan sürekli gezip konuşanlar var. Bunlar derslerde sessiz

sakin nasıl oturuyorlar, bir türlü anlayamıyorum! Yarım marım yapanlar neyse ne hiç yapmadan ertesi derse giriyorlar. Kimileri bunu marifet sayıyor, ” Bu dersi atlattım!” diye övünenler bile çıkıyor. Gazete masasına gittim, Sami okuyordu, bekledim. Şevket Rado’yu beğenmiş, öğrencilerle ilgili bir yazı yazmış. Öğrenciler, ders kitaplarından başka kitap, gazete okumuyorlarmış. Oysa okumaları gerekirmiş. Bizim Türkçe Öğretmenin dediklerini duymuş herehalde, dedim. Sami güldü, ”Olur mu, gazete yazarları bunları kendileri düşünür!” dedi. O kalkınca ben oturdum. Baktım Va-Nü gene var. Sami’ye sormamaya karar verdim. Öğretmenle konuşurken sorarım. Va-Nü. Halil geldi. Gazete yerinde duruyor, kimse zarar vermiyor, dedim. Halil benim gibi düşünmüyor. ”Arkadaşların çoğu daha gelip sifta etmediler, gelsinler, karıştırmaya başlasınlar kesinlikle yırtacaklardır!” Dersliğe çıktık, Tarih ödevim vardı, Mezapotamya, çevresi, bugün oralarda buluna devletler. Aslında devlet yok, sömürgeler. Dikkatimi çekti, eski devletler arasında İngiltere yok, yeni haritalarda tüm dünyaya yayılmış İngiltere var. Nasıl çoğalmış bunlar? Halil kolay çözüm buluyor, ”Çoğalmamıştır, adı değişmiştir. !” “Olmaz!” diyorum. Mısır, Irak, Arabistan, Afrika hep İngiltere yazıyor. Az olarak da Fransa var. Eskiden oraları bizimmiş. Demek oraları hep böyle alıyorlar. Sumerler, Elamlar, Akatlar, Babilliler, Asurlar, Kaldeliler, Persler. Bunlar hep silinmiş. Hititler, Frikya, Sart devletleri. Eski Yunanlılar. Çok okumadan bellenemeyecek kadar çok. Devletlerin adlarını, başkentlerini, krallarını yazıyorum, yerlerinin şimdiki adlarını da belirtiyorum, en az on kez okuyorum. İlk altı tanesi Irak da, Persler, İran’da, diğer üçü ise bizim yurdumuzda Anadolu’da yaşamışlardır. Devletlerin adlarını, yerlerini kolay öğreniyorum ama yaşadığı zamanlar karmakarışık, zamanları aklımda kolay tutamıyorum. Örneğin Hunları okuduk. Onlardan çok önce Sümerler yaşamış, Hititler, Mısırlılar yaşamış. Yaşayış sırasına göre okutsalar daha rahat öğrenebilirim. Eski yunanlılara baktım, onlar da çok eskilerde yaşamışlar. Oysa bir Hunlarla birlikte daha sonra yaşayan Romalılara yaklaşmıştık. Halil’e anlatıyorum, bana gülüyor. ”Sen ilerde tarih kitabı yazınca öyle yaparsın!” diyor. Ödevlerimi yazdım, kitabı karıştırdım, gözlerim gene Oktavyus’a takıldı. Ogüst. İnce uzun bir adam, elinde çoban sopası gibi bir ok var. Saçları alnında. Münevver Öğretmen benim neremi bu resme benzetti acaba? Saçlarım gerçi uzundu ama arkaya yatırıyordum, Alnım hep açık oluyordu. Ögüst’ünse saçlar alnında. O günlere gittim, bu benzetme olmasaydı ben, A ile gene konuşabilecek miydim? Gerçi konuşuyorduk ama, öteki arkadaşları gibi, dersler oyunlar, şarkılar üzerinde duruyorduk. Hiç birisi bana ”Senin annen, ablan, baban var mı? diye sormadı. Oysa A bu Ogüst benzetmesinden sonra, sevgilim olup olmadığını bile sordu, evine çağırdı, annesiyle konuşturdu. Unutmuş gibiydim, sil yeni baştan anımsayıp ağlamaklı oldum. Onu nasıl unutacağım? Unutabilecek miyim? Tarih kitabını kapatırken, tüm okuduklarımı unutmuşluk duygusuna kapıldım. Kaktım lavaboya indim, yüzümü yıkadım. Gören arkadaşlardan kimisi “Ağladın mı yoksa? ”diye soranlar oldu. Arif nöbetçi, ”Yardıma geleyim!” dedim, görevi yemekten sonraymış, o zaman gelirsin, dedi. Gene dersliğe çıktım. Derslik boşalmış gibi, herkes bir yerlere sıvışmış. Tenhalıktan yararlanıp yarım kitabımı okudum. Bu Toprağın Kızları. . Çok etkilendim. A için taşıdığım duyguları arttıran sözler geçiyor. İnsanlar, başkalarını da düşünmek zorunda. Bunu yapanlar daha insanca yaşayanlardır. Ben unutursam A hiç bir şey kaybetmeyecek, kaybedecek ben olacağım, en azından ilkokul günlerimin o güzel anıları kararıp gidecek. Kitabı bitirdim. Rıza Tevfik’in beyaz at üzerinde halkın önüne çıkışını, alkışlanışını bir daha okudum. Vahit Dede’yi anımsadım. İki kez geldi bir daha gelmedi. Niçin? Rahatsız mı oldu acaba? Adresini bilsem mektup yazacağım. Aklıma geldi, Hasan Amcama yazıp, ondan soracağım. Onun adresi belli, Hasan Büyükerenler-Millet Hastanesi yöneticisi-Kırklareli. Daha önce İsmet’le zarf kağıt hazırlamıştık. Oturdum amcama mektup yazdım. Biraz uzun oldu. Edirne’ye gidişimi, Alpullu’ya gelişimizi, geliş nedenlerimizi anlattım. Derslerime iyi çalıştığımı da ekledim. Vahit Dede’nin adresini en sonunda sordum. Zarfı kapattım. Hayret bir durum, mektup yazmam beni birden mutlu etti. Oysa mektup kapalı yarım da duruyor, pullanıp atılacak. Sanki yerine ulaştı yanıt verildi gibi sevinçliyim. Oturdum bir de Mustafa Ağabey’e yazdım. Onun mektubuna daha özen gösterdim, derslerimin durumunu olduğu gibi, Öğretmenlerin bana söylediklerini tıpkısı tıpkısına yazdım. İlhan Görkey’in onu soruşunu ekledim. Hızımı alamadım, babama da yazdım. Ali ağabeyim geldi, gene gelecek ama Mustafa Ağabeye yazınca babama da yazmayı gerekli gördüm. Üç mektubum pullanıp atılacak. Nasıl atılacak? Alpullu’ya geleli böyle şeylerle ilgilenmemiştim. Yusuf Asıl bana yardımcı oldu. Onda pul varmış yapıştırdık. Posta kutusu var oraya attık. Postacı gelip alıyormuş. Gelenleri de gene postacı getirip bırakıyormuş. Buna daha çok sevindim. Yusuf’la biraz konuştuk. Yusuf, İsmet’le çok şakalaşıyor. Şakalaşmalar kimi zaman cıvıklığa dönüşüyor. Bu nedenle kızıp ikisini de azarlıyorum. İsmet az sonra gelip konuşuyor ama Yusuf pek yaklaşmıyor. Benden çok küçük olduğu için sanırım biraz da korkuyor. Yusuf Asıl doğum olarak sınıfımızın en küçüğü. (1926 doğumlu)Şakacılığına, oyunculuğuna karşın derslerini de sınıf ortalaması üstünde sürdürdürmektedir. Benim yarı karanlık bir gezi anım vardır. 1936 manevralarında Yusuf’un köyüne kadar gitmişim. ”Atatürk Gelecek!” dendiği için ben de gittim. Köyün adı aynı olayı çağrıştırdığından Yusuf’a da bir yakınlık duydum. İlk günden beri aralıklarla da olsa iyi konuşmaktayız. Bu gün de bu duygularla yakınlaştım, deneyimlerinden yararlandım. Yusuf daha çok hemşehrisi sayılan Çerkezköylü Harun Özçelik’le arkadaşlık etmektedir. Arif Kalkan’a söz vermiştim, yardıma gittim. Emrullah tahminimizin ötesinde bir gayretle çalışmış, bana gerek kalmamış. Arif durumdan memnun. Arada konuşmuşlar, ”Emrullah açıldı!” dedi. Fikret Madaralı evine çağırmıştı, belki öğütler verdi , etkiledi. Yemekten sonra, Türkçe, matematik(Aritmetik) biraz da coğrafya çalıştım. Aritmetik baştan gözümü korkutmuştu. Çarpımları çok çalıştım, tam sayıların dört işlemi kolaylaştı. Tam sayıları bilince ondalık sayıları iyi kavradım. Önce tam sayı, kesirli sayı, sonra kesirli sayıların işlemlerini kavradım. Bazen uzun yollardan gitsem de sonucu doğru buluyorum. Ortaokullardan dönmüş arkadaşların bunları hala yapamamasına şaşıyorum, bunu çalışmamaları için yapamadıklarına inanıyorum. Halil de yapamayanlar arasına girecek gibi. Önceki bölümlerde iyiydi, ondalıklı işlemlerde zorlanmaya başladı. Sami hepsinde başarılı. Çünkü Sami başını çalışmaktan hiç kaldırmıyor. Şimdilerde Ömer Uzgil sık sık çağırdığı için sırasından kalkıyor. Döner dönmez kitapları açıyor

 

16 Ocak 1939 Pazartesi

 

Hava gene yağmurlu, Ali Ağabeyimi boşuna bekliyorum. Kadir Pekgöz, oldukça açıkgöz, beni teselli ediyor. ”Bizim oraları daha yüksek, burası ova, oralarda yağmur yoksa, ağabeyin gelir. Köyden çıkınca onlar geri dönmezler” diyor. Bense gelmesinden çok soğuk yağmura tutulmasından kaygılanıyorum. Tören kahvaltıdan sonra alt salonda yapıldı.

Ömer Uzgil, akşamki sözlerini aynen tekrarladı, konulmuş kurallara uymayanlara ceza uygulanacağını, cezaların okuldan uzaklaşmaya dek uzadığını bir daha anımsattı. Herkes içini çekti. Ömer Uzgil durdu, ”Yaaaa!” diye, başıyla onayladı. Dersliğe hiç konuşmadan döndük. Edirne’de ne kadar serbest bırakıldığımızı andık. Arkadaşlardan bazıları “Bunları Ömer Uzgil çıkarıyor!” demeğe kalkınca birden karşı sözler işitildi. İbrahim Ertur ağabeyinin anlattıklarını tekrarladı, Mehmet Yücel eski okulunun kurallarını söyledi. Herkeste bir durgunluk başladı. Türkçe Öğretmeni gülerek “Günaydın!” dedikten sonra, ”Ömer Uzgil Öğretmenin söyledikleri hoşunuza gitmedi!” , değil mi? diye sordu. Kimse yanıt vermedi. Zaten Öğretmen yanıt beklemiyormuş. Konuşmasını sürdürdü:”Burası Edirne’den farklı, küçük yer, yapacağınız kusurlar hemen abartılır;pireler deve yapılarak sözler çevredeki insanların gözlerinden düşürülürüz. . Edirne, oldum olası bir öğrenci kentidir. Edirne’de öğrenciler, ailelerce kendi çocukları gibi düşünülür, ufak tefek kusurlar hoş görülür. Hem, biz burada geçici kalacağız, olumlu izlenimlerle ayrılmalıyız. Ömer Öğretmenin söyledikleri aslında Edirne’de de uygulanmaya konmak üzereydik. Ayrılma olayı çıkınca bu tür yöntemler geciktirildi. Gerçekte, Yatılı okulların tüm yurtta benzer uygulaması vardır. Sizler küçüksünüz, büyüklerin okuduğu okullarda da bu kısıtlı hükümler uygulanır. Hiç tasalanmayın, sizler bu kurallara da alışacak, onlar yokmuş gibi derslerinizi gene rahat sürdürecek, oyunlarınızı oynayacaksınız. Hiçbir hakkınız elinizden alınmayacak, topluca her türlü haklarınızı kullanacaksınız. Evlerinizde olsanız aklınız estiğince sinemaya gidecek miydiniz? ”deyip İsmet’e bir daha sordu, ”Baban seni sinemaya gönderir mi? İsmet “Hayır!” deyince, başkaları da “Hayır!” diye tekrarladılar. Öğrtetmen, ”Ya, işte öyle!” dedi, elindeki kitaptan bir sayfa açtı, okudu. Bir yazarın öğrencilik anılarıydı, Öğretmen falakaya yatırıp öğrenci dövüyor, yorulunca başkasına dövdürüyordu. Hasan parmak kaldırdı, Ömer Seyfettin’den bir öykü anımsattı. Öğretmen “Aç, oku!” dedi. Hasan öyküyü okudu. Öğretmen, sizi korkutmak için değil gerçeği iyi algılamanız için bu konu üzerinde durdum!” dedikten sonra ödevlerimizi sıraların üstüne açmamızı söyledi. Kimi sıra önünde hiç durmadı kimileri önünde uzunca durup konuştu. Cebinden küçük bir defter çıkararak gösterdi. ”Bunun ne olduğunu biliyor musunuz? ”diye sordu. Arkadaşların çoğu “Biliyoruz, not defteri!” dediler. Bundan sonraki derslerde sık sık sorular sorup değerlendireceğim, gelecek hafta bu derste de yazılı sorular soracağım. Sene sonuna dek sürecek bu değerlendirmeler; sonunda ya sınıfınızı geçeceksiniz, ya da kalacaksınız. İşler o denli ciddileşmeye başladı. Öğrenciliğin böyle bir zorlu tarafı da vardır!” “Aaa, ıhhh!” gibilerde ses çıkaranlar oldu. Öğretmen, ”Benden söylemesi, sanırım öteki arkadaşlar da aynı sözleri tekrar tekrar söyleyeceklerdir!” Öğretmen defterini cebine koyarken zil çaldı. Öğretmen kapıya yöneldi, çıktı. Mustafa Saatçı kapıya doğru yaklaştı, geri döndü, cebinden bir kağıt çıkararak İsmet Yarar’a yüksek sesle “İsmet Yanar, oğlum İsmet, sen zaten yanmışsın , seni bir de ben yakmamayım oğlum, gel sen bu kapıdan geç!” (Sınıfını geçeceği anlamında)Herkeste bir gülme. İdris bağırdı, ” Öğretmenim! ben ne yapayım? ” Mustafa, İdris’e”Sen pencereden atlayacaksın, başka çaren yok!” diye bağırdı. Tam bu sıra Öğretmen geri geldi. Mustafa’ya “Madrabazlık mı var, yoksa Orta Oyunu mu? diye sordu. Mustafa cesaretle, ”Arkadaşları neşelendirmeye çalışıyorum, Öğretmenim!” dedi. Öğretmen, ”Aferin, ara sıra bu da gereklidir, deyip masasına oturdu. Meğer biz, gürültüden zil sesi duymamışız, ders başlamış. Öğretmen getirdiği dergilerden sayfalar hazırladı, açık olarak üst üste koydu. Kenarlarından anladım kadarıyla bunlar Yeni Adam dergileriydi. İlk açtığı dergiyi okudu. İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Türk Tiyatrosu hakkında yazmıştı. Öğretmen, yazı üzerinde durmayacağız, düşünen insanların, bir çok konuda yazabileceğini görmek için okuyoruz!” İkinci yazı, Okullarda yeni denemelerdi. Çalışarak öğrenmenin yararlarını, Yaparak öğrenmenin unutulmazlığını anlatıyordu. Batı ülkelerini gezmiş, hep bu tür okulların açıldığını görmüş. Öğretmen “Bizin okulumuz da bu tür bir okul olacak!” deyip yazıyı geçti. Üçüncü yazı, İstanbul’da bir Halkevi’nin yoğun çalışmalarıydı. Öğrencilerin, halktan insanların bir araya gelip, müzik çalışmalarını, tiyatro çalışmalarını, okuma yazma öğrenmelerini, şiir okumalarını, şarkı söylemelerini çok beğenmiş, bunların yararlarını anlatıyordu. Hepimize sordu, ”Halk Evi gördünüz mü? İki parmak kalktı. Öğretmen güldü, üzerinde durmadan geçti. Dergileri saydı, beni çağırdı dergileri bana verdi. İsteyen olursa ver, okusun, sonra geri al!” Kitapları arasından bir tanesini açtı, yazarını söyledi Falih Rıfkı Atay. İlk yazı, yazarın sıcak bir ülkede insanların sıcaktan etkilendiğini, güneşten korunmak için buldukları çareleri anlatıyordu. Öğretmen, ”Herhalde buna güleceksiniz!” dedikten sonra okudu. Bu yazı, kuzey ülkelerinde insanların buzdan evlerde oturduğunu, karda kışta yaşayabilmeleri için harcadıkları çabaları anlatıyordu. Parçaları bitirince, Öğretmen geriye yaslandı, ”Çok şükür biz güzel memleketimizde bunların ikisinden de uzak yaşıyoruz. Oralardaki insanlar gelip bizim gibi rahat yaşamak istemezler mi? Gelseler bizim rahatımız bozulacak. Onların gelmemesi için çok çalışıp yurdumuzu korumamız gerekmektedir. Bu da çok çalışmakla olacaktır. Sizin çalışmanız şimdilik, derslerinizin başarısıyla ölçülecektir. Bu yaşlarda derslerini başaranlar, büyüyünce verilecek öteki işleri de kuşkusuz başaracaklardır!” Bunları söyledikten sonra kalktı ön sıralardaki arkadaşlara sorular sordu. Salih Baydemir konuşurken harfler arasında bir yanlış sıralama yaptı. Salih’e 29 harfi sordu. Bilemeyince başkalarına da sordu. onlardan kimse doğru sıralayamayınca on dakika ara verdi. Sessizce okumamızı söyledi. Ezber bilmeyenler, sıralamayı da yazıp okuyamadılar. Ben yazı defterine yazmıştım, bir daha baktım, tamam bildiğimi anladım, başımı kaldırdım. Öğretmen sordu, ”Biliyor musun? ” “Evet!” Sami hızla parmak kaldırdı. Öğretmen Sami’ye baktı, başıyla oku işareti verdi, Sami okudu. Arkasından ben okudum. Öğretmen güldü. Neden güldüğünü anlayamadım. Galiba azıcık renklendim. Öğretmen “Kusurun yok, alışkanlıkların var, ama geçecek onlar!” dedi. Geldi, defterimdeki harflerden G, Ğ harflerini gösterdi. ”Eskiden bunlara gaf, gef gibi adlar verilmişti. Bu alışkanlıklar bazı kimselerde ga, ge olarak sürüyor. Sen de nedense böyle söylüyorsun, unutma ga, denmeyecek. İkisine de ge, desen olur!” Anladım, gerçekten hep ga, ge deyip, geçiyordum. Yeni ödev, harfler on kez yazılacak. Türkçe defterinin ilk sayfasında kesinlikle bunlar bulunacak. Öğretmen çıkınca matematik dersine alelacele hazırlandık. Ahmet Gürsel çok neşeli geldi, ”Günaydın!” dedikten sonra “yağmur için yazılmış şiir biliyor musunuz? ” diye sordu. Ben düşündüm, duymuştum ama toparlayamadım. Tık tık cama kim vuru, demek dışarıda yağmur!” gibi sözler geçiyordu. Arkasını anımsayamadım, sustum. Kimseden de çıt çıkmadı. Hayret ettim, Öğretmen benim anımsayamadığım şiiri okudu. ”Yağmur hanım, bak bana, gelme beni görmeğe, oradaki çiçekler, seni dört gözle bekler!” deyip sürdürdü. Kesince, ”Matematik Öğretmenleri de şiir okur, şarkı söyler, keman çalar!” dedi. Hepimizi süzdükten sonra, hepimize “Nasıl, okula, öğrenciliğe biraz olsun alıştınız, değil mi? ” diye sordu. Arkasından gelecek sözleri bildiğimiz için oldukça zayıf seslerle alıştığımızı söyledik. Öğretmen gülerek, ”Ne o, tilkiler gibi koklayarak konuşuyorsunuz. Söyleyeceklerimin kokusu almış gibisiniz. Çok acı şeyler söylemeyeceğim, üzülmeyin. Ama bizim de yapmamız zorunlu görevler var, onları el birliği ile geçiştireceğiz. !” Arkasından ön sırada oturan Yusuf Asıl’a” Sizinle kim konuştu, Fikret Öğretmen mi? ” diye sordu. Hepimiz birden “Evet!” dedik. ”Bak, işte şimdi biliyorsunuz . Aynı gün olmaması için biz de cuma günü bir yoklama yapabiliriz. Ödevlerimizi açtık. Emrullah’a, Ali Güleren’e, Ahmet Güner’e, Mustafa Saatçi’ya baktı, kusurlarını söyledi. Ondalık sayıların, çarpma, bölme, çıkarma, toplama yöntemlerini kısaca tekrarladı, asal sayıları sordu. Halil Basutçu’yu, Mehmet Aygün’ü, Mehmet Başaran’ı tahtaya kaldırdı. Halil Basutçu’nun yazısını beğendi, az sonra “Sözümü geri aldım, arkadaşınız sonuca gidecek gayreti gösteremedi!” deyip arkadaşın yanlışını düzeltti. Yapılacak yoklamada sorular yarı yarıya aritmetik-geometri olacakmış. Zilden sonra geometri kitaplarımızı açtık. Üçgenleri, doğruları, açıları, kareleri dik dörtgenleri tekrarladık. Bir büyük yanılma olmazsa sınavımın iyi geçeceğine inanmaya başladım. Yeni ödev verilmedi, sevindim. Bir yandan da gözlerim yağmurda. Kadir de benim gibi köyünden gelecekleri bekliyor. İki köyün de pancar ekicileri aynı koşullarda ekip, taşıyor, paralarını da aynı günlerde alıyorlar. Kadir’in babası ekici değil, ama o, Kadir de köyden gelecekleri merak ediyor, yeni yeni haberler almak istiyor. Yemekten önce arka bahçeye indim, yağmur dinmiş. Üst bahçenin duvarı dibinden yola dek çıktım. Kimsecikler yok. Üzülerek geri döndüm. Kadir beni uyardı. ”Onlar geldi ise çoktan gelmiş işlerini görmüştür;bu saatlere kalmazlar. Şimdilerde ya fabrikadadırlar ya da paralarını alanlar, henüz almayanları beklemektedir. Yemekten sonra izin alabilirsen, arabaların durduğu bahçeye, yakın kahvelere bak!” Yemekte tedirgin olarak atıştırdım. Yapıcılık Atölyesine gideceğiz, Namık Öğretmenden izin alırım, diye düşünürken adımın çağırıldığını duydum. Ali Ağabeyim okula gelmiş. Koştum, biz konuşurken Ömer Uzgil yanımdan geçti, sordu. Ağabeyim, deyince Gazete masamızın köşesini gösterdi, ”Oturun, konuşun, yemekten sonra yemek salonu boşalınca da oraya geçersiniz!” Ağabeyime bakarak, ”Ne yapalım, okulumuz dar, oturacak yer bulma sıkıntısı çekiyoruz!” dedi. Ali Ağabeyim beş kişilik bir grupla gelmiş, işleri yeni bitmiş, hemen dönmek istiyorlarmış. Beni iyi gördüğünü, pek yakınlarda ablamları da alıp geleceğini, herkesin selamın getirdiğini söyledi. Eğitmen Mustafa Güvener mektup bekliyormuş, adaşım, çocukluk arkadaşım İbrahim Durmuş bir ay sonra evlenecekmiş, gelin Kızılcık Dere’den alınıyormuş, İzinli gelirsem adaşım beni sağdıç olarak düşünüyormuş. Babam çok iyi imiş, benim okuyacağıma inancı tammış. Ağabeyim, para durumumu sordu, ”Param var!” dedim. Gene de 10 lira verdi. Almak istemedim, ”Almazsan babam bana inanmaz, ”Unuttun!” diye çıkışır!” dedi. Acele ayrıldı. Alt kapıdan uğurladım. Geri dönüp gazeteye bakmaya başladım, arkadaşlar, ”Gelip gelip gazete okuyorsun, ne buluyorsun bu gazetede? ” diye takıldılar. Onları yanıtsız bıraktım. Bu kez de bir üzüntüm olduğunu öne sürdüler. Kadir Ağabeyimin geldiğini söyleyince, ”Yavuklusu ayrılmış, ona üzülüyor!” demeye başladılar. Atölyede çalıştığımız sürece bu takılmalar sürdü. Arkadaşlar takıldıkça ben içimden kendi kendime sordum”Neden üzülüyorum? ”Gerçekten üzgünüm, ama neden? Atölyede kireçli harç yaptık. Harç karıştırırken ben ayakta duruyordum, Bekir’le Hüseyin Orhan karıştırıyordu. Hasan Çevik Öğretmen Bekir’den küreği aldı bana verdi” Ağabey, ağabeyliğini göster!” dedi. Arkadaşlar güldüler, tekrarladılar, ”Ağabey, ağabeyliğini göster!” Böyle daha iyi oldu, çalışınca eski iyimser durumuma döndüm. Çalışırken kendimi sorguladım, ağabeyime zaten C’ i soramayacaktım. Ablamlar gelince, onlar kendiliğinden konuyu açıp anlatırlar. Bu gerçekten iyi bir teselli oldu. Yazılı sınavları düşündüm. Yarın tarih dersi var, belki yazılı yapacak! Harçlığımın artışına da sevindim. Pek harcamıyorum ama param olmasını çok seviyorum. Parasız kalmayı düşünemiyorum bile. Belki de yeni kitap alacağım. Dersliğe daha iyi döndüm. Kadir’in köyünden gelen olmamış. Kadir zaten aileden kimseyi beklemiyordu, üzgün değil. Sırama oturur oturmaz tarih kitabını açtım. Tarih, tarihi çağlar, Taş Devri, Maden devri. Tarihsel çağlar, İlk Çağ, Orta Çağ, Yeni –Yakın Çağlar. Süreçleri, özellikleri.

Türkler, Çin, Hunlar, İskitler, Mezopotomya, Sumer, Kalde, Elam, Asur-Mısır. Anadolu’ya dek. Okuyup önemli yerleri not ediyorum. Tarih dersinden başarılı olacağıma inanıyorum. Ancak ben tarih dersinin böyle çok eski olayları anlattığını düşünmüyordum. Babamın anlattıkları da tarih ama onun yaşadığı zamanlar, dedemin yaşadığı günler. Babam çocukluğundan başlayarak yaşadını ya da dinlediği olayları anlatırdı, sonra da “Bak bunlar Tarih derdi. Babam Plevne savaşını çocuk olarak anımsardı. Uzun süre top seslerini duymuşlar. Çok top atılıyormuş ama aralıklarla atılan bir top sesi hepsinden çok gürlüyormuş. Bu sesin çıkaran Osman Paşa’nın topu derlermiş. Osman Paşa’nın topunu uzun uzun bekleyen halk sesi duyunca sevinç çığlıkları atıyormuş. Bir gün Koca top susmuş. Bu susuş savaşın kaybedildiğinin işareti sayılmış. Gerçekten de öyle olmuş. Babam bunları anlatırken sık sık Plevne Marşı’nı söylerdi. Marşın bir yerinde ise sonradan benim doğrusunu öğrenip söylememe karşın, o bildiğini okur, ”Senin anlattıkların doğru değil!” der. Plevne Savaşı’nı çıkışının sorumlusu olarak Mithat Paşa’yı gösterir. ”Mithat Paşa Sultan Aziz’i tahttan indirmeseydi, Rusya bize savaş açamazdı!” deyip Abdülaziz için yakılmış bir türküyü söyler. ”Uyan Aziz Sultan uyan, kan ağlıyor bütün cihan. !” sözlerinin tekrar edildiği bir matem şarkısıdır bu. Plevne Marşı’nın bir yerinde de “Kör olası Murtat paşa, döktün bizi dağa taşa, diye tekrarlanır. Murtat adı Mithat Paşa için yakıştırılmışmış. Bunları 5. sınıf Öğretmenim Ahmet Korkut’a anlatmıştım. Ahmet Korkut Öğretmen bize geldiğinde uzun uzun”Gerçek Tarih böyledir!” deyip Mithat Paşa’yı savunmuş olmasına karşın babam, sonraları da Plevne Marşı ile Abdül Aziz ağıtını bildiği gibi söylemeye devam etti. Babam, Balkan Savaşı’nın bütün acılarını yaşamış. Balkan Savaşı’nda öz ağabeyi ile ailesini (çocukları, eşi) gemi kazasında, sonraları Çanakkale Savunmaları’nda bir kardeşiyle eniştesini kaybetmiş. Balkan Savaşı, arkasından gelenYunan işgalinde iki kez elinde ne varsa kaybetmiş tarlaları dışında hiçbir akarı kalmamış. Çektiği sıkıntıları, halkın gördüğü düşman eziyetlerini “Gerçek Tarih!” deyip tekrar anlatır. Bu anlatıları bildiğim için, şimdi okuduklarımı ben, tarihten çok masalmış gibi algılıyorum. Ne var ki Öğretmen, “Kitap esastır, onun yazdıkları bizim dersimizin konularıdır. Bunları öğreneceksiniz, gelecek yıllarda da bunların devamı eklenecek, Öğretmen olduktan sonra ise bu bilgileri tarih olarak siz öğrencilerinize nakledeceksiniz!” diyor. Kendi kendime, içimden konuşarak güven veriyorum. Tarih dersinde geçen anlatıları, iyi anımsayıp yerli yerine koyacağıma inanıyorum. Belki tarihlerinde yanılma olacaktır, örneğin 650 yerine 560 ya da 660 yazabilirim. Umarım onları da yavaş yavaş yerlerine koyacağım. ”Tamam!” deyip tarih kitabını kaldırdım. Coğrafya Öğretmeni nasıl soru soracak? Aslında Öğretmenlerin nasıl soru soracakları hakkında bir fikrim yok. Mehmet Yücel arkadaşa sordum. O da bana gülerek sordu, ”Sen, şaka mı ediyorsun? ”Şaka etmiyorum, sahiden soruyorum!” dedim. Kalktı, yanıma geldi, oturdu. Tarih kitabını açtı, derslerin sonundaki soruları okudu. ”İşte sorular, bunlara benzer sorulur. Tıpkısı olmasa bile çok yakınları olur. Tarih, coğrafya, tabiat bilgisi soruları kitaplardakilere çok benzer, matematik , Türkçe soruları farklı olabilir. Tamam mı dayı!” diye sordu, kalktı. ”Teşekkür ederim!” Doğrusu ben kitaplardaki soruları hiç okumamıştım. Üstelik onların okunan derslerle ilgili olup olamayacağını bile düşünmemiştim. Değişik harflerle yazıldığı için gereksiz ekler olarak bakıyordum. Tekrar tarih kitabını açtım, okudum. Çok iyi oldu, konular, kafamda daha toplu bir şekle girdiler. Coğrafya kitabına da sorularla girdim. Üzerinde hiç durmadığım sorularla karşılaştım. Bol bol harita ölçekleri soruluyor. Ölçekler değiştirilerek çizimler isteniyor. Plan, kroki, harita soruluyor. Fiziki, siyasi haritalar soruluyor. Dağların, denizlerin genelde renkleri isteniyor. Mehmet Yücel arkadaşa çok teşekkür ettim. Bugünkü en güzel başarım bu oldu. Yarından başlayarak kitapların en ince noktalarına dek yazıları dikkatle okumaya karar verdim. Kendi kendimi suçladım. Akşam yemeği gene gecikmeli yenecek. Nedenini sordular, kimse bilmiyormuş. Mehmet Yücel gülerek takılıyor, ”Siz bilmeyenlere soruyorsunuz, bilenlere sorsanız öğrenirsiniz!” Zil çaldı. . Ömer Uzgil, odasının önünde. Onu görünce herkes daha düzgün yürümeye başlıyor. ”Arkadaşlar bir birine “Adam sonradan geldi ama asker gibi disiplin kurdu!” diyorlar. Yemekleri daha sessiz yemeğe başladık. Bu aslında Ömer Uzgil nedeniyle değil bence, zaman geçtikçe okula alışıyoruz, öğrenciliğimizi daha iyi anlamaya başlıyoruz da ondan. Ömer Uzgil işinin başında duran, görevini yapan bir insan, herkesten de öyle çalışmalarını bekliyor. Ayrıca okul müdürü yetkilerini taşıyor. Müdür bey konuşurken, Ömer Öğretmen benim yardımcım, okulda olmadığım zamanlarda benim yetkilerimi kullanacak, demişti. İsmet, Ömer Uzgil Öğretmeni görünce anımsadı, ”Dayı Almanca çalıştın mı? dedi. ”Nesini çalışayım? , okunacak bir şey yok ki!” deyince İsmet sen aç kitaba bir bak!” dedi. Yemekten sonra Almanca kitabını açtım. On tane harf gibi şeyler verilmiş ama, o verilenler yerine konulacakmış. ei, eu, ie, ch, sch, st, au…parçada bulunup nasıl kullanıldığına bakılacakmış. Al sana bir dikkatsizlik daha. Ödevi ben öyle anlamamıştım. Yat ziline dek Almanca çalıştım, İsmet’in dediğini yaptım ama oldukça da zorlandım. Zorluğu da bir yana çok zaman alıyor. Hele kitabı kapatınca aklımda hiçbir şey kalmaması iyice canımı sıktı. Kendi kendime soruyorum, ”Ben bu akşam Almanca ne öğrendim? ”Yusuf Asıl, İdris Destan, İsmet beraber çalışmışlar, İch, du, der, das, die deyip duruyorlar. İch-ben, du-sen. Der, die, das ne ki? Yatınca gene tarih-coğrafya derslerine dönüp, konuları anımsamaya çalıştım. Frikya neredeydi? İskitler nerede yaşamıştı? Rüyamda geçen gün gittiğimiz Babaeski yönündeki tepeye çıkmışım, tepenin üstünde yalnızım. Az ileriye gittim. bir de baktım ki İskitler oradaymış. Uzaktaki arkadaşları çağırıyorum. Avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Kimse dönüp bakmıyor. Bunun nedenini buluyorum. İskit sözü uzaklara bağırmaya elverişli değil, en iyisi gidip yakından söyleyeyim, diyorum. Arkadaşlara yönelip giderken geriye bakıyorum, İskitler yok olmuş, şaşırıyorum. Üzülüyorum. O üzgünlük içinde uyanıyorum. Uyanınca da üzgünlüğümün sürdüğünü görünce uykum açılıyor. Hiç başım gelmeyen bir durum, gözlerimi açıyorum, bir süre öyle bakıyorum. Rüya gördüğümün ayırdındayım ama gördüğüm parçaları bir araya toparlayamadım. Tekrar uyudum.

 

17 Ocak 1939 Salı

 

Zil sesiyle uyandığımda sevindim. Rüyayı da gecedekinden daha net anımsadım. Yalnız İskit diye gördüğümü sandığım çadırlar, Karakaçan dediğimiz gezginci çoban çadırları gibi bir şeylerdi. Onlara neden İskitler dediğimi bir türlü kestiremedim. Arkadaşlara şaka mı edecektim? Düşündüm, rüyamı arkadaşlara anlatmamaya karar verdim. Nöbet yine 4-6 numaralardan başlamış. ikisi de pek konuşmayan arkadaşlarımızdan. Yemek salonunda biri bir köşede diğeri karşı köşede duruyor. Öteki arkadaşlar bir iş bulur onunla ilgilenirler, ortada pek öyle dikelip durmazlar. Bu arkadaşlar, gerçek asker nöbetçiler gibi dimdik duruyorlar. İlgimi çekti. Halil’e gösterdim. O çok doğal karşıladı, “Ne yapsınlar? İşleri yoksa, iş icat edecek değiller ya!” dedi. Hilmi Altınsoy ise, bunlar mı iş icat edecek? İş yapmamak için öyle, kazık gibi duruyorlar. İş yapacak olsalar, boşalan masaları hemen toplarlar!” deyip gerçekten boşalmış masaları gösterdi. Halil bu kez Hilmi’ye “Bak bak, bu da onlardan olduğu için yapılması gerekli olan işleri hemen gördü. Çünkü o da nöbetinde gösterdiklerini yapmamıştı. Tartışma başladı, ancak başladığı gibi bitti, hem de barış içinde bitti. Dostça karar verdiler. Nöbet sıralarını değiştirip ikisi birlikte nöbet tutacaklar. “Nöbet sırası aralarında ben varım, sıramı rahatça verebilirim. 63-66-70. Ben, 61 Hasan ya da 72 Orhan’la severek nöbet tutarım!” dedim. Anlaştık. Karşılıklı olarak birbirlerine söz verdiler;”On gün sonra caymak yok;cayan ötekinin yerine nöbet tutacak. İmzalı karar yazmaya önerdik. Ben yazıp imzalatacağım. Arkadaşlar arasında yeni bir oyun, karşılıklı verilmiş sözler imzalanacak, kararda yazıldığı gibi uygulanacak. Hilmi uyardı. ”Tartışma arkadaşların eleştirilmesiyle başladı. Sakın bunu duyurmayalım, bize gücenirler!” Halil gene dayanamadı, ”Başımıza doğrucu başı kesildin, söylesen söylesen gider sen söylersin, biz onlarla pek konuşmuyoruz bile!” Güldük. Hilmi alınmadı, “Sen bana çatmaya devam et, sonunda benim ağırbaşlı bir arkadaş olduğumu göreceksin !” ”Ağırbaşlı Arkadaş” takılmaları arasında dersliğe gittik. Derslik olağan dışı sessizlik içinde, herkes kitabını açmış tarih çalışıyor. Hilmi yüksek sesle “Ha şöyle, öğrenci gibi çalışmayı öğrenelim!” diyecek oldu, sessizlik birden bozuldu, herkes birden “Sen de, sen de!” diye bağırdılar. Bir iki gülüşmeden sonra gene sessizlik başladı. Az sonra Sami Akıncı, beklenmedik bir sırada, ”Arkadaşlar, sessizlik içinde çalışma çok zevkli oluyor, okuduğumu daha rahat anlıyorum, teşekkür ederim!” Mehmet Yücel fırsattan yararlandı, Sami’nin yaptığı iş mi yani tam birkaç satır okuyup öğrenecektim, konuştu okuduklarımı unuttum!” Hep bir ağızdan “Bir daha oku, bir daha oku!” sesleri çıktı. Gene sessizlik başladı. Biz Halil arkadaşla konuşmadan bakıp onları izliyoruz. , Tarih - coğrafya derslerimizin son konularını rahatça tekrarladık. Görünüşte herkesin dileği, ”Bundan böyle derslikte gürültü yapılmaması: “Yapmayalım, yaptırmayalım!” Ama nasıl? Gürültü yapanlar, gürültü önlemek için çare aramaya kalktılar. Halil, ”Hepiniz sussanız sorun kalmayacak!” Bahane bulundu, gene gülüşmeler başladı. . Hilmi geldi yanıma oturdu, bana “Sen hepimizden büyüksün aynı zamanda hepimizden kurnazsın!” dedi. ”Neden? ” Çünkü, konuşmaları da, şakaları da zamanında kesip çalışabiliyorsun. Aramızda bir Sami, bir de sen, düzenli çalışıyorsunuz. Hepimizin sizi örnek almamız gerektiğine inanıyorum! Teşekkür ettim, izin isteyip, kitabımı açtım. Hilmi’nin dediği doğru mu? Gerçekten ben de Sami gibi çalışıyor muyum? Öğretmenler de böyle düşünüyorlar mı?

Dersliğe indim, kitaplarımı hazırdım, kahvaltıya gittim. Gözlerim Fikret Madaralı Öğretmeni aradı. Ben bakarken o da geldi, masadakilere selam verdi, mutfağa girdi, geri döndü. Az sonra aşçı elinde bir tabakla Fikret Öğretmene bir şeyler getirdi. Arkadaşlar da izlemiş olacak, bir birlerini dürterek, özel yemekler getirttiğini fısıldaştılar. ”Parası var, neden alıp yaptırmasın? ” diyenler oldu. Bense dersi, düşünüyorum, acaba bugün yazılı yapar mı? Bir birimizi heyecanlandırdık, kesinlikle yazılı bekliyoruz. Halil Basutçu, ”Haber vermeden bizi avlamaz!” diyor. Az sonra Fikret Madaralı geldi, her zamanki gibi güler yüzle “Günaydın!” dedi. Titrek seslerle karşılık verdik. Elindeki çantayı açtı, katlanmış bir haritayı tahtaya astı. Bu bir Anadolu haritasıydı. “Size, yurdumuzda bizden önce yaşayanları göstermek istedim!” dedi. Rahatlayarak baktık. Ancak arkasından Unutmadan söyleyeyim, haftaya bu derste bir yazılı yoklama yapmak istiyorum. Açılmış kalemleriniz, temiz kağıtlarınız olsun. Önümüzdeki derslerde öteki arkadaşlar da sızı yoklayacaklar, her biri ayrı ayrı söylemeyebilirler, temiz, beyaz kağıtlarını, açılmış kalemleriniz hep hazır olsun!” Hititler, Frikyalılar, Sartlılar, güneyde Asuriler karşımızda, Öğretmen her derstekinden daha canlı anlattı. Ya da bana öyle geldi. Hititlerin savaşçılığını, Mısır’a dek genişlediklerini, Sartlıların ilk kez para bastıklarını, Frikyalıların özellikle tarım alanında çalışkanlıklarını öğrendik. Bu üç devletin yapı kalıntıları gibi, insanların yaşamlarından da izlerin Anadolu’da görüldüğünü, kendisinin de buna tanık olduğunu söyledikten sonra beni göstererek güldü, “Arkadaşınızın köyünde bile onların dokuma tezgahlarının kullanıldığına tanık olmaktayız!” dedi. Hititlerden kalan süs eşyalarının Ankara’da müzelerde saklandığını, Sartlılardan kalan mermer yapıların Ege yörelerinde bulunduğunu söyledi. Ders bittiği zaman ilk kez Tarih dersinin benim istediğim gibi olduğunu düşündüm. Öteki derlerde, ”Gitmişler, gelmişler, yaşamışlar, göç etmişler demekten öte bir söz kalmıyordu. Bu kez belli yerlerde izler gösterildi. Ankara’da müzeye gitsem orada Hitit kalıntılarını göreceğim, Benim giydiğim şayak kumaşları Frikyalılar da giymiş. Bunu öğrendim. Coğrafya dersimiz de iyi geçti. Öğretmen haftaya yoklama yapacağını söyledi, hiçbir açıklama yapmadı. Yoklamalar öğrencilerin çalışmalarını saptama bakımından yararlıdır, Öğretmenler için birer ölçüdür. Gibisinden konuştu. Önem vermiyormuş izlenimi bıraktı. Ancak arkasından Sami, ” Öğretmenin öyle söylemesine kanmayın, notunun kıt olduğunu kardeşi Hüseyin Soysal defalarca söyledi!” deyip gerekli uyarmayı yaptı. Sınav olmaktan korkarak atlattığımız bu gün, sonuçta fena geçmiş sayılmaz. Ben biraz daha cesaretlendim. Öğle yemeğinde neşem yerindeydi, payıma düşenleri zevkle yedim. Hasan Çevik Öğretmenle çalışacağız. Hasan Çevik Öğretmen bana yardımcı oluyor, sanıyorum beni biraz koruyup kayırıyor. Gene de en ağır işleri yaptığıma inanıyorum. Ancak yaptığım işlerden yılmıyorum. ”Yapabildiğime göre bana bir zararı yok!” deyip rahatlık duyuyorum. Köyde de kalsaydım aynı zorlukları çekecektim. Hem de köydekilerin bir sonu olmayacaktı. Buradan Öğretmen olarak çıkacağımı hiç unutmuyorum. Öğretmen olunca ben de, Mustafa Ağabey gibi köydekilerin yapamadığı bir çok işi yapacağım. Atölyeye inince Namık Bey iş bölümü yaptı, Birer numara atlayarak ikiye bölündük. . 51, 60, 63, 70, 73, 75, 77, 79 1. grup. 53, 61, 66, 72, 74, 76, 78 2. grup. Bizim grup bir kişi az olduğu için küçük grup adı takıldı. Hasan Bey, ”Bizim yerimiz zaten dar!” diyerek küçük grubu çağırdı. Arkasından gittik Atölyelerin tam karşı köşesindeki karanlık bir boşluk görülüyor, orada durduk. İki duvar, biri yan biri dik olarak bir başka duvarla kesişiyor. Kesen duvarların kapıları ile köşeler arasında bir çok kenar dörtgen oluşuyor. Son geometri dersinde Öğretmen Pfisagor anlatırken üzerinde durmuştuk. Öğretmen yeri, köşeleri göstererek bu münasebetsiz şekli düzeltip işe yaratacağız!” dedi. Ben hiç bir şey düşünmeden “Yamuk mu yapacağız Öğretmenim? ” diye sordum. Öğretmen, bu kez ”Nasıl yani? diye bana sordu. Gösterdim, Karşı kısa kenara paralel mi kapatacağız? ” dedim. Öğretmen, ”Çaresiz , paralel çekmezsek kapı yanlarında kalacak boşluklar çarpık görünür!” dedi. Benim söylediklerimi arkadaşlar acayip acayip dinlediler. Öğretmen bana gülerek, 66 sen kültür derslerinde de arayı açıyorsun galiba!” dedi. Ötekiler sustular, Arif Kalkan, ”Arkadaşımız çok çalışıyor!” dedi. Hasan Çevik Öğretmen “Hepiniz çalışıyorsunuz, o biraz da ağabey olduğu için farklı!” deyip karşı köşeden sağ kapıya ölçü aldı. Daha sonra köşe kenarın öteki köşesinden arkamızdaki kapıya doğru aynı uzunluğu ölçüp işaret koydu, ”İşte senin yamuğu çizdik!” dedi. İşaretli noktala yerler gergin ip çekilerek tebeşirle çizildi. Sonra da işte size arkası dar, önü geniş bir oda . Bunu yapınca işimizi gören bir yer kazanmış olacağız. Alt beton, ”Hemen. Temel kazılacak mı?” diye sorduk. “Temel kazılmayacak, ahşap bağlantılarla bağlanıp pekiştirilecek. Tam bir dülgerlik işi, marangozlarla birlikte yapacağız, iş bölümü açısından da güzel bir deneme olacak!” Çizgiyi tuğla boyu çiftleyerek tuğla ölçüleriyle olası tuğla gereksinimini hesapladık. Buna bir haylı uğraştık. Çok kolay gibi geldi ama sayılar arttıkça yanlışlarımız o ölçüde uzadım. Sonunda Hasan Öğretmen, ”Onu sonra da kesinleştiririz, harç için hazırlık yağalım!” dedi. Kirecimiz, kumumuz varmış, karacak yer konusunda biz karar veremedik. Öğretmen kapatacağımız yerin iç kısmını önerdi . ”Duvar yükselince karanlık olacağını söyleyenler oldu. Öğretmen, ”Bunları düşünerek beni mutlu ediyorsunuz, ancak Nazmi Öğretmen bize hemen ışık getirir, yandaki odadan yararlanırız!” Hemen çimento, kireç, kum, su taşıyıp harca başladık. Namık Öğretmen geldi. Biz çalışırken, Hasan Çevik Öğretmen bizim konuşmalarımızı birer birer nakletti. Bir bölümüne güldüler, bir bölümü için “Yaa! , tabi tabi, o kadar olacak!” türünden sözler söylediler. Sonra yapılacak yerin ne olarak kullanılacağı üstüne konuştular. ”Ayrılırken yıkarız, isterlerse bırakırız dedikten sonra Baş Öğretmen Ferit Beyden sormaya karar verdiler. ”Eğer, kalsın denirse ona göre bağlantı pekiştirmesi yapılacak, ona göre sıvanacakmış. Harç yapanlarla tuğla diziciler nöbetleşe çalışacaklar. Hasan Öğretmen bana takıldı, ”Yapacağımız odanın adı nı YAMUK ODA koyalım mı? Namık Ergin Öğretmen karşı koydu, ”Yamuk ağaç, yamuk boru, olur, yamuk yumuk gibi sözler olur ama oda olmaz!” dedi. Ben kendimi savundum, ”Yamuk oda değil tabanın geometrideki şekil adı!” dedim. Namık Öğretmen, ”Sen haklısın, oda gerçekten bir yamuk şekil, ama gene de oda odadır. Üstelik, önden bakınca hiç de yamuk görünmeyecek!” deyip güldü. Sonra da, siz şimdi başladığınız gibi hayırlısıyla tamamlayıp işe yarar duruma getirin de kullananlar ne ad verirse versinler. Hasan Öğretmen bu kez Namık Öğretmene “Biz eserimize adını verdik, ”Yamuk Oda! , kullananlar, güzel kullansınlar, doğru kullansınlar, bizi hayırla ansınlar!” Namık Öğretmen kahkahalarla güldü, ”Yok, bir de “hayrat” yazısı yazın!” dedi. Sonra da bana, ”Ne demek hayrat yazısı? ” diye sordu. Yanıtlayamadım. Hayır, hayrat gibi sözler duymuştum ama, Hayrat yazısı olunca toparlayamadım. Arkadaşlar mezar taşlarından söz edince, kuyuları, çeşmeler aklıma geldi. Hasan Öğretmen Hayrat sözünü değişik örnekler anlayacağımız şekilde anlattı. Tuğla dizmeye başlayınca bu kez kapı yeri sorun oldu. Hasan Çevik Öğretmen bu gün sözü bize bıraktı, ”Siz karar verin, duvar çıkınca gelip yaptığınızı eleştirin, bundan bir ders çıkarın!  “ diyor. Kapı yeri olarak tam ortayı seçtik. Gerekçemiz, iki tarafta da öteki yerlerin kapıları var. Yakın olmak, giriş çıkışları zorlaştırır. Hasan Bey, ”Siz karar verdinizse öyle olsun!” Kapıyı ortadan bırakınca örme kolaylığı doğdu, karşılıklı ikişer (sekiz) arkadaş örüyor, ötekiler harç taşıyor. Zil çaldığında 80 cm yükseltmiş bulunuyorduk. Dersliğe gittiğimizde konuşmaların yarınki tarım dersi üstüne yığıldığını gördük. Yeni bir haber mi var acaba diye sorum, yok, bahçeye gider miyiz? Bizim grup, güzel işler yaptığımızdan söz etti. Mehmet Başaran, tuğla sıralamanın sanıldığı kadar zor olmadığını anlattı, Hasan Üner, ilk kez harç karıştırıp, harçlı tuğla sıraladığını anlattı. Hüseyin Orhan, benim yamuk dörtgenimden söz edince Sami Akıncı, ”Karşılıklı iki kenarı paralel olan dörtgenlere yamuk denir!” tanımını yaptı. Gene de konuşmaların yönü değişmedi. Tarım Bahçes’ine gitmesek iyi olacak! Yemeğe gittiğimizde yeni bir haber yayıldı. Tatlı var, ”Bundan sonra akşamları da tatlı verilecekmiş. Fabrika müdürü okula şeker ayırmış, bol bol tatlı verilecekmiş. Tatlı şimdiye dek yemediğim, kara bir tatlı, kahve rengi gibi. Tatlıları sevdiğim için yedim ama sanki, tatlı değil, başka bir şey gibi geldi bana. Adını sordum, Krema dediler. Bir kaç kez tekrarladım krema. Krem duymuştum ama krema. Bu gün ikinci cehaletim;Hayret, krema. Hayret, Krem…

Derslikte, Halil’le Almanca çalıştık. Şaşırdım, Halil dersleri şöyle bir bakar, geçer diye biliyordum. Ödevleri de yapar, tekrarlamazdı. Oysa Almanca’yı çalışmış. Bana soruyor:Klasse? Schule? Baum? Buch? Blume? Ben ona soruyorum yirmiden çok sözü biliyor. ”Nasıl çalıştın? Sözcükleri yazmış, karşılıklarıyla birlikte okuyarak ezberlemiş. Benzer sözleri yazdım, birkaç tane daha ekleyip aynı sözcükleri tekrtar tekrar okudum. Yabancı sözleri ezberlemem bana zor geldi. Küçük parçaları okumaya çalıştım. Bu kez okunuşları Türkçe yazıp ezberlemeyi denedim. Bu daha kolay geldi. Anladım ki, yabancı yazılışları okurken tutukluk yapışım ezberlememi engellemekte. Çift söz yazmayı denedim. Schuler-şuler-öğrenci. Halil güldü”Sen hep işin zoruna kaçıyorsun ama sonuçta öğrendiğine göre, senin için o yol yararlı oluyor , bildiğinden şaşma!” Kendimi toparladım, tekrar tekrar okudum. Yatınca on kadar sözün aklımda kaldığını anladım, rahatladım. Halil’le çalılşmasa idim, damdazlak derse girecektim. Kuruntulu bir şekilde yattım, öylece kaltıpğımı duyumsadım.

 

18 Ocak 1939 Çarşamba

 

Kahvaltıda, Halil’e dün beni uyardığı için teşekkür ettim. O, ”Ne var bunda? Başkaları bütün derslere öyle çalışmadan giriyor, görmüyor musun? Sen, bir Almanca’ya girmişsin, bunu kim yadırgar?” Ben, “Utanırım, Ömer Uzgil’in yüzüne bakamam!” diyorum. Kahvaltıdan sonra derslikte herkes yeni hevesle Almanca çalışıyor. Bir birine sataşmalar başlamış. Mustafa Saatçı, aramış, eşek, köpek, kedi gibi hayvan adlarını bulmuş, İsmet’e Heer Esel, İdri’e Pferd, Abdullah Erçetin’e die Frau deyip duruyor. Bunu duyan Mehmet Yücel, M ustafa’ya, Mosche, Minarette diye bağırırken Ömer Uzgil kapıdan girdi. Durumdan hoşnut olmadığı belliydi. ”Günaydın!” dedi gülümsedi, arkasından Guten Tag! dedi. Sami Akıncı’dan başka yanıtlayan olmadı. Öğretmen gülümseyerek biraz daha yüksek sesle “Guten Tag!” diye tekrarladı. Bu kez daha çok arkadaş karşılık verdi. ” Sitsen sie!” dedi. Eliyle de işaret etti oturduk. Mustafa Saatçi’ yi ayakta görmüştü, yakınına dek gitti, ”Bugün senden başlayalım, sen çalışmışa benziyorsun!” dedi. Mustafa’nın yüzü renklendi. Parçayı okuttu. Mustafa bana göre çok güzel okudu. Hiç ummuyordum, birden telaşlandım. Ben, bu dersi çok ihmal etmişim, dedim içimden. Ancak sorular sorulunca Mustafa hiç yanıt veremedi. Yanıtları Sami verdi. Öğretmen de Mustafa’ya sormakta diretti ama besbelli bile bile de Sami ile konuştu. Mustafa çok mahcup oldu. yazılı derslerimiz nedeniyle yeterince çalışamadığını söyledi. Ders zili çaldı. Derslerimizin başladığından buy yana ilk kez bir Öğretmen aynı arkadaşla bir ders boyu ilgilendi. Öğretmen çıkınca herkes Mustafa’ya “Gevezeliğin yüzünden sana takıldı, Almanca’ya çalış, seni kolay kolay affetmez!” dediler. İkinci derste parçalar okudu, açıkladı, sözcükler söyledi. Bizim sıranın yanına geldi. Sırada açık, defterimi aldı, baktı. Sözcüklerin okunuşunu görünce:”Çocuklar, size söylemediğim galiba, sakın Almanca sözlerin Türkçe okunuşlarını yazıp ezberlemeye çalışmayın. Bu yöntem işinizi zorlaştırır. Bana, bundan böyle defter kontrolünde bunları görmek istemiyorum!” dedi. Tahtaya indi, Kısa cümleler yazdı, soru cümleleri yazdı, yirmiye dek sayıları yazıp okuma ödevi verdi. Mustafa’ya dönerek, ”Sen de hayvanları öğrenmeyi geriye bırak, önce kilit sözler var, onları öğren. Onlar hangileri biliyor musun? Der, die, das. Gelecek derste senden bunları isteyeceğim. Çalışırsan, bugünkü kayıbını telafi edeceksin!” Öğretmen , ”Auf Widersehen!” dedi, çıktı. ”Telafi! sözcüğü konu oldu. ”Yani bu ne demek? ”Biz toparlanamadan Tarım Öğretmeni Salih Ziya Büyükaksoy, güler yüzle “Günaydın!” dedi, hepimizi süzdükten sonra otur, işareti verdi. Öndeki arkadaşlara takıldı, yazılı sınavları sordu. Arkadaşlar, ”Siz ne zaman yazılı yapacaksınız? ” deyince, ”Benim sözlü notlarım da yeterli olacaktır, Tarım notlarını merak etmeyin!” deyip teselli verdi. Her zaman olduğu gibi, ”Benden soracağınız var mı? ” dedi. Ben parmak kaldırıp “Telafi” nedir? ” dedim. Bana, ”Sözcünü nasıl bir cümlede duydun? diye sordu. Anlattım. Telafi sözcüğünü dört cümle içinde kullanarak anlattı. ”Kaçırılan fırsatları yakalama, kayıpların yerine konması, kırık derslerin notlarını, sonradan çalışarak iyiye çevirme, hastalıklarda kaybedilen kiloların iyi beslenerek tekrar eski duruma getirilmesi!” gibi örneklerle karşıladı. Nerede geçtiğini sordu. Mustafa kalktı, olayı anlattı. Öğretmen güldü, Mustafa’ya “İyi işte Öğretmen sana kusurunu telafi fırsatı vermiş, telafi etmek için çaba göster. Öğrencilikte telafi yolları çoktur. Ancak telafiler çalışmaya dayanır!” dedi, güldü, ”Şimdi biz de dersimize dönelim, konumuz dışında konuştuğumuz bu dakikaları telafi için söylenenleri can kulağıyla dinleyelim!” Konu, yediğimiz Ekmek, türevleri, elde ediliş şekilleri. Bu konuda evlerimizden, köylerimizden aklımızda kalanlar. Konuşmak isteyenler? Soruldu. Bir çok arkadaş parmak kaldırdı. Soruyu tam olarak anlayamadım. Salt ben değil bir çok arkadaş tam anlayamadı. Örneğin her zaman parmak kaldıran Sami Akıncı, Halil Basutçu, Mehmet Yücel, İsmet Yanar parmak kaldırmadı. Parmak kaldıranlara baktım, hepsi yanıt vermek için can atıyorlar. Öğretmen, 6 Ali Güleren, baktı, ”Anlat!” dedi. Ali yavaş yavaş kalktı, Hiç beklenmeyen bir soru sordu, ”Neyi anlatayım Öğretmenim? ” Öğretmen az duraksadı, arkadaşın adını sordu, arkasından “Ali, sabahleyin ne yedin? ” Ali, ekmek, peynir, zeytin yediğini, çay içtiğini, söyledi, durdu. Öğretmen, ”Şimdi de ekmeğin nasıl yapıldığını, neden yapıldığını anlat!” Ali, ”Şimdi anladım, dedikten sonra, buğdayı, nasıl ekildiğini, nasıl biçildiğini, nasıl toplanıp temizlendiğini, un durumuna getirildiğini sıra ile anlattı. Öğretmen Ali’ye “Aferin, ne güzel biliyormuşsun, neden baştan duraksadın? Parmak kaldırmıştın!” Ali, ” Öğretmenim, bir an soruyu unuttum sandım, kusura bakmayın!” dedi. Öğretmen güldü, her zaman olan şeylerdir bunlar, çalışıp konuları öğrenmişseniz, kusurlar kolayca TELAFİ edilir! diye telafi sözünü bastıra bastıra söyledi. Buğdayın una dönüştürülmesini sordu. Kadir Pekgöz, ben, Recep Kocaman parmak kaldırdık. Recep Kocaman az sonra parmağını indirdi. Kadir’le ikimiz kalınca ben de indirdim. Öğretmenin dikkatini çekmiş, Bana, parmağını neden indirdin? diye sordu. ”Buğday öğüttüğümüz değirmenin Kadir’in köyünde olduğunu, o nedenle olayı arkadaşın dağa doğru anlatacağını düşünerek indirdiğimi söyleyince, ”Ne biliyorsun? Belki arkadaşın dikkat etmemiştir!” deyince, “O anlatsın, benim bildiğim eksikleri olursa telafi ederim!” dedim. Öğretmen “Ah işte böyle, öğrendiğinizi hemen uygulayın. Sözcükleri yeri geldikçe kullanmazsanız, unutulup giderler. Unutmak, telafisi zor bir hastalıktır. İhmal ise telafisi giderilemeyecek bir zaman kayibına yol açar. ” Zil çalınca Öğretmen kapıya yönelirken İsmet’e, değirmenden unu bizim sofraya sen getir de, bugün bari bir taze ekmek yiyelim!” dedi. İsmet kalkıp toparlanırken, Öğretmen yürüyüp gitti. Öğretmenin arkasından İdris Destan İsmet’e “Koş oğlum İsmet, Öğretmen taze ekmek istedi, fırından taze ekmek getir!” Gülüşmeler başladı. Bir başkası İdris’e sen de koş bana getir!” gibi takılmalar sürerken Öğretmen geri geldi. Öğretmen çıkarken olduğu gibi girince de İsmet’e “Ne haber, bizim taze ekmek hazır mı? ”Sınıfta bir hık, mık, başladı, uzun süre kesilmedi. Öğretmen sonunda “Ne oluyoruz, gülecek bir şey varsa söyleyin de biz de gülelim? ”Bir sür durdu, hepimizin yüzüne baktı. Bana, ”Senin yalan söylemeyeceğine inanıyorum, bana açıklar mısın, bu hık, mıkların nedenini. Birden irkildim ama hemen toparlandım. İsmet arkadaşın çok takıldığı arkadaşlar, bu kez ona takıldılar. Siz arkadaşa, ekmeğin nasıl yapıldığını anlatmaya hazırlan! Deyince, arkadaşlar, İsmet’e takıldılar, ”Koş fırından taze ekmek getir!” dediler. Buna güldük. Öğretmen, ”Anladım, ben de gelip taze ekmek, deyince makaraları koyuverdiniz, öyle mi? Haklısınız, hadi gülün de, ötesine devam edelim!” Öğretmenin hoş görüsü arkadaşların hoşuna gitti ama dikkat kesildiler. İsmet, kendi evinde ekmeğin nasıl yapıldığını, ev fırınlarını, tepsi ekmeklerini anlattı. Öteki arkadaşlar kendi köylerinde olanları açıkladılar. Trakya köylerinde unun ekmeğe dönüşmesi olayında büyük bir benzerlik olduğu ortaya çıktı. Ancak ateşi oluşturan yanıcı maddelerin değiştiği, bunların, odun, kömür, tezek gibi değişik maddeler olduğu görüldü. Öğretmen, ”Derse başlarken benden not bilgisi istediniz, ben size not vermek için ne geçmişten bilgiler, ne günümüzden bilmece özellikli sorular soracağım. Annenizin yaptığı ekmeği, babalarınızın ekip biçtiği tahılların nasıl yapıldığını iyi bilip anlatırsanız, gelecekte bunları dehe iyi yapmaya hazır olduğunuzu gösterirseniz, benim dersimle fazla bir sorununuz olmaz. Hele bahçemizi canlandırdığımız zaman zaten kendimiz yaparak öğreneceğiz. Her şey gün ışığında gözümüzün önünde gelişecek. Yaptığınızın notunu kendiniz vermiş olacaksınız!” Hava açık, öğleden sonra bir süre bahçeye gideceğiz, erken döneriz, ona göre hazırlanın!” Kapıdan çıkarken, ki arkadaşın bir çepin almasını, belki temizlik yapacağımız uyarısında bulundu. Ders oldukça huzurlu geçmesine, şakalar tatlıya bağlanmasına karşın, Öğretmenden sonra İsmet’le İdris gene atıştı. Bu kez şaka değil iş küfre kadar uzadı. İdris apaçık kabahatliydi. İsmet’i susturdum, İdris’i susturamadım, sonunda da azarladım. Arkadaşlar araya girdi. İdris bir daha İsmet’le şakalaşmayacak. Şakalaşırsa, sonucuna katlanacak! Bunun ne demek olduğunu herkes biliyordu. Sınıfta derin bir sessizlik oldu. Belli bir kalabalık İdris etrafında toplandı. Onun haksız olduğunu tekrar tekrar söylediler. Yemeğe gergin bir hava içinde gittik. Tatlı var, buna sevindim, tulumba tatlısı. Halil, “Yol yürüyeceğiz onun için tatlı veriyorlar!” diyor. Hasan Üner ise “Fabrika müdürü bizi çok sevmiş, şeker gönderiyormuş!” diyor. Gülmeler başlayınca arkası geliyor. Yeni kurduğumuz bahçede çok pancar yetiştireceğimiz için bize şimdiden ödül veriliyormuş. ”Bahçe!” denince sinirlenenler varmış, bundan sonra “Bahçe!” demek yokmuş. Çepinleri kim taşıyacakmış? Çepin denilen el keseri büyüklüğünde küçük araçlar. Ben, ”Beş tanesini ben tyaşırım!” diyorum. Halil, “Hadi beş de ben alayım!” diyor. ”Kaldı beş, onları kim taşıyacak ki? ”Sözde şaka söyleniyor ama, altında bir gerçek gizli. Ellerinde bir şeylerle giderken gören olursa utanacaklarmış. Bunu duyunca şaşırdım, ben geçen sene bu yollarda mandaların yularlarından tutup sokak sokak dolaşıyordum. Okulun önünde, geçenlerde izin isteyip kapıdan yukarıya çıktığımız evin önündeki yolda ben kaç kes, at arabasının başında saatlerce beklemiştim. Pancar taşıyan köylüler buralarda gece gündüz bekleşiyorlar. Ali Önol”Onlar bizim babalarımız değil!” demeye kalktı, sinirlendim, bir küfür savurdum. ”Senin baban çiftçi mi değil mi? ” diye bağırdım. ”Çiftçi ise, pancar ekiyorsa, karpuz ekiyorsa, buğday ekiyorsa, benim babamın yaptığını yapmak zorunda. Senin köylülerinin hepsi benim köylülerimden farksızdır. Üstelik benim ailem kalabalık olduğu için oldukça haklarını korur. Buna karşın, kasabalara girince, memurlarla karşılaşınca aynı kısıtlamalarla karşılaşırlar. Sen bunları bilmediğine göre galiba baban kasaba yüzü görmemiş biri, çoban mı yoksa? dire sordum. Arkadaşlar güldüler. Sefer Araya girdi, ”Onu demek istemedi, yanlış anlaşıldı gibi sözlerle beni durdurdu. O da köylülerin hr zaman haksızlıklarla karşılaştıklarını anlattı. Bu kez ötekiler de tahsildarların, pazarlarda vergi kesenlerin kötü davranışlarından söz ettiler. Zil çalınca herkesin elinde bir çepin yola çıktık. Hava kuru, bahar gibi. Öğretmen önden gitmiş. Sıra olmadan gitmek için diretenler var. Öyle yaptık. Gittiğimizde Öğretmen oradaydı, Hasan Çevik Öğretmenle bizi bekliyorlardı. Bir de çiftçi vardı, atlı koşumlu. Öğretmen yerleri gösterdi. Çiftçi “Deh!” deyip sürmeye başladı. Sürülen yerlerde derinde kalan kökleri çıkaracağız. Öğretmen anlattı. Kalan kökler derinlerde olunca daha güçlü olarak çıkar, bizim ektiklerimizi barındırmaz. . Sıra ile pulluğun arkasını izleyip, kalan kök olursa hemen çıkarıyoruz. İş değil oyun. Köyde olsa buna gülerler. Meraklı arkadaşlar nöbet bırakmadan on kez döndüler. Aralarında Fettah Biricik, Abdullah Erçetin, İsmet Yanar, Ali Güleren, Yakup Tanrıkulu’nun bulunduğu kimi arkadaşlar sıra atlattıklarını öğünerek söyleyip gülüyorlar. Köklü bölümün sürülmesinden sonra, pullukla ters çizgiler çekildi. Eşit aralıklarla tarla parçalara bölündü. 4 metre aralıklarla bölüne aralıkları biz 2’şer metreye indirdik. Bir süre sonra bu çizgilere göre her dörtgene çizgiler açıp tohum ya da fide dikeceğiz. Öğretmen, ”Çocuklar, sınıfta uzun uzun konuştuğumuz, zor gibi gördüğümüz iş, işte bu kadar kolay. Fideleri ekip sebzelerin yetiştiğini görmeğe başladığımızda tadacağımız sevinç yorgunluklarımızı unutturacak!” Öğretmen şimdiden seviniyor. Benim aklımdan ise kimi arkadaşların böyle düşünmediği geçiyor. Onlar kazma, kürek kullanarak tarlada çalışmak gibi bir ayıbın utancını duyuyorlar. Derslikte konuşmaları bunu açık açık gösteriyor. Bana kaç kez söyleyen oldu, ”Biz de tarlada çalıştık ama onları burada söylemiyoruz, sen nasıl anlatıyorsun? Buna da ben şaşıyorum, ben çalıştımsa bunu saklayarak ne kazanacağım? O çalışmalardan bir şeyler kazandımsa o kazandıklarımı anlatıyorum. Bunları nereden biliyorsun? dedikleri zaman da, çalışmalarımı bir bir anlatıyorum… Öğretmenle konuşa konuşa okula döndük. Öğretmen çok mutlu, ”Güzel bir bahçe yeri bulduk, şansımız varmış diyerek güldü!” Bir arkadaş, ”Olmasaydı ne yapacaktık? deyince, Öğretmen, durdu, ”Ne mi yapacaktık? Karşı tepelerden, bel ki de Mandıra köylerinden bir tarla bulup orada çalışacaktık. Milli Eğitim Bakanlığı bunu bizden istiyor, üst makamlar bulamadım, dinler mi? Sizin anlayacağınız bakanlık sizin iyi bir çiftçi kadar tarım işlerinden anlamanızı ısrarla istiyor, bunun kazanılmasını da bizlerden bir görev olarak bekliyor. Bunları, biz size kazandırmak zorundayız, sizler de. bunları kazanmak zorun dasınız. Siz, alışıla gelmiş Öğretmenlerden farklı olacaksınız. Bir arkadaşın, ”Biz Öğretmen çıkınca da çiftçilik mi yapacağız demesi üzerine Öğretmen “Günaydın bayım, günaydın, ilk günden bu yana anlatmaya çalıştığımız bu, kendinizi buna hazırlayın, siz benim kadar tarımcı, Hasan Çevik kadar yapıcı, Ahmet Gürsel kadar da matematikçi olacaksınız Bunu yapamazsak, diye bir düşünceyi kafanıza takmayın, yapamazsanız, burada yaptığınız masrafları babalarınızdan alıp sizi köye gönderirler. Ne sandınız, Al bebek, gül bebek, sizi niye el üstünde tutuyoruz! Biz öğretmeye hazırız, siz de toparlanıp öğrenince bu iş huzur içinde yürür, bir gün bu nasıl oldu diye gülerek sorarız. Halkımızın size ihtiyacı var, annelerinizin babalarınızın sizde umudu var. Onları hayal kırıklığına uğratamaz, beklentilerini kursaklarında bırakamazsınız!” Okula girerken hiç birimizde konuşacak cesaret kalmamıştı. Öğretmen üst kapıdan okula girerken, Allahaısmarladık! Dediğinde hırıltılı bir iki ses “Sağol!” diyebildi. Halil’le çepinleri toplarken, kimi arkadaşların çepinleri nefretle bıraktığını gözledik. Bize vereceğine yere atanlar oldu. Hemen uyardım, ”Alıp elime vermezsen, Öğretmen gelinceye dek o çepin orada kalacak, sen gelip onu alacaksınız!” dedim. Bu tuz biber oldu, çepin atanlar eğilip aldılar, elimize verdiler. Biz de:”Ha şöyle, neyi ne zaman, kime karşı yapacağımızı öğrenelim, yoksa başlarımızı daha sert taşlara çarpabiliriz!” diyerek arkadaşlık uyarılarımızı yaptık. Dersliğe girdiğimizde aynı konu tartışılıyordu. Biz girince sustular. Bu kez konuyu biz açtık. Halil, biz sizin için iş yapıyoruz, çepinleri toplayıp yerine koyacağız, siz getirip elimize vereceğinize yerlere atamazsınız. Atarsanız biz bunu kendimize saygısızlık sayar, olayı burada kesmeyiz. Sizin nöbetlerinizde biz de aynı umursamazlığı yaparız. Böyle bir gergin hava içinde ahenkli çalışma yapılamaz. Siz neye kızıyorsunuz, neye öfke gösteriyorsunuz? Tarımda çalışmak istemiyorsanız, tarım çalışması olan bu okulda okuyamazsınız, ayrılıp gidersiniz! Kalanlar çalışır, çalışacak başka çocuklar gelir. Ben bir şey söylemedim, gerek kalmadı. Halil’in söyledikleri tam oldu. Kimse çıt çıkarmadı. Sami kalktı, ”Arkadaş Halil çok doğru konuştu. Ben de çok karşılaşıyorum, Ömer Uzgil Öğretmen çağırıp bir iş veriyor. Ben verilen işi yapıyorum, o işi beğenmeyen arkadaşlar, gelip bana sataşıyorlar. Bundan sonra böyle yapanların adlarını gidip Ömer Uzgil Öğretmene bildireceğim. Kimse darılmasın, herkes dilini tutması bilsin!” Sami oturdu. Sessizlik daha derinleşti, oldukça uzun sürdü. Akşam yemeğine dek sakin bir çalışma yaptık. Tarih kitabını baştan sona tekrarladım, Anadolu uygarlıklarını ezberledim. Tabiat Bilgisinden Etoburları Halil’le gözden geçirdik. Yemekte Sami masaları gezdi, fotoğrafı olmayanlardan fotoğraf istedi, sinema için belge hazırlanmış, Ahmet Gökaydın istiyormuş. Ahmet Ağabey Edirne’ye gitmişti, gelmiş, yanına gittim, bize tıraş makinesi almış, yarın verecek. Bir başka emanet daha varmış. Birden afalladım, ne olabilir? Sormam gerekirdi, soramadım. Ne sevinç ne keder! , Ortada bir tedirginlik, bir kuşku, ”Acaba ne? İçimden değişik duygular geçirerek, kimseyle konuşmadan dersliğe gittim. Tarih kitabını açtım, bakıyorum ama yazıları bile göremiyorum. Bana gönderilen emanet ne olabilir? Kimden olabilir? M Hemşire demeğe kendimden bile utanıyorum. Niçin bana bir şey göndersin? Acaba Baki mi? Baki’yi anımsayınca rahatladım, Baki şiir gönderecekti:. Güldüm, rahatladım. Okuduğum yerlere bir daha baktım. Kavgalı tartışmalar derken bir de emanet çıktı. Yat zilini beklemekten başka düşüncem kalmadı. İşte o da çaldı, koşa koşa gittim, dişimi fırçalayıp yattım. Hilmi, Hasan geldi, konuşuyorlar. Bana hayranmışlar, düzenli çalışıyormuşum. Hiç bir olayı sorun yapmıyormuşum, böylece iç rahatlığı içindeymişim, yatınca da hemen uyuyabiliyor muşum. İçimden gülmek geliyor. Bu anlattığınız ben miyim? Ayol ben, kendi kendini yiyen bir insanım, şu anda da yalandan yatıyorum. Belki sabaha dek uyuyamayacağım. Kıpırdamadan yatıyorum. ”Bunları, bağıra çağıra söyleyebilsem!” diyorum. Sesler uzaklaşır gibi oldu. Bu kez bağırmalar çağırmalar renk değiştirdi. Asker geçiyormuş, Vahit Dede bando çaldırıyor. Hasan da, Hilmi de yok, benim için konuşanlar fabrika müdürü ile genel Müfettiş Kazım Dirikmiş. ”Keşke arkadaşlarım bu sözleri duysalar!” diyorum. Sonra da ne konuştuklarını unuttuğumu anımsayıp, söylediklerimi kanıtlayamazsam yalancı olurum, utanç duyarım, diyerek sarsılıyorum. Elim karyolaya çarpınca uyanıyorum Yattığımdaki gibi sıkıntılı bir rüyadan uyanıyorum. Rüyayı anımsamaya çalışıyorum. Gene bir gürültü, gülmeler, itişmeler.

 

19 Ocak 1939 Perşembe

 

Gözlerimi açıyorum, arkadaşlar hep kalkmış. Bizim takım, Hilmi, Hasan, ben, kalmışız. Onları uyandırıyorum, birlikte kahvaltıya iniyoruz. Ahmet Ağabeye gitmem gerekiyor. Gitmemeye karar verdim. Öğle paydosunda uğrarım. Tarih sınavı var. Herkeste bir başka heyecan. Öğretmen gülerek geldi, “Günaydın!” dedikten sonra, “Nasıl hazır mısınız? ” diye sordu. ”Hazırız!” Türklerin Anayurdu, Hunların Göçleri, Anadolu’da kurulmuş Eski Uygarlıklar soruldu. Soruların dördünü de biliyorum ama şaşırdım kaldım. Nereden başlayıp, neyi anlatayım? Türklerin Anayurdunu biliyorum, Orta Asya demekten öte söz bulamıyorum. Öğretmenin anlattığı kimi sözleri anımsayıp yazdım. Olmadığını bile bile, aklıma gelenleri yazdım. 4. Soruyu yanıtını daha iyi anımsadım. Zar zor ders sonuna yetiştirdim. Bir çok arkadaş hemen yazıp verdi. Ben boynum bükük son dakikaya dek bekledim. Öğretmen kağıtları aldı, teselli edici sözler söyledi. “Sözlüye kalkacaksınız”, ona göre sürekli çalışmamızı tembihledi, her zamanki öğütlerini tekrarladı. Yerimden kalkamadım, öylece şaşkın şaşkın oturdum. Sabit Soysal Öğretmen her zamanki gülerek girdi “Günaydın!” sözünün arkasından “yazılı yapmıyoruz, çok üst üste olunca başarınız düşer, haftaya bırakalım!” dedi. Bu saat tabiat bilgisi yerine coğrafya yapmayı önerdi. Coğrafya dersini yazılı yaptıktan sonra Tabiat Bilgisi konularını işleyelim diyerek konuşmasını sürdürdü. Arkasından yazılı yapsa nasıl sorular soracağını söyledi. Sabit Soysal Öğretmen gizleyemeyecek bir ölçüde Hüseyin Serin arkadaşa sinirleniyor. Her derste kesinlikle ona soru sorduğu gözümüzden kaçmıyor. Gene onunla başladı. Kroki, Plan, Harita tanımlarını yaptırdı. Hüseyin durumu daha önce sezmiş tüm gücüyle çalışmış, sorulara doğru yanıtlar verdi. Bu kez Harun Özçelik’i kaldırıp tahtaya duvarlardaki haritaların ölçeklerini yazdırdı. 1/1000000-1/2, 500000 ölçekler yazıldı. Gene Hüseyin’i kaldırdı. Hüseyin tahtaya giderken fısıltı oldu. Sami kendi kendine konuşur gibi söylendi. Öğretmen sesleri duyup bakındı ama tam bir bulgu saptayamadı. Hüseyin cesaretle birinciyi soruyu yanıtladı “10 kat büyütsek haritamız da on kat büyür!” dedi. Öğretmen, “Seni bugün çok yorduk, sen otur, başkasını kaldıralım!” deyip hepimizi izledikten sonra bana, “Sen gel!” dedi. Hiç beklemiyordum. Biraz şaşırmakla beraber gittim. Tebeşiri elime aldım. Soru sorulmasını beklemeden, Hüseyin arkadaşın eksik söylediğini belirtim. Soru eksikti, dedim. On kat ne büyüyecek, pay mı payda mı? Öğretmen güldü Bana, ”Ben daha soru sormadım. Sana o soruyu sorduğumu da sanmıyorum. . Haritaya geç, şimdi soracaklarımı iyi dinle!” dedi. Arkasından Trakya’nın sınırlarını çizer gibi izle dış komşuları oku!” . Doğru izledim, Türkiye’nin sınırlarını doğru olarak parmakla izleyerek gösterdim. Trakya’daki akarsuları sordu, dağları, gölleri sordu, dağları söyledim. ”Göl yok!” dedim. Öğretmen, ”Yok mu? diye sordu. Gene” yok!”  yanıtını verdim. Öğretmen güldü, ”Gel, sen yok deme, ben de bu sorumu geri alayım. Galiba hiç sözünü etmedik, üç tane göl vardır. Küçüktürler ama vardırlar!” Gene güldü, oturmamı söyledi. Arkadaşlara dönerek, “İşte yazılılar bu tür sorularla olacak!” dedi. Hepimiz sustuk. Oysa sorduklarını çoğunu okumamıştık. Ben sorduğu sınırları ilkokul sıralarında oynadığımız harita oyunlarından biliyordum. Son tarih dersinde de Türkiye haritasına bakmıştık. 2. derste Öğretmen kitaptan sorular okuyarak benzer soruları sorabileceğini söyleyince içimiz rahatladı. Çünkü kitap, soruları okunan derslere göre soruyordu. Örneğin haritada görülen renklerin anlamlarını, nehir, yol, demiryolu çizgileri, nehir, ırmak, kurumuş dere, göl, orman, çıplak dağlar hep belli renk ya da işaretle gösterilmektedir. Bunları neredeyse ezberledik. Öğretmen sözünde durursa, kitaba göre soruları yanıtlamak daha kolay olacak. O da tarih dersi gibi genel anlamlı sorular sorarsa zorlanacağız. Dersin bittiğine sevindim ama coğrafya dersinde pek başarılı olacağımı düşünmemeye başladım. Hele Tarih dersinden de başarısız çıkarsam, sil yeni baştan bu derslere çalışmam gerekecek. Tarih yazılısından herkes başarılı çıkmış durumda. Onlar başarılı olurken benim başarısız olmam, beni çok üzecek. Ahmet Ağabeye gittim. Tıraş makinesini hazırlamış, Yanında yabancısı olmadığım yeni hayat kutusu duruyor. Ahmet Ağabey, eliyle gösterdi “İkisi de senin, Münevver gönderdi, selamı var, biz akrabayız, bahara doğru bizim aileden gelecekler var, belki o da gelip Alpullu’yu görecek!” dedi. Teşekkür edip ayrıldım. Elimde yeni hayat kutusu yemeğe girdim. Halil görünce, “Gene mi yeni hayat? Sen şekerin kaynağındasın, senin göndermen gerekiyor!” dedi. Ben bu kez, Ahmet Ağabeyden istediğimi, makineyi alırken onu da almış olduğunu söyleyerek olayı saptırdım. Halil gibi İsmet de inandı, sustu. Ne var ki çevremi susturmama karşın kendimi susturamadım. Belli ki giderilemeyen bir merak, yanıtlayamadığım bir soru, beni bir süre daha rahatsız edecek. Neden? Belki tarih yazılısındaki şaşkınlığım da bundan oldu. Neyse tıraş makinemiz geldi, berber sorunu azalmış olacak. Kim kullanacak? İsmet, ”Ben kullanırım!” diyor. Aldı tıkırdatmaya başladı. Bense böyle şaklabanlıklara kızıyorum. İsmet başkasının saçını keserse engel olacağım. Ortak olmak isteyen ya da sevdiğimiz arkadaşlar için esirgemek söz konusu olmamakla beraber herkese kesinlikle razı olamam. Yemekten sonra İsmet’le konuştuk. İsmet kesinlikle kimseye vermem, makine sende duracak, ben alırsam herkes benim yakama yapışır, ben karşı duramam. Sen, böyle şeylere izin vermezsin. Bu da benim işime gelir, o nedenle makine senin, dedi kestirdi attı. Makineyi aldım. Şekerleri bölüştük. Şekerleri ben kendim getirttim!” deyince İsmet yarısını aldı. Doğrusunu bilseydi kesinlikle almazdı. Öğleden sonra duvar örmeye indik. Ben harç karıştırmaya ayrıldım. Arkadaşlar öyle istediler. Harç karmak bana göre daha rahat, hiç bir sorumluluğu yok. Duvar iki metre olacak, dün 8o cm. çıkarmıştık, bu güne 120 cm. kalmıştı. Sıkı tutulursa biter. Hamdi Bağ Öğretmen geldi, ölçü aldı, bir metre olunca konçlar ya da kuşaklar konacakmış. Az sonra marangozlar geldi. Marangozlar dediğimiz de Halil Basutçu ile Salih Baydemir. Kuşaklar kondu, çakıldı. Örme devam etti. . 80 cm sonra bu kez kapı konçları kondu. Örme biterken zil çaldı. Hasan Çevik Öğretmen “Bu iş bitmiştir. ” dedi, bizi kutladı. Yarın ayrıntılar tamamlanacak, Yamuk Oda hizmete açılacak. Hasan Çevik Öğretmen çalışmalarımızdan memnun, Bana “Senin Yamuk Odayı hangi hizmete verelim?” diye sordu. Ben de, sanki söz hakkım varmış gibi. ”Bana sorarsanız burasını Kitaplık için ayırırım” dedim. Kitap odası olarak kullanılır, kitapları, buradan alır okuruz. Arkadaşlar uygun gördü, Hasan Üner çok sevindi. Olayı Fikret Madaralı Öğretmene muştulamaya karar verdik. O her zaman bir yer uydursak , kitap deposu olarak kullanır, kitapları oradan alıp, derslikte okuruz!” diyordu. Halil ‘le Salih tahtaları çakıp ayrılmadılar. Kapı ölçüsü alıp bizimle kaldılar. Halil haberi Fikret Madaralı Öğretmene iletecek. Çok sevinçliyiz. Bu ikinci önemli işimiz. Öteki yarım yapıları saymıyoruz. Örneğin, mutfak onarımı, bahçe merdiveni gibi işleri artık işten saymıyoruz. Ben hiç ayırdında değilim. Artık sözünü “Artıkın”olarak söylüyormuşum. Hasan Çevik Öğretmen dikkat etmiş. Gene öyle söyleyince Öğretmen bana “Son cümleni bir daha tekrar eder misin? ” diye sordu. Tekrarladım, ”Mutfak onarımı, bahçe merdiveni gibi işleri artıkın işten saymıyoruz!” Söyler söylemez anladım, artıkını, artık diye düzelttim. Öğretmen, ”Tamam, bunu unutmayacağına inanıyorum, sen dikkatli bir gençsin. Türkçe doğru konuşulduğu zaman güzeldir, Türk Öğretmeni de dilimizi güzel kullanmak zorundadır, bunu hiç unutma!” Öğretmenlerden bu 3. sözcük düzeltmesi oldu. Öteki sözcüklerden biri çevik yerine şevik deyişimdi. Düzelttiklerimi bir daha yanlış kullanmadım. Dersliğe gidince benim yanlışlarım arkadaşlar arasında konu oldu. Kimisi bunu fırsat sayıp bana takılmaya yöneldiler. Anlayamadığım, hiçbir neden de göremediğim halde Sami Akıncı beni arkadaşlara karşı savundu. Daha doğrusu, herkesin yanlış yapabileceğini ortaya atarak konuyu yaygınlaştırdı. Örneğin Sabit Soysal’ın bir çok sözcüğü yanlış söylediğini, bunları her gün dinlediğimiz halde öylece benimsediğimizi, okul müdürünün bile bazı sözleri bizden farklı söylediğini, bunların yanlış olduğunu bile bile hoşgörü içinde benimsediğimiz halde arkadaş yanlışlarını neden hoş görmediğimizi birkaç kez sordu. Gerçekten Sabit Soysal Öğretmen, Yapıyor musunuz? sorusunu, Yapı mıyosunuz? gidiyor musunuz? sorusunu da gidi miyosunuz? ses dizisiyle söylemektedir. Sami Akıncı bir konuda fikrini söyleyince nedense arkadaşlar, susup, onun buyruklarına boyun eğiyorlar. Gerçekten Sami işe karışmasa idi ben belki birkaç kişi ile kavga edecektim, derslikte de tatsızlık artacaktı. Herkes sustu, konu kapandı. Ben zaten yanlış olduğunu duyduğum bir sözü bir daha o biçimde söylemem. Yarın matematik yazılı, ne sorulacak? Arkadaşlar, Sami Akıncı’dan soruyorlar. Nasıl sorular çıkar? Sami, çok dikkatli, Öğretmenin önem verdiği konuları hesaplıyor. Şuradan şunun için çıkar, şuradan şu nedenle soracaktır. Gibilerde ip uçları verdi. Öğretmenin üstünde durduğu konuları ben de anımsar gibiyim ama Sami derecesinde inançlı değilim. Tüm konulara tekrar tekrar göz attım. Geometriye güvenim var, verilen soruları yapacağım. Bundan hiç kuşkum yok. Özellikle üçgenleri, özelliklerini, çeşitlerini, açı, kenar ölçümlerini, alanlarını biliyorum. Pfisagordan bile sorsa yanıtlayacağım. Kendimi hiç sıkmadan, oturdum, kimse ile konuşmadım, yat zili çalınca sakin sakin yattım. Yatınca yamuklar geldi aklıma, sorar mı sormaz mı? Karşılıklı iki kenar paralel, açıların bir özelliği yok. Kesinlikle bunları sormaz. Rüyamda geometri problemleri görme dileğiyle yattım. Oysa rüyamda askere alınmışım, köydeki tüm arkadaşlarım orada. Onlara kavuştuğum için seviniyorum. Onlarsa bana okulu soruyorlar ama ben okulu unutmuşum, hiç yanıt veremiyorum. Benim durumuma arkadaşlar üzülüyor. Babamı arıyorum, trenler gelip geçiyor. Trenlerde birilerini arıyorum. Sanırım gece boyu rüya gördüm.

 

20 Ocak 1939 Cuma

 

Zil sesine uyandım. Oldukça dinlenmiş durumdayım. Toparlanıp hemen arkadaşlara yetiştim. Kahvaltıda Ahmet Gürsel Öğretmeni görünce kafam gene karıştı. Kimse ile konuşmadan dersliğe gittim, Öğretmeni bekledim. Öğretmen geldi, çok neşeli “Günaydın!” dedi. Arkasından İstiyor musunuz, yazılı yapalım mı? diye şakalı sözler söyledi. Bir yandan da cebinden bir kağıt çıkarıp yan gözle bakmaya başladı. Arkadaşlar kesik kesik bir şeyler söyledi ama Öğretmen onları dinlemedi bile. Haydi öyleyse, madem ki çok istiyorsunuz, işte sorularınız, deyip yazdırdı. Üç aritmetik, üç geometri. İki tam sayılı bölme çıkarma, bir ondalık kesirli toplama, Bir kare, bir dik dörtgen, bir üçgen üstüne çizim. Hiç beklenmeyecek ölçüde basit sorular. Üzüldüm. Ben tam yapacağım, bu kesim de hiç çalışmayanlar da yapıp bedava not alacaklar. . İçimden konuşarak soruları bir çırpıda yanıtladım. Kağıdı verip çıkmak üzereyken Sami Akıncı’ya baktım, harıl harıl yazıyor. Oysa sınıfın yarısı çıkmış durumda. Sami ne yazıyor? Yaptıklarımı bir daha gözden geçirdim. Bir yanlış buldum. Onu düzelttim. Geometride de yanlış buldum, onu da düzelttim. “Tamam!” deyip kağıdı verdim. Kağıdını en son veren Sami oldu. Öğretmen kağıtları toplayınca” Sessiz oturun!” deyip gitti. Arkadaşlar, Sami’ye takıldılar. Sami tahtaya kalktı, altı soruyu da yaptı. Sami’nin yaptığına göre benim bir aritmetik, üç geometri doğru çıktı. Dört doğrum var diye sevindim. Yanlışlarımın neden yanlış olduğunu bir türlü anlayamadım. Gene de sevinçliyim. Altı soruya 10 olduğuna, 4 soruya 8 bekliyorum. Bu da iyi bir numara. Yazı dersine girdik. Öğretmen Fikret Madaralı geldi, ”Günaydın!” deyip yerine oturdu. Bize “Temiz kağıt çıkarttı, Türkçe kitabından bir sayfa açtı, gösterdiği kurallara göre yazmamızı söyledi. Not verecek, vereceği notlar, Türkçe notlarıyla toplanacak. Çok dikkatli yazdım. 2. dersin ortalarına dek yazmaya devam ettim. Yazılarımızı toplayınca, tarih notlarımızı okudu. Sami Akıncı 10, İsmet Yanar 8, Mehmet Yücel 7, benim 6, Bekir Temuçin, Recep Kocaman 5, kalan tüm arkadaşların 4, dördün altında. Kağıtlarımızı geri verdi. Baktım, 6 olduğuna sevindim, çünkü hiç güzel yazamamışım. Yazdıklarım doğru ama anlaşılır gibi değil. Kendi kendime utandım. Tarih kitabını açtım, soruların yanıtlarını kitaptan bulup okudum, kendi kendime yüzümün kızardığını duyumsadım. Kağıdı Öğretmene verdim, ”Yanlışlarımı gördüm, üzüldüm, öteki yazılıma da iyi hazırlanacağım!” dedim. Öğretmen “Senden bunu bekliyorum, yılmak, bu kadar yeter, demek yok. Sonuna dek diretmek var!” dedi. Yazımı verdim baktı ”Güzel!” dedi. Öğle yemeğine sessiz, sakin, yorgun gittik. Arkadaşlar, dilleri bağlanmış gibi, konuşmuyorlar, gözleriyle konuşur gibi bakışarak anlaşıyorlar. Atölyeye öyle donuk, durgun indik. Bana, bir ara “Sen ne somurtuyorsun, geçerli not aldın ya!” diyenler oldu. . ”Bir de öteki dersleri görelim, dedim, sustum. . Yamuk Odamızı tamamladık. sıvasını Hasan Öğretmen yapacak. Yardımcı olarak Salih Baydemir’le beni seçti. ”Bir o gruptan bir bu gruptan olsun!" dedi. Namık Ergi, Hamdi Bağ Öğretmen, Naci İnan Öğretmen, Nazmi Aybar Öğretmenler toplandılar. konuşuyorlar, ”Biz bu çocuklarla kendi okulumuzu yaparız. Yerini bulsunlar, malzemesini versinler, bizden iş istesinler!” Dönüp bize de sordular, ”Yaparız değil mi çocuklar? Halbuki çocukların çoğu sene sonunda köylerine dönme korkusuna kapılmış durumdalar. Atölyeden dersliğe de aynı durgunluk sürdü. Halil’in düşük not alması kimi arkadaşları şaşırttı. Öğretmen Halil Basutçu’yu koruyor sanılıyordu. Emrullah ile Hüsnü için de aynı duygular egemendi. Fikret Madaralı onları korur. Sakin bir akşam geçirdik. Yarın Müzik, Resim dersleri var, onlar da not verecekler. Müzik dersinden geçerli not alacağımı hiç beklemiyorum. Resim, Beden Eğitimi Öğretmenleri kırık vermezler diye düşünüyorum. Eğer kırık not verirlerse kesinlikle benim notum kırık olur. Gene de müzik notalarını ezberledim, sözleri doğru olarak okuyorum. Si do miiiiii re do si la, si do si la sol fa mi re laaa sol la siiii…Resim ödevi vardı, yaptım. Hüsnü Yalçın, Emrullah Öztürk, sanki dışımızdaymışlar gibi olaylara, bizim konuşmalarımıza, öyle bakıp susuyorlar. Onları düşünüyorum, ”Ben sınıfta kalırsam, evime döneceğim. Onlar ne yapacaklar? ”Ürperdim:Onların durumları daha zor. Hüsnü’ye dokundum, döndü, konuştuk. Sözlerinden pek kaygılı olmadığını anladım. ”Daha çok çalışıp sınıf geçecek notları alırız!” diyerek beni teselli edecek sözler söyledi. Buna çok sevindim. Cuma günleri gecesi san ki haftanın bitimi gibi oluyor. Hiç değilse arkadaşlar öyle sayıyorlar. Müzik, Resim, Beden Eğitimi derslerini pek hesaba katmıyorlar. Bense bunları çok önemsiyorum. Resim yapamayınca, üstünde uğraştığın kağıt Öğretmenin elinde kalıyor. Müzikte ses uyduramayınca gülünç bir duruma düştüğünü görüyorsun. Bu kolay kolay düzeltilemiyor. Hele Beden hareketlerinde, arkadaşların gözü önünde başarısız olunca utanmamak elimde değil. Bu nedenle cumartesi günleri benim için daha önemli oluyor. Böyle düşünerek yattım. Oldukça sakindim, rüyasız uyuyacağımı düşledim. Saat kaçtı bilemiyorum, korkuyla uyandım. Yamuk Oda’nın duvarını örüyormuşuz. Duvarı çok yükseklere çıkarmışız. Birileri “Yıkılıyor!” diye bağırıyor. Namık Öğretmen eliyle tutuyor, ”Korkmayın, siz örmenize bakın!” diyor. Örüyoruz, etrafımızdaki insanlar küçücük kalıyor. Namık Öğretmen, ”Gördünüz mü, bağıranlar her biri küçülerek kayboldu!” diyor. Etrafıma bakıyorum, kimsecikler yok. Heyecanlanıyorum, kalbim küt küt atıyor, telaşla uyandım. Herhalde gece yarısı! Rüya olduğuna sevinip rahat yattım.

 

21 Ocak 1939 Cumartesi

 

Zil sesini duyunca sevindim, bu rüya değil gerçek, deyip kalktım. Etrafta kimsecikler yok. Arkadaşlar derslikte toplanmış, bildiğimiz, alıştığımız şakalarını sürdürüyorlar . Dünden. herhangi bir iz kalmamış;herkes neşeli. Herkes kendi havasında. Kimisi nota okuyor, kimisi sinema hayal ediyor. Abdullah Erçetin do major gamı yapıyor. İsmet Yanar, aynı notaları, hiç ses değiştirmeden sıralıyor. İsmet bunu bilerek yapıyormuş. Bu yöntemle notalara eşit davranıyormuş. Arkadaşlardan bir bölümü, notalara eşit davrandığı için İsmet’i alkışlıyorlar. Kahvaltıda Adem Gürçağlayan, Ömer Uzgil, Ömer Tunalı var. Halil “İyi!” diyor. Ahmet Gürsel gelseydi, not kaygılarımız depreşecek, günümüz tatsız geçecekti. Halil’e soruyorum, ”Ahmet Gürsel’i ya da öteki Öğretmenleri görmeyince o dersi düşünmüyor musun? ”Halil gülüyor, ”Hiç değilse az düşünürüm. Görünce zoraki bir düşünme oluyor, onu demek istedim!” Dersliğe girince, herkes bülbül kesildi. Çok neşeli bir hava. Öğretmen gelince sesler kesildi. Öğretmen, ”Günaydın!” dedikten sonra, sabah sabah müzik seslerinin denenmesini yararlı gördüğünü, ancak bunun yüksük kadar bir bina içinde kolay uygulanamayacağını, biraz daha disiplinli ses çıkarmamızı önerdi. Abdullah Erçetin her zaman olduğu gibi tahtaya porte hazırlamıştı. Öğretmen elindeki kağıttan notalar yazdı. Dikkatimizi çekti, notaları okudu. Hepimizin bildiği bir şarkıydı. Öğretmen ikinci kes okurken topluca şarkıyı söyledik. Bu kez Öğretmen yüzünü bize döndü iki kez söyletti. Aranızda dikkatsizler var, onları sorsak gizlenecekler, gelin biz bulalım!” deyip güldü. Beni işaret etti. Şarkıyı iyi biliyordum. Söyledim. Öğretmen güldü, ”Yakalayamadık!” dedi. Sabırla arkadaşların yüzlerine bakarak okumalarını söyledi. Ali Önol, Hüsnü Yalçın, Emrullah Öztürk, Hüseyin Serin, Mustafa Saatçi, İsmet Yanar, Arif Kalkan için “Bunları yakaladık!” dedi. Onları kaldırdı, kapının yanına sıraladı. Döndü bize söyletti. Söyleyişimizi beğendi. Onlara söyletti, onları da beğendi. Kahkaha ile güldü. Bize “Bu nasıl olur ? diye soracaksınız, oluyor işte! Sorumluluk yüklenince daha ciddi olunuyor, hepsi bu kadar!” Arkadaşlar oturdu, tahtadaki notaları, şarkı sözlerini yazdık. Şarkıyı, istekli arkadaşlara tekrarlattı. El gibi dolaşma Anadolu’nda-Arkadaş yurdunu içinden tanı-Dinle bir yosmayı pınar yolunda-Dinle bir yaylada garip çobanı. Bir çölü andırı, bil ki dört yanın-Bağrını delmezse yanık türküler, -Varlığı bu korla tutuşmayanın-Kirpiği yaşarsa gözleri güler. Sözlerin anlamlarını sordu. Hemen hemen tüm arkadaşlar sorulara ya doğru ya da doğruya yakın yanıtlar verdiler. Öğretmen memnun olduğunu söyledi. Arkasından, ”Bir arkadaşınız, topluca açıklasın!” deyince Sami Akıncı parmağını hızla kaldırdı. Öğretmen Sami’ye “Kolunu mızrak gibi dikiveriyorsun, Aferin!” dedi. Bu ara ben de parmağımı kaldırmıştım. Öğretmen “Sen söyle bakalım!” dedi. Ancak umutlu olmadığını belirtir gibiydi. ”El gibi:yabancı olarak, yabancı gibi, içinden tanı:gerçek değerlerini git gör, oradaki insanlara katıl, onlarla yaşa, Yosma dinlemek pınar başlarına git, :genç kızların, köy türkülerini söyleyişini, yerinde dinle, Garip çoban:Yalnız başına kırlarda dolaşan, sürülerini kırlarda gezdiren insan. deyince, ”Sana da aferin, siz galiba müzik dersini ihmal ediyorsunuz. Türkçeleriniz bu kadar güzelken şarkıların seslerini çıkaramamak bir eksikliktir. Müzik ödevlerinizi de önemsemenizi bekliyorum!” dedi, güldü. İstiklal Marşı’nı söyletti. Onuncu Yıl Marşı’nı sordu. Harun Özçelik tahtaya yazdı. ”Bu iki marş, doğru olarak her zaman söylenebilmelidir!” Öğretmen bu kez çok neşeli olarak dersliğimizden ayrıldı. Arkasından Ömer Uzgil dersliğe girince “Günaydın!” dedikten sonra gülümseyerek:”Adem Gürçağlayan’ı çok memnun gönderdiniz, belli oluyor, dersine çalıştınız herhalde. Bunu her zaman yapın, Öğretmenlerinizi üzmeyin!” Kalınca iki kitabı kürsüye bıraktı. Resim defterlerimizin ödev sayfalarını sıralara açmıştık. ( Öğretmen böyle istiyor)Bir eli cebinde bir elinde sivri açılmış bir kalem, tüm defterleri gördü. Kürsüden kitabın birini aldı, açıp ilk sıralardan birine koydu:”Bakın karıştırın, arka sıraya verin, onlar da baksınlar!” dedi. Öteki kitabı da açıp öteki bir sıraya verdi. Kendisi tahtaya bir at, bir köpek, bir kedi resmi çizdi. Geçen çizdiklerine hiç benzemeyen resimlerdi bunlar. Arkadaşlar hep baktılar. İsmet, ”Bunlar daha güzel oldu!” dedi. Öğretmen, ”Bir hafta da daha güzelini ben yapıyorsam, siz de yapabilirsiniz!” dedikten sonra açıkladı. ”Daha güzel değil, resimde duruştur fark ettiren. Gerçekte atlar da farklı durur. Otlayan atla, ürkmüş, korkmuş at başka başka atlar gibidir. Kitaplarda bunları daha iyi göreceksiniz, dikkatli bakın!” dedi. Gerçekten kitapta bir atın yirmi değişik resmi vardı. Kedilerin, köpeklerin duruşları ilgimizi çekti. Gerçekte bunları hep görmüştük ama, Öğretmen dikkatimizi çekinceye dek hiç önemsemedik. Öğretmenin sözlerinden sonra köyde köpeklerle oynadığımızı anımsadım. Yiyecek verirken karşımıza geçerler, türlü şekiller alırlar. Hele yiyeceği havaya atınca iki ayakları üzerinde sıçramaları boylarını iki kat uzatıyordu. Koşarken de öyle, sıçrarken de. Atlar çayırda otlarken, karşılıklı itişip kakışmaya başlarlar, bir birlerinin ağızlarını ısırmaya çalışırlar, iki arka ayakları üzerine kalkıp insan gibi dikelirler. Bu durumları görülmeğe değer görüntüler oluşturur. Öğretmenin kitaplarındaki atları görünce bunları anımsadım. Birileri bunları saptamış, resimlere dönüştürmüş. Kedileri, hele hele tavukların, horozların görüntülerini çizebilsem çok güzel resimler çıkacaktır. Durup dururken leylekleri anımsadım. Gagalarını vuruştururken bedenleri pehlivanlar gibi kıvrılır, kanatları biri yere diğeri havaya iner kalkar. Yavrularına yem verirken sakin sakin davranırlar. O sıra bir yabancı geçerse ona karşı hemen sertleşirler. Bunlar istenirse çizilebilir. Öğretmen “Konuşmak isteyen varsa, konuşsun!” dedi. Kalktım bunları anlattım. Öğretmen gülümseyerek dinledi. Sonunda, ”Sen konuyu kavramışsın, şimdi sebat edip yapma safhasına geçmek, söylediklerini yapmak gerekecektir. Sen bunu yap!” Zil sesi ile Öğretmen toparlandı, Almanca dersinde olduğu gibi Auf Widersehen, dedi, biz de Auf Widersehen deyip uğurladık. Ceketlerimizi çıkarıp arka bahçeye çıktık. . Öğretmen yoklama yaptırdı. Bir arkadaş eksik. Sami Akıncı yok. ”Kaçtı!” diyenler oldu. Niçin kaçsın? Öğretmen önemsemedi. Koşar adımla Babaeski yoluna yöneldik. Bir çisenti başladı. Önce aldırmadık, gittikçe çoğaldı. Tam yağmura dönüşünce koşar adımla okula yöneldik. Okula girdiğimizde tam anlamıyla sucuk olmuştuk. Öğretmen, ”Havayı tam okuyamadık çocuklar, bu da bir deneyim, başka zaman bundan yararlanmak için gözlemlerimizi iyi değerlendirelim. . Dersliğe ıslak olarak girdik. Kaloriferler iyi ısıtıyor, çabuk kurulandık. Sami’ye duyurmuşlar, Sami Ömer Uzgil’den izinliymiş. Sinema belgelerini hazırlamışlar. Yemekte dağıtılacakmış ama sinemaya gitmek yok. Sinema gününü sinema yönetimi haber verecekmiş, bir Öğretmen gözetiminde gidilecekmiş. ”Haydaaaa! ne anlamı var bunun? diye bağıranlar oldu. Mehmet Yücel sinirlendi, ”Arkadaşlar gereksiz yere can sıkıntısı yaratıyorsunuz. Biz yatılı okul öğrencisiyiz. Hiç bir hakkımız yok. Kendi başımıza bir yere gidemeyiz. Şunu böyle kabullenip yerimize oturalım. Olmayan hakkımızı varmış sanıp da böbürlenmeye kalkmayalım!” Arkadaşlar. Mehmet’i alkışladılar. Yeni öneriler ortaya atıldı, okul dışından arkadaş edinip onunla sinemaya gitmek. Sami, bunun olabileceğini, ancak aklı başında bir insanın belge imzalaması gerektiğini söyledi. Bu kez bana takılanlar oldu “Hani senin burada çok tanıdığın vardı? ”Ben hemen yanıtladım. ”Benim tanıdıklarım fabrikada çalışanlar, sinemacılar değil. Onlar halk içindeki yetkisiz insanlar… Bayrak törenini içerde yaptık. Adem Öğretmen, küçüklerden birine ses verdirdi, . Çocuk küçük, ince ses verdi, marş güzel söylenemedi. Ancak Öğretmen bu kez ses çıkarmadı. . Gün boyu, oturup Türkçe, Tabiat Bilgisi çalışacağım. Türkçe notum iyi olmalı. Mehmet Başaran şiir defterini gösterdi. Vahit Dede’nin sevdiği şair Rıza Tevfik’ten iki şiir var, onları alıp yazdım. Uçun Kuşlar Uçun, Doğduğum Yere, Tevfik Fikret’in Mezarında. . Oldukça uzun şiirler. Şairin şiirleri bir kitap dolusu. Başka güzel şiirleri de var. Bir şiirinde, Sıra dağlar mordu, sular kırmızı, -Suları berklerdi bir peri kızı-Alnından öperken akşam yıldızı-Yeşil gözlerine meftundur sandım. Dizelerini çok sevdim ama şiir çok uzun, yazmadım. Mehmet Başaran bunları durmadan okuyor. Necmettin Halil Onan’ın şiirini okuduk. Öğretmen bu şiir üzerinde çok duruyor. ”Dur yolcu, bilmeden gelip bastığın- Bu toprak, bir devrin battığı yerdir-Eğil de kulak ver bu sessiz yığın-Bir vatan kalbinin attığı yerdi…. . Ezberleyeceğim. Mehmet Başaran da ortaokula başlamış, yarım bırakmış. O da Lüleburgaz’da ortaokul açılsaymış orada okuyacakmış. Lüleburgaz’da ortaokulun açılması gecikince Uzunköprü´ye gitmiş. Burası açılınca dönmüş buraya gelmiş. O da okumaktan başka bir düşüncesi yok. Sanat derslerini, sevmediğini söylüyor. Mehmet Başaran da küçükler grubundan. Konuşmaktan çekinen bir durumu var, çabuk sinirleniyor. En yakın arkadaşı, Hasan Üner, Hüseyin Orhan. Bunu bana kendisi söyledi. En çok korktuğu Öğretmen Fikret Madaralı. En sevdiği ders, Türkçe. En çekindiği arkadaş, benmişim. . Her an kavga edecek gibi davranıyormuşum. Gülerek anlattığı için hiç kızmadım. Ancak ben Mehmet Başaran’a kavga edecek ölçüde kızdığımı anımsamıyorum. . Zaten o böyle durumlara neden olacak davranışlardan kaçınmaktadır. . Gene de söylediklerini saygıyla karşıladım. Biz konuşurken Halil Basutçu geldi, bana sordu “Ne konuşuyorsun bu Menderesliyle? ” Güldük, ”Menderesli değil Mandirisalı. Mandirisa köyün eski adı. Şimdi Ceylan Köy. Mehmet Yücel geldi, Mehmet Başaran’a takıldı. Mehmet Başaran’la yaşıt kardeşi varmış, Köyde onlar kavga edince ikisini de dövermiş ama burada kardeşinin yerini Mehmet Başaran tutmuş. Bizi köylerine çağırdılar. Ben de onları karpuz zamanında bize çağırdım. Önce Mehmet Başaran çalışmak için izin istedi. Ben bu isteğe gönüllü katıldım. Koştum, şeker kutumu getirdim. Mehmet Yücel, ”Tatlı yiyelim, tatlı konuşalım!” dedi, ayrıldık. Halil gülerek, ”Ne gideceksin sinemaya, işte otur, her hafta bir arkadaşını yakından tanı, bir arkadaş kazan, hem de derslerini rahat rahat çalış!” diyerek beni destekledi. haftaya Sefer Tunca’ya gideceğiz. O da çok ağır başlı bir arkadaş. Sefer’i, hep öteki iki köylüsü Fettah Biricik, Ali Önol’la birlikte düşünüyoruz ama, Sefet Tunca çok farklı bir arkadaş. Nedense derslerde başarılı olamıyor. Bu nedenle de çok çekimser davranıyor. Arkadaş canlı, kimseyi kırmak istemiyor. Buna karşın, oldukça geçimsiz iki köylüsünü savunmaya çalışırken bazı çelişkilere düşüyor. Bu nedenle kendi sevgisini harcadığı oluyor. Benimle iki kez karşı karşıya gelişi böyle bir savunma nedeniyle oldu. Sonunda anlaştık zaten , tartışmamız yersizdi. Üstelik, olayda onun hiç yeri yoktu. Fettah aklınca bana takılmaya kalktı. Takılma sataşmaya dönüşünce ben de üstüne yüklendim. , oldu bitti, geldi, geçti…. Zili bekliyoruz, çalar çalmaz yatakta olacağım. Bu gece rüya falan yok, kafama hiçbir düşünce sokmayacağım. Zil çaldı, defteri kapattım, kalemi kutusuna koydum. Yarın açılmak üzere. Arkadaşlar konuşuyor, ”Edirne’de ne iyi idi, cumartesi, pazar geldi mi rahatça çıkabiliyorduk!” Gülüyorum, bazı arkadaşlar ya unutuyorlar ya da hiç anlayamıyorlar. Öğretmenler kaç kez söyledi, Edirne’de de olsaydık bir takım kısıtlamalar olacaktı. İlk günlerin serbestliği okula alıştırmak içinmiş. Mustafa Ağabeyin anlattıklarını anımsadım. ”En zor günler, tatil günleridir, hele o cumartesi, pazar günleri geçmek bilmez!” derdi. ”Bu günlerin rahat geçmesi için bir müzik aleti kullanmayı öğren!” deyişini hiç unutmuyorum. Alpullu’ya taşınmayı bu bakımdan da şansızlık sayıyorum. Piyanolar, kemanlar, mandolinler Sinanlı köyündeki depolardaymış. Piyanolar için yer yoksa, mandolinler, kemanlar için de mi yok? Öğrencilere versinler, dolaplarımızda koruruz. Mandolin satın alabilirim. Bu düşüncemi beğendim. Bağlama gibi bir şey. Abbas Am cam kendi kendine öğrenmişti. Köye gidince onunla çalışırım. Çalışmaya yarın başlayacakmış gibi sevindim. Kalkıp gezmek geçti içimden, vazgeçtim. Birden kendimi okulun üst bahçesinde buldum. Yanımda yabancılar var. Okul önündeki yoldan bando takımı geçiyor. Marşlar çalınıyor. Bandoyu Vahit Dede yönetiyor. Beni görsün diye herkesin önüne çıkıyorum. Birileri beni tutup geriye itiyor. Avazım çıktığı kadar bağırıp Vahit Dede’me duyurmaya çalışıyorum. İnsanlar gülüyor. ”O senin Vahit Dede’n değil, Salih Omurtak!” diyorlar. Daha çok sinirlenip öne çıkmaya çalışıyorum. Çırpınırken uyandım. Çok üzüldüm. Niçin üzüldüğümü de anlayamadım. Gerçekte rüyalara pek aldırmam. Babamın öğütleri arasında rüyaların umursanmaması vardır, buna saygı duyarım. Gene de etkisinde kalıyorum. Hilmi oldukça horultulu uyuyormuş, bilmiyordum. Onu dinlerken uyumuşum.

 

22 Ocak 1939 Pazar

 

İsmet: “Dayı, bu ne uyku? Akşam geldim, uyuyordun, uyandırmadım, şimdi geldim, uyuyorsun, kalk bugün annemle babam gelecek. Belki de gelmişlerdir. Kırklareli’den trenle gelecekler, akşam yine trenle dönecekler.” Telaşla kalktım, hazırlanıp dersliğe indim. Arkadaşlara katılıp kahvaltıya gittik. Zühre teyzemi göreceğim için sevinçliyim ama birden içimde bir burukluk oldu. Onları okula getirebilecek miyiz? Edirne’de gelen konuklar için yer vardı. Burada öyle bir yer yok. Kimse de böyle bir yerden söz etmedi. İsmet bunları düşünmeyebilir. Ben teyzeme karşı çok mahcup olacağım. Muhittin Eniştem çaresini bulur ama ben tedirginim. Ali Ağabeyim ilk geldiğinde Baş Öğretmen Ferit beyin odasına gitti. İkinci gelişinde ayaküstü konuştuk. Teyzem için böyle düşünemiyorum. İsmet durumu Ömer Uzgil Öğretmene anlatmış, imzalı kağıt almış, 44, 66 izinlidir.

Koşa koşa istasyona gittik. Tren yeni geldi. Teyzemler indi. Ellerini öptüm, beni iyi bulduklarını söylediler. Utanarak, ”Burasını daha iyi öğrenemedik, sizi nasıl gezdireceğiz?” demeye kalkıştım. Eniştem, “Biz akşama döneceğiz, okula gelmeyiz, bizim burada yakın tanıdığımız var, sizi onlara götürüp tanıştıracağız. Sen istersen katılabilirsin, İsmet’in onlara çıkmasını istiyoruz. Hiç değilse 2 haftada bir çıkarsa banyo gereksinimlerini giderir. Çok yakınımızdırlar, beraber çıkabilirsiniz.” Tanıdıkları fabrikada görevli arazi müfettişi imiş. O tarafa sık sık gider eniştemin konuğu olurmuş. Konuşa konuşa Büyük Kapı olarak anılan yere geldik. Önünden çok geçtiğim bir salona geldik. İçerde insanlar var, biri koştu, enişteme sarıldı teyzemin elini öpmek için eğildi. Bizi tanımak için gelmeyi düşünürmüş, zürra günlerinin yoğun olması nedeniyle gecikmiş. İşler azalmış, bundan sonra bizimle ilgilenecekmiş. Hiç durmadan, konuşan biri. Bizi içeriye aldı, çalışma yeri buradaymış, oraya geçtik. İsmet’i tanıyor ama İsmet onu tanımıyor. Ya da tanıyamadı. Bizim köye de gelmiş, ben bir çok pancarcıyı tanırım ama bunu görmemiştim. Köyümü söyleyince babamı, Ali Ağabeyimi, kahvemizi anımsadı. Ali Ağabeyimin geçen hafta geldiğini söyledi. Ali Ağabeyimin gelişini ben İsmet’e söylememiştim. Bu nedenle “Görüşemedik, hava çok yağmurluydu, haber göndermiş, yakında ablalarımla geleceklermiş!” dedim. Müfettiş Bey, yorgunluk durumlarını sordu. ”Değiliz!” yanıtını alınca, ”Eve gitmeden önce size fabrikanın bir bölümünü gezdirebilirim. Böyle bir fırsat sizin de benimde elime zor geçer. Ben bugün dahiliye nöbetçi amiriyim. Sorumlu olduğum bölümlerde enteresan bulacağınız görüntüler var, isterseniz hemen gidelim!” Tevzem, eniştem hazırlandı, fabrikaya girdik. Dışardan sessiz sakin görünen fabrika içerde harıl harıl çalışıyor. Yine dışardan küçük gibi görünmesine karşın içinde öyle bölümler var ki insan şaşırıyor. Pancarların yıkanmasından sonra parçalanmaları, parçaların küspeye dönüşmesi, küspeden şıranın ayrılması, bir çok kazana, oluğa girip çıktıktan sonra şarap rengi bir şerbete dönüşmesi bizi şaşırttı. Ayrıca teyzem hepimizden çok heyecanlandı. Fabrikayı böylesi karmaşık düşünmemiş olacak. Bir süre oturdu. Teyzemin oturması nedeninden mi, yoksa gerçekten dediği gibi mi? Müfettiş, “Benim yetki alanım bu kadar. Şıranın şekere dönüşmesi tarafındaki nöbetim, ilerde, inşallah orasını da birlikte göreceğiz!” dedi. (Bize dönerek) ”Sizi o nöbetimden önce gezdirebileceğimi umuyorum!” dedi. Fabrikadan çıktığımızda ancak ayırdına vardık, tam üç saat gezmişiz. Teyzem “Ben çok yoruldum, saate bakmaya gerek yok, ayaklarıma kara su indi!” dedi. Gene Müfettişlik binasına uğradık. Oradan eve gittik. Ev, Fabrika kodamanlarının bölümünde. Bu sözü bize geçen hafta konuştuğumuz okula yakın yerde oturan komşu kişiler söylemişti. Müfettiş Rıfkı Çelikkol yıllardan beri Trakya bölgesindeymiş. Bölgelerin özelliklerini çok iyi biliyormuş. İsmet, “Tarım dersinde, Tabiat Bilgisi dersinde, coğrafya dersinde biz de Trakya’nın özellikleri okuyoruz!” deyince, bu konularda yardımcı olabileceğini ekledi. Ders sözü geçince eniştem, ”Çocuklar biz size sormadan muhabbeti uzatıyoruz, sağolsun Rıfkı Bey tatlı dillidir, o tatlı dilini bizden esirgemez, sizin ders durumlarınız nasıl? Yarın sınavlarınız var mı?” diye sordu. Ben zaten sıkılmış, içimden “Eyvah tüm pazar geçti, yarınki sınav ne olacak? ”deyip duruyordum. İsmet de öyleymiş her halde, ”Yarın zor bir sınavımız var!” deyiverdi. Teyzem sessiz sakin bizi izliyordu. Ağlamaklı bir sesle “Tatilde ikinizi de bekliyoruz!” diyebildi. Ben ellerini öptüm. arkamı dönmeden gerisin geri çıktım. Rıfkı bey, ”Ben onları bırakmam, yarın sınavdan sonra gelin!” dedi. Eniştem, ”Siz Rıfkı beyi rahat bırakmayın!” diyerek karşılıklı gülüştüler;biz ayrıldık.

İsmet, anne-babasına aleyhinde konuşmadığım, şakalaşmalarımdan, söz etmediğim için teşekkür etti. Koşar adımlarla okula döndük. Benden kimsenin haberi yok gibi, İsmet’e “Neredesin, seni arıyoruz, nerelere kayboldun?” türünden sorular yağdırdılar. Mehmet Yücel “Ben biliyorum, onu dayısı götürdü!” deyince ben, ”İşte bunu bilemedin, İsmet beni götürdü!” dedim. İnanmadı, ”Onun burada tanıdığı yok!” diye diretti. Ben de olayı biraz abartılı anlattım. Müfettiş Rıfkı Çelikkol sözde kaç gündür arıyormuş, sonunda bulmuş, benim yardımımla İsmet’i evine götürebilmiş. Bu kez İsmet’e “Sen deli misin, gidecek bir ev bulmuşsun da naz mı ediyorsun? ” türünden sataşmalar oldu. İsmet benim sözümü yalana çıkarmadı, anne-babasından söz etmedi. Tanıdığı babasının yakın arkadaşı olarak belirtti. Bize fabrikayı gezdirdiğini söyledi. Buna herkes sevindi “Bizi de gezdirsin” diye çığlık atanlar oldu. Ben Türkçe kitabımı açıp çalışmaya başladım. Sanki içim kurumuştu, okuduğumu anlamıyordum. Zühre teyzem gözümün önünden gitmiyordu. Eniştem, Rıfkı bey saatlerce konuştular, teyzem sürekli bana baktı. Bir ara ağladığını sandım. Kesin ağladı diyemem ama gözleri yaşlıydı. Bana baktığına göre beni düşündüğü kesin. Daha doğrusu bana bakıp gerçekte annemi düşündü. O anda ağlamak geçti içimden. Annem, Zühre teyzem, iki kardeş, çocuklukları, oyunları, kavgadalı, barışıklıkları, yetişkinlikleri. Daha sonra ayrılıklar, özlemler, karşılıklı teselliler. Teyzemin gözünde bunların hepsi bitmiş gibi salt bir ben varım ortalıkta. Ben teyzem gözünde geçmişin ne kadarını anımsatabiliyorum? Teyzem gözümün önünden gitmiyor. Ağlamak istiyorum, tuvalete gittim ağlayamadım. Yatınca başımı örtüp ağlamayı deneyeceğim. Teyzemi görünce çok sevinmiştim. Bunun derslerimi çalışmada yararı olacağını da düşünmüştüm. Tam tersi oldu, çok üzgünüm. Türkçe Öğretmeni derste yazarları da sorarım, dedi mi demedi mi? Bana sordular “Demedi” yanıtını verdim. Yazarların çok önemli olduğunu, ilerde bunları tek okuduğumuz parçalarıyla değil, öteki eserleriyle de tanıyacağız” gibilerde sözler söyledi ama, “Bu yazılıda yazar sorarım!” gibi bir söz söylemedi. Müfettiş Rıfkı Çelikkol’u, düşündüm, çocuğu yokmuş. Hiç mi olmadı, oldu da öldü mü? Eşi Öğretmenmiş, şimdilerde Öğretmenlik yapmıyormuş. Öğretmenliği niçin bıraktı acaba? Evleri çok güzel, yemyeşil bir bahçe içinde. Bahçede çalışan insanlar var. Bunları düşündüm. Biraz sakinleştim, okuma kitabımı gene açtım. Yazar olarak kitabımızdan parçalarını okuduğumuz kişiler. Ahmet Haşim, Ömer Seyfettin, Kemalettin Kami Kamu, Enis Bahiç Koryürek, Falih Rıfkı Atay. Gene teyzem geldi gözüm önüne. Annemin yüzünü hiç anımsayamıyorum. Annemin memesinden süt emdiğimi, annemin ablamın kızını kucağına aldığı zaman “Bırak onu!” diye iteklediğimi anımsıyorum ama yüzünü bir türlü toparlayamıyorum!” . Zühre teyzem bunu sordu”. Annenin yüzünü anımsıyor musun? ”Anımsayamadığımı söyleyince, yüzü değişti, ağlamaklı bir sesle “Üç kız kardeştik, içimizde en güzeli, annendi. Elif ablamla ben onu kıskanırdık. Gene de aramızda paylaşamadığımız oydu. Ablam onu yanına çeker, ben bırakmazdım, ben çektiğim zaman da ablam bırakmazdı. Sevildiğini anladıkça ikimize de çok bağlanmıştı. Evlenince köyden ayrılması bizi çok sarsmıştı. Bunu bildiği için sık sık gelirdi. Erkek çocuğu olsun istiyordu. Ablalarından sonra hep bunu düşünürdü. Benim ilk doğumumda yanımda olmuştu. Ayşe doğunca hem sevindi hem üzüldü. Beni üzmemek için sevinçli görünüyordu ama, kız olduğu için içinden üzülüyordu. Günler sonra bunu boynuma sarılarak söylemişti. Senin doğumun çok zorlu geçmişti, öyleyken sevinçten ağlamış, senin için yaşamak istediğini söylemişti!” Teyzemin bu sözleri kulaklarımda kaldı, sürekli onları duyar gibiyim. Gözleri gözlerimin önünde. Onun gözleriyle ablalarımın gözlerini birleştirip annemin göz rengini düşlüyorum. Ortalıkta ses kalmadı, herkes uyumuş durumda. Geç olduğunu anladım. Uyumam zor oldu.

 

23 Ocak 1939 Pazartesi

 

İsmet uyandırdı. Dersliğe gitmiş beni göremeyince koşmuş gelmiş. ”Rüya mı gördün?” diyor. ”Ne rüyası? Uzun süre uyuyamadım!” diyemedim. ”Bazan çok uyuyorum!” deyip geçiştirdim. Kahvaltıda Fikret Madaralı Öğretmeni görünce, sınava girmiş gibi kendime çeki düzen verdim. ”Ne soracak acaba? ”Herkes bir birine bunu soruyor. Mehmet Yücel en güzel yanıtı veriyor;az sabredin, yazılıdan çıkınca neler sorduğunu öğreneceksiniz!” Kahvaltıdan sonra koridorda toplandık, Adem Gürçağlayan yok. Ömer Tunalı komut verdi, İstiklal Marşı’nı söyledik. Ömer Tunalı Öğretmen marş söyleyişimizi beğendi. Sessizce dersliğe geçtik. Fikret Madaralı Öğretmenin koridorun öbür ucundan çıktığı, fısıldandı, herkes sus pus. ”Günaydın!” deyince canlı bir sağol çekildi. Öğretmen gülümsedi, azıcık durdu, hepimize “Çalıştınız mı? ” diye sordu. ”Çalıştık!” yenler oldu. ”Sesler biraz zayıf çıktı, isterseniz iki gün sonraya bırakabiliriz!” dedi. Sami, İsmet, öndeki küçükler takımı “Çalıştık Öğretmenim!” diye daha yüksek sesle bağırdılar. Öğretmen çantasından bir kağıt çıkardı, elinde katladı. Yazılı kurallarını anlattı. ”Yazılar okunaklı olacak, sorulara açık, kısa yanıtlar verilecek, birinci ders zili çalınca kağıtlar toplanacak. Kağıtların üst sağ köşesine adlar, soy adlar, numaralar yazılacak, tarih atılacak!” Dikkatle dinledik, hazırız. Öğretmen önümüzde duran kağıtları kaldırttı;nedense kağıtları kaldırıp gösterdik. Öğretmen gördükten sonra, . numaralarımızı, adlarımızı yazdık. 1. Soru:Okuduğumuz Gemiciler şiirinden”Nerde korkak Venedikli ey deniz? Sözleri nerede geçiyor, kimler kimlere bu sözü soruyor? Bu sözlerin bizim tarihimizle ilgisi var mıdır? Kısaca açıklayın 2. Ezber bildiğinize göre şiir nasıl bitmektedir? .Şiirin şeklini düşünerek, şairin şiirine nasıl bir özellik kazandırdığını anlatın? 3. Poyraz, Rehber, vefakar, ahenk, mehtap, kalender, fedai, hilal sözlerinin anlamlarını yazıp, birer cümlede kullanın. 4. Okulumuzun Edirne –Karaağaç’tan Alpullu’ya gelişini kısaca anlatın!” Soruları yazdık. Öğretmen bir kez daha okudu, ”Başlayın!” dedi. Şiiri ezber biliyorum, sık sık okuduğum için de iyi bildiğime inanıyorum. Birinci soruyu hemen yanıtladım. 2. soruyu bir türlü anlayamadım. ”Poyraz var, yelken dolar, gemi sanki kanatlı, Nağmelerin yorulmayan dalgalardan bahtiyar. Burada olanları yurdumuza gönderelim!” dedim, Şiirin şekli E harfin benzemektedir. Çünkü şairin adı Enis Behiç Koryürek’tir. Şair ilk adının ilk harfine benzetmiş. Poyraz, mehtap, fedai, hilal, vefakar sözlerini anımsadım, yazdım. Okulun yer değiştirmesinde çok düşündüm. Bizim trene binip güle oynaya gelişimiz mi yoksa, askerlerin okul binasını alıp bizi bir bakıma dışarı atmaları mı anlatılacaktı? Ben, bir gün, trene binip, yollarda gördüklerimizi, Alpullu’ya gelince benim sevinmemi arkadaşlarınsa üzüntülerini anlattım. Zil çalarken kağıdımı verdim. Bir çoğu yetiştiremedi. Kağıdımı verirken Öğretmen sordu, ”Nasıl, sorular kolay mı? ”dedi. ”Kolay!” diye yanıt verdim. Öğretmen, gülerek “Göreceğiz bakalım, öğrenciler hep kolay bulur ama açıp kitaplara bakınca aldandıklarını görürler. Bakalım sen ne diyeceksin? ”Kağıtları aldı gitti. 2. derste Gemiciler şiirini açtık. Birinci soruya verdiğim yanıtı doğru gibi algıladım. Tam olarak ne yazdığımı unutmuş olmakla birlikte büyük bir yanlışlık saptayamadım. 2. soru yanıtlarım doğruydu. 3. soruda yazdığım 5 sözcük de doğru çıktı. 4. Soru üzerinde Öğretmen durmadı. Bu sizin için bir olay anlatma denemesi olacak. Yazılarınıza, kurduğunuz cümlelere bakacağım!” diyerek yorum yapmadı. Şiiri okuttu, sözcükleri bir daha açıkladı. Sonucu, sıra ile arkadaşlara sordu. Doğru dürüst yanıt alamayınca, hepimize döndü, ”Kimler doğru yazdığına inanıyor? diye sordu. Kimse parmak kaldırmadı. Sami Akıncı’nın sustuğunu görünce birden ürperdim ama çabuk toparlandım, parmak kaldırdım. Öğretmen gülerek bir parmak kalktı bakalım, o da ürke korka kalktı, söyle bakalım!” Yazdığım gibi şiirin son bölümünü okudum. Bu neşeli günleri yurtta yaşayan arkadaşlarımıza…. Derken Öğretmen, ”Di mi ya! . . . diyerek sözü aldı, kendisi anlattı. Öğretmenin anlattığı ile yazdığım arasında bir fark sezdim ama derecesini kavrayamadım. Öğretmen “Bakalım göreceğiz. Başka yazılı yoklamalarımız da olacak, bundan böyle sözlü yoklamalar da yapacağız. Bu ilk yoklamadır, alışacaksınız, alıştıkça kusurlarınız azalacak!” diyerek bizi teselli etti. Zil çalınca birden matematik dersi korkusu Türkçe dersini unutturdu. Kimse yerinden kımıldamadan Ahmet Gürsel Öğretmeni beklemeye başladı. Her zaman Öğretmenleri muştulayan Bekir Temuçin, işaretini verdi. Öğretmen gülerek geldi “Günaydın!” dedikten sonra “Türkçe yazılımızın nasıl geçtiğini sordu. Arkadaşlar “İyi geçti!” dediler. Bu kez Öğretmen öğleyse siz benim dersime iyi çalışmıyorsunuz!” dedi. Cebinden küçük bir defter çıkararak notlarımızı numara sıramıza göre . 4, 3, 3, 5, 2, 4, 10, 2, 6, 4, 3, 8, 5, 5, 4, 8, 3, 4, 3, 7, 5, 5, 4, 4, 3, 4, 2, 2, 3 olarak okudu. Sami Akıncı 10, İsmet, Bekir 8, benim 7. çok sevindim. Öğretmen 1/3’ünüz bile geçecek not alamadınız. Böyle giderse çok zorlukla karşılaşacaksınız!” dedi. Yazılıda sorduklarını sıra ile yeniden sorarak, sonuçları buldurdu. Sorulara verdikleri yanıtları iyi anımsamayanlardan bazı arkadaşlarımız, verdikleri yanıtların okunmasını istediler. Öğretmen, ”Kalem, silgi kullanmamak koşuluyla kağıtlarınızı dağıtacağım, okuyacaksınız, düşüneceksiniz, sonra bana getireceksiniz!” dedi, kağıtları dağıttı. Ben de daha doğru yaptığımı sanıyordum ama, pek de emin değildim. Kağıtların dağıtılmasına sevindim. Geometri bölümünden bir, aritmetikten iki not kaybettiğimi gördüm. Aritmetik düpedüz yanlış, gördüm, geometrinin neresi yanlış anlayamadım. Ancak, Öğretmen bir çizime olmamış işareti koymuştu. Öteki arkadaşlardan kimse soru sormadı, herkes kağıtlarını sessizce geri verdi. Benim içimde bir kuşku olmasına karşın, ben de sustum”. Notum iyi olduğuna göre kusurlarımı, ilerde düzeltirim!” diye düşündüm. Ben böyle kendi kendime içimden konuşurken Öğretmen “66, sen kusurunu gördün mü? Senden bir numara kırdım. Nedenini anladın mı? ” diye sordu. Anlamadığımı ancak bir kusurum olmasa kırmayacağıma inandığımı söyleyince, ”Bravo, böyle güvenli olmalısınız. Bu hem kendinize, hem de başkalarına güvenme alışkanlığını geliştirir. Arkadaşınız işlemediğimiz bir konudan yararlanarak sorduğum dik üçgen için gereksiz bilgilere sapmış, kenarların uzunluğunu belirtikten sonra, kare kökleri üzerindeki bağlantılarını da anlatmış. Aslında doğru yapmış ama matematik bir muhakeme, bir ölçü, bir denge bilimidir. İyi bir matematikçi, nerede duracağını bilmelidir. Dikkatini çekmek amacıyla bu soruyu yok saydım!” Kare kökü almayı kavramışsın, ileriki yazılılarda, sözlü yoklamalarda bundan yararlanacağını umarım. Arkadaşınız Sami de bu konuyu iyi biliyor, birlikte çalışın!” deyince, Ben, ”Zaten çalıştık, karekök almayı ben Sami arkadaştan öğrendim!” deyince Öğretmen , bu kez arkadaşlara “Bakın bu çok önemli, karşılıklı yardımlar, öğrencilerin kendi kendine aşamadığı konularda önünü açar, sıkılıp kalmaları önler. Arada bir birlikte çalışmalar çok yararlı olur. Yatılı okulların iyi bir yanı budur;birlikte çalışmalara çok elverişlidir. Bunu şimdiden denemelisiniz!” Ders arasında Öğretmen çıkınca arkadaşlar arasında büyük bir gerginlik görüldü. En küçük şakalara küfürle karşılık verenler oldu. İsmet hoşnut olanlardan biri, Hüseyin Serin’e “Çalışsaydın, dayım hepimizden zayıftı, çalışarak iyi not alabildi!” der demez Hüseyin, ”Dayın yalancının biri, ne zaman Sami ile çalıştı, kim gördü? ” gibi anlamsız bir söz söyledi. Bunu duyunca ben, kalktım, oldukça sinirli “Sen ne söylüyorsun? Bir daha tekrar eder misin? ” deyince, Bu kez Sami, Hüseyin’e”Biz çalışmamızı senden mi soracaktık? Beraber çalışma, saatlerce, günlerce yan yana oturmak değil, arkadaş takıldığı noktayı bana söyleyince bilirsem söylüyorum. Bundan senin haberin yoksa öğren! . Çalışan, konuların tamamını değil, takıldığı noktaları sorar. O arkadaş böyle yapıyor. Söylediği yalan değil. Yalan olsa önce ben söylerdim, yalan olduğunu! ’”Sami arkası dönük konuşurken Öğretmen girdi, yavaşça Sami’nin arkasına geldi. Sami sözünü bitirince, ”Aferin iyi söyledin, kime söyledinse umarım doğru anlamıştır!” dedi. Sami oturdu. Azıcık yüzü renklendi ama sevildiğini bildiği için çabuk geçiştirdi. Öğretmen, tartışmanın nedenini sanırım duymamıştı, bir rastlantı olacak, bana bakarak ”Gelelim şu sizin davanıza deyip tahtaya bir dik üçgen çizdi. Önce açıların özelliklerini açıkladı. Dik açı derecesini kesinlikle kuram olarak belirtikten sonra kalan iki açının olasılıkları üzerinde durdu. 2. Kuram, bu iç açı toplam derecesinin dik açıya eşit olma zorunluluğunu vurguladı. Bilimsel kesinliği olan kuralların bilinmesini, bunlara da teorem dendiğini tekrarladı. Teorem:1. Bir dik üçgenin bir açısı 90 derecedir. Teorem 2. Bir dik üçgenin dik açı dışındaki açılarının toplamları 90 derecedir. Böylece bu teoremler, çözümlerde olduğu gibi benimsenip ileriye gidilir. Bunları tekrar tekrar kanıtlamaya gerek kalmaz. Tahtaya bir dik üçgen çizdi. Bizler de birer dik üçgen çizdik. Bir birimize gösterdik hepsi başka başka. Ama bir ortak noktaları var;hepsi dik üçgen. Öğretmen tahtadaki üçgenin üç kenarına da birer kare çizdi. Biz de çizdik. Gene bir birimizin çizimlerine baktık, hepsi başka başka. Öğretmen, bunların ortak özelliklerini söyledi. İki küçük karenin toplamının büyük kare toplamına eşittir. Zil çaldı. Öğretmen, Bu konuda düşünün, kitabınızın bu bölümünü okuyun. Geometri dersinde ilginç bir konuya geldiniz. Burada öğrendikleriniz, öteki yıllarda da sık sık karşınıza çıkacaktır!” dedi. Herkes sıkılmış durum da, Mehmet Yücel bana bağırdı “Söylesene, bu neden senin davan oluyor? Benim bildiğim bu dava “Eşek Davası”dır. Öğretmen neden sana, “Sizin davanız, dedi. ? Ben yanıtımı hemen verdim. Öğretmen benimle” Siz’li” konuşmaz, siz çoğul için kullanılır. O halde Öğretmen bana değil hepimize söylemiş bulunmaktadır. Üstelik ben bu konuyu öğrenmiş bulunuyorum. Öğrenmemiş olanlar düşünsün!” Mehmet Yücel beni alkışladı, ”Sen davanı kazandın!” dedi. Arkadaşların çoğu kırık not alma nedenlerinden çok iyi not alanları çekiştirmeye yöneldiler. . Sami Akıncı için eleştiri yok. Her kes” O çok çalışıyor!” deyip geçiyor. Daha çok İsmet’le Bekir Temuçin, dile dolandı. ”Onlar çok mu çalışıyor? ”Yemekte Halil uyardı. ”Bırakın şu, bir birinizi yermeyi, daha çok çalışalım, daha çok not alalım. Soruları doğru yanıtlayanlara pek ala not veriliyor. Burada konuşarak not arttırılmaz!” Yemekten sonra bizim grup Marangozluk Atölyesi, Halil’lerin grubu Yapıcılık Atölyesine gidecek. Ben içimden, Salih Baydemir’le Halil’le aynı grupta olamadığıma üzülüyorum. Bu kez Halil deyiverdi :”Sen de bizim grupta olsaydın!” Dersliğe dönünce, dünkü fabrika gezimizi anlattım. Biz konuşurken İsmet geldi, Bu kez Halil, İsmet’e sordu “Sizi gezdiren yetkili kimdir, bizi de gezdirir mi? Müfettiş Rıfkı Çelikkol’u ben de öğrendim ama, adını, görevini. Muhittin eniştemi, yani İsmet’in ailesiyle ilgisini bir türlü öğrenememiştim. İsmet’lerin evinde kiracı olan karı koca Öğretmenlerin akrabaları imişler, kadınların biri ile erkeklerden bir kardeşmiş, ötekiler de çocukluk, okul arkadaşlarıymış. Onlara geldikçe İsmet’in anne-babasıyla da yakınlaşmışlar, sonra onlara da gelip gitmeye başlamışlar. Rıfkı Bey, bölge yöneticiliği yapmış, pancar ekicileri tarafından sevilen biriymiş. İsmet bir öneride bulundu. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmene söyleyelim, bizi götürsün!” Marangozluk atölyesinde Naci. İnan Öğretmenle çalıştık. Yamuk Oda depo olarak kullanılacakmış. Daha önce depo olarak ayrılan küçük oda kitaplığa dönüşecekmiş. Sevindik. Naci Öğretmen ölçüler verdi. Bu ölçülere uygun tahtaları kesip önce rendeden sonra da planyadan geçirdik. . Hüseyin Orhan, bizim grup içinde en iyi planyacı. Ben daha ziyade, kesip çakmalarda ustayım ama ince işlerde biraz dikkatsizim. Naci Öğretmen bana “Sen dülgersin, doğramacı değil!” diyor. Açıkçası, çatı, yapı işlerinde daha başarılı olurmuşum. Naci Öğretmenin yanında olunca seviniyorum, konuşmalara izin veriyor. Konuşmadığımız zamanlar da o söz atıp konuşturuyor. Bir ara susmuşuz. , Naci Öğretmen sordu, ”Sizin Tarım tarlanız ne oldu? dedi. Mehmet Başaran düzeltme yaptı “O tarla değil sebze bahçesi!” . Öğretmen güldü, ” Şimdiye dek ekilip bakımı yapılmamış bahçe görmedim, siz yeni bir bahçe mi icat ettiniz? . Mehmet Başaran sustu. Bu kez Arif Kalkan. ”Ekmedik ama sürdük ilk bakımını yaptık!” dedi. Naci Öğretmen, ”Eeee, anlaşıldı siz bu işe baş koymuşsunuz, yapacağınıza inanıyorsunuz. Ben sözümü geri aldım. Sizin sebze bahçesi ne durumda? ”dedi. Hep bir ağızdan “Çok iyi Öğretmenim!” Öğretmen gülerek “En sevdiğim sebzelerden biri kerevizdir. Onu da yetiştirirseniz, alıcısı olurum!” Bu kez bana sordu, ”Kerevizi sen de sever misin? ”Kereviz de nedir? ” diye sordum. Öğretmen şarkıya başladı “Bahçelerde kereviz, biz kereviz severiz!” Şarkıyı kesti, ”Sen çiftçi çocuğusun, kerevizi nasıl bilmezsin? diye çıkıştı. Arkadaşların hepsine sordu, bildiklerini söylediler. Naci Öğretmen bana “Bak hepsi biliyor. Bir sen mi bilmiyorsun? Ben, ”Onlar kerevizin ne olduğunu bilmiyorlar, ”Biliyoruz!” dedikleri, kerevizin bir sebze olduğudur, onu da şimdi sizden duydular!” Naci Öğretmen “İşte bu güzel, bu savunmanı beğendim. Doğrusunu istersen ben de kereviz sevmem, şaka olsun diye takıldım. Ama iyi bir sohbet oldu. Karşılıklı konuşmaları, işi atışmaya dökmeden sürdürmek güzeldir. Bakın ne güzel konuştuk, konuşurken işlerimizi sürdürdük. Sözümüz bitmedi ama zamanımız bitti. Zil çaldı, yarın devam etmek üzere, şimdilik işlerimizi bırakıyoruz!” Gülerek. bana, ”Yarın konumuz havuç olabilir, öğren de gel!” dedi. Mehmet Başaran “ Öğretmenim, arkadaş, karpuzla pancarı iyi bilir onları sorun!” deyince, Öğretmen Mehmet Başaran’a “Öyleyse yarın havucu sen anlatacaksın!” Hepimiz neşeliyiz, havuç, kereviz, patlıcan diyerek dersliğe döndük. Konuşmalarımı duyan öbür grup arkadaşlarımız bize takıldılar, ”Siz Marangozluk Atölyesinden mi yoksa Tarım Bahçesi’nden mi geliyorsunuz? ” dediler. Olayı baştan sona anlatanlar oldu, ötekiler de katılasıya gülerek bizim grubu kutladılar. Oysa bütün hüner Naci İnan Öğretmendeydi. Hiç değilse ben böyle yorumladım. Sözlerden anlam çıkarıp, soruşturarak neşeli bir noktaya getiren oydu.

Konuşmalara bir son verip coğrafya dersini daha dikkatli cevaplandırmayı düşünmeye başladım. Neler sorulur, nasıl yanıtlar verilir? Kitaptaki soruları çıkardım. Çalışmalarımı en çok harita ölçeklerini okumak, büyütmek küçültmek üzerinde yoğunlaştırdım. 1/200000 bir haritanın üzerinde 6 cm. bir yol kaç km. ? ” 1/1000000 ölçekli bir haritada 10 cm. olan iki kentin gerçek uzaklığı kaç km ? türünden sorular soruluyor. Öğretmen bunlara haritalarda renklerin neleri belirttiğini sorabilir. Bir de Trakya yöresi orman, su, bitki örtülerini sorabilir. Ayrıca dersleri düşündüm. Sabit Soysal Öğretmen derslerde nelere önem verdi, neler üzerinde gene gene durdu. Tuttuğum notlara baktım. En çok Trakya bölgesinde bulunan bitkiler, iklim, yetişen ürünler, iklim, yağışlar. Yollar, akar sular, suların yönleri, rüzgarlar. Yön tayini deyince fabrika bacası deneyi aklıma geldi, rüzgar yönlerini doğrulttum. Az duraladıktan sonra açtım Almanca kitabını Almanca çalıştım. der Soldat, der Junge, der Bruder, de Mensch-die Soldaten, die Jungen, dieBrüder, die Menschen diyerek 20 kadar sözü ezberledim. Yarısı tekil, yarısı çoğul. cümleler yaptım. Herkes harıl harıl coğrafya çalışırken benim Almanca çalışmam herkesten çok Halil Basutçu’nun ilgisini çekti. “Sen yazılılardan umduğunu bulamadığın için mi çok çalışmaktan vazgeçtin, yoksa coğrafya dersini küçümsüyor musun? ” Bir süre sustum sonra “Çok çalışınca gittikçe karıştırıyorum, bundan böyle son gece çalışmayacağım. Önce çalıştıklarımla yetineceğim!” Sözlerimi duyanlar önce güldüler, sonra da “Haklı olabilirsin!” dediler. Zil çalınca her zamanki gibi erkenden hazırlanıp yattım. Uyumadım, konuşulanları çaresiz duyuyorum. Benim söylediklerimi duyunca Mehmet Yücel, İbrahim haklı, ben de son dakikalarda okuduklarımın hiçbir yararını görmem, daha çok karışıklığa meydan verirler. Ama kesin bir karar verip İbrahim’in yaptığını yapamıyorum. Bunu duyduğuma sevindim. Mehmet Yücel arkadaşın bir çok sözü benim için yaralı, buna inanıyorum. Rahatladım O saat uyumuşum, Uyur uyumaz dürtüklendim: Kalk gidiyoruz, Müfettiş Rıfkı Çelikkol evleniyormuş, kalabalık insan toplanmış. Ben hiç birini tanımıyorum. Rıfkı Çelikkol’un hanımı yanıma geldi, bana “Buralarda neler oluyor böyle?” diye soruyor. Onun düğünden haberi yokmuş. “Ben de yeni duydum!” diyemiyorum; yüzüne bakmaya utanıyorum. Kendi kendime, ”Zaten onlara gidince de utanmış, yüzüne bakamamıştım!” diyorum. Şimdi olayı duyup bana kızacak diye susup gitmesini bekliyorum, gitmiyor. Yalandan “Zühre teyzem!” deyip koşuyorum. Önüme gelene soruyorum, herkes bana gülüyor. Kimileri de: “Zühre teyzen de kim oluyor? Burada öyle birisi yok!” diye çıkışıyorlar. Etrafıma bakınıyorum, damat karşıma çıkıyor, ”Bu Rıfkı Çelikkol değil, tanımadığım biri!” deyip yarı sevinerek yarı şaşkın bir yerlere koşuyorum. Sonunda yabancı bir yerde olduğumu anlayıp telaş içinde çıkış kapısı arıyorum.

 

 

 

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ