Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

27 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Lüleburgaz İlçe Merkezinde Trakya Köy Öğretmen Okulu

 

1 Temmuz 1939  Cumartesi

 

Dün öğleden sonra yayılan güzel haber tüm gece konuşma konusu oldu. Hem sevindik hem üzüldük. Sevindik, elbiselerimiz veriliyor. Üzüntümüzse gene Edirne günleri, ”Keşke gene Edirne’de olsaydık da bu elbiseleri orada giyseydik!” Güzel dilekler ama bunu öne sürenlere gene içimizden kimi arkadaşlar ters yanıtlar veriyor. Örneğin tartışmalara taraf olmamak için işleri şakaya kaydırarak  içimizde  en çok sevilen arkadaşımız Mehmet Yücel, “Olamazdı be kardeşim, Edirne’de  Öğretmen Okulu  yönetimi, bizim henüz ortaokul öğrencisi olduğumuzu öne sürerek eflatun şeride karşı olduğu söylendi. Bu doğru ise Edirne’de gene onlar karşı koyacaktır. O nedenle biz şükredelim buralarda öğretmen okulu yok, kimse şeridimizle meridimizle ilgilenmiyor. Edirne’ye, Edirnelilere caka yapmak istiyorsanız bir tatil günü gider, gezeriz, olur biter!” Mehmet Yücel’in en yakın destekçileri köylüsü Mehmet Başaran, Sami Akıncı, İdris Destan, İsmet Yanar. “Gidelim!” dediler. Halil Basutçu arkadaşımız gene, güldü: “Durun bakalım, şapkalar gelsin, başımıza geçirelim. Gerçekten güzel olacaksa nereye olsa gideriz. İstersek İbriktepe’ye bile gideriz.” Bu kez İbriktepeli Hüseyin  Serin sinirlendi: “Neden İbriktepe, başka yer mi yok?” “Bizim köye gelin!” diyenler çıktı. İsmet Yanar ortayı bulmak için, “En yakın köy dayımın köyü, oraya gidelim!” Şakadan bir karar alındı, giysilerimizi alınca ilk geziyi bizim köye yapacağız. Kadir Pekgöz gülerek, “Bu karar yanlıştır”, beni göstererek, “ Onun köyüne gitmek için benim köyümden geçmek zorundasınız. O nedenle ilk gezi benim köyümün sayılır, Hamitabat!” Bir gülme başladı. Mehmet Yücel  düzeltme yaptı, Kadir Pekgöz’ü göstererek, “Onun köyünün adı Domuzormanı’dır. Kararı öyle alın, İlk gezimiz Domuzormanın’na olacak!” Arkadaşların çoğu “Aaaaa, ben bu geziye katılmıyorum, Domuzun ormanı olan bir köy gitmem!” diye tepki gösterince bu kes, Mehmet Başaran gülerek, “Siz en iyisi bizim köye gelin, Ceylan köye, domuz momuz yok, kız gibi ceylanlar var!” Herkes sevinerek, kararın değiştirilmesini istedi.Biz gülüşürken Namık Ergin Öğretmen ikinci kes elini kapıya vurarak, “Kamyon sizi bekliyor!” diye seslendi. Gidenlerden kalanlara “Sakın biz gelmeden giysileri alıp giymeyin!” tembihleri yapıldı. Giysi sevincimizi öğretmenlerimiz de paylaştı. Özellikle Hamdi Bağ Öğretmen Edirne’deki tepkileri anımsayarak, “Haklıydınız, bizler de o zaman sizi haklı gördük ama  yanlışı düzeltecek bir  yasa tutamağımız yoktu. İl yönetimi etki altında bırakılmıştı. Okulun daha yeni oluşuğu nedeniyle  de  sanırım Milli Eğitim Bakanlığı bu konu üzerinde fazla durmadı.  Bilindiği gibi sonraki gelişmeler de hep aleyhimize oldu. Okul Müdürümüzün size verdiği söz önemliydi. Bugünkü durum o sözün yerine getirilmesi olayıdır. Yatılı okullarda bir yıl içinde ikinci giysi verilmesi ender bir olaydır. Müdür Nejat İdil, sizinle konuşurken, anımsadığıma göre, ‘Gerekirse bedelini kendim ödeyeceğim!’ demişti. Bu söz bir yönetici için bir yemin değerindedir. Müdürümüz Nejat İdil bu sözünü mertçe tuttu. Sizin sevincinize bu bakımdan tüm öğretmen arkadaşlar gönülden katılıyoruz!” Bu güzel övütler, yönlendirmeler çalışmalarımızı hızlandırdı. Yarım gün olmasına karşın bugün düne göre daha çok çerçeve ürettik. Naci Öğretmen gülerek, “Duvarcılar başlamadan biz çerçeveleri  tamamlayacağız!” dedi. Arkadaşlar gittikleri gibi inşaattan gene neşe içinde döndüler. İlk sözleri “Terziler geldi mi?” Hasan Üner “Geldi ama siz olmayınca giysileri teslim etmek istemedi, geriye gitti!” deyince birkaç arkadaş birden “Şakanın sırası değil!” diye bağırdı. Hasan “Özür dilerim, şakamı geri alıyorum!” dedi. Önce bayrak töreni yaptık. Gözlerimiz caddede. Subay olayından sonra hepimiz daha duyarlı olduk. Marş söylenirken kıpırdayan kişileri avlayacak, gibiyiz. Sanki bizi dinlermişçesine geçenler de  dikkatle bayrağa  dönüp kıpırdamadan duruyorlar. İşin ilginç yanı genellikle önlerini bize dönüp duruyorlar. Daha doğrusu bize değil de bayrağa dönüyorlar. Gereken de oymuş. Bugünkü yemekte giysi ilgisi, yemeklerden daha öne çıktı. Kaymaklı ekmek kadayıfı için güzel diyecek oldum, yanımda oturan Hilmi Altınsoy, “Abi, bıktım şu senin tatlı öven sözlerinden!” dedi. Herkes güldü. Halil Basutçu Hilmi için, “Şu çocuğa bak, senin tatlı  sözlerinden bıkmış, şuna biraz da acı sözler söyle!” dedi. Bu arada ortaya cinas sözü çıktı.Acı söz-tatlı söz,acı dil-tatlı dil üstüne söz oyunları  yaparken Ömer Uzgil Öğretmen “Saat 15 sularında giysileriniz gelecek; terziler,  giysilerinizi önce üzerinizdegörecek, ona göre teslim alınacak. Hepiniz burada olmalısınız” dedi. Hepimizin yüzü güldü. Az sonra fısıltılar başladı. “Çuval gibi olsa gene de alacağım. Kendim düzettiririm!” diyenler, “Terzi götürürse günlerce getirmez!” diyenler giderek çoğaldı. Böyle diyenlere Mehmet Yücel toptan yanıt verdi: “Sizin gibiler giysi zevki almamış insanlardır. Çuval da giyersiniz. Ben kendi adıma söyleyeyim, bedenime uymamışsa 6 ay sonra getireceğini söylese terziye ‘al götür, adam gibi dik getir, istersen 10 ay sonra getir’ derim.” Mehmet Yücel’e değişik yanıtlar verildi. Onun iki takım giysisi varmış, o nedenle böyle konuşuyormuş. Biz karşılıklı konuşurken terziler geldi. Çalışma odasına toplandık. Ömer Uzgil, Namık Ergin, Hamdi Bağ, İrfan Evren Öğretmenler  geldi. Numara sırasına göre üçer üçer çağrılıp giyindik. Çok az kusurlu bulundu. Bunların da çoğu kasketlerde görüldü. Benim, Halil Basutçu’nun, İsmet’in, Sefer Tunca’nın, Mustafa Saatçı’nın bedenleri en uygun düşenler oldu. Hamdi Bağ Öğretmen aklımızdan geçenleri okumuş gibi, “Güle güle giyin, önce fotoğrafçıya uğrayın!” dedi. Hepimizin aklından geçiyordu ama ortaya dökmüyorduk. Terzi, küçük de olsa kusurlu olanlara gün verdi, “İsterseniz şimdi arkadaşlarınızdan ayrılmayın, o günler gelin, kusurları hemen düzeltelim!” dedi. Öğretmenler de bu öneriyi uygun gördüler. Giysileri çıkarmadan gruplar oluşturup fotoğraf çektirmeye çıktık. Benim tanıdığım Tavukçuların bir yakınları fotoğrafçı var,  Gültekin Abi, hemen ona gittik. Yanımdaki arkadaşlarla birkaç  fotoğraf çektirdik. Gültekin Abiye durumu anlattık. Az sonra makinesini alıp okul bahçesine de geldi. Toplu olarak, küçük gruplar olarak bir hayli resim çekti. Akşam da topluca sinemaya gittik. Giysilerin  çok önemli bir etkisi oldu. Sinemada çıt çıkarmadığımız gibi, aramızda en ufak bir tartışma da olmadı. Aramızda oturan İrfan Evren Öğretmen, “İnsanlar  giysi değiştirince daha yeni bir tavır kazanır, siz de öyle. Gelecek günlerde daha zevkinize uygun giyinip kuşanınca, kılığınıza uygun davranacaksınız. Büyüklerimiz kimi zaman birilerini eleştirirken ‘Kılık kıyafetine uygun davranamadı!’ diyerek eleştiri yaparlar. Bu nedenle giysilerinize sevincinizi haklı buluyorum. Bunlar olumlu birer doğal davranışlardır.” İzlediğimiz filmi (Aynaroz Kadısı) sevdik mi, sevmedik mi üzerinde hiç konuşmadan  okula döndük. Yatarken filmden söz açıldı ama kimler ne söyledi ben pek dinlemedim. Aptalca davranan bir koca adam küçük çocuk gibi davranıyor, Sakallı bir ihtiyar da etrafında dolaşıyordu. Doğrusu  ben sevmedim ama çok gülenler oldu, onlara  ters düşmemek için sustum. Elbise sevincim öteki  olayların üstüne çıkmış bulunuyor.  Giysilerin bugün gelişi bir başka açıdan da sevindirici. Arkadaşlar daha önce voleybol maçı için Lüleburgazlı gençlerle konuşmuşlardı. 2/7/1939 Pazar, yani yarın için karar alınmıştı. Yarın öğleden sonra gelecekler. Yeni giysiler onlara karşı iyi bir etki yapacaktır. Geleceklerin içinde liselerde okuyanlar olduğu gibi yüksek okulda okuyanlar bile varmış. Böyleyken ayrı yerlerde olduklarından oyun birliği kuramıyorlarmış. Maç daha çok tanışıp konuşmak için yapılacak. Maçı düzenleyenler, Mehmet Yücel arkadaşımızla yine onun köylüsü Ali Ceylan adlı hemşerisi. Ali Ceylan, söylendiğine göre ya Ticaret Yüksek Okulunda okuyor ya da bu yıl oraya devam edecekmiş. Aralarında Kırklareli Ortaokulunda okuyan da varmış. Mehmet Yücel’in eski arkadaşlarından. Bakalım nasıl bir maç olacak! Gerçekten bir maç meraklısı gibi bunları düşünerek uyudum.

 

2 Temmuz 1939 Pazar

 

Uykudan kalkan arkadaşların ilk işi önce bir ynaya bakmak  oluyor. Lavabolardaki aynalar dolu olduğundan geç kalanlar yeni yer arıyorlar.Kimse kimseye  “Az sabredip sonra bakınsan olmaz mı?” diyemiyor. Kahvaltıya hepimiz yeni giysilerimizle indik.Kahvaltıda, Ömer Uzgil, İrfan Evren  Öğretmenler var. Aralarında konuşup gülümsüyorlar. Bizi konuştukları kesin. Çoğunlukla bahçede oturduk. Ben  kitabımı okudum, Deniz Dibinde 20000 Fersah. Fersahı öğrendim. Bir ölçüymüş. Yirmi bin kilometre gibi bir şey. 80 Günde Devrialem kadar değilse bile bu da güzel bir kitap. Başlarken daha ilgimi çekti. Dünya denizlerinde şimdiye dek görülmemiş bir yaratık sık sık ortaya çıkmakta  gemilerin batmasına neden olmaktadır. Bu deniz yaratığının ne olduğunu anlamak, dolaylı olarak ortadan kaldırmak için bir araştırma  yapılmak istenir. Bu nedenle  üç kişilik bir ekip oluşturulup yaratığı izlemeye .kalkışırlar Orada mı, burada mı? derken yaratık onların gemisini de batırır. Batan bu son geminin içindeki uzmanlar, parçalanan gemiden denize dökülürler. Bir başka gemi onları kurtarıp, kendi gemilerine alırlar. Yakalamak istedikleri  yaratık gerçekte bir denizaltıdır. Denizaltının  bireyleri uzmanları kurtarıp, gemilerine almışlardır. Uzmanlar uzun süre bu durumu .kavrayamazlar. Sonunda durum anlaşılır ama buradan kurtulmanın zor olduğunu da  öğrenmiş olurlar. Bundan sonra kendi kurtuluşları için çareler aramaya başlarlar. Bunlar üç kişilik bir gruptur. Birisi bilgin, Prof. Aronnax, ok atıcı Ned  Land, yardımcı Conseil Kaptan Nemo tarafından tutuklanmıştır. Görünüşte dost gibidirler ama, gerçekte  dostlukla bir ilgi kalmamıştır. Gemi Nautilus.  Uzun süre su altında kalacak şekilde yapılmış bir deniz altı gemisi. Az kaldı, bugün bitireceğim. Öğle yemeğinden hemen sonra Fikret Madaralı Öğretmen geldi. Çalıkuşu yerine Önce onun okuyacağımızı duyurmuştu)Kuyucaklı Yusuf adlı kitabı okumaya başladık. Kitaba acıklı bir şekilde giriliyor. Bir cinayet işlenmiş. Anne babası öldürülünce yanlarında canlı ama yaralı  bir çocuk, cesetleri beklemektedir. İki kanlı ceset ortada yanlarında bir çocuk, bir parmağı kesilmiş kopmak üzere sallanıyor. Öykünün burasını duyunca içim burkuldu. Olayı  gözümün önüne getirmeye çalıştım. Bu nedenle uzun süre  sonra okunan bölümü dinleyemedim. Öğretmen çok güzel okuyor. Ara ara da okuduğu yerleri özetliyor. Dalgınlık yapıp atladığımız yerler olursa bu tekrarlarda eksiklerimiz tamamlanıyor. Öğretmen olayı bir kez  daha sözle anlatınca  kendime geldim. Çocuk yandaki odada  uyurken eşkiyalar evi basmış, önce babayı sonra anneyi öldürmüşler. Anne çok  acı çekmiş çok bağırmış olacak çocuk, annesinin  sesini duyup gelmiş, can çekiştiren annesini savunmaya çalışmış. Ancak kana susamış katillerle cenkleşecek yaşta olmadığından sonunda annesine sarılıp kalmış. Böylece annesi, çocuğun kolları arasında can vermiş. Çocuğun da bir parmağı kesildiğinden, kan revan içinde  geceyi  ölülerle geçirmiş. Eşkıya baskını duyurulunca ilçenin kaymakamı, savcısı, doktoru, öteki görevliler  cinayetin işlendiği eve geldiklerinde. çocuğun kanlar içinde anne-babasını beklemekte olduğunu görürler. Kendisine sorulan soruları yaşından beklenmeyecek bir soğukkanlılıkla yanıtlayan çocuğun, başka kimsesi olmadığını anlaşılınca evlatlık edinmek üzere kaymakam yanına alır. Burada kitap, konuyu değiştirip kaymakamın özel yaşamını, evinde karısıyla olan ilişkilerini uzun uzun anlatmaktadır. Dahası Anadolu insanının yaşam anlayışı üstüne eleştirel görüşler de sergilemektedir. Bir süre sonra Kaymakam Edremit ilçesine atanır. Yusuf okul çağına gelmiştir. Yusuf’un okul yaşamı beklenilen düzeyde sürmez. Öte yandan kaymakamla  eşinin anlaşmazlıkları da  giderek artar. Bu anlaşmazlıklar  nedeni kaymakamın eşi tarafından Yusuf  üstüne dönüştürülerek  çözümü zor bir duruma sokulur. Bu bölümde ise kitap o zamanın Edremit’i üstüne bilgiler vermektedir.  Öğretmen sayfa sonuna işaretini koydu, hepimize sordu: “Okumaya devam edelim mi, yoksa burada kesip başka kitaba  mı geçelim?” Kitabı  bitirelim!” yanıtı çıkınca öğretmen, “Zaten bu kararınızı bekliyordum!” dedi. Saatini göstererek “Hoşça kalın!” deyip, ayrıldı. Okuma süremiz bir saatti, öyle karar verilmişti , bu süreç değişmeyecekti. Kitap belki güzel ama, okunan bölümlerde nedense akılda kalmayacak çok bilgiler veriliyor. Örneğin Edremit  üstüne anlatılanlar, karı koca kavgalarının nedenleri. v.b. Arkadaşlar  “Belki ileride çıkacak olaylarla ilgisi olacak sabredelim!” diyorlar. Maç zamanı gelmek üzere Mehmet Yücel’in iki tanıdığı geldi, yanlarında birisi daha var, o da Edirne lisesinde okuyormuş. Ancak gelenler, özür dilediler. Engelleri çıkmış, oynayacak iki arkadaşları bugün gelememiş. Bir başka zamana bırakılmasını istemişler. Bizim arkadaşlar olağan karşıladılar, gelenleri aralarına katarak oyuna başladılar. Ben biraz baktım, Ali Ceylan bizim arkadaşlardan  daha iyi değil, ortalarda.Dört sevisin ikisini ıskaladı. Eğer öteki gelecekler de böyle ise bizimkilerin işi kolay olacak. Arkadaşlar fotoğraf çektirmek için izin istediler. Onlara ben de katıldım  Taş Köprü’ye dek yürüdük. Köprünün hemen yakınındaki  eski caminin minaresi yıkık duruyor. Balkan Savaşı’nda yıkıldığını anlattım. Oradan döndük bizim köy yoluna dek yürüdük. Gültekin Ağabeye uğrayıp  fotoğraf çektirdik. Tüm fotoğrafları yarın alabilecekmişiz, buna da çok sevindik. Geç olmadan okula döndük.

 

 

Öğretmenlerle toplu fotoğraf

 

 

Hamdi Bağ Öğretmen saat gibi,  bahçeye çıkınca arkadaşlar bayrak direği yanında toplanmaya başlıyor. Hamdi Öğretmen düdüğü ağzına götürünce üflemesine gerek kalmadan herkes yerini bulmuş oluyor. Ben iyice alıştım, yerim bayrak direğinin dibinde. Ellerim ipi çözüyor. “Hazırol!” deyince elimin biri yukarıya biri aşağıya iple birlikte inip çıkmaya başlıyor. “Hakkıdır Hakka tapan milletimindir  istiklal!” derken bayrak sol kolumda oluyor. Gözlerimiz de yolda bulunanların durumlarını izliyor. Küçük çocuklar bile  esas duruşa geçip, marşa uyuyor. Törenden sonra okuma  odasına girmek biraz sıkıntılı oluyor. Özellikle gözleri yollarda olan arkadaşlar buna bir türlü alışamadılar. Ben bahçede kalıp sokaktan geçenlere bakmaktan hoşlanmadığım için dersliğe girip rahatça kitap okuyorum. Üstelik kitabım da güzel çıktı, okudukça  sonunu öğrenmek isteğim arttı. İnsanlığın o günlere dek bilmediği bir deniz canavarını yakalamak umuduyla yola çıkanlar, yapay bir deniz aracıyla karşılaşıyorlar. Günlerce su altında kalıyorlar. Üstelik burada yıllarca su altında kalmış insanlarla .karşılaşıyorlar. Özellikle gemi kaptanı Nemo’nun çok bilmişliğinin yanında karanlık düşünceli bir adam olduğunu hemen anlıyorlar. Kaptan Nemo çok dostça tavırlarına karşın kesinlikle kendi gizinin açıklanmasına izin vermeyen tavırlar içindedir. Kendi hakkında  konuşulmasına izin vermemesine karşın o, herkesin kimliğini  bilmektedir.

 

İnşaata giden arkadaşlar yemekte, yarın için kaygılarını anlatılar. Toprak atmaya karışmıyorlarmış ama su taşıma oldukça zor oluyormuş. Ayrıca yakında demir işi başlayacakmış. Demir bağlama işlerinde onlar çalışacaklarmış. Bir süre dinledim sonunda söze karıştım; “İstenen işi başka insanlar yapabiliyorsa biz de yaparız!” Kimse yanıt vermedi. Okuma odasında  kitabımı okudum. Bitiremedim. Ancak Kaptan Nemo’nun foyası iyice ortaya  çıktı. Adam eski bir kavganın öcünü almak için bu yollara baş vurmuş. İşi gücü birilerinin gemilerini batırmak, insanları denizlerde  perişan etmek. Yanında çalışanları da  öyle acımasız bir duruma getirmiş ki, yüzlerce insan gözleri önünde ölse, kılları kıpırdamıyor. Önlerine gelen gemileri batırdılar, dokuz ay kadar güney denizlerinde dolaştıktan sonra Kızıl Deniz yoluyla  önce Akdeniz sonra da Atlas Okyanusu’na geçtiler. Amazon Nehri önlerinden kuzeye yöneldiler. Kaçmaktan başka bir yol bulamayacaklarını anladılar. Bakalım nasıl kaçacaklar? Az kaldı ama  burada kesmek gereğini duydum. Yatarken Hasan  sordu, “İkinci Jules Verne’i bitirdin mi?” Az kaldığını söyleyince, “Öyleyse şimdilerde kaçma planları kuruyorlar!” diyecek oldu. Hemen susturdum. “Sonunu sen söylersen ben sonra okuyamam. Kendim okumayınca da o kitabı  okumuş sayamam. O nedenle  lütfen söyleme. Hasan “Peki, peki!” dedi kesti. Burada uyumak bana göre daha kolay oluyor. Dışardan gelen ışıklar gibi sesler de dikkatimi çekiyor. Sesleri dinlemeye çabalarken uyuyorum. Işıklar da ilginç. Büyük ağaçların dalları ampul ışıklarını dalgalandırıyorlar. Karşı duvarda şekiller çiziliyor. Onlara bakarken uyuyuveriyorum. Bunlar, kendi kendime başka düşüncelere dalmamı önlüyor.

 

3 Temmuz 1939 Pazartesi

 

Bugün nedense kaldırmaya Namık Ergin Öğretmen geldi. “Haydi kahvaltıya, çaylar sizi bekliyor, soğutmayın, tadında için!” dedi. Hemen toparlandık. Ben alt kattan bahçeye çıkıp yıkandım. Erken kalkmış havası içinde kahvaltıya girdim. İrfan, Hamdi, Naci Öğretmenler de  gelmiş. Kahvaltıdan sonra kamyon yanaştı, arkadaşlar beklemeden gittiler. Biz atölyeye geçince İrfan Evren Öğretmenin olmadığının ayırdına vardık. Meğer o da inşaata gitmiş. Sorunca Hamdi Bağ Öğretmen, “Size yeni iş almaya gitti!” dedi. Demir işlerine başlayınca, demirleri şablonlara göre kesmek için tahta tezgahlar gerekiyormuş. Onların ölçülerini yerinde saptayıp kalıp çıkaracakmış. Biz de bugün söz konusu  tezgahlar için hazırlık yapacakmışız. Naci Öğretmenin seçtiği kalın  kalaslardan, ayaklık için lentolardan bir yığın ayırdık. Yan çıtalar hazırladık. İrfan Öğretmen öğlede geldi. Öğle paydosunda kitabımı bitirdim. Sonuçta Kaptan Nemo kaybetti. Üç tutuklu on aylık bir sıkıntıdan sonra  kurtuldu. Prof. Aronnax  korkunç canavar hakkında umduğundan daha sağlıklı bir araştırma yapmış oldu. Yola çıktıkları yöne, Avrupa kıtasına yaklaşırken gene bir gemi batırma olayında kurtuldular. Bu kez Kaptan Nemo  yokluğa karıştı.

İşbaşı yapınca İrfan Öğretmen ölçüleri ortaya koydu, birlikte kalasları kestik. Planyalamaya gerek görülmedi. İki metre boyunda, iki tarafında da çalışılacak şekilde yükseklikler, yataklar hazırlandı. İki üç boy demir için yerler açıldı. Ayaklar için alıştırma yaptık. Akşama dek dört tezgah hazırlayıp, gene söktük. İnşaata parça parça götürülüp orada kurulacakmış. Gerçekte bugün pazara çıkıp Salim Amcamı görecektim. Her pazar kurulduğunda o da tezgahını  açıyormuş. “Her Pazartesi pazarında beklerim” demişti. Gelecek pazartesi günü gitmeye çalışacağım. Arkadaşlar çok neşeli geldiler. Topraklar tabana dek kaldırılmış. Gene de  duvarlar için bir kazım yapılacakmış. Bu da bitince beton dökülecekmiş. Betona başlayınca işler kolaylaşacakmış. Arkadaşların sevincine biz de katıldık. Birinci okuma saatine öğretmen gelmedi. İkinci saatte Ahmet Gürsel Öğretmen geldi. Hepimizle ayrı ayrı ilgilendi. Sami Akıncı’dan başka matematik çalışan yokmuş, bunu söyledi. Bana, “Matematikle aran nasıl?” diye sordu. Utandım. Buna karşın yalandan “İyi!” dedim. 2. sınıf kitaplarımı ısmarladığımı söyledim. Kime ısmarladığımı sordu. “Ahmet Gökay Ağabey Edirne’den getirecek!”dedim. Bu kez öğretmen, “Ahmet bu günler buradan ayrılamaz, ben yarın gidip cuma günü döneceğim, getiririm!” dedi. Buna daha çok sevindim. “Param Ahmet Ağabeyde” deyince, “Ben konuşur hallederim!” dedi. Öğretmen, “Temmuz, ağustos, eylül, bu üç ay göz açıp kapayıncaya gelip geçecektir. En geç ekimde dersler başlayacak. Bu süreçte derslerden iyice koparsanız, toparlanmanız çok zorlaşır!” dedi. Arkadaşlar Fikret Madaralı Öğretmenin geldiğini, kitap okuduğumuzu anlattılar. Öğretmen “Yani kibarca, bana da gel, arada biz de ders yapalım mı demek istiyorsunuz?” deyip güldü. Arkasından, “Ben her zaman gelebilirim, siz karar verin belli akşamlarda severek gelirim!” dedi. Öğretmen gittikten sonra bu konu uzun uzun tartışıldı. Kesinlikle karşı çıkan olmamakla birlikte, matematik çalışması yapacak gün saptanmasında engeller öne sürüldü. Cumartesi, Pazar günlerini öğretmen istememişti. Karşı olan arkadaşlar öteki günleri seçerken sakınca öne sürdüler. Sonunda bu işi Sami Akıncı arkadaşa bırakmaya karar verildi. Sami Akıncı, öğretmenle konuşup bir gün seçecek. Karar verildi verilmesine ama  tartışma sürüyor, daha da süreceğe benziyor. Fikret Madaralı Öğretmenin kitap okumasını ders olarak düşünmeyen arkadaşlar, Ahmet Gürsel Öğretmenin düpedüz matematik dersi yapacağını, kesinlikle de ödev de vereceğini öne sürüyorlar. Buna karşın hiç kimse “Olmasın” ya da “gelmesin!” de diyemiyor. Ben, kendi kendime düşündüm, gelmesini istiyorum, ödev de verse severek çalışacağım. Ancak arkadaşları da haklı görüyorum. Onlar bana göre daha dağınık işlerde çalışıyorlar. Örneğin bir gün su nöbetindeler, bir başka gün ustalara yardım ediyorlar. Yarından sonra da demir işlerinde çalışanlar olacak. Naci İnan Öğretmenin söylediğine göre ben, inşaat  bitene dek marangozlukta çalışacağım. Kapıları, pencereleri, gerekecek dolapları, yapılması düşünülen çift katlı karyolaları, sıraları bizim grup yapacak. Bunları düşünerek olayı, köyden çıkışımdan başlatarak bugüne dek gözümün önüne getirip bir daha değerlendirdim. Çalışmak, verilen işleri iyi niyetle sürdürmek, öğretmenlerin  gözünden kaçmıyor. Çalışmasaydım Naci İnan ya da Hamdi Bağ Öğretmen beni yanına almayacaktı. Çalışmasaydım, Ahmet Gürsel Öğretmen, “Vakit geçirmeden kitaplarını getirtelim, ya da yarından sonra ben alıp geleyim!” demezdi. Bu durumu daha  ileriye götürebilirsem, ilerde başka başarılarım da olacaktır. İyi yolda olduğumu düşünerek sevindim, sanırım rahat bir uykuya daldım. Öyle ki her gece, ışıklara, dalların gölge oyunlarına bakarak uyku beklerken bu gece gözlerim, ne ışık ne de gölge aradı. Sevinirken  uyumuşum.

 

4 Temmuz 1939 Salı

 

İlk uyananlardan biri oldum. Bugün biz de inşaata gideceğiz. Bakalım okul yapımı ne durumda. Kahvaltıdan hemen sonra arkadaşlar kamyona koştu. Kamyon sürücümüzün adını da öğrendik, Kazım Usta. Kenarlı bir şapka ile geziyor. Naci İnan Öğretmen, “Kazım Usta bizim tezgahlarımızı da götüreceksin!” deyince, Kazım  Usta, “Hepsini alamam, yarım saat beklerseniz dönüp sizi daha rahat götüreyim!” yanıtını verdi. Öyle yapıldı. Belki bir saat sonra biz tezgah parçalarını yükleyip inşaata gittik. Daha önce yaptığımız gölgeliğe yakın bir yere dört tezgahı kurduk. Oldukça zor kurmamıza karşın kurunca, çok mutlu olduk. Çünkü koskoca demirleri az bir güçle  eğmeye başlayınca yaptığımız işin değerini daha iyi anladık. Biz yaptık ama, biraz ne yaptığımızı  tam kavrayamamaştık. Deldik, kanallar açtık, çiviler çaktık. Doğrusu bunların niçin yapıldığını kavrayamamıştık. Öğretmenler çizdi, biz çizgilere göre donanım yaptık. Burada uygulamaları görünce gerçek sevinci duyduk. Nazmi Aybar Öğretmen geldi, kesecekler, bükecekler getirdi. Tel bağlantıları konusunda uyarmalar yaptı. Kerpeten tutmayı, kullanma kolaylıklarını gösterdi. Dörde dört bir hasırla dörtlük iki kiriş bağladık. Namık Ergin Öğretmen geldi, bizi kutladı, azıcık da takıldı. “Siz tezgahları yapmasaydınız biz bu demirleri bükemezdik. Başka yapmasanız bile biz bunları betonumuza gömer, işte demir budur deyip betonu dökeriz!” yolunda sözler söyleyip, güldürdü. Söze hiç karışmayan Hamdi Bağ Öğretmen ise Namık Öğretmen konuşmasını kesince, “Sizi uzaktan gözleyeceğiz, yapamadığınızı görünce gelip yardımcı olacağız, merak etmeyin, içinde oturacağımız binanın, yetkisiz ellerce yapılmasına bırakacak değiliz. İşte bugünkü gibi arada sırada gelip gözlemlerimizi yapacağız, yaptıracağız. Herhalde inşaatı denetimsiz bırakmayacağız!” Namık Öğretmen kahkaha ile güldü, “İşte bakın buna çok sevindim, hep düşünüyordum, bu bina bitince içine hangi yürekle girerim, diye kendime soruyordum. Şimdi bana güç verdiniz. Bakacağım, siz girmişseniz arkanızdan geleceğim. Bunlar, yaş tahtaya ayak basmaz, Korkma Namık, dal içeriye deyip, gireceğim!” Karşılıklı olarak,  “Anlaştık!” dediler. Biz sessizce dinledik, sonunda onlarla birlikte güldük. Dönüşte kamyona doluştuk. Kamyon oldukça büyük, boş olunca hepimizi rahat alıyor. Kazım Usta Hamdi Öğretmenden kasa yanlarının yükseltilmesini istedi. Ayağa kalkanlar oluyormuş. “Virajlarda tehlikeli sallanmalar olabilir, kimi öğrenciler söz dinlemiyor!” dedi. Hamdi Öğretmen kalabalık yolcu taşıdığı zamanlar takılmak üzere yedek kanat için söz verdi. Okula döndük. Arkadaşlar  alışmış, memnunlar. Biz biraz yadırgadık. İçimden “İyi ki hergün gitmiyoruz!” diye şükrettim. Okul bahçesinde çalışmak çok daha rahat. Musluklarda yıkanırken Hasan Üner yüksek sesle “İyi ki hergün gitmiyoruz, bu işten hiç hoşlanmadım!” dedi. Karşılıklı gülüştük. Hasan bana “Sen neden susuyorsun, gitmekten memnun musun ki?” diye sordu. “Sen benim için de konuştun, fazla söze ne gerek var?” dedim. Fotoğrafçı Gültekin Ağabey gündüz gelmiş, bulamamış, tekrar geldi. Fotoğrafları getirdi. Bir paket fotoğraf. Herkes dörder beşer fotoğraf çektirmiş. İlk okuma saatinde fotoğraf taksimiyle uğraştık. Parasını veremeyenler oldu. Gültekin Ağabey adlarını yazdı, “Sonra getirirsiniz!” dedi. Arkadaşlar buna çok sevindiler. Yemek zamanı tek söz fotoğraftı. 2. okuma saatinde de gene konu fotoğraflar oldu. Karşılaştırmalar, bir birine fotoğraf vermeler, sürdü gitti. Ben çok çektirdim sanıyordum, dört fotoğrafım çıkınca şaşırdım. Gene çektiririm, deyip kestim. Arkadaşlarım kimisi yedi sekiz poz çektirmiş. Onları görünce şaşırdım kaldım. Büyük bir grup topluca çektirmiş, onda yokum, ona üzüldüm, orada neden yokum bir türlü anlayamadım. Karşılıklı değişmeler yaptık. Elbiselerin ilk gün anısı. Mehmet Yücel gülerek takılıyor. “Kasket delileri, siz altı ay önce de giysi aldınız, o giysilerin şimdi verilenlerden farkı yok. Fark kasketlerde. O zaman o elbiselerle hiç biriniz fotoğraf çektirmediniz. Demek sizi  sevindiren kasketler. İşte bu nedenle size ‘Kasket Delileri!’ diyorum.” Meğer en çok fotoğraf çektirenlerden biri de Mehmet Yücel’miş. Köylüsü Mehmet Başaran bunu açıklayınca, Mehmet Yücel güldü, “Ben de sizlerden biriyim, kendimi eleştirmeyecek miyim?” diye sordu. Bu akşamı fotoğrafla geçirdik, herhalde rüyalarımızda da fotoğraflarla  uğraşacağız.

 

7 Temmuz 1939 Cuma

 

Bugün gene çerçeve işimize döndük. Salı günü inşaata gitmiştik. Çarşamba günü kamyonda arkadaşların oturması için ikişer metre uzunluğunda arkalıksız bank yaptık. Perşembe günü de boş su bidonlarının  kamyona indirip bindirilmesini kolaylaştıracak özel bidon teskereleri yaptık. Bugün yer katı çerçevelerimizi bitireceğiz. Naci Öğretmen bir hafta izinli gitmiş. Buna üzüldüm. O gelince Hamdi Bağ Öğretmen de gidecekmiş. Ona  da üzüleceğim. İrfan Öğretmen sanırım gitmez. Çünkü o daha yeni geldi. İrfan Öğretmen çerçevenin birini taktı direğe astı. Bir de büyük çerçeve asacakmışız. “Ne yaptığımızı arkadaşlarınız görürse emeklerimizi daha iyi değerlendireceklerdir!” diyor. Daha önce örnek olarak yapmıştık ama o tam değildi Şimdi, takılmak üzere yapılacakların tıpkısı oluyor. Çarşıdan dönerken Ahmet Gökay Ağabey uğradı, “Ahmet Ağabeye kitaplarını ısmarladım, bugün gelecek!” dedi. Kaç lira harçlığımın kaldığını da söyledi. İçimden artık önemli değil, bitse bile nereden olsa alabilirim, diye düşündüm, ama kesinlikle öyle yapmayacağım. Bir miktar param Ahmet Ağabeyde hep olacak. Kitaplara çok sevindim. Sami Akıncı’dan tarih kitabını alıp okuyunca, tarih dersi görmüş gibi 2. sınıf derslerini anlamıştım. Özellikle  matematik dersi konularını  merak ediyorum. Acaba 2. sınıfta neler var? Bir ders artacak biliyorum, Fizik. Konuları neler acaba? Öğle yemeğinde gözlerim Ahmet Gürsel Öğretmeni aradı. Arkadaşlara söyledim, beni uyardılar. “Öğretmen Edirne’ye gittiğine göre, akşama doğru gelecektir!” dediler. Oldukça tez canlıyım, isteyince hemen olsun, diyorum. Akşam oldu, arkadaşlar geldi. Paydos ettik, gelen giden yok. 1. Okuma saatinde de bekledim. Benim kitaplar gelmedi. Akşam yemeğinde Ahmet Gürsel Öğretmeni öğretmen masasında görünce şaşırdım. Gelmiş ama beni aramamış. Herhalde kitaplarımı unuttu, deyip üzüldüm. 2. okuma  saatinde öğretmen elinde paketle geldi. “Parayı veren, düdüğü çalarmış!” deyip paketi bana verdi. Teşekkür ettim, ”Zahmet oldu!” dedim. “Öğrencim için bir paket değil on paket taşırım. Sık sık Edirne’ye gidiyorum, isteyen olursa, çekinmeden söylesin, memnun olurum. Biz, kutsal bir savaşta işbirliği etmiş insanlarız, birbirimize yardım etmek görevimiz. Size ben bir ricada bulunsam yapmaz mısınız?” Arkadaşlar bir ağızdan “Severek yaparız!”diye bağırınca, “Değil mi ya!” diyerek konuşmasını sürdürdü. Bu gece nöbetçi olduğunu, ancak çok yorgun olduğundan çalışma yapamayacağını, “Haftaya inşallah bu saatlerde beraber oluruz!” deyip ayrıldı. Paketi açtım. Okuma kitabı gene beyaz kapaklı. Tıpkı 1. sınıf kitabı gibi. Öteki kitaplar da öyle. Fizik kitabına baktım. Yurttaşlık Bilgisi kitabı da var. Biz  son ay Yurttaşlık bilgisi okuduk ama kitabı yoktu. Bu yıl onun da kitabı var. İnce bir kitap. Tamamına bakamadım, yatmaya gittik. Dolabımda yerim var, hemen yerleştirdim. Öğretmenin kitap getirişine çok sevindim. Nedense, getiririm dediği halde getirmeyecekmiş gibi  duyguya kapılmıştım. Getirmezse arkadaşlara karşı  küçük düşecektim. Şimdi kitaplar gelince büyük bir başarı kazanmış gibi gurura kapıldım. Oysa öğretmen, “Hepinize getiririm!” diye tekrar tekrar söyledi. Gene de ben gururlanmaktan geri kalmıyorum. Önce matematik dersine çok çalışacağım. Herhalde öğretmen de bundan hoşnut olacak! Geçtiğimiz konuları anımsamaya çalışarak uyudum.

 

8 Temmuz 1939 Cumartesi

 

Arkadaşların konuşmalarını duyarak uyandım. “Çok sıcak bir gün olacak!” diyenler var. Öğretmen sesi sanıp ivedi toparlandım. Korktuğum gibi değilmiş, başka arkadaşlardan daha kalkmayanlar bile varmış. İsmet uyuma numarası yapıyor, onu uyardım, kalktı. Birlikte kahvaltıya indik. Kitapları ortak kullanmaya karar verdik. Matematiği beraber çalışacağız. Bunlar İsmet’in önerileri. Ben ayrıca mutlu oldum. İsmet az çalışıyor ama problem çözmede oldukça başarılı. Arkadaşlar kamyona bindiler, yaptığımız banklar çok işlerine yaradı. Oturunca başları bile görünmüyor. Kasaya ekler takılınca hiç belli olmayacak. Onlar gidince biz de işbaşı yaptık. İrfan Öğretmen bu kez Hüseyin Orhan’ı yanına aldı. Büyük çerçeve yapıyorlar. Biz korniş açıyoruz, Salih, Harun, Recep çerçeve geçme çizgilerini sürdürüyorlar. Gerçekten bu gün çok sıcak oldu. Aslında bizim bulunduğumuz yer serin. Hem çatı gölgesi var hem de büyük ağaçlar tüm okul bahçesini kapatıyor. Güneş ender olarak aralardan  yere ulaşıyor. Bizim için bir de yakın musluklardan  serinleme olanağı bulunmaktadır. Böyleyken bugün azıcık mızmızladık. İrfan Öğretmen çok çalıştı, “çerçeveyi bugün bitireceğiz!” dedi. Gerçekten de bitirdi. Tutkallanması kaldı. O da tutkal kaynatılmamış olmasından dolayı gecikti. İnşaattaki arkadaşlar nedense geç kaldılar. Hamdi Öğretmen telaşlandı, “Bayrak, zamanında çekilmeli!”Arkadaşlar, “Uzun bir gecikme olursa ne olacak?” diye sordular. Öğretmen, “Biz yokken görevli bayrağı kendisi çekiyordu. Biz gidince de öyle çekecek. Biz topluca burada olmayınca da bayrak çekilecek. Ancak şimdi biz buradayız. Varken, yok dedirtemeyiz. Akşama dek olmazsak, kimse bir şey demez. Ancak bahçede dolaşırken, ya da bayrak çekildikten iki dakika sonra bizler buralarda  görülürken, bayrağın törensiz çekilmesi inandırıcı olmaz! Halk bizi eleştirir, Öğretmen Okulu olduğumuz için  daha da suçlu görülürüz.” Arkadaşlar yetişti, kamyondan koşarak indiler, toparlanıp töreni yaptık. Yemeğe  girdik. Yemek neşeli geçti. Akşam sinema olacak, akşamüstü, maç yapılacak. Bu akşam okuma saati yok. Bir yere gitmeyenler oturup çalışacak ama öğretmenler gelmeyecek. Bu daha önce kararlaştırıldı. Birileri aynı filmler oynuyor dediler. Birileri de bunu yalanladı. Aynı filmlerin oynaması söz konusu değilmiş. Hasan Üner, Mehmet Başaran, Halkevinden kitap alacaklar, filmleri doğru olarak onlar öğrenecekler. İrfan Öğretmen de filmlerin değiştiğini söyledi. Ancak bizim okulun karşısındaki  afişler değiştirilmemiş, bu nedenle yanılmalar  oluyormuş. Ne olursa olsun, dedim içimden, ben bu gece sinemaya gitmeyeceğim. Kitaplarımı birer birer inceleyip, tanıyacağım. Önce okuma kitabımı baştan sona okuyacağım. Tarihi  şöyle böyle okudum. Geçen yıl okuduklarımızın daha beriye doğru gelen devletleri tanıtıyor. Kıtalar, topraklar aynı yerler ama devletler değişmiş. Öteki kitapların da benzer ayrılır tarafları vardır. Bunları kavramaya çalışacağım. Özellikle  aritmetik, geometri kitaplarında hangi konular olacak? İlk hevesle bir karıştıracağım. Bana bakarak kalan olmasın düşüncesiyle sinemaya gidecekmiş gibi konuşuyorum ama kesin bir söz de vermiyorum. Yalnız, İsmet’e söyledim. Sami Akıncı, Ali Güleren, Hüsnü Yalçın, Emrullah Öztürk gitmeyeceklerini söylediler. Onların bana bir zararı olmaz. Arkadaşlar giderken yatakhaneye gittim kitaplarımı topladım, okuma odasına indim. Kimse yoktu. Sessizce Sami geldi. Uzun süre ikimiz, konuşmadan oturduk. O çalıştı, ben kitap karıştırdım. Daha sonra Hüsnü geldi. Sessiz sessiz konuşarak kitapları beraber karıştırdık. Sonra Emrullah geldi. Emrullah gelince Hüsnü onunla konuşmayı sürdürdü. Ben, okuma kitabından sonra geometri kitabına saplandım. Şekiller bildiğimiz gibi ama düzenlenen sorular tümüyle başka. Kendi kendime  sökmem olanaksız. Aritmetik de öyle. Fizik ise tümden yabancı geldi. Sinemaya gidenler dönünceye dek kitaplara baktım. Oldukça üzgün bir durumda yatağa girdim. Kitapları getirtmekle iyi mi ettim kötü mü diye kendi kendime sorular sorarken uyumuşum. Bir ses duyar gibi oldum, uyandım. İlk kez rüyamda kitap gördüm. Okul binası büyüklüğünde bir kitap. Kalabalık insanlar toplanmış, o büyük kitabı açmamı benden istiyorlar. Neden benden istiyorsunuz, başkaları yok mu diye avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Kalabalığın içinde bir tanıdık var mı düşüncesiyle yüzlere bakıyorum. Her yüzüne baktığımın yüzü kayboluyor. Bu kez insanların bu durumundan korkuyorum. Arkamı dönüp gitmeye kalkıyorum. İnsanlar gene bana “Kitabı aç!” diye bağırıyorlar. Öfkeyle  kitabı açmaya çalışıyorum. Dokununca kitap kendiliğinden açıldı. Bu kez insanlar güldüler. “Biz seni denedik, o kitap değil, asıl kitaplar onun içinde!” dediler. O, kitap gibi görünen nesne büyük bir sandıkmış. Sandığı kolayca açtım, yığınla kitap çıktı karşıma. Alıp almamakta kararsız kaldım. Kitapların başında kimse yok, ne yapmam gerektiğini kestiremedim. Sormadan kitapları ellemeye cesaret edemedim. Oradan çıkacak yol ararken de bir hayli çırpındım. Rüya olduğunu anlayınca önce sevindim, sonra da hayra mı yorayım diye bir süre düşündüm. Gene uyumuşum.

 

9 Temmuz 1939 Pazar

 

Kahvaltıdan sonra öğle yemeğine dek kitaplarımla  cebelleştim. Yurttaşlık Bilgisi ilgimi çekti. Konular bildiğimiz, duyduğumuz türden ama sorulduğunda anlatmak güçleşiyor. Fizik de öyle. Bir coğrafya sanki geçen yılın devamıymış gibi. Tabiat Bilgisi de geçen yılın devamına benziyor. Geometriye gene takıldım. Ben okurken Sami geldi, “Kitapları inceledin mi?” dedi. Çok zorlandığım söyledim. “Kendini boş yere zorlama, yapabildiğini yap, dersler başlayınca nasıl olsa öğretmenler açıklama yapacaklar!” dedi. O öyle yapıyormuş. Yemekten sonra Fikret Madaralı Öğretmen geldi. Kuyucaklı Yusuf’u okumaya devam ettik. Baştan bir kez daha özetini yaptı. İyice anladığımı sanıyorum. Yusuf okumadı ama giderek aileye ısındı. Kaymakam Selahattin Bey de Yusuf’u kendi çocuğundan farklı görmedi. Eşinin ayrı tavırlarına karşın Selahattin Bey Yusuf’a çalışma gücü kazandırdı, işe ısındırdı. Kızları Muazzez’le Yusuf  kardeşlik duyguları içinde yetiştiler. Muazzez’e sataşanları Yusuf, gerektiğinde  güç kullanarak savundu. Gene de Muazzez büyüyüp güzel bir kız olunca çevreden beğenenler  çoğaldı. Kaymakam Selahattin Bey birilerinden ödünç para alınca belli kaynaklardan tevatürler başladı. Borç bahane edilerek Muazzez de dedikoducuların güncel konuları arasına girdi. Bu arada Yusuf da, Muazzez’i neden kıskandığının bilincine varmaya başladı. Gene de duygularını bastırıp aileyi, dolaylı olarak Muazzez’i korumak yolunu seçti. Babasının borçlarını ödemesi koşuluyla Muazzez’in bir başkasıyla evlenmesine razı oldu. Bu arada Selahattin Bey öldü. Selahattin Bey ölünce karısı Şahinde Hanım gerçek yüzünü yavaş yavaş gösterdi. İlçenin eşrafıyla olduğu gibi, yönetici takımıyla da ilişkilerini çirkin bir  yola döküverdi. Ancak Yusuf, Muazzez’i korumakta  kararlıydı. Muazzez’in nişanlısı ansızın ölünce Yusuf Muazzez’le evlendi. Bu kez, daha önce anneyi  ellerine alan, vurguncu takımı Muazzez’i de aralarına almak için tüm hileli yolları denediler. Selahattin Beyden sonra kaymakam olan kişi İzzet Bey, Yusuf’u uzaklaştırmak için tahsildarlık görevine atamıştır. Yusuf, belli belirsiz zamanlarda köyleri gezmeye çıkmak zorunda bırakıldı. Gene böyle bir görev dönüşünde  şebekeyi suçüstü yakaladı. Şebeke kaymakam da dahil olmak üzere tam kadro Şahinde hanımın evinde eğlenmekteydi. Yusuf elinde atı için kullandığı  gırbaçla içerdekileri öldüresiye dövdü. Kamçı özellikle kaymakamın suratını parçaladı. İçlerinde tabancalılar varmış, rasgele ateş edilince Muazzez vuruldu  ama Yusuf bunu fark edemedi, Muazzez’i alıp uzaklaştı. Daha sonra yaralı olduğunu görünce çare aramaya yönelirse de vakit geçmişti, Muazzez Yusuf’un kucağında öldü. Bulundukları yer, karlı dağ  başıdır. Eline geçirdiği bir bıçakla mezar açarak Muazzez’i gömer Yusuf, onca olumsuzluklarla geçen yaşamına karşın tüm duyarlılığı ile Muazzez’in  mezarı başında yüreği kan ağlayarak bir süre durur. Bulunduğu yerden Edremit görünmektedir.Yüzünü Edremit’e dönüp uzun uzun bakar. Çok sevdiği Muazzez’ini yitirişi onu, birden durgunlaştırmış gibidir. Bu durgunluk yeni bir yaşamın başlangıcı olacak mıdır? Suskunluk içinde atını belirsiz bir yöne sürer. Kitap bitince öğretmen uzun süre yüzümüze baktı. “Romanlarla öykülerin karşılaştırmasını yaparken bu romanı düşünün!” dedi. “Romanlarda onlarca öykü anlatılır ama hiç birisi tam bitirilmez. Roman bittiği zaman öyküleri de okuyucunun belleğinde birer birer romanın ana konusuna bağlanır. Bu konuda düşünün, bir başka romanda bunu konuşacağız!” dedi. Ayrıldı. Bugün oldukça çok dinledik. Öğretmen de bitirmek için durmaksızın okudu. Çoğumuz üzülerek dinledik. Yusuf Asıl arkadaşımıza takılanlar vardı. Kitabın sonu böyle bitince takılmalar kesildi. “Kuyucaklı Yusuf kara bahtlıymış, Manikalı Yusuf öyle olmasın!”diyenler oldu. Ben uzun süre konuşamadım. Boğazımda bir düğüm oluştu. Yusuf’u Muazzez’in başında ağlarken görmüş gibi kederlendim. Hele sevdiği insanı kazdığı çukura bırakması olayını anımsadıkça ağlamamak için kendimi zor tuttum. Yusuf atına binince nereye gitmiş olabilir diye de uzun uzun düşündüm. Arkadaşların çoğu benim gibi düşünmediler. Voleybolcular hemen maça koştular. Banyo saatine dek, sıralara uzananlar oldu. Bense coğrafya kitabımdan Edremit, Kuyucak yörelerini bulup olayı kendi bölgesinde düşünmeye çalıştım. Edremit’i buldum ama Kuyucak’ı bulamadım. Kuyucak için köy de dendi, ilçe de. Arkadaşlardan da  bilen çıkmadı. Banyodan sonra ucu ucuna törene yetiştik. Belediye bahçesinde oturanların bile İstiklal Marşı söylenirken kalkmaları ilgimizi çekti. Hamdi Bağ Öğretmenin bir subayı uyarması tüm Lüleburgaz’a yayılmış durumda. Daha önce çok kimse ilgilenmiyordu. Bu konuda da Hamdi Öğretmene saygımız arttı. Onu bir bayrak sever olarak simgeleştirdik. Okuma saatinde Kuyucaklı Yusuf gene konu oldu. Kimi arkadaşlar ayrıntıları bile anımsıyorlar ,Hacı  Etem ne yapmıştı? Şakir kimdi? Ali yaşlı ninesini nasıl kandırdı? gibilerde konuşuyorlar. Hasip Efendi kimin tarafında, Nuri Efendi Yusuf’u seviyordu, Hulusi Bey yardım etmek istedi türünden konuşmaları duydukça kitap okunurken uyukladığımı düşünmeye başladım. Olanak bulursam bu kitabı bir de kendim okuyacağım. Küçük Paşa’nın yeni yazılısı yokmuş, onu bulup okuyamayacağım. Kuyucaklı Yusuf var, onu bulurum. Yeni kitaplarımdan geometri ile aritmetik kitaplarını bir daha gözden geçirdim. Bu kez biraz korktum. Orantılı hesaplar, Faiz hesapları, karekökler var. Karekökleri biraz anlıyorum ama faizleri hiç duymadım, ya da iyice unuttum. Bunları düşünerek uyudum.

 

10 Temmuz 1939 Pazartesi

 

Pazartesi pazarı nedeniyle sokaklarda çok ses oluyor. Bundan olacak, biz de erken uyanıyoruz. Kahvaltıda Namık Öğretmen duyurdu, bizim grup da inşaata gidecekmiş. Ona göre hazırlandık. Hava oldukça sıcak. İrfan Öğretmen de bizimle geldi. Geniş kenarlı bir şapka giymiş. İrfan Öğretmen gene bizi yanına seçti. Demir büküyoruz. İki tezgahı gölgeliğe çektik. Temel demirleri tamamlanmış, bugün beton dökülüyor. Biz taban hasırlarını yetiştirmeye çalışıyoruz. Nazmi Aybar Öğretmen de bize katıldı. Hiç durmamacasına akşama dek çalıştık, taban hasır demirleri döşendi. Bugün beton dökmekten  vazgeçilmiş, yarın tamamı dökülecekmiş. Arkadaşlar, yarını çok önemsiyorlar. İşin zor taraflarından bir beton dökmekmiş. İki büyük kamyon dolusu çimento torbası geldi. Taşınmasına yardımcı olduk. Biraz tozlandık. İrfan Öğretmen “Asıl tozlanma yarın olacak!” dedi. Anlaşıldı, yarın da buradayız. Günlerdir buraya gelen arkadaşların suskunluğunu anladım. İnsan buraya gelince  kendisiyle fazla ilgilenemiyor. Sürekli gürültü, değişik işler, koşuşturmalar, kamyona binip gitmeler, dönmeler, kendilerini düşünmeye  zaman bırakmıyor. Ben de gelsem böyle olacağım herhalde!Geç vakit Lüleburgaz’a döndük. İçimden, yarını düşünüyorum, gene gelecek miyiz acaba? Arkadaşların konuşmaları hep inşaat üstüne. Birkaç gün aralarında olsam ben de öyle olacağım. Nedense öyle olmamak istiyorum. Öyle olunca ne ders ne de kitap düşünülemeyecek gibi geliyor bana. İçlerinde bir Sami Akıncı bu kuralı bozuyor. O dersliğe girince ders kitabı açıp okumaya başlıyor. Bugün biraz daha yorgun olarak yattım. Hasan, Salih, Harun, Recep, Hüseyin, Yusuf, Başaran, Abdullah, Mehmet sanırım benim gibi düşünüyorlar ama susuyorlar. Yarın gene gitsek mi gitmesek mi?

 

14 Temmuz 1939 Cuma

 

Bugün 5. günümüz olacak biz de grup olarak inşaatta çalışıyoruz. Söylendiğine göre okul müdürümüz Nejat İdil  öyle istemiş. Salı günü beton dökülürken biz de sıra ile teskere taşıdık. Üç gündür de  eşek denilen iskele ayağı yapıyoruz. Belli boylarda eşekler. V şeklinde iki ayak üzerine kalın bir kiriş atıp  yanlara çapraz kuşaklar çakıp bırakıyoruz. İçerde kısaları kullanılacak. Tuğla örgüsü dışarıya çıkınca yüksekler kullanılacak. Meydan eşekle doldu. Bu eşek sözüne arkadaşlar çok gülüyorlar. İrfan Öğretmen, “Bunlara, yaparken, bir de kenarda köşede tek tek dururken eşek denir, duvar örerken onlar iskele olur!” diyor. Arkadaşlar birbirine takılıyorlar. “Biz de duvar örerken usta oluyoruz, işten sıvışıp ötede beride kaytarırken eşek oluyoruz!” diyorlar. Arkasından en çok kaytaran kim sorusu geliyor. Daha sonra da sırasıyla birçokları karşılıklı olarak, iskele ayağı olup çıkıyor. Bunu duyan İrfan Evren  Öğretmen, “Size bir daha bu tür sözler söylemem, haberiniz olsun!” diye uyardı. Arkadaşların şakalarını beğenmediğini söyledi. Biz yaptığımız iskele ayaklarını inşaat önüne taşırken okul müdürü Nejat İdil geldi. İnşaatın hemen yanındaki büyük çadıra girdi. Yanında insanlar vardı. Biz yakınından gidip dönerken beni çağırdı. Koştum, yanında oturanlardan birisi Yeni Bedir köyü muhtarı Kamber Amcamdı. Biraz şaşkın, Kamber Amcama “Hoş geldin!” dedim. Kamber Amca gülerek, Okul Müdürüne beni göstererek, “Müdür Bey görüyor musun, bana hoş geldin, diyor!” Gülerek bana dönüp “Dayımoğlu, ben buranın yerlisiyim, sen yeni geldin, burasını ne zaman sahiplendin ki  hoş geldin, diyorsun!” deyip güldü. Müdür Bey, “Kamber Ağa senin  sahipliğin bitti artık, çocuk haklı, burası bizim oldu. Görmüyor musun kan ter içinde binamızı kuruyoruz!” bana dönerek “Sen doğru söyledin, Kamber   Ağaya buralarda gördükçe  bir “Hoş geldin!” patlat!” Oturanlar hep güldüler. Amcam, onlara gitmemi tekrarladı, “İhtiyacın olursa söyle!” deyince Müdür Bey, “Kamber Ağa dur bakalım, onların her türlü ihtiyaçlarını biz karşılıyoruz, bizim yetişemediğimiz bir  özel durum olursa o zaman size gitsin!” Kamber Amca, “Müdür Bey beni zor durumda bırakma, evde yengesi beni  sıkıştırıyor “Git , al getir, o gençtir, kendiliğinden gelmez!” diyor.” Bu kez Müdür Bey  bana, “Anlaşıldı, sen git, amcanı kurtar, belli ki zordadır!” dedi. Onlar gülüştüler. Ben gideceğime söz verip ayrıldım. İrfan Öğretmen dahil arkadaşlar orada ne yaptığımı sordular, olayı olduğu gibi anlattım. Az sonra Kamber Amca oradan geçen bir araca atlayıp gitti. Köyü tam karşımızda, öğretmene gösterdim. Kamyonumuz gelince atlayıp Lüleburgaz’a döndük. Okul binasının temeli, tüm alt tabanının betonu tamamlandı. Cumartesi,  pazar günleri aralıklarla ıslatılacak, pazartesi gününden başlayarak tuğla örme işlerine başlanacak. Kamber Amcamın Okul Müdürü ile konuşması beni şaşırttı. Kırk yıllık arkadaş gibi konuşuyorlar. Ne zaman tanışıp bu denli yakınlaştılar ki? Babam Kamber Amca için “Çok girgin  bir  insandır, Yeni Bedir köyü onun gayretiyle kuruldu!” derdi. Kamber Amcamı daha çok sevmeye başladım.

 

Tabanı betonlu görünce duvarları çıkmışçasına sevindik. Oysa daha duvarlar var. 2, 5 metre sonra gene demir döşenip beton dökülecek. Daha üstüne de aynı  işlemler yapılacak. Onlar bu ilk  beton kadar önemli değilmiş. Sürekli inşaatta çalışanlar işin böyle olduğuna inanmışlar, bir yılgınlık göstermiyorlar. Yaptığımız işten değil de havanın sıcaklığından etkilendim, erkenden uykum geldi. Neyse ki öğretmen gelmedi,. Biz de birer ikişer yataklara  girdik. Yatar yatmaz uyuduğumu sanıyorum.

 

15 Temmuz 1939 Cumartesi

 

Kahvaltıya inince Hamdi Bağ Öğretmeni gördüm, izinden dönmüş. Kahvaltıdan sonra bizi çağırdı. “Burada çalışacağız, hazırlanın!” dedi. Gerçekten arkadaşlar kamyona atlayıp gittiler. Bizim burada kalışımız sanki Hamdi Öğretmene bağlıymış gibi sevindik. Hasan Üner Hamdi Öğretmene “Siz gittiniz, bizi inşaata götürdüler!”deyince öğretmen, ”Bunda şaşılacak bir taraf yok yakında hepimiz gideceğiz!” dedi. Birinci kat bitince hepimiz gidip oraya girecekmişiz. “Duvarlar çabuk biter, bunla, hesap kitap işidir. Namık Ergin, Hasan Çevik Öğretmenler günü gününe hesaplarını yaptılar, onların belirttiği tarihler kolay kolay şaşmaz!” Öğretmen bizi cesaretlendirdi. Bu kez de Naci İnan Öğretmen bir hafta izinliymiş. Biz eski işimizi sürdürdük. Kornişleri tamamladık, çizimler bitti. Dişi-erkek geçme çalışmalarına başladık. Hamdi Öğretmen “Dikkatli çalışma var, yarış yok!” diyor. Bozacağımız bir parça hazırlanan başka bir parçayı öksüz bırakacakmış. Fısıltı başladı, öksüz değil dul kalacakmış. Geçmelere dişi erkek adını vermiştik. Dişi erkek insan çiftlere yalnız kalınca nasıl dul deniyorsa bizim tahtalar da dul olacakmış. Tıs pıs gülmeler olunca İrfan Öğretmen “Sizde gene bir numara var ama sormayacağım!” dedi. Sustuk. İnşaat grubu erken döndü ama  üç saat sonra gene gideceklermiş. Bir de yarın öğle  sıralarında gidilip sulanacakmış. Törenden sonra biz de gene işbaşı yaptık. Bugün  yarın değişik bir program uygulanacakmış. Arkadaşlar dönünceye dek çalıştık. Onlar iyice hava kararırken geldiler. Biz de o zaman paydos ettik. Yarın da öğleye dek çalışacağız. Dişi açmalar bitmek üzere, erkekler daha ancak yarıyı buldu. Yarın kitap okuma da yapılamayacak. Öğretmenin haberi olsa da gelmese diyorum. Hüsnü Yalçın “Fikret Madaralı Öğretmen gelmez, ona haber verilir!” deyince şaşırdım. ”Kim haber verecek?” Ömer Uzgil Öğretmen onlarla sürekli telefon konuşması yapıyormuş. Telefon olayını biliyorum ama burada hiç işimize yaramadığı için unuttum. Yoksa telefon bizim köyde bile var. Cumhuriyet kuruluşunun 10. yılında  tüm Lüleburgaz köylerinde olduğu gibi bizim köyde de telefon kurulmuştu. Bu gece de erkenden yattık.

 

16 Temmuz 1939 Pazar

 

Arkadaşlar “Yarın pazar değil, takvim şaşırmış, bir gün atlamış, yarın pazartesi” diyerek yatmıştı. Kalkar kalkmaz gene soran oluyor. Bugün pazartesi olduğuna göre Pazar kurulacak mı? Kurulmayacak, çünkü pazarcıların takvimi gene eskisi gibi kalmış. Arkadaşlar, ne söylenirse gülüyorlar. Kahvaltıdan sonra biz atölyeye geçtik, arkadaşlar inşaata gittiler. Hava oldukça sıcak. İrfan Öğretmen, ”Yazın en sıcak günlerini geçiriyoruz!”diyor. İçimden, ”Yılın en sıcak günlerini gölgede geçiriyorum!” deyip sevindim. Arkadaşlar öğle yemeğine geç geldiler. Biz yemek yeyip çalışmaya devam ettik. Onlar beklenilenden iki saat sonra geldiler. Değişik yerlerden su taşınmış, kamyon zamanında gelememiş. Gene de neşeleri yerinde, şakaları her günkü gibi sürüyor. Bir süre dinlendikten sonra hamama gittik. Zamanında döndük, bayrak törenini her zamankinden farksız yaptık. 1. Okuma saatinde Ömer Uzgil Öğretmen geldi. Bizi, bazı konularda uyardı. Gereksinimlerimizi sordu. Çarşıya izinli çıkmak istediğimizi söyleyenler oldu. ”Her gün kesinlikle olmaz, ancak bir gün, örneğin cumartesi günü belli bir saatte!” olabileceğini söyledi. Cumartesi günü için karar alındı. Saat 14-16 arası uygun görüldü. Özel durumlarda Ömer Uzgil Öğretmenden izin  alınabileceği tekrarlandı. Öğrenci olarak genel tatil yapamayacağımızı, ancak özel olarak velilerin isteğiyle bir hafta, az sayıda kimseye izin verilebileceğini anımsattı. Buna İsmet çok sevindi. Hemen adını verdi. Nedense başka kimse  adını vermedi. İsmet 15-22 Temmuz tarihleri arası izinli sayıldı. 2. okuma saatinde gene Ömer Uzgil Öğretmen geldi. Bu kez  dersler üzerinde durdu. Haftanın bir gecesinde gelip Almanca dersi yapacağını söyledi. Bu kez ben  Almanca kitap sordum. ”Kolay okunacak Almanca Alfabe kitabı yok mudur?” dedim. Öğretmen güldü “Ata ot at gibi kitaplar mı istiyorsun?” dedi.. Almanca o tür kitaplar  yokmuş. Sonra da “Doğal olarak kendi ülkelerinde, Almanya’da vardır. Ancak onları getirtmek olanağımız yok!” dedi. Almanca okutulan kitaplar değişmiş, Milli Eğitim Bakanlığı kendi hazırladığı kitapları gönderecekmiş. Bunlar biraz gecikebilirmiş. Biz şimdilik, gene 1. sınıf kitabımızı okuyacakmışız. Öğretmen erken ayrıldı, biz de hemen yattık. İsmet izin aldı ama gitmek için hazır değildi. Ne yapacağını bile bilemiyordu. Bildiğim kadarıyla onu uyardım. Yarın inşaata gitmezsem, gerekli bilgileri toplayabileceğimi söyledim. Ayrıca Ali Ağabeyim gelirse onunla bizim köye aradan  köyüne gitmesini önerdim. Yarın Kırklareli treni geçene kadar  zaman olduğunu, kaygılanmaması gerektiğini söyledim. İsmet rahatladı.

 

17 Temmuz 1939 Pazartesi

 

Beni İsmet uyandırdı, içi içine sığmıyor. Kahvaltıdan sonra arkadaşlar inşaata gitti. Biz gene atölyemizdeyiz. İsmet’i Salih Arı Öğretmenin odasına gönderdim. Orada çalışan memur tren tarifelerini biliyor. Okula giderken ben de oradan almıştım. İsmet gitti, her bilgiyi alıp geldi, çok rahatlamış. Tren saat 17.00’de kalkacak. Öğlede çıkıp pazarı dolaşacağız, Ali Ağabey gelmişse, onunla gidecek. Gelmemişse, trene faytonlar gidiyor, atlayıp istasyona gidecek. Gün batmadan Kırklareli’de olacak. Kırklareli’de kalacak yeri var. İsmet rahatladı, hazırlığını yaptı. Öğlede beraber çıktık. Pazarcı Salim Amcaya uğradık. Ali Ağabey az önce ona uğramış, tanıdığı manifaturacı Tavukçu Hasan’ın oraya gitmiş. Koştuk, mağazadan çıkarken karşıladık. Ali Ağabey memnun oldu, İsmet’i trenden daha önce evine ulaştıracağına  söz verdi. İsmet çok sevindi. Okula döndük İsmet eşyalarını aldı, gene Ali Ağabeyin yanına gittik. Ben geri döndüm. İsmet  yalnız olarak tren yolculuğu yapmamış, çekiniyordu. Bu daha iyi oldu. Arkadaşlara durumu anlattım. ”Dayılık budur!” dediler. İsmet’i böyle göndermem beni de rahatlattı. Evdekiler hep merak ederlerdi, görecekler. Hem de benim hakkımda İsmet onlara daha inandırıcı bilgiler verecek. Bence bu çok önemli. İsmet’in babası Muhittin enişte bana, ”İsmet’in kendi hakkında söyledikleri başkadır, senin onun hakkında söylediklerin daha başkadır. Ben, senin hakkında İsmet’ten, İsmet hakkında da senden bilgi almayı yeğlerim!” der. İsmet izin kapısını açtı, Yusuf Asıl, Harun Özçelik, Salih Baydemir, Recep Kocaman izin sözü etmeye başladılar. Hamdi Bağ Öğretmen, bunu duydu, ”Hele gidin, sizi bir daha bu atölyeye sokmam!”. Bu arada bana da sataştı, ”Öyle uzun gideceğinize”, beni göstererek, “onun gibi günde bir kaç kez çıkarak Lüleburgaz’ı dolaşıp gelin!” dedi. Sonra da katılarak güldü. Ben kendimi savundum. Her gün bir saat gitsem ayda 20 saat eder. Bir haftalık iznimi kullansam, 56 saat eder, ben gene de alacaklıyım!” dedim. İrfan Öğretmen “Sen bu hesabı nasıl yapın?”diye sordu. Açıkladım, güldüler. Paydostan sonra kendi kendime düşündüm. Pazardan hızla geçtik. Köyden bir çok insan oradaydı. Çıkıp ağır ağır dolaşsam hemen hemen herkesi göreceğim. Köydeymişim gibi bir şey. İyi ki kapalı bir yerdeyiz. Okulun İstanbul yolunda olması da iyi oldu. Bizim köylüler bu tarafa kolay kolay geçmezler. Önemli olan köylüleri görmek, onlara görünmek değil, onların yalan yanlış yorumlarından kurtulmak. Bir şey sorsan hemen bir gerekçe yapıştırırlar, Hızlı yürüsen, koşuyordu, ağır yürüsen duruyordu gibi anlamsız yorum yapıp evdekileri tedirgin ederler. Arkadaşlar bugün de geç geldi. Ancak çok neşeli geldiler. Duvarlar örülüyormuş. Çoğu  ara örgülerde çalışıyormuş. Köşeler ustaların kontrolundaymış. Halil Basutçu bir köşeye yerleşmiş bile. Ustalar Halil’e “Halil Usta!” demeye başlamışlar. Çok merak ettim Sami Akıncı’ya sordum. ”Bu gece hangi öğretmen gelecek?” Ömer Uzgil, öğretmenlerin isteklerine göre yeniden bir liste hazırlamış. Ancak öğretmenlere duyurulamamış. Bu nedenle kimin geleceği belli değilmiş. İki öğretmen de gelebilirmiş ya da hiç kimse gelmeyebilirmiş. Biz konuşurken Fikret Madaralı Öğretmenin sesi duyuldu. Az sonra da geldi. Kuyucaklı Yusuf üstüne kısacık açıklama yaptı. ”Sevdinizse kendiniz de okuyun, şayet okursanız, olaya Yusuf ya  da Muazzez ya da Ali, Veli olarak bakmayın. Daha çok onların çevresindeki insanların  durumlarını, bir birine karşı çıkar  savaşlarını nasıl sürdürdüklerini, hangi yolları denediklerini iyi saptamaya çalışın. Kitabın asıl özelliği burada. Edremit anlatılmış ama aslında tüm yurdun değişik bölgelerinde bu tür olaylar olmaktadır. Yazarın başarısı bunları iyi gözlemleyip inandırıcı şekilde anlatmasıdır!” Yeni kitabı çıkardı, gösterdi. Çok okunan bir kitap olduğunu söyledi. ”Bir öğretmen kitabıdır, Kitapta anlatılan da yazan da öğretmendir. Kendinizi de geleceğin öğretmeni olarak düşünüp dinleyin, okuyacaksanız, öyle okuyun!”d edi. Yazarı için kısa bilgi verdi. Öğretmen kendisini tanımış, konuşmuş. Başka bir çok kitabı varmış. Öğretmen 10 dolayında kitabını okumuş. Çalıkuşu… Oldukça kalın bir kitap. Öğretmen her kitapta yaptığı gibi genel bir açıklama yaptı. Bir subay kızı olan Feride çocuk yaşlarında hem annesiz hem de babasız kalır. Onu teyzesi yanına alır. Feride teyzesinin yanında çok mutlu yetişmiştir. Öyle ki ele avuca sığmaz durumundan dolayı adı çevresindekilerce Çalıkuşu olarak anılmaktadır. Gerçekte de Feride zeki bir çocuktur. O zamanların ünlü okullarından (Fransızca öğretim yapan bir okul) Notre  Dame de Sion Kız lisesini bitirir. İşte olay bundan sonra başlamaktadır. Öğretmen arada açıklama yaparak, anlamamızı kolaylaştırmaktadır. Feride’yi yetiştiren teyzenin bir de oğlu vardır. Kamuran. Teyze  oğlu Kamuran’la Feride’yi evlendirmek ister. Feride de bunu istemektedir. Ancak Kamuran bir başka kızla da ilişkilidir. Bunu öğrenen Feride üzülür, onurunun kırıldığını düşünerek evden kaçar, elindeki diplomasına güvenerek öğretmen olmak ister. İsteği ilgililerce  uygun görülür, gereksinim duyulan uzak bir yöreye gönderilir. Tek başına yaşamın gerçekleriyle karşı karşıya kalan Feride çok zorluklarla karşılaşır. Ayrıca o zamanın okulların, öğrencilerin, özellikle de velilerin sorumsuzca davranmaları Feride’nin işlerini zorlaştırır. Öğretmen buralarını okurken arada kesip kendi köy öğretmenliği anılarını anlatmaktadır. Özellikle Samsun Çukurbük köyünde yaşadıklarını anlattıkça, Feride’yi Çukurbük köyünde varsaydığım oldu. Feride’yi izlerken o günlerin okullarını, insanların okullara bakışını da öğrenmiş oluyoruz. Ben kendi köyümle karşılaştırınca arada çok büyük bir fark görüyorum. Bizim köyün okulu 3. sınıfa kadardır. Böyleyken çok derli topludur. Öğretmen köyde saygıyla karşılanır. Özellikle şimdilerde eğitmen Mustafa Güvener, biraz da kendi köylümüz olduğu için olacak köyün en saygıdeğer insanı olarak anılır. Yakından tanıdığım Hamitabat okulu ise Lüleburgaz okullarından farksızdır. 300’ü aşkın öğrencisi, 5 öğretmeni ile herkesin  güvenini kazanmıştır.. Feride’yi andıran Münevver Öğretmeni düşündüm, köy halkı onu kendi kızları gibi seviyordu. Ona toz kondurmaya kalkacakları kesinlikle pişman ederlerdi. Bu yüzden olacak, 3 yıl çalıştıktan sonra, köylülerin gözyaşları arasında istediği yere, kendi memleketine .isteği ile atanması yapıldı. Yıllarca da sevgiyle anıldı. Münevver Öğretmenin yerine gelen Cemile Öğretmene de aynı sevgi şimdi de gösterilmektedir. Çalıkuşu gelse idi, sanırım çektiklerinin hiç birisi bizim köyde başına gelmeyecekti. Öğretmen o günlerin yaşam koşullarını anlatırken ben bunları düşünüyorum.(Feride’nin  çalıştığı günler) Oysa o devirlerde bizim köyde okul bile yoktu. Cumhuriyet  Dönemi yeniliklerini bu konuyu karşılaştırarak kavramamız kolaylaşmaktadır. Bizim köyde okul 1929 yılında açıldı. İl’e 20 km. ilçeye 15 km uzaklıkta bir köy. Öğretmen, okumayı burada kesince  toparlandım. İlgimi çeken bir taraf da Feride’nin de günlük not tutmasıdır. Yazık ki bu notları tam olarak daha okuyamadık. Ben bu notları çok merak ediyorum. Öğretmen kalkıp giderken arkadaşların sessiz kalmaları, kitabın etkisini gösteriyordu. Neredeyse “Devam edelim!” diyecek bir durum vardı. Öğretmen güldü, ”Bir başka akşam devam edeceğiz!”deyip ayrıldı. Bu suskunluk sürdü. Öteki, kitaplarda olduğu gibi bir birine ters yorumlar yapılmadı. Feride, Munise, Vehbi adları anıldı. Zeyniler köyünün yeri merak edildi, soruşturuldu, orada kalındı. Sanırım arkadaşlar da benim gibi Çalıkuşu Feride’yi bir tanıdıklarına benzetip belleklerine yerleştireceklerdir. Beyaz Zambaklar Memleketi’ndeki Snellman’la Feride’yi karşılaştırdım. Snellman Feride’nin yerinde olsaydı Finlandiya’daki başarısını gösterebilir miydi? Bunları düşünürken uyudum.

 

18 Temmuz 1939 Salı

 

Kahvaltıya indiğimizde Sami Akıncı’nın rahatsızlandığını söylediler. Gece önce titremiş, sonra ateşlenmiş. Dışarıya çıkarmışlar, Mustafa Saatçı Ömer Uzgil Öğretmene haber vermiş. Öğretmenler için ayrılan küçük konuk odasına almışlar. Şimdi uyuyormuş. Gündüz doktora götürülecekmiş. Üzüldük. Bunu hiç düşünmemiştik, insanlar için hastalık da varmış. Hepimiz şaşkınlaştık. Arkadaşlar kamyon yanında toplanırken, Namık Öğretmen bizim atölyeye geldi, Hamdi Öğretmenle bir süre konuştular. Hamdi Bağ Öğretmen bana uzun uzun baktı, Hasan, az ileride duruyordu, onu çağırdı, ikimize “Siz bugün burada İrfan Öğretmenle yalnız kalacaksınız. Biz arkadaşlarınızla Namık Öğretmene yardıma gideceğiz. Siz buraları toplar, bir yandan da her günkü işimize devam edersiniz. İrfan Öğretmen az gecikmiş olabilir, onu bekleyin!” dedi. Hasan’la ben ortalıkta kala kaldık, Hamdi Öğretmen arkadaşları aldı, gitti. Az sonra İrfan Öğretmen geldi. Bu son durumdan haberli değilmiş, biraz şaşırdı. Sonra işimize başladık. Bir süre sonra Sami arkadaşımız bahçeye indi. İyileştiğini söyledi. Ancak Ahmet Gökay Ağabey bir süre sonra Sami’yi doktora götürdü. Sami arkadaşın hastalığı Hasan’la ikimizin konuşma konusu oldu. Gözlerimiz onun doktordan dönmesini bekler oldu. Saatler sonra Sami yalnız döndü. Doktor, ”Sıcak dokunması!” demiş. Sami ise “Ben hiç sıcakta kalmadım. Arkadaşlar güneş altında çalıştılar ben hep gölgeli yerlerde çalıştım, doktor neden öyle dedi bilmem!” Sami üç gün dinlenecekmiş. Arkadaşlar olmayınca daha mı çok çalıştık, daha mı az? Kestiremiyorum ama sıkıldığımız apaçık. İki ikiye konuşamıyoruz. Tüm sözler “O ağacı uzat, şu tahtayı kes, bunun eşi bu mu?” türünden sözler. Neyse ki Hasan çok kitap okuyan bir arkadaşımız, ben soruyorum, okuduğu kitapsa Hasan usanmadan anlatıyor. Monte Kristo, Üç Silahşörler, 80 Günde Devrialem, Denizler Dibinde 20000 Fersah kitaplarını bana bir kez daha anlattı. Jules Verne’den Karpatlar Şatosu’nu, Mişel Stragof’u okumuş bana da  önerdi. Halkevi kitap listesinde bunlar varmış. Öğle yemeğinde Sami de indi, üç kişi yemek yedik. Gürültülü yemeğe alıştığımız için sessizliği garipsedik. Yemekten sonra Sami Akıncı da bizim atölyeye, yanımıza geldi. Daha doğrusu İrfan Öğretmen, ”Sami, sıkılınca  bizim yanımıza gelebilirsin!” demişti. Akşam arkadaşlar gelince büsbütün şaşırdık. İki arkadaşımız daha, Ali Önol’la Mehmet Yücel rahatsız olmuş. Onlarda da Sami’ye benzer üşümeyle başlamış, arkasından ateşleri çıkmış. Rahatsız olan arkadaşlara isterlerse yatabilecekleri söylendi. Mehmet Başaran, Mustafa Saatçı, Sefer Tunca arkadaşlar, rahatsız olanların en yakın arkadaşları olduğundan onların etraflarında dört dönüyorlar. Üç arkadaşımız hasta, biri de izinli, üç arkadaş da rahatsız olanlarla ilgilendiği için hepimizin neşesi kaçtı. Yemekte olduğu gibi okuma saatlerinde de hepimiz suskun, yatmayı bekledik. Bir an için hastalandığımı varsaydım. Böyle bir durum olursa ne yaparım? Kederli bir gece….

 

22 Temmuz 1939 Cumartesi

 

Bugün dördüncü gün, tüm sınıf, inşaata gidiyoruz. Üç arkadaş  rahatsız oldu, üçer gün dinlendiler. Bir arkadaşımız da izinli olunca hepimiz birlikte çalışmaya başladık. Öğretmenler de bizimle. İrfan Evren, Hamdi Bağ Öğretmenlerle gene beraberiz. Önce alt kat pencere üst kalıplarını tamamladık. Şimdi de yer katının beton kalıbını yapıyoruz. Tahta işini bugün  bitirdik. Pazartesi demir döşenmesine başlanacak. Üstü kapanınca salonlar olduğu gibi meydana çıktı. Buraları geçici olarak yatakhane yapılacakmış. Biraz karanlık olacak ama olsun, diyoruz, nasıl olsa elektrikle aydınlatılacaktır. Namık Öğretmen, ”Zemin katın üst betonu dökülünce binanın yarısı bitmiş sayılır!” diyor. Öteleri daha kolay çıkarmış. Bense  bunun tersini düşünüyorum, duvarlar yükseldikçe zorlaşır. Bayrak törenini hesaplanarak biraz erken döndük. Zamanında tören yapıldı. Hasta arkadaşlar aramıza katıldılar, üçü de iyi olmuş. Mehmet Yücel’in neşesi yerine gelmiş. Herkese takılıyor. Bu arada ona da takılanlar oluyor. ”Cumartesi günü iyisin ama, bakalım  pazartesi günü beton dökerken nasıl olacaksın?” diyenler de çıkıyor. Cumartesi günü izin kullanacaklar adlarını yazdıracaklar. Benim niyetim yoktu, Kadir Pekgöz istedi, yazıldım, Kürt Yusuf’un fırınına gidip Kadir’in köylüsü Hasan’ı bulacağız. Hasan benim sınıf arkadaşımdı. Hasan’ı Edirne’ye gideceğim 10 Kasım günü görmüştüm, Atatürk için ağlıyordu. Atatürk’ün öldüğünü, o acı haberi Hasan’dan almıştım. Hasan’ın o günkü halini hiç unutamıyorum. Bugün görünce o günü anımsatmayacağım. O açarsa belki ama ben  o acı günü açmayacağım. Mehmet Yücel arkadaş da bize katıldı, birlikte gezeceğiz. Onun gideceği yer çok yakın. En uzak yer bizim gideceğimiz fırın, bizim köyün yolu üstünde. Lüleburgaz’ı boydan boya geçiyoruz. Önce Hasan’a uğradık. Hasan un taşımış tam anlamıyla fırıncı, üstü başı un içinde. Gülerek “Benim işim bu, Allah’ın günü un içindeyim!” diyor. Hasan çok neşeli. Okulda da öyleydi. Hasan, Kadir’in köylüsü ama Kadir Hasan’ı benim kadar tanımıyor. Gerçekte Kadir’in Ağabeyi Hüseyin, Hasan’ı daha iyi tanır. Hasan’la az konuştuk, gene gelmek üzere ayrıldık. Oradan Turgutbey yoluna çıktık. Mehmet kendi köyünün yoluna, Kadir’le ben kendi köylerimizin yoluna baktık. Oradan pazaryerini dolaşarak İstanbul yoluna çıktık. Mehmet Yücel Hüsnü Dayısının mağazasına uğradı. Hüsnü Dayı dediği voleybol oynamaya gelen Yüksek Ticaretli Ali Ceylan’ın babası. Bir de kızı var, güzel bir kız. Ben ilk kez yakından gördüm. Özellikle saçları çok güzel. Mehmet Yücel’e takıldım. Kızın yaşının küçük olduğunu öne sürdü. Mehmet arkadaşın bu konuda şaka götürmeyeceğini anladım, sustum. Ancak okuduğumuz Kuyucaklı Yusuf’u anımsatarak, ”Kızların büyümesi için bekleyenler de vardır!” dedim. Arkadaşlar bu kez Mehmet Yücel’e takıldılar, ”Kolay kurtulamayacaksın, sen bu işten haberin olsun!” dediler. Akşam sinemaya gitmeye karar verdik. Birden aklıma takıldı, Mehmet Yücel arkadaşın savunduğu kızın ağabeyi Ali Ceylan’ın kolundaki saat ilgimi çekmişti. Ara ara  ben de bir saat almayı düşünüyordum. Babam saatini vermek isteyince büyük ablam bana yavaşça “Babam saatini çok sever, alır da  başına bir hal olursa çok üzülür. En iyisi sen kendine bir saat al” demişti. Birden karar verdim, arkadaşlarla saatçıya gittik. Uzun  uzun seçim  kararsızlığı içinde bocaladıktan sonra bir kol saati aldım. Saatlerin markası olduğunu duymuştum, örneğin Şimendifer saatlerinden söz ediliyordu. Babamınki  Serkisof’tu. Benim aldığım Nacar. Saatçı önce 20 lira istedi, öğrenci olduğum için 18 liraya bıraktı. Saati sol koluma arkadaşlar taktı. Saatçı da tembihlerde bulundu, ”Islatma, bir yerlere çarpma, zamanında kur, ters döndürme’” dedi. Saat kolumda yürümeye başlayınca bir başka olduğumu duyumsar gibi oldum. Sol tarafıma geçen olunca yer değiştirmeye başladım. Arkadaşlar, bu tavırlarıma hem güldüler hem de beni haklı buldular: Saatler çok  dikkatli kullanılmalıymış! İki saatlik iznimizi doldurup okula döndük. Sinema için görevli arkadaşlar sayı doldurmaya çalışıyorlarmış, biz de yazıldık. Hamdi Bağ Öğretmenin gözetiminde  topluca  sinemaya gittik. Sinema görevlileri  bizi iyi tanıyor, arkalarda iyi bir yeri gösterdiler. İki film var. Birini görmüştük ama bir daha görebiliriz. Aynaroz Kadısı, Leblebici Horhor. Leblebicinin şarkılarını duymuştum. bizde plakları vardı. ”Bici bici Leblebici-Leblebini kavuram, dumanını savuram…gibi sözleri   anımsıyorum.Bu filmden alınmış olabilir. Haftaya iki yeni film varmış. Bir Millet Uyanıyor-Güneşe Doğru. Bunları da göreceğiz. Arkadaşlar gene Aynaroz Kadısını  eğlenceli buldular, sevdiler. Özellikle avanak oğlanın yaptıklarına kırılırcasına güldüler. Ben gülmekten çok sinirlendim. ”Bir insan bu denli aptal olur mu?” diye  kendi kendime sordum, durdum. Gene de sinemadan hoşnut olarak ayrıldık. Bir yandan da kolumdaki saati düşündüm. Arkadaşlara çaktırmadan, sinemadan çıkarken kolu saatli insanlara baktım. Kolu saatli fazla kimse yoktu. Olanlar da hep benim yaşımda  gençler. Arkadaşların konuşmaları hep sinemalar, filmlerde görülen olaylar üstüne. Benim saati çok arkadaş görmezden geldi. Dikkat ettim, filmler üstüne en çok konuşanlar belli arkadaşlar. İdris Destan, Yakup Tanrıkulu, Hilmi Altınsoy, Bekir Timuçin. Özellikle de Bekir, vır vır  vır konuşuyor. Film gösterilirken de susmak bilmiyor. İkinci kez bu filmi izlediğime  pişman oldum. Uyuyana dek  de aptal çocuğun yaptıklarını anlatanları dinlemek iyice canımı sıktı. Saat sevincim bile  gölgelenmiş oldu. Bakıyorum da Bekir Temuçin’in yaptığı taklitlere hep küçük takımı gülüyor. Ben onlardan büyük olduğum için mi hoşlanmıyorum? Bir süre bunu düşündüm. Bu ara saati bir yere  çarpma olasılıklaeı da  aklıma takıldı.. Gündüz bile bile vurmam ama gece  kollarımı açarken karyola kenarlarına vurabilirim. Bir süre kollarımı ölçtüm. Uyurken saati korumam olanaksız gibi geldi,başka çareler aramalıyım.

 

23 Temmuz 1939 Pazar

 

Kahvaltıya herkes indi. Sami Akıncı, Ali Önol, Mehmet Yücel, rahatsızlıklarını geçirdiler. İsmet bir terslik olmazsa bugün gelecek. Akşama gene tamam olacağız. Ömer Uzgil Öğretmen, doktorla konuşmuş. Ya da doktor Ömer Uzgil Öğretmene söylemiş, çalışırken, özellikle de terli durumlarda çok su içmememizi, su içince de bir kenara çekilip durmamamızı tembihlendi. Hastalık hiç birimizin aklına gelmemiş bir olaydı. Şimdi çok önemsenen bir engel gibi görülmeye başlandı. Yakup Tanrıkulu, İdris Destan, Hilmi Altınsoy için Edirne’de bir tevatür çıkmıştı ama sonradan unutuldu. Arkadaşlar mı iyi oldu, yoksa kimse üzerinde durmayınca öylece unutuldu mu? Bilemiyoruz. Adı geçen arkadaşlarda şimdilerde bir sızlanma yok. Mehmet Yücel voleybol oynuyor. Sami iyileşti. Ancak o gene ders çalışmaya başladı, meydanlarda görülmüyor. Ali Önol  eskisi gibi yüksek sesle konuşmaya başladı. Kitap okuyanlar okuma yerinde toplanmış ellerinde kitaplar, yer yer okuyor, arada duraklayıp birbirlerine bir şeyler anlatıyorlar. Ben okurken yanımda konuşulmasını istemiyorum. Bu nedenle herkesten uzakta oturup, kendi kendime  olma yollarını seçiyorum. Öğle yemeğinden sonra. Fikret Madaralı Öğretmeni beklemeye başladık. Çalıkuşu Feride’yi hepimiz ilgiyle izliyoruz, bundan sonra ne olacak. Öğretmen bahçe kapısından girince bizi gördü, gülerek geldi. ”Feride’yi merak ediyorsunuz değil mi?” dedi. Hiç ara vermeden okumaya başladı. Çalıkuşu Feride küçük Munise’siyle oluşturduğu  mutlu yaşamını sürdürürken, kendisi dışındaki olaylara gene karıştırılır. Bir soygun olayı  dolayısiyle köye doktor Hayrullah Bey gelir. Feride’nin o köyde kalmasına razı olmaz, soru sual etmeden yetkilileri etkileyip Feride’yi kente aldırır. Feride kent okulunda Fransızca öğretmenliği yapar. Munise yanında büyümektedir. Ancak Munise birden hastalanır bu hastalıktan kurtarılamaz, ölür. Feride’yi evlilik için zorlayanlar çıkar. O bunları atlatmasını becerir ama sonunda doktor Hayrullah Beyin tuzağına düşer, evlenir. Bu Feride’yi korumak için yapılmış evliliktir. Doktor çok yaşlıdır. Bir süre sonra da ölür. Feride gene yalnız kalmıştır. Öğretmen gülerek, ”Haydi birkaç gün daha meraklanın bakalım. Feride bundan sonra neler yapacak?” deyip kitabı kapattı, kalktı. Öğretmen “kitabı daha önce okuyan var  mı?” diye sordu. Hasan Üner el kaldırdı. Öğretmen gülerek “Sakın söyleme!” dedi. Hafta arasında bir akşam geleceğini söyleyip gitti. Hasan’ı sıkıştıranlar oldu. Hasan söylemeyeceği üzerine yemin etti. Sıkıştırılmaktan kurtuldu. Bundan sonra varsayımlar sıralandı. Kimisi Feride öldü, kimisi başka bir doktorla evlendi, kimisi dağa kaçırıldı, kimisi hiç evlenmedi, diyerek kafaları karıştıran söyler söylendi. Hasan kulaklarını kapatıp bahçenin karşı tarafına gitti. Bir süre sonra hamama gitmek için hazırlandık. Hamam İstanbul-Edirne yolu üstünde olduğundan ana cadde pazar günleri de öteki günler gibi kalabalık. Bu nedenle hamam yolumuzda derli toplu olmak gereğini duyuyoruz. Sıra olmuyoruz ama grup olarak düzenli gidip geliyoruz. Kendi kendimize kurduğumuz bu düzeni sürdürmek hepimizin hoşuna gidiyor. Öyle ki, grupça, dörder beşer bölünerek dikkat çekmeyecek bir düzende gidiyoruz. Bizi görenler, tanıdıkları halde gene de durup bakıyorlar. Soru soranların konuşmalarından, iyi izlenimler bıraktığımızı anlıyoruz. Bu izlenimleri bozmamak için hepimiz dikkat kesiliyoruz. Zaten okuldan çıkar çıkmaz sağımızda köşede her zaman açık bulunan Neşet Çal eczanesinde müdürümüz Nejat İdil oturmaktadır. Öyle bildiğimiz ya da sandığımız için o tarafa bakmadan düzenli yürümek gereğini duyuyoruz. Sanki Müdürümüz bizi bir yerlerden gözetliyor, bir kusurumuzu görürse çok üzülecek duygusu içindeyiz. Müdürümüz Nejat İdil’i biz nasıl kusursuz görüyorsak o da bizi öyle görmeli. Bu bizim ortak duygumuz. Giderken bakamadım, ancak dönüşte Müdürümüz, eczanenin önünde Müfettiş Yalçın Beyle oturuyordu. Biz geçerken bize bakarak konuştular. Yüzleri gülüyordu. Belli ki Müdürümüz durumdan memnun. Biz döndükten az sonra Hamdi Öğretmen düdük ağzında çıktı. ”Çocuklar, düdük çalmamı istiyor musunuz?” dedi. Hemen toplandık. İstiklal Marşı’nı çok iyi söylediğimize inanmaya başladık. Rahat, cesurca söylüyoruz. Törenden az sonra İsmet geldi. Tüm arkadaşlar karşıladılar. Takılanlar oldu, ”Alpullu’da indin mi? Benli kızı gördün mü? Yoksa eve deyip de Alpullu’ya mı gittin?” İsmet, yalnız benim anladığım, usturuplu bir yanıt verdi ama kimse anlamadı. ”Haydi oradan, geveze şeyler, görülecek Benli kız yalnız Alpullu’da mı var sanıyorsunuz?” İsmet gittiğine çok memnun, teyzem çok sevinmiş, bana herkesten selam getirdi. Bize gitmişti, oradan da haberler getirdi. 1. Okuma saatinde öğretmen gelmedi. 2. Okuma saatinde Ömer Uzgil Öğretmen geldi. Almanca dersi yaptık. Almanca dersi çok hoşumuza gitti. İstekli arkadaşları tahtaya kaldırdı. Okuduğumuz derslerden aklında kalan bir  cümleyi tahtaya yazdırdı. O cümlenin içinde geçen sözcüklerden sorular çıkararak yeni cümleler kurdurdu. Hiç  bir şey bilmediğimizi sandığımız halde beklemediğimiz doğrulukta yanıtlar verdik. Benim anımsayamadığım sözcükleri öteki arkadaşlara buldurdu. Ortaklaşa güzel bir ders yaptık. Öğretmenin tatilde yaptıracağı dersler bu tür çalışmalarmış. Arkadaşlar her gece olmasını istediler. Ben şaştım, Halil güldü. Ancak öğretmen “Her gece olmaz, ben her gece  gelemem, haftada bir ya da iki saat yeter!” dedi. İsmet bir gece bizde kalmış, sabah erkenden Ali Ağabeyim götürmüş. Rahat gitmiş. Ablamları görmüş, küçük ablamın bebeğini sevmiş. Bizim kahveye gitmiş, köylülerle konuşmuş. İsmet’in ilgisini çekmiş. ”Sizin köylüler seni çok seviyorlar!” dedi. Ben de “Ne hınzırdır onlar, sen nasıl olsa bana ileteceksin diye öyle konuşurlar. Benimle buluşmayacağını bilseler ne yalanlar uydururlar!” dedim. İsmet kesinlikle bana  katılmadı, ”Yanılıyorsun, dayı!” dedi. ”Dediğin gibi olsun, iyi haberlerine teşekkür ederim!” diyerek konuyu kapattım. İsmet bizim köyü, Lüleburgaz’a çok yakın bulmuş. ”Sık sık gidelim!” dedi. İşte buna sevindim, arkadaşla gitmek daha  iyi olacak. Yattığımda İsmet’in Benli öyküsünü düşündüm. Benlilerin kızından söz ediyor. Kimseye çaktırmadığı için arkadaşlar gördükleri yüzü benli kız sanıyorlar. Oysa gerçek sevgili, benli falan değil, köyde ailenin eskiden beri süregelen lakabı. Soyadı yasasına göre de soy adlarını Benli almışlar. Kızın Ağabeyi Mehmet Ali, benim iyi tanıdığım yaşdaşım olan bir arkadaş. Gerçi bu kez gittiğimde birbirimize pek yaklaşamadık ama tanışlığımız sürüyor. Benim arkadaşım aynı zamanda akrabam Hasan Pehlivan Mehmet Ali’nin can arkadaşıdır. İşte İsmet’e de  engel olacaksa ağabey Mehmet Ali olacaktır. Bana soğuk bakmasını da ben buna bağladım. Yanlarına İsmet’le birlikte gitmiştim. Olayın burasını daha İsmet bile bilmiyor. O, ”Kızla anlaşırsam, herşey tamam olur!” sanıyor. Oysa köylerde ağabeyler, babalar derecesinde engel çıkarabilirler. İsmet’ten  bu yorumlarımı saklı tutuyorum. Dilerim ben yanılıyorumdur. Mehmet Ali de kardeşine engel olmaz. Bunları düşünerek uzun süre yatakta döndüm durdum. Dallar gene sallanıyor. Beyaz duvarda gölgeler film çeviriyor. Küçük ablamın bebeği gıgıl gıgıl konuşuyormuş. 6 aylık oldu. Bebekler ne zaman konuşuyordu ki? Çok bebek gördüm ama ne zaman konuştuklarını hiç bilmiyorum. Belki bir yaşında, belki iki yaşında. Yürümelerini de bilmiyorum. 6 aylık Saim gıgıl gıgıl yapıyormuş. Belki de benim gittiğimde “Dayı!” diyecek. Al sana bir dayı diyen daha. Birden aklıma geldi. Benim dayı dediklerim, amca dediklerimden az. Demek baba akrabalarım daha çok. Dayılarım çoğunlukla Kızılcıkdere köyünde. Çünkü annem oralı. Amcalarım her tarafa dağılmış. Babaeski-Sofuali köyünde Hasan-Hüseyin Amcalarım. Yeni Bedir köyünde Kamber Amcam. Bunlar babamın iki ablasını çocukları. Elfide Halamın, Nefise Halamın çocukları. Kırklareli’de babamın ağabeyi Müderris Ahmet Efendi, yine Kırklareli’de babamın ağabeyi Mehmet Amcamın oğlu Hasan Büyükerenler, kardeşi Abbas Amcam. Yine babamın babasının kardeşlerinden gelen, Pehlivanlar. Biri Kırklareli’de sinema işletiyor, biri Vali Beyin şoförü, biri de Kızılcıkdere’de çiftçi. Öteki amcalarım daha uzaklardan geliyor. Babama göre uzak yakın akrabalar 12 köye dağılmış. Kayıtlarının hepsi babamda var. Amcaları saydım ama dayılara halim kalmadı. Herkes uyudu. Esnerken yoruldum. Dayıları da  başka akşam sayacağım.

 

24 Temmuz 1939 Pazartesi

 

Hepimiz inşaattayız. Pencere üstlerini tamamladık. Demirler kondu, betonlar dökülüyor. Pencereler tavandan biraz aşağıda kaldığından beton dökülmeye engel oluyor. Namık Öğretmen bize:“Haydı bakalım biraz kafa çalıştıralım.Siz çizseydiniz bu planı nasıl çizerdiniz?” Bir çok olasılıklar öne sürdük. Namık Öğretmen hiç birisini beğenmedi. Hamdi Bağ Öğretmen gelince ona da sordu. ”Hamdi, şu pencere üstü ile tavan altı arasının bizim işimizi zorlaştırıldığını gördün. Sen çizseydin bu planı nasıl  çizerdin?” dedi. Hamdi Öğretmen hiç duraksamadan, ”Tavan uçlarını pencere üstüne sarkıtırdım!” dedi. Namık Öğretmen gülerek “Aferin öğretmenim, şimdi bunu bizim acemi ustalara anlat!” Hamdi Öğretmen soruyu önemseyerek anlattı. ”Şimdiki durum bir günlük iş kayıbıdır!” deyip sözünü bitirdi. ”Biz değiştiremez miyiz?” diyenlere Namık Öğretmen, kesin yanıt verdi. ”Hayır biz değiştiremeyiz, biz plana uymak zorundayız. Değiştirmeye kalkarsak, bir başka yerde hata yaparız. İnşaatlarda yapılan hatalar insan yaşamıyla ilgilidir. Bina çökmeleri bu tür umursamazlıklar nedeniyle olur. Zararı yok bir gün fazla çalışalım, mimarların planlarına uyalım!” dedi. Pencere kirişlerine beton dökülürken biraz boş kaldık, Salih Baydemir küçük pencereleri saymış “28 pencere var!” dedi. Oysa biz 30 tane hazırlamıştık. Birbirimize baktık. İki tane fazla. İrfan Öğretmene söyledik. ”Yapılan işlerde fire denilen bir hesaplama vardır. Fire, ya fazla olur ya da eksik. Eksiği önlemek için  bir iki fazlaya göz yumulur. Üstelik biz hazırladığımız keresteyi tümüyle bozmadan kullandık. Olası değişiklikleri göz önünde tutacağız!” İrfan Öğretmen çalışmamız dışındaki konuşmalara çoğunlukla gülerek katılmasına karşın sözlü olarak karışmamaktadır. Ancak işle ilgili konularda ayrıntılara varana dek  inceden inceye yorulmadan anlatıyor.

 

Öğle yemeklerimizi yedikten sonra hepimiz demir işinde çalıştık. Birer saat nöbetle yer değiştirdik. Bir saat gölgede demir kestik, demir büktük. Bir saat tavan üstünde demir bağladık. Hasırlarda çalışmak kolay ama kirişleri bağlamak oldukça zor. Ancak kirişler daha önemli görüldüğü için onlara çok dikkat ediliyor. Binanın Yeni Bedir köyü tarafı demir  döşemesi bitti. Öteki yarısıyla pencere üstü tuğlaları yarın eklenecek. Onlar tamamlanırsa yarından sonra  yerkatın üst betonu dökülmüş olacak. Birinci kat çalışmaları sürerken bir taraftan da alt kat sıvası yapılıp işe yarar duruma sokulacak. İrfan Öğretmen bunu söyleyince arkadaşlar heyecanla sordular, ”Biz ne zaman geleceğiz?” Öğretmen “Böyle bir haber vermeye yetkim yok. Ancak biz eylül  ortalarına dek, alt katı oturulur duruma getireceğiz!” Öğretmenin bu muştusu hemen, ”Eylül ayının 15’inde buraya taşınacağız!” durumuna dönüştü. Yani  25 gün sonra buradayız. Bu söz söylendikçe biraz şaşırıyorum. Daha kapkaranlık bir  yer katı. Onun da daha üstü bile kapanmamış. Dilerim arkadaşların dedikleri olur. Aceleci arkadaşlar parmak sayarak çıkılacak günü saptamaya çalışıyorlar. Bu arada okul yeri için ad konmuş: Kepirtepe. Tepe denişi, bir tepemsi yerde oluşu, Kepir ise toprağının düpe düz çiftçilerin adlandırdığı kepir denilen, kuruyunca çatlayan, ıslanınca yapışkan bir çamur olan toprak  oluşundan. Bizim köyde de bu tür toprağı olan yöreler bulunmaktadır. Örneğin bizim Kepir adı verdiğimiz iki tarlamız var. Belli yıllarda o tarlalar çok verimli olur. Onlarda yetişen buğday başka tarlalarda yetişmez. Özellikle o tarlalara yaza kalacak tahıl ekilmez. Çünkü yazın  çatlaklar bitki köklerini parça parça eder, kurutur. O yörelerde  belli ağaçlar yetişir. Özellikle küçük yapraklı, küçük pelit veren meşeler olur. Köyde Kepir Sırtı olarak anılan geniş bir alan vardır. Tarla olmayan yerlerinde Karaçalı denilen dikenler olur.  Buraların bir  başka özelliği de çok yılan barındırmasıdır. Bizim köyde en çok yılan, Kepir sırtı karaçalılığında bulunur. Bunu söylediğimde arkadaşlar “Eyvah, burada da yılan olasılığı var!” demeğe başladılar. Umarım burada olmaz. Harun Özçelik Trakya Köy Öğretmen Okulu yazısı hazırlamıştı. Şimdi onu Kepirtepe Köy Öğretmen Okulu olarak değiştirecekmiş. Harun bunu duyunca sinirlendi. ”Ben bu adı sevmedim, yazmam!” dedi. Ben de Harun’u destekledim. ”Yeniden yazmasına ne gerek var? Söylesinler levha yazan öyle yazsın!” Konumuz okulun levhası. Kepir mi daha güzel Trakya mı? Sonuçta hiç kimse Kepir sözünü tutmadı. ”İdris Destan ağzından baklayı çıkardı, “Trakya koskoca bir memleket, beş ili ilgilendiriyor. Kepir ise pimpirik bir tarla. Tarla bile değil, lengerlik.” Lenger İdris’e göre bir  yararsız dikenmiş. Bu arada İdris bir de ad kazandı. Mustafa Saatçı, ”Sus, konuşma Lengerci!” deyince bir çokları İdris’e Lengerci demeye başladı. En çok diyenlerden biri olarak Abdullah Erçetin öne çıktı. Bu kez İdris Destan Abdullah’a “Sen sus, sana ne oluyor Gebeş!” diye bağırdı. Abdullah biraz kısa boylu, buna karşın oldukça  kiloludur. İdris bu sözü ne anlamında söyledi anlayamadık ama, İdris’in lengerinden daha çok Abdullah’ın Gebeş sıfatı konuşulmaya başlandı. Üstelik Abdullah’in İdris’e sataşması haksızlık olarak algılandı, ”Sen bunu kendin istedin, istediğini de buldun!” der gibi fısıltı hemen yaygınlaştı. Öğretmen gelmedi. Okuma saati boyunca Kepir adı üzerinde tartışıldı. Yatma saatinde de  birilerinin zıtlaşma sözleri arasında uykuya yattık. Bir süre gene uyuyamadım. Ellerin okulunda sığıntı gibi duruyoruz. Kendi okulumuz olunca belki daha da mutlu olacağız. Bahçemiz olacak, atelyelerimiz olacak, oralarda daha  rahat çalışacağız. Susuz falan ama Kamber amcamın dediğine göre onun köyü ile işbirliği yapılarak su getirilecekmiş. O zaman neden bahçe yapılmasın?

 

28 Temmuz 1939 Cuma

 

Bugün beşinci gündür, ”Bitirdik bitireceğiz” diyerek çalışıyoruz. Önce bir tarafı demirledik. Ötesi  azdır diyerek küçümsedik. Tam iki günde demir döşendi. Kenar tahtaları bildiğimiz gibi değilmiş, ayrıca iskele tutturularak perçinleştirildi. Az buz değil uçak alanı gibi  büyük, diyenler var. Bizim Vabis yetmezmiş iki küçük kamyon daha geldi. Aralıksız beton karılıp dökülecek. İşbölümü yapıldı. Bizim grup gene İrfan Öğretmenle birlikte. Dört usta var. Bu ustalar belli günlerde hep gelmişler. Beton işlerinden iyi anlıyorlarmış. İkisi beton karıştırıyor, ikisi dağıtıyor. Hamdi Öğretmen elinde keser iskeleleri gözetliyor. On teskere durmadan dönüyor. Okul müdürümüz geldi. Yanında Eğitmen Kursu Müdürü var. Eğitmen Kursu bu yıl Evrensekiz köyünde açılmış. 20 kişilik bir grubun yardıma geleceği söylentisi yayıldı. Taşıyıcı arkadaşlar sevindiler. Gerçekten az sonra 20 kişi geldi, arkadaşlardan teskereleri aldılar. İş daha hızlandı. Taşıyıcı arkadaşlar da bu kez doldurucu oldular. Biz de kürekleri alarak dolan yerleri düzelttik. Betonun  dayanıklılığı bakımından bugün bitmesi gerekirmiş. Sürekli çalışma sonunda güneş batarken  bitti. Müdürümüz gün boyu bizimle  kaldı. Güneş batarken Ergene arkaları renkli bulutlarla çok güzel görünüyordu. Müdür Bey, ”Hiç değilse güzel bir gurubumuz olacak, akşamları doya doya bakarız!” dedi. Müdür Bey ne demek istemişti? Fısıltı halinde bunu sorgulamaya başlayanlar oldu. İdris Destan haklı mı, burası gerçekten onun dediği gibi lengerlik mi kalacak? Kamber Amcamı düşündüm. Onlar gelip buralarını parayla satın almışlar. Şimdi çok da memnunlar. Bizim okulun oraya yakın  kuruluşuna  da Kamber Amcam  çok seviniyor. Kendi kendime düşündüm, umutsuzca konuşanlara karşı savunmaya başladım. Özellikle bizim kepir tarlamızın birinde 6 dönümlük  bir bağımızın olduğunu, bağda her türlü meyvenin yetiştiğini, özellikle kara üzümlerin, papaskarası denilen pekmezlik üzümlerin en iyilerinin oralarda yetiştiğini anlattım. Arkadaşların çoğu şaşırdı. ”Sen buraya gelişimize seviniyor musun?” diye soranlar oldu. ”Evet!” deyince, şaşıranlar olduğu gibi  bana katılanlar da  çıktı. Lüleburgaz’a dönerken  yarı yarıya taraftarım olmuştu. Nasıl olduysa yemekte  bu sayı iyice arttı. Mehmet Yücel tüm Lüleburgazlıları bizim gruba çağırdı. Olay biraz gırgıra dönmekle birlikte karşı olanlar giderek azaldı. Mustafa Saatçı “O kadar seviyorsan yarın su taşımaya sen de gel!” dedi. Gitmek için Hamdi  Bağ Öğretmene söyleyeceğime söz verdim. Böyle deyişim işi iyice kızıştırdı. Köyümün yakınlığı  için böyle konuştuğum öne sürüldü. Ben  direttim, ”İstesek de istemesek de okul orada kuruluyor, karşı olmak ne değiştirecek? İyisi  mi severek çalışalım, belki ilerde güzelleşir, belki Müdür Beyin dediği gibi güneş batışını severek izleyeceğiz!” Güneşin batışını değil de doğuşunu izlemek isteyenler çıktı. Hilmi Altınsoy “Ben güneşin batışını değil doğuşunu izlemek isterim!” deyince İsmet söze karıştı “Hadi oradan, senin gibi uykucu kalkıp da güneş doğuşunu izler mi?” deyince gülmeler oldu. Bu kez güneş doğarken mı yoksa batarken mı izlenmeli sözleri ortaya çıktı. Uzun uzun tartışıldı. Mehmet Başaran, Hasan Üner, Harun Özçelik gibi okuyanlar grubu güneşin batışı daha çok izlenir, görüşünü savundular. Hüsnü Yalçın, Halil Basutçu, Arif Kalkan, Sefer Tunca, Sami Akıncı gibi az konuşanlar da güneşin batışını seçince, Kepirtepe sözü ilk kez   ortaklaşa benimsenmiş oldu. Konuşmalara hiç katılmayan Hüseyin Serin birden  bana teşekkür etti. Nedenini anlayamadım, baktım. Açıkladı. Köyünün adı İbriktepe imiş, Kepirtepe oluşu bu bakımdan onu sevindirmiş. Gülmeler başladı, Aretlik (Ahretliğin bozulmuş şekli) tepeden tepeye gidecek, aretlik tepelerde  gezecek vb. Hüseyin söylediğine pişman oldu, sustu. Yatarken Hasan Üner, Salih Baydemir yanıma geldiler “Sahiden öğretmene, inşaata gitmek istediğini söyleyecek misin?” Güldüm, ”Söylemeyeceğim. Çünkü benimle iddialaşanlar hepsi sözlerinden döndü. O nedenle benim sözüm de boşlukta kaldı, böylece sözümden dönmüş sayılmayacağım!” dedim, sevindiler.

 

29 Temmuz 1939 Cumartesi

 

 İsmet sordu, ”Dayı bugün bizimle geliyor musun?” Öğretmenler gönderirse gideceğimi söyledim. ”Durup dururken  öğretmenler gönderir mi?” diye soranlar oldu. Ben de gülerek “Durup dururken öğretmenlerin bile yapmadığı bir davranışı ben nasıl yaparım?” diye  sorularını soruyla yanıtladım.. Mehmet Yücel yardımıma koştu, arkadaşlara, ”Boşuna asılmayın siz dayıya söz yetiştiremezsiniz!” Hamdi Öğretmen, izinden dönen Naci Öğretmen hep birlikte kamyonun yanında durup arkadaşları uğurladık. Biz, küçük çerçeveleri yerine takılacak şekilde yapmaya başladık. İrfan Öğretmen bana sordu, ”Kaç çerçeve yapacağız?” 28 çerçeve yapacağımızı söyledim. Önce  28 kasa hazırladık Kasalar kolay hazırlandı. Çerçevelerin dişi erkek alıştırmalarında zorlanıyoruz. Tekrar tekrar takarak alıştırmaya çalışıyoruz. Bol olursa gevşeyip yapışması zorlaşırmış. Dökülen beton bugün yarın ıslanacak. Birkaç gün alta su damlayabilirmiş. Bizim çalışmalarımız su kesilince  başlayacakmış. Naci Öğretmen, ”Bizim çerçeve takmamız en az bir haftayı bulur!” dedi. Beton kolay kurumazmış. Ya da betonu böyle yaz günlerinde çok sulamak gerekirmiş. Biz kasaların on beşini tamamladık. Öğleden sonra çalışacağız. Belki pazar günü de öğleye kadar çalışırız. Böyle olursa haftaya çerçeveleri kasalarına alıştırmaya başlarız. Ondan sonra kapılar. 6 normal 2 büyük kapı. Önce küçükleri takacağız. Bu nedenle onlar önce hazırlanacak. Arkadaşlar Kepirtepe’den geldi. Arkadaşlarla bugün konuştuk, okulun yerine bu ad verildiğine göre bundan böyle oraya gidip gelenleri anlatmak için Kepirtepe’ye gittiler, Kepirtepe’den geldiler, diyeceğiz. Hamdi Öğretmen saatine baktı tören için toplandık. Arkadaşlar  saat 14-16 arası Kepirtepe’ye inşaata gidip su dökeceklermiş. O saatlerde biz de atölyede olacağız. Törenden sonra yemek yedik. Yeni bir haber, inşaat yerine köylüler gelmiş. Okulun altında tarlaları varmış. Yakınlarında su bolmuş. Oralarda çok bostan, sebze oluyormuş. Arkadaşlar, okul topraklarının hepsi kepir olmadığı için seviniyorlar. Dere kenarlarında sebze yetiştireceklermiş. Bunlara sevindim. Yemekten sonra biz hemen işbaşı yaptık. Naci Öğretmen “Gerekirse erken bırakırız!” dedi. Arkadaşlar gecikti, biz de çalışmayı sürdürdük. Kasaları neredeyse bitirdik. Üç kasamız kaldı. Onları da yarın tamamlayacağız. Arkadaşlar Kepirtepe’den döndü, çok neşeliler, herhalde yeni haberler aldılar. Onlar gelince biz de işimizi  bıraktık. İner inmez sinema  sözü edilmeye başlandı. Ben sinemaya gitmeyeceğim. Yeni kitaplarımı iyiden iyiye  ihmal ettim. Matematik öğretmeni çalışmamı bekliyor. Önümüzdeki günlerde gelince sorarsa ne diyeceğim? Hiç değilse “Şunu şunu yapmaya çalıştım ama yapamadım!” dersem çalıştığımı görmüş olur. Ayrıca Almanca çalışacağım. Öğretmen, her ne kadar sıkıştırmam diyorsa da  bizden gayret bekleyeceği kesindir. Ben bazılarının yaptığı gibi susarak ders geçiştirmeyi istemiyorum. Olabildiğince  derse katılmalıyım, yeni bir şeyler öğrenmek için çaba harcamalıyım.

 

Yemekten sonra okuma odasına çekildim. Hüsnü Yalçın, Emrullah Öztürk, Halil Basutçu, Sami Akıncı bir de ben, birer köşeye çekildik, çalıştık. Kim ne yapıyor, sormadım. Bana da kimse sormadı. Geometri kitabımda Fisagor teoremlerini görünce sevindim. Yüzey alanlarını bulmaktan  korkmuyorum. Yamuklar biraz karışık geldi. Cebir söylemi ilgimi çekti. Harflerin aritmetikte kullanılması, faiz, iskonto hesapları yabancı geldi. Karekökleri öğrenmiştim. Bunları büyük sayılarda kullanmalıyım.. Defter alıp sıra ile tüm problemleri yapacağım. Geometriyi hesaba katmıyorum. Aritmetikteki cebir  konusunun biraz  zorlayacağı anlaşılıyor. Sinemaya gidenler pişman olmuşlar. Filmin biri sessiz dönem filmiymiş pek bir şey anlamamışlar. Sinemayı çok seven Harun Özçelik sinirlenmiş “Tam bir ay sinemaya gitmeyeceğim!” diye kendini cezalandırıyor. Gene de konuşmalar sinema üzerinde toplandı. Kimileri de yeni okuldan sinemaya nasıl gelineceğini konuştular. Gelinirse yaya gelinecek. Bir saat geliş, bir saat gidiş. Saat  23.00’de bitse saat 24.00’de okulda olunacak. ”Biz de gitmeyiz!” diyecek oldum, ”Olmaz!” deyip bana çıkıştılar. Yatınca gene kuruntulara kapılmaya başladım. Okulumuza geçince Kamber Amcamlara gideceğim. Yol yakın, sık sık gidebilirim. Böyle diyorum ya, gidince ne olacak. Onlarla ne konuşacağım? Köyde ablalarım dışında kadınlarla  hiç konuşmuyorum. Kırklareli’de Atiye Yenge dışında iki yenge daha var, onlarla hiç konuşmuyorum. Atiye Yenge ile de ben değil o benimle konuşuyor. Bana sorular soruyor, çaresiz ben yanıtlar veriyorum, kendiliğinden bir konuşma ortaya çıkıyor. İsmet’in annesi Zühre Teyzemle de öyle, o soruyor, sorulara göre ben yanıtlıyorum. Bu konuşma oluyor. Elif Teyzemse az soruyor, az konuşuyoruz. Oğlu Mehmet Dayımla çok konuşuyorum. Daha doğrusu o çok konuşuyor, ben dinliyorum. Uzaktan görenler, bana “Mehmet Dayınla iyi anlaşıyorsun, uzun uzun konuşmandan belli!” diyorlar. Kamber Amcam da çok konuşuyor. Ya yengem? Amcamın olmadığı sıralarda  yengem susarsa ben ne yaparım? Kendi kendime karar aldım, gidip bir denerim, sıkılırsam bir daha gitmem.

 

2 Ağustos 1939 Çarşamba

 

Ağustos ayına girdik. 15 Eylül’de  yeni okula taşınacağımız söyleniyordu. Tam bir buçuk ay var. Bu zaman içinde bu bina zor biter. Daha birinci katın pencerelerine ancak gelindi. Bizim çerçeveler hazır, takmayı bekliyoruz. Ne var ki sıvanmadan önce  öğretmenler takılmasını istemiyorlar. Alt kat temizlendi, büyük büyük odalar. Sonradan küçültülecekmiş. Daha kararsız bir durum var. Sıvaları bizim  arkadaşların yapması zor. Ustalar gelecekmiş. Gecikme de ondanmış. Biz de üç gündür gelip gidiyoruz. Bir gölgelik daha yaptık. Çadır söküldu. Çadır zaten ödünç alınmışmış. Galiba Eğitmen Kursundan getirilmiş, onlar alıp gitti. Eğitmen Kursu, yakınımızda bir köyde Evrensekiz’de imiş. Evrensekiz köyü Yeni Bedir’in az ilerinde, İstanbul asfaltının biraz içerisindedir. Atatürk’ü görmek için 1936  Ağustos  manevraları sonu Manika ovasına gittiğimizde Evrensekiz’den de geçmiştik. Geniş bir düzlük içinde kurulmuş bir köydür. Arabamız orada bir süre durmuş, o köyden de bize katılanlar olmuştu. Ondan sonraki köylerden de katılanlarla kalabalık bir grup oluşturarak köyden köye geçerek Manika ovasına ulaşmıştık.

 

Gölgeliği tamamlayınca Hamdi Öğretmen bize  yarım saat  dinlenme izni verdi. Yarım saat sonra büyük merdivenin kalıplarına başlayacağız. Mehmet Yücel arkadaş yanımıza geldi. Şakalarıyla bizi güldürdü. İrfan Öğretmen de Mehmet’i çok sevdi. ”Ben onu öyle neşeli olarak tanımıyordum!” dedi. Mehmet’in bugünkü şakacılığı söylediği türküsünde. Durup durup onu söylüyor. ”Ulu ağaçtan  uçurdular kargayı-Harman sonuna bırakalım Ayşem davayı, davayı…  Şarkının sonu yok, tekrar tekrar  orasını soylüyor. Öyle içten söylüyor ki, hem gülüyoruz hem de üzülüyoruz. Mehmet gidince İrfan Öğretmen sordu, ”Arkadaşınız aşık mı?” Öğretmenden utandık ama gene de “Hayır” deyip türkünün ötesini bilmediği için o kadarını söylediğini  anlattık. Mehmet Başaran köylüsünü koruyucu, övücü sözler söyledi. Öğretmen “Yanlış anladınız, aşık olmak kötü bir şey değildir. Her genç aşık olur. Siz  daha küçüksünüz ama bir de ağabeye soralım bakalım!” dedikten sonra bana “Sen  hiç aşık olmadın mı?” diye sordu. Utandım ama gene de “Oldum!” dedim. Bu kez öğretmen, ”Aferin!” dedikten sonra cesaretimi takdir ettiğini, aşıklığın kötü bir duygu olmadığını, ancak olayı saptıranların kötü duruma düştüğünü tekrarladı. Bana  bir daha “Aferin!” dedi. Dinlenmeden sonra ön merdivenlerin kalıplarına başladık. Merdiven  6 metre derinlikte 12 metre yaygınlıkta  oldukça büyük tutulmuş. Alpullu’da bu ölçüde bir banyo yapmıştık. Ona kocaman bina gözüyle bakıyorduk. Şimdi ise yaptığımız binanın merdiveni o bina büyüklüğünde. Yükseklik fazla değil, toprak girişiyle  2 metre. Bir ara Mehmet Yücel gene yanımıza gene geldi. İrfan Öğretmen  bu kez Mehmet Yücel’e sordu, “Arkadaşların senin için aşık dediler, doğru mu?” deyince Mehmet fena halde bozuldu. Öğretmen, kendisinin öğrenciyken aşık olduğunu anlattı. Arkadaşlar “Sonra ne oldu?” diye sordular. Öğretmen, “Sonra ne olacak, kızın benden haberi bile yoktu. Okulu bitirince atandığım yere gittim. Bir süre sonra da buraya geldim. Ne olacaktı ki?” diye sordu. Bu kez Mehmet Yücel gülerek “Anladım öğretmenim öyle aşık ben de oldum!” dedi beni göstererek “Söylemiyor ama İbrahim de aşıktır!” dedi. Öğretmen gülerek “Nasıl söylemezmiş, biz önce ona söylettik!” deyince Mehmet Yücel “Ah şöyle ben o kadar uğraştım söyletemedim, siz bunu nasıl başardınız?” dedi. Öğretmen “İnsan, insan halinden anlar, sorduk, bizi kırmadı, söyledi!” dedi. Hamdi Öğretmen gelince sustuk. İrfan Evren Öğretmen bize daha yakınlık gösteriyor, ondan o denli çekinmiyoruz. Çalışırken de o bizden çok çalışıyor, öğreticiliği de hoşumuza gidiyor. Bana gerçekten öteki arkadaşların ağabeyi gibi bakıyor. Bir söz söylerken de “Bak ağabey öylemi yapıyor, bak sen de ağabey gibi yap diyerek!” diyerek beni onurlandırıyor. Geldiği günden bu yana en küçük bir kırıcı sözünü duymadım. Bir işi yaptırırken ise genellikle “Şunu yaparsın, herhalde beni kırmazsın!” gibilerde konuşması, bizi işe koşturuyor. Hamdi Bağ ile Naci İnan Öğretmen de İrfan Öğretmeni çok takdir ediyorlar. İkisi de “Genç ama iyi yetişmiş!” diyorlar. Merdivenin alt basamağını bitiremeden  bıraktık. Tamamlamak üzere yarın gene geleceğiz. Kamyona binince öteki  arkadaşlar bize sataşıyorlar. ”Siz gelmeseniz de olur. Yaptığınız işlerin bize ne yararı var? Kalabalık etmeyin yeter!” diyorlar. Önümüzdeki aylarda dersler başlayınca  sanat dersleri ayrılacakmış. Arkadaşlar bizim gruba şimdiden ayrılmış gözüyle bakıyorlar. 30 arkadaşız, üç grup oluşacak. Biz tam on kişiyiz. Onlar yirmi kişi, yapıcı-demirci olarak ayrılacaklar. Bize takılanlara, “Kamyonunuz sizin olsun, bir de size düşen işleri yapsanız da size yardım etmek zorunda kalmasak ne iyi olacak!” gibilerde sözler söyleyip, karşılıklı atışıp gülüyoruz: ”Merdiven yapmasak, binaya nasıl gireceksiniz? Pencereleri, kapıları yapmasak yaptığınız binanın  ne anlamı olacak, kalıpları yapmasak, betonu nereye dökeceksiniz?” deyip diretiyoruz.

 

Akşam 1. okuma saatinde gene öğretmen  gelmedi. 2. okuma saatinde Ömer Uzgil Öğretmen geldi. Tahtaya dörderli küçük şiirler yazdı. Ben şiir olarak düşündüm. Meğer onlar bilmeceymiş. Önce bilmeceleri çözmeye çalıştık. Daha sonra da sözcüklerini inceledik. No:1 Was ist das?. . . Erste weise wie der Schnee-Dan grün wie der Klee, -Dann rot wie das Blut, -Und schmeckt so gut……Rate, Kind, wer bin ich  wohl?-Vorne bin ich breit und hohl, -Hinten bin ich lang und schmal, - Helfe dir beim Mittagsmahl…. . Wer sind diese vier Brüder: Der erste lauft und wird nicht matt. -Der zveite frisst und wird nicht satt. - Der dritte trinkt und wird nicht voll. -Der vierte singt das klingt nicht wohl. Sami Akıncı biz bakınıp birkaç sözcüğü yan yana getirmeye çalışırken üçünü de açıkladı. Öğretmen sordu “Arkadaşınız açıklıyor, siz neden yabancısınız?” Ben sustum, söyleyecek bir sözüm yok. Şaştım  kaldım, Yakup Tanrıkulu, Fettah Biricik ikisi birden, ”O çalışıyor!” diye bağırdılar. Öğretmen gülerek “Aferin, bilmenin nedenini iyi biliyorsunuz ama  siz yapmıyorsunuz!” dedi. “Bundan sonra siz de çalışın, siz de yapın!”diyerek konuyu değiştirdi. Bir dergi açıp uzunca bir yazı okudu. Hiç bir şey anlamadık. Öğretmen “İşte  konu bu, bir dil bilmek budur. Birisi yanınızda çıkarır bir yazı okur, siz bakar kalırsınız. İşin daha acı yanı sizin yanınızda oturan iki kişi  bir konu açar saatlerce konuşur siz bir sözcük bile anlamazsınız. O anda sıkılırsınız, ‘Niçin bu dili bilmiyorum’ deyip kendinizi yargılarsınız. Bir insan bütün yabancı dilleri bilemez elbet. Ancak ‘Şu konuşanlar Almanca konuşaydı belki anlardım!’demek bile size gurur verecektir. Ayrıca biraz Almanca bilmek sizi bir İngilizle bile yakınlaştırır. Ses benzerlikleri çok defa anlaşmanızı kolaylaştırır!” Öğretmen gülerek bilmeceleri tekrar sordu. Sefer Tunca birinci bilmece yerine üçüncü bilmeceyi anlattı. İdris Destan ikinci yerine birinci bilmeceyi söyleyince önce öğretmen sonra hepimiz güldük. Öğretmen ayrılınca uzun süre konumuz bu oldu. Yatarken İrfan  Öğretmenin aşık oluşundan söz edildi. Onun bir şaka olduğunu, bizi konuşturmak için söylediğini, bunun aramızda konuşulmasının doğru olmadığını söyledim. Mehmet Yücel, İsmet Yanar, Sami Akıncı, Halil Basutçu arkadaşlar beni destekledi. O konuyu kapattık. Uykuya yatınca aşık olma konusunu bir daha düşündüm. Öğretmenin de yüreği yanmış olmalı. Uzun uzun konuşup da geniş bilgi alınabilse. Aşık olmak ne demek? Sonuç ne oluyor? Kitaplardaki aşklar neden öyle de yaşamdakiler daha kısa sürüyor? Örneğin Kuyucaklı Yusuf’un, Çalıkuşu’nun aşkları başka, onlarda ölesiye bir tutku var. Öğretmeninki ya da benim aşk sandığım olaylarda ise  çabuk vazgeçilip gidiliyor.

 

3 Ağustos 1939 Perşembe

 

İrfan Öğretmenle büyük merdiven kalıbını yapıyoruz. Yeni bir durum, merdivenin altı boş bırakılıyor. Arkadaşlar tuğla örüp yükseltiyorlar. Ondan sonra biz ikinci kalıbı ekliyoruz. Duvarcılar Halil Basutçu, Arif Kalkan, İbrahim Ertur arkadaşlar. Neden böyle bırakıldığını öğretmenden sorduk. Öğretmen gülerek “Suçlu olanlar buraya kapatılacak!” dedi. İnanmadık ama boşluğun bırakılma nedenini gene sorduk. Öğretmen bu kez de “Malzeme ziyanlığını önlemek için!” dedi. “Koca boşluk dünyanın çimentosunu  yer!”  Belli bir yükseklikte  tuğla örme bırakıldı kalıpları ona göre yaptık. Demir  hasır döşeyip beton dökülecek duruma getirdik. Namık Ergin Öğretmen geldi, ”Elinize sağlık ustalar, pazartesi günü gelince buradan çıkacaksınız!” dedi. Ön  merdiven bir bütün olarak üst betonla birden dökülecekmiş. Öyle olması daha iyi olacakmış ama nedense bu kez bu kurala uyulmamış. İskeleleri sökmek için eğitmen kursundan yardımcı gelecekmiş. Bizim grup pazartesi gününe dek kendi atölyemizde çalışacakmış. Sakin çalışmayı kaç gündür özlemiştik. Yapıcı arkadaşlar önce alt kat ara duvarlarını örecekler. O iş bitince sıvacılar gelip sıvaları yapacakmış. Arkadaşlar duvar örüyor ama sıva yapmayacakmış. Oysa biz sıva yapmayı duvar örmeden daha kolay sanıyorduk. Alt katın bir an önce tamamlanması için usta getirildiğini düşünüyoruz. Ne de olsa ustalar çabuk iş bitiriyor. Her gün usta gelmiyor. Haftanın belli günlerinde belli ustalar geliyor. Su işleri de  eskisi gibi değil, bana bir adaş gelmiş, İbrahim, Şoför Kazım Ustaya yardımcı olarak alınmış, çok güçlü, bidonları kaldırıp atıyor. Hiç durmadan su taşıyorlar. Bidonları  emmebasma pompa ile kolay dolduruyorlarmış. Arkadaşlara genelde bidondan alıp dökmek düşüyor. Pompa kullanılmasını önerenlerden birisi arkadaşımız Mustafa Saatçı imiş. Mustafa Saatçı bu bakımdan gururlanıyor Mustafa’ya imam, hafız gibi anlar takılmıştı, şimdilerde de Pompacı demeye başlamışlar. Ancak Mustafa bu sıfattan mutluluk duyar gibi. Okul Müdürümüz özellikle çok  sevinmiş. ”Başka buluşlarınızı, yeni yeni önerilerinizi bekliyorum!” demiş. Yemeğe biraz geç döndük. Yemek saati ile 1. Okuma saatimiz karıştı. 2. Saatte Fikret Madaralı Öğretmen geldi. Çalıkuşu kitabına  devam ettik. Öğretmen geçtiğimiz bölümleri özetledi. Feride’nin çok sevdiği Munise ölünce Feride kendini bir daha  yalnız kaldığı duygusuna kapılır. Doktor Hayrullah Bey karşısına çıkar. Hayrullah Bey yaşlıdır ama Feride’yi korumak ister. Önce Zeyniler köyünden kurtarır, sonra da onunla evlenerek çevresinde döndürülen  dalaverelerin önüne geçer. Evlenmiştir ama bu koruyucu bir evliliktir. Doktor Hayrullah Bey  yakında öleceğini sezmiştir. Feride ona çok güvendiği için gizli saklı bir durum düşünmez. Çocukluğundan beri tuttuğu günlükleri vardır. Bunları Hayrullah Beyden saklamaz. Ortalıkta görünce Hayrullah Bey bu günlükleri okur, Feride’nin gerçek yalnızlığının nedenleri anlar. Feride  sevdiği Kamuran’in iki yüzlülüğünden kaçmıştır. Hayrullah Bey zaman içinde Kamuran’ın pişman olacağını varsayar, ona verilmek üzere bir emanet bırakır. Bu emaneti Hayrullah Beyin ölümünden sonra Kamuran’a iletmesini ister. Hayrullah Bey ölünce ona olan derin saygısından dolayı Feride emaneti Kamuran’ın ailesine götürür. Kamuran’ın babası  Aziz Bey Feride için yıllardır üzülmektedir. Ancak izini bulamadığı için kendisine ulaşamaz. Feride gelince ayrılmasını istemez. Kamuran da  ilk günden daha pişman olmuş, ancak Feride’yi bulamamıştır. Anlaşırlar, yıllar sonra ilk günlerde tasarladıkları  yuvalarını  gecikmiş olarak kurarlar. Öğretmen biraz özetleyerek kitabı bitirdi. Sonuç iyi bitti. Kuyucaklı Yusuf gibi içimizi burkutmadı. Ancak öğretmen dikkatimizi bir daha çekti. ”Sizler birer Feride değilsiniz ama onun başına gelenlerin kat kat daha  üzücüleri sizin başınıza da gelecektir. Unutmayın sizi kurtaracak ne Aziz Bey ne de Kamuran olacaktır. Kendi beyninizle sorunlarınızı kendiniz çözeceksiniz.” Öğretmen ayrılırken 15 gün gelemeyeceğini, ondan sonra gene bu çalışmalara devam edeceğimizi söyledi. Cebinden bir çıkararak “Size seveceğinizi sandığım, daha doğrusu etkilenerek okuyacağınızı umduğum bir şiir okuyacağım, isterseniz defterlerinize yazabilirsiniz!” dedi, şiiri okudu.

 

 

 

KÖR  ADAM….

 

Gece, yetim bir yavruya uzatır gibi örtünce kalın kara paltosunu,   üstüne her damın,

Duyulurdu sesi yeni şarkı okuyan bir kör adamın.

Günler günlerin ardından akardı,

Kör adam gelecekleri görür gibi bakardı.

Çekemeyenler, uzatıp bir karış dillerini, alaya başladılar,

Aldırmadı; taşladılar, aldırmadı

Kan akan ak saçlı başını, Kuduran köpeklere,”Hoşt!”demek için bile

Kaldırmadı

Yeni şarkılar okurken kör adamın kaburgaları arasına oyarak girdi ince bir bıçak;

O ölürken dedi ki: “İnanın kardeşler, bu günler, daha  güzel günlere çıkacak!”

Günler günlerin ardından akardı, Kör adam, kör gözleriyle  gelecekleri görür

Gibi bakardı  (*)

 

 

 

Öğretmenin duyarlı okumasının da etkisiyle şiiri çok beğendik. Özellikle son iki dize belleklerimize yerleşti. Şiiri yazdık. Öğretmen “İstediniz, yazdırdım, bari dikkatlice okuyun, vermek istediği  fikri iyi kavrayın!” deyip ayrıldı. Öğretmen çıkınca, bir süre gelmeyeceği için sevindiğini söyleyenler oldu. Açık açık böyle söyleyince Sami Akıncı arkadaşımız sinirlendi. Onda az  gördüğümüz bir çıkıştı bu. ”Ne insanlarsınız yani, Fikret Madaralı Öğretmen gelmeyecekse, başı boş mu kalacaksınız? Ya Ahmet Gürsel, ya da Ömer Uzgil Öğretmen gelecek! Sanki onlardan daha mı çok yararlanacaksınız?” Sıra arkadaşı Mustafa Saatçı Sami Akıncı’ya arka çıktı. Alay ederek “Arkadaşlar hevesle onları bekliyor, pısırık pısırık oturup roman dinleyeceklerine kalkıp tahtada problem çözmek istiyorlar!” Gülenler oldu. İdris Destan Mustafa’ya yanıt vermekte gecikmedi “Bak bak bak, İmam Mustafa’ya da söz düştü!” deyince  kahkahalar yükseldi. Bu geceki son sözler, Mustafa, Sami, İdris üstüne oldu. Ortak söylemleri “Arkadaş haklı!” demekti. ”Kim?” sorusu sorulunca kimisi, Sami, kimisi, Mustafa, kimisi de İdris, deyip sustular. Bense yatınca Feride’yi düşündüm. Hangi devirde yaşamış ki, gittiği yer bilinemiyor. Öğretmeni atayan makamlarda bir kayıt neden olmuyor? Kamuran ya da babası İstanbul’da yaşayan insanlar, gidip öğretmen atayan yerden öğrenemezler miydi? Savaşta ölen askerlerin künyeleri bile bildirilirken bir öğretmeni nasıl bulamazlar? Feride’yi Hamitabat İlkokulundaki Münevver  Öğretmene benzettim. O da öğrencilerini çok seviyordu. Bahçeye çıkınca en küçük öğrencileri seçip onlarla oynuyordu. Belki  içlerinde onun da bir Munise’si vardı. Münevver Öğretmeni arasam  nasıl bulurum? Bir an irkildim, Kamuran ya da babasını ayıpladım ama arasam Münevver Öğretmeni hangi yolla bulabilirim? Ağaç dalları  gene sallanıyor. Gölgeler karşı duvarda resimler oluşturuyor. Gölgeler bir birine  dokunup çekiliyor. Elim sende oynar gibi gidip gelen gölgelere bakarak  dalıp gidiyorum.

 

4 Ağustos 1939 Cuma

 

Akşam tartışarak yatıp uyumuştuk. Sabah  herkes sevinçli inşaat ilerledikçe hepimiz  mutlu oluyoruz. Arkadaşları uğurlayıp atölyeye döndüğümüzde Naci İnan Öğretmen üzüntüsünü bize de söyledi. Alt kat küçük pencerelerine takoz konması unutulmuş. “Bunu inşaatçılar düşünmez, biz kendimiz koymalıydık!” diyor. Bundan sonra duvarlar çıkarken takozların hazır olup yapıcılara verilmesi gerekecek. Duvara takoz konmazsa çerçeveler zamanla oynayabilir. Bina planını çıkardı pencereleri saydık. Her pencere için 4 takoz düşünerek 5X5X30’luk 60 adet takoz kesme işini Hasan Üner’le bana verdi. Hamdi Bağ ile İrfan Öğretmen az sonra geldiler. Hamdi Öğretmen “Zemin kat onemli değil üst katları unutmayalım!” deyip teselli etti. Alt kat pencereleri dar olduğu için aslında gereksiz gördük. Naci Öğretmene “Sen izinliydin ağabeyim, biz de unutmuşuz, ne diyelim? Bir daha dikkat edeceğiz!” Gülüştüler. Naci Öğretmen “O işi ben onlara verdim!” deyip bizi gösterdi. Hamdi Öğretmen de bize “Devam edin, ilk elde gönderelim!” dedi. Kesim kolaylığı olduğu için biz tezgah kalıplarına göre yavaş yavaş kestik. Arkadaşlar çerçevelere devam ettiler. İrfan Öğretmen geçmeleri makinede düzeltti. Gönye kontrolu yapılarak köşeler  delindi. İşkenceler hazırlandı. Öğleden sonra tutkal işi yapılacak. Tahta işlerinde  ellerimiz oldukça yatkınlaştı. Tutkal işini ilgiyle bekliyoruz. Sıcak tutkal kullanmak dikkat istermiş. Öğretmenler sık sık uyarıyorlar. Öğle paydosuna yaklaşırken biz  60 parçayı tamamlayıp göz önü sayılan  bir yere yığdık. Hasan  üste gelen takozlara da yazdı, PENCERE TAKOZLARI. Naci Öğretmen Hasan’a “Aferin Hasan, parmağım kör gözüne, derce, hepimizi uyardın!” dedi. Paydosta  kitaplarımızı okuduk. Hasan bana  Robinson Crusoe’yi önerdi. Daha doğrusu ben Hasan’a “Bana öyle bir kitap bul, içinde  aşık olma gibi beni üzen olaylar olmasın!” dedim. Deniz Altında 20000 Fersah gibi. Hasan’da şimdilik bu varmış, onu verdi. Böylesini istediğime pişman değilim ama bununki de çok acıklı çıktı. Ömer Seyfettin’in Forsa’sını okuyunca uzun süre Forsa’nın 40 yıl nasıl yalnız ya da tutuklu olarak yaşadığını düşünüp üzülmüştüm. Robinson Crusoe öyle de yaşanabileceğini anlatıyor. Ağır ağır  okuyarak   Robinson’la onun adasında yaşıyor, gibiyim. İrfan Öğretmen elimde ki kitabı görünce “Halimize şükredelim, insanların içinde yaşıyoruz, sevsek de sevmesek de insanlar arasında olmak büyük bir mutluluktur. Robinson’cuk neler çekmiş!” dedi. Öğretmenin de okumuş olmasına sevindim. Üç öğretmen de üç tezgaha ayrılarak tutkal işine başladık. Ben gönye tutup ağaç çivi  çakıyorum. İşi önce  önemsiz görmüştüm oysa çok önemliymiş. Çerçeveye son şekli veren oluyormuşum. Ancak çok yoruldum. Sürekli dikkat kesilmiş durumda olduğumdan bir süre sonra boynumun ağrıdığını anladım. İrfan Öğretmen anladı, geldi kendisi yapmaya başladı. Beni de “Bize su getir!” diyerek içeri yolladı. Onlara su getirdim. Tutkallı çerçeveleri kalaslar yayarak  yer yaptık. Yarın  temizleyip pazartesi günü inşaata götüreceğiz. Yatık oldukları için geniş bir alana yayılan çerçeveler oldukça çok görünmektedir. Arkadaşlar  gelince “Çerçeveler hazırlanmış” diye çığlık attılar. Oysa gördükleri daha  yer katının küçük çerçeveleri. Duvarlar, çerçeveler derken hepimizde bir şeyler yapmanın mutluluğu artmaya başladı. Kendi okulumuza geçince bu duygu daha da artacak sanıyorum. Fikret Madaralı Öğretmen gitti. Akşam okuma saatlerine gelen iki öğretmenimiz kaldı. Matematik öğretmeni Ahmet Gürsel, Almanca öğretmeni Ömer Uzgil. Bunların ikisinden birini beklerken geleceğini pek ummadığımız okul müdürümüz Nejat İdil geldi. Müdür Bey dersliğimize çok az geldi. Edirne’de üç beş kez geldi idi. Alpullu’da  iki üç kez ya geldi ya gelmedi. Burada  da 2. gelişi oluyor. Bu kez gülerek geldi, ”Sizinle Okul Müdürü olarak değil bir öğretmen, bir arkadaş gibi konuşmak hep istedim. Ancak  karman çorman olan yönetim işlerimizin bir türlü düzelememesi, benim bu isteğimi bugüne dek geciktirdi. Siz beni Okul Müdürü olarak tanıdınız. Müdürler, otoriter olur, kızar bağırır, sert konuşur, haklı olarak  beni de öyle düşündünüz. Ben öyle bir Müdür değilim. Ben aslında kendi düşünceme göre Müdür bile değilim. Bu işi sen yaparsın, dediler, ben de yapmaya çalışıyorum. Benim asıl istediğim sizinle daha yakın olmak, sizi yakından tanımak, daha daha sizinle oyun oynamak. Evet evet evet, sizinle oyun oynamak. Beni eskiden tanıyan  birine sorsanız size vereceği cevap inanın ki şöyle olacaktır. Nejat İdil  bir tiyatrocudur. Tiyatro sever. Duydunuz mu, ben bir tiyatrocuyumdur. İşte sizinle oyun oynamak istiyorum deyişim de budur. Edirne’deki okulda ilk işim büyük salonun birini tiyatro salonuna çevirip sık sık oyunlar gösterecektik. İnanın kendim de çıkıp rol yapacaktım. Yeni okulumuzu derleyip toparlayınca gene yapacağım ilk iş  bu tür çalışmalara yönelmek  olacaktır. Sizi çok yönlü yetiştirmek için düşündüklerimin hiç biri yapamamanın üzüntüsünü taşıyorum. Bu konuda öyle sıkıldım ki, nihayet yalnız kaldığınızı görünce geldim biraz olsun boşaldım. Beni doğru anlayacağınızı biliyorum. Bundan sonra daha sık karşılaşacağız. Hep düşündüm de bir kez olsun söyleyemedim. Bir derdiniz olursa gelin bana anlatın, diyemedim. Nerede anlatacaksınız? ‘Okul Müdürüsün!’ demişler, Müdürün öğrencisini dinleyecek bir odası bile yok. Siz göçebe ben göçebe. Beni  arasanız en çok eczanede görürüsünüz. Benim,  konuklarımı ağırlayacak bir yerim yok. Ne burada ne Alpullu’da olmadı. Ama yakın zamanda olacak. Sizinle o zaman daha yakından konuşacağız, isteklerimiz gönlümüzce gerçekleşecek. Benim söyleyeceklerim bitmez, ben bu konuda çok doluyum. Sizinle, küsmüşüz gibi uzaktan uzağa bakıştık durduk. Yakın zamanda işler tamamen değişecek, bir birimizi daha yakından seveceğiz. Gayretlerinizle bir bir buçuk ay sonra bundan daha güzel konuşmalarımız olacak, yalnız ben değil sizin de söyleyeceklerinizin bulunduğunu biliyorum. Bir birimizi dinleyerek, geçmişi unutup geleceğe umutla sarılacağız. Sağolun çocuklar!” Müdür Bey bir eli cebinde kendi kendine konuşur gibi bir süre durdu. Saatine baktı. “Ben sizin uyku saa tinizi almışım, iyi uykular!” deyip çıktı.  Müdür Beyin konuşması üstüne kimse bir söz söylemedi. Yattığımda, söylenen sözleri bir daha  anımsadım. Müdür Bey doğruları söyledi. Sonradan duyduğumuza göre, biz Edirne’de toplanmaya başlayınca daha o zaman okulu oradan  çıkarmaya kalkışmışlar. Kazım Dirik Paşa  önlemiş. Ancak daha sonra  asker işe el koyunca Kazım Dirik Paşa da engel olamamış. Alpullu’da bir okulda kaldık. Orada da sıkışıktık. Eşyalarımız  Sinanlı’da depolarda bekledi. Şu anda da eşyalarımız Sinanlı depolarında paslanıyor. Müzik aletleri için tüm diretmelerimize karşın yersizlikten onları depolardan çıkartamadık. Yeni okulumuza taşınınca dilerim bunları çıkartırız. Müdür Bey odasına oturunca gidip bu sözlerini anımsatacağım. Bir sevinç duydum. Bir süredir duvarlarda gölge oyunları yapan yapraklar sanki durdu, yaprak  oyunları giderek durgunlaştı.

 

5 Ağustos 1939  Cumartesi

 

Müdür Beyin dedikleri üzerine yapılan tartışmalar arasında uyandım. İsmet  bağıra çağıra birilerine açıklama yapıyor. Haklı olarak kimi arkadaşlar Müdür Beyin dediklerini yanlış anlamışlar. Müdür Bey hiç  bahçede (Onlar tarlada diyor) çalışmaktan söz etmemiş, temel kazmaktan, su taşımaktan söz etmemiş. Olayın bu tarafını öne sürüp ilgisiz sonuçlar çıkaranlar olmuş. ”Müdür Bey tarlada çalışmaktan söz etmediğine göre, biz neden çalışıyoruz?” türden saçmalıkları duyunca başta İsmet karşı olmak üzere öteki arkadaşlar da onlara  karşı koymuşlar. Gerçekte karşı olan kimse yok gibi ama yer yer uydurma çıkışlara yol veriliyor. İsmet, ”Şimdiye dek yaptıklarımızı aynen yapacağız, tarlada çalışacağız, su taşıyacağız, duvar öreceğiz, yol yapacağız, temel kazacağız bunlara ek olarak da Müdür Beyin dediği eğlence türü çalışmaları da başlatacağız.” Sami Akıncı “Ben İsmet’in dediği gibi anladım!” dedi, yürüdü gitti. Sami Akıncı’nın dediğine kolay kolay karşı duran çıkmıyor. Ancak İsmet’e de hemen  uymak istemediklerinden amalı, yalnızlı yanıtlar sürdü. Kahvaltıda Namık Öğretmen öğlede gelmeyeceklerini söyledi. Tam zamanında bayrak asılması  için beni uyardı. Okulun saatini izleyip bayrağı çekeceğim. İrfan Öğretmen bir yere gitmezse onunla konuşup birlikte bayrak asacağız. Arkadaşlar öğlede gelemeyecekleri için biraz suskun gittiler. Naci Öğretmen bizden de dört arkadaşla onlara katıldı. Duvar örgüleri için iç-dış iskeleler kurulacakmış. Biz çerçeveleri temizleyeceğiz. Üçerli iki gruba ayrıldık. İrfan  Öğretmenin grubunda ben de varım. Biz fazlalıkları kesip bırakıyoruz. Hamdi Öğretmenin grubu planyadan geçirip son şeklini veriyor. Öğleden sonra biz de çalışacak mıyız? Bunu aramızda konuşuyoruz ama öğretmenlere soramıyoruz. Aslında çalışsak da çalışmasak da  fazla  bir değişiklik beklemiyoruz. Bunu da çok   önemsemiyoruz. Ancak bunu öğretmenlere soramamak bizi üzüyor. Neden soramıyoruz? Hasan birden cesaretlendi, Hamdi Öğretmene sordu. Öğretmen gülerek “Bilmem, bunu ben de düşünüyorum ama karar veremiyorum. Arkadaşlarımız akşama dek çalıştığına göre bizim burada tatil yapmamız doğru olur mu?” Arkasından bize sordu “Sizce bu doğru olur mu?” Altı arkadaş birden, ”Biz de çalışalım!” dedik. Öğretmen düşündü, “İvedi işi olan yapsın, gene bize katılsın. Çarşı işiniz varsa, aralıklı olarak gidip gelirsiniz!” dedi. Ben defter almak için çıkmak istedim. “Öğle aralığında gidip gelirim!” dedim. Hasan Halkevi’ne kitap götürecek. Anlaştık. Öğleden sonra biz de çalışacağız. Yemeklerimizi öğretmenlerle  aynı masalarda yedik. Hamdi Öğretmen sevdiği yemekleri anlattı. İrfan Öğretmense sevmediklerini anlatarak bizi güldürdü. O kadar çok sevdiği yemek varmış ki, onları saymak uzun sürermiş. İyisi mi az olanları anlatmış. İlk sevmediği kerevizmiş. Öğremen “Kereviz!” deyince benim dışımdaki arkadaşların beşi de “Biz de sevmiyoruz!” dediler. Bu kez öğretmen bana sordu “Sen seviyor musun?” dedi. Ben kereviz bilmiyorum. Bizde ekilmez, galiba yenmiyor!” dedim. Arkadaşlar şaştılar. ”Tarım öğretmeni seni Çiftçi başı olarak  çağırırdı, bunu duysa sorar” dediler. Ben, ”Kereviz sevmeyen çiftçilik yapamaz mı?” diye sorunca  öğretmenler, bana dönerek “Gayet mantıklı bir soru, buna  yanıt vermek zor!” dediler. Bayrağı çekince Hasan’la birlikte çıktık. Kitaplara bakan çocuk gelmemiş, Hasan onu beklerken ben, eczanenin arkasındaki kırtasiyeciden defterlerimi aldım, döndüm. Öğretmenler bize bir saat dinlenme izni verdiler. Kendileri iki masayı birleştirip plan çizdiler. Ya da planı az değiştirip şekillendirdiler. Saatımız dolunca çizilen plana göre  verilen ölçülere uygun  direkler, kirişler hazırladık. Biz yapılan binanın çatısı olarak düşünürken İrfan Öğretmen geçici yemekhane için hazırlandığımızı söyledi. ”Binanin biri bitmeden ikinciye başlıyoruz!” diyecek oldum. Öğretmen, “Bu geçici bir bina,  bir bilemedin iki  yıllık olacak. Sonra yenisi yapılıp  geçici  bina ortalıktan kaldırılacak. Genel planda olmayan bir bina!” dedi. Geçici olduğu için direkler üstüne tutturulacakmış. 10x8 ,direkler 8x8 kirişler hazırladık. Çalışmalarımız, büyük binanın çatı hazırlığı için iyi bir deneme oluyormuş. Çizgiler üzerinde kesmek kolay oluyor. Yanlış kesme korkumuz ortadan kalkıyor. Kirişleri bir kaba  planyadan geçirip şekillendiriyoruz. Önümüzdeki hafta sonuna temeli  hazırlanırsa yemekhane çatısını kuracakmışız. Çatının üst  kesiklerini tamamladık. Alt kesikler kirişlerle birlikte alıştırılacak. Atölyenin caddeye bakan tarafında  bizim kirişler yatık olarak duruyor. Musluklar tarafında çerçeveler yığınla  görünüyor. Arkadaşlar Kepirtepe’den döndüklerinde yaptıklarımızı görünce  “Bravo marangozlara” diye bağırdılar. Onlar da bizim gibi son kestiklerimizi büyük binanın çatısı için sandılar. Açıkladık, ”Bunlar yeni yapılacak  yemekhane için!”

Pazar günü çalışma yokmuş. Öğleden sonra betonların ıslanma  işini Kazım Usta ile  yardımcısı İbrahim üstlenmiş, iki adamlarıyla yapacaklarmış. İbrahim çalışkan bir genç, okul yapılışında çalışanlar listesinde yer alacakmış. Öyle anılmak istiyormuş. Kendisi okuyamamış  ama o tüm çocukların okuması için çalışacakmış. İbrahim’i herkes seviyor. Yüzü sürekli gülen biri. Ustası Kazım ise  hiç gülmüyor. Bir birine zıt iki insan, bir genç biri yaşlı, biri güleç, öteki asık yüzlü….

Arkadaşlar çok yorulmuş her günkü kadar sinema sözü edilmedi. Erken yatmak isteyenler çoğunlukta. Gene de arada sinema sözleri  duyuluyor. Merdivenlere oturanlar olmuş. Ömer Uzgil Öğretmen  çok önceleri uyarmıştı, ”Ön merdivenlere kesinlikle oturulmayacak!” denmişti. Kim oturmuşsa görülmüş, Sami Akıncı hepimize söyledi, Ömer Uzgil oturanları görmüş, çok sinirlenmiş. ”Oturanları  görenler var, neden adlarını vermiyorsunuz?” diye sordum. Ben sorduğum için Ali Önol, ”Oturanlardan biri İsmet!” dedi. Ben de “Kim olursa olsun, bir kusursa bu kusur saklanmamalı!” derken İsmet koşarak geldi, Ali’yi kıskıvrak tutup karanlığa, duvar dibine sürüklemeye başladı. ”Sen ne zaman benim merdivende oturduğumu gördün?” deyip tartakladı. Arkadaşlar koşup Ali’yi kurtardılar. Meğer Ali bana şaka olsun diye söylemişmiş. Sonunda konu aydınlandı, kavga kesildi. Merdivenlerde oturanlar bulunmadı ama bundan sonra kimsenin kolay kolay oturmayacağı da anlaşıldı. Ben okuma odasına gittim. Sami Akıncı, Hüsnü Yalçın, Emrullah Öztürk, Halil Basutçu, Hasan Üner, Mehmet Başaran, Mehmet Aygün kitap okuyorlardı. Hepsinin okuduğu kitabı yan gözle bakıp öğrendim. Sami Almanca çalışıyordu. Ötekiler serbest okuma yapıyorlardı. Ben matematik kitabımı açıp yeni defterime kitaptan problemler   yazmaya başladım. Kare köklerini biliyorum ama küp köklerinde tökezliyorum. İki problemi Sami Akıncı’ya sordum. Birini o da yapamadı. Ancak bunu onur sorunu yaptı, ”Yarın, hazır bulacaksın!” dedi. Mehmet Aygün Robenson’u istemiş, ben henüz yarı yapmıştım. Verirsem sonra  zamanında alamam deyip, bitirmeye karar verdim. Matematiği bırakıp  kitabı okudum. Robenson sonunda akıllanıyor, yaşayışını düzenliyor ama, yalnızlığın acısını daha da derinden duyuyor. Yazık ki onu Forsa’daki gibi oğulları değil, düşman denizciler karşıladılar. Adaya zaman zaman vahşiler, zaman zaman korsanlık çıktı. Adaya insan ayağı basınca Robenson için tehlikeler  artıyordu. Sonunda kendine bir can arkadaşı kazandı. Bunu bulduğu günü anımsamak için adını Cuma koydu. Cuma  artık Robenson için bir güvence olmuştu. Daha sonraki zamanlarda başka arkadaşlar da edindi. Cuma’nın babasını da tanıdı. Sonunda Cuma ile kendi ülkesine döndü. Ancak kendi ülkesinde ailesinden hiç kimse kalmamıştı. Bu kez oradan da ayrılıp gene gemi yolculuklarına kalkıştı. Bu yolculuklar, bildiğimiz Robenson’un değişik bir yönü sayıldığından. adada geçen  süreçle ters düşmektedir. Bu nedenle Robenson öyküsünü burada bitirdim. Mehmet Aygün aldı. Kitabı alırken sordu “Güzel mi?” Robenson kitabı güzel olur mu? Adam memleketinden kaçmaya kalkıyor, gemilerle deryaları dolaşıyor. Kazalar geçiriyor, kurtulup gene denizler açılıyor. Sonunda belasını bulup bir ıssız adada 24_27 yıl yalnız kalıyor. Buna güzel denir mi? Ancak, yılmadan yaşama sarılması, yaşama hırsı ile doğa zorluklarına karşı diretmesi övülmeye değer bir  örnektir. Bu açıdan bakınca  Robenson insanlara örnek bir direnç simgesidir. Arkadaşlar birer ikişer ayrılınca ben de yatmaya gittim. Meğer herkes yorgunmuş, yatar yatmaz uyumuşlar. Arkadaşlar içinde benim gibi  yaprak gölgelerine bakan yok herhalde, kimse sözünü etmiyor.

 

6 Ağustos 1939 Pazar

 

Bu Pazar da asker bandosuyla kaldırıldık. Bu kez askerler İstasyon yönüne uzun bir yürüyüş yaptılar, varsayımlar öne sürenler oldu. Trenden komutanlar çıkacak, onları karşılayacaklar. En sinir varsayım kimden geldi pek anlaşılmadı ama hepimiz  çıkıştık. Mehmet Aygün, 6 Ali’ye yıktı “Ali Aga söyledi!” dedi ama Ali yemin ederek  söylemediğini tekrarladı. Kim söylemişse söylemiş, ancak tepkisi çok  sert oldu. Sözde Salih Omurtak geliyormuş. Bizim okula uğrayacakmış, ”Çabuk bitirin, kış olmadan askerler içine girsin!”  diyesiymiş Şimdi de askerler Orgeneral Salih Omurtak’ı karşılamaya gidiyormuş. Bekir Temuçin bağırdı “Kim bunu söyleyen cahil, Salih Omurtak Orgeneral değil Korgeneraldir!” Bu kez bir general basamakları tartışması başladı. Tartışma tam kesilmişti, uzaktan bando sesleri gene gelmeye başladı. ”Tamam!” dedik. Yolu görecek şekilde atölyenin yanında durduk. Ne general ne de herhangi bir subay vardı. Kadir Pekgöz cesaretle kapıdan  çıkıp  sordu. Kadir’e verilen yanıtı biz de duyduk. Acemi eratın  muzikalı yürüyüşüymüş. Acemi erat sözü çok beğenildi. Okul açılınca gelecek küçüklere Acemi Erat adı takmaya karar verildi. Onlar okulu yeni görecekler, birçok tarafını bilmeyecekler. Şakalara gülüşürken yorgunluk morgunluk kalmamış olacak, voleybol maçı başladı. Bu kez öğretmenler de katıldı. Daha sonra öğretmen öğrenci maçı yapıldı. Salih Arı Öğretmenin oğlu geldi, öğretmen takımına girdi. Öğretmenler kazandı. Bu kez  öğretmenler bölüşüldü. Uzun süre oynadılar. Çok yüksek sesle konuştular. Caddeden geçenler toplanıp baktı, bir ara alkış bile tuttular. Akşamüstü oynamak üzere ayrıldılar. Sami benim problemi çözmüş ancak ben gene anlamadım. Küp köklerinin sağlayı için ne yapacağımı, sorunca Sami “Sağlaya gerek yok, Logaritme cetvelinden bulursun!” dedi, bir de karınca gibi sıralanmış sayı cedveli gösterdi. Bu kez iyice aklım karıştı. Logaritme de ne demek?” Sami bana “İstersen burada dur, öğretmeni bekleyelim, bakalım o ne diyecek?” Aritmetik için dinlenme, geometriye devam edeceğim. Öğle yemeğinde fısıltı olarak hepimize duyuruldu, ”Öğretmenler bizi Halkevi bahçesine götürecekmiş. Orada oturup çay ya da limonata içecekmişiz.” “Doğru mu?” diye soran gidip tertemiz giyinip bahçeye iniyor. Kasketler bizim atölye masalarına dizilmiş durumda. Hem inanmıyoruz hem de hazır durumdayız. Öğretmenlerden ise görünürlerde hiç kimse yok. Söyledilerse sözlerinde dururlar. “Arkadaşlardan biri uydurabilir!” diye de düşünüyoruz. Sonunda İrfan Öğretmen merdivenlerden indi, ”Hazır mısınız çocuklar!” dedi. En yakınında Mustafa  Saatçı vardı. Mustafa anlamamış gibi, “İnşaata mı gidilecek öğretmenim?” dedi. Mustafa duymamış numarası yaparak işi sağlama bağlamak istiyordu. Öğretmen telaşlandı, ”Ne inşaatı Mustafa, size söylemediler mi? Öğretmenlerinizin davetlisisiniz!” dedi. Mustafa “Öğretmenlerimiz bizi inşaata da davet ediyorlar, o nedenle öyle sordum!” . Öğretmen gülerek “Haklısın ama öğretmenler sizi inşaata davet etmese kendiliğinizden  gelmezsiniz!” Namık Öğretmen, Hamdi Bağ Öğretmen, arkasından Ömer Uzgil Öğretmen indiler. Ömer Uzgil Öğretmen hepimizi süzdü, Namık Öğretmene “Bunların saçlarını biraz uzattıralım, isterlerse kasket giymesinler!” dedi. Namık Öğretmen, “O sizin elinizde değil mi? İzin verin, uzatsınlar!” karşılığını verdi. Topluca yolu geçtik. Gölgeli bir yere oturduk. Birden bahçe kalabalık oldu. Bahçedeki insanların çoğu bize yabancı gibi baktı. Mehmet Yücel açıklama yaptı: “Lüleburgaz yerlileri Pazar günü buraya, bu saatte pek çıkmaz. Bu çıkanlar genelde yabancılardır. O nedenle bize yabancı gibi bakıyorlar. Onlar kendileri yabancıdır!” dedi. Öğretmenler güldüler. Namık Öğretmen Mehmet Yücel’e “Sen nereden buluyorsun bu güzel lafları?” diye sordu. İsmet Yanar “Çoğunu benden alıyor!” deyince  öğretmenler bu kez İsmet’e sordular “Ya sen nereden alıyorsun?” Bu kez Mehmet Yücel “İsmet dayısından alır!” deyince arkadaşlar bana baktı. İrfan Öğretmen bilmiyormuş “Aaaa!” dedi, “Gerçekten dayısı mı?” Ben utandım, sustum. Namık Öğretmen  “Gerçek dayısı da, İsmet’in  laf etmekte dayı mayı dinleyecek  sabrı yok, o susma yerine söylemeyi yeğler!” “Çay mı, limonata mı?” diye sorulunca hepimiz “Limonata!” dedik. İsmet Namık Öğretmene söz dinlerliğini anlatmak için “Öğretmenim bakın ben de limonata  istedim!” dedi. Namık Öğretmen gülerek, “Ben senin çay diyeceğini beklemiyordum zaten, çünkü limonatanın çaydan daha tatlı olduğunu herkesten önce düşüneceğini biliyorum!” Hepimiz güldük. Ömer Uzgil Öğretmen “Ne güzel öğretmen öğrenci yakınlığı, öğretmeni öğrencisinin düşüncelerini okuyor!” dedi. Bu kez Namık Öğretmen Ömer Uzgil Öğretmene “Tüm düşüncelerini değil ama belli başlı eğilimlerini saptamaya başladık. Zaten sağ olsunlar onlar isteklerini açık açık bize söylüyorlar, bu da işlerimizi kolaylaştırıyor!” dedi. Hamdi Bağ Öğretmen sinema konusunu açtı. İki filmden biri eski gösterilenlerdenmiş. Haftaya iki yeni film geliyormuş, onları görmeliymişiz. Biz otururken Belediye Başkanı Kemal Beyle İlköğretim Müfettişi Yalçın Bey geldiler. Biz  kalkarak onlara yer gösterdik. Oturdular. Hal hatır sorduktan sonra  Müfettiş Yalçın Bey müjdeledi; “Size arkadaş okul açıyoruz, uğurlu geldiniz, Lüleburgaz Ortaokulu açılıyor!” dedi. Yalçın Bey, benim çok iyi bildiğim olayı anlattı. ”Üç yıldır açıldı açılacak diye diye  dilimiz kurudu. Nihayet izin çıktı. İzin çıktı ama Ortaokul da sizin gibi yersiz yurtsuz. Ancak sizin bundan böyle yeriniz var. Ortaokul şimdi (Belediye başkanını göstererek)  Kemal Beyin iki dudağı arasında!” deyince bu kez Kemal Bey konuştu, “Siz, Kemal Beyin dudakları arasından Belediye Binasını çıkarmaya çalışıyorsunuz; kendi binasını  verince Belediye Başkanı ne yapacak? Gerçek  olan şu, sonunda doğal olarak anlaşacağız. Lüleburgaz okullara kavuşuyor, Lüleburgaz okulları daha da çoğaltacak, Lüleburgaz bu yolla canlanacak. Bizim istediğimiz buydu, şimdi de buna  yardım edeceğiz!” Ömer Uzgil Öğretmen fazla geç kalmamak koşuluyla bize caddede dolaşma izni verdi. Hamdi Öğretmen de töreni anımsattı, selam verip ayrıldık. Mehmet Yücel, Mehmet Başaran, Kadir Pekgöz, üzüldüklerini söylediler. Geçen yıl açılsaymış, şimdi orada olacaklarmış. Bunu duyunca ben, ”Ah ah, dört yıl önce açılsaydı, şimdi lisede olacaktım!” dedim. Önümdeki gruptan bir ses “Gene mi sen?” dedi. Baktım, dört kişiden biri. Ancak sesi tam seçemedim. Ortaya söyledim, ”Evet gene ben, her zaman da olacağım. Senin gibi sinecek değilim. Dilediğin kadar sin. O boşboğaz ağızın birgün seni nasıl olsa ele verecek. O zaman bu koca Lüleburgaz sana dar gelecek. İşte o zaman ben sana belki on kez yine mi sen? diye soracağım. Sen de “Evet ben!” demek zorunda kalacaksın!” Biz geri döndük. Okula girerken konuşmaları dikkatle dinledim. Sesin Ali Önol’un olduğunu  saptadım. Ancak yanılma payını düşünerek üstünde durmadım. Bayrak töreninden sonra Ali yanıma geldi, o sözü söyleyeni açıkladı:Bedkir Temuçin!. İnandım. Bekir Temuçin bu sözü bana neden söylesin? Uzun uzun düşündüm. Çünkü Bekir Temuçin hem çalışkan, çalışmayı seviyor. Benimle de çatışan bir sorunu yok. “Hiç bir kötülük düşünmeden o an için söylemiş olabilir!” dedim, geçtim. 1. Okuma saatinde kimse gelmedi. İkinci saatte  Almanca kitabını açtım, geçen derste yazdığımız bilmecelere bakarken Ömer Uzgil Öğretmen geldi. Kitabı elimde görünce, ”Tahtaya kalkmayı hak ettin!” dedi tahtaya kaldırdı. 2. Bilmeceyi tahtaya yazdım. Bana sormadı, oturanlara sordu. Bilmecede geçen sözlerle yeni cümleler yaptırdı. Ben oturdum. Bu kez kendisi  6 satırlık bir şiir yazdı. Onu açıkladık. Bilemeyenler üzerinde hiç durmadı. Kendisi bir şiir okudu. Uzunca bir şiir. Türkçe olarak anlattı. Kırda açılmış bir gül varmış, kırmızı bir gülmüş. Röslein, Röslein, Röslein rot-Röslein auf der Heiden…Bu dizeleri sevdik herhalde, en ilgisiz arkadaşlarımız bile  söyleyerek yatmaya çıktık. Gerçi Röslein sözcüğü bazen  rozlen, ya da ruslin oluyordu ama genelde, tekrarı unutulmasını önlüyordu. Heidiröslein, kır çiçeği daha doğrusu Yaban Gülü anlamına geliyormuş. Ömer Uzgil Öğretmen “Bunu kırda bir kız olarak da düşünebilirsiniz!” dedi. Bu gece hepimizin bir Röslein (Bir kırmızı gül) düşünerek uyuduğumuz kesindi.

 

7 Ağustos 1939 Pazartesi

 

Akşam Röslein’le uyumuştuk. Mehmet Yücel’in Röslein sesiyle uyandık.”İşt! Hey Röslein’cilerler uyanın!” diye bağırması hepimizi hem uyandırdı hem de güldürdü. Hilmi Altınsoy “Sensin Röslein’ci!” deyince, ”Sana demedim, sana deseydim, der Esel, derdim!” demesi hepimizi güldürdü. Kahvaltı da Röslein, der Esel sesleri arasında geçti. Naci İnan Öğretmen gene dört arkadaşla Kepirtepe’ye  inşaate gitti. Biz  yarım kalan işimize sarıldık. Kirişlere dikme yerlerini açacağız. Önce kalıba göre çiziyoruz. Çizme işini Salih Baydemir’le Harun Özçelik üstlendi. Tezgah üstünde çizilmiş bir kalasımız var. Kiriş ucu oraya konup benzeri çizilip kesiliyor. İşe başladıktan az sonra İrfan Öğretmen durdurdu. Numara konacakmış. ”Numara koymadan yapılırsa dizi tümden bozulur, açıklıklar önlenemez durumlar doğar!” dedi. Numara koyup, bundan sonrakileri hep numaraladık. Öğlede son kirişimiz tamamlandı. “Haydi çakmaya!” dedim. Öğretmen güldü. ”Hemen çakmaya kalkıyorsun, çakmaya heveslisin ama  çakmak için daha neler neler gerekecek?” dedi. Duraladım, içimden ne gerekir ki  diye düşündüm. Sustum. Öğretmen başka bir işle  ilgilendi, konu değişti. Ancak kendi sorum aklıma takıldı. ”Daha neler var?” Öğle paydosu verdik. Paydosta arkadaşlar bir süre top oynadılar. Hasan  Mişel Stragof yerine Don Kişot adlı bir kitap verdi, onu okumaya başladım. Çok güldürücüymüş. Okuduğum yerlere gülemedim ama belki ilerde güleceğim. Babasının  ondan önce de  dedelerinin varlıklı olduğunu öğrenince  onlar gibi giyinip onlar gibi yaşamasına karar veren birinin yaptıkları anlatılıyor. Atalarının atları, kılıçları varmış, yanlarında da bir yardımcı bulunuyormuş o da yanına bir arkadaş buluyor. Gene atalarının da  ya onlar gibi yaşayanların görkemli birer adları varmış, o da adını değiştirip yeni bir ad almış. Geçmişin  ünlü öykülerini çok okumuş, oralardan öğrendiklerini yapmaya karar vermiş. İlk iş olarak da büyük bir savaşa kalkışıyor. Yeldeğirmenlerine kılıçla saldırıyor. Bunu neresi gülünç, bu düpedüz akılsızlık ya da okuyucu ile alay etmek değil mi? Hasan çok beğenmiş, onun hatırı için okumaya çalışacağım. Öğleden sonra eksiklerimizi tamamladık. İrfan Öğretmenin dediğine göre yaptıklarımızı bir günde taşırız. Ondan sonra bir iki gün içinde binayı çadır gibi kurarız. Duvarlarını istedikleri zaman çıkarsınlar. Zaten bizim çatıyı duvarlar tutmayacak. Çatı kendi direkleri üstünde duracak şekilde tasarlandı. Duvarlar, rüzgarı, dış etkenleri önlemek  için çekilecek. Kiremit altı tahta sözü hiç edilmemişti. Öğretmen sorunca afalladık. ”Kiremitler nasıl duracak?” Öğretmen tahta hesabını sordu. İki dik dörtgen, ölçüleri verince hemen yaptık. 30x7=210 m2 x 2=420 m2.  20 cm genişlikteki tahtalarımız 5 metrelik. Bir tahta tam  1 m2. 420 tahta kullanılacak. Bu cins 10  bağ tahtamız var. 32 bağ daha  istenecek. İrfan Öğretmen hesaplarımıza gülerek katıldı. ”Kesin değilse bile doğru yoldasınız, bari çakılacak çivileri de  hesaplayın!” diyerek bizi kutladı. İstenecek tahtaların buraya değil inşaat yerine gideceğini söyleyince Salih Baydemir, öğretmene sordu. ”Neden inşaat yeri diyorsunuz, orası bizim okulumuz değil mi? Biz oraya Kepirtepe diyoruz.” Öğretmen, ”Orası  gerçekten artık okulumuz, öyle demeliyiz. Ancak alışkanlık nedeniyle inşaat deyip duruyoruz. İsterseniz karar verip bundan böyle oradan söz ederken okul diyelim!” Karar verdik, bundan böyle Kepirtepe Okulu diyeceğiz. Arkadaşlar grup halinde kapıdan girince bu kez  Salih Baydemir, ”İnşaattekiler geldi!” deyiverdi. Bunu duyan öğretmen Salih’e “Lades!” diye bağırdı. Hepimiz şaşırdık. Lades, lades tutuşanların biri kaybedince söylenir. Oysa öğretmen burada söyledi. Öğretmen açıkladı. “Bu da bir unutmadır, Salih demin beni eleştirdi, sözü üzerine karar aldık. Arkasından eleştirdiği sözü kendisi söyledi. Buna da “Lades!” denebilir.” Hamdi Öğretmenle giden arkadaşlar yanımıza geldiler. Bu kez Hasan Üner, ”Nereden geliyorsunuz?” diye sordu. Gelen arkadaşlar biraz şaşkın, ”İnşaattan!” dediler. Hasan gülerek “Lades!” dedi. Arkadaşlar  biraz daha  şaşırmış olarak  bir birlerine baktılar. Olay anlatıldı. Bir süre gülüştük. Arkadaşlar, burada çalışmanın rahat olduğunu, inşaatta zorluk çektiklerini söylediler. Şimdiki işleri bitmiş, Duvar örmeye başlamışlar, bazı yerlerde duvarlar pencere seviyesini bile bulmuş. Yorgun olmalarına karşın voleybolcular hemen topa koşuyorlar. Zil çalmadığı için onları çağırarak dersliğe getiriyoruz. Dersliğe geldiklerinde ise hemen yorgunluklarından söz ediyorlar. Bunu söyleyince de, ”Spor sevmeyenler bunu anlayamazlar!” deyip, gülüyorlar. Ahmet Gürsel Öğretmeni bekliyoruz, okula geldiğini söylediler. İlk saatte kimse gelmedi. Ben Don Kişot’u okudum. Önce atlayarak okuyorum. Sonra vazgeçip  atladığım yerleri tekrar gözden geçiriyorum. Bu kitapta belli bir  bütünlük yok ya da ben bunu kuramadım. Yarısını atlasam bile fazla fark etmeyecek. Adam birbirinden kopuk olaylar içine giriyor. Hepsini öğrenmem gerekmez. Böyle diyorum ama gene de dönüp bir daha okuyorum. Halil bunu farketmiş, ”Sen Don Kişot’u tersinden okuyorsun  galiba!” dedi. Yaptığımı anlattım. ”Sevmedinse okuma!” dedi. Bana göre ise başlayıp bırakmak zor geliyor. Yemekte Ahmet Gürsel Öğretmenle karşılaştık. Ben sevindim, bir çok arkadaşım üzüldü. ”Şimdi ders yapar!” dediler. Dersliğe girince arkamızdan geldi. Edirne’ye gittiğinden, bizi özlediğinden söz etti. Eski okulumuzu görüp görmediğini soran oldu. ”Okulu uzaktan görmek bir anlam taşımıyor. Zaten oralara şimdilerde sokulmak zor. Tüm Karaağaç’a asker yığılmış. Edirne asker kenti olmuş. Bizim okulun adı mı anılır? Unutalım biz orasını, yeni okulumuz bize yeter, orasını gönlümüzce geliştirip donatırız. Kent gürültüsünden uzak, orasını da bir yeni bir Karaağaç yapalım!” Öğretmen sözünü bitirince 6 Ali “Orada Karaağaç olmaz öğretmenim!” dedi. Hepimiz şaşırdık. Öğretmen önce dikkatle dinler gibi baktı, yüzü değişti, yüksek sesle  elini kulağına   dayayarak Ali’ye dönüp “Efendim?” dedi. Ali sözünü tekrarladı. Öğretmen gülerek Ali’ye “Senin karaağaç zaten bizim Karaağaç’ta da olmuyordu ama gene de orası Karaağaç’tı. Gene Karaağaç, hep Karaağaç kalmasını da istiyoruz. Senin karaağaca gelince, sen diktin de  mi olmadı? Yoksa başkalarından  çok duyduğum olumsuzlukları  mı aktarıyorsun? Ben,  insanoğlu yaparsa, karaağaç değil yeşil çam ormanı yapar orasını. Karaağaç ne ki” elini yumruk edip yukarı kaldırarak bileğini gösterdi, “Bu güç var ya bu güç, sizde de varsa ki varlığına gönülden inanıyorum, bu güç orasını çam ormanına döndürecek, dalları yerlere eğilen meyve bahçesi içinde bir okul yaratacaktır. Ellerin dedikodusuna kulak asmayın. Onlar her devirde insan kisvesi altında şeytanlıklarını sürdürmüştür. Edirne’yi bilirsiniz, o görkemli Selimiye  yapılmadan önce orası bir tarla ya da bahçemsi bir yerdir. Cami sözü edilince birileri çıkıp orasını eski mezarlık olduğunu, orada cami yapılamayacağını, yapılırsa  yıkılacağını  söylemişlerdir. Bakın 370 yıldır Selimiye Camisi o tepeyi süslemektedir!” Öğretmen Ali’nin önüne gitti. ”Bayım, olayları biraz da bu açıdan kavramaya çalışalım!” Öğretmen  çok zaman yaptığı gibi ellerini bir birine vurup, güldü. ”Nerede kalmıştık demeyeceğim, yorgunsunuz, matematik sözü etmeyeceğim. Salt burada olduğumu bilesiniz diye arada geleceğim. Sorularınız olursa elimden gelen yardımı yapacağım!” dedi. Sami Akıncı parmak kaldırdı, ”Burada ortaokul açılacakmış!” Öğretmen, ”Biliyorum, matematik dersi için  teklif aldım, söz de verdim. Geçici müdürü Yalçın Bey arkadaşımdır. Yıllardır istiyorlardı, nihayet açılıyor. İşte size bir yarış alanı. Ortaokullarla aynı kitapları okuyorsunuz. Onların altında mısınız, üstünde misiniz sık sık karşılaşarak deneyebilirsiniz. Öğrencilikte önemli olan  tutturulan düzeydir. Bu, kendi okulundaki arkadaşlarla  sınanırsa her zaman  doğru sonuç vermez. Ama bir başka okul düzeyiyle karşılaştırılırsa gerçek ölçü daha iyi anlaşılır. Ortaokul bu yıl açılıyor ama, dışarda okuyan öteki sınıfların öğrencileri de  buraya döneceği için okulda üç sınıf kendiliğinden oluşacaktır!” Sami bu kez, ”Lise de açılır mı?” diye sordu. Öğretmen güldü, “Sen liseye niyetlisin galiba ama, buna izin alacağını sanmıyorum.” Gülerek, “Seni öyle bırakacağımızı sanma!” Sami’nin yüzü kızardı “Yok öğretmenim, ayrılmayı düşünmüyorum, lise kitaplarını izleme bakımından sordum!” dedi. Öğretmen, “Yalçın’dan dinlediğime göre ortaokul açılması istekleri yıllar önce başlamış, 5. yılda ancak açılmış. Lise için en az bir 10 yıl beklerler!” Öğretmen izin istedi ayrıldı. Gene geleceğini söylediği için sevindim. Yatmaya giderken Sami, “Gene geldiğinde sorarız değil mi!” dedi. Ona da sevindim. Öğretmenin anlattıklarını aklımdan geçirdim. Edirne için iyi mi söyledi kötü mü? Edirne neden askerle dolmuş? Öğretmen kendisi Edirne’li askerlerin çok oluşundan hoşnut değil gibi. Yeni okul içinse çok umutlu. Dedikleri ne zaman yapılacak? Bağlık, bahçelik olması için yıllar beklenecek. Ama öğretmen “Olacak!” diyor. Kamber Amcam da “Bu okul bizim için çok yararlı olacak, çocuklarımız, gençlerimiz okuldan  çok şeyler öğrenecekler!” demişti. Hele öğretmenin  dalları eğilen meyve ağaçlarından söz etmesi beni  oldukça umutlandırdı. Öğretmen olup köyümde çalışırsam sık sık gelip göreceğim. Bunları düşünürken esnemeye başladım. Duvardaki gölgeler her geceki gibi düzgün görünmediler, belli ki gözlerim kapanıyor.

 

8 Ağustos 1939 Salı

 

Sabah  Ali Güleren’in akşamki sorusu ortaya geldi. İsmet, Mehmet Yücel, İdris Destan, sözü birisi  bırakıp  öteki alıyor. ”Karaağaç olmaz!” ne demek? Karaağaç gibi  kent ya da okul olarak mı olmaz? Yoksa “Diksen orada karaağaç bile bitmez!” mi demek istedi? Öğretmen böyle anladı. Peki Ali neden amacını doğrulayacak bir söz söylemedi? Mehmet Yücel gülerek, ”Ali Aga bu, söyler, geçer gider. Karşısındakini dinlemez ki düzeltsin. Az sonra onun sözü üstüne koşulduğunu da unutur. Bunlar ne konuşuyorlar? diye sorabilir de.” Böyle mi değil mi anlamadım ama Ali tüm bunları dinliyor, arada gülüyor, hiçbir açıklama yapma gereği duymuyor. Mehmet Yücel’in dediği gibi o, olayla ilgisini kesmiş gibi rahat. Derslerde de buna benzer çıkışlar yaptı, acı sözler de dinledi ama  bu huyundan vazgeçmedi. Gene sordular, ”Karaağaç sözünü neden söyledin?”Ali’nin verdiği yanıt şu oldu: “Öğretmen de “Karaağaç demişti!” İsmet sinirlendi “Ali Aga şimdi boğacağım seni!” Ali Aga buna da “Neden?” sorusuyla karşılık verdi. 29 arkadaşa karşı bir arkadaş. Gülüşe tartışa kamyona bindik. Bugün hepimiz Kepirtepe’de, yeni okulumuzdayız. Biz ikinci gölgeliğe gidip öteberimizi koyduk. Namık Öğretmen kendi ekibiyle geldi, yemekhane yerini kazıklar çakarak saptadı. Ancak kazıkların dışından da bir birkaç metre yer eklenerek düzeltilecek. Bize gülerek baktı, ”Marangozlukta da bazan toprak tesviyesi yapılır!” dedi. 40X20=800 m2 bir alan  dümdüz edilecek. İrfan Öğretmen tahtalar  serdirdi, su terazisi ile ölçtü. ”Önemli bir eğilim yok, biraz kazıyacağız o kadar!” dedi. Kazma kürek alarak uzun bir süredir yapmadığımız toprak işlerine başladık. Hamdi Bağ, Naci İnan Öğretmenlerimiz de geldi. Hamdi Bağ Öğretmen bana bakarak “Vah, vah, vah Dayı başımıza bu  da mı gelecekti?” dedi. Ben akşam “Çok sevinçliyim, akşam matematik öğretmenimiz bizi çok onurlandırdı. Bundan böyle ben her işte gönüllü çalışacağım!” dedim. Naci İnan Öğretmen “Ondan hiçbir kuşkumuz yok; sen, siz hep öyle yaptınız. Ancak  merak ettim, Ahmet Gürsel  Öğretmen size ne dedi ki?”Arkadaşlar birer birer anlattılar. Öğretmenler bir ağızdan  “Bu  sözler hepimizin sözü, gene hepimize söylenmiş güzel sözlerdir. Yılmayacağız, yapacağız Ahmet Gürsel Öğretmenin sözlerini kanıtlayacağız!” Gösterilen yeri kazmadan temizledik. Sonra da ip gerilen yerleri kazmaya başladık. 20 metre boy, 10 metre genişlik olarak hendek açılacak. Kazmak kolay ama toprakları atmak çok zor geldi. Kocaman, parçalanamayan  topakları kimi zaman elle kaldırıp attık. Naci Öğretmen kimi zaman bana “Dayı gel şu çocuğu kurtar!” deyip Hasan’ın önünden  topakları almamı istedi. Bunu gören Mehmet Başaran da bana  “Dayı!” deyince  bu kez Hamdi Öğretmen, ”Bak ne iyi yeğenleri gittikçe çoğaltıyorsun!“ diye takıldı. Öğlede  ara verdik.

 

Bir saate yakın dinlendik. Akşam paydosuna dek bitirirsek yarın gelmeyeceğiz. Yapıcılar beton dökecekler. Betondan iki gün sonra da gelip çatımızı dikeceğiz. Duvarları soruyoruz. Naci İnan  Öğretmen. ”Biz çatıyı yapıp kapıya kilit vuracağız. Ötesine karışmayız!” dedi. Bizim bir şey anlamadığımızı görünce Nasrettin Hocayı bilip bilmediğimizi sordu. Duyduğumuz kadarıyla bildiğimizi söyledik. Bu kez bize “Burasını da bilin!” dedikten sonra Nasrettin Hoca türbesini anlattı. Her taraf açıkmış ama türbenin kapısı kilitliymiş. Bizin algılayamadığımız söz bir şakaymış. Çok yorulduk ama istenen şekilde  temelleri kazdık. Namık Ergin Öğretmen geldi, beğendiğini söyleri, ”Elinize sağlık!“ deyip ayrıldı. Yola çıktığımızda okulun görünüşü çok hoşumuza gitti. Birinci kat pencereleri meydana çıkmış durumda. Hafta sonunda yer katının  iskeleleri sökülüp iç sıvası yapılacakmış. Ön merdiven de kurumuş, kalıplar sökülünce oradan gelip gidilecekmiş. Biz hem bunları söyleyip seviniyoruz, hem de 15 eylül yaklaştı, diyoruz. Hamdi Bağ Öğretmen 15 eylül sözünü duyunca, ”Kim demiş  15 Eylülde çıkacağımızı, çıkmayız efendim, Salih Bey bizi kargatulumba atmaz, o okulunu azıcık geç açar, bunu sakın kendinize dert etmeyin!” İçimden, ”Dert etmiyoruz, Ali Aga gibi üstümüze olmayan işlere karışıyoruz, o kadar!” diyorum. Lüleburgaz’a kamyonla  hızlı gelmek hoş, acaba ilerde yaya geliş gidişleri bu denli kolay yapacak mıyız? Lüleburgaz’a dönünce bu kez de gene bir garip duyguya kapıldım. Lüleburgaz’a da ısınmıştık. Oysa çıkıp sere serpe dolaşmış bile sayılmayız. Öğretmenler burada konuk kalıyoruz, olumsuz izlenim bırakmayalım dedikçe biz iyice yabancı kalıyoruz. Oysa burası bizim okulumuzun bulunduğu bir yer, bizim köyümüz, mahallemiz gibi. Neden burada oturan gençlerle arkadaşlık kurmayalım. Üstelik  kendi köylerimizden, komşu köylerimizden arkadaşlarımız var onlarla bile doğru dürüst ilişki kuramadık. Bunları ben düşündüm. Merak ettim, Mehmet Yücel, Mehmet Başaran, İdris Destan, Hüseyin Orhan bu konuda ne düşünüyor. Yalnız Mehmet Yücel’in benim gibi düşündüğünü öğrendim. Ötekiler pek bir şey düşünmemişler. Üstelik benim bu düşünceleri yaşım gereği düşündüğümü, yaşım büyük olduğu için böyle düşünebileceğimi öne sürdüler. Sustum. Ancak doğru düşündüğümü biliyorum. Bunun yaşla falan ilgisi yok. Neden Pazartesi pazarına çıkıp gelen köylülerimizle zaman zaman konuşmayalım? Neden köyümüzden gelenlerimiz bizimle gelip okulda rahatça görüşemesin? Öteki arkadaşların geleni gideni olmadığı ya da uzakta olduğu için böyle bir gereksinimleri söz konusu değil, bu nedenle de susuyorlar. Sanırım bir gün onların da düşünceleri değişecektir. Arkadaşlardan  farklı düşündüğümü  fark edince yalnızlık duygusuna kapılmaya başladım. İçimden “Olsun ben bunları da, kendi çapımda çözeceğim.” Nitekim, gelenlerle yeterince görüşüyorum. Derken, bugün  Mustafa Ağabeyin geleceğini  anımsadım. Biz  okul inşaatinde olduğumuz günlerde geldi mi acaba diye düşünürken yarın Salih Arı Öğretmenden sormaya karar verdim. Diplomaları alacaktı. Alıp almadığını o bilir. Okuma saatinde kimse gelmeyecek bunu artık hepimiz biliyoruz. Belki arada Ömer Uzgil Öğretmen gelir! Akşam yemeğinde bol cacık yedik. Salatalıklar bizim bahçeden gelmiş. Meğer arada oradan başka sebzeler de  geliyormuş. Yediğimiz salatalar, patatesler, biberler hep oranın ürünüymüş. Bahçenin anlaşmalı günü yeni bittiği için Salih Ziya Öğretmen  de oradan ayrılmış. Orada ne var ne yoksa Kazım Usta kamyona yükleyip gelmiş. Salih Ziya Öğretman de yakında gelecekmiş. Cacıkları yerken bahçede çalıştığımızı anımsadık. Mustafa Saatçı “O yediğiniz salatalıkları ben ekmiştim!” dedi. Mehmet Yücel hemen ekledi, ”Belli, bunlar salatalık değil, acı hıyar!” deyince kimisi hık diye gülerken ağızından sıçrattı. Gülmeler yemek sonuna dek sürdü. İkinci  serbest okumada da gelen olmadı. Don Kişot’u çoktan yarıladım. Biraz da Almanca şiiri okudum. Dört dizesini ezberledim bile. - Sah ein Knap Röslein stehen, - Röslein auf der Heiden, -var so jung und morgenschön- lief er schnell, es nah zu sehn- sah’s mit vielen Freuden -Röslein, Röslein, Röslein rot. -Röslein auf der Heiden-. Alpullu’daki bahçemiz, Röslein rot derken Atatürk evindeki  gülleri düşündüm. Oradaki gülsever insan gibi biri bulunsa da bizim kepirlikte öyle güller yetiştirse, İstanbul, Edirne arasında gelip gidenler nasıl da ilgiyle bakarlar. Ahmet Gürsel Öğretmen acaba çiçek sevmiyor mu? Neden hiç çiçekten söz etmedi? Kendi bağımızı gözümün önüne  getirdim yarısı tam kepir toprak. Öyleyken en iyi üzümler, en iyi erikler,  dutlar,   elmalar  armutlar  orada  oluyor. Bağımız  gözümde tüttü. Yapıncak, Çavuşüzümü, Papazkarası, Kınalı yapıncak üzümleri, adını unuttuğum başka  üzümler de var. Onlar bu toprakta da  olacaktır. Ya erikler, bizim Karaerik dememize karşın, bal rengi olgunlaşan, gerçek bal gibi tatlı erikler, armutlar, kayısılar, şeftaliler?

 

9 Ağustos 1939 Çarşamba

 

“Sıcak bir gün olacak!” sözü ile uyandım. Uyanıp dışarı çıkanlar olmuş, geri dönüp giyecek değiştirirken konuşuyorlarmış. Uyandım. Biz bugün buradayız. Gölgedeyiz, sıcak pek etkilememektedir. Mustafa Ağabeyi anımsadım. Salih Arı Öğretmeni bahçede görüp  sorarsam iyi olur, diye düşünüyorum. Odasına çıkmak biraz tuhafıma gidiyor. İçiçe odalar, Ömer Uzgil Öğretmenin odası da aynı yerde. Atölyeye geldik öğretmenleri beklerken Salih Arı Öğretmen bahçe kapısından girdi, sağa sola bakındı merdivenlere çıkarken arkasından koştum, ”Günaydın” deyip sordum. ”Diplomalar onaydan gelmedi, gelince ben haber vereceğim, öğretmenler gelip alacak, bu ayın sonunu bulur!” dedi. Yerime döndüm. Öğretmenlerimiz bir konuyu tartışarak geldiler. Bizim yanımızda da bir süre konuştular. İnşaatla ilgili bir durum olduğu besbelli idi. ”Ben demiştim, o öyle anlamış şeklinde konuşmalardan Namık Ergin ya da Hasan Çevik Öğretmenden söz ettiklerini çıkardık. Bir süre sonra olay açıklandı. Kereste  ısmarlarken bir yanlış okuma yüzünden keresteciler ölçülere uymayan kereste getirmişler. Hamdi Öğretmen verdiği ortak imzalı ölçüleri çıkarıp göstermiş, kereste getiren de zarar ettiğini söyleyerek öğretmenleri üzmüş. Bugün yemekhane direklerini tutacak kuşakları hazırlayacağız. Kuşaklar pencere durumlarına göre  hazırlanacak. İki duvar penceresiz olacak. Kuzey-batı. O yönler çok rüzgarlı olduğu için kapanacakmış. Yani  üç pencere, kapı  güneye bir büyük pencere doğuya bakacak. Naci Öğretmen çerçeveleri  çizdi, bize yapacaklarımızı söyledi. Kendisi kapı  planını çizdi. İrfan Öğretmenle Hamdi Öğretmen konuşa konuşa bir yere gittiler. Çerçeveler hazırladığımız yer katı çerçevelerine benzedi ama büyüklükleri farklı oldu. 100X80 dört çerçeve. İş bölümü eskisi gibi oldu. Biz kestik, Salih, Harun, Recep, Orhan çizdi, öteki arkadaşlar hepimize yardımcı oldular. Mehmet Başaran, Yusuf Asıl bize katıldı. Bekir’le Mehmet çizicilere yardımcı oldular. Çizimden sonra da kornişler  açıldı geçmeler alıştırıldı. Bizim kesme işimiz çabuk bitince kapıyı hazırladık. Kapı düz tahtadan arkası kuşaklı tek kanat bir kapı olduğu için hemen bitti. Direğe tutturulacağı için kasa da yapılmadı. Parçaları hazırladık. Öğretmenler ancak öğle paydosunda geldiler. Uzunca bir öğle dinlenmesi yaptık. Ben Don Kişot okudum arkadaşlar voleybol oynadılar. Öğretmenler gelince işlerimize koyulduk. Kapının direklere  menteşeleneceğini düşünmüşüz ama kapanacak direği düşünmemişiz. Naci Öğretmen gülerek anımsattı. Hemen bir direk ekledik. Kalan işlerimizi ağır aksak paydosa dek tamamladık. ”Yemekhane  işi de tamam!” dedim. İrfan Öğretmen, ”Biraz daha düşün bakalım tamam mı?” diye sordu. Düşündüm, marangozluk açısından yapacak daha neler olabilir ki? “Duvarları da marangozlar yapmaz ya!” diye direttim. Öğretmen katıla katıla gülerek “Hep bina olarak düşünüyorsun. Nerede yemek yiyeceksin, ne üstüne oturacaksın?” diye sorunca anladım. Yemek masası, oturacak uzun oturaklar. Öğretmen, uzatarak, “Eveeeeet!” dedikten sonra “Buradaki masaları orada kullanamayız. Hele oturduğunuz sandalyeleri hiç kullanamayacağız. Hep otuz kişi kalmayacaksınız ki. İzinde 50 öğrenci dışında bu yıl da yeni öğrenci alınacak. Yazılı emirler gelip gidiyor. Galiba “100 öğrenci alın!” diyorlarmış. Müdür Bey onun derdinde. 80 öğrenci 200’e çıkarılırsa ne olacak? Ama biz oraya 200 öğrenci için masa, oturak hazırlayacağız.” “En az 20  masa!”dedim. ”Zaten öyle yapacağız, 20 masa 40 oturak olacak!” dedi. Bu hafta onları tamamlayıp haftaya da yemekhane binasında çalışacakmışız. Her şeye karşın inşaata gidip kıvır zıvır işlerde çalışmak hoşuma gitmiyor. O kalabalık içinde yapılan iş belirlenemiyor. Kimin ne yaptığı bir birine karışıp gidiyor. Oysa burada verilen işi gene verene  göstererek, doğru yapmışsan bir beğeni kazanıyorsun.Yeni bilgiler aldım. Nedense bu beni mutlu etti. Öğretmenin arkadaş gibi konuşması bana büyümüşlük duygusu veriyor. Ayrıca işlerin doğrusunu öğrenmiş oluyorum. Arkadaşların ağzına düşen haberler, bilgiler sanki doğru değilmiş gibi geliyor bana. Doğru olduğunu gördüğüm zaman bile  doğruluğu üstüne uyanan kuşkum bir süre silinmiyor. Arkadaşlar geldi. Yeni haberler getirirseler benim de onlara söyleyeceklerim olacak. Yazık ki  yeni bir haber falan yok, itiş kakış indiler, gündüz yaptıkları tartışmaları  sürdürerek lavabolara koştular. Tek haber onu da üzülerek verdiler; Fikret Öğretmen gelmiş. Neden gelmiş, 15 gün oldu mu? Olası ki, öğretmen gelmedi ama birisi bunu ortaya atmıştır. Geldiyse sevineceğimi söyledim. Yüzüme bakanlar oldu. “Yazdırdığı Kör Adam şiirini ezberledim, dinletmek istiyorum!”dedim. Birileri fena kızdı ama kimse bir tepki göstermedi. Yalnız İsmet sinirli sinirli “Git yahu dayı, zaten sinirliyiz, yorgunuz, şakanı başka yerde yap!” dedi. Yanıt vermedim, kızdığımı düşünmüş olacak, gülerek, “Sen Kör Adamını başka yerde oku biz gözlüleri okuyacağız!” diye olayı dağıttı. Gene sustum. Az sonra geldi, ”Sen de şaka söyledin ben de şaka söyledim, değil mi?” diye tekrarladı. Gülüştük. Mehmet Yücel “Amma da otoriter dayı ha!” dedi. Herkes kahkahayla güldü. Ben sordum, ”Fikret Öğretmenin geldiğini kim görmüş benim onunla işim var, onun için soruyorum!” dedim. Bu kez işimi soranlar oldu. “Yeni Adam dergim gelmiyor, iki aydır alamadım!” dedim. Ahmet Güner “O yalanı ben uydurdum, inanma!” dedi. Konuşmalar gülüşmelerle sürdü. Ömer Uzgil Öğretmen “Bir sorununuz mu var? Neden yüksek sesle konuşuyorsunuz? Yukarda Kaymakam Bey başkanlığında bir toplantı var. Sesinizden rahatsız olabilirler!” dedi. Ortaokul sorunları için  Milli Eğitim Memurluğunda toplanmışlar. Aynı toplantıda bizim okul için seçilecek öğrenci konusu da konuşulacakmış. Bu nedenle Okul Müdürümüzle Fikret Madaralı Öğretmen toplantıdaymış. İstemeyerek ben “Aaaa!” dedim. Ömer Uzgil  Öğretmen beni duymuş sordu, “Fikret Beyi mi bekliyordun?” Dergi olayını anlattım. ”Fikret Öğretmen bu kadar izin istemişti, kullandı, döndü, yarın ya da sonraki günler gelir sorarsın!” dedi. Öğretmen çıkınca herkes Ahmet Güner’e baktı. Yavaşça  “Yalancı!” diyenler oldu. Ahmet biraz şaşkın “Hangi söylediğim yalan!” diye sorunca Mustafa Saatçı “Hepsi yalan, bu sorduğun da yalan olabilir!” dedi. Arkadaşlar elleri ağızlarına kapatarak güldüler. Bu  arada takırtılar duyuldu. Toplantı bitmiş,  toplantıdan çıkanlar konuşa konuşa gittiler. Hilmi Altınsoy, yavaş bir sesle “Aman Allah’ım ne saygısız şeyler, burada öğrenci olduğunu bile bile gürültü ediyorlar. Bilmiyorlar ki gürültü edilince öğrencilerin kafasına bir şey girmez!” Mustafa Saatçı  hemen  ekledi, ”Senin kafana sessizlikte de bişey girmez, onlar bunu çok iyi biliyordur!” dedi. Bu kez de Sami Akıncı sinirlendi. Mustafa’ya “Kulağımın dibinde neden bu kadar konuşuyorsun, şimdi durup dururken ona cevap vermek zorunda mısın?” dedi. Mehmet Yücel Sami Akıncı’ya “Kov onu yanından, kov gittin o boşboğaz, beni al yanına!” Bütün arkadaşlar güldü, öfkeliyken Sami de güldü. Gülerek, ”Aman aman, sen yerinde kal, Mustafa’nın sustuğu zamanlar oluyor. Senin sesini duymamak için okuldan uzaklaşmak gerekecektir!” Gülerek yatakhaneye yöneldik. Ben, gerçekten Fikret Öğretmenin dönüşüne sevindim. Dergim iki aydır elime geçmiyor. Özdilek gazetesinin orada kitap, gazete bazı dergiler satılıyor. İsterseniz getirtiriz, dediler. Oradan da alabilirim diye düşündüm. Önce öğretmenle konuşmam gerekmektedir. Arkadaşlara ben söyleyecektim gerek kalmadı, bizim okula da yeni öğrenci alınacakmış. Toplam 200 öğrenci olacakmış. Okulda öğrenci sayısı birden iki katından fazla olacak.

 

10 Ağustos 1939 Perşembe

 

Kahvaltıdan sonra atölyede toplandık. Öğretmenler gelmeden, bugün ne yapacağımızı arkadaşlara söyledim. Besbelli biraz böbürlenerek söyledim. İnanmadılar. İrfan Öğretmen gelince bana “Arkadaşlara söyledin mi yapacaklarımızı?“ diye sordu. ”Söyledim!” dedim. Öğretmen “Tamam öyleyse  3/7 olarak bölüneceğiz, 3’ler kanepeleri, 7’ler de masaları yapacak.” Hazırladığı resimleri  tezgahın üstüne koydu, masa yapacakları çağırıp anlattı. “Az sonra Naci Öğretmen gelecek, size yardım edecek!” dedi. Arkadaşlar Naci Öğretmeni beklediler. Bizim işimiz daha kolaymış, kısa bir açıklamadan sonra 3x30x400 kalasları ortadan bölmeye başladık. 10 kalas 20 oturak olacak. 40 ayak için de 5 kalas  ekledik. Ayakların  gövdeye tutturulması öğretmenlerce uzun uzun konuşuldu. Bize de sordular, ancak doğru dürüst yanıt veremedik. Sonunda ayaklara önce başlık takılarak sonra  oturağa  çakılması şekli benimsendi. Bu işimizi uzattı ama daha sağlam oldu. Öğleye dek kesmeyi sürdürdük. Masalar üstten çakılacağı için fazla bir zorlu çıkmadı. O grup da  kesme işini öğlede bitirdiler. Yarış durumu yarattık. Öğlede gene Don Kişot okudum. Hamdi Öğretmen elimde görünce “Ne o Don Kişot’luğa mı özendin?” dedi. Don Kişot’luğun ne olduğunu bilmediğimi söyledim. Güldü, ”Sahi mi bilmiyorsun?” diye sordu. Tekrar bilmiyorum deyince, anlayacağım bir dille açıkladı. “Gerçeklere uymayacak hareketleri yapmaya heveslenmek” gibi bir şeyler çıkardım, açıklamalarından. Zaten sonuna doğru geldikçe böylesi bir anlayış ben de sezmeye başlamıştım. Bu konuşma  daha da  işime yaradı. Kitabı bitirdim. Bir özet çıkarmak istedim. Özet zor geldi. Olayların hepsi önemli ancak her biri anlatılırsa gene koca bir kitap dolacak. Öğretmenin söylediklerine yakın birkaç satır yazmayı yeğledim. (İspanya’da, Ortaçağ şövalye öykülerini okuyan bir kişi zamanla  bu öykülerin etkisinde kalır. Zaten yaşlanmış, fakirleşmiş, giderek sıkıntılara düşmüş durumdadır. Biraz da bu sıkıntılar nedeniyle, eski zamanlarda yapılan bireysel  savaşları andıracak gösteriler yapmaya kalkışır. Örneğin iyi kılıç kullanan şövalyeler gibi kılıç kullandığını kanıtlamak üzere atını bir yerlere sürüp kılıç ya da kalkan kullanma gösterilerine kalkışır. İlk denemesi yeldeğirmenlerinedir. Rüzgar gücüyle dönen koca kanatlara kılıçla saldırır. Güçlü kanatlar saldıranı  alıp sürükler. Kahraman (!) Don Kişot gülünç duruma düşmüştür ama o bunu gülünç saymaz. Toparlanıp başka olaylara yönelir. Olaylar bir birini  izler.

 

Öğleden sonra durmadan çalıştık. Planya işimiz bizi çok oyaladı. Masa grubu da planya işinde zorlandılar. Daha doğrusu planya işi çok zaman aldı. Paydosa yaklaşırken iyice yorulmuştuk. Oysa bugün bitireceğimizi umuyorduk. Naci İnan Öğretmen şaka olarak “Siz epten kendinizi usta sandınız be çocuklar!” dedi sonra da bana “Sen Lüleburgazlısın, becerdim mi hemşerilerinin konuşmasını!” dedi. Benden önce arkadaşlar çok iyi becerdiğini söylediler. Güldük. İnşaatçılar gelince biz de paydos ettik. Naci İnan Öğretmen “Yarın bitirecğiz, üzülmeyin!” diyerek ayrıldı. Fikret Madaralı Öğretmen okul inşaatına gitmiş, arkadaşlarla konuşmuş, çalışmaları da yeri de çok beğenmiş. ”Çalışan insanlar çölü bile yeşertiyor!” diyerek umutlar vermiş. ”Gelmesin” gibilerde tavır koyanlar, bu günkü konuşmalarından sonra “Her gün gelse, başımız üstünde yeri var!” demeye başlamışlar. Ben dinlemedim ama gönülden katılıyorum. Öyle konuşacağını da  tamı tamına biliyorum. Bir başka güzel haber, yapıcılar, yemekhanenin temel betonunu dökmüşler, yarından sonra bize teslim edeceklermiş. Demirli beton döküldüğünden üstünde hemen çalışılabilecekmiş. Çalışılırken de ıslatılabilecekmiş. Belki yarın  gideriz diye düşündüm. Nasıl olsa biz yapacağız bir gün önce olsun daha iyi. Kimseye söylemiyorum ama Fikret Öğretmenin gelmesini bekliyorum. Sorarsa okuduğum kitapları özetleyebileceğim. Son verdiği şiiri okuyabileceğim. Oysa öteki arkadaşlar  bunları hiç umursamıyorlar. 1. Okuma saatinde kimse gelmedi. 2. saati de öyle olacak sanıyorduk. Fikret Madaralı Öğretmen, ”Ben geldim!” diyerek dersliğe girdi. İnşaatı biraz övdükten sonra, okuma saatlerine sözü getirerek sorular sordu. Önce şiiri sordu, arkasından okuduğumuz kitapları sordu. Günlerdir elinde kitapla dolaşan birkaç kişi dışında kimseyi görmediğim halde, baktım herkes kitaplar okumuş. Ben saydım, Jules Verne’in iki kitabını, 80 Günde Devrialem, Denizler Altında 20000 Fersah, Robinson Crusoe deyince öğretmen bir “Ohooo!” çekti. Arkasından Don Kişot’u ekledim. Öğretmen “Sen serin ağaçlar altından iyi yararlanmışa benziyorsun!” dedi. Öğretmen öteki arkadaşların konuşmalarını da bekledi. Mehmet Başaran, Hasan Üner, Sami Akıncı okudukları kitapları söyledi. Sami Akıncı’nın kitap okuduğunu bilmiyordum. Meğer arada okuyormuş. 80 Günde Devrialem’i, Robenson’u o da okumuş. Öğretmen başkalarından yanıt beklerken bir süre sessizlik oldu. Sessizlik içinde  öğretmen Fettah Biricik’e baktı. Hepimiz öğretmeni izliyoruz. Fettah da kendisine soru soracağını iyice anlamıştı. Ama öğretmenden önce soru sormayı yeğledi. Elini kaldırınca öğretmen başıyla “Sor!’ der gibi baktı. Fettah, ”Öğretmenim  bakar, ne demek?” dedi. Öğretmen “Bu söz geçtiği yere göre anlam kazanır. Sen bu sözü nereden aldın?” dedi. Fettah küçük bir bocalamadan sonra “Sizin verdiğiniz şiirden aldım, Kör adam bakardı!” dedi. Öğretmenin  derecesiz sinirlendiği belli oluyordu. Dizeleri okudu, Kör adam kör gözleriyle gelecekleri görür gibi bakardı!” dedi. Fettah’a “Senin benden sorduğunla buradaki sözün hiçbir ilgisi yok. Biraz dikkatli okusan bunu anlayacaktın!” dedi. Arkasından “Sen benden ne sordun?” Fettah, “Bakar”deyince öğretmen ”Öküz!” dedi. Fettah ağlıyacak gibi oldu. İsmet, İdris, Yakup, Bekir, Hilmi gibi biraz gevşek  arkadaşlarımız kendileri tutamayarak hık, huk, gık, sesleriyle hepimizi güldürdüler. Öğretmen gülmelere aldırmadan konuşmasını sürdürdü. “Bakardım, bakardın bakardı, basit bir fiil çekimidir. Bakar ise bir ad türüdür. Sözlük anlamı da öküzdür. Eskiden bir yerlerde öküzlere bakar denirmiş. Bizim şiirimizin öküzlükle hiçbir ilgisi yok”. Fettah’a bakarak “Şimdi öğrendin mi bakarın ne olduğunu?” Fettah kızarmanın ötesinde morarmış bir yüzle  “Öğrendim!” diyebildi. Öğretmen Sami Akıncı’ya Robenson’u anlattırdı. Bana 80 günde Devrialem’i özetletti. Ayrıca Yeni Adam dergisinin gelip gelmediğini sordu. Adres değiştirmeyi unuttuğumuz için Alpullu’ya gitmiş olabileceğini, eski dergilerden adres alıp yazmamı söyledi. Öğretmen gidince birileri Fettah’ın başına toplandı. Önce Mehmet Yücel, Fettah’a çıkıştı. “Öğretmen seni  gene de hoş gördü, ucuz kurtuldun. Sen öğretmenle alay eder gibi soru sordun. Öğretmen sana baktı soru soracaktı, akıllılık yapıp öğretmeni savuşturmaya kalktın. Seninki ‘Yavuz hırsız, ev sahibini şaşırtır’ türünden bir kurnazlıktı. Fikret Madaralı gibi bir insana bu yapılamaz. O bu tür nice  kurnazlıklar karşısında kalmıştır. Bu  bakar sözünü unutma, kulağında küpe olsun!” Fettah Mehmet Yücel’e öyle değil, diyerek  karşı koymaya çalışırken bu kez köylüsü Sefer Fettah’a “Niye öyle diyorsun, kusura bakma, sen düpedüz arkadaşın dediği gibi öğretmenin sorusunu geçiştirmeye kalktın. Seni başka türlü paylayabilirdi. Sana kibarca bir ders verdi. Bu yalnız sana değil hepimize  unutamayacağımız bir ders olmalıdır. Sorduğun sözü kitabına uydurup söyledi. Sen ne sordun, ”Bakar nedir?” dedin. Öğretmen ne dedi. ”Bakar, öküz!” dedi. Seni üzen ne? Söyleyiş şekli. Sen öyle  kurnazca soru sorarsan, karşındaki de aklını kullanarak sana öyle karşılık verir.” Sefer böyle konuşunca  öteki arkadaşlar hak verdiler. ”Öğretmenin kin tutmayacağına inandıklarını, ama Fettah’ın daha dikkatli davranmasını önerdiler. Ben sustum. Oysa ben “Oh olsun, sen ancak bu tür konuşmalardan anlarsın!” demek istiyordum. Ben Fettah’a söylenen sözden değil de öğretmenin düşünerek hak ettiği cezayı çok akıllıca çektirmesini  beğendim. “Bakar=Öküz!” Öğretmen eğer kızmamış olsaydı, ”Bakarın anlamı öküz!” derdi. Bilerek, Fettah’a “Sen ne sordun?”dediğinde Fettah “Bakardın!” olarak sorsaydı, aynı yanıtı almayacaktı. Ama açık olan şu, Fettah “Bakardın!”sözünü soramayacaktı. Öyle ki  “Gelecekleri görür gibi bakardın” dizesinden  salt o sözcüğü çıkarmak da iyi niyet işi olarak  karşılanamaz. Çünkü anlamı apaçık. İlginç bir olay. Hepimiz için ibret alınacak bir konuşma. Soru sorma da verilen yanıt da çok ilginç. Soru  aptalın kurnazlığına örnek olacak denli salakça, yanıt en zeki insanların ancak verebileceği bir örnek yanıt. Bir zaman bizim kahvede  köye gelen bir yabancı anlatmıştı. Kolculardan, tahsildarlardan, jandarmadan yakınan insanlar dertleşirken  sözü hükümet  aleyhine çevirip konuşmalarını sürdürmüşler. İçlerinden biri bu konuşmaları yörenin yetkililerine  duyurmuş. Yetkili suçlu durumdakileri çağırıp sıkıştırmış “Siz devlete, hükümete, Kemal Paşaya, İsmet Paşaya, kanunlara  dil uzatmışsınız!” demiş, Adamlar  böyle bir  şey yapmadıklarını söyleyince yetkili daha açık konuşmuş, ”Siz falan yerde, kanun, Kemal, İsmet, vergi, tahsildar, jandarma demediniz mi?” diye sertçe bağırınca, içlerinden biri, “Affedersiniz efendim, biz onları aynen söyledik, bunları sorduğunuzu önce anlamamıştık!” demiş. Yetkili bu kez, ”Açıkla öyleyse!” deyince adam açıklamış. “Arkadaşımız kanun çalar. Daha doğrusu çaldığını öne sürer ama berbat bir çalışı vardır. Sık sık da bize dinletmeye kalkar. Gene öyle bir çağrıda bulunmuş, Arkadaşımızdır, onu gücendirmeden  katılamayacağımızı uzun uzun konuştuk.Yakınmamız onun kanundandır. Jandarma bizim canımızı koruyor, haydutluktan söz açılınca hep ürpeririz, hani jandarmalar olsa bu haydutlar bize neler etmez?  kabilinden sık sık dualarımızı ederken jandarmalarımızı sevgiyle andık.” Yetkili, “Peki Kemal için ne diyorsunuz?” Sizden iyi olmasın  Kemal adlı bir arkadaşımız var, demin söylediğimiz kanuncuyu  o şımartır. Kanun denince biz hep birlikte “Bu gene Kemal’in işidir, onun elinin altından çıkıyor diye yakınırız, hepsi bu kadar.” ”Peki İsmet için ne söyleyeceksiniz?” Konuşan sözünü sürdürür. “Arkadaşlar  bizim kanuncu arkadaşımızdan yılmışlardır, onun bizi  sık sık çağırıp  rahatsız etmesini istemezler. Ne var ki eski bir  arkadaştır yüzüne de duramazlar. Onu bu davetlerden  vazgeçirmek için çareler düşünürler. Teklif edilen bir çağırı caydırması da arkadaşın evinde bir gece çıngar çıkarıp evine bir ölçüde zarar vermek, bundan sonra arkadaşın bundan vazgeçebileceğini  ileri sürmekti. Buna öteki arkadaşlar katılmadılar. ‘Arkadaş iyi niyetle bizi harem-i ismetine kabul etmişken, ona bu tür zarar vermek günahtır!’ tartışmaları arasında  sanırım  sık sık harem-i ismet sözü geçmişti.” Sorgucu, tahsildarla vergi sözlerini sormadan  savunucu açıklar, ”Şimdi aklıma geldi, biz sohbete başlarken gerçekten bir ara  vergilerden, tahsildarlardan yakınmıştık. Bunu burada da tekrarlayabilirim. Vergilerimizi hazırlıyoruz, istiyoruz ki tahsildarlar gelip zamanında alsın, üzgünüz işte bu olmuyor, aylarca hazır paralar hazinemize ulaşmak için köşe bucakta beklemektedir.” Yetkili teşekkür edip  sanıkları bırakıyor. Bu bir kahve  kurgusudur ama, sözlerin değişik anlamlarını kullanarak başka bir kurgu yapılabileceğini anımsatma bakımından  önemlidir. Eğitmen Mustafa Ağabeyi anımsadım, o bu öyküyü çok güzel anlatır.

 

11 Ağustos 1939 Cuma

 

Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen gelmiş. Kahvaltıda görünce sevindik. Açık giysiler içinde bize daha gençleşmiş gibi geldi. Yüksek sesle konuşmasını özlemişiz. Bahçeye çıkınca yanımıza geldi. Arkadaşlar çevresinde toplandı. Öğretmen arkadaşların sorularını gülerek şakalarla yanıtladı. Bir arkadaşımız “Şansımız yokmuş öğretmenim, Alpullu’da kalıp  ektiğimiz sebzeleri ağız tadıyla yiyemedik!” deyince öğretmen, ”Asıl şanssız o ektiğiniz sebzelermiş, kendileri ekenlerin yeyip yemediğini görmekten yoksun kaldılar!” dedi. Arkadaşlar kamyona atlayınca öğretmen bizimle kaldı. İrfan Öğretmenle  bir süre konuştular. İrfan Öğretmen yeni geldiği için fazla konuşmamışlarmış, bu konuşmaları uzun sürdü. Öteki öğretmenler gelmedi. Oturup öğretmenleri bekledik. Sürücü Kazım Usta geldi, İrfan Öğretmene “Kamyonu nereye çekeyim!” diye sorunca olay anlaşıldı. Yemekhane çatısı bugün taşınacakmış. Kamyon yanaştı. Az sonra öğretmenler de geldiler. Çatı parçalarını numaralarına göre birer birer kamyona yerleştirdik. Öğle kumanyalarımızı alarak  Kepirtepe’ye gittik. Yeni okul yerine artık  herkes Kepirtepe demeye başladı. Arkadaşların bazıları inatçı, ortada coğrafya  ölçülerine uygun bir tepe yok, diyorlar. Kepir düzü ya da  Kepir Ovası demek daha uygun olacakmış. Okul binasının duvarları yükselmiş, görünce sevindik. Naci İnan Öğretmen bize “Dikkat edin, birinci katın duvarları bitmeden yemekhaneyi tamamlamamız gerekir. Birinci katın tavanı bizi çok oyalayacak!” dedi. Kumanyalarımızı gölgeliğe asıp işe koyulduk. Önce alt lentolarını numara sırasına göre dizip, çaktık. Direkleri dört arkadaş dikti dört arkadaş kuşakları çakarak ayakta durmalarını sağladık. Öteki arkadaşlar boş bidonlarla iskele kurup üst bağlantıları tamamladılar. Arka  ile  batı tarafı çabucak tamamladık. Bu tarafta pencere olmadığı için  geçici olarak bolca payanda da kullanarak  direkleri üsten sağlamlaştırdık. Doğu tarafta  pencereleri hesap ederek öteki araları kolayca bağladık. Önde, üç pencere bir kapı bulunduğundan, daha ayrıntılı işlemler nedeniyle uzunca oyalandık. İlk kirişi oldukça zorlanarak taktık. Bidon iskeleler kısa geldi. İnşaattan uzun iskelelerle değişme yaptım. Bu değişme bizi biraz oyaladı. Gene de dört kirişi dikip birbirine bağladık. Yol tarafından başladığımız için geçenlere “Kepir’de çatılar yükseliyor!” dedirteceğimiz için gururlandık. Namık Ergin, Hasan Çevik Öğretmenler geldi, bizi kutladı. Paydos olunca  öteki arkadaşlar da gelip, baktılar. Birileri direklere dayanarak: “Bunlar yıkılır!” dedi. Önce böyle söyleyenlere kimse ses çıkartmadı, arka arkaya tekrarlanınca Namık Öğretmen  “Yıkılmaktan söz edeceğinize, ne sağlam yapılmış, deseniz ağzınız mı şişecek?” diye ortaya söyledi. Hamdi Bağ Öğretmen gülerek, “Namıkçığım, yarın bu saatler anahtarı size teslim edeceğiz!” deyince Namık  Öğretmen gülerek, “Bir gün Nasrettin Hoca’nın türbesi anahtarını alacağımı hiç düşünmemiştim!” dedi, öğretmenler hep güldüler. Bu kez Namık Öğretmen bize dönerek, ”Bakın çocuklar, hayatta insanların başına hiç beklemediği  olaylar da geliyor. Edirne’de buluştuğumuz zamanlar kim bilir neler düşünüyorduk! Bir de baktık ki pancar kokuları içindeyiz. Orada birer yaş bile almadan kendimizi Kepir’de bulduk. Türbe mürbe dediğimize bakmayın bu sözler aslında bir mutluluk şakasıdır. Yakında okulumuzun bayrağını  çekeceğiz. İşte biz varız, diyeceğiz!” Öğretmenler birbirlerinin kollarına girerek yürüdü Biz de arkadaşlarla kamyona doğrulduk. Kim söylemişse söylemiş, sözde öğretmenlerden biri “Siz Lüleburgaz’a gelip giderken neden marş söylemiyorsunuz?” demiş. Yolda bu tartışıldı. Çoğunluk istemedi. ”Okulumuza taşındıktan sonra Lüleburgaz’a giderken marşsız girmeyeceğiz. Şimdi eğreti bir  konaklamamız var, gerçekte içinde bulunduğumuz durumdan mutluluk duymuyoruz!” Bunu kim ortaya attı tam öğrenemedim, ama düşüncelerine saygı duyduğum arkadaşlar  bu görüşü onayladılar. Sami Akıncı, ”Ben zaten marş, şarkı söylemem ama, söylenmemesini öneririm!” dedi. Mehmet Yücel, İsmet Yanar söylenmesin diyenlerden. Ben susarak onlara katıldım. Okula taşınınca, Lüleburgaz’a gitme olayı ortaya getirildi, buna örnekler verildi, bayramlarda, sinemaya gelince, marşlar, şarklar söylenecek. Neşeli bir hava içinde kamyondan indik. Salih Ziya Öğretmen gene okuldaydı. Bizim atölye önünde Salih Arı Öğretmenle oturuyordu. Yakınlarından geçerken beni çağırdı, ”Bizim arımız var, diyordun bak sana bir arıcı, yani balın iyisini üreten gerçek bir usta tanıtayım!” Salih Arı Öğretmen, ”Biz onunla tanışıyoruz, babasıyla Balkan Savaşı’ndan beri dostuz, delikanlıyı da buradan biz gönderdik!” dedi. Salih Ziya Öğretmen, “A bunu bilmiyordum, memnun oldum, ilk fırsatta arıcılığı beraber canlandıracağız, size rakip olacağız, sizden  öğrenip  gene sizinle rekabet etmek nasıl bir zevk olacak şimdiden merak ediyoruz!” Salih Arı Öğretmen “O zevki  karşılıklı tadacağız, konu bal olduğuna göre kesinlikle bal tadında olacaktır!” Ben, hiçbir şey diyemeden ayrıldım, bu davranışıma da çok üzüldüm. Neyse ki arkamdan Salih Arı Öğretmen seslendi, “Babana selam söyle, arıları artık sandıklara alsın yeni sistemleri denemeye başlasın. Sepetlerde yazık oluyor arılara, telef oluyorlar!” Bu kez kendimi toparlayıp teşekkür ettim, içim rahatladı. Daha önce ayrılırken neden, ”İzninizle” diyememiştim? Kendimi için için kınadım.                                                                          

Okuma saatinde  umduğumuz gibi Salih Ziya Öğretmen geldi. Alpullu’daki bahçeyi ballandıra ballandıra anlattı. Yeni yapılması tasarlanan bahçeyi, Ahmet Gürsel Öğretmenin Fikret Madaralı Öğretmenin anlattığı  gibi anlattı. Arkadaşlar dinledikçe mutlu oldular. Bir ara arkadaşlar sorularla öğretmene katıldılar. Hatta  Bekir Temuçin Öğretmenin anlattığı bir olayı “ Biliyoruz!” deyince, öğretmen hayretle, “Nereden biliyorsunuz?” diye sordu. Arkadaşlar Ahmet Gürsel, Fikret Madaralı Öğretmenlerin anlattıklarını tekrarladılar. Salih Ziya Öğretmen, “İşte böyle, el birliği edilince  iş de söz de bir noktada birleşip perçinleşir!” Öğretmen bizi özlediğini, o nedenle geldiğini, yorgun oluğunu söyleyip ayrıldı. Zaten okuma saatimiz bitmişti. Yemeğe geçtik. Yemekte hiç öğretmen yoktu, oldukça gürültülü bir yemek yedik. 2. Okumada İsmet Yanar, bizim kendi kendimize okuma saatlerini değerlendiremediğimizi, bundan sonra bir öğretmenin bulunmasını istememizi önerdi. İsmet’e katılanlar  azınlıkta kaldı ama tartışma uzadı. Sami Akıncı, Sami’nin sıra arkadaşı Mustafa Saatçı öğretmen isteyen tarafı tuttu. Mustafa Saatçı nedense işi daha ileri götürerek “Ömer Uzgil Öğretmene gidip söyleyeceğim. O zaten böyle istediğini daha önce söylemişti, bu nedenle siz ne derseniz deyin öğretmen gelecek!” diye diretti. Bu sert  çıkışa kimse karşı koymadı ama gene de  dırıltılar yatıncaya dek sürdü. Yatarken bile konuyu tartışanlar oldu. Ben tartışmalara sözle katılmadım ancak öğretmen gelmesini öteden beri istiyordum. Gelirse sevineceğim. İşin ilginç yanı dersleri iyi olanlar istiyor, iyi olmayanlar ise istemiyor. Öğretmenlerin dersler kesilmeden önce yaptıkları konuşmalara göre bir çok arkadaşımız belki sınıfta bile kalacak. Çünkü aldıkları düşük notları sözlüye kalkıp düzeltemediler. Bunları düşünürken uyudum.

 

12 Ağustos 1939 Cumartesi

 

Uyanınca gözlerim Mehmet Yücel’i aradı. Rüyadaki  dırıltıyı sahici imiş gibi algıladım. Karşılaşınca onun bir şeyden haberi olmadığını görünce sevindim. Düşündüğümün tam tersine öğleden sonra gezmeye beraber çıkmamızı o önerdi. Cumartesi günleri için küçük gruplar olarak iki saat gezmemize izin veriliyor, çıkıp resim çektireceğiz. Çok sevindim. Rüyalar bazen görülenin tam tersi olurmuş, büyük ablam böyle derdi. Mehmet Yücel’i bir başka bakımdan da kendime yakım buluyorum, İsmet’in en yakın arkadaşı o. Kahvaltıdan sonra inşaatçılar gitti. Biz gene kaldık. Pencere, kapı eksiklerini tamamladık. Naci İnan Öğretmenle İrfan Öğretmen bir süre  yakın tezgah üstünde bir şeyler çizdiler. Sonra da bizi yanlarına çağırıp sordular. ”Yemekhanemizi başarıyla istediğimiz zaman içinde kurduk. Ancak  yemekhane, çatı, tavan, kapı, pencereden ibaret değildir. Sizce ona bir başka ek eklemek gerekli. Sizce bu ne olabilir?” Ben bir şey düşünemedim. Daha doğrusu, su, yiyecek gibi şeyler aklıma geldi. Hüseyin Orhan, Recep, Hasan Üner üçü birden “Mutfak!” diye  yanıt verdiler. Öğretmenler gülerek, ”Tamam, işte şimdi bunu gerçekleştireceğiz. Tıpkı yemekhane gibi, aynı  yöntemlerle yemekhanenin 1/3 yani  10X8 büyüklüğünde 5 kirişli bir  bina daha yapacağız. Bir tarafta iki, bir tarafta bir pencere olacak. Şimdi gerekli keresteleri ayıralım, kesmeye başlayalım!” Biz birbirimizle bakışırken İrfan Öğretmen, 3, 3, 4 olarak üç grup oluşturdu. Ayrılmadan önce plana göre kullanılacak kereste türlerini saptadık. Bizim dört kişilik grup  gene kirişleri, direkleri seçmeye ayrıldı. Ötekiler, tahta, konç, kuşak seçimine başladılar. Oldukça uzun bir süre kereste seçip yığdık. Keresteleri yığınca, yemekhane için harcanan keresteyi de düşündük. “Su gibi kereste gidiyor!” dedik. Biz ayırımı tamamladık, arkadaşlar kamyonla Kepirtepe’den (inşaat) döndüler. Biz de pazartesi devam etmek üzere paydos ettik. Hamdi Bağ Öğretmen düdük elinde tören için ortaya yürüdü. Canlı olarak İstiklal Marşı’nı söyleyerek bayrağı çektikten sonra öğle yemeğine  girdik. Arkadaşlar kendi ektiğimiz  bahçemizin son salatalıklarını cacık olarak yediğimizi söylediler. Yemekten sonra fotoğraf çektirmek için hazırlanıp Foto Gültekin’e gittik. Gültekin Ağabey artık tüm arkadaşların ağabeyi olmuş durumda. Gültekin Ağabey, aslında Bulgaristan’dan gelme; daha doğrusu oradan kaçarak gelmiştir. 10 yıl kadar önce Bulgaristan’daki Türk  öğrencilerle Bulgar öğrenciler arasında çıkan bir çatışmada (Razgrat olayları) önemli etkinlik gösterenlerden biri de Gültekin Ağabeymiş. Bu olaydan sonra Bulgar yönetiminin hışmından kurtulmak için yurdumuza sığınmış. Burada akrabaları olduğu için Lüleburgaz’a gelip yerleşmiş. Salt bize değil  tüm insanlara çok candan bir yaklaşımı var. Özellikle de öğrencilere gerçek bir ağabey olarak  davranıyor. Bizim fotoğrafımızı hemen öyle çekip bırakmıyor, fotoğraf çektirirken alacağımız tavırları da  inceden inceye öğretiyor. Bir fotoğraf için dakikalarca birimizle uğraşması unutulur gibi değil. Otururken çektirmek istediğim bir fotoğraf için, en az yirmi kez gelip başıma şekil vermeye çalıştığını görünce arkadaşlarım  uzun süre bana takıldı, ”Amma da yerinde duramaz başın varmış!” dediler. Mehmet Yücel, Hasan Üner, Sefer Tunca, birlikte, ikişer, üçer fotoğraf çektirdik. Oradan ayrılınca Mehmet Yücel, Hasan Üner, üçümüz çarşıda dolaştık.

 Yücel - Üner - üçlü resim

 

Dönüşte, Mehmet Yücel köylüsü Hüsnü Ceylan’ın işyeri önünden geçerken Mehmet’e seslenen oldu. Seslenen, arada bizim  yanımıza voleybol oynamaya gelen öğrenci  Ali Ceylan’dı. Onlar Mehmet Yücel’le konuşurken Hasan’la  ben  de mağaza önünde durduk. Onlar konuşmayı uzattılar. İçerde güzel bir kız duruyordu. Uzun saçları birden bana köydeki C’yi anımsattı. Dikkatlice baktım. Kız baktığımı farketti, kalktı, kapıya gelip “Ağabey, ben eve gidiyorum!” dedi. Yanımızdan geçerken o da bize  bakıp gülümsedi. Köşeyi dönerken de dönüp baktı. Gülümseyince yüzü  daha güzelleşti. Ancak benim ilgimi daha çok saçları çekti. Hasan, yavaş bir sesle bana, ”Kız sana resmen takıldı!” dedi. Güldüm. Yola çıkınca Hasan aynı sözü söyleyince, Mehmet Yücel benimle alay edecek diye beklerken Mehmet sinirlendi, ”Sesinle arkadaşlık edenin!” deyip, hızla yürüyüp gitti. Hasan, kendini suçlayarak Mehmet Yücel’i durdurmaya çalıştı ama Mehmet aynı hızla okula yöneldi, gitti. Önce şaşırdım, bu ara rüyamı anımsadım. Hasan’a rüyamı anlattım. Hasan rüyama inanmadı, ”Sen, şimdiki duruma göre bir de rüya uydurdun?” dedi. Hasan’ın bu karşılığına büsbütün şaşırdım, Hasan’la konuşmamızı kitap konusuna  çevirerek ağır ağır döndük. Bahçeye girince Mehmet Yücel bahçede bizi bekliyormuş, biz de ona doğru yönelince gülerek bize doğru geldi, biz bir şey demeden daha o, bana niçin kızdığını söyledi. Kız yaşça çok küçükmüş, ben koskoca adammışım. Üstelik Mehmet’in akrabasıymış. Hele Ali Ceylan duyarsa  Mehmet bir daha oraya gidemez, Hüsnü amcasının  yüzüne bakamazmış. Arkadaşa hak verdim. “Ancak ben, kız için  sadece güzel dedim, hatta kendisinden de söz etmedim saçlarının güzelliğini söyledim.” Mehmet yumuşadı, güldü anlaştık. Akşam gene birlikte sinemaya gitmeye karar verdik. Yemekten bir süre sonra sinema için hazırlandık. Önce biraz Halkevi önünde oturduk. Biz otururken Ali Ceylan kardeşiyle tam karşımıza geldi oturdu. Mehmet bu  kez onları yanımıza çağırdı. Ancak aileden başkaları  da gelecekmiş. Az sonra beklenen dört beş kişi geldi. Gelenlere yer açmak için  sıkışarak yerleşince kız bu kez tam karşıma geçip oturdu. Mehmet ne düşündüyse düşündü bu kez bana, ”İşte şimdi doya doya bak!” dedi. Onun demek istediklerini önemsemeden ben de, “Bakıyorum zaten!” dedim. Sinemaya gittik. Arkamızdan onlar da geldiler. Ağabey Ali bizim yanımıza geldi, benim bitişiğime oturdu. Ara  ara konuştuk. Ne de olsa yaşdaşım,  çok da ortak yanlarımız varmış birer birer ortaya çıktı. Özellikle filmler üstüne çok bilgisi olduğunu anlayınca ben sürekli sorular sordum. Sorduklarımı  severek yanıtladı. Ayrılırken de karşılıklı olarak iyi birer sinemasever arkadaş izlenimiyle el sıkıştık. Bu arada onların, iki kardeş sık sık sinemaya geldiğini de  öğrendik.”Haftaya güzel filmler var!” duyurusunu da bu kez kardeşten aldık. Mehmet Yücel benim yaklaşımımdan memnun kaldığını söyledi. Ayrıca bana Ali Ceylan’ı övdü, ”Büyük gönüllülük yapmaz, merhaba diyene yakınlık gösterir!” dedi. Hasan Üner, sinemaya gelmemişti, dönünce durumu anlattım. Nedense bu kez de Hasan bana “Şimdi de bunun için bir rüya görürsün!” dedi. Bu kez de bu söz beni şaşırttı.”Hasan niye böyle dedi?” diye  bir süre düşündüm. Hasan’dan bir açıklama istemedim. Bunun yerine “Çevremdeki arkadaşlar işte bunlar! Ne kadar yaklaşırsan seni o kadar uzağa iterler!” Gene de ”Bunlar en iyileri!” deyip geçtim. Hasan boyca benim omzuma geliyor, yaş olarak da tam beş yaş küçük. Mehmet Yücel’in küçük dediği kız Hasan’dan küçük değil. Küçük erkeklerle arkadaşlık yapıyoruz ama aynı yaştaki kızlara “Güzel” deyince  arkadaşlarımız kızıyor. Bunları düşünerek yattım. Rüyamı iyice  ezberledim. Mehmet Yücel’le ilişkili bölüm nasıl sonuçlanacak? Ben olayı uzatmayacağım. Ancak Mehmet Yücel’in  istemediği için değil, gerek görmediğim için böyle olacak. Gene de kızı daha yakından görüp konuşmaya çalışacağım. Ağabeyle ilişkimiz sürerse daha da sokulacağım. Belki de  böyle bir yakınlaşma bir daha olmayacak. Çünkü Ali yakın zamanlarda İstanbul’a gideceğini söylemişti. O gidince Zaten  konu kapanacak.

 

13 Ağustos 1939  Pazar

 

Uyandığımda akşamki film konuşuluyordu. Filmi görenlerden Harun Özçelik, Hilmi Altınsoy, Yusuf Asıl belli sahneleri anlatıyorlar. Akşam ben de sinemada idim ama onların konuştuklarını pek göremedim. Filmde gösterilmeyen olaylardan söz ediyorlar. Kendi kendime anımsamaya çalıştım. Acaba ben içimdeki kuruntular nedeniyle filmi izleyemedim mi? Yoksa arkadaşlar gördüklerinden esinlenerek yeni olaylar mı çıkarıyorlar? Biraz dinledim. Anlaşıldı, onlar konuşmalardan  pay çıkararak kendi düşüncelerini katıyorlarmış. Sinemaya  gitmek yeterli değil, anlatmak isteneni de doğru anlamak gerekiyor. Daha dikkatli olunması zorunlu.

 

Bu sabah öğretmensiz kahvaltılardan birini yaptık. Hava oldukça sıcak. Arkadaşlar bizim atölye yanına toplanmış aralardan arılı bahçeye bakıyorlar. Bitişik bahçe bulut gibi arı. Arılar  hakkında bilgisi olmayan arkadaşlar, acayip bir şey görmüş gibi  şaşkınlar. Onlara anlattım, ”Arılar oğul verir!” Ne demek oğul vermek. Yavrular büyümüş, Arı Beyinin etrafında toplanmaya başlamıştır. Bir kovanda iki bey olamaz. Bu nedenle beylerden biri ile ona uyanlar arılar başka bir kovana geçerler. Meğer Salih Arı Öğretmen hemen bitişiğimiz duvarın arkasından bizi dinliyormuş. Arıların içinde dururken bize söz attı. “Evlerini taşırlar. Önce  yakın bir yerde toplanırlar. O toplanmada ürkütmeden kovan koyup arı beyi, ya da ana arı kovan  içine alınırsa arı ailesi o kovanı  yuva olarak benimser. Birkaç saat içinde bir şey yapılmaz da ana arı (Arı beyi ya da kraliçe) uçarsa o arı ailesi yükselir başka yerlere kendine yuva aramaya gider!” dedi. Bu nedenle Salih Öğretmen arıların uçuşundan oğul ayrılacağını sezip boş kovanı hazırlamış, onları bekliyormuş. Arkadaşlar duvar buyunca sıralanıp arıları gözlediler. Daha önceki uyarılara uymak için yanlarından arı geçse de kimse el, kol sallamıyor. Uzun bir süre sonra yavaş yavaş uçan arılar azaldı, önde  duran bir  kovan sandığın önüne yığıldılar. Daha sonra da  uçan arılar iyice azaldı. Oğul arı, yeni yuvasına taşınmıştı. Salih Arı Öğretmen gülerek bize benzetme yaptı: “Bunlar da sizin gibi, bir  barınaktan çıkıp bir başka barınağa taşındılar. Şimdi de tıpkı sizin gibi, barınaklarını donatmak için gene sizin gibi çalışacaklar!” deyince, arkadaşlardan  bazıları “Arı gibi!” diye düzeltme yaptılar. Salih Öğretmen “Evet ama arı gibi çalışan insanlar da vardır. Çalışmak önemlidir!” Arılar  yerine girince biz de kendimize uğraş bulup bir kenara çekildik. Voleybol maçı yapanlar, onları kızıştıranlar, bizim atölyenin tam karşı tarafında oldukça sıcakta atışmaya başladılar. Kitabını alıp okuyanlar gölgede sıralara geçtiler. Gölge oldukça serin, uzun süre  bir grup ders yapar gibi çalıştık. Öğretmenlerden hiç kimse görünmedi. Öğle yemeğinde  Ömer Uzgil Öğretmen yalnız  yalnız yemek yedi. Yemekten sonra beklediğimiz Fikret Madaralı Öğretmen gülerek geldi. Çoğumuz okuma yerinde hazırdık. Öğretmen, ”Yeriniz serin çocuklar, dışarısı oldukça sıcak!” diyerek getirdiği kitabı gösterdi. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban. ”Bu yazardan  parçalar okumuştuk!” deyince, arkadaşlar iki parça okuduğumuzu söylediler: 1-Güvercinlerime Dokunmayın-2-14 Yaşında Bir adam. Öğretmen, Yaban kitabı üstüne kısa bir açıklama yaptıktan sonra okumaya başladı. Kitabın baş tarafında oldukça sıkıldım. Gerçi arada öğretmen açıklayıcı sözler söyledi ama, Ahmet Celal’in durumu bana köydeki Kolsuz Hamza Amcamı anımsattığı için, onun tavırlarını çağrıştırdıkça dalıp dalıp köydeki yaşamıma  gittim. Bir yandan da dalgınlığımı görüp öğretmen soru soracak diye çekindiğimden oldukça rahatsız dakikalar geçirdim. Ahmet Celal dışındaki kişilerin her biri için köyde  benzerlerini  bulmaya kalkışmam beni daha da tedirginleştirdi. Öğretmen saatine bakıp, kitabın o bölümüne işaret koyunca içimden “Oh!” dedim. Öğretmen, ”Haftanın bir akşamında benim de nöbete gelmemi duyurdular, o zaman devam ederiz!” deyip ayrıldı. Okuduğumuz yerleri çoğumuz pek beğenmedi. Ancak bunu öğretmene söylemek kesinlikle aklımızdan geçmiyor. Öğretmen ayrıca bu kitapları bir kez de bizim okumamızı istedi. Bu isteğini defterlerimize de yazdırdı. Okuyacağımız kitap listesinin başında da Yaban bulunmaktadır. Okuma saatinden sonra arkadaşlar değişik uğraşlar için dağıldı. Sami kalanlar arasındaydı. Hiç beklemiyordum, nedense Sami bana, ”İstersen matematik çalışalım!” dedi. Zaten çoktandır Sami’ye bunu ben teklif etmek istiyordum ama  çekiniyordum. Doğrusu, ”Olmaz!” derse bir daha ona bir teklifte bulunmak şöyle dursun, yüzüne bile bakmam diye düşündüğümden susmayı yeğliyordum. Matematik kitaplarımı, defterlerimi koşup getirdim. Yaptıklarımı açtım. Sami, defterlerimi çok temiz, özellikle geometri çizimlerimi çok  tertipli, doğru buldu. Aritmetikten karekökleri beraber gözden geçirdik. Faiz hesaplarından, özellikle bileşik faizlerde hatalarımı buldu. Bu konuyu tam anlamamıştım. Örnekler yaptık. Geometriden, alan, kenar, hacim hesaplarımı hep doğru buldu. Daire, silindir, alan, hacim hesaplarım tamam çıktı. Sami Akıncı ile çalıştığımı görünce İsmet koştu geldi. ”Ben de katılabilir miyim?” deyip yanımıza oturdu. İsmet’in matematik bilgisi iyidir ama  çalışmaya önem vermediği için sık sık yanlışlara düşmektedir. Bu nedenle  onu itekleyecek birilerine gereksinim duymaktadır. Benim “Birlikte çalışalım!” önerilerimi de nedense önemsemez. Bu kez candan katılmak istedi. Yazık ki çok sürmedi. Çünkü biz  saatlerdir çalıştık. Sami’nin “Pazar günleri çalışalım! önerisini İsmet de iyi karşıladı, sözleştik. Banyo saatimizde gene her zamanki gibi İstanbul-Edirne yolundan gittik. Hamam o yol üzerinde olduğu için çaresiz oradan gidiyoruz. Lüleburgaz’ın en işlek yolu olduğu için pek hoşumuza gitmese de alışmış durumdayız. Pazar günleri yerli halktan pek insan olmadığı için üzerinde fazla durmamakla beraber zaman zaman, gece gitmeyi yeğliyoruz. Ancak okul yönetimi öyle anlaşmış. Daha önce söylendiğinde “İlerde geceye aldırırız!” denmişti ama nedense öyle kaldı. Okula döndüğümüzden az sonra öğretmenler topluca bir yerden geldiler. Hamdi Bağ Öğretmen, gelen öğretmenleri de törene çağırdı. Öğretmenler gülerek “Komutan sensin, emret!” dediler. Ömer Uzgil, Namık Ergin, İrfan Aksu, Naci İnan, Hasan Çevik, Nazmi Aybar, Ahmet Gökay, Bir de yeni bir memur gelmiş, Hikmet Bey, diyorlar, o var. Öğretmenler de katıldı. Daha gür söyledik. Hamdi Öğretmen, ”Anladım, siz marşı daha gür söyletiyorsunuz, her Pazar gelmenizi isteyeceğim!”deyince, Namık Öğretmen, ”Bunu yaparsan, haftaya susarız, ondan sonra da sen istemezsin!” dedi,  öğretmenler gibi biz de güldük. Öğretmenler yukarı çıktı biz bahçeye dağıldık. Az sonra 1. okuma saatine girdik. ”Öğretmenler burada olduğuna göre Ömer Uzgil gelmez!” diyenler oldu. Gerçekten kimse gelmedi. Ömer Uzgil Öğretmen, ”Pazar günleri ben geleceğim!” demişti. 2. saat başlarında da gelen olmadı. Sesimiz biraz yükseldi galiba bir tıkırtı oldu, arkasından Ömer Uzgil Öğretmen geldi. Elimizdeki kitaplara baktı, okuduklarını söyledi. Söylediğine göre bizim adını andığımız kitapların çoğunu okumuş. Hasan Dağları Bekleyen Kız adlı bir kitap okuyormuş. Ömer Uzgil Öğretmen onunla ilgilendi. Onu okumamışmış. Hasan’dan sordu. Hasan anlattı. Hasan anlatınca kitap çoğumuzun ilgisi çekti. Okumak için sıraya girdik. Öğretmen güldü. “Sıraya beni de alın!” deyince arkadaşlar ”Sizi sıranın önünde sayıyoruz!” diye karşıladılar. Öğretmen fazla kalmadı, ayrıldı. Az sonra biz de birer ikişer yatmaya gittik. Hasan’ın anlattığı kitap gerçekmiş. Doğudaki  son isyanlardan birinde geçen bir olaymış. İsyancılara katılmış bir kız, dağlara  çıkıyor. Sonuçta isyancılar pes edince  kız dağlarda yakalanıyor. Öğretmen şaka mı söyledi, diye  düşündüm. Öyle dedi ama kitabı almadığı gibi, şu zaman alayım, gibi bir söz de söylemedi. Yatarken nedense bunları düşündüm.

 

14 Ağustos 1939  Pazartesi

 

Bugün de çok sıcak olacak. Biz büyük bir değişiklik olmazsa atölyede kalacağız. Mutfak keresteleri hazırlanacak. Yapıcı arkadaşların da haberi olmuş. Halil Basutçu ile konuştum. Meğer onun grubu da bugün mutfak yerini hazırlayacakmış. Yer zaten dümdüzmüş, 50 cm temel  kazılıp beton dökülecekmiş. Halil Basutçu’nun grubu bundan sonra Yemekhane duvarlarını örecekmiş. Namık Ergin Öğretmen en geç eylül sonunda taşınacağımızı söylemiş. 15 Eylül deniyordu. Demek işler istenilen  ölçüde ilerlemiyor! Yapıcılar gidince işbaşı yaptık. Önce  Naci İnan Öğretmen geldi, beni çağırdı. Bizim grup hesabı yanlış yapmış. Altı kiriş yerine beş kiriş hesaplamışız. Çizimi gösterdi. Gerçekten de öyle. 10 metre boy olduğuna göre  iki duvar üstü, dört aralık. Hemen tamamladık. İrfan Öğretmen gelince söyledik. O da üzüldü. O bize bırakmıştı. Daha doğrusu bize inanmıştı. Ancak yavaş bir sesle “Önemli değil, yaparken nasıl olsa meydana çıkacaktı!” dedi. Kesmeye başladık. Amaç öğleye dek  kaba işleri tamamlamak. Çatı formülü tıpkı Yemekhane gibi. Bir metre  orta direk, dört metre eğilim. On iki esas  üç metrelik esas direk, on dört ara direk. Dikkatle sayıp sayıp kestik. İrfan Öğretmen çok dikkatle  sayıp yazıyor. Öteki arkadaşların işleri bizden daha rahat. Onlar sayılara pek bakmıyorlar. Öğleye bir gayret yarılayarak çıktık. Arada ben gelen geçene bakıyorum. Bir tanıdık çıkarsa paydosta konuşabilirim. Mustafa Ağabey  diplomalar için bu yakınlarda gelebilir. Kendi kendime böyle konuşurken köyden bu kez Mustafa Hoca olarak  tanınan kişiyi gördüm. Emin’in babası. Oğlu Emin ben  5. sınıfta iken 1. ya da 2. sınıfa gidiyordu. Koştum, karşıladım. Mustafa Amca (Bu amcalık akrabalıktan değil, saygı için söylenen bir  amcalık) ortaokul konusunda bilgi almak için gelmiş. Oğlu Emin ilkokulu bitirmiş, ortaokula yazdıracakmış. Salih Arı Öğretmene çıktı. Mustafa Amca da arıcıdır. Babamın  geçmediği sandık  arıcılığına o geçti, bu nedenle de köyde arıcılıkta bir numarayı kazandı. Bu nedenle Salih Arı Öğretmenin sevdiği insanlardan biridir. Az sonra beraber çıktılar. Gerekli bilgiyi almış, oğlu Emin Özdil bu yıl ortaokula devam edecekmiş. Gelecek hafta gelip yazımı yapılacakmış. O zaman Emin de gelecekmiş. Buna sevindim. Ortaokulda bizim köyden de bir arkadaş bulunsun. Belki başkaları da gelir! Köyde bir yaramazlık yokmuş, ancak askerlik söylentileri almış yürümüş. Gençler çok tedirginmiş. Her gün savaştan söz ediliyormuş, askerlik üstüne rivayetler çıkarılıyormuş. İşlerin tam kızıştığı günler olduğundan bu sıra pazara az insan geliyormuş. Kısa bir zaman sonra her gün gelen olacakmış. Çünkü karpuz mevsimi açılmak üzereymiş. Mustafa Amca ayrılınca karpuzları düşündüm. Karpuzlar böyle geç mi oluyordu? Ay olarak hiç düşünmüyordum. Biri bana sorsaydı, karpuzların nisan ya da mayısta olduğunu söyleyebilirdim. Meğer onlar ağustosta, hatta ağustos yarısından sonra oluyormuş. Arabayla satılma olayı böyledir, diyorum. Yoksa bir iki tane olarak daha önce yenmiş olabilir. Gerçekten ortalıkta daha karpuz sözü edilmiyor. Dinlenmeden sonra işlerimizi sürdürdük. Paydos gelmeden önce sayılarıyla parçaları  tamamladık. Kiremit altı tahtalarıyla pencerelerle kapı kaldı. Hamdi Öğretmen “Bacayı ne yapıyoruz?” diye bir soru ortaya attı. Bir süre konuşulduktan sonra, bacanın rüzgar durumuna göre yerleşeceği, bunun sonradan da yapılabileceği önerisinde birleşildi. Bu saptanmadan sonra gerekirse çatıda değişiklik yapılması kararlaştırıldı. Pencerelerle kapı,  yemekhane benzerleri olacak. Kepirtepe’den arkadaşlar gelmeden önce biz paydos ettik. Görünürde biz yönetim yerindeyiz  ama yeni haberleri onlardan bekliyoruz. Onlar daha çok insanla konuşuyorlar, sayıca da çoklar. O bakımdan da biz onları yeni haberler için bekler gibiyiz. Bugün de neşeli geldiler. Yeni haber ise bildiğimiz eski söylenti, ”Eylül sonuna kalmadan yeni binamıza taşınacakmışız!” Yeni haber dediğiniz bu mu?” diye sordum. Daha yenisi sende varsa sen söyle dediler. Ben de “En yeni haber, bizim köyden Emin  Özdil, bu yıl ortaokula gelecek!” dedim. Herkes güldü. Bu kez  şakacılar yeni haber üretmeye başladılar. ”Balık kavağa çıkmış, Sivri sinek fil yutmuş, deniz kurumuş!” türünden sözler ortaya atıldı. Okuma saatinde Ahmet Gürsel Öğretmen geldi. Sessizce oturdu kitap okudu. 2. okuma saatinde Sami Akıncı soru sordu. Öğretmen hepimize baktı. Ne düşündüyse düşündü, Sami’nin sırasına oturdu sorusunu onun defterine  yaparak yanıtladı. Uzunca bir konuyu ilgilendirdiği için tüm zamanı kapsadı. Sıradan kalkınca, “Derslerimiz başlayınca bu konuları hep beraber  tekrarlayacağız!” dedi. Öğretmen gidince Hilmi Altınsoy’un Sami Akıncı’ya öğretmeni oyaladığı için teşekkür etmesi bir çok arkadaşı sinirlendirdi. Sami Akıncı önce “Oyalama” sözüne üzüldüğünü söyledi. “Ben bütün zamanımı iyi bilgiler almak için harcıyorum, sen bu gayretimi oyalanma olarak görüyorsun, Matematik dersinden bir gün yakınmaya kalkarsan bunu sana anımsatıp ‘Oh, iyi olmuş!’diyeceğim!” dedi. Herkes güldü. Hilmi Altınsoy’a, Bekir Temuçin, Mehmet Başaran, Arif Kalkan ayrı ayrı karşılık verdi. Mehmet Yücel, Mustafa Saatcı, İsmet Yanar üçlüsü ise hep birlikte “Oh, iyi oldu!” dediler. Herkeste bir gülme başladı. Yatarken bir çoğunun uykudan önceki son sözü bu oldu “Oh. . . . iyi oldu!” Ben bunları  hiç düşünmedim de Sami Akıncı’nın sorusu hangi kitaptandı? Bizim kitaptan olsaydı öğretmen ortaya dökerdi. Özel olarak anlattığına göre bizim kitaptan değil. Hepsini bir tarafa bırakarak bugün konuştuğum Hoca Mustafa Amcayı düşündüm. Amca falan diyorum ya bizim aile ile konuşmayan bir insandır. Mahmut Ağabeyime onun kız kardeşi istenince Hoca Mustafa razı olmamış. Kardeşi bu karşı koymaya üzülüp kendi gönlü ile Mahmut Ağabeyime kaçarak gelmiş. Ayşe Yengem daha sonra ne denli yalvardıysa da Mustafa Hoca  tarafından affedilmedi. Ayşe Yengem iki çocuk doğurdu, üçüncü doğumda kan kaybından vefat etti. Dargınlık çocuklarında da sürdü. Hoca Mustafa ölen kardeşinin çocuklarına bile yakınlık göstermedi. Bunun nedenini araştırdığımda üzücü bir kurnazlıkla  karşılaştım. Kardeşiyle araları düzelirse baba mirası sorunu konusunda yan çizemeyecek. Dargınlık nedenini öne sürerek, ele güne karşı bir tür bahane  ardına saklanıyor. Yengen, Mahmut Ağabeyim, onun bu  anlamsız tutumu karşısında  mahkemelere başvurup hak istemediler. Komşuların yorumuna göre Mustafa Hoca  aklınca  davasını kazandı (!) Yengemin ölümünden sonra zaten konu kapandı. Oğlu Emin benimle Hamitabat ilkokuluna başlayınca Hoca Mustafa benim yolumu gözleyen bir dost olmuştu. Özbeöz bizim köylü olmasına karşın konuşmaları da çok değişiktir. Örneğin “Geçen gün şu işi yaptım!” demez. Bunun yerine “Berveçi atide şu işi yapmıştım!” der. ”Berveçi atide ilkokul yoktu, mektebi iptidai vardı, sahibi selahiyet  deruhte edince, vicdanı asliyeniz temayüz edecektir!” türünden sözler konuşur. Bugün baktım gene o tür sözler söyledi. Ancak ben anlamasam da her zamanki gibi güler yüzle başımı sallayarak, onu  hoşnut etmeye çalıştım. Eğitmen Mustafa Ağabey, onun için “Eski dönem ketebelerine özenmiş biri!” diyordu. Oğlu okuyup yetişince onunla nasıl anlaşacaklar? Bunu çok  merak ediyorum.

 

15 Ağustos 1939 Salı

 

En geç kalkanlardan biri oldum. Akşam rahat yatmış erken uyumuştum. Nedense bu sabah biraz ağırdan aldım. Her zaman geç kalkan ya da ağır davranarak geç kalanlar takımı var; Ali Aga, Emrullah Öztürk, Hüsnü Yalçın, Yakup Tanrıkulu, Ahmer Güner. Bugün onlarla birlikte kahvaltıya indim. Nedense kendimi onlardan farklı görmeye çalışıyordum. Meğer aralarında olunca hiçbir farkım olmadığını anladım. Azıcık gevşeteyim, birkaç kez de azar işiteyim tıpkı onlar gibi olacağım, bunu bir süre düşündüm, sanırım iyi anladım. Çabucacık yutkunup çalışma grubumdakilerle atölyeye birlikte girdim. Yapıcılar gitmeden işbaşı yaptık. İrfan Öğretmen bizden önce gelmiş. ”Kaldığımız yerden başlıyoruz!” dedi. Kesilmiş, rendelenmiş olanları ayırıp kesmeye hazırladık. Kalanları da planyadan geçirerek ayrı bir istif yaptık. Bir taraftan da şablon çizgilere uygun kesme işi sürdü. Öteki, arkadaşların işi daha az emek istiyormuş. Onlar bitirip kapı ile pencerelere başladılar. Öğle paydosuna bitirerek girdik. Bu kez arkadaşların işleri yarım kaldı. Oysa onların ikinci işiydi. ”Yemekten sonra size yardım ederiz!” dediğimizde Naci Öğretmen, ”Kendi muhtaç bir dede, gayrılara yardım ede!” dedi. Arkasından da bu sözü açıklamamı istedi. Hiçbir arka düşüncem olmadan “Yardıma ihtiyacı olanlara yardım etmeli!” deyince bana “Vay açıkgöz vay, atasözlerini bile kendi çıkarına göre yorumluyor!” diye beni İrfan Öğretmene dilledi. İrfan Öğretmen de gülerek “Atasözlerinin en iyi yorumu kendi çıkarlarımıza uygun olanlarıdır!” diyerek beni savundu. Öğretmenler gülerek ayrıldılar. Biz de yemeklerimizi yemek üzere yemek  salonuna indik. Yemekte tatlı olarak birbiri ardına helva yiyoruz. İrmik helva, Tahin helva, kahve rengi bir helva arkasından gene tahin, böylece sürüp gidiyor. İnşaatta çalışanlar yanlarında götürdüğü için  böyle düşünülüyormuş. Aşçıya takıldık. O da Ömer Uzgil Öğretmene söylemiş. Biz şaka söylemiştik ama, Ömer Uzgil Öğretmen “Sabredin!” diyerek başladı, çok yakında bir arada istediğimiz yemekleri yemeye başlayacağımızı söyledi. Kısa bir moladan sonra öğretmenler gelmeden işbaşı yaptık. Mutfak hazırlığı bugün tamam olacak: Amacımız, çabamız bu. Öğretmenler gelince onların uyarılarına göre yaptıklarımızı planlardaki çizimlere göre bir daha  gözden geçirip geçmeleri, çapraz kesmeleri  titizlikle sürdürdük. Özellikle kiriş bağlantıları bizi oldukça oyaladı. Tavan, çatı arası üçgen açıları düzgün kesilmezse çatı dayanıklığı zayıf olmaktadır. Bunu öğrendik. Bu bakımdan mutfak tavanımız yemekhaneninkinden daha bilinçli  yapıldı. Akşam paydosundan önce tüm parçaları sayarak tamamladık. Üç pencere bir kapı, numaraları yazılı, takılmak üzere parça olarak tamam. Yemekhane duvarları örülmeye başlanmış. Örgü biter bitmez kiremit çekilip içi sıvanacakmış. Mutfak çatısı ondan sonra çatılacakmış. Bunu duyunca “Ohooooo!” diye bir ünlem uzattım. Naci Öğretmen gülerek “Merak etme bu senin ünlemin kadar bile uzamayacaktır. En fazla 2 ya da 3 gün sonra biz çatımızı dikeceğiz! İşler şimdi dağınık gibi görünse de birkaç gün içinde toparlanacak, zinde güçler asıl işlere döndükçe ilerlemeler artacaktır!” dedi. Biz atölyeden ayrılmadan  arkadaşlar geldi. Hepsi yorgun ama sevinçli. Duvarlar yükseldikçe umutları artıyormuş. Alt sıvalar için bir süre usta gelecekmiş. Alt katın çabuk bitmesi için usta getirilmesi gereği duyulmuş. Ayrıca sıvada çalışacak arkadaşlar için de bu bir tür izleme, gözleme olacakmış. Alt kat kalıpları sökülünce koca koca salonlar ortaya çıkmış. Bir taraftan da alt bölmelere başlanmış. Biz bunları duydukça daha çok heyecanlanıyoruz. 1. Okuma saatinde kendi kendimize  çalıştık. Eskisi gibi tartışma olmadığı için fazla  gürültüden yakınmıyoruz. Bir bakıma birinci saatin böyle geçmesini ben bile istemeye başladım. Yemekte gerçek tatlıları akşamları vermeye başladılar. Bir rastlantı olabilir. Ömer Uzgil Öğretmenin bugün söylediği  hemen uygulandı. Tulumba tatlısı yedik. 2. Okuma saatinde Namık Ergin Öğretmen geldi. “Sizinle konuşmak zevkli ama, saatinizin adı konuşma değil okuma saatidir. Sakın beni konuşturmayın, okumanıza bakın!” diyerek arkadaşların konuşmalarını engelledi. Son dakikalarda da ayrıldı gitti. Yeni yeni  ayırdına vardım, arkadaşlar güneşten iyice yanmış durumdalar. Müdür Bey Karaoğlanlar diyordu, gerçekten hepsi karaoğlan olmuş. Bir başka ilgimi çeken olay da her zaman uzun uzun konuşanlar yatar yatmaz uyuyorlar. İdris Destan, Kadir Pekgöz, Ali Önol durmadan konuşurlardı. Şimdiyse yatar yatmaz uyuyorlar. Salt inşaate gidenler değil burada kalanlarda da büyük bir değişme var. Örneğin Yusuf Asıl, Bekir Temuçin de yatınca uykuya geçiyor. Bu farkları düşünürken uyuduğumu sanıyorum.

 

16 Ağustos 1939 Çarşamba

 

Namık Öğretmenin nöbetçi olduğunu unutmuştuk. Gülerek geldi. ”Sizi asker bandosuyla kaldıramadığım için üzgünüm!” dedi. Arkasından “Geç kalmadınız ama erken kalktığınız da söylenemez!” diyerek hepimizi uyandırdı. ”Kahvaltıda hepinizi bir arada göreceğimi umarım!” diyerek gitti. Hepimiz indik. Namık Öğretmenden başka Hamdi, İrfan, Nazmi, Naci, Hasan Öğretmenler de vardı. Derli toplu kahvaltı edip bahçeye çıktık. Yapıcılar, neşeli konuşmalarla kamyona atlayıp gittiler. Namık Öğretmene soruyorlar, ”Otobüsle gitsek olmaz mı?” Namık Öğretmen “Sizin amacınız çalışmaya gitmek değil otobüs duraklarında bekleyip işten sıvışmak!” diyor. “Biz onu düşündük, Tramvay olsa daha iyi olur, dedik. Ancak içinizdeki bazı arkadaşlarınız tramvaydan düşer kaygısıyla kamyonu seçtik!” Arkadaşlar “Düşmeyiz!” diye bir ağızdan bağırıyorlar. Namık Öğretmen gene gülerek, ”Ah çocuklar, yazık oldu size keşke düşmeyeceğinizi daha önce söyleseydiniz!” deyince herkes gülüyor. Onlara bakıp biz de gülünce Naci Öğretmen, ”Ne o inşaatçıların neşesine siz de mi   katılıyorsunuz? Onların neşesi züğürt tesellisi, başka türlü o kamyona doluşarak gidilir mi?” dedi. Duraksadık, kamyonla gitmenin ne kötülüğü  var ki? Öğretmenler kendi aralarında bir süre konuştular. Onlar konuşurken biz, kamyonla gitme konusunu enine boyuna irdeledik. Harun Özçelik “Kamyonla gitmenin meşakkatini düşünen  böyle bir söz söylemiş olabilir. Onlar hep önde oturuyorlar. Arkada oturma onlara zor gelebilir!” Harun hepimizi etkiledi. Naci Öğretmen  başka  bir söz demek istememiştir. Ben konu üzerinde derinliğine durmak istemedim. Konuşmalara da katılmadım ama dikkatle  dinledim. Harun Özçelik güzel düşündü, en doğruyu buldu. Ancak  öğretmen hiçbir düşünmeden de böyle bir söz söylemiş olabilir. Kötü anlamda kullanmak istese bize apaçık söylemezdi. Çok rahat söyledi, hiç de üzerinde durmadan geçti. Bunda  başka anlamlar aramak gereksiz. Naci Öğretmenden şimdiye dek üstünde durulacak kapalı bir söz duymadık. Öğretmenler, beşer beşer iki gruba ayrılmamızı istediler. Biz birbirimize bakıştık. Ben hiç kıpırdamadan yerimde durdum. Beş kişilik bir grup kendiliğinden oluştu. Kalan dört kişinin yanına da ben gittim. Nedense İrfan Öğretmen beni yanına çağırdı. Arkadaşlar da benimle geldiler, biz gene İrfan Öğretmenin grubu olduk. Meğer gerçek öyle değilmiş. İrfan Evren  Öğretmenle Naci Öğretmen atölye işlerini sürdüreceklermiş. Hamdi Öğretmen de inşaatin dülgerlik işlerini yürütecekmiş. Örneğin kalıp işlerini, merdiven, kapı, pencere işlerini kovuşturup takacakmış. Hamdi Bağ Öğretmene ayrılan arkadaşlar da zaman zaman inşaate gidip geleceklermiş. Bunu duyunca ben çok sevindim. Hiç ilgilenmez gibi durdum. İrfan Öğretmen büyük tezgaha yeni bir plan açtı. Naci Öğretmenle uzun uzun konuştular. Biz bekledik. Öteki grup  yapılmakta olan mutfağın  kereste yığınını voleybol sahasına taşıdı. Oradan kamyona yükleyip götürecekler. Az sonra İrfan Öğretmen bize sayılarla ölçüler verdi. 3x2, 5 çift kanatlı bir kapı. Okul giriş kapısı olacakmış. İnce ince hesapladık, temiz kerestelerden ayırdık. Açılan kapıların takıldığı açılmayan iki yan gibi üstte de tahta bölümler olacak. Kısaca kapılar tek  direğe değil gene açılmayan kapı cinsi çerçevelere  takılacak. Önce iki yan, onların üstünde üç metrelik bir uzun çerçeve olacak. Naci Öğretmen başımızda durdu ama hiçbir söz söylemedi. Arada bir “Bu ne için?” gibi sorular sordu. Önce iki kanat kapı gereksinimlerini kestik. Çok önemli bulduğunu söyleyerek çizimleri öğretmenler yaptılar. Çizimlere göre dikkatlice kesimleri biz sürdürdük. Öğle paydosuna kesimini  ancak tamamladığımız kapıların çizimlerini akşam paydosundan önce tamamlamış olduk. Ancak bu kapıların ortaları kalın tahta olacak. Tahta kornişlerini nasıl yapacağız? Öğretmenler bir örnek çıkardılar. Onlar bile bir örneği bir saatte zor çıkardılar. Biz değişik ölçülerde tam 16 adet orta  yapacağız. Bunu ben söylerince Naci Öğretmen, ”Kolayı var, paylaşırız, siz ikişer, biz de üçer tane yapar tamamlarız!” dedi. Arkasından da “O zaman  on altı olacak mı?” diye sordu. Ben, tam on altı olacak deyince de gülerek, ”Matematiğin kuvvetli!” dedi. Arkadaşlar benim için “Matematikten tam numara alıyor!” dediler. Naci Öğretmen gülerek, “Başka türlüsünü düşünmüyorum, doğaldır!” dedi. Akşam paydosuna büyük kapının olabileceği kanımız güçlenerek çıktık. İlgiyle  bir süre gelecek arkadaşları bekledik. Aramızdaki konuşmalar, “Onlar bugün  neler  yaptılar?” Gelir gelmez onlar da bu sorularımızı yanıtladılar. ”Binanın birinci kat tuğla işi bitti, alttaki iskele söküldü; yarın mutfak işine başlanacak. Yarından sonra ikinci kat iskeleleri kurulacak!” Bize de bir  duyuru: Yarın, bizim grup onlarla gidecekmiş. Yarın gitmek çok önemli değil ama, bu iş sürekliye dönerse diye içimde bir kuşku belirdi. Ancak binanın birinci katı olunca, işler kolaylaştı denilebilecek. Bundan sonra bir kat kalıyor. Alt katın temizlenmesi sanırım uzun sürmeyecek. Yapacağımız büyük kapıyı düşledim, açıp kaparken “Bu kapıyı  biz yaptık!” deyip böbürlenebilecek miyiz? Arkadaşlar çok iyimser, Mehmet Yücel “Çok sıkıntı çekiyoruz ama içine girince rahat edeceğiz, birileri  gelip buradan da çıkın diyemeyecek, bu bile çok önemli bizim için!” diyor. Arkadaşlardan uzak kalmak da pek iyi değilmiş. Kimi kez onlarla olunca daha rahat olduğumu düşünüyorum. Ancak içlerinde kimileri ile arkadaş olmanın olanaksızlığını anımsayınca bu fikrimden hemen cayıyorum. 1. Okuma saatine öğretmen gelmedi. Yemekte bulunan öğretmenlerden biri gelir diye genellikle düşünüyoruz. Gerçekten de öyle çıkıyor. Bu gece yemekte Ömer Uzgil Öğretmenden başkası yoktu. O da iki akşam önce geldi. Fikret Madaralı Öğretmen tekrar tekrar “Bana bir akşam gel!” diye haber gönderdiler dedi. Öyleyse o iki kez gelmez. Az sonra 2. Okumaya girince karşımıza Fikret Öğretmen çıktı. ”Şu Yaban’ı bitirelim, uzatırsak vereceği  fikirler yerine ulaşmaz!” dedi. Kitabı açıp kaldığı yerden okumaya başladı. Mehmet Ali’nin  davranışları anlatılırken, Ahmet Celal konuşurken, muhtarın adı geçince, hele Şeyh Yusuf bölümlerinde öğretmen, okumayı kesip, benzer başka olayları ekleyerek açıklamalar yaptı. Kurtuluş Savaşı’nda  Atatürk karşıtlarının hayinliklerine değindi. Kitabı elleriyle yoklayarak “Bir okumalık yerimiz kaldı!” deyip kesti. Kitapta, Kuyucaklı Yusuf’taki insanların bir bölümünü görür gibi oldum. Yaban’daki muhtar ya da Salih Ağa da tıpkı Kuyucalı Yusuf’taki Hacı Etem ya da Hilmi bey ya da oğlu Şakir gibi. Olayları kendi çıkarlarına uydurmak için haysiyetlerini satan insanlar. Öğretmen gittikten sonra bir süre öylece durduk. Sanırım benim gibi öteki arkadaşlar da Ahmet Celal’i, onun içine düştüğü insanlarla didişmesi, onları aydınlatmak için çabalarına onların hayince set çekmeleri, üstelik düşmanlarla  işbirliğinden bile kaçınmamalarını düşünüyorlardı. Bu konuda kimse söz açmadı. Söz açmadı ama yüzler  gergindi, sanki kimse gülmeye hazır değilmiş gibi  güldürecek söz  de söylemiyordu. Birer ikişer kalkıp yataklara geçtik. Ben yatınca Yaban’dan daha doğrusu Ahmet Caelal’den çok nedense Kuyucaklı Yusuf’a kaydım. Yusuf’un nereye gittiğini düşündüm. Edremit’e mi döndü? Yoksa bilmediği bir tıpkı Ömer Seyfettin’in Koca Ali’si gibi başka bir diyara kendi onuruyla yaşamaya devam mı etti? Ağlamaklı bir suskunluk içinde  oldukça geç uyudum.

 

18 Ağustos 1939 Cuma

 

Kahvaltıda gene “Okuma Saati” konusu ortaya atıldı. Ancak  Mustafa Saatçı’nın kararlı tutumunu görünce çoğu diretmekten vazgeçtiği belli oluyor. Kamyonda  gene aynı sorun tartışıldı. İnşaata inip işe koyulunca herkes önündeki işe  yumuldu. Biz, hemen kirişleri  yükseltmeye başladık. Amacımız bugün  yemekhanenin tahta işini bitirmektir. O hızla art arda altı kirişi yerine yerleştirdik. Aralıksız çalıştığımız için öğle olduğunu bile fark etmemiştik. Öğretmenler “Bir saat mola!” deyince sanki  erken iş bırakmış gibi bakındık. Az ilerimizdeki yapıcıların da  öğle molası verdiğini görünce gerçek durumu öğrendik. Çok sevinçliyiz, akşama, hesapladığımız gibi, tasarladığımız bölümleri bitireceğimizi anladık. Öğretmenler, onlar ayrılan özel gölgelikte yemek yediler. İnşaatçıların da artık kendi gölgeleri var. Çoğu iskele altında, bir bölümü duvar gölgesinde, bir kısmı isterse alt kata giriyor. Alt kalıpların çoğu  sökülmüş. Öğretmenler kalkınca biz de toparlandık. Onlar gelir gelmez işimize başladık. Dört  arkadaş bir grup, altı arkadaş da bir grup olarak ikiye bölündük. Dörtlü grup İrfan Öğretmenle kiremit altı tahtaları çakmaya başladı. Bu arada İrfan Evren Öğretmenin bir özeliğini de öğrendik. Tek eli ile kendini yukarıya  çekiyor, karnı üstü kirişte dururken yarım metre ilerdeki tahtaları çakıyor. Saçaklardan başladığı çakma işinin  dört metrelik bölümünü çok kısa bir zamanda tamamlaması bizi şaşırttı. Salih Baydemir’in öğretmene öykünerek aynı biçimde ikinci sırayı biraz daha yavaş olmakla beraber tamamlaması ise hepimizi gayretlendirdi. Bizim grup  kirişleri bitiremeden, arkamızdan  kiremit altlarını çakanlar yakınımıza geldiler. Son kirişi el birliği ile tamamlayıp, son tahtaları çaktık. Çerçeveler direklere takılacak. Anca öteki ayaklar için yeni direkler ekledik. Böylece pencereler takılacak şekilde yerleri hazırlandı. Yapıcılar paydos ettiği zaman bizim işimiz de tamamlanmış oldu. Çerçeveler hazır ama bugün takamadık. Hamdi Bağ Öğretmen, ”Yazık anahtarı bugün yapıcılara veremedik!” deyince, Naci İnan Öğretmen “Zararı  yok, pazartesi günü veririz!” dedi. Buna  içimden çok sevindim, çünkü yarın cumartesi, biz buraya gelmeyeceğiz. Öteki günler de gelmek istemiyorum ama özellikle cumartesi günleri hiç istemiyorum. En zorlu işler bile olsa cumartesi günleri atölyede çalışmak hoşuma gidiyor. Yeni konu  pazartesi günü alt katın kalıpları sökülüp sıvaya başlanacakmış. Ön merdiven kalıpları söküldü. Merdivenli görüntü daha güzel oldu. Ancak üstünden henüz geçilmiyor. Zaten büyük merdiven alt kata geçit vermiyor. Alt kat için onun karşısına gelen yere başka merdiven yapılacakmış. Merdiven, kalıp deyince iş bize  düştüğü için biraz bozuluyorum. Kalıp işleri kaba işler. Ustalıkla bir ilgisi yok. Takır tukur çakılıp geçiliyor. Kalıp işi çolağınca esas marangozluk işlerimiz geri kalıyor. Kapılar için hiçbir hazırlık yapamadık. Yapıcı arkadaşlarımızın konusu çok önemli: Su taşımak. Yeni yeni kolaylık sağlamışlar. Bidonları tulumba ile dolduruyorlarmış. ”Kollarımız kopuyor!” diyorlar ama gene de mutlular, eskiden bir ara kova kova çekiyorlardı. Öğretmen çağırma işi gerçekleşecek.(Okuma saatı için) Mustafa Saatçı  bu işi üslendi. ”İdris Destan Mustafa’ya “Bu işi sen istiyorsun ama en çok sen pişman olacaksın, seninki imam inadı” diye çıkıştı. Mehmet Yücel gülünce Mustafa bu kez Mehmet Yücel’e kızdı, karşılıklı atıştılar. Mehmet Yücel Mustafa’ya Hafız, İmam gibi sıfatları söyleyince Mustafa  da Mehmet’e “İskelet!” diye bağırdı. Konu giderek ad takmalar üstüne  dönüştü. Mustafa Saatçı, Mehmet Yücel’i herkese ad takan birisi olarak tanımladı. Mehmet Yücel  “Ben kime ad takmışım?” gibisinden bir soru sorunca Mustafa bir sıra adı saydı. “Zenne, gebeş, aga, İmam, hafız, madam sözleri senindir!” dedi. Mehmet Yücel de Mustafa’nın taktığı, ”Artlik, Kaksi, İskelet, Pırtla, Baba Ali, Tospacı!” sözlerini saydı döktü. Araya girenler oldu. Neredeyse kavgaya dönüşen tartışma durduruldu. Ömer Uzgil Öğretmen geldi. Bundan böyle öğretmenler nöbetleşe gelecekler. Nöbet  listesi hazır yemekhaneye asıldı, bir tanede buraya getirdim!” dedi. Ahmet Gürsel, Salih Ziya Büyükaksoy, Fikret Madaralı, Namık Ergin, Hamdi Bağ, Ömer Uzgil listede gösterilmiş. Hepimizde bir suskunluk. Mustafa mı söyledi? Olamaz, çünkü Mustafa söyleyeceğim derken liste geldi. Öğretmen bir süre sessiz derslikte dolaştı, çıktı gitti. Yemekte gergin bakışlar altında yemek yedik. Kendine ad takılanlar bir yandan sinirlendi. Bu konudaki suçlular kendilerini ortaya çıkardı. Okuma saatinde rahat kalmak isteyenler yeni duruma bozuldu. Benimle  Sami, belki daha birkaç arkadaş dışında herkes somurttu. 2. saatte, Ömer Uzgil Öğretmen gene geldi. Arkada bir sıraya oturdu kitap okudu. Friedrich Schiller yazılı bir kitaptı. Almanca yazılıymış. Merak ettim. Sami sonra anlattı. Çoktandır öğretmen onu okuyormuş. Schiller’i bize Fikret Madaralı Öğretmen tanıtmıştı. Ondan Wilhelm Tell’i okumuştu. Oğlunun başına elma koyup okla vurulan olay. Öğretmen saatine bakıp ayrıldı. İlginçtir, hiç kimse bir söz söylemeden küs gibi yatmaya hazırlandı. Her zaman gürültüden yakınırdım. Bu kez de sessizlikten nerdeyse sıkıldım. Yüksek sesle konuşasım geldi ama sustum. Düşündüğüm gibi oldu, herkese ad takanlar bu kez birbiriyle dalaştılar. Gene de içimden, Mehmet Yücel’in yanında olduğumu anladım. Bu tartışmada da bence suçlu Mehmet değildi. Ne var ki onlar  iki gün içinde gene barışıp çevresindekilere birlikte sataşırlar. Böyle düşünerek uyumuşum. Gecenin bir zamanında uyandım. Rüyamda Mehmet Yücel arkadaşla ben kavga etmişim. Bana küsmüş, gönlünü almaya çalışıyorum. Bu kez ona ben şaka söz söylemişim, çok gücenmiş. Gönlünü almak için yalvarıyorum. Yalvarırken uyandım. Rüya olduğuna sevindim. Baktım herkes uyuyor, rüyayı düşünürken uyudum.

 

19 Ağustos 1939 Cumartesi

 

Gene bando sesiyle uyandık. İdris Destan eline kasketini almış, bando şefliği yapıyor. Bando bu kez Edirne yolu tarafında gezdi. Kahvaltıya bando üstüne konuşmalarla indik. Arkadaşların  bazıları asker toplanıyormuş gibi sözler söylediler. Lüleburgaz’a geleli beri gazete almıyoruz. Bugün çıkarsam gazete alıp bakacağım. Asker toplanıyorsa  gazeteler kesinlikle yazar. Bugün üçüncü günümüz, bizim grup da Kepirtepe’ye gidiyoruz. Biz gene Mutfak çatısını  kuruyoruz. Bugün öğleye varmaz bitireceğiz. Perşembe günü direkleri, üst bağlantılarını ancak kurabildik. Cuma günü kirişleri, bağlantılarını tamamladık. Bugün kiremit altı tahtaları için gidiyoruz. Kamyona binince Naci Öğretmenin sözünü anımsadım. Gerçekten kamyonla gitmek güzel değil. Toz, toprak bir yana esinti de oluyor. İnsanlar otobüslerle geziyor, bizse açık kamyonla. Arkadaşlar alışmış, durumdan memnunlar. Kepirtepe’deki değişikliğe ben de alıştım. Binanın  yarıdan çoğu çıkmış durumda. Beton  dökülecek kalıplar bile bitmiş. Pazartesi günü  kat betonu dökülecekmiş. Bir hafta sonra  kalıplar sökülünce büyük kapıyı takabilecekmişiz. Alt katın  kalın sıvası bitmek üzere. Önümüzdeki hafta Hamdi Bağ Öretmenin grubu bodrum kat çerçevelerini takacakmış. ”Okulumuz birden bire ortaya çıkacak!” diyerek arkadaşların sevinci, çalışmalarını da etkiliyor. Yemekhane kiremitleri bugün gelecekmiş. Hiç dikkat etmemiştim. Yemekhane duvarının birinde değişiklik olmuş. Mutfağı yemekhane duvarına birleştirmişler. Böylece  ikisi arasında bir ortak kapı oluşturulmuş. İrfan Öğretmene sordum. Önemli değil, belki kapı takılmayacaktır. ”Yemekleri taşıma kolaylığı için değişiklik yaptık!” dedi. İrfan Öğretmen gene girişlere tırmanarak çıktı. Kalasları uzattık. Kalasların üzerinde gezinerek ilk tahtaları çaktı. İki metrelik bir alan oluşunca bu kez tahtalar üstüne de  geçici olarak tahtalar çakarak binenlerin kaymasını  önleyecek setler oluşturdu. Salih Baydemir, Harun Özçelik, Hüseyin Orhan çatıya çıktı. Yerde bekleyen arkadaşları onlara tahtaları uzatarak çakmayı sürdürdüler. İrfan Öğretmen bu kez öbür taraftan aynı  şekilde başlattı. İkinci grup benzer şekilde öbür tarafı kapattı. Biz dört arkadaş, pencere kapı çerçevelerini, direk bağlantılarını, kirişlerle kirişlere inen dikmelerin iki yanlarını güçlendirici destekler çaktık. Paydostan önce işimiz bitmişti, büyük binaya geçtik, oradaki çalışmaları yakından gördük. Halil Basutçu, Mehmet Yücel, Sefer Tunca, Arif Kalkan, Mustafa Saatçı, İbrahim Ertur arkadaşlar birer usta gibi çalışıyorlar, ötekiler de onlara yardım ediyor. Derslerde ya da  serbest çalışmalardaki takılmalar ortadan kalkmış birlik içinde işlerini sürdürüyorlar. Namık Ergin Öğretmen ara ara adlarını verek bazılarına takılıyor, gülüşüyorlar. Arkasından gene sessizliğe dönülüyor ama çalışmalar aynı tempoda sürdürülüyor. Birinci kat, uzun bir  ara, karşı karşıya iki büyük oda. Yanlarda  ikişerden dört oda daha. Büyük kapının tam karşısında bir kapı daha var. Biz onun için hiçbir hazırlık yapmadık. Bunu İrfan Öğretmene söyledim. O kapı için  değişik bir durum doğmuş. Kapı önüne bir ek bina yapılacakmış. Kapı hem dışarı hem de ek binaya açılacakmış. Bu nedenle ek binanın durumu belli olmadan kapı şekillenmeyecekmiş. Namık Öğretmenin  işaretiyle kamyona bindik. Kamyonla Lüleburgaz gerçekten çok yakın. Sanki biner binmez iniyormuşuz gibi geliyor. Kışın olsa açık kamyonda sanırım zor durulur. Soğuk rüzgarlar, yüzleri, kulakları dondurur. Okula iner inmez törenle bayrağı çektik. Yemeklerimiz güzeldi. Benim tatlım revani vardı. Gerçekte benim değil, herkesin sevdiği tatlı revanı. Tabağında kimse bırakmıyor. Ben de kendi kendime sahiplendim. Hilmi Altınsoy  haklı olarak “Neden senin oluyormuş, sen benden daha çok sevdiğini nasıl kanıtlarsın?” diyor. Yemekten sonra Fikret Madaralı Öğretmeni beklemeye karar verdik. Yaban  ilgimizi çekti. Öğretmen geleceğini kesin  söylememişti. Sanırım biz içimizden gelmesini istiyoruz. Tam toplanmış, bekler durumdayken öğretmen gülerek geldi. Bize, ”Toplu görünce sevindim, bugün bitirelim, bir hafta ara verelim, siz sevdiğiniz kitapları okursunuz!” dedi. Kısa bir özet yaptı, Şeyh Yusuf’u, Muhtarı, Mehmet Ali’yi anımsattıktan sonra okumaya başladı. Ahmet Celal tüm iyi niyetine karşın hep nankörlüklerle karşılaşıyor. Üstelik köye düşman askerleri gelir. İşbirlikçiler düşmanla kolayca anlaşıp onların uşaklığını yaparlar. Ahmet Celal’in katlanamayacağı bir durumdur bu. Düşman askerlerine yapılan fitneler de sonunda kaçmaya kalkışsa  bile düşman tuzağından kurtulamazlar. Köy halkı sonunda  düşmandan kurtulmak isterler ama, başlangıçta, ileriyi göremedikleri için önlem alamamışlardır. Düşman askerleri bir gün gelir, kendi  çıkarları uğruna köylüleri  rastgele kurşunlarlar. Ahmet Celal vurulmuştur. Öleceğini anlayınca tuttuğu  notlarını yanındakine verir. Gerçekte notları alan da vurulmuşur. Aldığı notları bir yere götüremez, ölüm  acıları içinde bir taş  oyuğuna bırakır. Bir süre sonra oralarda gezen bir grup insan bu notları bulur. İşte bu notlar, Ahmet Celal’in başından geçen olayların yine kendisi tarafından yazılmışıdır. Ömer Seyfettin’in Ruznamesi türünden, daha geniş daha kapsamlı bir Ruzname. Yaralı Ahmet Celal de tıpkı Kuyucaklı Yusuf gibi belirsiz bir yöne gider. Geçekten gidiyor mu acaba? Öğretmen gittikten sonra arkadaşların çoğu hemen kalkıp sağa sola dağıldı. Ben uyur gibi daldım, olayları bir daha düşündüm. Bunlar gerçek mi? Yazılanların bir bölümünü gerçek olarak algılamaya başladım. Ömer Seyfettin’in Tuhaf Bir Zulum’ü, babamın anlattığı, komşu köyümüz Hamitabatlıların Domuzormanı öyküsü gibi. Bacaklarımı sıra üstüne uzatıp bir süre öyle durdum. Arkadaşlar uyuduğumu söylediler. Gezmeye çıkacaklar. Yüksek seslerle konuşarak, tasarılarını çevresindekilere duyuruyorlar. Ben bugün hiçbir yere gitmeyeceğim. Hasan Üner “Sinemaya gideceklerin adlarını Hamdi Bağ Öğretmen istiyor!” deyince doğrulup, adımı yazdırdım, gene yattım. İsmet geldi, ”Hasta mısın dayı?” dedi. ”Değilim!” deyince ötekiler, ”Gezmeye gelmiyorsun, o zaman sinemaya da gelme!” dediler. Hasan Üner gülerek “O bu gece sinemaya gitmek zorunda!” diyerek ortaya bir fit attı. Arkadaşlar “Neden?” diye sorarak uzaklaştılar. Onlar böyle yapınca ben de kendi kendime  bir fit attım, ”Bunlar şimdi benim hakkımda ne konuşacaklar?” Onlar gidince başkaları geldi. Halil Basutçu, Hüsnü Yalçın, Emrullah Öztürk, Abdullah Erçetin birlikte çıkıyorlar. Bana da kendilerine katılmamı söylediler. Onlara “sinema saatine dek çalışacağım!” dedim. Halil, ”Sinemaya daha yedi saat var!” deyince ben, ”Eyvah, ben iki saat matematik, iki saat Almanca çalışacak kalan iki saatte de kitap okuyacaktım. Şimdi kaybettiğim bir saati hangisinden alacağım?” diyerek kolumdaki saati gösterdim. Halil, ”Sinemaya gitmezsin, olur biter!” dedi. ”Olmaz, bu gece sinemaya gitmeye çok istekliyim!” karşılığını verdim. “Mehmet Yücel’in köylüsü Ali, bu geceki filmleri çok övdü!”  Gidenlerle karşılaşıp konuşurlarsa, onların söylediklerini aydınlatacaklarını düşünerek bu açıklamayı yaptım. Onlar az dolaşıp geleceklerini söyleyerek ayrıldılar. Ben gene uzandım, öyle sırt üstü uzanıp düşündüm. Müderris Ahmet Amcam kırk yıldır bizim köye bir kez gelmiş bir daha ayak basmamış. Bu kırk yılın yarısını İstanbul’la Edirne’de son yirmi yılını da Kırklareli’de geçirmiş. Köyümüz Kırklareli’ye 20 km. Halk dilinde dört saat. Kırklareli Salı pazarlarına ağabeylerim at arabasıyla sık sık gidiyor, bu arada amcamı da hep görüyorlar. Ayrıca Kırklareli’de Şoför Hasan olarak tanınan, kiralık otomobilleri olan Hasan Amcam, sık sık bizim köye gelmektedir. Böyleyken Müderris Amcamın gelmemesini hep merak etmiştim. Babamla dargın değil, birlikte kaç kez evine gittik, sarılıp öpüşüyorlar, saatlerce geçmişi konuşuyorlar. Babama sorduğumda babam amcamın bir sözünü tekrarladı. ”Köydekilerle ortak yanlarımız az. Konuşmalarımız ayrı yönlerde dolaşıyor. Bu durum iki taraf için de zevkli olmamaktadır!” Babam amcama hak verir. Öte yandan Kırklareli Devlet Hastanesinde  onbeş yıldır hizmet eden Hasan Amcam, köyden gelip kendisinden yardım isteyenlerden hep yakınmaktadır. ”Yalvar yakar gelirler, kendi sağlık sorunlarıyla ilgili işleri anlatılan şekilde yapmazlar, acı sonuçlar çıkınca gene gelip özür bile dilemeden diz dövüp ağlarlar, hatta beni sorumlu bile tutarlar!” diye sürekli dert yanmaktadır. Bunları düşünüp, kahvede konuşmaları anımsadığım kadarıyla toplayınca, kitapların çok doğru yazdığına iyice inandım. Özellikle son okuduğumuz üç kitap, Kuyucaklı Yusuf, Çalıkuşu, Yaban kitaplarındaki olaylarda geçen insanların kimileri sanki bizim köydekilerin akrabaları gibi geldi bana. Özellikle öğretmen  okurken arada  kendi kendine “Cehalet!” dedikçe, cehaletin köylerde “Kurnazlık” olarak kullanıldığını iyice anlamış oldum. Kalkıp kitaplarımı aldım, gene aynı yere oturarak iki saat matematik çalıştım. Tam sayıların kesirli sayılara, kesirli sayıların tam sayılara bölünmesinden kareköklere dek değişik problemler  çözdüm. En küçük ortak katları, en büyük ortak bölenleri tekrarladım. Bu arada karekök sözünün nereden kaynaklandığını öğretmenden sormaya karar verdim. Küp kök-Karekök sözlerinin, küple, kareyle ilgisini dosdoğru kuramadım. Bunu Sami’ye de duyurmak istemedim. Almanca  Heideröslein şiirini ezberleyemediğimi anladım. Defalarca okudum, Knap, s’Röslein sözcüklerinin yapılışını açıklayamadım. Bunları sorabilirim. Kitap okumaya zaman kalmadığını anladım. Bu kez, Tıpkı Kuyucaklı Yusuf’la, Çalıkuşu’nda olduğu gibi sıcağı sıcağına Yaban kitabını da özetledim. İki kitabın  benzer yanlarını, sonuçlarını bir daha anımsayıp özetledim. İkisinde de baş kişiler sonunda ölmüyorlar ama ne oldukları belirsiz kalıyor. Beni en çok bu durum üzüyor. Çalıkuşu ne güzel bitmişti. Arkadaşların çoğu döndü. Kitapları toplayıp içeriye götürdüm. Hasan Üner gösterilen filmleri öğrenmiş. Karım Beni Aldatırsa-Bir Millet Uyanıyor. İkinci film daha güzelmiş. Ali Ceylan ikisi için de “Güzel!” demişti. Yemekte Mehmet Yücel’i gözledim. Mehmet Yücel yok. Mehmet Başaran’a sordum. Köyden gelenleri olmuş, ”Onlarla kalmış olabilir!” dedi. Mehmet Yücel’in de sinemada olmasını isterdim. Sinema grubumuz  küçük oldu. Nedense bu gece  istekliler az çıkmış. Hamdi Öğretmenle gittik. Öğretmen, grup halinde oturan öteki öğretmenlerin yanına gitti. Gözlerim birilerini uzun süre aradı. Hemen yanımda boş yer var. Tam  kararırken beklediklerim geldi. Ali Ceylan, kardeşi, bir de yanında arkadaşı. Karanlıkta gele gele yanımdaki boşluğa oturdular. Üçüncü kız tam yanıma, Ali öbür başa oturmuştu. Bakışınca gülümseyip yer değiştirdiler. Ali yanıma  geçti. O bu filmleri ikinci, üçüncü kez görüyormuş. İstanbul’da okuyormuş. Bu filmlerin tiyatro oyunları da varmış, o onları da görmüş. Şaşkın şaşkın dinledim. Ancak hep merakla dinledim. Biz konuşurken arada kardeşinin soru sorması benim işimi kolaylaştırdı. Sinema, hele filmler üstüne hiç bilgim olmadığı için sıkılmaya başlamıştım. Kurnazca konuşmayı, Kırklareli’deki sinemacı Pehlivan Amcama  getirdim. “Amcamın özel merakı, hep savaş filmleri getiriyor, ben de savaş filmlerini sevmediğim için sinemaya sık gitmem!” deyince kardeşi, söze karıştı, ”Ama doğru yapmıyorsunuz, savaş filmleri de insana ders verir!” Hemen “Haklısınız bundan sonra hiç birini kaçırmamaya çalışacağım!” Bitişiğimdeki arkadaş Arif Kalkan, dürtükleyerek soruyor, ”Kim o konuştukların?” Ali eğildi baktı, Arif tanıdı. Voleybol oynayanlar arasında Arif de bazan bulunmuş. Film bitince güler yüzlerle, güle gülelerle ayrıldık. Kardeş kız ayrılırken, ”Sakın savaş filmlerini kaçırma, savaşlar gene  insanların işine yarayacak!” dedi. Arif’le birbirimize bakıştık. ”Ne demek istedi acaba? Sinemadan çıkınca Arif “Sen  bunları nereden tanıyorsun?” dedi. Olayı anlattım. Babalarının dükkanını, Mehmet Yücel arkadaşlarımızın köylüsü olduklarını saydım döktüm. Yakup Tanrıkulu kızın güzelliğini övdü. Okula gidince Mehmet Yücel’in gelmiş olduğunu gördük. Yatma zamanına dek izin almış, dönmüş. Arif pat diye, beni göstererek “Senin köylünle filmler boyu sinemada konuştu, haberin olsun!” dedi. Mehmet anlamazdan gelerek “Kimmiş benim köylüm, kim, hangi kız?” diye sorunca, bu kez, “Uzun saçlı, güzel kız!” dedi. Mehmet bana dönerek, ”Bu lafları sen mi çıkarıyorsun? Bunu bana yapma!” dedi. Bu kez Arif’le Yakup şaşırdılar. Arif, ”Onu ne suçluyorsun? Kızla ağabeyi gelip onunla konuştular, o bize bir şey söylemedi. Biz kendimiz de yanlarındaydık, konuşmaları hep duyduk, duyduklarımızı söylüyoruz!” diye çıkışınca Mehmet Yücel boynuma sarıldı, ”Benim arkadaşım arkadaşlarına saygılıdır, sözümü geri alıyorum. Ceylan köyün kızları, ceylan gibidir!” dedi güldü. Hep birlikte yatmaya hazırlandık. Yatınca bir daha düşündüm. Mehmet Yücel arkadaş kızmakta haklı. Ben neden bu işi kurcalıyorum? Verdiğim kararları unutup unutup başıma iş çıkarmaya çalışıyorum. Kız güzelse güzel. Ancak söylediği söz önemli, “Savaşlar gene olacak, gene savaşılacak!” Bu ne demek oluyor? Savaşları düşünerek uzun süre uyuyamadım. Babamın anlattığı 93 savaşı, babamın defalarca, Vahit Dede’nin birkaç ay önce anlattığı Balkan Savaşı, yine herkesin anlattığı, kitapların bütün acılığını öğrettiği  Büyük Savaş, onun ardından Kurtuluş Savaşı, yokluklar, ölenler, yaralananlar gözlerimin önünden geçti. Ölen amcalarım, tek kolla gezen Hamza Amcam, şehit çocukları, Eğitmen Mustafa Ağabey, Ali Eniştem gözlerimin önünden geçti. Düşündükçe tedirginleştim, oldukça geç uyuyabildim.

 

20 Ağustos 1939 Pazar

 

Yatakhanemize giderek güneş girmeye başladı. Oysa ilk geldiğimiz zamanlarda böyle değildi. Ağustos sonuna yaklaştıkça güneşin yeri mi değişiyor? Unuttuğumuz bir ders coğrafya. Sabit Soysal Öğretmen olsaydı soracaktım. Sanırım ben bunu sorunca hemen o da bana soracaktı “Anımsayalım bakalım bu neden?” deyip gene kendisi yavaş yavaş açıklayacaktı. Kendi kendime güldüm, ben de soruyorum, Bu  neden?” Arkası gelmiyor. Yanımdan Emrullah Öztürk geçiyordu ona sordum. Emrullah yüzüme tuhaf tuhaf baktı, kötü bir söz söylemişim gibi terslerce “Ne bileyim ben be yahu!” dedi gitti. Katıla katıla güldüm. ”Bu arkadaşla arkadaşlık etmek galiba bana kısmet olmayacak!” Bunu sesli söyledim. Halil duymuş, ”Sen de şansını başkalarında dene!” dedi. Bu kez ben, “Sen kusuru  kendinde ara demek istiyorsun, anladım ama, ben ona yaklaşmak için hiç mi çaba göstermeyeyim?” Halil, bu kez benim yanlış anladığımı, o uzak duruyorsa, bırak yakasını, başkasıyla ilgilen, demek istediğini, Emrullah ile Hüsnü Yalçın arkadaşın bile candan ilişki kuramadığını;ikisdi  arasında benim bilmediğim kimi olumsuz durumları anlattı Ben kez ben de sözümü geri aldığım; anlaştık. Kahvaltıdan sonra bahçede gezerken kapı önünden bir çocuğun “Gazeteee!” diye bağırdığını işitince aklıma geldi. Çoktandır gazete okumadık, alalım, dedim, bir gazete aldım. Gazetenin ilk sayfasından akşamki kızın dediği gibi savaştan söz ediliyor. Almanya-Rusya anlaştı. ”Almanya Avusturya’nın tamamını, Çekoslovakya’nın da yarısını yuttuktan sonra şimdi Polonya’ya göz dikti!” türünden  yazılar var. Halil’le konuştuk, her gün gazete alacağım. Akşam sinemada ağabeyiyle konuşurken kızın savaştan söz ettiğini, merakımın bundan kaynaklandığını anlattım. Halil haklı olarak, ”İnsanlar evlerinde radyo dinliyor, gazete okuyor, biz dünyadan habersiz, Robenson gibi yaşıyoruz!” dedi. O Robenson, deyince ben ekledim. ”Bir Robenson değil biz otuz Robenson!” Bahçede dolaşırken Belediye önünde bir grup insan toplandı. Çoğu lacivert giysili, aralarında Belediye Başkanı Kemal Bey de vardı. Binaya girdiler çıktılar, etrafında dolaştılar. Müfettiş Yalçın Bey de vardı. Aralarında İlhan Görkey’i gördüm. Oradan çıkıp bizim kaldığımız okula girdiler. Merdivenlerden çıkıp binanın içini dolaştılar. Kimse ile konuşmadan çıkıp gittiler. Bizim  öğretmenlerden ortaya kimse çıkmadı. Biz meraklı meraklı aramızda konuşurken, daha doğrusu ben “Müfettiş, İlhan Görkey, Yalçın Bilguvar olduğuna göre okulla ilgili bir grup” deyince, arka bahçede bizi dinleyen Salih Arı Öğretmen, ”İyi bildin, onlar şimdi de Ortaokul için yer arıyorlar, Belediye için karar verilmişti, galiba bir engel çıktı!” dedi. İlhan Görkey, işi bitince bizim buraya uğrar, diye düşündüm ama gelen giden olmadı. Öğle yemeğinden sonra bugün serbest kaldık. Fikret Madaralı Öğretmen gelemeyeceğini söylemiş. Bu kez arkadaşlar, “Kendi kendimize bir kitap okuyalım!” dediler. Sami Akıncı dışında  hepimiz hazır olduk. Uzun süre okuyacağımız kitabı seçemedik. Çoğumuz hikaye okuyalım diye tutturduk. Dağları Bekleyen Kız, Allalahaısmarladık gibi kitaplar önerildi. Arkadaşların bir kısmı ayrılıp voleybol oynamaya gitti. Kitap okumaktan vazgeçildi. Ben Kuyucaklı Yusuf’u alıp bir daha okumak istedim. Kuyucak’tan alıp Edremit’e gelene dek okudum. Ancak öğretmenin okuyuşundaki tadı alamadım. Bu nedendir bir türlü de anlayamadım. Devam etmek üzere bıraktım. Sabahleyin düşündüğüm aklıma geldi. Arkadaşlara sordum. ”Biz buraya geldiğimizde aynı yataklarda yatmıştık, yataklarımız  yer değiştirmedi. Sabahları güneş az görünüyordu, şimdi ise güneş üstümüze geliyor. Neden?” “Güneş yer değiştiriyor!” deyip sıvışanlar oldu. ”Onu  ninem de biliyor, nasıl, niçin burasını anlat!” diyorum. Hiç kimse doğru yanıt veremedi. Banyo saatine dek ortalıkta dolaştık. Vakit gelince Hükümet meydanına inip karşısındaki hamama yollandık. Belli saatte, belli süre bize ayrılmış olduğu için, rahatça yıkanıyoruz ama, vaktimizi bir dakika bile geçiremiyoruz. Çıkınca da  birer birer dağılmak yok, fazla kopmadan gezer gibi okula dönüyoruz. Pazar akşamları okulun önündeki cadde Lüleburgazlıların gezi yolu. Halkevi ya da Belediye bahçelerine oturmaya çıkanlar buradan geçiyor. Belediye arozözü sulayınca oldukça da serinliyor. Biz  de bahçede dolaşıyoruz. En büyük zevki de Bayrak Töreni yaparken yoldakilerin esas duruma geçmelerini görmekten alıyoruz. Hamdi Bağ Öğretmen düdük çalınca askerce hazırola geçiyoruz. Daha doğrusu arkadaşlar geçiyor. Ben aklımdan onlara uyuyorum. Gerçekte bayrağı ağır ağır indirip koluma alırken hareket etmiş oluyorum. Törenden sonra bir süre daha bahçede kalıyoruz. Arkasından alt kattaki okuma odasına giriyoruz. Oradan hiçbir yer görülemiyor. Bu saatlerde yatakhaneye çıksak, insanları daha rahat göreceğimiz gibi onlar da bizi izleyebilecekler. Bunu düşündükleri için olacak yöneticiler yerleri bu düzende ayarlamışlar. Birinci okuma saatimizi gene kendi kendimize geçirdik. 2. saatte Ömer Uzgil Öğretmen geldi. Kapıdan girince gülerek “Der Frühling kommt, und ich erfreue dich-Der sommer kommt, und ihc  kühle dich-Der Herbst kommt, und ich ernahre dich, -Der Winter kommt, und ich warme dich. - Wer bin ich?” deyip karşımıza oturdu. Gene “Wer bin ich?” diye tekrarladı. Sami Akıncı parmak kaldırırken, öğretmen  Sami’ye parmağını indirmesini işaret etti. “Wer bin ich?” diye tekrarladı. Gene güldü. Sami parmak kaldırınca ona sormadı, belki bana da sormaz diye düşünerek, tam bilmediğim halde parmağımı cesaretle kaldırdım. Bana da “Parmağını indir!” demesini beklerken, ”Söyle bakalım!” deyiverdi. Biraz kasılarak “İlkbahar geliyor, (gelir) sevinirim. (seviniyorum)” deyince iki üç parmak bireden kalktı. Öğretmen  bakındı, bana, “Sitsen sie!” dedi. Oturdum. Parmak kaldıranlardan biri Kadir Pekgöz! Öğretmen  Kadir’e Almanca olarak “Açıklayınız!” dedi. Kadir benim söylediğmi hiç duymamış gibi, “İlk bahar gelince!” dedi durdu. Sonbahar, yaz, kış diye ayrı ayrı sözler söyledi. Kadir’e de otur, işareti verdi. Kalkan parmaklar inmişti. Öğretmen baktı. Tekrar  “Wer bin ich?” dedi. Yerinden kalktı, “Auf Widersehen!” deyip gitti. Bir süre sessiz duran arkadaşlar tıs, pıs etti. Sonunda  gülmeler başladı. Mustafa Saatçı biraz yüksekçe sesle “Wer bin ich?” derken öğretmen geri geldi. Mustafa’ya “Sesini duyunca geri geldim, Mustafa’dan bu sorunun cevabını almak zevkli olacak, diye düşündüm!” Mustafa şaka olarak arkadaşa takıldığını, soruyu bilmediğini söyledi. Boynunu büküp durunca, öğretmen gülerek, “Ben de bir şaka yapmış oldum, ödeştik, ancak sen bu bilmeceyi yarın akşama dek çözeceksin!” deyip bu kez sessizce ayrıldı. Bir süre daha oturup, yatmaya geçtik. Büyük bir sessizlik içinde yattık. İçimden şansımın yardım ettiğini düşündüm. Cesaret edip ortaya çıkmıştım ama sözcüklerin anlamlarını bilmeme karşın kuralları bilmediğim için tam  çeviremiyecekmişim. İlkbahar gelince mi, yoksa geliyor mu? İkisi de olacak gibi ama son sözü öğretmen söyleyecekti. ”Olmadı, otur yerine” deseydi, halim ne olacaktı? Bir daha böyle ataklık yapmamaya kendime söz verdim. İçimden  kendi kendimle bir süre konuştum. Sanırım  konuşurken uyudum.

 

21 Ağustos 1939 Pazartesi

 

Altı sanat öğretmenimizin altısı da kahvaltıya geldi. Üç marangoz, iki yapıcı bir demirci. Bugün önemli işler var herhalde. Benim küçük grubum bildiğim kadarıyla bugün burada kalacaktı. Program değişniş olabilir. Kahvaltıdan sonra atölyeye doğru yürürken İrfan Öğretmen geldi. “Bugün buradayız, biraz  çok çalışıp kapı işlerini yoluna koyacağız.” Ben içimden çok çalışma değil de ne yapacağımızı iyi bilirsek daha  verimli çalışıyoruz, düşüncemi tekrarladım. Hasan, Yusuf, Mehmet geldiler. Bekir’i Hamdi Öğretmen çağırmış. Onlar üçer üçer çalışacakmış. Arkadaşlar kamyona atlayıp gittiler. Bizim işimiz bu gün çok önemli. Kalın kalaslardan kapı orta tahtalarını hazırlayacağız. Kenarlar bir santime inecek, dört santim olarak dört taraf incelecek. Ortalar  üç cm. bırakılacak. Böylece kapıların ortaları kabarık kalacak. Öğretmenin anlattıklarını anladım ama yapmak başka şey. Bir örnek yaptık. Bunları gerçekte Harun, Salih, Recep grubunun daha iyi yapacağını söyledim. İrfan Öğretmen, “Kendini geri çekme biz de kötü yapmayacağız” deyip  beni pöh pöhledi. Dört büyük iki küçük tahta yapılacak. Öğleye dek kesip şekillendirdik. Öğlede on beş dakika izin alıp Pazar yerine gittim. Salim Amca tezgah kurmamış. Pazarda başka köylüler gördüm. Salim Amcanın askere çağırıldığını öğrendim. ”O askerliğini yapmıştı!” diyecek oldum. Meğer ikinci askerlik için daha başkaları, içlerinde benim iki ağabeyimin bulunduğu sayısız insana  çağrı gelmiş, 10 gün içinde Askerlik Şubesine teslim olacaklarmış. Elim ayağım kesildi. Ali Eniştemi sordum. O da gidecekler arasındaymış. Küçük ablamı düşündüm, bebeği ile yalnız kalacak, işlerini nasıl yürütecek? Ağlamaklı bir durumda geri döndüm. İrfan Öğretmen anladı, ”Üzücü bir haber aldığın belli, nedir?” diye sordu. Anlattım. Öğretmen iç çekerek “Dünya gene savaşa gidiyor. Öyle görünüyor ki yakında bizleri de çağıracaklar. Okulun önemli bölümlerini bitirsek bari!” dedi. Bundan sonra akşama dek konuşmadan çalıştık. Öğretmen neler düşündü? Biz öğretmeni yan gözle izledik, o kendi düşüncelerinde bizden çok çalıştı. Altı orta parçayı tamamladık. Öteki parçalar daha önce yapılmıştı. Hepsini bir yana koyup kenarlarla üst kanatları ele aldık. Onlarda  eşit ölçülerde dokuz parça kullanılacak. Eşit oldukları için daha az zorluk çekerek tamamladık. Okul giriş kapısı tutkallanıp takılma aşamasına geldi. İrfan Öğretmen bu sonucu gülerek   karşıladı. ”Sıva biter bitmez takabiliriz!” dedi. Arkasından “Aferin bize, koca bir okul kapısını bir günde  kabaca hazırlıyoruz. Bundan sonraki işleri oyalayıcıdır ama çok da önemli değildir. Tutkallayıp çivileme, boyama, menteşelerini takıp kapama da hüner ister. Yeri gelince onu da yapacağız!” Arkadaşlar gelince, neşeleneceğimizi umuyordum. Meğer onlar da bu kötü haberleri almışlar. Gerçi onlar daha ailelerinden gidecekleri  öğrenmiş değiller ama, yaygın söylentileri duymuşlar. Gene de şakalaşıp duruyorlar. İçlerinde benim gibi ağabey, abla düşünceleri yok. Öyle ki işin şakasında olanlar da var. Örneğin, Bekir Temuçin’le, Mehmet Başaran bana “Seni de askere alırlar mı?” diye sordular. ”Almazlar, diyecek halim yok, alırlarsa koşa koşa giderim!” dedim. 1. Okuma saatinde kendi kendimize çalıştık. 2. okuma saatimizde Ahmet Gürsel Öğretmen geldi. Benim sıramda Akşam gazetesi duruyordu. Gazetenin baş yazısında Necmettin Sadak “Hoş Geldin Dünya Savaşı”  diye başlamıştı. Öğretmen aldı baktı. ”Evet çocuklar, işin bir de bu tarafı var. Biz kendi dünyamızı, kendi küçük dünyamızı  neşelendirip düzeltmeye çalışırken hiç umulmayan güçler bizim planlarımızı da bozabilir. Savaşlar böyle uğursuz afetlerdir.” Öğretmen 1. Dünya Savaşı’nın, Kurtuluş Savaşı’nın yıkıntılarını anlattı. ”Savaş olmasını istemiyoruz ama şayet olursa gene göğüslerimizi gere gere savaşacağız, yurdumuzun kurtuluşu için gerekirse öleceğiz. Korkmuyoruz, değil mi çocuklar?” dedi. Hep birden “Korkmuyoruz!” dedik. Öğretmen sessizce elindeki gazeteyi okudu. Saatine baktı, gazeteyi getirdi, bizim sıraya bırakırken teşekkür etti. Bana “Akşam mı okuyorsun?” diye sordu. ”Daha önce bunu sınıfça almaya başlamıştık, sonra Cumhuriyet’e çevirdik. Kapıdaki gazeteci çocukta bu vardı. Yabancısı olmadığım için bunu aldım. Olunca aslında Cumhuriyet’i alıyorum!” dedim. Öğretmen “Cumhuriyet iyi gazetedir, onu okumana sevindim!”dedi. Bir daha saatine baktı, ”İyi geceler!” deyip ayrıldı. Askerlik sözleri arkadaşlar arasında  giderek yaygınlaştı. Ben hepsinden üzgünüm, hiç konuşmadan yattım. Savaş mavaş değil, küçük ablamın  6 aylık çocukla  çekeceği sıkıntıları düşündüm. Ağabeylerimin gidişi de üzücü ama canlı kaldıkları sürece çok da önemli değil, babam, Ali Ağabeyim, yengelerim, ayrı da olsalar bir bahçe içinde, gene ortak çalışma yapabilecekler. Yatakta didinip dönmekten yorulup uyuduğumu sanıyorum.

 

22 Ağustos 1939 Salı

 

Bu sabah gerçek bando ile uyandık. Salt küçük kornolar değil değişik çalgılardan oluşmuş büyük bir bando. Vahit Dede’nin bandosu gibi. Klarnetler, başka adını bilmediğim çalgılar var. Klarneti Hasan Amcamdan tanıyorum. Ötekileri de Vahit Dede’nin bandosunda gördüm ama adlarını aklımda tutamadım. Öndeki yöneticinin sopası da püsküllü müsküllü. Askerler, 30 Ağustos Bayramı için hazırlık yapıyormuş. Sabah akşam birkaç gün çalacaklarmış. Saranlı ovasındaki kışlalardan çala çala gelip Edirne-İstanbul yolunda yürüyorlar. Sonra gene çala çala kışlalara dönüyorlar. Akşamki konuşmalarla bando seslerini birleştirdik. Savaş içindeymişiz gibi geliyor bize, alışmadığımız bir durum takınıyoruz. Ben, biraz daha olağan karşılıyorum ne de olsa. Yaşı daha küçük arkadaşların bazıları, korkuya kapılıyorlar. Savaş yarın olacakmış gibi kaygılanıyorlar. Biz, bugün gene İrfan Öğretmenle dört arkadaş kaldık. Yarın belki biz de gidebilecekmişiz. Alt katın kapılarını takacak duruma getirmek üzere ele aldık. Altı kapı tutkallanacak şekle sokulacak. Bunların ortaları ikili değil tek ön tarafta. Böyle olunca kolay korniş açıyoruz. Bunların inceltileri de  az, düz tabanlarla kolayca   açıyoruz. Yemekten sonra mola vermedik, akşama kalmadan bitirdik. İrfan Öğretmen, ”Yarın gelin derlerse severek gideriz. Çünkü bize ayrılan işler hazır durumda!” dedi. Arkadaşları akşam bandosu karşıladı. Onlar tam indi, bando bizim bahçenin önünden geçti. Etkilenmemek elde değil. Küçük çocuklar bile bandonun arkasına diziliyorlar. Edirne-İstanbul yolu bir süre tıkanıyor. Bu olay biraz bizim okuma saatini de aksatıyor. Biraz bakınarak, ağır aksak aşağıya iniyoruz. Bando, asker derken söz savaşa kayıveriyor. Okuma saatimize gelen olmadı, sessizce yemeğe indik. Yemekte Ömer Uzgil  Öğretmen yalnızdı. İçimden “Bu gece herhalde gelmez!” dedim. Gene de Almanca kitabımı alıp hazırladım. Son bilmeceyi de çözdüm. Şiirin çoğunu ezberledim. Takılınca durmadan Röslein Röslein Röslein rot-Röslein auf der Heiden demeyi tasarladım. Neyse ki Ömer Öğretmeni beklerken Salih Ziya Öğretmen çıktı geldi. Güleç bir yüzle bizi özlediğini söyledi. Gitmiş inşaatı görmüş. ”Okulumuz nerdeyse bitmiş!” diyerek sevinç sözleri sıraladı. Arkadaşlar konuyu savaşa çevirmeye kalkışınca öğretmen ”Çocuklar, bu bizim konumuz değil, babalarınız, ağabeyleriniz sırası gelince giderler, dönerler. Bir gün siz de gideceksiniz. Savaş kötü bir olay, ne yapalım, biz önleyemediğimize göre, ah vah etmeyle bir yere varılmaz. Boş yere kederlenirsiniz. Siz okulunuzu bitirmeye, kıştan önce içine girmeye çalışın. Yaşınız gelince nasıl olsa siz de asker olacaksınız!” Arkadaşlar direttikçe Salih Öğretmen sözü okula, okulun bir an önce bitirilmesine, hepimizin bunu düşünmemize, bunu dışındaki işlerden sorumlu olmadığımıza getirdi. Sonunda o kazandı. Konuşmalar okula, yapılan işlerin çokluğuna, sağlamlığına getirildi. Öğretmen ayrılırken hepimiz biraz neşeliydik. Salih Öğretmen bizi kendimize döndürmek için bir saat konuştu. Arkadaşlar  Salih Öğretmeni sık sık çağırmak  için karar aldılar.

 

24 Ağustos 1939 Perşembe

 

Dünkü günümüz iyi geçmişti. Özellikle Salih Ziya  Büyükaksoy Öğretmenin inandırıcı övütleri gibi  kesin hükümleri bizi uyarıyor, sanırım biraz kendimizi  yargılayıp kendi gerçeğimize  daha yaklaşıyoruz. Hiç değilse ben kendimi öyle avutuyorum. O ne denli acı söylese alınmıyor, kendime çeki düzen vermeye çalışıyorum. Yakın arkadaşlarımın da böyle yaptığını duyumsuyorum. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen  bir şeyler anlatınca, çoğumuz rahatça  anlıyor,istenirse tekrarlayabiliyor. Bu sabahki konuşmalar genellikle bu konudaydı. Kahvaltıda, akşamki konuşmalar,gene gene tekrarlandı.

 

Biz, küçük ekibimizle gene  doğrama  işlerimizi sürdürüyoruz. Naci Öğretmen, hem işlerimizi  gözetliyor hem de şaka sözler söyleyerek sanki bizimle ilgili değilmiş gibi ortalıkta dolaşıyor. İrfan Öğretmen daha çok makine başında. Biz biliyoruz ki o da makineyi değil bizi gözetliyor. En küçük bir duraksamada, kesinlikle yanımızda oluyor, bir ataklık yapılması gerekince önde o oluyor. Biz bunları aramızda konuşmadan görüp değerlendiriyoruz, giderek güvenimiz artıyor. Aynı zamanda bu dikkat yarışında bizim de payımızın olmasına özen gösteriyoruz. Küçük gruplarla çalışırken bu durum daha da öne çıkıyor. Bu nedenle çok yakınımızdaki öğretmenleri sanki daha çok seviyoruz, onları kendimize daha yakın buluyoruz. Bugün bunu daha iyi anladım. Naci Öğretmen okuduğumuz kitapları sordu. Hasan Üner bir liste dolusu kitap saydı. İrfan Öğretmen “Hasan sen ne diyorsun? Ben onların onda birini bile okumadım. Dahası okuduklarımın da yarısını unutmuşumdur!” deyince Naci Öğretmen gülerek “Al benden de o kadar. Buna karşın, sizin daha bilinçli okumanızı gönülden destekliyoruz. Ne kadar çok okursanız o denli uyanık insan olacaksınız!” dedi. Bir yandan da işlerimizi sürdürüyoruz. Bugün kalan yarım işleri tamamlıyoruz. Yarın tüm gücümüzle korniş işlerine yükleneceğiz. Kesilecek yerleri çizilmiş çerçeveliklerin makinede kesilmesini iyiden iyiye öğrendim. Bunu birkaç kez İrfan Öğretmen de söyledi. Bugün de  konuşurken İrfan Öğretmen bana “Yarına hazır ol, o yığını eritelim!” dedi. Buna ben çok sevindim. Önce bana güvenildiğini duymam hoşuma gitti. Daha önemlisi burada kalıp çalışmayı daha yararlı buluyorum. Çok çalıştığımı biliyorum. Kalabalıkta bu çalışmalar karışıyor. Çalışmayanlara pay çıkarılmasını hoş görmüyorum. Üstelik bu tür ortada dolaşanlar söze gelince hak etmiş gibi böbürlenmeye kalkıyorlar. Bu nedenle ben çok çalışsam, çok yorulsam da, işimin sahibi olmayı yeğliyorum. Bunları bugün biraz da  bilerek yazdım. Öğle yemeğinde öğretmenlerimiz bizimle oturdu, bizim yediklerimizden yediler, çocukluklarından, ailelerinden söz açtılar, yaptıkları çocukluk yaramazlıklarını bile anlattılar. Öğle yemeğimiz bu tür konuşmalarla geçti ama öğleden sonra, sabahki yaptığımız işlerin iki katını çıkardık. Paydos ederken Naci Öğretmen çalışmamızdan memnun kalışının bu yakınlıktan olduğunu bir şaka sözle belirtti. “Önemli işlerimiz olduğu zaman bundan sonra ben tüm çocukluğumda yaptığım haşarılıkları anlatırım!” dedi. Belli ki bizim hoşlandığımız tavırların neler olduğunu onlar çok iyi biliyorlar. Güzel bir çalışma günü geçirmiş olmanın rahatlığı içinde bahçeye çıkarken inşaatte çalışan arkadaşlarımız geldi. Bizim onlara anlatacaklarımızı tasarlarken onlardan çok daha önemli bir balon uçuruldu: “Yarın Kültür Bakanı Hasan Ali Yücel gelecekmiş.” Bizim ilk öğrendiğimiz bakan, Saffet Arıkan’dı. Onun soyadı bir süre dilimize takılmıştı. Okul müdürümüz bir konuşmasında bakandan söz ederken Saffet Arikan, demişti. Hem de bunu bastıra bastıra birkaç kez söylemişti. Daha sonra kimi arkadaşlar Saffet Arıkan kimileri de Saffet Arikan demeye başladılar. Önce Fikret Madaralı Öğretmene sorduk. Daha sonra da tarım öğretmenimiz Salih Ziya Büyükaksoy’a sorduk. İkisi de  söz birliği etmişçe “Soyadı yasasından önce kendi adı Saffet Arikan iken söz konusu yasadan sonra Arıkan imzasını kullanmış. Kimi insanlar eski alışkanlıkları nedeniyle bir süre Arıkan yerine Arikan demekteymiş.” Geleceği söylenen bakanın soyadını ben biliyorum. Ancak adını unutmuştum. Soy adı büyük resminin üstünde var. Bunu söyleyince “Hangi resminin?” diye soranlar oldu. Oysa kaldığımız okulun giriş salonunda üç tane büyük resim var. Atatürk, İnönü, Yücel. Üçünün üstünde de soy adları yazılı. Yücel’in  yazısı siyah üzerine beyazla yazılmış. Ben bunu görünce biraz şaşmıştım. Ben bunları anlatınca arkadaşların bir bölümü resimleri görmeye gittiler. Dediğim gibi olduğunu görünce bazıları şaşılacak bir tepki gösterdiler.Onlara göre:

“Ben Lüleburgazlı olduğum için bunları daha önce görmüşüm!” Güldüm.

Ancak arkadaşım Mehmet Yücel dayanamadı: “İnsaf yahu, 3 aydır bu resimlerin altından girip geçiyorsunuz, başınızı çevirip bakmadınız mı? Duvardaki resimlere bakmak için illa Lüleburgazlı olmayı mı bekliyorsunuz?” Bu kez Mehmet Yücel’e takılmak isteyenler oldu. Mehmet Yücel arkadaşımız kolay kolay  söz altında kalmaz, ne yapıp yapıp sözü başkasına yıkar. Gene öyle yaptı. ”Soy adımız bir olduğuna göre benim yabancım değil. Geldiğinde göreceksiniz!” deyip işi sahici bir yöne çevirdi. Yemekte aynı sözler heyecanla sürdü. Okuma saatinde Namık Öğretmen geldi. Namık Öğretmen nedense olayı önemsememiş gibi davrandı: “Bakanlar gelir gider. Birkaç dakikalı bir iştir, siz neden önemsiyorsunuz?” diye sordu. ”Üstelik daha ne zaman geleceği de belli değil!” diyerek ilgimizi  azalttı. Ancak o gittikten sonra gene aynı konu .sürdü Neredeyse gece gelecekmiş gibi beklentiye kapılanlar oldu. Parklardaki sesler kesildikten sonra bile “Bakan, Genel Müdür” gibi sözler edildi.

 

25 Ağustos 1939 Cuma

 

 Namık Öğretmenin sesiyle uyandım. Elindeki çubukla  karyolalara vurarak “Sizi bakan hayranları sizi, akşam  gece yarısına dek bakan konuştunuz. Oysa bakan şimdi geldi, sizi sordu!” dedi. Ben hemen kalktım. İsmet, Namık Öğretmene nazının geçeceğini bildiği için, ”Öğretmenim ben uyuyayım, inanın bakan beklemiyorum. Bakanı Mehmet Yücel bekliyor, onun dayısıymış!” deyince Namık Öğretmen kahkahayla güldü, ”Şimdi de dayı, amca paylaşması  mı başladı?” diye sordu. Ama gülmeden edemediğinden olacak, hemen geri döndü. Zaten hepimiz kalkmış olduğumuzdan aşağıya indik. Tam merdivenlerin önünde okulun Başöğretmeni aynı zamanda Lüleburgaz Maarif Memuru olan Salih Arı Öğretmenle karşılaştık. Günaydınlardan sonra  ondan bakan haberini soranlar oldu. Salih Öğretmen gülümseyerek “Ben akşam Kaymakam Beyle beraberdim, geç vakte dek oturduk. Böyle bir haber olsa idi Kaymakam  Bey  bana da söylerdi. Siz nereden duydunuz?” diyerek soruyu bize yöneltti. Biraz şaşırmış olarak kahvaltıya girdik. Bu kez de konu Salih Arı Öğretmene döndürüldü: “O biliyor olsa bile bize söylemez!” “Eğer biliyorsa bu kadar açık olarak yalan söylemez!” “Bildiğini neden saklasın?” Bunları konuşarak işbaşı yaptık. Yine 6 arkadaşız, öğretmenlerimiz Naci İnan, İrfan Evren. Dünkü  işbölümünü aynen uygulamaya koyduk. Hasan Üner’le ben  makinede dişi, erkek geçmeleri çıkarıyoruz. İlk on kadarını öğretmenler elden geçirdiler. Beğenmiş olacaklar, ”Devam!” dediler. Dikkatli ama aynı zamanda çok neşeliyiz. Dünkü durum gene  bizi  sarmış durumda. Bakan makan sözlerini unutmuş olacağız, kimse ağzına almadı. Ancak Salih Arı Öğretmen birkaç kez okula girdi çıktı. Bunu da olağan gördük. Öğle paydosunu beklerken birden bahçe kapısından bir kalabalık belirdi. Önde iki kişi, hemen arkasında iki üç sıra dolduran kalabalık. Birden kalabalığa bakınca Belediye Başkanı Kemal Beyi gördüm. Kendi kendime “Bakan geldi” dedim. Öğretmenler okula doğru yürürken İrfan Öğretmen bana “Şarteri kapat!”diye bağırdı. Şarter az ilerde duvarda. Ben tezgahlar arasından şartere uzanırken  bir ses bana “Kapatma kapatma!”dedi. Bir de baktım Bakan Hasan Ali Yücel. Yüzü resminden tanınacak şekilde çok benziyor. Saçları, kaşları bıyığı. Biraz ürkekçe tezgaha döndüm ama ellerim boş, makine çalışıyor. Hemen toparlanıp bir parça aldım makineye sürdüm. Kalabalık bizim tezgahın önüne dayandı. Bakan yanındaki ile konuşup bize dönünce elimdeki çerçeveliği çekip karşılarında durdum. Hasan da benim yanıma geldi. İkimiz de  gayet olağan bir durum içinde olduğumuzun ayırdındayız, rahatız. Bakan yüksek sesle, ikimize bakarak sordu ”Siz kardeş misiniz?” Hasan benden önce davrandı “Arkadaşız!” dedi. Bu kez bana “Bu elindekiler nedir, şu anda ne yapıyorsunuz?” Okulun çerçevelerini hazırladığımızı, son şekline getirdiğimizi anlattım. ”Okulunuz buradan uzakta ben gördüm, şimdi oradan geliyorum; onlar orada gölgesiz yerlerde çalışıyorlar. Sen gölgedesin, ne o, gölgeyi mi bırakamadın?” dedi güldü. Ben çok rahat “Hayır gölge için değil, okul yerinde elektrik yok, makinelerimiz elektrikle çalıştığından buradayız!” Bakan bir an durdu, “Bu işleri ustalar elde yaparlar, siz de elde yapsanız olmaz mı?” diye sordu. ”Elde yaparsak işler gecikecektir. Biz bir an önce okulumuzu yetiştirip derslere başlamak istiyoruz!” dedim. Bakan yanındakine dönerek (yanındakini sonradan öğrendim, genel müdürümüz İsmail Hakkı Tonguç’muş) “Bunları iyi okutmuşlar!” dedi,  gülüştüler. Bakan bu kez öğretmenlere döndü. Naci Öğretmen bir şeyler anlattı. Bakan  başını kaldırarak birini arar gibi bakındı, Belediye Başkanına  yüksek sesle sordu: “Bu çocuklara elektrik gönderemez miyiz?” Belediye başkanı “Etüt ettiriyoruz beyefendi!” diye yanıt verdi. Bu kez kaymakam söze karıştı, konuşarak okula doğru yürüdüler. Birileri bizim önümüzde kaldı. Genel Müdür gülerek bana “Nerelisin?” diye sordu.  Lüleburgazlı olduğumu,köyümün buraya çok yakın olduğunu söyledim. Güldü, ”Ben de Lüleburgazlıyım, hemşeri sayılırız!” Arkasından “Lüleburgazlı olman, kendi bölgende okuman senin için bir şans, köyün  çok mu yakın?” diye sordu. Köyümün yaya olarak 3 saat uzakta olduğunu, sık sık gidip gelebildiğimi söyledim. “Çok iyi, çok iyi” dedikten sonra “Bir Lüleburgazlımız daha var” diyerek yanındakilere  döndü. Heyecanımdan görememişim, gösterilen benim ilkokul öğretmenim Ahmet Korkut, beni görmüş  gülerek  öne çıktı. Ben eğilip elini öpmek istedim. Ahmet Korkut Öğretmen elimi sıktı, okşayarak tuttu  öpmemi  önledi, “El öpmen gerekiyorsa bak benim öğretmenim burada, hak onundur” deyip yanındakini gösterdi. Ben, bu kez onun eline sarıldım. O da çekmek istedi ama ben dilediğimi yaptım. Ahmet Korkut Öğretmen kendi öğretmenini tanıttı: Bakanlık Başmüfettişi Hayrullah Örs. Bu kez Hayrullah Örs, beni okşayarak, “Üç kuşak bir aradayız!” dedi. Az sonra da “Biz bu üç kuşak konuşmasını bir kez daha yapmıştık!” deyince Ahmet Korkut Öğretmen o olayı anımsayıp ”A evet, İsmail Hakkı Baltacıoğlu ile karşılaştığımızda!” dedi, bu kez Hayrullah Örs, “Sahi üstadı bir gün buraya getirelim, memnun kalır, hem de dört kuşak bir araya gelmiş oluruz!” deyip gülüştüler. Kalabalık okul çıkış kapısına yöneldi, oradan da Belediye önüne  çıktı. Arkalarından bir süre baktık. Öğretmen döndü gülerek “İşte beklediğimiz bakanımız geldi, geldi de gitti bile!” dedi. Bir süre aramızda konuştuk, “Ne oldu şimdi?” İrfan Evren Öğretmen gülerek, “Biz bakanı değil Bakanımız bizi gördü, o bizim işlerimizi değerlendirecek, umarım bizim çalışmalarımızı olumlu bulmuştur, olumlu değerlendirir!” dedi, çalışmaya başladık. Uzun süre  çalıştık. Arkadaşlar Kepirtepe’den dönünce  büyük bir  coşkuyla  gelenlerden söz ettiler. Milli Eğitim Bakanı yakınlarına gelmiş, İlköğretim Genel Müüdürü İsmail Hakkı Tonguç’u yakından görmüşler. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, Okul Müdürü Nejat İdil’le konuşmuş, ayrıca Namık Ergin Öğretmenden  bilgi almış, ayrılmış. Bunları dinleyince Hasan Üner’le güldük, demek öğrenci olarak Hasan Ali Yücel’le konuşan  bugünün mutluları  bizmişiz. Ayrıca Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’un yalnız benimle konuştuğunu, tek benim köyümü, ilçemi sormuş olduğunu öğrendim, buna da çok sevindim. Bekledim, bakalım bu arkadaşlar  ne yorum yapılacak? Bugününümüz üstüne çok söz söylendi, yemekte, okuma saatlerinde değişik değişik yorumlar yapıldı.Buna karşın benim önemsediğim olay üstüne eğilen olmadı. Hasan bir ara konuya değinmek  istediyse de sesini duyuramadı Konuşmalar,Hasan Ali Yücel’in kalın kaşları,burnu altındaki  yarım bıyıkları üstüne sürdü gitti.Hasan  Üner’in sözü de ağzında kaldı.Araya girerek:Çok sevinçliyim,Milli Eğitim Bakanımızın soyadını taşıyan arkadaşımız var;bu neyimize yetmez.Ayrıca  Hasan’ ımız da var Ali’miz de var.Hem de iki tane: Aga Ali,Baba Ali.!”

 

Az bir sessizlikten sonra Mehmet Başaran,”Genel Müdür Lüleburgazlı olsaydı  daha  önce duyulurdu!” dedi. İdris Destan onunu sözünü  tamamladı “Onlar her gittiği yerde,”Biz buralıyız!” derler. Bunlara yanıt vermek anlamsız ama ben gene duramadım: “Yok yok,Genel Müdür benden önce  sizi görmüş,hayran olmuş, “Ben de bunlar gibi olayım!” deyip önce  Nüfus Müdürlüğüne uğrayıp kaydını yaptırmış.Sonra da bunun muştusu size  iletmem için  beni görevlendirdi!” dedim.İdris Destan, “Sen neden alınıyorsun?” diye sordu. Ben de “Sen kaç kez  büyük adamlarla gezdin ki onların her zaman öyle konuştuklarını biliyorsun?” Bu kez Mehmet Başaran sordu: “Ne var öyle demesinde?” Kalkıp ayaklarımı ranzadan aşağıya saldım: “Arkadaşlar,bizim  burada konuştuklarımız hepimizi ilgilendiren konulardır,gerçekte de böyle olması beklenir..Hiç değilse ben öyle varsayıyordum.Bilmediğim bir çok bilgiyi sizlerden duyarak öğrendikçe mutlu oluyorum.Yoksa konuştuklarınız, Fikret Madaralı Öğretmenin deyimiyle “İşkembeyi kübra” ürünleri midir? Önce  bunu  bilelim.Sahi, bize verdiğiniz adlarınız da mı yoksa gerçek değil? Senin adın, İdris Destan mı? Seninki gerçekten Mehmet Başaran mı?” Dinleyen arkadaşlar  güldüler. Birileri “Uyuyanlar var!”dedi, “İhtiyar, moruk, munafık, ciğerci” sözleri fısıldandı.Yanıtlarını başkalarından almış oldular.Yerime yattım.Kendi kendime sordum: “Şu işe bak; içlerinden iki  arkadaşı  onlar adına, okullarına gelen  saygın insanlarla konuşmuş, duydukları mutluluğu onlara anlatıp paylaşmak istiyor.Onlar buna sırt çevirmekle kalmıyor (Sırt çevirenlere de -onlar duymuyor ama-rahmet okumuyorum!) bir de  söz yakıştırmalara, saptırmalara kalkıyorlar. Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç geldi, “Kolay gelsin!” dedi. “Nerelisin?” diye de sordu. Bunu herkese sorar, öğrenir,belki bir başkasına daha güzel sözler söyler. Bize de sordu, “Lüleburgazlıyım!” deyince; “A, ben de Lüleburgazlıyım, Lüleburgazlı  sayılırım!” demesinin benimle ne ilgisi var? Bu söz bir onur verecek  sözse Lüleburgazlı olan herkese  en az benim kadar onur verir.Bu onurdan bana düşen pay da İdris ya da  Cüğercü Memet’e düşen pay kadardır. (Sürücü yardımcısı İbrahim’in sözü:Cüğercü Memet) Bunları söylediğim zaman susanlar, yatarken  neden konu ediyorlar? Bunların, başlarını  yastığa koyunca anımsayacağı kendi  sorunları yok mu? Üstelik ikisi de Lüleburgazlı oldukları gibi bir ayakları revirde!

 

Sanırım,bu yatakhanede yattığımız üç yıl boyunca uyku öncesi ilk kez son olarak  konuşan ben  oldum. Boşalmış olarak ilk esnemeden sonra uyudum.

 

 

 

 

 

*Kör Adam  yazarı olarak Fikret MADARALI Öğretmen Mehmet Seyda  adını verdi.

 

 

 

 

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ