Düşlediğim Rahat Çalışma Ortamına Kavuşmanın Sevincini Yaşamak
9 Temmuz 1944 Pazar
Hüsnü tonbergi çatırtılar içinde karıştırıp Bulgaristan'ı arıyor. Onların gayda havaları sabah sabah iyi oluyormuş. Gaydayı biliyorum ama benim bildiğim gayda bizim havaları çalıyordu. Gaydacı Kamber bizim çobanımızdı. Bulgar havası olarak tek Kara Kole dediği bir hava çalardı. Kara Kole, bizim Aslı ile Kerem hikayelerine benzer bir Bulgar hikayesiymiş. Sonradan bir oyun eklenmiş. Oyun Bulgar halkının çok hoşuna gidince yaygınlaşmış, düğünlerde, bayramlarda oynanıyormuş. Aradığını bulamadı ama bize bir Kara Kole oyunu olduğunu duyurdu.
Genel prova yapılacağı için sabah oyunları yapılmayacak. O nedenle ağırdan alıp kahvaltıya gittik. Bayan öğretmenler çoğaldı. Yeni gelen uzun boylu bayan, İlköğretim şube müdürlerinden Ferit Oğuz Bayır'ın kızıymış. Gazi Lisesi Müdürü Hasan Özbay'ın kardeşi Fatma Özbay, Tarımcı doç. Celâl Tarıman'ın Kardeşi Rahmiye Tarıman, İrfan Şahinbaş'ın bir şeyi Mücellâ Şahinbaş, derken içimizde bir kuşku doğdu, Bedia Aygen'le Aysel Aklan da birilerinin birşeyidir. Nafıa Akalın'ı eskiden tanıdığımı, onun Hidayet Gülen gibi Kepirtepe'den geldiğini, kardeşinin de orada öğretmen olduğunu söyledim. Bu kez bayan öğretmenlerin soyadlarından iz sürmeye kalkıştık. Ancak bir iz bulabildik; o da son sınıfta bir öğrenciydi. Bedia Aygen, öğrenci Mesut Aygen! Bir süre kendimize güldük:
-Biz, İz sürücü olamayız!
Genel provalara saat 10:00’da başlanacaktı. Kulübemize döndük. Ekrem, Hüsnü'ye sordu:
-Kararını verdin mi? Hüsnü, Mapi'den ayrılmayacağını söyledi. Ekrem:
-Mapi Cortes'i değil adını sevdin, gel sana o ada benzer bir ad taşıyan Türk kızı bulalım! Bir süre ad aradık. Mati'ye benzer bula bula Fati, Fatma'nın kısaltılmasını buluk. Mata Hari'den Mata! dedim ama o da yabancı. Hüsnü hemen tepki gösterdi:
-Besbelli sözü Fatma Öğretmene getireceksiniz ama, ben bu oyunda yokum! deyip kestirdi attı. Gene de biz araştırmayı sürdürdük. Fatma-Fati, Hatice-Hati, Perihan'dan Peri, Melahat'ta-Meli. . . . . Hüsnü dışarda kalamadı:
-Sabiha'dan-Sabi, Saliha'dan-Sali dedi. Saliha, Ekrem'in sevgilisi. İş ciddileşti, Ekrem:
-Bu işte ben de yokum! dedi. Az bir sessizlik yaşadık. Bu kez de kampana ayaklandırdı.
Yönetim binasına gittiğimizde, tüm yönetim kodamanları toplanmıştı. Başta Müdür Rauf İnan, Yüksek Bölüm Eğitinbaşı Hürrem Arman, Orta Bölüm Eğitimbaşı Şeref Tarlan, Md. Yardımcısı Tahir Erdem, Sanatbaşı Mustafa Güneri, Müzikbaşı Mehmet Öztekin, Tarımbaşı İzzet Palamar, Sporbaşkanı Sıtkı Şanoğlu, öğretmenler: Nazif Balcıoğlu, Ali Kılıç, Ziya Kaplan, Abdülrezzak Tığlı, Veli Ertan, İbrahim Metin, Nevzat Aker, Behçet Çiper, Esat İnanç, Bedia Aygen, Sadiye Yılmaz, Aysel Aklan, Meliha Sapanlı, Fatma Özbay, Mücella Şahinbaş, Nazmi Baktır, Sait Karaca, Nuri Gülşen. Asaf Aksoy, İlhan Sayın, Fevzi Özmen. Suat Tuncay, Behice Tuncay'dan başka Usta Öğreticiler de sıralanmıştı. Sili Layoş, Gaspar Nagipal, Mehmet Yurtkuran, İlhan Tırpan, Hasan Akgürgen, Mustafa Kantarcı. Müdür Rauf İnan dikkatları çeken bir konuşma yaptı. İlginç sözler söyledi. "Atatürk bize doğru yolu gösterdi, yolumuzdan dönmeyeceğiz. Cumhurbaşkanımız bizi destekledikçe, yolumuzu sonsuza dek yürüyeceğiz. Kimse bizi yolumuzdan döndüremez!” dedikten sonra "Bakanımız Hasan Ali Yücel başlarında olmak üzere tüm bakanlık ünitelerinin Genel Müdürleri, Müdürleri, Teftiş, Talim Terbiye kurullarıyla onlara bağlı dairelerden temsilciler” geleceğini söyledi, “bu nedenle onlara kendimizi, gerçek bizi göstermeli, bizi olduğumuz gibi görmelerini, kendi gerçeğimiz içinde tanımalarına yardımcı olmalıyız!” dedi. Müdür Rauf İnan'ın dirençli sözleri ilgimizi çekti. Sanki bize “çalışmayın!” diyenler varmış gibi algıladık. Ekrem hemen:
-Sen bunları söylemekte geç kalmışsın, seninkilerin yarısı paçayı çoktan tembelliğe kaptırmış, onları gör! dedi.
Tüm görevliler öğrenci gruplarının başına geçip işlerine döndüler. Bize de bir saat mola verildi. Bir saat, Müzikbaşı Mehmet Öztekin. Sporbaşı Sıtkı Şanoğlu, Ali Kılıç, Hidayet Gülen, Ziya Kaplan, Yüksek Bölüm salonunda oturduk.
Yarın da öğrenciler normal işlerine, çalışma yerlerine gidecekmiş. Konuklar geldiğinde kampana çalınca meydanda tören için toplanacakmış.
Gene kampana çaldı, meydanda toplanıldı. Belli gruplar yerlerini aldı, konuklar için ayrılan yöne dönerek Öztekin Öğretmen yönetiminde önce İstiklal Marşı, arkasından Ziraat marşı söylendi. Hasanoğlanlı olduğu söylenen Hacı Karaca konuşma yaptı, Galip Gürler şiir okudu. Arkasından Sıtkı Şanoğlu'nun sporcuları gösteri yaptı. Arkasından Millî Oyunlar Grubu çıktı ama onların oyun tekrarına gerek olmadığı söylenip programa son verildi. Sıtkı Şanoğlu:
-Yarın daha canlı olmak üzere çalışması, nöbeti olmayanlara iyi pazarlar dilendi.
Ekrem'in yarım işi varmış, Hüsnü de pazar günleri öğleden sonra nöbetçi gözlemcisiymiş, ayrılıp gittiler. Ben de yalnız yalnız salonumuza döndüm. Hasan Ali Yücel gelecekse bu kez buraya gelmez. Konukları koskoca Bakan gezdirmez, bu kadarcığı olsun düşünürüm! Gelen olursa, kesinlikle kalabalık gelir. Piyanoya oturdum. Aklım takıldı, oldukça da sevindim; yarın benim tek sorumluluğum, en sonda oyunların müziğini çalmak. Bir de daha sonra mandolin grubuyla serbest çalışmak. Salona konuk gelirse gruba bildikleri parçaları çaldırmak. Öteki kalabalık işlerden kendimi soyutlayıp rahatladım. Öğrencileri gönderdikten sonra gelen olursa, onlara, radyodan (Alman Radyosu Türkçe yayın sinyali) Mozart'ın Türk Marşı ile Beethoven'in Für Elise'sini, gerekirse Diyabelli Rondoyu çalar savuşturururm. Yemek ziline dek Pathetique Sonat Grave bölümüne çalıştım.
Yemekte buluştuk. Ekrem fena takıldı:
-Bunların hepsi gösteriş, gelenleri kandırmak! diyor. “Önemli olan yapılan işin kalitesi, estetiğidir, başlayıp, yalap-şap bitirilmesi ustalık sayılamaz, gelenler içinde işbilenler olunca, onların dudak bükmeleri, aleyhte propaganda için yeter!” deyip “Ya sabır!” çekiyor.
Yemekten sonra bir süre kulübemizde tonbergi dinledik. Bir ara çok güzel şarkılar çaldı, "Şarkılardan bir demet! Çoğu İstanbul şarkıları. Onların bir bölümü bizim (köydeki gramofon) plâklar içinde vardı. Ancak radyo ile bizim gramofon arasındaki fark dağlar kadar büyük. Bizdekilerin çoğunu radyodan dinleyince komik buluyorum. Yetişkin sesi ile çocuk sesi arası bir fark var.
Arkadaşlar, yorulmuş, ikisi de uyuyunca ben gene salona döndüm. İyi ki dönmüşüm, az sonra Öztekin Öğretmen geldi. Beni görünce o da:
-İyi ki gelmişim, pikaba koy bir plâk biz bize dinleyelim! dedi. Keman ya da piyano demedi ama, geçen gün çaldığım Camille Saint Saens Introduction ve Rondo Capriccioso'unu koydum. Öğretmen çok memnun oldu. Arkasından Franz Schubert'in Alabalık Üçlüsü plâğını çaldım. Öztekin Öğretmen üst üste teşekkür etti. Müzik seçmemi de bir başarı saydığını söyledi, bunu da müziğe severek sarılmama bağladı. Sıkılıp sıkılmadığımı sordu. Çok mutlu olduğumu, Faik Canselen Öğretmenin çok candan yardım ettiğini söyledim. Öztekin Öğretmen ayrılınca, yarın için düşündüğüm Türk Marşı, Für Elise, Rondo’dan başka Mozart 545 kv. Andante'yi ekledim. Onları tekrar tekrar çaldım. Bu gece gelip çalışmamaya, kulübemizde kalmaya karar verdim.
Yemekte, bizim yanımıza bayanlar geldi, Aysel, Bedia, Fatma öğretmenler. Neden ayrı oturduğumuzu, öğrencilikten kurtulmak isteyip istemediğimi sordular. Kurtulduğumuzu, zaten öğrenciliği daha önce bıraktığımızı gerçekte öğrenciliğe ayak uydurmakta zorlandığımızı söyledim. Aysel Öğretmen gözlüklü, gözlüğünü eliyle az kaldırarak gözüyle bakar gibi yaptıktan sonra bir "Bak sen bak!” çekti. Gülüştüler. Sanırım bu tür tavır özel bir anlam taşıyor, ne olduğunu bilmeden biz de güldük. Benim her cumartesi Ankara'ya gittiğimi bilmiyorlarmış; daha doğrusu benim çok özel bir durumda olduğumdan habersizmişler; anlatınca biraz hasetimsi gözlerle baktılar. Fatma Özbay Öğretmene benzettiler:
-Bak Fatma; senin gibi bir talihli daha varmış! dediler.
Kulübemize dönünce onlardan söz ettik. Ekrem; o konuda konuşmamızdan hoşlanmadı, eliyle iter gibi yaptıktan sonra:
-Hepsi sığıntı, anı defterlerine baksan hepsi, "Ben de bir FERİDE olacağım!" deyip Öğretmen okuluna girerler; tama aşamasında da şunun bunun elini eteğini öpüp rahat bir yere kapağı atarlar. Baksanıza hepsinin bir dayısı var. Dayıları da zaten dayıları aracılığiyle o yerlere gelmişti. Bizim Kurucu Müdürümüz Emin Soysal onların tümünün seceresini sayardı; kim kimin nesi, kim kimin fesi!
Konuyu değiştirdik:
-Yarın gelenler kimler olacak? Ben; Hasan Ali Yücel'in gelmeyeceğini sanıyordum. Ekrem:
-O gelmeseydi zaten kimse gelmezdi, o geliyor diye ötekiler de gelmek gereğini duymuştur.
Olaya kendimizi pek kaptırmadığımızı sanıyoruz ama gene de büsbütün dışında değiliz. İleri geri, leyhte aleyhte konuşarak esnemye başlayınca yattık. Yatınca kendime bir sevinç payı çıkardım:
-Yarın sabah gene oyun yok. Bıktığımdan değil, çok karışanlar olduğundan olayda kendime rahat bir yer bulamıyorum. Efe'nin gelmesini bekliyorum. O zaman salt çalmaktan sorumlu olacağım için rahatlayacağım. Arka arkaya birkaç esnemeden sonra uyudum.
10 Temmuz 1944 Pazartesi
Uyanınca aklıma takıldı, 1941 yılının 10 Temmuz’u hangi gündü? Defterimde yazılı ama defterler köyde. Unutmadığım belli tarihler var, örneğin 18 Nisan tarihinde geldik bu kesin. Daha sonra Hasan Ali Yücel geldi; onun tarihi yazılı. En sağlamı bu! deyip yazarak çizerek 1941 yılının cumartesi günü olduğunu çıkardım. Arkadaşlar ne yaptığımı soruyor. Onlara yanıtım hazır; bugünün notunu tutuyorum. Not tuttuğumu bildikleri için inandılar. Bu kez:
-Dört yıl nasıl da geldi geçti! dedim. Hüsnü Yalçın yabansı yabansı baktı. Başka bir söz söyleyecek sandım. Oysa o:
-Ben neden böyle şeyleri düşünmüyorum! deyip hayıflandı.
Kahvaltıda büyük bir sessizlik. Çorbalı kahvaltı olduğu için kaşık, bardak tıkırtısı da yok.
Çalışma zili çaldı. Ortalıkta dolaşan çok olmasına karşın sessizlik sürdü. Saat 10 sularında iki araba geldi. Birinden Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç çıktı. Ötekindeki ise geçmiş günlerde gelen, oldukça genç görünen, bu yüzden arkadaşların Hollywood artistlerine benzettiği Yüksek Öğretim Genel Müdürü Reşat Şemsettin Sirer'miş. İsmail Hakkı Tonguç'tan kesinlikle çok genç. Nazif Balcıoğlu tanıyormuş, dediğimi duyunca bana dönerek:
-Ne diyorsun, adam sağlığına dikkat etmiş, o, Bakanlıkta Hakkı Tonguç'tan da Hasan Ali Yücel'den de eskidir. Konuşmamızı duyan Hidayet Gülen Öğretmen doğruladı:
-Benim öğrenciliğimde de Genel Müdürdü. Almanya’da yetişmiş, dil biliyor. Hakkı Bey'le ortak kitapları vardır. Hasan Ali Yücel'le de müşterek çalışmaları vardır. Bir zaman Maarif Vekilinin biri onların ikisini kendi yetkisiyle donatıp Türkiye çapında Maarif Genel müfettişi yaptı. Senin anlayacağın, bunlar bir süre müfettişlere bile müfettişlik yaptılar! dedi.
Biz konuşurken Genel Müdürler Müdür Odasına geçtiler. Uzunca bir süre bekledik. Sonunda saymadım, daha doğrusu sayamadım ama 10'dan fazla araba Yönetim binasının önünde boşalıp Köy Bağlığı yoluna indi. Hasan Ali Yücel yanında iki kişiyle indi, kişiler ondan yaşlı. Biri, kendi Müsteşarı yani yardımcısı İhsan Sungu, öteki de Talim Terbiye Kurulu başkanı Besim Kadırgan’mış. Rauf İnan koşarak karşıladı. Hasan Ali Yücel yürüdü gitti, Rauf İnan öteki ikisinin ellerini öperce eğildi. Bu kez Hürrem Arman Hasan Ali Yücel'in tam karşısında durdu. Hasan Ali Yücel dönerek birlikte geldiklerini bekledi. Tam buluştuklarında bize doğru dönüp bir süre baktılar. Hasan Ali Yücel önde tören yerine yöneldiler. Ancak bir süre Hakkı Tonguç hepsine birşeyler söyledi. Arkasından Hasan Ali Yücel oldukça yüksek sesle, el-kol işaretleriyle sanki çevreyi anlatıyormuş gibi çevresindekileri sağa sola baktırdı. Onlar yürüyünce, Hidayet Öğretmen tanıdığı öteki adları sıraladı:
-Orta Öğretim Genel Müdürü Nihat Adil Berkman, "Benim öğretmenimdir!" dedi. Yanında Fuat Baymur, şimdiki şube müdürlerinden biri, Nevzat Ayas, eski mebus, Hakkı Bey’den önceki genel Müdür. Fuat Baymur'un Hayat Bilgisi kitabını okumuştum. Konuklar yerlerini alınca işaret verildi. Öztekin Öğretmen bir yükseltiye çıkarak İstiklâl Marşı'nı, hiç ara vermeden Ziraat Marşını, arkasından da sözlerini Hasan Ali Yücel'in yazdığı Bayrak Marşını söyletti. Müdür Rauf İnan elinde bir tomarla çıktı. Tomarla çıktı ama onu açıp bakmadan uzunca bir konuşma yaptı. Arkasından bir öğrenci (Hacı Karaca) konuştu. Enstitünün Hasanoğlan köyüne katkılarını sıraladı. Galip Gürler şiir okudu. Öztekin Öğretmenin işareti ile koro öne çıktı. Önce Faik Canselen Öğretmenin İleri Marşı'nı, arkasından Ziya Aydıntan'in Köy Yolu şarkısını söyletti. Öztekin Öğretmen türküleri söyletirken Sıtkı Şanol Öğretmen koşar adımla çocuklar arkasında meydanı doldurdu. Öğrenciler iyi alışmış, hemen sağa sola oynar gibi dönerek yerlerini buldular. Hareketler çok düzgün olarak yapıldı. Hareketlerden sonra bizim oyunlar vardı. Hazırlanıp öğrenciler tarafına geçtim. Akordiyon Hasan Çetin'deydi, akordiyonu alıp omuzuma takarken çevremdeki öğrenciler topluca geri dönüp 10 metre kadar geri gittiler. Ben akordiyon omuzumda ortalarında kalakaldım. Az bir gözlerim kararır gibi oldu ama Harmandalı'ya başlayınca her şey değişti. Sıtkı Şanoğlu Öğretmen önde atlet yürüyüşüyle bir daire çizerek beni ortalarına aldılar. Önce doğal yürüşle bir süre yürüdükten sonra sıra ile oyuna girip ayak uydurdular. Oyuna girişleri de oyun kadar güzel oldu. Yürüyenler kendilerine işaret verilmiş gibi oyuna girdiler. Buna ben de şaşırdım. Meğer bu da bir jimnastik numarasıymış. Yürürken oyuna girene kenarda duran Sıtkı Şanoğlu belli etmeden işaret veriyormuş.
Harmandalı'dan sonra Arpazlı’yı, onun ardından Merzifon Alayını, onun devamıymış gibi Timurağa, el şaplaklarıyle uzunca sürdü. Uzamasının nedeni de Hasan Ali Yücel başta tüm konuklar el çırptı.
Programa göre buradaki gösteri bitmişti. Ben hemen bizim salona gittim. 20 kişilik mandolin grubum da benimle geldi. Salonda hazırlandılar. Bir gözcü bıraktık. Bir saate yakın öyle, kendi kendimize çalıştık. Öztekin Öğretmen geldi. Öğrendik ki, Hasan Ali Yücel'i yanındakilerle birlikte Köy Muhtarı Ahmet Çakır Hasanoğlan'a götürmüş. Ötekiler de, küçük gruplar halinde köy bağlarına, okulun fidanlığına dağılmışlar. Biz çalışmamızı sürdürdük.
Az sonra Hasan Ali Yücel'le İsmail Hakkı Tonguç'un arkadaşı eski Yüksek Öğretim Genel Müdürü (milletvekili) ile Orta Öğretim Genel Müdürü, yanlarında dört beş kişiyle geldiler. Ben normal şekilde gruba marşları, şarkıları, türküleri çaldırdım. Öztekin Öğretmen işaret verince çalışmayı durdurdum; çocuklar, düzenli bir diziyle çıktılar. Ortalıkta kalır gibi bir duyguya kapılır gibi olup bir an duraladım. Tam karşımda oturan Hasan Ali Yücel bana bakarak:
-Senin müzik sevgin çok sağlam bir kaynaktan nemalanmış biliyor musun? Geçen konuşmamızda sözüm yarım kalmıştı. Vahit Lütfi Salcı, müzikte yenileşmeyi en iyi savunanlardan biridir. Elim deydikçe Yaşar'ın dergisine (Varlık) bakarım, genelde, bu konuda yazı yazanlar hep tek yanlı görüşleri ileri sürerler. Ara ara baktıklarım oluyor, önemli bir değişme belirtisi yok, konu günlük bir olay gibi ele alınıyor. Müzik konusunda düşüncelerimi bilen arkadaşlar, gözümden kaçmış olacak gene Yaşar'ın dergisindeki (Varlık, diyen oldu, Hasan Ali Yücel, başıyla onayladıktan sonra) Salcı'nın yazısını getirdiler. Yiğidin hakkı yiğidin olmalı. Salcı iyi bir folklörcüdür. Ancak folklörcülüğün de gelişmek zorunda olduğunu sezmiş, Cumhuriyetimizin ilkeleri doğultusunda müziğin de çağa uymak zorunluğunu deneyimli bir yazar olarak savunuyor. Bana:
-O yazıyı okumadınsa, bul oku. Sana neden ud ya da kanun değil de Piyano çalıyorsun diyenlere cevap verirken o yazıyı hatırla, ilk karşılaştığında benim anlattıklarımı da ona (Vahit Lutfi Salcı) söyle. Onun gibi düşündüğüm için de bu bölümün açılmasına destek verdiğimi biliyorsun, onu da anlatmayı unutma!
Oradakilerin dikkatle dinlediği bu konuşmadan sonra Hasan Ali Yücel, geçen günkü gelişini onlara da anlattı. Konu üzerinde konuşanlar oldu, giderek radyo yayınları, Selim Sarper, Vedat Nedim Tör, Burhan Belge adları anıldı.
Eski Yüksek Öğretim Genel Müdürü dedikleri kişi (milletvekili olan) gruptan ayrılarak pikabın yanına gitti, ötekilerden de sandalyelerini oynatarak bize doğru dönenler olu. Öztekin Öğretmen, yaz çalışmalarımız üstüne kısa bilgiler verdi. Oturanlar aralarında ikişerli, üçerli konuşmaya başladı. .Fuat Baymur, Öztekin Öğretmene:
-Mandolin tercihiniz makûl sebeplere dayanıyorsa da, bu çocuklara keman şansı da verseniz daha iyi olurdu bence! dedi. Fuat Baymur Öztekin Öğretmenin öğretmeniymiş, "Hocam!" diye karşılık verdi: Önce kendisinin de keman çaldığını, kemanın evrensel değerinden söz etti. Kemanın, gelişmiş Batı müziğinin belkemiği sayıldığını, ünlü bestecilerin en güzel eserlerini keman için yazdıkları bildiğini tekrarladı. Fuat Baymur gülümseyerek sordu:
-Bunları bana niçin söyledin? Ben senin öğrenciliğinde çaldığın keman parçalarını unutmuş değilim. Konuya bireysel olarak bakmıyorum, söylediğin gibi müzik dünyasının ana çalgılarından biri olarak saydığımız keman dururken, siz de derslerinizi, anladığım kadarıyla Batı müziği kuralları içinde yürütürken, o kurallarla pek bağdaşmayan daha doğrusu o kurallar için yetersiz bir çalgı olan mandolini seçmenizi doğrusu ben biraz yadırgadım! deyince Öztekin Öğretmen:
-Affınızı dilerim Hocam; yüzde yüz haklısınız. Biz, daha doğrusu bu konunun irdelenmesi için kurulan bir komisyon, bunu sanat açısından çok ekonomik gerekçelere yaslayarak geçici olmak kaydıyla karar verdi. Mandolin, yaygın olarak ilk basamak içindir. Keman ihmal edilmiş de değildir. Her sınıfta üç-beş keman çalışan öğrencimiz vardır. Bu, ilk basamak sayılan Enstitü bölümünde uygulanmaktadır. Buyurduğunuz yöntem titizlikle Yüksek Bölümde uygulanmaktadır. Bakın bu bölüme giren öğrencilerin hepsi mandolin çalar ama kemana geçince mandolin faslını kapatır. Değindiğiniz ilkeler Yüksek Bölümde aynen uygulanır. Mandolin seçimine etkili olan düşünceler:
-Öğretmene küçük sınıflarda kolaylık olması bakımından tercih edilmiştir.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Onlar konuşurken ben de, plâklara, pikaba bakan konuğa yaklaştım. Eliyle pikabın iğneliğine dokunarak:
-Bununla bu plâkları dinleyebiliyor musunuz? diye sordu. Dinlediğimizi söyledim. O:
-Zorluk çekiyorsunuzdur, bunların yenileri de yapıldı, hem görünüşleri güzel hem de aynayı plâğa kendi bırakıyor! deyip eliyle gösterdi. Almanya'da bulunduğu sıra on plâk çalanlarını görmüş, “ancak, savaş nedeniyle onlara sahip olmak zor!” dedi. Konuştuğumuzu gören Öztekin Öğretmen geldi. Bu kez konuk, Öztekin Öğretmene plâkları da göstererek:
-Bunlardan derslerde nasıl yararlanıyorsunuz? diye sordu. Öztekin Öğretmen, “derslerden çok, dersleri destekleme amacıyla kullanıyoruz. Çalgı öğrenme yanında Müzik Tarihi, armoni derslerimiz var. Müzik formları okuyoruz. Onlara örnek olması için ders dışı, müzik dinleme saatlerimiz var. Mevsimi gelince Cumhurbaşkanlığı Orkestrası konserlerine sürekli gidiyoruz ama bu da sınırlı. Örneğin çok seçkin gece konserleri, resitaller oluyor. Biz onlara dilediğimiz gibi katılamıyoruz. Bu eksiği plâk konserleriyle kapatıyoruz!” dedi. Konuk başını sallayarak uygun gördüğünü ya da anladığını belirtti.
Oturanların kalkışmaya başladığını görünce o da arkadaşlarının yanına gitti.
Öztekin Öğretmen gülerek:
-Bizim başka etkinliklerimiz de var, bir dakikanızı rica edeceğim! deyip bana işaret etti. Piyanoya oturup hazırladığım üç parçayı adlarını söyleyerek çaldım. Bu kez demin benimle konuşan Eski Yüksek Öğretim Genel Müdürü Reşat Şemsettin Sirer (şimdi Sivas Millet vekili), bana yaklaşarak:
-Bak bu daha güzel, ben de plâk meraklısıyım, müziği plâktan dinlerim ama bu senin yaptığını başaramadım. Sen başarmışsın aferin! dedi. O konuşurken Hasan Ali Yücel:
-Söylediklerimde haklıymışım değil mi? Bana bakarak, “daha birinci yılı, iki yıl sonra olaganüstü olacağı gibi ona, daha yeni arkadaşları da katılacak!” Hepsi iyi dileklerde bulundular.
Konuklar ayrılınca Öztekin Öğretmen de ayrıldı. Bir süre kendi kendime kaldım, piyanoda parmak çalışması yaptım. Yemek çanı çalınca gittim. Arkadaşlar oldukça geç geldiler. Ekrem Ula da Hasan Ali Yücel'in köy içinde kısa bir yürüyüş yaptıktan onra köy okulunu gezdiğini, binanın büyütülmesini, ayrıca, köyün okulu olarak kalmasına karşın Enstitüyle daha yakın bağlantı kurulması için yanındakilere sorular sorup, öneriler aldıktan sonra bazı buyuruklarda bulunmuş. Gelenlerin çoğu daha önce Ankara'ya dönmüş. O nedenle ayrılırken 9 numaralı kırmızı plâkalı araba önde olmak üzere gelenlere göre daha az sayıda araba uğurlandı.
Öğrendik ki, öğle yemeğinden sonra öğrenciler, kendileri için bahçede ayrılan yerlere kümeleşerek oturmuşlar. Hasan Ali Yücel'in bahçede onların sere serpe o özgürce oturmaları çok hoşuna gitmiş. Bir grubun yanında durup arabadan inmiş, yanındakileri de yerlere oturtarak öğrencilerle birlikte olmanın mutluluğunu yaşamışlar
Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, Müsteşar İhsan Sungu, Eski Yüksek Öğretim Genel Müdürü, Sivas Milletvekli Reşat Semsettin Sirer, Orta Öğretim Genel Müdürü Nihat Adil Berkman, İlk Öğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç, Milli Eğitim Bakanlığı Başmüfettişlerinden Hayrullah Örs, Hasanoğlan Köy Enstitüsü öğrencileri arasında. 10. Temmuz 1944 Pazartesi-Saat 15:30.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Konuklar gidince bir süre suskunlaştım. Geçen gelişinde film yıldızlarına benzettiğimiz kimsenin eski Yüksek Okullar Genel Müdürü oluşunu, şimdi ise Milletvekili olarak buraya gelişini, üstelik gelip benimle konuşmasını ilginç buldum. Hele, piyano çalamamasının üzüntüsünü bana söylemesine ise bir anlam veremedim. Daha önce milletvekilleri görüm ama onlarla böyle iki ikiye konuşmamışım. Oysa bugün bir Milletvekili o kadar insan içinde gelip benimle senli benli konuşmuş, kullandığım pikabın yetersizliğine değinmiş, Almanya'da kaldığını, orada gördüğü çok işlevli pikaplardan söz etmişti. Göründüğü gibi kibirli biri olmadığını anladım. Bu düşüncelerimi buluşunca arkadaşlara da anlattım.
Ekrem Ula çok insancıl düşünen bir arkadaş, hemen "Görünüşe aldanmamalı! Atalarımız bunu boş yere söylememiş, geleceklerin ders almasını düşünmüş!" deyip güldü. Bizim salona gelenleri bir daha anımsadım, bir Genel Müdür daha vardı, Nihat Adil Bergman, Ortaöğretim Genel Müdürü, o, hiç konuşmadı. Bizim salonda yan gözle baktım, diz diz üstüne atıp arkaya yaslanarak herkesi gözledi. En yaşlıları Müsteşar, İhsan Sungu, gülümseyip geçiyor. Talim Terbiye Kurulu başkanına şaştım, Sabahattin Eyuboğlu, Yunus Kâzın Köni gibi insanlara nasıl başkanlık ediyor acaba? Sözüme Hüsnü takıldı:
-Sen kendin diyorsun; "Görünüşe aldanmamalı! diye, ne biliyorsun onun bizimkilerden daha bilgili olmadığını? Benim söylemek istediğim yanlış anlaşıldığı için sözü uzatmadan sustum. "Besim Kadırgan çok sessiz bir kimse!" demek istemiştim. Genel Müdürler sıralamasında yukardan aşağı değerlendirilir; "Yüksek Öğretim, Şimdi aklıma geldi Yüksek Öğretim Genel Müdürü yoktu. Milletvekili Genel müdürlük yapar mı? Belki de Ortaöğretrim ona vekâlet eder. Orta Öğretim, İlk Öğretim. Oysa biz İlk Öğretim Genel Müdürümüzü daha önde sayıyoruz. Derken kendimize bir sorun çıkardık. Biz Yüksek Okul sayılıyorsak neden Yüksek Okullar Genel Müdürlüğüne bağlı değiliz? Ekrem Ula da sözde karıştı:
-Biz, yapı-sanat-marangozluk okuyoruz, neden Teknik Okullar Genel Müdürlüğüne bağlı değiliz? Hüsnü de duramadı:
-Biz, at başta olmak üzere tüm ehil hayvanları yetiştiriyorsak neden Veteriner olmuyoruz? Ekrem ne düşündüyse azıcık dönüş yaparak:
-Bunların hepsi olacak ama biz o zaman burada olmayacağız. Giden Eğitimbaşımız Tahsin Türkbay, 4 yıllık öğretmen okulunu bitirmişti. Günümüzde bu, lise birinci sınıf demektir. Bugün Millî Eğitim Bakanlığında İlk Öğretim Şube Müdürlerinden Ferit Oğuz Bayır da Tahsin Türkbay gibi lise birinci sınıf düzeyinde öğrenim görenlerdendir. O zamanki koşullar, onu gerektirmiş. Biliyoruz ki bir zamanlar, orduda başarılı olan erler subay oluyormuş. Salt subay değil paşa da oluyormuş. Yedi-sekiz Hasan Paşa'yı duymuşsunuzdur. Adam, okur-yazar değil, imza için yedi ile sekiz sayılarını birbirine ekleyip imza olarak kullanıyormuş. Tarihte salt bu anılıyor ama yüzlercesi böyle gelmiş geçmiş. Gelecekte daha neler olacak bilemeyiz, ancak bu düzen çaresiz değişecektir.
Geleceğimiz için iyi dileklerde bulunarak yattık.
11 Temmuz 1944 Salı
Tonberg çıtırtısından uyandım. Hüsnü erken kalkmış. Beni uyandırdığı için üzüldü oysa ben uyanmıştım. Yüzüm ters yöne dönük olduğu için Hüsnü uyuduğumu sanmış. Bu kez buldu gaydasını. Gaydayı duyum duyalı hep teküze çalınır. Kaval şeklinde deliklere parmak basar ama, açık kamıştan çıkan ses hep aynıdır. Öztekin Öğretmenin deyimiyle monotondur. Bir değişik saydığım için arkadaşı hoş görüyorum. Ekrem zaten doğuştan hoşgorülü; kimseye; "Gözünün üstünde kaşın var!" demiyor.
Okul Müdürü Rauf İnan'ın bugün oyun yerine geleceğini bilir gibiyim. Hatta konuşma bile yapabilir. Bir kusur görmüşse kesinlikle onu söyler. Görmemişse konukların beyenilerini anlatır. Beğenmediklerini anlamışsa zaten yağıp esecektir. Böyle düşünerek gittim. Sıtkı Şanoğlu Öğretmen çok memnun, çocuklara teşekkür etti. Hiçbir art niyet düşünmeden:
-Müdür Bey gelebilir! dedim. Sıtkı Şanoğlu Öğretmen güldü:
-Sen Müdürümüzü tanımıyorsun, o başarıları kendi defterine kaydetti. Bunun rahatlığını bir süre yaşar. O nedenle en az bir hafta burada göremeyiz. Durdum kaldım. Gerçekten gelmedi. Kahvaltıda da gözlerim aradı; "Şimdi çıkacak” uygusuna kapıldım ama boşuna, Sıtkı Şanoğlu Öğretmen bahisi kazanmış gibi geldi. Arkadaşlara söylemedim, süre bir hafta, hafta boyu gözetleyeceğim. Kahvaltıdan sonra Bizim Salona gittim; az sonra da Öztekin Öğretmen geldi. "Günaydın”dan sonra ilk sözü "Müdür!" oldu. “Böylesi görülmemiştir, gittikçe dozu arttırıyor, Allah sonunu hayırlı etsin!” deyip kemanını aldı, odasına gitti. Ara dinledim, arkadaşların çalıştığı Seybolt 2. Metodu çalıyordu. "Öztekin Öğretmen, arkadaşlara sık sık verdiği övüdü kendine uyguluyor!” deyip çalışmamı sürdürdüm. Öztekin Öğretmen benden önce bıraktı. Kapıdan bana:
-Bak, görüyor musun? Çalışmaya ara verince kopup gidiyor. Bu kopma piyanoda daha çok belli olur; bunu bil de ona göre kendini alıştır. İnsanın bildiği parçalar; "Pır!" deyip uçuyor.” Ben de:
-Bende o, şimdi bile oluyor; bir cumartesi günü tavsatıyorum, pazar günü onu tamamlamazsam hafta boyu bir eksiklik duyuyorum! Öztekin Öğretmen:
-İşte böyle azizim, bizim meslek duyguya dayanan bir meslek. Duygular; lâfla, yaparım, ederimle anlatılamıyor. Yaparsan ortaya çıkıyor! deyip ayrıldı. Sıtkı Şanoğlu ile Öztekin Öğretmenin, biraz kapalı olmakla birlikte söyledikleri bana yabancı gelmedi. Ayrıca, davul konusundaki çıkışımın da göründüğü gibi silinip gitmeyeceğini, günün birinde karşıma çıkacağını iyice anladım. Davul konusu olarak değilse de renk değiştirerek kesinlikle önüme çıkarılacağını iyice anladım. Öyleyse hiç açık vermemeliyim. Özellikle Enstitü bölümüyle ilgili işlerimde titiz davranırsam bana kimse dokunmaz. Zaten o bölüme ilişkin görevim, Sabah Oyunları ile Öğle Mandolin çalışmaları. Sabahları, Sıtkı Şanoğlu ile birlikte olduğumuz için orada tek sorumluluğu az. Mandolin çalışmalaında yalnızım. Ola ki bu çalışmalarda bir aksaklık beni yakalatır. Öyleyse tüm gücümle öğle çalışmalarına sarılmalıyım. Hemen bir çalışma listesi yaptım. Hangi sınıflar hangi gün? Başarı durumlarına göre grup sıralanışı. Gruplara göre çalışma notaları, eklenecek yeni parçalar. Yeni parçalarda verilecek yeni bilgiler. Bunların Müfredat Programına uygunluğu. Bilinen marşların, şarkıların, türkülerin gruplar olarak sıralanması. Öğretilecek şarkıların, türkülerin, özellikleri, bunların kazandıracağı yeni bilgiler. Ayrıntılarıyla gösterildi. Örnek olarak Bayrak Marşını, Kır At şarkısını, Çiçekler türküsünü seçtim. Ayrıca mandolin çalışmaları için de kolaydan zora bir nota yazdım. Bunlar da, tek tek notalardan başlayıp şarkılara geçiyor. Boş Fıçı, Yalancı, Okulum, Daha Dün Annemizin v. b . Biraz ilerlemişleri de ayrı bir program yaptım. Pogramları Öztekin Öğretmene de imzalattım. Öztekin Öğretmen amacımı anladı, imza atarken güldü:
-Bu bir "Teftiş Fırçası” olsun! Senin rahat çalışman için bir sınırlama olmasın! Yararlı gördüğün her türlü çalışmayı yap! dedi. Bir de açıklama yaptı:
-Sen öğretmensin, onun bunun söylediğine gerek yok, ben de öğretmenim; karınca kaderince başarılı olmuşum. Sen de öyle, doğru dürüst müzik dersi görmemene karşın kendi çabalarında başarı kazanmışsın. Öyleyse senin kendi kendine izlediğin yöntem tutarlı. İşte o yöntemi gösterdiğin de senin gibi çalışırsa başarılı olur. Eğitim konusunda ortaya sürülen tüm yöntemler, çalışkan insanların kendi deneyimlerinden çıkardığı yöntemlerdir. Pestalozzi, Pestalozzi deyip duruyoruz, ya da Jean Jacques Rousseau, onlar kimden öğrendi?Kesinlikle bir değil birkaç kişiden esinlenerek kendi düşünceleriyle bir terkip yapıp insanlığa sundu.
Öğle yemeğinde beni çok rahat gören arkadaşlar sordular:
-Gene bir numaran var ki, neşelisin! Numaram falan yok, işlerimi yoluna koyduğum için seviniyorum! deyip yaptıklarımı anlattım. Arkadaşlar:
-Bizim böyle bir şansımız yok! dediler. Daha önce Hasan Ali Yücel'in bizim bölüm için söylediklerini anlatmamıştım. Ya da yarım ağızla söyleyip geçmiştim. Bu kez ayrıntılı olarak anlattım; bizim bölüm, gerçekte Köy Entitülerinin genel havasından biraz farklı. Örneğin Resim dersi görüyoruz, Resim Tarihi okuyoruz. Tiyatro dersi görüyoruz, tarihini de okuyoruz. Müziğin ise Konservatuvar pogramlarına koşut bir programını izliyoruz. Benim mezuniyet tezim şimdiden belli, Cumhurbaşkanlığı Orkestrasının kuruluşu, gelişmesi, Amacı, yasal durumu, çalışanları, yetişmesi, yetişme kaynakları; günümüzdeki etkinlikleri. Bu konuyu şimdiye dek kimse işlememiş. Bunu konuştuğum orkestra üyeleri, benim sorularımı teşekkürle karşılayıp:
-Allah razı olsun senden, şimdiye dek kapımızı kimse çalıp ne yaptığımızı sormamıştı! diyorlar. Orkestranın 1. Kemancısı Halil Onayman bana 1916 yılında yaptıkları Almanya gezisini anlattı. Klarnetçi Mahmut Muray, yurdumuza gelen ilk klârnetin tarihçesini anlattı. Cumhurbaşkanlığı Bando Şefi Albay İhsan Künçer ise Konservatuvar binasının yapımıyla Leon Steinberg yönetiminde gelerek Atatürk önünde konserler veren Sovyet Büyük Orkestrasını anlattı. Bu olayların hiç biri şimdiki Köy Enstitülerinin çalışmasına uymamaktadır. Ancak bu bölümü açtıran Hasan Ali Yücel, Köy Enstitüleri sürgit böyle gitmeyip uygarlığa koşut değişecek ki Atatürk'ün buyruğuna uygun olarak Türk Ulusunu " Muasır medeniyetler seviyesine" çıkarabilecek! Ben böyle söyleyince Ekrem efkârlandı:
-Madem bunu yapacaktı, Köy Öğretmen Okullarını neden kapattı, onların programı bu dediklerine daha uygundu. Bu kez de Hüsnü Ekrem'e sordu:
-Şu Köy Öğretmen Okullarını bir anlatsana; orada ben de okudum ama o süreç çok bilinçsiz geçti, siz konuştukça ilgimi çekmeye başladı. Vaktin geçtiğini söyleyen Ekrem :
-Konuşmayı keselim, daha konuşacak çok zamanımız olacak! deyip kalktı.
Yatınca az üstünde durdum ama fazla da önemsemedim; Ekrem, benim duyup düşünmediğim ne söyleyebilir ki? Uyudum.
12 Temmuz 1944 Çarşamba
Erken uyandım, az sonra zil çaldı; "İşte böyle olacaksın!” dedim kendime, çık dolaş ortalıkta. Bir işe yararsan kimse yemez senin hakkını. Ne demişler? "Yap iyiliği at denize, (değerini) balık bilmezse halik bilir." Bunu dedim ama kendim kendi sözüme güldüm:
-Halik yerine alık neden denmesin? Zaten sözü yazıya dökenlerin yüzde doksanı Halik'in ilk harfi küçük "h" ile yazanlar anlamı tümden saptırıyor. Halik, Yaratan, vareden yerine ölmüş, bozulmuş, kokmuş diyerek iyice anlam saptırması yapıyor. Kimi de sözü kendi bilgi alanına çekip Halik yerine sescil bir söz uydurup, kibarca (!) geçiştiriyor.
Sıtkı Şanoğlu Öğretmenle buluştuk. Sıtkı Şanoğlu Öğretmen muştuladı, Hasan Çakı Efe bir kaç gün içinde geliciymiş. Efe sözünü çok işittim. Onların özel olarak oynadıkları öğrenip oynadım, öykülerini dinledim ama canlı bir efe görmedim. Resimleri saymıyorum. Resimler insanları değiştiriyor. Gelen Efe'nin adı Hasan, soyadı Çakı'ymış. Hasan Çakı Efe. Oldu olacak Çakıcı olsaydı bari, söylediğimiz türküye de uyardı. "Kamalı da Zeybek vuruldu, yar fidan boylum; Çakıcı'ya sözüm yok!” Gelsin bakalım Çakı Hasan Efe! Ekrem Ula fazla söz etmedi ama sanki onu gözümden düşürür gibi oldu:
-Hasan Çakı, Bergama'nın köylerindendir, az okumuş, uysal, uyumlu bir insan! deyince düşüncemdeki Efelikle uyuşturamadım.
Sıtkı Şanoğlu Öğretmen gene zamanı ikiye böldü, önce koşturdu. Koşu sonunda halka yaparak oyuna geçtik. Ona göre oynamak değil hareket etmek önemliymiş. Buna da sevindim. Oyun bitince akordiyonu salona gönderdim. Bugünkü koroda işime yarayacak.
Kahvaltıda genel duyuru yapıldı, başka Enstitülere iki ekip gidecek, bize de dört ekip gelecek! Bize gelecek ekiplerin ikisi yarın gelecekmiş, Pazarören, Beşikdüzü. Pazarören'den gelecekleri duyunca Veli Dalak'la Hüseyin Öztürk'ün gelebileceğini söyledim. Ekrem Ula başını atıp bir "Cık" çekti:
-Onlar, son sınıfta okulu bitirmiş sayılıyorlar; gelse gelse üçten dörde geçenlerle dörtten beşe geçenlerden oluşan bir ekip gelir. Bu arada ekip başında Saliha Öğretmenin gelebileceği olasılığını öne sürdüm. Ekrem, ona da karşı çıktı:
-O, gelmez; onun inşaat işleriyle bir ilgisi yok. Müdür Şevket Gedikoğlu'nu tanırım; o öyle el yordamıyla iş yapmaz! Hüsnü Yalçın:
-Kestirip atma, varsayalım gönderildi, sen yardım etmeyecek misin? Ekrem:
-Tabi ki ederim! deyince Hüsnü tekrar:
-İşte bunu bilen senin öğretmenin olan Müdür, özellikle onu göndermez mi? Ekrem sinirlenerek:
-Varsayımlarla iş olmaz. Saliha gelecek olsa ben çoktan duyardım. Ekrem'in Pazarören'de tanıdığı var, onunla mektuplaştığı bersbelli. Az düşününce bunu da ulur gibi oldum. Ekrem'in arkadaşı Zekeriya Kayhan oraya gitmişti; onunla mektuplaşır. Konuyu kapattık.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Kahvaltıdan sonra piyano çalıştım. Uzun süre Hanon'dan parmak alıştırmalarına çalıştım. Öztekin Öğretmen iki konukla geldi, konukları tanıttı, önce:
-Şair Ahmet Kutsi Tecer, salt şair değil öğretmen, yönetici, Millet Vekili!. . . Öğretmen Şair Mehmet Necati Öngay.
Ahmet Kutsi Tecer'den Varlık’ta şiir okumuştum. Mehmet Neceti Öngay'ı tanımıyordum. Öztekin Öğretmen ikisi için de övücü sözler söyledi. Ahmet Kutsi Tecer için bize hayırlı haber getirdi, "Halk ozanımız Aşık Veysel'i ikna etmiş yakında aramıza katılacak; onun müjdesini verdi!" dedi. Aşık Garip, Aşık Ömer olduğunu biliyordum. Öyle ki bizim bir Ahmet Güner arkadaşımız vardı; okula girdiğimizde yaptığımız ilk eğlencemizde EDİRNE KÖPRÜSÜ TAŞTA şarkısını söylediği için ona "Aşık" sıfatını takmıştık. Buna karşın Aşık Veysel'den habersizdim. "Bağlama çalıyor!" deyince ise düpe düz şaşırdım. Öztekin Öğretmen, bağlama çalan biri için seviniyor! Bir Hasan Ali Yücel'in bizim bölümün niçin açıldığı üstüne anlatışını düşündüm, bir de bugün sevinilen olayı. Bu arada Hasan Ali Yücel'in Baki Süha Ediboğlu'nun yeni kitabındaki "Üç Telli Saz Şairine!” diye yazdığı şiiri düşündüm. Şair Nazım Hikmet, üç telli sazla çalınan müzikleri küçümsemiş. Küçümsemiyoruz ama doğrusu biz de önemsemiyoruz. Abbas Amcamın çaldığı saz, beş telli olmasına karşın gene de yetersizdi. O çalıp söylerken dinlemek hoş oluyordu ama küçük mekânlarda çalıyordu; büyük salonlarda çalsa zayıf kalırdı. Çünkü bağlama ya da bazı bölgelerde salt saz denilen çalgı çalanın önünü kapatarak rahat hareket etmesini engellediği gibi söz söylemesini de kısıtlamaktadır. Hilmi Girginkoç Öğretmen gibi gür sesli kimseler çalıp söylese belki biraz daha yararlı olur. Ben bunları düşünürken konuğumuz
Ahmet Kutsi Tecer
Ahmet Kutsi Tecer, piyanoda açık duran Hanon'u alıp karıştırdı. Kitabın kapağındaki yazılara baktı. Şair Mehmet Necati Öngay'a kapaktaki virtüoz sözünü göstererek:
-Usta piyanistler için deyince ikisi de "Hııı!" dediler. Onlar öyle deyince cesaretlenip piyanoya otururarak Mozart 331 Kv. Sonatın ilk beş bölüm varyasyonları çaldım. Ahmet Kutsi Tecer, kaç yıldır çalıştığımı sordu. Benden önce Öztekin Öğretmen:
-Daha bir yılını doldurmadı. Ancak normal bir kimsenin üç yılına bedel bir çalışma dönemi geçirdi! deyince ikisi de; "Belli oluyor. aferin! dediler. Piyano öğretmenimi sordular. Faik Canselen! deyince Mehmet Necati Öngay:
- Faik Canselen'i tanırım, birlikte çalıştığımız oluyor. Çok çalışkandır, çok da titizdir, buna da sevindim. Görünce anlatacağım, o da sevinecektir; takdir edilmekten hoşlanır! dedi. Bu söz üzerine Ahmet Kutsi Tecer:
-Takdir, çalışanın emeğinin görülüp beğenilmesi olduğuna göre kim hoşlanmaz ki, deyince gülüştüler.
Bana, “iyi çalışmalar!” deyip ayrıldılar. İki şair tanıdım ama ikisinin de yazdığı şiirlerden habersizim. Üstelik ikisi de Ankara'daymış. Ahmet Kutsi Tecer'in bir şiirini okuduğumuzu sonunda anımsadım. Ancak şiiri iyice unutmuşum, üzüldüm. Onlar gidince iyice anımsadım, bir zamanlar Fikret Madaralı Öğretmen sınıfta okumuş, çoğumuz şiirin belli dizelerini uzun süre sık sık tekrarladı:
" Orada bir köy var uzakta-O köy bizim köyümüzdürGezmesek de tozmasak daO köy bizim köyümüzdür. "
Son dizeyi değiştirip söyleyenler oluyordu:
"Gitsek de gitmesek de,O köy bizim köyümüzdür.Kalkıp Kitaplığa gittim. Kitaplıkta iyi ki Varlık dergileri var. Oturup bir süre karıştırdım. Başka dergilerde de şiirleri çıkmış. Ankara Halkevi Dergisinde şiirin tamamını buldum, şiirin başlığı, ilk dizenin tıpkısı:
Orda Bir Köy Var Uzakta Orda bir köy var uzakta,O köy bizim köyümüzdür.Gezmesekte tozmasak taO köy bizim köyümüzdür. Orda bir ev var uzakta,O ev bizim evimizdir.Yatmasakta kalkmasak taO ev bizim evimizdir. Orda bir ses var uzakta,O ses bizim sesimizdir.Duysak ta uymasak ta,O ses bizim sesimizdir. Orda bir dağ var uzakta,O dağ bizim dağımızdır.İnmesek te çıkmasak ta,O dağ bizim dağımızdır. Orda bir yol var uzakta,O yol bizim yolumuzdur.Dönmesek te varmasak ta,O yol bizim yolumuzdur.
Ahmet Kutsi Tecer.
Halay Çekin halay, durmadan çalsın sazlar,Çekin ağır ağır, halay düzülsün.Süzülsün oyunlar, süzülsün nazlar,İnce beller, mahmur gözler süzülsün. Tutun kızlar, tutun birleşsin eller.Çalın sazlar çalın, kırılsın teller,Dönün kızlar dönün, kıvrılsın beller,Uzun, siyah saçlar tel tel çözülsün. . Kayın geceki gibi geceki izden,Bakışlar saçılsın kirpiğinizden.Etekler içinde nazeden dizden.Üzülsün bu deli gönlüm üzülsün.
Ahmet Kutsi Tecer
Öteki Ankaralı şair Mehmet Necati Öngay'dan şiir bulamadım. Şair olup şiir yazmaz mı?
Öğle yemeğinde konukları anlatmadım. Anlatırsam, arkadaşlara karşı iyice haberci durumuna düşeceğim. Onların da bir yerlerden haber aldığı olur; onlar anlatsız biraz da! Haber falan yok, kendi işlerinden söz ettiler. Hüsnü Yalçın Tarımbaşı İzzet Palamar’ı övdü. Ekrem de Sanatbaşı Mustafa Güneri’den söz açtı. Mustafa Güneri'nin asıl branşının resim-Elişi olduğunu, ilk atamasının ise salt Resim Dersleri öğretmeni olduğunu, o zaman okulda yönetici olmadığı için Müdür Yardımcılığına geçici olarak atandığını, Sanatbaşı yapılması istenen Namık Ergin Öğretmenin kabul etmemesi üzerine Sanatbaşılı da Mustafa Güneri'nin üslendiğini, 1941 yazı çalışmalarında Mustafa Güneri'nin sıkıştıkça Namık Ergin Öğretmene sarıldığını anlattım. Ekrem Ula:
-Aferin, bak öyleyken kendini yetiştirmiş, bugün hepimizden iyi, plân uygulaması olağanüstü. Sili Usta ona yol göstermiş. Ara ara Sili Usta ona takılıyor:
- Sen benim bilgilerimi aldın, gençsin, ben yaşlanıyorum; umarım bana yaşıma göre iş verirsin (!) diyor.
Beklenen iki ekibin de geldiği duyuruldu. Ekrem Ula, telâşla kalkıp gitti. Az sonra konuk ekipler yemeğe geldi. Uzaktan görünce tanıdım, kardeş bayan öğretmenlerden küçüğü, Sabiha Öğretmen gelmiş. Yanlarında yok ama kesinlikle Ömer Öğretmen de gelmiştir. Hüsnü ile konuştuk; "Hemen gidip konuşmak gerekli mi?" Ekrem yanlarında olduğuna göre bizim gitmemize gerek yok! deyip çıktık. Zaten benim çalışmam var, savsaklamadan salona gittim. Öğrencilerden gelenler olmuş. Mandolinler akort ediliyor. Piyano akortçumuz Mithat Kurfalı, sıkı sıkı tembih ediyor, tek tuşa parmak dik vurulmamalı, vurulursa tuşun takıldığı çekiç aradaki keçeyi yıprandırıp çökerterek ötekilerden alta düşürür. Bu, akordun bozulmasına neden olur. Bunu bildiğim için piyanodan lâ sesini kendim veriyorum. Özellikle küçük sınıf öğrencileri piyanoya dokunmak için olanak buldukça gidip çekiçliyor. Onların amacı piyanoya dokunmak. Ben orada olunca bu yapılmıyor. Bir bakıma benim görevim, piyano koruyuculuğu.
Öğrenciler toplandı, tam çalışmaya geçerken Öztekin Öğretmen geldi gülerek:
-Meslekte aslolan öğretmenliktir. Öğretmenler, yerine göre ek görevler alırlar ama, o görevlerin altında hep öğretmenlik vardır. Bu nedenle ben aslolanı sürdüreceğim. Sen al notalarını alt piyanoda çalış! deyip beni serbest bıraktı. Gerçekte öğrenciler, söyleyemiyorlar ama Öztekin Öğretmenden hoşlanmıyorlar. Sert davrandığından değil, onu kendilerine göre yabancı, sıfatından dolayı büyük görüyorlar.
Notalarımı alıp alt odaya indim. Pathêtique Sonatın Grave- Molto Allegro e conbrio bölümünü pişirdim. Adagio cantabile bölümünü daha önce, sonat verilmeden çalmıştım. Kimi aksamalar olmasına karşın sonatı baştan başlayarak sonuna dek çalışmak daha inançlı oluyor. Yukardaki sesler kesilince, öğretmenin erken paydos verdiğini sandım. Meğer paydos zili çalmış. Meydan nöbetçisi beni uyardı:
-Paydos zili çaldı öğretmenim! Paydosla yemek arasında oldukça uzun bir zaman var, ben o zamanı da çoğunlukla piyano başında geçiriyorum. Ancak bugün kulübemize erken uğradım. Ekrem gelirse bilgi alacağım. Geziden dönerken, Pazarören'den Kayseri'ye dek bizimle gelen, Kayseri'den ayrılırken pastırma paketi ellerinde bize iyi yolculuklar dileyen Bay-Bayan, ekip başında gelmişse onlara karşı bir yapacağım olmalı! diye düşündüm. Ekrem Ula onları daha yakından tanıyor. (Ekrem, geçen yıl stajını Pazarören'de yapmış) Bu konuda onun da fikrini almak istedim. Ekrem gelmedi, Hüsnü ile oturduk, dereden tepeden konuşurken söz geçen ay yaşadığımız kamp sürecine dayandı. Kamp için, "Ne öğrendik, bir kazancımız oldu mu?” sorusuna yanıt ararken kimi olayları anımsadık. Kampa girişimizden ayrılışımıza dek geçen olayların çoğunda iki arkadaş birleşemedik. Kamp komutanı Albay Şükrü Kızıltuğ için bile Hüsnü, "Kızıltuğ, tamam ya adı Şükrü değildi, sanırım ya Şevket ya da Şakir olabilir!” deyince şaşırıp kaldım. Bu olayı daha sonra Ekrem'e anlatınca çok daha büyük şaşkınlık yaşadım. Ekrem, bu yılki kampta olmayan olaylar anlattı. Ben bazılarında diretince de geçen yılki kampla karıştırdığını söyledi.
***
("Hafıza-ı beşer nisyan ile malûldür!" özlü söz gereği hoş görüp geçmiştim. Tamı tamına 70 yıl sonra notlarımı bilgisayara geçerken bu konuşmalar ilgimi çekti. Birlikte kamp yaptığımız arkadaşlar o kampları nasıl anlattılar? Anılarını okuduğum Kamp Arkadaşlarımdan ilginç bulduğum birkaç örneği eklemeyi gerekli buldum. Söz konusu anlatılarla ters düştüklerime karşı bu, benim için bir bakıma savunma da olacaktır. . . . . . . . .
İlk örneği, daha yaygın bir çevrece tanındığından yaşadığımız kamp dönemi Cumhurbaşkanımızın oğlu Erdal İnönü'nün ANILAR VE DÜŞÜNCELER 2 kitabından alıyorum.
Üniversite Kampı
Fen Fakültesi öğrencisi olarak 1944 yazında bir ay askerlik kampına katıldım. O zamanlar liselerde ve üniversitelerde görülen askerlik derslerinin bir uygulama bölümü vardı. Lisenin son sınıfındayken sanırım haftada bir Sarıkışla'ya gider, orada askerlik talimleri yapardık. Üniversitede ise ilk iki yılın yazlarında bir ay boyunca arazide kurulan bir kampa katılınırdı. Gündüzleri talim yapılır, geceleri de çadırlarda yatılırdı. Ben ünivrsite kampını ancak bir yıl yaptım. Çünkü o yılın sonunda Türk Hava Kurumu'nun Etimesgut okulunda pilotluk dersleri görerek uçuculukta ilk adım olan turizm brövesini aldım. Havacılığı özendirmek içinbu bröveyi alanlar, üniversitede kamp yapmakla yükümlü tutulmazlardı.
Öte yandan, 1944 yılı Temmuz ayında geçirdiğim kamp yaşamı benim için arazide yaşamayı öğreten, askerliğe ısındıran ve iyi arkadaşlıklar kurmaya fırsat veren bir dönem olmuştur. Gerçi hava çok sıcaktı ve o sıcakta talim yapmaktan çok yakınanlarımız vardı. Kamp yaptığımız yer Karabiberler Çiftliği denen, Bugünkü Harp Okulu yanındaki bir sırtta bulunan bir arazi parçası idi. Hemen çadırların yanından bir vadi geçiyordu ve yemek masaları o vadide kurulmuştu. Öğle sıcağında aşağıda yemek yedikten sonra yamacı tırmanarak varmak en zorumuza giden işlerden biriydi. Bir gün yemeği bitirdikten sonra, nasıl çıkacağız diye düşünen bir arkadaşımın yanına gidip "Haydi irademezi toplayalım, yokuşu çıkalım" dediğimde bana bakıp"Senin iraden çok kuvetli galiba, " dediğini hatırlarım. . . . . .
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü
Babam hafta içinde annemle beraber yaptığı at gezintilerinde kamp yerine bir iki kez uğradı. Bizi yemek yerken görmüştü. Uzaktan annemin beni göstererek, "Bakın paşam, Erdal orada" dediği, babamın da "Onların hepsi benim için Erdal!" dediği anlatılmıştı. . . . . . . . . . . . .
* * *
Kamp arkadaşım, 21 günlük söz konusu askerlik eğitimi süresince on kişilik çadırda birlikte yattığımız, aynı masada yemek yediğimiz Yusuf Asıl, yazmış olduğu EDİRNE-SARAY-ÖĞRETMENLİK ANILARI kitabında, ASKERLİK KAMPI başlıklı bölümde bunları yazmıştır:
O zaman üniversite ve yüksek okullarda askerlik dersleri okuulurdu. Sınıf geçen öğrencilere de 20'şer gün olmak üzere iki yıl askerlik kampı yaptırılırdı. Sırf bu maksatla kurulmuş talim taburu vardı. Askerlik derslerini burada subaylar verir kampı da bunlar organize ederlerdi.
Mevhibe İnönü
İlk kampımız Dikmen bağları altındaki boş arazide olmuştu. Mevcudumuz 900 kişi kadardı. Bu kamp bizden başka Gazi Eğitim, Dil Tarih Fakültesi, Ziraat Fakültesi, Veteriner Fakültesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Fen Fakültesi, Hukuk Fakültesi katılmışlardı. Bunun için 100 kadar çadır kuulmuştu. Bizim kamp komutanımız aynı zamanda askerlik öğretmenimiz olan Sıtkı Ulay'dı. (27 Mayıs ihtillinde Harp Okulu Komutanı idi) Onar kişi olmak üzere çadırlarda yatıyorduk. Kampa o yıl Fen Fakültesinin 1. sınıfını okuyan Erdal İnönü de katılmıştı. Bu nedenle olsa gerek, İNÖNÜ, hemen hemen hergün kampa gelir bizimle ilgilenirdi. Yanında kızı ÖZDEN, veya eşi MEVHİBE HANIM olurdu. Önlerinde; arkalarında atlı polisler olduğu halde atlara binmiş olarak bağlar arasından gelirlerdi.
İlk geldikleri gün, Mevhibe Hanım, Erdal'ın kaldığı çadırı görmek istemiş Bölük subayı, hemen Erdal için hazırlann özel çadırı açıp göstermiş. İnönü bu ayrıcalığa çok sinirlenmiş. Hatta çadırdaki masa ve sandalyeleri tekmelemiş.
-Olmaz böyle şey! Erdal da arkadaşları gibi 10 kişilik çadırlarda kalacak!demiş. (Arkadaşları anlatmıştı). . . . . . . . . .
Erdal İnönü
Yusuf Asıl'ın Kamp olayını algılaması, kendisinin de belirttiği gibi duyumlarla karışmış durumda. Ancak Askerlik Dersleri öğretmenimiz konusundaki yanılgısı şaşırtıcı. Askerlik Dersleri öğretmenimiz Kurmay Binbaşı Nuri Teoman'dı, onun kampla hiç bir ilgisi yoktu. Ancak bir gün kamp yerine konuk olarak geldi, bizimle konuşma yaparak kendimize güvenimizi arttırdı.
* * *
Aynı kampta benimle birlikte bulunan Talip Apaydın, KÖY ENSTİTÜSÜ YILLARI adlı kitabında kısaca söz konusu kampa da değinir:
Can Yücel o zaman Dil Tarih Coğrafya Fakültesi öğrencisiydi. Tanışırdık. Daha o zaman kalın sesli, kavrayışlı, güzel konuşan bir çocuktu. Balgat yakınlarında birlikte Yüksek Okullar Kampı yapmıştık. Bülent Ecevit, Can, bizim Başaran, ben, daha başka edebiyat heveslisi çocuklar, sık sık buluşurduk... Akşamları şiir okur, konuşur, birlikte otururduk. . . . .
Dikkat! Bülent Ecevit, Can Yücel... Zaman; 1944. Can Yücel, liseyi bu yılın haziranında bitirdi.
* * *
Kamp arkadaşlarımın biri de Muttalip Çardaktı. KARANLIKTAN AYDINLIĞA DOĞRU adlı kitabında o da söz konusu kampa değinir, yorumlarını da ekler. . . . . . .
Şeref Tarlan, şişman vücûduna göre çok hareketli bir insandı. İyi; samimi bir insandı. Hilesiz çalışırdı. Şeref Tarlan, Dikmen sırtlarında dizi dizi çadırın kurulduğu kamp yerine öğrencileri (bizi) götürdü. Kamp komutanına teslim ettikten sonra Enstitüye döndü. Artık burada yirmi bir gün yani üç hafta askeri eğitim göreceklerdi. Bu bilinçle kendilerine gösterilen çadıırlara çekildiler. Ertesi gün ti sesi ile kahvaltıya, yine bir ti sesi ile eğitime çıktılar. Artık bundan böyle üç hafta ti sesi ile hareket edeceklerdi. Bu onlar için büyük bir değişiklik getirmedi. Onların her günkü yaşamları aynı idi. Değişen bunların yerine çadır, zil yerine de ti sesi gelmişti. Diğer üniversite öğrencileri için durum hiç te böyle değildi. Sinema yok, tiyatro yok caddelerde hava atmak yok. Kırın ortasında, her şeyleri bir çadırın içine. Onları bu hayat sıkar. Bu değişikliği de buluyorlardı.
Örneğin, isminden çok bahesdilen Fonbok adında bir Alman subayı vardı. Davranışları gariplerine giden kısa boylu, şişmanca bir arkadaşa aynı ismi takmışlardı. Onu gördükleri zaman sanki anlamış gibi bir birlerine fonbok, fonbok, diyerek sözde alay ediyorlardı. İlk zamanlarda bunun ne anlama geldiğini ve kime dediklerini bilmediği için aynı arkadaşlar iştirak etmişti. O zaman daha bir zevkle alaylarını sürdürüyorlardı. Alay edilen arkadaş da kendisi ile alay edildiğini anlayınca bu hareketlerine sinirleniyor, ancak bir şey yapamıyordu. Yalnız bu alaylara Erdal İnönü'nün çadırı dahil değildi. Oğlunu görmeye mi, kampı görmeye mi bilemiyor ama her hafta en az bir kere İsmet İnönü kampa uğrardı. Cumartesi günleri makam arabası gelir, Edal İnönü'yü köşke götürürdü. . . . . . . .
Not: Von Bock, gerçekte bir Alman generaldir. Kamptaki Binbaşı Enver Başol, önceleri biraz sert davranınca, Alman generaline benzetilmiş. Bir süre dendiyse de sonraları Enver Binbaşı'nın babacan tavırları o sıfatı gölgeledi.
* * *
Bir başka kamp arkadaşım Hüseyin Atmaca, KÖY ENSTİTÜSÜNDEN PARLAMENTOYA adlı kitabında katıldığı 2 kampa da değinir. Birinci kampı ayrıntılarıyla anlattıktan sonra:
Ertesi yıl Yüksek Okullar Kampı aynı yerde açıldı. Bu sefer kampta devlet erkânı çocuklarının bulunması ayrı bir hava yaratmıştı. Subayların davranışları, hitapları daha yumuşaktı. Fen Fakültesi öğrencisi Erdal İnönü, Başbakan Şükrü Saracoğlu'nun oğlu Aydın Saraçoğlu, Edebiyat Fakültesi öğrencisi, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'in oğlu Can Yücel (*) bizimle beraber er elbisesi giymişlerdi. Kamp yönetimi bunlara bazı ayrıcalıklar yapmak istedi. Erdal İnönü kesin reddetti.
Can Yücel
Bizim bölük gene kampın gözdesi olarak subaylar tarafından takdir ediliyordu. Diğer bölüklerde disiplinsizlik, komutanlardan kaçmalar, hastalık bahaneleri yaygındı. Aydın Saraçoğlu, Can Yücel şımarık davranışlarıyla dikkat çekiyordu ama talimlere muntazam katılıyorlardı: görev kaçkını değillerdi.
Erdal İnönü ağır başlı, sakin , efendi davranışlıydı. İnönü'nün bölüğü ile bizim bölük talimlerde bir birine yakındı.
(*) Çok ayrıntılı anlatmasına karşın Can Yücel konusunda Hüseyin Atmaca da yanılmaktadır. Sanırım Hüseyin Atmaca Bülent Ecevit'le karıştırdı. Bülen Ecevit kampa Hukuk Fakültesi öğrencisi olarak katılmıştı. Aydın Saraçoğlu da Hukuk Fakültesi katılımlıydı. Can Yücel ise bir yıl sonra benim 2. kampımda (1945 Temmuz) vardı.
Kamp arkadaşlarımın anılarında çok ilginç bulduğum, sonradan bir kaç kez başbakanlık yapan Bülent Ecevit'ler olmuştur. Yüksek Köy Enstitüsü grubu salt kamp eğitiminde değil, müzikleriyle, milli oyunlarıyla öteki gruplara örnek gösterilmiştir. Toplu olduğu gibi teker teker ya da küçük gruplar olarak da bazı fakülte öğrencileriyle iletişim kurmuştur. Talip Apaydın'ın da dediği gibi bu gruplar daha çok, şiir ya da yazarlık üstünedir. Yazar ya da çevirmen olarak adı öne çıkmış olan Bülent Ecevit, hepizin dikkatini çekmişti. Tagor'dan çevirdiği Gitanjalı duyulur duyulmaz sağlanmış, kendisinden de okuması istenmişi. Bülent Ecevit okumamakta diretti ama arkadaşları okudu. İstenen gerçekleşti: Çeviri yapanla tanışma, çevirilerini önünde okuma bizce özlediğimiz büyük bir olaydı. Bir zaman sonra bu çevirmen, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı oldu. Hakkında sayısız yazılar çıktı, ciltler dolusu kitaplar yazıldı. Unutulmaz bir yakınlık sayılmasa da benim için güzel bir anı olan, yurt düzeyine dağılmış iki bin dolayında kamp arkadaşımın güzel bir şans saydığım kamp anıları konusunda Başbakanımızın anılarını merak ettim. Doğrudan yazdığı kitaplar da, yazılarında ya da çıkardığı dergilerde izleyebildiğim kadar bu konuya eğilecek zaman bulamamış olacak ya da benim gözümden kaçtı. Ancak merakım hep sürdü:
-Kollarından, bacaklarından tutup kaldırarak okumasını istediğimiz şiirlerini biz Köy Enstitülüleri hepten unuttu mu?
Derken kendisinin anlattığı, ünlü bir gazetecinin kaleme aldığı BİR BAŞBAKANIN DOĞUŞU adlı kitabın 8. baskısı elime geçti. Kitabın üstünde 1. Kitap işareti var, demek uzayacak. Kesinlikle bu konuya değinileceğini umdum. Ünlenmiş, adı dağlara taşlara yazılmış, uçan kuşlarla özdeşleştirilmiş bir halk lideri, halk için kendini ortaya atmış arkadaşlarını unutur mu? Hep unutmayacağını umdum. Umdum ama nasıl anımsayacağını kestirememiştim. Söz konusu kitap Kamptaki Bülent Ecevit'i, daha doğrusu, halkın yoksulluğu üzerine yaptığı Meclis konuşmalarında bir umut ışığı çakan Milletvekili Prof. Dr. Fahri Ecevit'in oğlu Bülent değil unutkan bir Başbakan olarak konuşmuştu. Üstelik kurduğu Bakanlar kurullarına dört Köy Enstitüsü kökenli dört bakan seçmiş, Bütçe savunmalarını, Senato parti başkan vekilliğini Yüksek Köy Enstitü çıkışlı söz konusu kamp arkadaşlarına bırakmıştı.
Bülent Ecevit
Ankara Üniversitesinin, kent dışında, Balgat yöresindeki Karabiberler Çiftliği adı verilen kampındaydılar. 1. 000 kişi kadardılar. Üç hafta sürecek askeri eğitim göreceklerdi. Kamp mecburiydi.
O devirde, dört yaz kamplarda üçer haftalık askeri eğitim gören yüksek tahsil öğrencileri, mezuniyetlerinde Gelibolu'daki hazırlık kıtasına gitmekten kurtulur, doğrudan yedek subay okuluna giderlerdi.
Karabiberler'in adı çiftlikti yalnızca. Bozkır bir tepeydi. Çorak, çıplak ve kayalık. Tek ağaç gölgesinden yoksundular. Kara ikliminin yakıcı güneşi, insanları gevretirdi. Günlük su kontenjanları, yıkanmak, traş, tahret dahil tek mataradan ibaretti. Her sabah külüstür bir tanker gelir, uzaklardan taşıdığı suyu dağıtırdı. Çadırlar hariç tek tesis yoktu Karabiberler çiftliğinde. Tuvalet ihtiyaçlarını açıkta, kazma-kürek açtıkları çukurlarda gideririlerdi. Çukur dolunca kapatılır, yerine yenisi açılırdı. Böylesine zalim, ilkel koşullara, delikanlı da olsa insan ancak üç hafta dayanabilirdi. HASANOĞLAN KÖY ENSTİTÜSÜ öğrencileri de vardı kampta. Sıkı dostluk kurmuştu Bülent, aydınlanmış köy çocuklarıyla. Yurt sorunlarını tartışır, köyü öğrenmeye çalışırdı onlardan. HASANOĞLANLILAR TALİMLERDEN SONRA ŞEHİR ÇOCUKLARIYLA GÜREŞ TUTARLAR, HEP YENERLERDİ. ATEŞLİ HASANOĞLANLILARI DİNLEDİKÇE, İsmail Habib'e hak verirdi. Anadolu, dışa ait yoksullukla, içe ait olgunluğun yurdudur!"
Kılavuzu karga olanın . . . . diyemeyeceğim ama İsmail Habip Sevük'ün köy ya da köylü değerlenmesi genç Ecevit'i öyle etkilemiş ki tüm yaldızlı reklâmlara, evrenselimsi yaldızlı örtüler altından bir türlü Türk halknın önüne kendi ışığıyla çıkamadı. Omuzlara çıktı ama kimin omuzlarına çıktığının ayırdına varacak kadar derinliğine düşünme gücü hafif geldi. Kendisine aralanan politika kapısına duygusallık cübbesini çıkarmadan girmeyi denedi, giremedi. Cübbeyi çıkarma yerine başka kapıyı denedi. O da olmadı!. . . .
Köy Enstitülülerinin göre göre salt pehlivanlıklarını gördüğünü sanıp pehlivan olarak sıfatlandırmasına fazla şaşmadım. TÜRK HALKININ GERÇEK GEREKSİNİMİ için tanık gösterdiği İsmail Habip Sevük de pehlivanları severdi (!) İsmail Habip Sevük'ün onca öğretici kitabına karşın salt Türk Güreşi'ni okuyabilmiş besbelli!
* * *
Akşam yemeğinde arkadaşlarla buluştuk. Pazarören ekibiyle gelen Ömer Epçim, Ekrem'in salt geçen yaz Pazarören'den değil ta Kızılçullu'dan öğretmeniymiş. Söyleyince benim de jeton düştü. 1941 yazında Kuzulçullu Ekibinin başında olduğunu bilmeme karşın Ekrem'le bağlantısını kuramayışıma şaştım. Böylece Ekrem, birkaç koldan Pazarören ekibine yaklaşım kurmak zorunda olduğunu aklımdan geçirdim. Gelen öğrenciler geçen yılkı öğrencileri, başındakilerin biri öğretmeni biri de baldızı olacak. Burada yirmi gün kalacaklarmış. Öyleyse biz Ekrem'i yirmi gün gönlümüzce görmeyeceğiz; görsek bile alıştığımız gibi, Hüsnü Yalçın'ın diliyle “sırnaşamayacağız”. Hüsnü Yalçın, okula ilk geldiğinde Bulgaristan ağzıyla konuşurdu. Bu nedenle bir çok sözü arkadaşlara yabancı gelirdi. Bunlardan biri de sırnaşmaktı. Biri Hüsnü'ye eliyle dokunsa Hüsnü; "Dokunma!" demez, "Sırnaşma!" derdi. Uzun süre bu sırnaşma sözü arkadaşlar arasında dil pesengi olmuştu. Sırnaşma, dilimizde geçer ama pek hayra yorulmayan tavırlar arasında geçer. Dilencilerin birşey koparmak için insanları rahatsız edecek derecede üstüne gelip yalvarması, birilerinin borç para istemesi gibi durumlar için söylenen bir sevimsiz söz.
Ekrem oldukça geç geldi, konukları yerleştirmiş. İzinli ayrılan bir bayan öğretmenin evine yerleştirmiş. Ekrem:
-İnsanlar evli, onları ayrı yere yerleştirmek ayıp olacak. Bayanı bayanların yanına Bayı da bayların yanına denir mi? Koskoca okulda böyle bir durum için önlem alınmamış! Hüsnü Yalçın:
-İşte fırsat Abi, o eksikliği sen tamamla! Ekrem de :
-Tamamladım ama insanlar köye gidip gelecekler. Hüsnü sözünü açıkladı:
-Yok, yok, okula bir bina kazandır.
Ekrem:
-Yok yahu, bu kaşarlanmış takımına yeni bir plân uygulatmak "Deveye hendek atlatmaktan zor!" Her biri kendini beğenmiş pozunda ama gerçekte sıfırı tüketmişler. Bana göre buradakilerin tümü kayırma insanlar; yaratıcı bir yanları yok. Bu iş böyle giderse Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç dizlerini çok döver. Yapılan binaların bir ömrü olur. Bunu düşünen yok. Evet bir mimar çizmiş, çizgilerin doğru olması yetmez, taşın, tuğlanın yerini bulması gerekir.
Ekrem dertlenirken günün çarşamba olduğunu anımsadım, İhsan Atakurt'un Mandolin Orkestrası vardı, radyoyu açtım. Ekrem de zaten konuşmak istemiyormuş; "Eline sağlık!" deyip yattı. Hüsnü zaten uyukluyordu, gözlerini tümden kapadı. Tonbergi iyice kısarak dinledim. Bir de deneme yaptım:
-Tonberg kısık çalınırsa çıtırtı yapmıyor. Radyo Mandolin Orkestrasını giderek sevmeye başladım.
13 Temmuz 1944 Perşembe
Ekrem erkenden kalkıp gitmiş. Hüsnü ile bakıştık, arkadaşın başı dertte sanırım. Hüsnü daha sakin, ekibin öğretmenleri işlerini yoluna koyunca Ekrem'e iş kalmaz. Ekrem, çocukların başıboş kalmamaları için gitmiştir! deyince azıcık rahatladım. Öğretmenler köyde oturduğuna göre gecikebilirler.
Sıtkı Şanoğlu Öğretmen beni bu sabah gene affetti. Bu kez nedenini sordum. Yanıtı hazırmış:
-Pazar günü Hasan Çakı Efe görevi devralacak. O nedenle ben, dersler başlayana dek dinlenmiş olacağım. Şurada iki üç gün belli hareketleri tekrarlatayım da hepten unutmasınlar.
Zil çalana dek yanında kaldım. Birlikte döndük. Kuşkulanır gibi olmuştum, Alınganlığımdanmış, "İyi günler!" dileyerek ayıldık.
Kahvaltıda Ekrem bize katıldı; Hüsnü haklıymış, Ekrem, gidip öğrencilere uğrayacakları yerleri, muslukları, tuvaletleri, toplantı yerlerini, yemekhaneyi göstermiş. Gene de ben sordum:
-Her sabah gidecek misin? Ekrem güldü.
-Benden bu kadar, onlar kendilerini Kayserili sayarlar, bilirsiniz Kayserililer pastırmacıdır. Herkes onların koyunu, sığırı kesip pastırma yaptıklarını bilir. Oysa onlar kendileri, pastırmadan hayvan yapmakla övünürler. Şaka bir yana Kayserililer uyanık insanlardır, söyleneni çabuk kavrarlar.
Ekrem'i rahat, neşeli gördüğüme sevindim. Konuk ekipler, tatile giden öğrencilerin yerine oturdu. Beşikdüzü ekibi tam karşımızda. Öğretmenleri masalarında oturuyor. Ekrem tanışmış:
-Arkadaş, Bedeneğitimi öğretmeni ama en az benim kadar inşaatçı. Gerçek inşaatçı bir arkadaş sonradan katılacakmış. Gelen arkadaş çok şakacı, iyi bir insan olduğu hemen belli oluyor. Çocukların herbiriyle ayrı ayrı ilgileniyor. Gelen öğretmen için "Bedenci!" deyince dikkatli baktım:
-Bu öğretmen 1941 yazında da gelmişti! deyince Ekrem Ula:
-Ben de senden soracaktım, belki anımsarsın, onun ikinci gelişiymiş.
Salona gidince birden yalnızlık duygusuna kapılır gibi oldum. Oysa hep böyle yalnız kalmak isterdim. Geçmiş günlerde ardarda konukların gelmesi benim ruhsal plânımı bozdu mu ne? Kendimi toparlayıp uzun bir süre Hanon'la didiştim. Hiç bir zorluğu yok ama sesleri temiz çıkaramayınca teneke tıngırtısına dönüyor. Notalar, ayna gibi düzenlenmiş adeta ses aynası, yerini bulmayan ya da denk basmayan bir parmak ortada kalıveriyor. Geçen gün gelen Ahmet Kutsi Tecer, kapaktaki virtuöz sözünü görünce bir "Hııı!" çekmişti. Ben üstünde durmuyorum ama sanırım o sözü lâf olsun diye yazmamışlar. Virtuöz, yetişmiş, bu işin ustası anlamlarını taşıyor. Faik Canselen Öğretmen Virtuoz için:
- Bir müzik eserini bestecinin istediği ölçüler içinde üstün teknikle çalabilen usta çalgıcılara takılan bır sıfat! demişti.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Öğle yemeğinde Konuk ekip öğretmenleriyle birlikte oturduk. Ömer Öğretmen öğrencilerinden ayrılamamış. Eşi Sabiha Öğretmen bizimle oturdu. Konuşmalarını biraz savruk gibi buldum. Çok konuşkan ama konuşmalarının çoğu erkekleri eleştirmeye yönelik. Bizim bayanlar biraz çekingen durdular. Eşiyle öğrncileri kalkınca o da izin isteyip gitti. Arkasından Bedia Öğretmen kendini tutamadı:
-Hiç sevmem böyle konuşanları. Bizde böylelerine cazgır derler dedi. Ekrem'in tepkisini beklerken o cazgırın anlamını sordu. Cazgır üstüne değişik anlamlar öne sürüldü. Çok konuşan, korkutucu-ürkütücü sözler söyleyen, Pehlivan güreşlerinde pehlivanları överek yanıtan, v. b. ...Sonunda Ekrem, fikrini azıcık tepkisel olarak:
-Sabiha Öğretmene bu sıfatların hiç biri yakışmadı, o, konuşur ama işini de bir güzel yapar! deyince susuldu.
Odamıza gidince Ekrem bir süre söylendi:
-İnsan nezaketi bir yana bırakıp konuşacak olsa bunların hiç biri ortalığa çıkamaz. Amcalarının, dayılarının ricalarıyla, minnetiyle buraya sığınmışlar, şuna buna kulp takıyorlar! Ekrem haklıydı ama, bu denli ağır arkadan konuşacağına, yüzlerine hafifçe söyleseydi gibilerde düşündüm. Ne yani:
-Öğretmen arkadaşlarım, İzmir ya da Manisa'dan Pazarören'e atanınca severek gitmiş. Yıllardır orada çalışıyor. Yetiştiği çevresinden, arkadaşlarından ayrılmış, kendisine yabancı bir yöredeki insanlara uyum sağlamış. Bu kolay bir durum değil. Belki bundan dolayı karşılaştığı insanlarla konuşma gereksinimi duyuyor! deseydi daha etkili olmaz mıydı? Arkadan konuşmanın bir anlamı var mı?
Salonda mandolin çalışması yaparken Öztekin Öğretmen geldi. Öğrencilerin mandolin tutuşlarını eleştirdi. Ben çalıştırmaya başladığımdan beri sandalyede çalıştırdığım için ayakta çalma denemesi yaptırmamışım. Öğrencileri ayağa kaldırıp çaldırdı. Doğal olarak bir takım aksaklıklar oldu. Öğretmenlerin ders yaparken mandolini ayakta çalacağını söyledi. Karşılık vermeyi düşündüm ama vazgeçtim:
-Çocuklar, daha ikinci sınıfta, üstelik mandoline yeni başlamışlar. Öğretmen olduklarında hem mandolin çalmayı öğrenecekler hem de yetişkin olacaklar. O zaman gerekeni yaparlar. Oysa şimdi otururken bile doğru tutmakta zorlanıyorlar! diyebilirdim,
Fuat Baymur Öğretmeninin keman önerisine aklı takılmış, Fuat Baymur İlköğretim Şube Müdürü, Yüksek Bölümün programı hazırlanırken o da sürekli olarak komisyonda bulunmuş. Komisyon üyelerinin listesi Öztekin Öğretmende varmış. Listede Fuat Baymur adını görünce küplere binmiş. "Adama bak, o zaman susmuş, şimdi bülbül kesiliyor!” dedi. Bana, Fuat Baymur'un kitaplarını okuyup okumadığımı sordu. İki kitabını okuduğumu söyledim.
Ayrılmak üzereyken:
-Gece konserine gider misin? diye sordu. "Gidip gelme zorluğu olmasa her zaman giderim!" deyince:
-Öyleyse hazırlan, akşam saat 18 treniyle gidip gece saat 24'te Kayseri-Erzurum treniyle döneceğiz, Halkevi'nde ünlü Fransız piyanistinin resitali var! dedi. Resitalin ne olduğunu öğrendim ama gerçek bir resital izlememiştim.Sahiden çok istekliymişim, düşündükçe bir engel çıkarsa kaygısı yaşadım. Hiç bir engel çıkmadı, Ankara'ya inince bir süre Gençlik Parkı'nda oturduk. Karınca gibi insan kaynıyor. Ulus Meydanı'ndaki lokantaların birinde yemek yeyip Halkevi'ne gittik. Salon tıklım tıklım. Piyanist daha önce de gelmiş, sevilmiş olacak ki, bunca izleyici var. Alkışlar başlayınca genç biri sahneye çıktı.
Piyanist Samson François
Selâmladıktan sonra sandalyesini ileri geri oynatıp başladı. Başlarken daha anladım, 1. parça, Hayvanlar Karnavalı. Uzunca bir beste ama küçük parçalardan oluştuğu için izleyenleri sıkmıyor. 3. Beethoven'de Pastoral Sonat o:15. 4. Parça olarak Franz List'in ünlü Rapsodisi. 5. Parça olarak Claude Debussy, Arabesques. Konser burada biter gibi oldu ama alkışlar sürünce piyanist "Chopeeeen!” deyip bir numaralı Büyük Valsini çaldı. Alkışlar gene kesilmeyince bu kez Franz Schubert'in Moment Muzikal'ini çaldı. Kalkıp selâm verdi, alkışa falan bakmadan yürüyüp gitti
Konser oldukça uzun sürmesine karşın vaktinden önce İstasyona vardık. Gece treni olduğu için gar nerdeyse boş gibi. Ortalığı böyle görünce arkadaşlarla da gece konserlerine gelebileceğimi söyleyince Öztekin Öğretmen hemen:
-İşte olmaz, onun sorumluluğunu ben alamam. Seninle gelmemin nedeni sen güvenilir bir arkadaşsın, ben sana öyle bakıyorum. Arkadaşlarının da hiç biri için ayrı ayrı güvensizlik duymuyorum ama hepsi bir arada olunca durum değişiyor. Ankara'nın içinde bile olsak öyle bir durumda riske kimse girmez.
Saat gecenin yarısı olmuştu, sessizce kulübemize girdim. Bizimkiler Tonbergi kapatmamış çat-çutu dışarlardan duyuluyor. İlk işim onu kapatmak oldu. İlgimi çekti, radyo kapanmış, çatırtı dışarlardan duyuluyor. Bizimkiler duymuyor. Ekrem uyandı. "Ben mi uyandırdım, özür dilerim” deyince Ekrem:
-Yok arkadaş sen değil, radyo kapanınca uyandım! deyince gülmekten kendimi zor tuttum. Gürültüde uyuyor, sessizlikte uyanıyor!
14 Temmuz 1944 Cuma
Uyanır uyanmaz sorguya çekildim, "Konser nasıldı? Ne konseriydi? Nasıl gittin geldin?" Fransa'dan gelen bir piyanist!” deyince de:
-Şaşırdın mı sen, akşam sabah piyano başındasın, insan bir piyano için gecesini harcar mı? gibisine mantık yürütüldü. Sıtkı Şanoğlu Öğretmenin gelme demesine karşın oyun alanına gittim. İyi ki gitmişim, Müdür Rauf İnan hemen damladı. Şeker çocuk Hasan Tekin, demeden akordiyonu getirmiş. Akordiyon elimde beklerken gelen Rauf İnan olaydan haberli belli, hem günaydın dedi hem de;" Bazen böyle değişiklikler olur!" deyip geçti gitti. Spor hareketleri bitince katılmış gibi döndüm.
Kahvaltıda Sabiha Öğretmen gene bizim yakınımıza oturdu. Salt konuşmuş olmak için Pazarören'e giden arkadaşları sordum. Halil Basutçu, Yusuf Asıl, Zekeriya Kayhan diye adlarını sıralarken, adlarını karışırdı ama özelliklerini belirtince Yusuf Asıl'ın rahatsız olduğunu söyledi. İnanmadım; altı yıldır bir aradayız, benim gibi, genel kontrollar dışında revire gitmeyen bir arkadaştı. Sabiha Öğretmen de fazla bir şey söyleyemedi. Eşi için:
-Ömer daha iyi bilir konuşursunuz! dedi. Bu kadarcığı yetti bana:
-Yusuf, buradan ayrılmak üzereyken başına sarılan hırsızlık olayının etkisini atamadı. Tersine, olay iyice aydınlanmadan buradan ayrıldığı için kalanların onu işin içinde sayacakları kuruntusundan kurtulamadı. Gün geçtikçe kuruntu içini yiyerek hastalığa düşürdü. Ben öyle yorumladım. Hemen uzunca bir mektup yazdım. Mektuba düşüncelerimi yazdığımdan başka suçlunun okuldan uzaklaştırıldığını da anlattım. Mektubu atmadan Ömer Epçim Öğretmenle de konuştum. Gerçekten rahatsız olan Yusuf Asıl'mış. Yusuf'u Hüsnü Yalçın da çok severdi. İkimiz de hasta olacak derecede üzüldük. Bu üzüntümden, olaya neden olan Durmuş Ali Uğur'un okuldan nasıl ayrıldığı üstüne düştüm. Bu tür işlerle ilgilenmez ama duymuş olabileceğini düşünerek önce Hidayet Gülen Öğretmenden başlayark, Mustafa Güneri, Sıtkı Şanoğlu, Mahmut Öztekin, İzzet Palamar, Şeref Tarlan gibi okul yönetiminin yetkili kişilerine sordum. Yüksek Bölümden bir kimsenin ceza alıp almadığından haberleri olmadıklarını söylediler. Bu kez, her gördüğü yerde bana Hemşerim diye takılan Yüksek Bölüm Eğitimbaşı Hürrem Arman'a sordum. Hürrrem Arman, beni Durmuş Ali Uğur için soruşturuyor sanarak:
-Onun yaptığı doğrudan ceza kanunu kapsamına giren bir suçtur. O, affedilmesini beklemesin. Gittiği yerde derinliğine düşünsün de dönünce bakalım kendini nasıl savunacak?Ona göre işlem yapacağız.
Daha önce varsayımlarla bir sonuca varmıştım:
-Durmuş Ali Uğur Müdür Rauf İnan tarafındn korundu. Cezasız olarak, kendi isteğiyle öğretmenlik istedi, gitti. Belki de iki yıl sonra çıkıp gelecek. Duyduğumuza göre geçen yıl yarı yıl içinde köyüne dönenler, isterlerse gelip hem de ikinci sınıfa devam edebilecekmiş. Bunu Kızılçullu çıkışlı Hicri Kızık adlı arkadaş söyledi:
-Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç'la konuştum. Ders yılı başında gel, ikinci sınıfa devam et dedi. Askerliğim var! dediğimde ise:
-Öyleyse askerliğini bitir gel!demiş olduğuna göre Durmuş Ali Uğur neden gelmesin? Hicri Kızık'a ben inanırım; bizim bir ortak yanımız vardır, o da benim gibi akordiyon sevdalısıdır. Müzik sevenler, insan kandırmaktan zevk almaz. Onların zevkleri ses güzellikleriyle doyum sağlar.
Yusuf Asıl'a üzülürken işin neresine saplandım? Yusuf için varsaydığım iç kuruntularım beni de kemirebilir. Pikaba koydum Saint Saens Camille'in Hayvanlar Karnavalı'nı. Dinledim ama o güzelliği pek bulamadım. Salt piyanonun do, re, do, re, do, re, mi, fa, sol, la, si, dooo!do, si, la, sol, fa, mi, re, do olarak duru duru aktığı yerler azıcık dikkatimi çekti. Hiç değilse orasını çalayım deyip piyanoya oturdum ama parçada su gibi akan sesler bende dangır, dungur, dangır, dungur olunca kulaklarımdaki Samson François'nin güzelim sesleri de silindi gitti. Faik Canselen Öğretmen:
-Piyano çalmak parça çalarak öğrenilmez, etüt çalışarak öğrenilir. Konservatuvarda senin gibi bir iki yıllık öğrenciler hiç parça çalmazlar ama piyanoyu öğrenmişlerdir. Eline aldıkları parçayı çalmakta da zorlanmazlar. Sen geç başlamanın verdiği özlemle parça çalışıyorsun, bunda haklı olabilirsin, ancak o zaman işin azıcık zorlaşıyor, bunu bilmelisin! demişti. Öyleyse, bu bilmem kaçıncı karar, “parça çalışmayı 2. plâna it, Hanonu çalış!” dedim. Hanonu açtım. Parçayı ezberleyip hamura çevirmeden geçmek yok! "Silbaştan" edip ağır ağır başladım. Oysa ben 16 numaraya dayanmıştım. Dikkatle baktım, daha birincide falsolarım var; sol yüzük parmağım tuşa dik vurmayıp adeta sürünerek tuşun üstünden geçiyor. Parmağıma çıkıştım:
-Yok öyle şey, çekiç gibi üstten tık tık tuşa vuracaksın! Uzun süre elimi tuşlara kapatıp sol küçük parmağımla yüzük parmağımı alıştırdım. Alıştırdım, diyorum ya tam alışmış değil, dikkatimi onlar üstünde toplamaya başladım. Çalışmamda hemen bir değişme oldu. Az da olsa bu değişme beni, yeni anlayışımda umutlanırdı.
Yemekte buluştuk. Hüsnü Halil Basutçu'dan mektup almış. Mekup kısa ama, Yusuf hakkında söyledikleri beni kanıtlar gibi. Halil Basutçu:
-Yusuf yolda çok neşeliydi, okula inince de o neşesini sürdürdü. Böylece, yerleşip işlere alışırken arkadaşın önce elinde, yüzünde şişmeler oldu. Buna üzülürken tüm bedenini şişkinlikler kapladı. Doktor çare bulamayınca hastaneye gitti. Orası da teşhis koyamayınca, arkdaşın morali iyice bozuldu. Ankara'ya gönderilmesi söz konusu, gidince tekrar yazarım. Görürseniz çok sevinir, hepinizi görmek istiyor.
Duyunca çok üzülmüştük, üzüntümüz kat kat arttı. "Gözleri yollarda kaldı!" sözünün tam anlamıyla gözlerimiz yollarda kaldı. Arkadaşların işleri yoğun, buluşup konuşmak söz konusu değil. Birlikteliğimiz yemeklerde, bir de paydostan sonra kendi kulübemizde oluyor. Akşam olunca her telden çalar gibi her konuda tartışırken Yusuf Asıl üzüntüsü bizi bir noktada buluşturdu, konumuz Yuuf Asıl. Arkadaşların açık açık Yusuf'un hastalığını konuşmasına karşın ben için için Okul Müdürü Rauf İnan'ın suçlu Durmuş Ali Uğur'u korumasını da olayın bir parçası hatta asıl nedeni olarak düşünüyorum. Yanılmış olacağımı (yarı yarıya) bile bile suçlu cezalansaydı, Yusuf mutlu olacak, daha dirençli olarak sağlığını koruyacaktı. Böyle düşünüyorum ama bunu arkadaşlara söyleyemiyorum. Okul Müdürü Rauf İnan'ı sevmediğimi biliyorlar. Söz konusu olanları da benim gibi bir tüm olarak düşünmezlerse, doğrudan Rauf İnan kini olarak düşünürler, onların gözünden düşerim kaygısı taşıdığımdan açık açık yüreğimdekini söyleyemiyorum. Nitekim bir ara "Çakarın paltosunu götürseydi belki hastalanmazdı!” dedim ama arkadaşlarda bir tepki uyandırmadı. Tersine, Ekrem Ula, Kızılçullu'da bir arkadaşlarının ansızın ölüşünü, Hüsnü Yalçın da bizim Kepirtepe'de Ruşen Baksi'nin ölümünü anlattı. Üzücü konuşmalardan sonra yataklarımıza çekilerek uyuduk. Uyuduk diyorum ama doğru değil, Yusuf'u ben kardeşim gibi severdim. Yeğenim İsmet'in Ahret arkadaşıydı. Kepirtepe'ye yakın köydeki Amcamlara birlikte gidiyorduk. Yengem Yusuf'u öylesine severdi ki, "Gelinim olacak kızı ben seçeceğim, sakın o sizin kesik saçlılara gönül verme, benim gelinim en az dört belikli, beline dek uzun saçlı olacak!" diye koşullar koyardı. Yusuf'un okulumuzdaki kızlardan Feride'ye eğilimi vardı. Feride de bunu biliyordu. Yusuf işi cıvıtmadan Feride'nin okulu bitirmesini bekleyecekti. (Feride 2 sınıf küçüktü.) Yusuf da marangozluk grubundaydı. Grup çalışmalarında hep birlikteydik. Bunları sinema filmi izler gibi beynimden bir kez daha geçirdim. Bunca etkilenmeme karşın bir yandan da bunun şaka ya da yanlış bir haber olabileceğini umudumu sürdürdüm.
15 Temmuz 1944 Cumartesi
Bu sabah rahatım ancak akşamki burukluk kendini belli ediyor. İsteksiz bir tavır içinde kahvaltıya gittim. Sabiha Öğretmen oldukça neşeli, bizimle oturdu. Nedense bu sabah bana takıldı. Gezide gördüğüm 3 Enstitüyü karşılaştırmamı istedi. Yolu dışında en düzenli onlarınki olduğunu söyledim. Oradaki bayan öğretmenlerin de kendisi gibi karşısındakilerle konuşan, bildiğini anlatan, bilmediğini soran kimseler olmadığını anlattım. Ekrem Ula, konuşmamı kesmek için araya girerek:
- Gelgelelim yolu! deyince ben kenara çekildim, onlar yeni plânlardan, Kayseri-Maraş bağlantı yolundan, Afşin tren tren hattndan söz ettiler. Ben izin isteyip ayrıldım. İyi ki ayrılmışım trene ucu ucuna yetiştim. Trene binince rahatladım. Yine Yusuf Asıl'ı düşündüm. Yusuf’la aramızda 6 yaş fark var. O Kepirtepe'deyken ben ona arkadaş değil bir tür koruyucuydum. Onun asıl arkadaşı yeğenimdi. Aralarında ayrılık yapmaz, ikisini de korurdum. Buraya gelince Yusuf, kendine yaşdaşlar buldu. Bölümü de farklı olunca bir bakıma benden uzaklaştı. 1941 yılında öteki Köy Enstitülerinden ekipler gelince onların oyun havalarını çalardım. Güzel oyunları vardı, o zaman bizim arkadaşlar da katılıp öğrensin dediğimde Yusuf koşarak gelmişti. Burada da onu konserlere çağırdım, gelmedi. Onun yerine Halil Dere'yi alıştırdım. Böyle bir uzaklaşma olmasına karşın eskisi gibi yakınlığım sürüyor. Cebeci'ye dek bunu düşündüm. Konservatuvara doğrulunca Samson François'nın tınıları kulaklarıma gelir gibi oldu.
Faik Öğretmenle karşılaşınca, hemen onu sordu:
-Konser sonunda konuşmadık, nasıl buldun? diye sordu. Arkasından da “sanatçıların çoğu, sanattaki üstünlüklerini bir takım pozlar takınarak göstermeye çalışırlar. Bu onlardan değil, çok efendi, onların diliyle centilmen bir insan!” diyerek beni bu kez arka odalardan birine götürdü. Öğrencilerin çalışma odalarını görmemi istediğini söyledi. Odaya girdik. Oda oldukça küçük gene de piyanonun çevresinde insan girecek boşluklar var. Piyanonun iki oturağı var, piyanonun üstü nota dolu, ancak karma karışık. Faik öğretmen güldü:
-İşte sen olsan buna katlanamaz toplarsın, bunlarda o düşünce yok. Hoş, buraya tek kişi değil günde en az dört öğrenci gelir, her birinin notları farklı olduğundan sayıları çoğalır. Demem o ki, işi biten piyanonun üsüne atar gider. İçlerinden hiç birisi bir gün olsun bunları bir düzene koymayı düşünmez. Ders veren öğretmenler de böyle yetiştiği için farklı düşünmezler. Bir başka gün boş olursa bir başkaya gidelim, göreceksin orası farklı olacaktır. Çünkü oraya bir Alman girer. Ne yapar ne eder o odada notalar düzenlenir, herkesin notası da ayrı yerde durur.
Öğretmen konuşurken kapı açıldı, genç bir bayan Faik Öğretmeni selâmladı, özür dedi. Faik Öğretmen karşılık olarak gülerek:
-Gel bak, kendinle ölçme, sen bir piyano virtüözüsün, geçen yılın kasım ayında piyanoya oturan birini düşünerek değerlendir.
Genç bayan, "Estafurullah! O sizin takdiriniz, teşekkür ederim, sağolun!” deyip yandaki sandalyeye oturdu. Faik Öğretmen bu kez de bana:
-Eh İbrahim, seni övdüm, beni mahcup edersen vay haline! deyip önce istediğim bir parçayı çalmamı istedi. Gözlerim kararır gibi oldu, Kendimi toplamaya çalıştım. Mozart 331 Kv. girişten başladım 1. 2. 3. çeşitlemeleri çaldım. Devam edecektim, genç bayan alkışladı, arkasından Faik Öğretmen sordu:
-Nasıl? Genç bayan:
-Sonunu beklemeden alkışlamamdan fikrimi anlamış olacaksınızdır! deyince bu kez Faik Öğretmen genç bayana:
-İşte bu, bunun gibi birkaç arkadaşı için sizi istiyoruz. Gelin birlikte çalışalım. Gitmek gün kayıbı diyorsanız onlar size gelir. Genç Bayan:
-Üzgünüm bu yıl olur! diyemem ancak seneye seve seve, hele siz de orada olacaksınız, şimdiden söz veriyorum! Bayan izin isteyip ayrılınca Faik Öğretmen:
-Şansımız varmış, kendisi çıktı geldi, ben onu arayacatkım. Burasını üstün başarıyla bitirdi, çok yetenekli bir piyanist! deyince konserinde dinlediğimi söyledim. Faik Öğretmen hayretle sordu:
-Ne zaman? Bitiriş konserlerine geldiğimizi anımsattım. Öğretmen de anımsadı:
-Doğru, anımsadığına göre ötekilerle aradaki farkı sezmişsindir. Önemli engel dediği evlilik, bence acele ediyor, ya da ailesi öyle istiyor , köklü bir aile çocuğu. Bir iki yıl içinde Avrupa'ya gidecek, başını bağlamak istiyorlar. Öğretmen bu kez:
-Piyanosunu dinlediğine göre sen onun adını biliyordun:
-Selçuk Evrenoz ya da Evrenozoğlu, deyince Faik Öğretmen gülerek:
-İşte bu dikkatini onun ellerinin tuşlar üstündeki hünerinde de kullanırsın. Gelecek yıl da olsa gene bir yıl birlikte çalışacaksınız, az sayılmaz, Hem Öztekin Bey seni bırakmak istemez, onun çok işini gördüğünü söyleyip duruyor, bırakmayabilir. Sağlık olsun, bunlar bizim temennimiz.
Faik Öğretmen bundan sonra Pathetique Solnatın giriş (Grave) bölümünü çaldı, arkasından bana da çaldırdı. Molto allegro bölümünü tekrar çalışmamı söyledikten sonra:
-Ondan sonra bütününü birden çalış, biliyorsun sonatlardaki çalışmamızı öyl konuşmuştuk, önce parçaları ayrı ayrı sonra da tümünü birden dinleyip, sonra da sürekli çalışmaya bırakacaktık. Faik Öğretmen “az önce çaldığım Mozart Kv. 331'in özel bir temposu olacak. Varyasyonlar sonatlar gibi birbirine bağlı parçalardan oluşmaz, her parça bizim alaturkalar gibi ritm değiştirebilir. Bunu biraz da çalan renklendirir” deyip farklı farklı çaldı. “Yine Beethoven'den seçelim mi?” diye sordu. Arkasından da girişi çalıp:
-Al sana grave daha!" dedi. Arkasından düzeltme yaptı:
-“Bu o kadar değil canım, Adagio, biraz daha farklı” deyip kalktı. Az bir işi olduğunu, beklersem birlikte çıkabileceğini söyledi. Bekledim. Birlikte çıktık. Bu kez de beni köftecilere götürdü. Köfte yerken çocukluğunu, gençliğini anlattı. Bana göre daha zor bir çocukluk dönemi geçirmiş. Ablamlar gibi 1911 yılında doğmuş. (Not. Ölümünde bu tarih 1908 gösterildi) Bir-iki yaşında Balkan Savaşı, 5. yaşında başlayan Büyük Savaş, devamı sayılan ılım, ardından gelen Kurtuluş Savaşı ile 12 yıl. Faik Öğretmen 11 yıl savaş içinde yaşamış. Hem de yurda yeni göç etmiş bir aile çocuğu. Kesin olarak şuralıyım bile diyemiyormuş. Salt nüfus kağıdında Kırklareli yazıyormuş. Onun için o da, Kırklareli'yi söylüyormuş ama Kırklareli'nin de kırkını ne de elini bilmiyormuş. Köfteciden çıkınca ayrıldık. Ancak Faik Öğretmen için üzülür gibi oldum. Şimdi anlattıklarını daha önce de anlatmıştı. Öyleyken bugünkü anlattıkları beni daha çok üzdü.
Ulus'a inince Kızılırmak Kıraathanesine uğradım. Tanıdık bir yüz görmeyince yeni sinemaya gittim. Errol Flynn'ın filmi İngilizce alt yazılı. Yazıyı okuyup kişilere bakmaktan hoşlanmıyorum Errol Flynn elinde kılıç, yüzünde maske astı kesti ama kimi niçin kesti? Ancak sonunda güzel bayanı kurtarıp kolunun altına alınca filmin iyi bittiğine karar verdim. Zaten bazı zevzek izleyiciler alkışlayınca Errol Flynn'in kazandığı kesinleşmişti. Kitapçıları gezdim, Yıldız mecmuası aldım. Yıldız'da da Errol Flynn vardı, doğum yeri olarak Avusralyalıymış. Halil Basutçu'ya Yusuf için mektup hazırlamıştım, onu attım. Milli Eğitim Bakanlığı Klasik kitaplar dizisine baktım.
Goethe'nin iki kitabını aldım, Wilhelm Meister, Wilhelm Meister'in Çıraklık yılları. . Kitaplarımı alıp Gençlik Parkına indim. Park sözün tam anlamıyla cıvıl cıvıl. Trene de daha çok var. Enine boyuna dolaşarak rahat bir yer aradım. Sonunda gönlümce bir yer buldum. Önce Yıldız Mecmuasını karıştırdım. Tarla Güzeli (Donna Reed) olarak bir bayanın resmi. Tarla Güzeli sıfatı beni şaşırttı. Tarla dediğin saplı ikenli yer olur, onun ne ayakları ne de giysileri tarlaya uygun değil. Köydeki tarlaları düşledim, hububat türü ekilmişse insan boyu, buğday, çavdar, arpa, yulaf. Kazma türü, mısır, gündöndü, afyon ekilmişse onlar da insan boyu büyür. Kavun, karpuz ya da kabak ekilirse onların içinde gezmek de koşullara bağlı. Ekilmemiş andız ya da nadassa onun içinde dolaşmak ise hiç bir anlam taşımaz. Yalnız kalınca en küçük bir çağrışım beni köye götürüyor. Yoksa ben köyden kopamayacak mıyım? Hasan Amcam çocukluğunda okumuş, orada iş bulmuş derken bir gün köyüme yakın, deyip Kırklareli'ye gelivermiş. Sonradan çok pişman olmuş ama iş işten geçmiş. Şimdi beni uyarıyor:
-Sakın ha! diyorsa da ben bunları unutup köye kayıveriyorum. Bu bayanın resmine bakınca da köyde kime benzediğini, araştırmaya, kalkıştım. Arzu, Gülsüm, Cemile, Fatma, Zühre, Emine, Şerife, Elfide, Elif, Gülfide, Zeliha, Feride, Necmiye, Huriye, Mukaddes, Naciye, Hacer v. b. Her biri tarla güzelidir.
Arzu'yu düşledim, saçlarını kestirip, böyle dağıtsa, onun gibi cicili giysiler giyip kentlerde yaşasa!. .
Donna Reed
Bence bu cici bayan Tarla değil olsa olsa süs bitkilerinin, yapay çiçek bahçelerinin güzeli olabilir.
Kendi kendime, köyleri, tarlaları, bağları, bostanları, oradaki insanları, sağıma soluma çaktırmadan karşılaştırıp düşsel de olsa bir değerlendirme yapmaya çalışırken az ilerimden elinde valizle Yusuf Asıl'a benzer biri geçti. Tam ben bakarken o havuz tarafına başını çevirdi. Yol kıvrımından sola dönünce iyice kaybettim. Yusuf'un olması olanaksız deyip tarla güzeline bakarken valizlinin geri geldiğini gördüm. Kuşkusuz Yusuf olduğunu tanıyınca seslendim:
-Yusuf! Yusuf, sesin geliş tarafını tam kestiremeyince ayağa kalktım. Yusuf gülümseyerek geldi. Benden önce o bana sordu:
-Sen ne arıyorsun buralarda? O sorarken dikkatle baktım, benim tanıdığım Yusuf'tan bir başka Yusuf gibi geldi bana. Yüzüne makyaj yapılmış görünümündeydi. Sormaya dilim varmadı, hemen kendimden söz ettim, Cumartesi günleri Konservatuvara öğrenci olarak piyano dersi almaya geldiğimi enikonu anlattım Anlatmam iyi oldu, o da sakin sakin başına gelen olayı anlattı. Okulda yattığı ilk gece rahatsız oluşu tuhafıma gitti. Lüleburgaz 28. Piyade Alayındaki ilk Askerlik Kampımızda benim de böyle şiştiğimi, ancak doktorların gösterdiği ilgi sonunda bir haftada atlattığımı anlattım. Yusuf çok umutsuz bir ses tonuyla:
-Yok arkadaşım, benimki öyle bir haftada, bir ayda geçecek gibi değil. Kayseri'deki doktorlar asker doktorlardan daha deneyimlidir, hiç bir ad koyamadılar! deyince söyleyecek sözüm kalmadı. İçecek bir şey sorunca buralarda hiç bir yiyecek alamayacağını çok özel yiyecek içecek onu da belli zamanlarda alması gerektiğini anlattı. Sormadım ama okula geldiğini, bizimle kalacağını sanarak “Hüsnü Yalçın da burada, biz seni kısa sürede iyi ederiz!” dedim. Yusuf acımsı bir gülümsemeden sonra:
-Ben burada kalamayacağım, benim durumum doktorların açık açık söylediğine göre Ankara ya da İstanbul'daki birkaç büyük uzmanın teşhisine bağlıymış. Küçük bir hata ölümüme ya da sakat kalışıma yol açarmış. O nedenle hemen Ankara Numune Hastanesine görünmem gerekiyor. Bunun için de okula gidiyorum. Kayseri’dekiler beni sevkedemediler. Göreve başlamadığımdan memur sayılmadım, öğrencilik durumum sürdüğümden burası sevketmeliymiş.
Dondum kaldım ama gene de susmadım, olasılıklar öne sürdüm. “Yarın pazar mazar evrakını yaptırır, pazartesi günü erkenden Numune Hastanesinde olursun!” Yusuf bundan sonra ancak gülümser gibi oldu. Birlikte gitiği Halil Basutçudan, İbrahim Şen'den,Zekeriya Kaydan'dan söz etti. Okul Müdürü için "Vicdansız bir gösteriş domuzu. Okulda hemşire yok, ilâç dolabı bile yok. Pazarörende de öyle. Sadece çocukları köle gibi korku zoruyla çalıştırmasını biliyor. Öyle bir yere gitmediğine şükret, çıldırırsın. Halil Basutçu arkadaşındır, ona mektup yaz, güzel duyulara özlem çekiyor!” dedi. Vakit yaklaşınca kalktık, ağır ağır trene yetiştik. Yusuf, trende daha çok 1941 anılarımızı tekrarladı. Hasanoğlan'a inince bizim kulübeye gittik. Ekrem de, Hüsnü de, candan karşıladılar ama Yusuf''un aklı okul müdüründeydi, o nasıl karşılayacak? Onu bildiğim için Hüsnü ile birlikte Yusuf 'u önce Eğitimbaşımız Hürren Arman'a anlatmayı yararlı gördük. Yusuf kaygılı olduğu için revirde kalmak istiyor. Hürrrem Arman Öğretmenler Lokalinde bol mezeli masasında çakırkeyf, beni dinleyince üzüldüğünü söyleyip pazar olmasına karşın yarın bir ara uğrayıp kendisiyle görüşeceğini söyledi. Gelsin görüşelim ya da gelsin kendisi konuşsun bile demedi. Çıkınca Yusuf'a yalan söylemek zorunda kaldım:
-Müdür Beyle görüşmemizi önerdi, Müdürbey doktorları çağırtır! dedi, gibisine bir oyalamayla müdür odasına çıktık. Bu saatte Müdür'ün odasında olması olanaksız biliyorum ama onları bulamadığımızı söyleyip Hemşire Abladan Yusuf'u revire aldırmayı düşünüyordum. Bu da olmazsa Hidayet Gülen, Mutafa Güneri ya da Mehmet Öztekin Öğretmenleri sıralayacaktım. Umutsuzca çıktığımız Müdür Odasında Rauf İnan masasında elinde cedvel çizgiler çiziyordu. Kapıyı vurunca, baktı, gülümseyerek:
-Gecenin bu saatinde evden kalkıp niçin geldiğimi düşünürken siz geldiniz, hayırdır inşallah, buyurun! dedi. Sözü alaylıydı ama önce beni sonra da Yusuf'u dikkatle dinledi. Üzüldüğünü söyledi. Yusuf'un Memurin Kanunu gereği Kayseri'nin hastaneye sevkinden söz etti. Yusuf da orada göreve başlamamış sayıldığını buradan gittiğinin ilk gecesi sabahında yataktan kalkamaz durumda olduğunu anlattı. Müdür Rauf İnan gerçekten üzgündü. Ancak halâ:
-Şu anda benim öğrencim değilsin, ama kalbim seninle, pazartesi buna bir çare buluruz deyince Yusuf yıkılır gibi oldu. Bu kez de ben:
-Müdür Bey bu arkadaş öğretmen olmanın sevinciyle uçarak gitti ama bence o buradayken daha yüreğinden yaralanmıştı!
Müdür Bey yüzüme baktı, "Ne o, serde müneccimlik mi var yoksa?” deyince “Müneccimlik falan değil, psikoloji okuyoruz. Trene binerken bir insan arkadaşlarının ona palto hırsızı olarak baktığını düşünerek giderse içi rahat eder mi? Olaya bir de bu açıdan bakalım!” deyince birden bana dönerek:
-Ne paltosu? diye sordu. Olayı, Müdür Bey bilmiyormuş gibi anlattım. O da yeni duymuş gibi dinledi. Zile bastı, gelen nöbetçiye:
-Git hemen doktor Hulusi Beyi al gel! dedi. Ayakta duranYusuf'a yer gösterdi. Doktor yakındaymış, gelince Müdür olarak konuştu:
-Doktor Bey, arkadaşımız Kayseri Pazarören'den geliyor. Kayseri, hastalığına bir teşhis koyamamış, arkadaşın morali çok bozuk, hemen revire alın, evraklarını hazırlayalım, Numune Hastanesine yatırılsın. Doktor:
-Peki Müdür Bey deyip Yusuf'a sarılırca koluna girip kapıya döndürürken Müdür Rauf İnan Yusuf'la ikimize bakarak:
-Bakın dostum, siz bir şey söylemeden ben size bu satte buraya neden geldiğimi bilmediğimi söylemiştim. Çok hayırlı bir iş için gelmişim! Yusuf'a da:
-Atalarımız, "Allahtan umut kesilmez!" der. Sakın sakın kaygılanma, Doktor Hulusi Bey seninle birlikte olacak!
Bana da: “İçin rahat olsun, arkadaşın emin ellerde, doktorlarımız, revirimiz, değme ilçelerin hatta bazı illerin sağlık kurumlarına bakarak daha mükemmel sayılır, doktorlarımız da öyle!...”
Teşekkür edip ayrıldım. Ancak teşekkürüm yankı bulmayınca üstünde uzun boylu durmadım. Hüsnü Müdür odasına girmemiş ya da kapıda az bekleyip döndü sanmışım. Meğer dönmemiş, çıkınca boynuma sarıldı: Yusuf'u severdin, sevginin en büyüğünü gösterdin, diretmeseydin o da Hürrem Bey gibi savsaklayacaktı! dedi. Ben bir görev falan yapmadım, yapılması gerekeni çabuklaşırdım. Arkadaş revirde daha rahat edeceğini düşünüyor, neden revirde yatmasın? Olayı Ekrem dinleyince bana:
-Sen işin püf noktasını bulmuşsun, Durmuş Ali'yi anımsatmasaydın Yusuf şimdi burada olacaktı. Rauf İnan Durmuş Ali Uğur'u korudu, o konuda suçlu olduğunu bildiği için hem vicdanen hem de görev sorumluluğu baskısı altında, bir yandan da olayın patlak vermesi kaygısını yaşıyor. Böyle konuşmamıza karşın olayı kolaylaştırıcı tavrı nedeniyle takdir ettik. Ya bizim hemşeri, haylaz Hurrem Sultan (!) Yusuf'u çağırıp gönül alıcı iki söz bile söylemedi. Oysa olayı çok iyi biliyordu. Eğitiminden sorumlu olduğu biri açık açık hırsızlık yapmış, Yaptığı hırsızlık arkadaşının paltosunu çalmak. İş bu kadar da değil, paltonun çalındığı duyulunca çalan kişi olan Durmuş Ali Uğur, “Bu hırsızı bulmak benim boynumun borcu, bunu bulacağım!" deyip ortalıkta dolaşmış bir kleptoman. Bu olay günlerce önce olmuş, duymayan da kalmamış. Sorumlu kişi Hürrem Arman. Hiç bir önlem alınmamış. Arkadaşlar staja dağılırken palto gelmiş, Yusuf'un valizine bağlanmış. Gideceklerin eşyaları istasyonda tren beklerken suçlu Durmuş Ali Uğur okulda bağıra çağıra hırsız aradığını söylüyormuş. Onlarca arkadaşın önünde olan bu olay görgü tanıklarının uyarısı sonucu gerçek hırsız Durmuş Ali Uğur yakayı elevermiş, Durmuş Ali Uğur'un yönetim tarafından staja gitmesi durdurulmuş. Ancak disiplin kuruluna girmeden okul müdürünün takdiriyle köyüne öğretmen olarak gönderilmiş. Arkadaşlar dağılmış durumda olduğu için olay öylece kapanmış. (Ya da öyle sanılmış) Çalınan palto Yusuf Asıl'ın eşyaları yanına konulduğundan zanlı duruma düşen Yusuf Asıl bilinç dışı etkilerle onulmaz bir şekilde hastalanmış. (*) Ancak Yusuf Hasta durumda öylesi bir karmaşık uğraşa kalkışacak durumda değil. "Denize düşen yılana sarılır!' özlü söz uyarınca kendisine yardım ettiğini düşünen Yusuf Asıl, Müdür Rauf İnan'a yaşam boyu saygı duydu (oysa okul müdürü olarak onun göreviydi). Örneğin:
MÜDÜRÜM RAUF İNAN'A YAŞAM BORÇLUYUM!
Köy Enstitüleri, çok çocuklu birer aile gibiydi. Öğrenci, personel ilişkileri çok sıcak ve candandı. Okulun bir yanındaki aksaklık hepimizi üzer, bir başarı hepimizi sevinirirdi.
Birimizin derdi hepimizin derdi, birimizin sevinci hepimizin sevinci olurdu. Yöneticimiz anamız, babamız gibi sorunlarımızla ilgilenir, çözüm arardı. Hele Hasanoğlan'daki rahmetli müdürümüz Rauf İnan'ın bu yöndeki tutumu örnekti. 1943-1944 öğretim yılı Yüksek Köy Enstitüsü birinci sınıfında okurken yaz stajı için Pazarören Köy Enstitüsü'ne gönderilmiştim. Stajda hastalanıp okula döndüm. Ankara Numune Hastanesinde konulan tanı;Nefrit (Böbrek iltihabı)Hastande bir kaç kez yatıp uzun süre tedavi görmüş, hasta çıkışı doktorların önerdiklerini yapmama rağmen hastalığım bir türlü geçmemişti. Bu nedenle öğrenimime ara vermek zorunda kalmıştım. Raporum bittiğinde okula döndüğüm yıl Rauf İnan Okul Müdür idi. Çağrı üzerine gittim. Durumum hakkında bilgi aldıktan sonra:
-Sevk yapılsın yarın bir defa daha Gülhane Hastanesine gideceksin! dedi. Bir gün sonra Gülhanede muayene oldum ama yatmak mümkün olmadı. Doktorlar verilen ilaçları kullanacak, perhiz yapacksın! dediler.
Dönüşte okul müdürünü tekrar gördüm. (Yatırmazlarsa haberim olsun!) demişti. Yatırılmadığıma üzüldü, bir süre düşündü, birden bire "Hazırlan yarın beraber gideceğiz" dedi. Devrisi gün arabasıyla beni hastaneye götürdü, Hastane başhekimi İrfan Tinaz Paşa idi. Rauf Bey, Paşa ile bizzat görüşerek hastaneye yatırılmamı sağladı. Ayrıca okulun sağlık personelini göndermek suretiyle de orada kaldığım sürece sağlığım hakkında bilgi almayı ihmal etmedi.
Belli bir süre sonra hastaneden çıkıp okula gittiğimde beni yanına alıp mutfağa götürdü, Aşçıya "Yemeklere tuz atılmadan önce bir kişilik ayıracak, tuzsuz olarak pişireceksin. Gelen etlerden de her öğün bir porsiyon pirzola hazırlayacaksın" Okul fırıncısına da her gün tuzsuz olmak üzere bir ekmek yapıp bana teslim etmesini söyledi.
Ben, böylece rahmetli Rauf İnan Müdürümün bana göstermiş olduğu bu yakın ve sıcak ilgi sayesinde sağlığıma kavuşmak ve öğrenimime devam etmek, 75 yıla varan yaşamımı sürdürmek olanağını buldum. Ruhu şad olsun!
Yusuf Asıl. (Nedim Menekşe-Köy Enstitüleri Gerçeği. sayfa 258)
(*) Yusuf'un hastalığını duyunca durumu öğrenmek için birlikte oldukları Halil Basutçu'ya mektup yazmıştım. Arkadaş bana yazdığı cevapta Yusuf''un o palto olayından çok etkilendiğini, şimdiye dek hiç içki içmeyen arkadaşın o gece çok içtiğini, arkadaşların uyarmalarına karşın değişik içkiler içtiğini yazmıştı. Ben bunlar üzerinde durmadım ama Yusuf'un hastalığının Palto olayıyla bağlantısında direndim. Böylece ortada çözülmesi gereken sorunun Yusuf Asıl'ın hastalık tedavisi doğal olarak yapılacak. Sorun bununla geçiştilemez. arkadaşın sağlığının bozulmasına neden olan asıl suçlunun bağışlanırca olayın dışına çıkarılmasının sorumlusunu saptamak. Bu ortaya çıkmadıkça Yusuf Asıl, hem o yüzden hastalanmış, hem de, palto hırsızı olarak değilse bile o olayla anımsanacaktır. Oysa gerçek hırsız mükafatlandırırca mekân değiştirilerek olay dışına kaydırılmıştır.
Yusuf hastaneye yatırıldıktan bir süre sonra Halil Basutçu'dan mektubumun karşılığı geldi. Ona göre Yusuf, o palto işine pek çok üzülmemiş ya da öyle görünmüş. Oldukça uzun süren yolculukta, (Kayseri- Sarımsaklı- Bünyan- Bünyan- Pazarören arası beklemeli kamyon yolculuğu) arkadaşlar ara ara anımsayınca Yusuf:
-Arkadaşlar, beni tanır! deyip geçiyormuş. Ancak, giderek değişik bir tutum sergilemeye başlamış. Buradan sonrası, Yusuf Asıl'ın yazdığı, KEPİRTEPE-SARAY-ÖĞRETMENLİK ANILARI kitabından:
-Sarımsaklı, hayatımda ilk sarhoş olduğum yer, arkadaşlar Kayseri'den geçerken istasyon büfesinden şarap almışlar, yemekte şişeler açıldı. O güne kadar hiç alkollü içecek almadığım için nasıl etkileneceğimi merak ediyordum. Yudumlayıp şöyle bir baktım. Fena değil, tatlımsı bir şuruba benziyor:
-Fena değilmiş, bu insanı nasıl sarhoş etmez!
-Eder, eder! dediler. İkinci bardaktan sonra bir tahtanın üstünde yalpa yapmadan yürümeye çalıştım. .
Sabah kalktığımda dinlenik gibiydim ama yüzüm gözüm şişmişti. Arkadaşlar işbaşı yaptı ben revire yattım. Doktor yok. Doktordan geçtim hemşire de yok!. . . . . . . .
Olayın bundan sonrasını biliyoruz. Ancak Yusuf'un bu içki olayını saklamasına şaştım. Bence bu içki olayı da onun Palto hırsızlığı gibi sevimsiz bir olaya karıştırılmış olmasının bir psikolojik tepkisidir. Durmuş Ali Uğur gizlenmeden ortaya çıkarılsaydı Yusuf kesinlikle bir eziklik duymayacak, tatmadığı (!)o şarabı ya da içkiyi denemeyecekti. Bu nedenle Müdür Rauf İnan'ın Yusuf'a yaklaşımı, görev duygusuyla değil bir tür vicdan-görev kusuru savunmasıdır. Buna görevi bireysel zaafa uğratma da diyebiliriz. Odasına girdiğimizde tıpkı Hürrem Arman gibi Pazartesi gününden söz etmişti. Durmuş Ali Uğur adı geçince tavırlar değişti. Çünkü suçluluk duygusu onu sarmalamıştı.
Yusuf'un bir yanılgısı! Son kez Gülhane Hastanesine yatırılışında okul müdürü Rauf İnan değil, Ali Doğan Toran'dı.
* * *
“Yüksek Köy Enstitüsü açılmasına karar verilince, Güzel Sanatlar Bölümünün eklenmesinde benim de katkım olmuştu. O zaman Vahit Lûtfi Salcı beni destekleyen yazı yazmıştı; okumadınsa onu bul oku!” diyen Hasan Ali Yücel'in buyruğuna uyarak yazıyı Varlık, 15 Ocak 1943 sayısından aldım.
Musiki ve Radyo Hareketlerimiz
Vahit Lütfi Salcı
Son haftalar içinde başlıca; Ülkü, Varlık, Radyo ve Konya mecmualarının içinde musiki ve radyo hareketlerimiz hakkında özlü ve önemli yazılar okuduk. Doğrusunu söylemek lâzım gelirse bunların hepsini de acıklı buldum. Çünkü, her şeyden önce şunu söylemeliyiz ki, biz Türk inkîlâbının gereğine yakışır zor musiki inkîlâbı yapmak görevini üstümüze almış bir nesiliz. Bu meselede yapacağımız işleri iyi düşünmek, ciddi çalışmak, küçük ve çirkin ihtisaslara ve ihtiraslara kapılmamak gayesini güderek yapmak mecburiyetindeyiz. Her işte olduğu gibi, bu işte de şahsiyet ve şahsi ihtiraslara meydan veriyor ve yapacağımıza bu gibi ulusal işleri bozuyoruz. Böylelikle İnkîlâba yaklaşmak şöyle dursun gün geçtikçe ondan uzaklaşıyoruz. Bugün, Hepimizin de bildiği gibi Musikilerimiz ve hareketlerimiz pek karışık gidiyor. Bunun sebebi, halk musikisini inkişaf ettirmeyi müttefikan kabul ettiğimiz hakde onun yanında Şark musikisinin büyük mikyasta hükümran olmasıdır. Bu tiryakiliğimizden hala geçmiyoruz. Musiki inkîlâbımızın, halk musikisinin teknikli yollardan geçerek gelişmesi kabil olacaksa, yapılan sakat hareketlerin manası nedir? Resmi müesseselerden Şark musikisinin kaldırıldığını biliyoruz. Tanınmış yüksek bir siyasî adamımız, "Cumhuriyete atılmış herhangi bir adım, geri alınamaz!" demiştir. Şu halde devlet radyosu resmî bir müessese değil midir? Radyo, "Yurttan Sesler!" ve "Halk Türküsü!" öğretiyoruz gibi işittiğimiz ses yayınları, Şark musikisine verilen yer ve ehemmiyet karşısında gölge gibi kalıyor. Hakikatte ne onlar Yurttan sesler, ne de ötekiler Halk Tüküsü öğrenmek değildir. Radyonun köylere kadar yayıldığına göre köylüler de biz de radyomuzda bizden olan sesleri isteriz. Itriler, Zekâi dedeler birer dahi olsalar bile onların yanında Hıristo, Tatyos, Arşat ve Nikoyan efendiler gibi Türk ruhuna yabancı bir çok unsurlar da vardır. Yine Itri'ler, Zekâi'ler birer dahi de olsalar, bize Türk müsikisini veremezler; aksine onlar yalnız kaliteli bir zümreye hitabeden melodiler vermişlerdir. Meselâ bir Türk çok güzel Fransızca eserler yazabilir. Fakat o eserler hiç bir zaman Türk ve Türk'ün olamaz. Böyle olunca onların "Şaheser!" diye takdim edilerek radyoda dinlenilmesinden ne fayda beklenir? Radyo, Türk musikisi inkîlâbına hizmet etmesi gereken bir müessese değil midir? O yalnız nevi göstermek değil, en çok bir devlet müzik müessesesi olduğunda ona göre yapmak istiyoruz. Müzik inkîlâbını kolaylaştıracak hizmetlerde bulunması icabeder. Netekim, Türk Halk musikisinin teknik yollarda inkişaf çaresi istihdaf edildiğine göre radyomuzda tek sesli türkülerden başka, iki sesli türküler ve idmanlar gibi sözler öğretiliyor da musiki inkîlâbını var edip yaşatack bir can damarı olan çift sesli müzikler niçin öğretilmiyor ve yapılmıyor? Boşa geçen ve bizi gelecek nesle karşı muhaeze ettirecek olan Şark musikisi fasıllar yerine bu iki sesli müzik ve bunun nevi ve şekilleri ve esas hatlarına dair konferanslar yapılmalıdır. Böyle yapılmaması yukarda anlattğım şahsi intisas ve ihtirasların eseridir.
Bunun da sebebi şark musikisine koyu bir taassupla bağlanmış olmamızda bulunur. Bu suretle yapmak istediğimiz müzik inkîlâbımızdan bilerek veya bilmeyerek kendiliğimizden uzzmklşmış oluyoruz. Müzik veya radyoya dair matbuat neşriyatına gelince: Okuduğumuz yazılar içinde: "Ülkü" Mecmuasında çıkan kompozötör Ahmet Adnan yazısının samimi tarafları çoktur. Varlık'ın 224 numaralı sayısında çıkan Sadi Yaver'in tahlili yazısı da güzeldir. Onun haklı görüşleri ve haklı şikâyetleri pek yerindedir. Konyada çıkan Konya Mecmuasındaki (A. A. zi kendi) nin radyodan şikâyetleri de tamamen haklıdır ve yerindedir. Diğer yazılar inkîlâbın ruhunu kavrayamamış fikirler mahsulü ve kelime oyunlarından ibarettir. Hele bir tanesi kavgaı lisanı ile kullanıyor. Ahmet Adnan'a çatan bu yazı usülsüz ve şiddetli olmakla beraber, Cumuriyet Gazetesinin 13 Nisan 1938 tariinde bana çatan kadar kasırgalı ve tufanlı değildir. Şark musikisi o kadar içimize işlemiş ki, musiki ve Edebiyatı Türkçeleştirmek isteyen bazı kimseler ile bu tesirden kurtulamıyor. Bir şarkı dinliyoruz ki, bunun güftesi tamamen Türkçedir. Fakat bestesi de tamamiyle şark musikisinin tamamen sıkışık eda ve kaidelerine tabidir. Bunun müellifi de kendisinin bir inkîlâp türküsü yaptığını zannediyor. İşte bir örnek:
"Ellere uzaktan bak, bana yakın gel,
Göğsüne menekşe, güller takın gel,
Kalbimin üstüye yat, cana yakın gel,
Göğsüne menekşeler, güller takın gel. "
Fakat bunu bestesi tamamiyle ağdalaşmış, şark musikisinin bir nevidir. Bestekâr, güftenin Türkçe olmasıyla bestenin de Türkçe olmuş olacağı gafletine düşmüştür. Bu nevi şarkılar, bu müzikler gittikçe çoğalıyor. Fenası şudur ki, gençlik güftenin sadeliğine ve anlatışına uyarak musikisini de benimsiyor. Böyle olunca yeniden başka istikametlerde başka çıkmazlara giriyoruz demektir. Mevzu geniş ve çok önemlidir. İnkîlâp işleriyle, bilhassa ilmî inkîlâp işleriyle şakalaşmaya gelmez. Halk musikisi işi en çok folklör işidir. Folklör ilminden anlamayan kimseler, ne kadar alim; bilgin olsalar bu işte akıllarından istifade edilemez. Meseleye Şark musikisi tiryakilerinin karışması musiki inkîlâbımız adına fecaattır. Herkes haddini bilerek yurdun ihtiyacına göre dürüst çalışmalıdır.
Vahit Lütfi Salcı-Varlık-15 Ocak 1943
Ben Vahit Dedemin yazısıyla uğraşırken, tonberg gerçekten her telden çaldı. Saptayabildiğim kadarıyla buraya yazdım; Sevim-Sevinç Tevs Kardeşler, İngilizce söyledi. Fasıl Heyeti, her telden; Hüzam, Neva Hicaz, Kürdili Hicarkâr v.b. Yurttan Sesler, adı üstünde karışık. Mefharet Yıldırım'dan Şarkılar. (her zaman söylediklerinin tekrarı. Tarihte Bugün. İstanbul Şarkıları, Yarısını Mefharet Yıldırım söylemişti. Dünyadan Haberler, Dünyada dendiğine bakılmasın çoğu bizim yurdumuzdan, ötekiler de A. B. D'den. Saat ayarı, yarınki pogram. Gözlere de kapanış. .
16 Temmuz 1944 Pazar
Gözlerim açık ama öyle uzanıyorum. Ekrem, "Hasan Çakı geldi!" dedi. Gerçekten onu dörtgözle bekliyordum ama dünkü telaşımdan sormamıştım bile. Ekrem, "Birlikte gidip bir hoşgeldin!" diyelim deyince sevindim. Efe oyun alanına çıkmış, yalnız duruyordu. Bizim gelişimize sevindi. Jimnastik biter bitmez kahvaltıya gittik. Genç bir kişi. Kendisi "Efe falan değilim. Efelerin oyunlarına merak sardım, Ahmet Yekta Madra ile çalışma olanağı buldm. Oyunları dikkatli oynayınca benden öğrenmek isteyenler oldu. Bergama'da Öğretmen Osman Bayatlı bunları kitapta topladı. Bu kez kitaba uyarak oyunlarda bir birlik kurduk. Kızılçullu'da yaptığımız uygulama iyi sonuç verdi, şimdi de buraya öğretici olarak çağırıldım. 3 aylık bir anlaşma yaptık.” Ekrem'i tanıdı, burada oluşuna sevindi. Bana sordu, ben de bildiğim oyunları saydım:
-Harmandalı, Bengi, Dağlı, Arpazlı, Güvende, Muğla, Ödemiş deyince biraz garipsi yüzüme baktı. Ben, “Bunları Efe olarak değil, oynayan öğrencilerden öğrendim, doğru olmayabilir ama havalarının doğruluğuna inanıyorum!” deyince Efe:
-Bana zaten bu gerekli, bunu sormuştum! dedi. Birlikte bizim bölüm salonuna gittik. Önce piyano çaldım. Harmandalıyı çaldım. Bir tekrar vurguyu oyundan çıkarmış. Akordiyonu aldım. Arpazlı ile Bengi’de bir değişiklik görmedi. Güvende ile Dağlı’da fark gördü. Ancak o oyunlar programına göre çok sonra geleceği için üzerinde durmadı. "Harmandalı, Arpazlı, Bengi bir ay sürer!” deyince Efenin titiz davranacağını anladım.
Efe ayrılınca banyoya gittik. Dönüşte Revire uğradık, Yusuf uyuyormuş. Hemşire abla bizi teselli etti:
-Perhizlerini bozmazsa yakın zamanda aranızda olacak! dedi. Piyanoyu bırakmış gibi olmuştum; güzel bir çalışma yaparak açığımı kapattım. Pathetique Sonatın Rondosunu günlük parçalarımın arasına aldım. Böylec, Franz Schubert, Moment Muzikal 3. Beethoven, Bagatell-Für Elise, Menuette, Pathetique Sonat Rondo, Mozart, Kv 331 Sonat (Tamamı) Kv. 545 Sonat Andante bölümlerini rahatça çalabilirim. Yeni ödevim Beethoven, Sonat 14, no 2 Moonlight (Ay Işığı) ilk Adagio bölümüne başladım. Oldukça sıkıldım. Hemen ikinci bölüme geçtim. Orası Pathetique girişini çağrıştırıyor. Öğrenciler gelince bıraktım. Bu mandolin grubum iyi. Benim yetiştirmem değil. Geçen yıl, Hüseyin Çakar bu sınıfla çok çalışmış. Onlara, ezberimde olan Kır At şarkısını öğrettim. Çok sevdiler ama mandolinle tam birlik kuramadık. Tekrar edilecek. Menekşe'yi kanon yaptık. (Menekşe buldum derede) Ilgaz'a çalışacaklar. . . .
Arkadaşların kulübemizde olacağını düşünerek oraya uğradım. Kayseri-Pazarören ekip öğretmenleri oradaydı. Bulundukları yerden memnun olduklarını söyleyince sordum:
-Nesinden memnunsunuz oranın? İşi, köye hizmet etmekten söz ettiler. Hangi köye ne gibi hizmet ettiklerini sordum. Yusuf'u örnek gösterdim. Orada 1000 can var, revirinde tentürdiyottan başka ilaç olmadığını, okulda sürekli doktordan geçtik haftada bir doktor gelmediğini öğrendik, okul açılalı kaç öğrenci öldüğünü kim söyleyecek? diye sordum. Ömer Öğretmen eski Müdür zamanında bazı yanlış işler yapıldığından söz etti. Kendisi yeni müdür zamanında gelmiş. Özür dileyerek bir olay anlattım: Biz Kepirtepe'den savaş nedeniyle Hasanoğlan'a getirildik. Hasanoğlan'a o zaman açık olan tüm enstitülerden 20'şer kişilik ekipler gelmişti. (Ömer Öğretmen o zaman Kızılçullu Ekibiyle gelmişti) Gelen ekiplerin kimisini kendi okullarının Müdürleri getirmişti. Bunlardan biri, Samsun-Lâdik Müdürü Nurettin Biriz'di. Tam o günler bize yeni bir müdür atanmışı. İlk sözü, köylü-şehirli ayrımı üstüne olmuştu. Denizli ilinin Çal ilçesindenmiş. Çal ilçesi köylerinin bir sözünü anlattı. Çal bir kasaba. "Çallının eşek ya da at bağladığı ağacı kes! Böylesine köy-kent ayrımını hiç düşünmemişik. Hemen tepki gösterdik, adama "Çoban Mehmet” adını taktık, Bakanlığa baş vurarak Müdülükten ayrılmasını sağlamıştık. Tam bu günlerde, bu olaydan habersiz bir başka Köy Enstitüsü Müdürü bizimle bir konuşma yapmıştı. Çoğumuz köylerimize geri dönmeyi düşünürken Lâdik Köy Enstitüsü Müdürü Nurettin Biriz bizi düşüncelerimizden caydırdı. Öylesi inandırıcı, yüreğiyle konuşan müdürün başarısızlıktan müdürlüğü alınınca şaşırmıştık. Kepirtepe'den Hasanoğlan'a gelişimiz için bir bahane vardı; savaş sınırlarımıza dayanmıştı. Ancak savaş, yön değiştirince geri dönmememiz için bir neden kalmamıştı. Kepirtepe'de kalan çalışkan Müdürümüz Nejat İdil, işçi olarak çalışıp artezyen kuyusu açınca bu başarıyı bize ileten Genel Müdürümüzle birlikte kutladık, övgüler yağdırdık. Bir süre sonra da Kepirtepe'ye döndük. Susuz Kepirtepe'yi suya kavuşturan Müdürümüz, başarısız bir müdür sayıldığından Kastamonu ilinin bir ilçesine atıldı. Şimdi şunu soruyorum Sabri Kolçak, gerçekten Pazarören'e birşeyler yapamamış mı? Onun yapamadığını geldi de Şevket Gedikoğlu mu yaptı? Kepirtepe Lüleburgaz'a 5 km. Okul Müdürü kalacak yer olmadığı için tüm öğretmenler gibi Lüleburgaz'da kalırdı. Okulun öteki ödeneklerinden kesinti yaparak, örneğin bize bir yılda iki takım kumaş giysi yerine tek kat giysi verip araba, hiç değilse iki atla bir fayton alabilirdi. Bunu yapmadı da okula kamyon sürücülerinin yanında geldi gitti, saatlerce yollarda bekledi. O, bu işkenceyi tam üç yıl çekti. Yerine gelense, gelir gelmez ilk iş olarak bir fayton aldı, bu fayton aynı zamanda çocuklarını Lüleburgaz okullarına taşıdı. İlk Müdürün yaptırdığı binalara, yenisini ekleme yerine 6 yıl kalmasına karşın atlarına bir ahır yaptırabildi. Benim bildiğim, Kızılçullu, Ladik, Beşikdüzü, Çifteler, Kepirtepe bunu yaşadı. Geçen ay yakından gördük, İvriz Köy Enstitüsü de bunu yaşıyor. Bunlar, halkın gözünde Köy Enstitüleri için olumsuz bir sanı uyandırıyor. Benim okuduğum Kepirtepe Köy Enstitüsü Yeni Bedir köylülerinin kendi paralarıyla 1936 yılında bir çiftlik sahibinden satın alınmıştır. Öyleyken başta Köy Muhtarı Amcam Kamber Uzun, köylüleri, okulun gelecekteki yararlarını sayıp dökerek tapuları kendilerinde kalmak üzere okul yapımına razı olmuşlardır. Amcam Kurucu Müdüre “Ahret Kardeşim!” diyerek yakınlaşmış, köyün toprakları üzerinde artezyen açılmasına hem rıza göstermiş hem de yardım etmiştir. Gelen müdürle ise kanlı bıçaklıdır. Köyle okul arası 4 km. Tüm köy halkı sırt çevirmiş, Lüleburgaz'a akşam sabah gelip giderken okulun 20 m. önündeki yoldan gelip giderler de çevirip yüzlerini bakmazlar. Çünkü açıkgöz müdür ve de çevresindeki çıkarcılar, hazineye ait olmayan toprakları, kendi üstlerine geçirmeye kalkışmışlardır. Eskiler ayıklanırken neye göre ayıklanıyor, yeniler nasıl bir seçimden geçiriliyor?
Ekrem, Ömer öğretmenin sıkıldığını anladı, konuyu değiştirdi. Onlar gidince kendi kendimize konuştuk. Ekrem, hiçbir başarı gösteremeyen Hürrem Arman'ın yerine Osman Ülkümen'in gönderilmesini örnek gösterdi:
-Adam müdür değil Gestapo! (Alman gizli polisi, olayları bir üstüne taşıyan= Türkçesi müzevirci) Gitti, ne yaptı? Hangi başarısından dolayı Çifteler’e Müdür oldu? Bu da bir dümendi, doğrudan Çifteler’e Müdür yapılsaydı oradakilere fazla etkisi olmayacaktı. Kısa bir ayrılıkla, üstün başarılı gösterilerek (inanan varsa?) Çifteler’e Müdür oldu. Çifteler’de birbirine hasım iki grup oluşmuştu, bunlardan birini ancak bir gestapo dağıtabilirdi!
Hüsnü Yalçın esnedi, "Biraz da yarın konuşalım mı? deyince sustuk. Tonberg çoktan susmuş çatırdıyordu.
17 Temmuz 1944 Pazartesi
Erken hazırlandım, Hasan Çakı Efe, yönetim binası önünde. Az sonra Sıtkı Şanoğlu Öğretmen geldi. Ünlü düdüğünü çalarak öğrencileri çift sıra yapıp; sıraları arka arkaya dizdi. Konuşmaları rahat dinleyecek durum oluşturdu. Hasan Çakı Efe’yi tanıttı. Kısaca çalışma programını söyledi. Sınıfların harf sırasına göre birer hafta ayrı ayrı çalışacağını, ondan sonra sınıflarına bakmadan başarılı olanlarla özel olarak pazar günleri çalışacağını, ötekilerle duruma göre öğrendikçe gruplara ayıracağını öyledi. Zil çalarken bana bengiyi çalmamı işret etti. Bengi oyununa girişle bir iki dönüş yapıp ilk numarasını gösterdi. Öğrencilerin çok hoşuna gitti, alkışladılar. Böylece uzun zamandan beri sözü edilen Hasan Çakı Efe Milli Oyunları yetkili bir Usta Öğretici olarak ele aldı.
Kahvaltıya birlikte gittik. Ekrem Ula eskiden tanıyormuş. O zamanki çalışmalarından söz açtılar. Oyunların havalarını notaya alan Ahmet Yekta Madra çok sinirli, titiz bir yaşlıymış. Oynamıyormuş ama oynayanları paylamaktan geri kalmıyormuş, Klarnet çalıyormuş. Ahmet Yekta Madra'yı ben ad olarak biliyordum. Onun Karadeniz Marşı'nı öğrenmiştik. Madra soyadının bir dağ adı olduğunu duyunca o dağın yerini uzun süre arayıp Balıkesir yörelerinde bulduğumu da anımsıyorum.
Hüsnü uyardı:
-Yusuf'u uğurlamayacak mıyız? Hasan Çakı Efeden izin isteyip ayrıldık. Yusuf bizi gülümeyerek karşıladı, dinlendiğini söyledi ama hiç de öyle görünmüyordu. Okulda oluşu ona, bir güç duygusu vermiş gibi gelmiş, ama görüntü iyi değildi. Aynı hastaneye giden bir öğrencinin babası öğretmenmiş, Yusuf'a da yardımcı olmak istemiş. Yusuf'u uğurladık. Uğurladık ama iyi bir arkadaşı hastaneye uğurlamanın nemene bir acı olay olduğunu da anladık. Hüsnü ile tren durağından bizim salona dek konuşmadan yürüdük. İkimizin de boğazlarımızda bir yumak sıkışmış gibi susallayarak ayrıldık. Öztekin Öğretmenin geleceğini biliyordum. O gelmeden elimi bir nesneye sürmeden öyle bekledim. Oldukça vakit geçti; piyanoya oturmak için hazırlanırken kamyon sürücüsünün yardımcısı büyükçe bir sandıkla geldi:
-Bu sizinmiş efendim, dedi. Sandığı bırakıp gitti. Plâk gelme olasılığından söz edilmişti. Yokladım plâk değil; plâk olsa ağır olur. Dayanamadım paketi açtım. İçinden çıka çıka güzel bir pikap çıktı. Pikabı masanın üstüne koydum, bizimkinden büyük değil ama her şeyi değişik. İğne plâk üstüne kendi düşüyor, plâk bitince ayna kalkıp yerine gidiyor. Görüntüsü cilâlı, bir büyük kutu da iğne. Sarılı parçaları toplayıp attım. Pikap öyle masa üstünde. Kenarına tutturulmuş bir kart:
Reşat Şemsettin Sirer, Sivas Milletvekili
arkasında bir yazı, hediyem olsun! Çok sevindim. Öztekin Öğretmeni uzun süre bekledim. Gelmedi. Bu kez yeni pikabı, yatık dolap dediğimiz uzun dolaba koydum. Kimin gönderdiğini öğrenince hiç bir kuşkum kalmadı; pikap bize geldi. Çünkü satın alınsaydı, belki bir sorun çıkardı:
-Sizin var Enstitü'ye verelim! gibi, filân. . . .
Oturup piyano çalıştım. Bir yandan da kulaklarım kapıda. Boşuna beklemişim, Öztekin Öğretmen Ankara'ya inmiş. (O zaman öğretmenler Ankara'ya gitme yerine inme diyorlardı. )
Yemeğe gittim; arkadaşlara pikap olayını anlatırken beni Okul Müdürü Rauf İnan'ın çağırdığı söylendi. Yemekten sonra hemen gittim. Önce Yusuf'un hastaneye gidişini söyledi. Ben de sabahleyin uğurladığımızı anlattım. Arkasından okula alınan bilumum alıntıların önce demirbaşa geçirildiğini sonra kullanıldığını bilip bilmediğimi sordu. Onu da bildiğimi söyleyince, sözü pikaba getirdi. “Demirbaş kayıtlarının sorumlusu Tahir Beydir, onun haberi olmadan pikabı alıp açmışsın!” deyince:
Eski Pikap Yeni Pikap
-“Size yanlış bilgi verilmiş, pikabı ben almadım, pikabı bizim salona getirdiler. Salona getirdikleri için de gerekli işlemi yapılmıştır, deyip açtım. Açınca bir hediye ile karşılaştığım için Öztekin Öğretmenin dışında kimseye hesap vermeyi de düşünmedim.” Ben hediye deyince dikkat kesildi. Olayı olduğu gibi anlattım. Gelen konuk, plâk çalarken gelip ilgilenmişti. Pikaba iliştirdiği kartı görünce başka bir işlem düşünmedim. Paketlenmiş pikabı bizim salona getirenlerden sorulsa benim bir kusurum olmadığı anlaşılır. Öztekin Öğretmen gerekli işlemleri yapar! diye düşündüğümden pikabı dolaba koydum. İsteyen gelsin alsın!”
Müdür Rauf İnan 180 derece dönüş yaparak:
-Yok dostum, ortada bir yanlış anlama var, hediye de olsa okula ait tüm demirbaşlar kayda geçer. Tahir Bey bu konuda titizdir. Kendisine yanlış bilgi verilmiş olabilir, bunu onun işinin gerçekten çokluğuna yoralım, olayı ayrınılarıyla açıkladığın için teşekkür ederim! deyip sözü Hasan Çakı Efe’ye çevirdi. “O, burada çok kalamayacak, o nedenle ondan azamî yararlanalım!” dedi. Birtakım kaygılarla gitmeme karşın rahat olarak ayrıldım.
Çıkınca Hidayet Gülen Öğretmenle karşılaştım; bizim salonun yanındaki binaya gidiyormuş. Oradaki küçük odaların birinde eşyaları, daha doğrusu atölyesinde kullanılır umuduyla koyduğu parçalar varmış. Onlara kendi binasında yer bulmuş oraya taşıtacakmış. Parça dediği değişik boyutta, çam, gürgen, eski çatılardan seçilmiş cinsi bilinmeyen (o biliyor) kırılmış ağaçlar, eski zincir, fener, şişe, bakır kaplar, branda, at eğeri v. b. gibi insanlarca atılmış türden hurdalıklar. Taşıması da kendine özgü bir yöntem; köyden tuttuğu bir kağnı ile üç genç. Onlarla şakalaşarak, onları neşelendirip fotoğraflarını çekerek odayı boşaltıp gittiler. Ben bu arada bizim pikap olayını anlattım. Pikabı gönderen için:
-Hakkı Tonguç'tan önceki İlköğretim Genel Müdürü Reşat Şemsettin. Bilmeyenler, yerine Hakkı Bey geçti diye ona küskün sanırlar. Yok öyle bir şey! Adam o zaman terfi ederek Yüksek Öğretim Genel Müdürü oldu. Üstelik ikisi arkadaş olarak birlikte Alman Maarifi adlı kitap yazdılar. Reşat Şemsettin, Bakanlıkta eskidir. Hasan Ali Yücel'in de müfettişlik arkadaşıdır. Reşat Şemsettin, Edebiyat Fakültesini bitirdikten sonra Almanya'da da öğrenim görmüş deneyimli bir yöneticidir, buraya da sık sık gelir. Yüksek Bölüm açılınca öğretmen temininde onun çok yararı olmuştur.
* * *
Not: Almanya Maarifi adlı kitabı okudum. Kitap 1934 yılında iki ünlü eğitimci tarafından dilimize çevrilmiştir. Şimdiki İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç'la ondan bir önceki İlköğretim Genel Müdürü Reşat Şemsettin Sirer'in ortak ürünüdür. Onlar Almanya Maarifini anlatmışlar. Beğendikleri ya da beğenmedikleri taraflar olmuştur. Onları bize yansıtmamaları yazdıkları için güvenilir birgerekçe. Tüm kitap içeriği biz öğretmenler için öğretici bir kaynak bence. Daha çok söyleyeceklerim olacak belki ama ben bir tanesini bizim okul için çok gerekli gördüm. Yöneticiliğinin, öğretim üyelerince her yıl değişerek yapılması. Böylece, yönetim etkinliklerden ayrı kalmayacağı gibi bülümler arası yaklaşım da sağlanmış olur.
Almanya Maarifi
Hidayet Öğretmeni uğurlayınca çok rahat olarak piyanoya oturdum, yemek zamanına kadar çalıştım. Moonlight'in 2. bölümü Allegrettoyu su gibi yaptım. İyice anladım ki ben sevdiğim parçaları çabuk öğreniyorum! Güldüm;akıl mı bu? Parçaların sevilen yerlerini çalmak, sütün kaymağını yemek gibi bir şey! Bunu der demez burumun direği sızladı. Annemden kalan tek canlı anı budur. Annem yoğurt için sütü kaynatır, ocağın kenarına çeker. Annemi gözetirim, uzaklaşınca süt kabını açıp kaymağını parmaklarım. Doğal olarak o süt yoğurt olmaz. Anneciğim ne diller döktüyse beni durduramadı. En sonunda bir gün beni karanlık banyoya hapsetti. Sonraları bunun danışıklı döğüş olduğunu anladım, babam o saatte eve gelmezken o gün geldi, beni karanlıktan kurtardı. Çıkınca anneme söz verdim; "Bir daha yapmayacağım!" Sözümde durabilecek miydim bilmem? Annemin o sıralar yakın doğumu varmış, doğumda kan kaybından ölmüş. Ondan sonra bir daha ne ocaklara ne de süt kaplarına yaklaştım. 4. yaşımdan sonra İlkokula gidene dek babamın kahvesinde sigara dumanları koklayarak dört yılımı geçirdim. Piyano parçalarında bu seçme merakı belki de o süt-kaymak eğilimimin bir kalıntısı! Anneciğim sağ olsaydı da beni bir güzel paylasaydı, kesinlikle bu huyumu o saat silker atardım.
Öğle yemeğinde Çakı Efe'yle Bergama, Balıkesir, Manisa yörelerinin geleneklerini konuştuk. Düğünlerde, bayramlarda efelik taslayanlar çokmuş ama derli toplu oynayan hemen hemen yok gibiymiş. Çoğu da havasını kendi ağızdan söylüyomuş. Atatürk, bir Ege gezisinde bu konuya değinip bizzat oynayınca, Osman Bayatlı'dan önce bir kaç kişi bu işe el atmış ama bir yaygınlık kazandıramamış. Ahmet Yekta Madra ile Osman Bayatlı işbirliği bu işi oldukça yaygınlaştırmış. Ahmet Yekta Madra Kızılçullu ile anlaşınca örnek uygulamalar halkın ilgisini daha da yaygınlaştırmış. Tek tek oynayan kişilerin oynadığı oyunlar da yörelere yayılmış. Özellikle Halkevleri bunlara önayak olup gençleri özendirmiş. Çakıcı Efe, kendisinin derlediği 20 dolayındaki oyunların benzerleri tüm Ege bölgesinde 40-50 sayılarına varan başka başka adlarla anılır olmuş. Örneğin İzmir ilçelerinin her biri bir zeybeği benimsemiş. İzmir ise hem İzmir hem de Kordon Zeybekleriyle anılmaktadır. Herkesin bildiği Çakıcı Efe Zeybeği zaten İzmir'indir. Ödemiş de öyle. Bunlardan başka, Bergama, Bergama-Kozak, Tire, Selçuk, Karşıyaka, Foça adlarını taşıyan zeybekler vardır. Osman Bayatlı'nın kitabından söz ediliyor ama kitap, Ahmet Yekta Madra, Hasan Çakı Efe'nin ortaklığıyla hazırlanmış. Yazar, Ege bölgesi olarak Antalya-Balıkesir-Çanakkale arasına bir çizgi çizip batısını Ege Bölgesi olarak nitelemiştir. Böylece çok yaygın olarak anılan Efeler diyarı Aydın ilinin Efelik alanını genişletmiştir. O alan zaten genişmiş, nedense halk katmanına daraltılarak sunulmuştur. Efeler, istibdat dönemlerinde yönetime başkaldırdıkları için takibe uğramışlar, yakalananlar zulüm görmüştür. Oysa onlar halk düşmanı değil kanunsuzluklara başkaldırmışlardır. Efelerin içinde de halka zulmedenler çıkmıştır. Ancak bunlar gerçek halk değil halkın içinde yaşayan, yönetimden yarar sağlayan takımdır. Böyle olsa bile efeler, Orta ve doğu Anadoludaki Celâlilerle karşılaştırılamayacak bütünüyle haktan yana insanlardır. Bu nedenle halk Celâlileri lânetle anarken Efeler için Kahramanlık menkıbeleri, yiğitlik övgüleri düzmüştür. Efelerin bir başka yanı da Ege bölgesinde çok yaygın olan, dış ülkelerle ilişkisini sürdüren azınlıklara yani ülke düşmanlarına karşı amansız davranışlarıdır. Bu yüzden, dış ülkelerin azınlıkları koruması, Osmanlı Devletinin de dış ülkelere şirin görünmesi için Efelere sürekli baskı yapmıştır. Bu gerginlikler nedeniyle halkın sempati duyduğu Efelikle onların halk üzerindeki sempatileri 2. Meşrutiyete dek korkulu bir ilişki olarak sürmüştür. Bir söylentiye göre 2. Meşrutiyetle başlayan yeni bir özgürlük anlayışı okullara (özellikle ünlü sporsever Selim Sırrı Tarcan'ın) jimnastik oyunlarını getirince özendirerek yaygınlaştırdığı süreçte bir başka yenilikçimiz, şair, yazar, folklörcü, Halkozanı, namıdiğer Filozof Rıza Tevfik melodisini de kendi yazdığı sonradan çok ünlenen Rıza Tevfik Zeybeğini her türlü ortamda oynayarak Ege ile İstanbul arasında ilk iletişimi kurmuştur. Bundan böyle öğretmenler, elverdiği ölçülerde Ege oyunlarına, dolayısiyle müziklerine derslerinde değinmişlerdir. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra yepyeni anlayışlar içinde düzenlenmeye başlayan şölenlerde, özellikle balolarda Atatürk'ün Zeybek oynaması büyük bir ilgi toplamış, yüzyıllardır Ege yöresinde sıkışıp kalan kendisine özgü oyunu, müziği, kültürümüze özgü bireysel kahramanlık yaratı kaynağımız genel kültürümüz içinde yerine oturmuştur. Bu konuda ilk belgesel örneği veren Osman Bayatlı, aynı zamanda tüm Türk sanatçılarını da Ege Bölgesine çağırmıştır. Salt foklorcular değil, ressamlar, müzisyenler. Romancılar, hikayeciler, tiyatro, opera yazarları, Ege hepinizi ağırlayacak kaynaklara sahiptir. Buyurun, Ege, Tarihiyle, halkıyla, deniziyle, üzümüyle, inciriyle sizi bekliyor.
* * *
Mandolin çalışması yaparken çocukları serbest bırakmıştım, pencereden bakarken Okul Müdürü ile yüzünü tanıdığım, ama adını anımsayamadığım biri geziyordu. O yüzü nerede gördüğümü düşünerek öğrencileri uğurladım. Tam piyanoya oturup Mozart 33 kv sonat girişini çalarken Müdür Rauf İnan'la konuk geldiler. Kapıdan girince ben kalktım. Rauf İnan benim Yüksek Bölümde okuduğumu, stajımı burada yaptığımı anlattı. Konuk tebessüm ederek bana selâm verince tanıdım: Prof. Dr. Emin Onat. Gülümseyerek gittim, elini öpecektim. elini öptürmedi ama tavrımdan onu tanıyan biri olduğumu anladı, “nasılsın?” diye sorunca Rauf İnan:
-Siz tanışıyorsunuz! dedi. Profesörden önce ben:
-Sayın profesör anımsamaz ama benim şimdi burada bulunmam sayelerinde oldu! Profesör de önemsedi: “Nasıl oldu bu? Merak ettim!” deyince:
-Kepirtepe Köy Ensitüsü için oraya geldiniz. Profesör “a evet, müthiş bir çamurda gezmiştik.” Siz gittikten sonra bir söylenti çıktı. Bina çürükmüş, gelen mimar çürük raporu vermiş söylentisini duyan başka babalar gibi benim babam da beni okuldan almaya kalkıştı. Olurdu olmazdı derken siz ikinci kez bir daha geldiniz. İkinci gelişinizde bir başka söylenti yayıldı; sözde sizin:
-“Ben o binanın yıktırılmamasına çalışıyorum!" dediğiniz duyuldu. Tam bu sıralar okulumuz buraya nakledildi. Duyduk ki, siz Atatürk için Anıt-Mezarı yapıyormuşunuz. Kepirtepe bizim için güven yuvası oldu. Bu nedenle ben sizi unutmadım, unutmayacağım, tuttuğum notlarımda da varsınız. Rauf İnan:
-Beyefendi, rehberinizi kendiniz buldunuz, arkadaş Hasanoğlan'da daha önce de kaldı. Prof. Emin Onat, Müdür Rauf İnan'a teşekkür etti, "Dönüşte uğrarım!" deyip arkasından çıktı, az sonra döndü. Bana:
-Bak bana o acıklı hikâyeyi anımsattın. Gerçekten o binayı yıktırmak istediler. Bakanlığın bir inşaat işleri bürosu vardır, oradaki, mimar, mühendis deneyimli arkadaşlarla görüştüm. Onlardan sizin okul için böyle bir karar çıkmamış. Ancak yeni kurulan bazı okullar geçici olarak kerpiç, moloz gibi eski devirlerden kalan ahır, kümes biçimi hurdaya çıkmış yapıların onarımı yerine yıkılıp yenilenmesi takdirini okul teknik yönetimine bırakıldığı üstüne bir yazı yazılmış. Bu yazı, bir yıl önce yapılan güzelim binanın yıkılması şekline dönüştürülerek bir de gerekçe öne sürülmüş; Yönetim binası Edirne-İstanbul asfaltına çok yakınmış. Biz o işi iki arkadaş üstlenmişik. Sorumlulara fikrimizi sözlü de yazılı da bildirdik. Ayrıca söylentiyi durdurmak için iki arkadaş birlikte gidip durumu açıkladık. Okul Müdürünüzün, sanat öğretmenleriniz nedenini bir türlü çözemediği kör düğüm çözüldü. Bizim hazırladığımız plân uygulandı. Çok iyi öğretmenler vardı, inanılmayacak derecede doğru hesaplar yapmışlardı. Yıkılma nedenine yakıştırılan gerekçeye ise hep gülerim:
-Bina yoldan daha içerde olmlıymış, tip olarak da çokça kent mimarisi özelliği taşımasıymış. Daha sonra oradan geçtiğim oldu, yeni binalar bakımından fazla bir gelişme göremedim. Ancak bahçeler olağanüstüydü, o çamurdan öylesi yeşillik nasıl fışkırmış!bİşlerim azalınca birgün uğrayacağım.
Arabaya indik. Şoföründen başka kimse yoktu. Arabaya binip köy okulunun bahçesine çektik. Köy çocukları araba çevresinde toplanıverirler. (Bunu kendi çocukluğumdan biliyorum.)
Ord. Prof. dr. Emin Onat
Bir bakıma iyi oldu, muhtar Ahmet Çakır oradaymış. Atatürk, Anıt-Mezar deyince konuğu iyice benimsedi. Prof. Emin Ont'ın fotoğraf makinesi var. Muhtar evlerin iyilerini çektirmek istiyor, belli etmeden o taraflara götürmeye çabalıyor. Prof. Emin Onat, amacını anlattı, İskân ya da mesken hukuku bakımından birbirine bağlı, toprak altında haneler arasında çıkan anlaşmazlıkları nasıl çözüyorsunuz? Ben bir Uluslararası kongrede bulundum. O kongrede bu tip konutların yalnız Brezilya'da olduğu söylendi. Onlar bu işi yıllardır çözememiş, bizlerden yardım istediler. Muhtar Ahmet Çakır gülerek:
Yüksek Mimar Prof. dr. Emin Onat'ın, Yüksek Mimar Leman Tomsu ile birlikte çizdikleri Kepirtepe Köy Enstitüsü'nün bina yerleşkesini kuşbakışı genel yayılımı. (Nedim Menekşe, K. E. G. )
- “Köyün yarısı birbiriyle davalı” dedi ama şimdiye dek böyle bir ev sorunu çıkmadığını söyledi. Sorunlar tarla-bahçe sınırlarından, at, koyun, kadın, kızlar ya da çocuklar yüzünden çıkıyormuş. Profesör okulun (Köy Entitüsü'nun) köye getirdiği yenilikleri sordu Açıkgöz Ahmet Çakır, getirdiklerinden çok getirmesi gerekenleri saydı döktü. Sonunda bir doğru söyledi:
-Eskiden tren durmuyordu, atlayıp sakatlananlar oluyordu. Şimdi duruyor, şehre inmek kolaylaştı!
Profesör. dönüşte Kepirtepe'deki Müdür Nejat İdil'i sordu. Ayrıldığını söyleyince bir yazık çekerek:
-Orasını çok seviyordu dedi. Neden ayrıldığını sorunca olayı anlattım. Demek ki, beklediğim gelişme bununla ilgili! deyip üzüldüğünü söyledi. Dönüşte Müdür odasına uğradı, oda boştu. Müdür Beye selâm bırakıp ayrıldı. Bizim salon önünde Atatürk'ün Anıt Mezarı'nı sordum. Gülümsedi:
-O çok büyük bir eser, en az 15 yıl çalışmamız sürecek, o nedenle yapıyı görmeniz için buyurun, beklerim diyemiyorum. Ama büromuza her zaman gelebilirsiniz, ben bulunmasam bile arkadaşlarım sürekli orada! deyip gülümseyerek kasketinin ucundan tutup kaldırır gibi yaptı.
Arkasından bir süre bakakaldım. 15 yıl daha çalışacaklar. O büyük bir iş! Brezilya'ya gitmiş, Hasanoğlan'a benzer evler görmüş. Nejat İdil'i çok sevmiş, ayrılışına üzülmüş, Kepirtepe'nin gelişmemesini ona bağlamış. Benim düşüncelerime benzer ya da bana yakın düşüncelerle benim için dağlar kadar büyük ya da yıldızlar kadar uzak düşünceler, o elinin ucuyla tuttuğu kasketin altındaki başın içinde! Brezilyalılara verilecek olumlu cevabı arıyor. Muhtar Ahmet Çakır'dan köy sorunlarını soruyor. Benimle üç kez karşılaşmaktan memnun olduğunu söylüyor, büyük inşaata gelirsen (Atatürk için yapılmakta olan Anıt-Mezar için) “beni bulmasan bile arkadaşlarım orada olurlar!" diyebiliyor! İnsanlık denilen şey bu ise? Elbette bunu sokakta dolaşanlardan beklememeliyiz, bulamadığımız için de fazla üzülmemeliyiz. 15 yıl çalışacak (!) Tarih dersleri okuduk, okuyoruz; şimdi de Sanat Tarihinden öğreniyoruz 8 yılda, 10 yılda, 20 yılda yapılan camiler, köprüler. Daha nice bilmediğimiz eserler; Tac Mahal, Notre Dame, Louvre, Hermitage gibi. . .
Tac Mahal Notre Dame Louvre Hermitage
Efkârlı efkârlı piyanoya oturdum. Moonlight'in Allegro Sostanuto bölümünü bir güzel toparladım. Moonlight beni cesaretlendirdi, bu kez de Pathêtique Grave-Molto conbrio'ya başladım. Tam olmasa bile o da kalıp olarak ortaya çıktı.
* * *
Yemekte arkadaşlarla buluştuk. Ekrem Ula'nın konukları bize geldiler. Sabiha Öğretmen oldukça pişkin, hemen hemen her konuda fikir yürütüyor. Yıldız dergilerini karıştırdı. Ekrem, Hüsnü Yalçın'ın Mapi'sini gösterdi. Hüsnü Ekrem'in bu şakasından hoşlanmadı ama Sabiha Öğretmen konuya kendini kaptırdı, Hüsnü'ye soru sual etmeden Kayseri'de daha güzellerin olduğundan söz etti. Ömer Öğretmen Yusuf Asıl'dan söz açarak konuyu değiştirdi. Radyoda Behçet Kemal Çağlar şiir okudu. Behçet Kemal'in Kayserili olduğu üstünde duruldu. Ancak kesin bir söz söylenemeyince Hüsnü beni gösterdi:
-Arkadaş o konu ile çok ilgileniyor! dedi. Ben de kesin olmamakla birlikte sanırım Erzincanlı, Liseyi Kayseri'de okumuş, dedim. İnandırmak için de dinlediğim bir olayı anlattım:
-Faruk Nafiz Çamlıbel, herkesin bildiği gibi ünlü bir şair. Kendisinden daha az ünlüler, T. B. M. M.’ye giriyorlar. Faruk Nafiz Çamlıbel ise liselerde öğretmenlik yapıyor. Bu durum, onu sevenlerin dikkatinden kaçmamış. Büyüklerinden bunu duyan öğrencileri bir gün sormuş:
-Öğretmenim, sizden daha az ünlüler Milletvekili oluyor, siz neden olmuyorsunuz? Faruk Nafiz Çamlıbel sormuş:
-Kimmiş o benden az ünlüler? Öğrenciler sorularını hazırlıklı sormuşlarmış, hemen sıralamışlar:
-Yahya Kemal Beyatlı, Mehmet Emin Yurdakul, Fazıl Ahmet Aykaç, Hüseyin Cahit Yalçın, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Yunus Nadi, İbrahim Alaettin Gövsa, Reşat Nuri Güntekin, Abidin Dav'er, Aka Gündüz, Sadri Ertem, Falih Rıfkı Atay! denince Faruk Nafiz elini kaldırıp sayanları durdurarak:
-Çocuklar, bu saydıklarınızın hepsi büyük adam. Yakından tanısanız her birinin alkışlanacak bir yanını göreceksiz. İnsanların yaşamdan farklı beklentileri vardır. Ben öğretmenliği, şairliğimin hep önünde tuttum. Kayseri'ye gönüllü gidişimi arkadaşlarım hep “İyi ki gitmişsin, Han Duvarları'nı yazdın, ünlü oldun” derler. Ben de onlara “iyi ki Kayseri'ye gittim, Han Duvarları'nı değil yurduma bir Behçet Kemal Çağlar kazandırdım. Bu da yetmedi, Behçet Kemaller çoğalsın istedim, bu isteğim, Han Duvarları'ndan önce vardı, eksilmeden şimdi de sürüyor” derim. Bu tutkumu geri itip Meclis koridorlarında rahat gezebilir miyim sanıyorsunuz? Siz de düşlerinizi sağlam temeller üstüne kurarsanız mutluluk kuşu size yaklaşıp en güzel şarkılarını söyler.
Sabiha Öğretmen, Faruk Nafiz'in öğretmen oluşuna şaştı. Ömer Öğretmense:
-Faruk Nafiz gibi kimseler olmasa öğretmenliğe günümüzdeki gibi sarılan olmazdı. Ancak o Mutluluk Kuşu sanıyorum günümüzde yalnız İstanbul'da ötüyor. En yakın örneğini yaşadık, Yusuf İstanbul'da olsaydı, hiç değilse hastalığının adı hemen konurdu. Bizim Mutluluk Kuşlarımız şairin dediği gibi ötmüyor; bizimkilere sadece iki söz öğretmişler:
-Allah'ın dediği olur!
Sabiha Öğretmen, eşinin sözlerini onaylamadı:
-Amannn Ömer! Her zaman olaylara karşı tavır alırsın!. . .
İyi geceler diledik!
18 Temmuz 1944 Salı
Günlük çalışma saatlerinde küçük bir kayma oldu. Kalkma gene saat 06:00. Spor-Oyun 45 dakika, 15 dakika genel jimnastik, tüm öğrencilerin katılımıyla. 30 dakika Milli Oyunlar, tanıtım, deneme, bilinen oyunların tekrarı, paydos. Saat tam 06'da kalkmak zorundayım. Saat 06:15'te meydanda olacağım. Çıngıraklı saat almam gerekecek.
Tam zamanında meydanda oldum. Öğrenciler sus pus, Hasan Çakı Efe kılığıyla geldi. Deneyimli olmasına karşın öğrencileri tanımadığı gibi öğretmenleri de tanımıyor. Efeye göre öğretmenlere gerek yok. Sıtkı Şanoğlu açıklama yaptı:
-İlk 15 dakika benim, kalan zamanı siz kendi programınıza göre düzenleyeceksiniz. Yalnız Müdür Bey
Hasan Çakı Efe Bir Figür Gösteriyor
günlük çalışmaların bir düzen içinde, eşit zaman paylaşımı açısından bir çalışma programı istiyor. Kendisiyle görüşüp açıklayıcı bilgi alabilirsiniz.
Hasan Çakı Efe duraksar gibi olunca Ekrem Ula:
-“Müdür Bey bütün işlerde ister onu, çalışırken, işi durdurup öğrenme yerine, gittiği yerde ne yapıldığını bilerek gitmek ister. Bunda çok haklıdır, Bu aynı zamanda biz çalışanlar için de bir kolaylık oluyor. Onu birlikte yazar veririz!” deyip bana Harmandalı işareti verdi.
Hasan Çakı Efe oldukça rahatladı. Uygun bir zamanda birlikte çalışmamızı istedi. Bunu bekliyordum. Onun ince figürleri için belli yerlerde çok
Harmandalı Zeybek Müziği, Ahmet Yekta Madra tarafından Klârnet için Notaya alınmıştır.
ritmik seslendirmem gerekli. Yıllardır çaldım, sözüm ona efeler de oynayıp hay huy ettiler ama o efelerin bellerinde Efe kuşağı değil masa örtüsü sarılıydı. Ayaklarında ise düpedüz İngiliz askerlerinden alınmış, giyenlerin ayağından en azından iki numara büyük Çorçil denilen postallar vardı. İşte benim çaldığım Zeybekler bu tür oyunların havasıydı. "Böyle başın böyle olur traşı!" demişler. Ancak ben kusurumu gördüm, onu hemen gidereceğim. Böyle bir durum daha önce de başımdan geçmişti. Gazi Eğitim Enstitüsünden gelen bir grup, çoğu bayandı, akordiyon çalmamı istediklerinde ben de onlar hoşlanır diyerek Tangolar çalmıştım. Bir tanesi dayanamadı, Fokstrot istedi. Öyle bir şey hiç çalmamıştım. İki kez ağızdan tekrarladıklarında çaldığımı görünce:
-Sen bunu biliyordun, bizi kandıramazsın! demişlerdi. Ancak Harmandalı notasının klârnet ses merdivenini değiştirmek zorundayım. Klârnet ses dizgisi akordiyona uymuyor, ya tiz oluyor ya da pes. Ekrem, kendisi istedi, akşam bizim Kulübede deneyeceğiz. Salt Harmandalı değil öteki Zeybeklerde de sorun çıkacak. Örneğin Bengi. Onun da bir ton değişmesi gerekiyor.
Harmandalı Zeybeği notası, her çalgı için geçerli olduğundan tekrarlanmıştır.
Belki gereksiz kuruntulara kapılıyorum ama, işi oluruna bırakmak da işime gelmiyor. Zeybek oyunları bakımından Ekrem Ula'nın burada kalışını kendim için şans sayıyorum. Kendisi de oyunları sevdiği için ikide bir:
-Bizim bu ülkeye getireceğimiz yenilik salt okul çatısı ya da bahçesiyle sınırlanmamalı. İnsanlarımız sinemalara gittikçe, kuşkusuz büyük bir ruhsal bunalım geçiriyordur. Çünkü gördüğü insanların on parmağında on hüner var. Onlar dışa açılmazlar ama içleriyle hesaplaşırlar. Hiç değilse biz onların çocuklarına bir çağdaş anlayış aşılayalım: Öğrencilerimiz bir başkasının yaptığını görünce:
-Bunu ben de yaparım! dese, üstündeki o bağnaz bağları koparır.
Ekrem'i daha çok severek uyudum.
Köy Enstitülerinde en çok sevilen, en yaygın olarak oynanan Zeybek