Öteki Yüksek Okullarla İlişkiler Üstüne İlk Uyarılar
13 Aralık 1945 Perşembe
Tevfik Uğurlu, ranzamın yanından geçerken durdu:
-Sizinkiler, şairlerden söz ediyor, dersiniz Edebiyat galiba dedi. Birlikte çıktık. Arkasından da:
-Edebiyatı çok seviyorum ama, burada sevdiğim Edebiyat’ı bulamadım! dedi. Tevfik’in sözü dikkatimi çekti. Oysa o, Kepirtepe’de en çok kitap okuyanlardandı; ne zaman kitaplığa gitsem orada görürdüm. Okuduğum kitaplardan bir bölümünü bana o önermişti. Azıcık kurcaladım; Tevfik dersi değil, öğretmeni beğenmemiş. Tevfik, Hamdi Keskin öğretmeni beğenmemiş. Şaştım! Konuştukça durum aydınlandı; Hamdi Keskin öğretmen derslerde öğrencileri pek konuşturmuyor. Böyle olunca çalışanla çalışmayan pek belli olmuyor. Oysa Tevfik çok çalışkan, çalıştığını etrafına göstermek istiyor. Çalışmayanlarla bir duruma düşmek onuruna dokunuyormuş. Bu yüzden sevdiği edebiyattan soğumuş. Üzüldüm! Benim de böyle düşündüğüm zamanlar oldu; örneğin tarih dersinde bir süre parmak kaldırdım, öğretmen görmezden gelmişti. Ancak ben öğretmeni suçlamadım. Öğretmen belki de en çok sevdiğim öğretmenlerden biri olarak bende izler bıraktı. Tevfik, sanırım beni kırmamak için:
-Umarım öyle olur, daha iki yılımız var!
Tevfik’ten ayrılınca ben de olayı bir daha gözden geçirdim; en az on kez kaldırdığım parmaklar gevşeyerek yere inmişti. Ancak bu, salt Hamdi Keskin öğretmenin dersinde değil, Sabahattin öğretmenin dersinde de oluyor. Köy Enstitüleri, böyle bir ilkeyi yaygınlaştırmış durumda. Daha önce diplomalara yazılan dereceler kaldırılmış, onun yerine “Başarmıştır!” denilerek herkese bir belge veriliyor.
Kahvaltıda da Edebiyat dersinden söz edildi. Tevfik’in dediğini biraz değiştirerek tekrarladım:
-Ne var yani, sorulan soruya cevap vermesem ne kaybederim; nasıl olsa not değerlendirmesi yok! Hemen soran oldu:
-Ne o sen, bir de not değerlendirmesi mi istiyorsun? Herkes gülerken, “Evet!” diyebilirsen de!
Hamdi Keskin öğretmen gelince Tevfik’i anımsadım, onun öğretmeni suçlaması doğru değil, öğretmen can gözüyle öğretmeye çalışıyor; sık sık da “Bunları her Türk genci bilmelidir!” diyerek uyarıyor. Çalışmadan fakülte bitiren kardeşini bile bize anlatabiliyor. Yönetim, ilke olarak, notla değerlendirmeyi istemezse o ne yapsın?
Hamdi Keskin öğretmen her zamanki gibi gülümseyerek geldi. İlk söz olarak:
-Daha seveceğinizi umduğum, edebiyatımızın da doruk noktası olarak sayılan, öz be öz Türk buluşu saydığımız hece ölçüsünü kullanan şairlerimizi anacağız. Anacağız diyorum, şairlerimiz her boy insanı göz önünde tutarak eser verdiklerinden, adları okul kitaplarında geçmektedir. “Hecenin Beş Şairi” olarak da tanınan, genellikle beşi birlikte anılan bu beş şaire Faruk Nafiz Çamlıbel’le başlayacağız. Bizler için ilginç bir yanı var Faruk Nafiz’in. O günlerin olanakları içinde (Seferberlik denilen Büyük Savaş sürecinde) orta öğrenimini tamamlayıp Darülfünun Tıp Fakültesi’nde okumuş. Ancak savaş koşullarının yarattığı ekonomik bunalım yüzünden okumasını tamamlayamamıştı. Ancak Kurtuluş Savaşı’nın kazandırdığı umutla, Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu gibi o da Anadolu’ya öğretmen olarak gönüllü gitmiştir. Henüz 24 yaşındadır. (1898 doğumlu) Öğretmen sordu:
-İçinizde 24 yaşlı olan var mı? Büyükçe bir grup parmak kaldırınca:
-Ya, bakın, o güzel şiirleri yazanın bizlere göre özel biri durumu olduğu belli! Daha önceleri de şiirler yazmış, çeşitli dergilerde yayınlanarak oldukça ün kazanmıştı; İstanbul’da kalabilirdi. Kayseri lisesine atanınca, o sıraların tek Kayseri yolu olan Ulukışla Kayseri arasını at arabasıyla gider. Yolculuk onu çok etkilemiştir. Hep bildiğimiz Han Duvarları şiirini bu yolculuğun anısı olarak yazdı. Han Duvarları şiirini severim, güzel de bir girişi vardır:
Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı, Bir dakika yerinde, araba durakladı; Neden sonra oynadı çelik yaylar, Gözlerimin önünden, geçti kervansaraylar.
O yöreleri bildiğim için olacak, okudukça yeni okumuş gibi duygulanırım. Faruk Nafiz, sözünün arkasında duran biri, onda derinlik arayanların yanıldığına inanıyorum, o, içtenlikli bir insan bence. İstanbul’u bırakıp Kayseri’ye gittiği gibi, açık seçik bir dille herkesin, Anadolu’ya kendisi gibi gitmesini istiyor. Çocukların dilindeki şarkıyı bilirsiniz:
El gibi dolaşma Anadolu’nda,Arkadaş, yurdunu içinden tanı.Dinle bir yosmayı pınar yolundaDinle bir yaylada garip çobanı!
Bu çağrıyı anlamayanlar, daha ne bekliyorlar?
Kayseri’de ne kadar kaldı bilmiyoruz, bilmemize gerek de yok. Ancak yetiştirdiği öğrencilerden, günümüzde kendisiyle yarış eden öğrencisi Behçet Kemal Çağlar, bu konuda bize bir fikir veriyor. Cumhuriyet’in coşkulu Onuncu Yıl şölenlerini, geleceğe taşıyacağına inandığımız ünlü Onuncu Yıl Marşı, öğretmen öğrenci iş birliği ile üretilmiş olağanüstü bir sanat eseridir. Dikkat ederseniz, yukarda belirttiğim sade dille yazılan Onuncu Yıl Marşı, olağan üstü bir hızla Türk halkı tarafından benimsenmiş, köy meydanlarında coşkuyla söylenmişti.
Çıktık açık alınla, on yılda her savaştan;On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan.Başta bütün dünyanın saydığı Başkomutan;Demir ağlarla ördük Anayurdu dört baştan.
diye sürer. Bakın, ne denli bir dil kullanılmış. İçinde, çoğunluğu hâlâ okur yazar olmayan halkımızın anlayamadığı bir sözcük var mı? İşte bu nedenle halk kolayca benimsedi, coşarak söyledi. (Onuncu Yıl Marşı’nın tamamı son sayfadadır)
-Faruk Nafiz Çamlıbel’in, dış ülkelerdeki şiir akımlarını denemeye kalkanlara da söylediği çok önemlidir. Bakın ne diyor: Şiirin başlığı Sanat!
Yalnız senin gezdiğin bahçede açmaz çiçek,Bizim diyârımız da binbir bahârı saklar!Kolumuzdan tutarak sen istersen bizi çek,İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar. Sen kubbesinde ince bir mozayik arar daGezersin kırk asırlık bir ma’bedin içini,Bizi sarar bir sülüs yazı görsek duvarda,Bize heyecan verir bir parça yeşil çini… Sen raksına dalarken için titrer derindenÇiçekli bir sahnede bir beyaz kelebeğin;Bizim de kalbimizi kıpırdatır yerindenToprağa diz vuruşu dağ gibi bir zeybeğin. Fırtınayı andıran orkestra sesleri,Bir ürperiş getirir senin sinirlerine:Istırap çekenlerin acıklı nefesleriBizde geçer en hazin bir musiki yerine! Sen anlayan bir gözle süzersin uzun uzunYabancı bir şehirde bir kadın heykelini;Biz duyarız en büyük zevkini ruhumuzun,Görünce bir köylünün kıvrılmayan belini. Başka sanat bilmeyiz, karşımızda dururkenSöylenmemiş bir masal gibi Anadolu’muz.Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururkenSana uğurlar olsun, ayrılıyor yolumuz!
Bakın, çok kapalı olmasına karşın, dış etkilere karşı bir sınır çiziyor. Şairler fikir adamı değildir. Onlar berrak aynalar gibi halkın kendi kültürü içinde gelişmesine ayna tutarlar. Fikirleri, fikir adamları üretir. Fikir adamları da zaman zaman şiir yazarlar. Örneğin, Ziya Gökalp kendi düşüncelerinin bir bölümünü böyle öne sürmüştür. Her şair bunu yapamaz; yapmaya kalksa bile beceremez. Faruk Nafiz’in Anadolu konusundaki tepkisi, ad vermemekle bile büyük bir kitlenin Anadolu’ya bakışındadır. Bakın yukarıya aldığımız beyit, düpedüz şu zihniyette olanlar içindir. Bir şair demiş ki,
Sen ne güzel bulursun, Gezsen Anadolu’yu,Dertlerden kurtulursun,Gezsen Anadolu’yu.İçince bir tas hayran,Geçer varsa her yaran
İnsaf edelim arkadaşlar, bunun gerçekle bir ilgisi var mı? Böyleyse bizler burada ne yapıyoruz? Yurdumuzun bu gerçeği karşısında hâlâ ayranla, çoban kavallarıyla oyalananlara ne demeli! Faruk Nafiz’in bir başka yanı da, bakın bu çok önemli, Atatürk’ün yenileşen Türkiye için kurduğu düşünce örgüsünü kavramasıdır. Bu yönü ile Atatürk’ün takdirini kazanmış, onun görüşlerini benimsemiştir. Sözünü ettiğiniz Akın Piyesi Atatürk’ün tarih anlayışının halka yansımasıdır.
Öğretmen daha sonra:
-Bulabilirseniz şairin şiirlerini bir daha okuyun, öteki eserlerini de haftaya konuşalım!
Hamdi Keskin öğretmen pek alışık olmadığımız değişik bir yüzle, selâm verip ayrıldı.
Öğretmen çıkınca tartışma başladı:
-Öğretmen yeni şiir akımına karşı! Sınıfımızda yeni tarzda şiir yazan bildiğimiz kadarıyla Turan Aydoğan’la Mehmet Başaran. Onların adları ortaya atıldı:
-Kalkıp savunma yapsaydınız!
Almanca dersimiz için biz ayrıldık. Mehmet Başaran homurdanır gibi konuştu:
-Öğretmenle neden tartışayım? Zaten o yeni şiirin değil bir anlayışın karşısında!
Arkadaş haklıydı. Hamdi Keskin öğretmen geçen ders yılı sonuna doğru, yeni şiiri de genç şairleri de övmüştü.
Doç Niyazi Çitakoğlu, gülümseyerek geldi, paltosuyla oturmak için bizden izin istedi. Mustafa Saatçi:
-Paltomuz olsa biz de giyecektik! deyince Öğretmen:
-Vay, o zaman biz senden izin istemeyecektik! mi demek istiyorsun? deyince, bir tartışma başladı.
Öğretmen kitaplar getirmiş, Türkçe-Almanca öğretimi üzerine; hepimize birer tane dağıttı; uzun bir süre kitapları karıştırdık. Bir süre sonra sıra ile okuduk. Öğretmen, okumalarımızı beğenmedi. Genellikle kusurlarımızın, sesli harfleri ayırmadan Türkçe gibi seslendirmek olduğunu söyledi. Bu kusuru ben uzun zamandır seziyordum ama nedenini bulamıyordum. Örneğin, von’da o kısa okunduğu halde ofen ya da montag derken o, uzuyordu. Müzikte de öyle; Muzik deyince u kısa, Gut, deyince uzuyor. Öğretmen açıklık getirdi, şimdiye dek üzerinde hiç durmadığımız önemli bir konu, böylece aydınlandı. Öğretmen özenle bize değişen harfleri yazdırdı. E, C, Y, K, Z, F, V, Ü. Bunları alt alta yazıp Almanca okunuşlarını karşılarına yazdık.
Türkçe Almanca
e a c k j y v f v w ü y z tsetÖğretmen, bunları yazdırdıktan sonra asıl yanlışların, Almanca’daki çift seslilerin okunuşunda olduğunu söyleyip örnekler verdi ai, ei, eu, ck, ch… Bunları da tekrarlayalım! deyip ayrıldı.
Öğretmen gittikten sonra bir süre bakıştık. Halil Basutçu konuştu:
-Biri bizimle ciddi ciddi konuşsa, kesinlikle “Siz, Türkçeyi de bilmiyorsunuz” der!
Harun Özçelik karşılık verdi:
-Öğretilmedi ki, bilelim!
Kendi kendimizi teselli ederek ayrıldık.
Yemekte de benzer durum İngilizce okuyanlardan geldi. Yeni öğretmenleri “Sözleri telâffuz edemiyorsunuz” demiş. Arkadaşlar “Telâffuz” sözüne takılmışlar:
-Kendisi de Türkçe bilmiyor! deyip gülüyorlar:
-Telâffuz ne demek?
Bir rastlantı, aynı söze dün bakmıştım, Osmanlıca-Türkçe Cep Kılavuzu’nda telâffuz karşılığı söyleyiş, lâfzayış; telâffuz etmek yerine de, söyleşmek, lâfzamak yazıyordu. Arkadaşlar, özellikle ikinci sözlere inanmadılar:
-Lâfzamak, lafzaşman olur mu?
Sözlükler, salondaki plâk dolaplarının gözündeydi, açıp gösterdim. Küçük kılavuzlarımı onlara bu kaçıncı gösterişim oldu, bilemem ama; bu kez çoğu onlardan edinme derdine düştüler.
Bölüm Başkanı, oldukça geç geldi; gelince de kemancıları tek tek küçük odada dinlemeye aldı. Bir süre salonda plâklarla ilgilendim. Küçük oda kapanınca, salt Hanon Etütlerini alıp Yönetim binasındaki piyanoya gittim. Orada rahat çalışmam, okul Müdürü’nün yerinde oluşuna bağlı. Yerindeyse oldukça sessiz çalışıyorum; yoksa daha rahat oluyorum. Bugün yoktu, bir süre Hanon çalıştıktan sonra parçalara geçtim. Bir tıkırtı oldu, kuşkulanıp durdum. Müdür gelmiş olabilir mi?
Bir gülüş duydum, arkasından Pakize:
-Biz geldiğimiz için mi kestin, ne güzel dinliyorduk! dedi. Rahatladım, bir süre onlara değişik, küçük parçalar çaldım. Arkalarından Bella geldi. O gelince kızlar gitti. Bella şimdi onların çalıştırıcısı; onu öğretmen olarak benimsemişler. Bella ile Pakize’yi karşılaştırdım, tıpkı Selçuk Öğretmenle benim gibi; Selçuk Öğretmen benim öğretmenim ama yaşı benden küçük. Sanırım Pakize de Bella’dan yaşlı. Görüntüleri de öyle! Bir dahaki karşılaşmamızda bunu söylemeye karar verdim. Bella, cumartesi günü Ankara’ya gidersem ablasına uğramamı istedi. Başka gelen giden olmadığı için geç vakitlere dek çalıştım.
Yemekte kemancıların dertlerini dinledik. Bölüm Başkanından yakındılar:
-Geçen hafta iyi bulduğu parçayı sonraki hafta beğenmiyormuş. Ben de:
-Bunda şaşılacak ne var? Geçen hafta güzel çalmış, bu hafta aynı titizliği gösterememiş olamaz mısın?
Onların durumuna ters geldiği için, sinirlenenler oldu; beni Bölüm Başkanı’nın savunuculuğu ile suçladılar. Güldüm:
-Sizi suçlamak değil ben kendimi örnek verdim, ben çaldığım parçaları bir süre sonra aynı dikkatle çalamıyorum!
Kar başlamış, öğretmenler gelir mi? Sorunun karşılığı verildi, Malik Öğretmen de Veysel Öğretmen de gelmiş. Bu kez soru değişti, derste ne yapacağız? Birtakım varsayımlar üretildi. Gündüz çok çalıştığım için salona inmek istemedim. Topluca Büyük Salona gittik. Salon bizim kahve gibi; içmeyin falan deniyor ama eller masa altında, eğilip kalkan kafalar var. O kişiler belli! Tam anlamıyla bir komedi; hani toplum severlik, hani Sabahattin Öğretmenin dersindeki insancıl konuşmalar yapanlar? Bir süre Halil Dere ile konuştuk. Ondan yeni yeni haberler aldım; eski tartışmaların yaygınlaştığını, yakında birçok olaya tanık olacağımızı öğrendim. Bizim okuldan da bir grup Dil Tarihlilerle gizli gizli buluşuyormuş. İşte buna inanmadım. Gizli gizli buluşma ne demek? Bunun Kızılçullu grubunun bir yalanı olabileceğini düşündüm. Oldukça üzgün olarak yattım. Bu düşmanlık neden oluyor? Oysa hepimiz, aynı koşullar içinde birlikte yaşıyoruz. Hiç konuşmadığım diyemem ama çok az konuştuğum öteki bölümlerde arkadaşlar var. Öyleyken onlara karşı sevgim en yakınlarımdan az değil. Okulumu bitirince, belki de onlardan biri ya da ikisiyle birlikte çalışacağım! Oldukça gergin bir durumda uyudum.
14 Aralık 1945 Cuma
Kar yağıyor! sesleri arasında uyandım. Yeni bir şey mi? Kar, akşam da yağıyordu! Demeye kalmadı, Hasan Gülel karşılık verdi:
-Kar zaten yatarken de yağıyordu, onu biliyoruz. Sen yağmurdan haber versene! diye çıkıştı. Ona da karşılık verildi:
-Sen küçüksün çocuk, bizden çok yaşayacaksın, yağmuru ancak sen müjdeleyeceksin. Sözü pek anlayamamıştım. Açıklayan oldu; kış o kadar uzayacakmış ki bittiğini yaşlılar göremeyecekmiş! Herkes güldü. Ali Bayrak uyardı:
-Bu ne karamsarlık arkadaşlar, doğrusu yakıştıramadım! Ahmet Allı:
-Üzülme hemşerim, sen de görürsün, küçüksün, daha askerlik çağına bile gelmedin!
Kahvaltıda, ucundan ucundan öğretmenler eleştirildi:
-Ne var yani, bu havada gelmenin anlamı var mı?
-Vazife aşkı sende yoksa başkasında da mı yok sanıyorsun? Ekrem Bilgin karşı durdu:
-Vallahi bana sorarsanız, o dediğiniz neyse onun bende olduğuna inanıyorum ama çevreme bakıyorum, başka kimsede göremiyorum. Halil Yıldırım:
-Sen bakar körsün arkadaşım, başkalarını görünce kendin sanıyorsun. Kendini görsen bunu söylemezdin.
Bu kez de bakar körlük tartışma yarattı. Bakar körlük nedir? Herkes bir şey söyledi. Ancak söyleneni karşıdakiler beğenmedi. Bakar kör demeye ne gerek, tüm körler gerçekte bakıyor. öyleyse bu bir başka anlama gelir; bir deyim olabilir, dikkatsiz olanlara söylenebilir, gerçekte az görmüş olabilir. Kadir Pekgöz ekledi:
-Ekrem gibi!
Bir süre güldük. Ekrem tepki gösterdi:
-Alacağın olsun!
Malik Aksel öğretmen, gelir gelmez sobayı yoklayarak gülümsedi. Arkadaşlardan biri “Kar!” dedi. Malik Öğretmen gülümseyerek tekrarladı:
-Evet kar! Kar kışın yağar, buna şaşmayalım, her mevsimin özelliği var, kışınki de kar!
Öğretmen yerine oturunca:
-Bugün de biraz geriye dönelim. On kadar kentimizde bulunan sanat eseri niteliğindeki tarihsel değerlerimizi tekrarladık. Bakalım onlardan bizlerde neler kalmış? Ancak bunlar arasına katmamız gereken, içinde bulunduğumu Ankara’mızı katmadık, isterseniz bugün onu da konuşalım!
Pür dikkat kesilen arkadaşlarda bir yumuşama oldu. Kimseden ses çıkmadı ama neredeyse kalkıp oynayacaklardı!
Öğretmen Ankara’nın söylendiği gibi çok eski bir yerleşim beldesi olduğunu, Kale’deki yapılanmanın değişik zamanların kalıntıları olduğunu anlattı. Kaleye çıkmıştık ama bu açıdan bakmamıştık. Ankara hakkında ben Roma İmparatoru Augustus’un kitabını okumuştum onu söyledim. Öğretmen pek umursamadan onun çok sonralarını anlattığını söyledi. Bir Ankara kalesi resmini astı. Dikkatle dinledik.
Ankara Kalesi-Batı yönü
Ankara Kalesi’ne iki kez çıktım ama yıkıntılardan başka bir şey görememiştim. Malik Öğretmen:
-Ankara Kalesi, bütün ihtişamı ile orijinalitesini koruyor! deyince biraz şaşırdım. Konu uzayınca durum anlaşıldı. Orijinalite dediği, yerini, şeklini değiştirmemiş. Bunu da yerinin istisnai bir tepede kuruluşuna borçluymuş:
-Salt savaşlarda düşmandan korunmak için değil, sürekli korunmak için bir tür yaşam yeri olarak yapılan kalenin, bir bakışa göre Hititler tarafından kurulduğu sanılmaktadır. Bilginlere göre bu tür kaleleri önce onlar kullanmış. Kale, günümüzdeki gibi bir tepenin üstünde tek bir yapı değil, o yapının çevresini saran 20 kadar dış kulelerden oluşurmuş. İç kule dış kuleler arasında kale halkı yaşıyormuş. Kısacası, kalenin altında görünen boş alanlar, Ankara’nın ilk yerleşim yeriymiş. Halkın oturduğu alanların çevresini saran 15-20 metre yükseklikteki duvarlarda çevriliymiş. İşi ilginci bu alanlarda taştan ya da kerpiçten üç katlı evler bulunuyormuş. Bu duvarlar üzerinde de 42 kule varmış. Kale, o çevreye egemen olanlar tarafından özenle korunmuş, özellikle Romalılar ekler yapmış. Ankara yöresinin adı Galatya’dır. Galatya, İsa’dan sonra Havarileri tarafında da gündeme gelmiş bir beldedir. Roma İmparatorlarından Caracalla, kalenin surlarını onartmıştır, ancak ondan sonraki imparator, Perslere yenilince, Persler, kaleyi ele geçirip tahrip etmiş. Kaleyi Romalılar (Bizans) geri alıp tekrar onarmışlar. Ancak Haçlı Seferleri döneminde kale el değiştirdikçe tahrip edilmiş. Selçuklular döneminde bir onarım daha görmüş. Bu onarım için günümüze dek gelen belgeler vardır. Maalesef Osmanlılar kaleye bir çivi bile çakmamışlar. Kısa bir süre Osmanlıları savaşta yenerek Ankara’ya dek gelen Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa kaleyi bir onarımdan geçirtmiş. 1832 yılından beri Kale, medarı iftiharımız Ankara’mızı uzaktan heybetli görüntüsüyle heyecanlandırıyorsa da, zamanın kahredici yıpratıcılığına karşı ancak bu kadar direnebilmiştir.
Öğretmenin böyle deyişi hepimizi üzdü. Talip Apaydın parmak kaldırdı:
-Sizce ne yapılmalı efendim? Öğretmen gülümseyerek:
-Söyledim efendim; Romalılar ne yaptıysa, Selçukiler ne yaptıysa, İbrahim Paşa ne yaptıysa onu yapmalıydı. Eskisi gibi savaşlardaki niteliğini korumuyor diyemeyiz. Romalılarda da korumuyordu, Selçukilerde de! Hele İbrahim Paşa’ya ne demeli? Osmanlılar Döneminde korumak şöyle dursun, başkalarının onarmasına karşılık, kalenin tüm kalıntılarını birer ikişer aşağıya taşıyıp gördüğümüz Ankara’yı kurmuşlar. Kale altındaki eski binaların taşları hep oradan sökülüp taşınmadır. Koca bir kent olan Galatya halkı çadırda mı oturuyordu? Nerede o üç katlı taş hatta mermer binalar? Romalılardan kalan Ankara Kalesi gibi soyulmamış tüm yapılar mermer kaplıdır. Hani kalede mermer kırıntısı var mı?
Öğretmen bundan sonra bize döndü:
-Üç yıldır bunları konuşuyoruz, Fransızların ünlü müzesi Louvre’un yarı geliri Venüs heykelindenmiş. Biz onu bedava verdik!
Öğretmen, sözlerinin Osmanlı Dönemi için geçerli olduğu, henüz delikanlılık döneminde sayılan Cumhuriyet Dönemi için konuşmanın henüz erken sayılacağını, hiç değilse bunları konuşma özgürlüğünü ancak bu dönemde kazandığımızı anlattı. Sözü, Ankara anıtına getirip görüp görmediğimizi sordu. Daha çok Ankaralı arkadaşlar, Talip Apaydın, Yusuf Demirçin konuştu. Öğretmen özellikle hepimizin görmesini önerip ayrıldı. Bu arada, eski Varlık dergilerinin birinde okuduğum bir yazıyı anımsadım. 1893 yılında oraları gezmiş sonraları çok ünlü olmuş bir yazarımızı (Ahmet İhsan Bey’i) kaynak göstererek sonraki dönemlerde de yapılan değişiklikleri anlatmaktadır. Daha doğrusu Osmanlıların, Ankara Kalesi’ni korumaya yönelik hiçbir girişimde bulunmadığını, tersine bozulmaya yardımcı olduğunu anlatmaktadır. Avrupalı ulusların bu konuda yaptıklarını az da olsa gören, örneğin Osman Hamdi Bey gibi sanatseverlerin İstanbul’da o günlerde bu konuya dört elle sarılmasına karşın Ankara Kalesi’ne Osmanlıların böyle bigâne kalınması anlaşılır gibi değildir. Kalenin ürpertici bir duruma sokulmasında yarış edildiği anlatılmaktadır. Yazarların, açıkça gördüklerini, anmaktan bile çekindiklerini söyledikleri bu hazin olay, bir ihmal olmayıp, doğrudan kendi geçmişini sevmemek değil, atalarını da yok saymaktır.
1880-1893 (yılları arası) ANKARA
Reşat Ekrem
Bay Ahmet İhsan’ın Ankara müşahabatı* adı ile Serveti Fünun’ da çıkmış eski ve uzun bir yazısı (*) Anadolu’nun göbeğinde Türkiye Cumhuriyeti’nin yarattığı devlet merkezi Ankara’nın, yarım asır evvelki manzarası için değerli bir vesikadır. Ben bu vesikadan bazı noktalar alıyorum.
1880 de Ankara yolu:
Ahmet İhsan “Ankara müşahadatı”nı 1893 de ikinci seyahati münasebetiyle yazıyor. İlk gelişi, 1880 de babası bay Halit’in Ankara Defterdarlığı vesilesiyle ve çocukluğunda olmuştur.
1880 de demir yolu yoktu. Ankaraya Bursadan arabalarla gidilirdi. Şose de yoktu; yollar bozuktu. Köylerde gecelenir, dağ başlarında tek tük yolculara rastlanırdı; ve bu büyük bir sevinçle karşılanırdı. Bursadan Ankaraya bu suretle on günde ancak varılırdı.
Badanalanmış bir şehir
1880 deki yolculukta “nihayet arabacı, hayvanların başını çekerek bir vaziyeti müftehirane ile “İşte Engürü!” demişti. O zaman Bay defterdarın ailesi uzaktan kap kara bir şehir görmüşlerdi. On üç yıl sonra, 1893 de iki yol arkadaşı ile beraber pencereden bakan Ahmet İhsan, tiren “… bir zamandır takip ettiği boğazdan çıkıp bir de tepe dolaşınca uzaktan beyaz bir şehir… görünmüştü; yandaki pencereden, posta memuru: İşte Ankara! demişti. Ahmet İhsan arkadaşlarına on üç yıl evvelki hatıralarını anlatmıştı, bunlardan biri haklı olarak sordu:
-Hani ya Ankara, en kara tabirine lâyık olarak, simsiyah görünecek diyordun?
- Öyle diyordum ama ben görmeyeli enkara enbeyaz olmuş!
Burada kendilerini posta memuru aydınlatıyordu.
-Evet, Ankara vaktile öyle idi; ama evleri şimdi badana ettiler ve dediğiniz gibi enbeyaz oldu.
* * *
Yol tezkeresi ve istasyonda yolanların çantalarını araştırmak hakkına sahip reji kolcuları: (…)
-Çantalarınızı açın tütüne bakacağız! (?)
Demir yolunun Ankaraya gelmesi münasebetiyle yapılmıştır. Düz, az yokuşlu güzel bir şosedir. İki yanında fenerler ve ağaçlar vardır. İstasyon ile şehir arasında kira arabaları, fayton ve landonlar vardır. Bu yolun bitiminde ve şehrin ağzında Ankaranın en büyük oteli, pembe taştan kârgir bir bina, İsmail Efendi oteli bulunmaktadır.
İsmail Efendi Oteli
Ankara’nın belli başlı otelidir. Bir otel- han olan burası, iki kısımdan mürekkeptir. Arabaların çekilmesine mahsus bir avlunun etrafını çeviren han odaları büyük kısmı teşkil ediyordu. Otel olan parçası, bir kaç oda ile bir salon ve bir mutbahtan ibaretti. Ahırlar, mutbak ve han odalarından çıkan birbirine karışmış kötü bir koku, otelin her tarafını kaplıyordu.
Elsembelâ
İsmail Efendi otelinde İstanbullu muharrirlere üç yataklı bir oda ayrılmıştı. Fakat gözlerini kapar kapamaz, el, ayak, yüz gibi vücudun çıplak yerleri cayır cayır yanmaya başlamıştı; bu, gayet ufak bir nevi sivrisinekten oluyordu, ki Ankaralılar Elsembelâ adını vermişlerdi. Üç arkadaş ancak ortalık ağarmak üzere iken, ayaklarına çorap, ellerine eldiven giyerek ve yüzlerini mendil ile örterek hafif bir uykuya dalabilmişlerdi.
Ankara kalesinin tuvaleti
Ahmet İhsan ile arkadaşları sabahleyin bir gezinti yapmışlar ve kale içine çıkmışlardı. Burada birkaç satır alıyorum: “… nihayet pişigâhımıza asıl kale çıktı. Sekizer metre murabbaı muhitinde olan üç cephesinin üstü, Ankara badana olunurken sıvanmış, ortadakinin üzerine boya ile duvarın cesameti nisbetinde Osmanlı arması resmolmuş, üç parçanın da aksamı fevkanisine birer ayna rapt olunmuştu. Beyaz duvarlar ile arma ta ovadan kabili rüyet olduğu gibi tabii şu aynalar da inikası şemsile parlayarak enzarı temaşagerâne çarpmak çin takılmış idi” Garip tuvalet !!
Saraçhane kapısındaki çizme ile yemeni:
Dönüşte çarşıyı gezmişlerdi:“… üstü ahta perde perde ile mestur çarşının dar ve yokuşlu sokakları içinde hayli dolaştık. Nihayet saraçhanesine gelip kapıdan çıkmak üzereydik ki arkadaşların kolundan çekerek: -Bakınız! dedim. Kapının üstünde bir metreye karip cesamette dehşetli bir yemeni ile bir de evvelzaman çizmesi vardı. Firenk ehli san’atı nazarı dikkati davet etmek üzere dükkânın üstüne meselâ bir büyük gözlük veya bir şemsiye asarak gözlük veya şemsiye ticaretile iştigalini ilân ederdi. Biz de buna nazarı tebessüm ile bakar: -Herifler neler düşünmez, deriz! Halbuki Ankara saraç çarşısı bu garabeti belki yüz sene akdem düşünmüş. Dükkâncılardan bazıları yemeni ve çizmenin sahipleri varmış gibi, onu giyen adam da görülmüş gibi bize bazı urafatı kadime hikâyesine başladılar. Bir tebessüm de şu saf adamlara atfederek yolumuza devam ve otele geldik.*
Değerli üstad Bay Ahmet İhsan, hurafatı kadime diyerek bu makalesine almadığı çizme ve yemeninin belki de kaybolmağa mahkûm bir halk masalına ve Türk esnaf tarihinin güzel bir vesikasına yanmamak elden gelmiyor. Ahmet İhsan’ın kırk iki yıl evvel çıkmış kıymetli yazısından aldığım parçalarla dolmuş olan bu yazımın sonunda kendilerinden çizme ve yemeninin hikâyesini bize bir an evvel anlatmalarını sonsuz saygılarımla beraber dileyorum!
Reşat Ekrem’in yazısını okuduğum sıralarda bir başka yazıyla karşılaştım. Yazan Augustus (Ogüst) ya da Roma İmparatoru: Ankara Anıtı (Monumentum Ancyranum) Ankara ya da Galatia hakkında karışık bilgilerim durulur gibi oldu. Haz.İsa’nın 12 Havarisi Galatia’ya neden yazı göndermiş? Galatia o zamanlar öyle önemli bir kent midir? Bunu bu küçük kitapçıkta buldum. Bu kitapçığa göre, Galatia İmparator Augustus (Ögüst) zamanında gerçekten ünlü bir kentmiş. Zaman, İsa havarilerinin ilk çıkışları zamanına uymaktadır. Augustus (Ogüst) İ.Ö 27, İsa’dan sonra 13 tarihleri arasında yaşadığından tarihler de zamanına uymaktadır. Augustus’un (Ogüst) İmparatorluk zamanıyla örtüşmektir.
Yazar, Reşat Ekrem bu yazıları, öteki bin bir eserin tahrip edilişine de örnek olacak şekilde titizlikle toplamıştır. Cumhuriyet dönemi ile Osmanlı dönemi arasındaki farkı soranlara, “İşte bir gerçek yurtseverlik örneği!
*
Veysel Öğretmen yazı kâğıdı getirmiş, hepimize dağıttı. Birer kitap açıp istediğimiz yerden kâğıdı dolduracak yazı yazmamızı istedi. Arkadaşların hiç birisinde kitap yokmuş, telaşlandılar. Benim dolabımda vardı, herkese birer tane çıkıştırdım. Birine, Seybold metodunun ön sözünü vermiştim. Arkadaşlar fısıldaştılar:
-Hepimiz yalancı duruma düştük! Seybold metodu hepimizde vardı!
Öğretmenden kağıtları alıp yerlerimize dönünce, konu üzerinde oldukça durduk:
-Biz neden bu denli dalgınız?
Yemekte, aynı konu tartışıldı:
-Öğretmen de ne yapacağını şaşırmış durumda, vakit geçiriyor. Bu yaşta bize yazı mı öğretecek? “Yaş” sözüne ben de karşı oldum:
- Öğrenmenin yaşı mı olur? Askerlik derslerine giren yüzbaşı Sıtkı Ulay, Kurmay Akademisi’nde öğrenci. Bizim bilmediğimiz yerlerde daha yaşlıların okuduğu okullar da olabilir! Abdullah Erçetin, Asım Kaveller’i anımsattı:
-Bizim müzik öğretmenimizdi, sınava girdi, üç yıldır Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümünde okumaktadır. Ben de 5. sınıf öğretmenim Ahmet Korkut’u anımsadım; o da Gazi Eğitim Enstitüsü’nün Pedagoji Bölümü’ne girip iki yıl okumuştu. Üstelik evli, iki de çocuğu vardı.
Arkadaşlar hep sustu; yalnız Nihat Şengül:
-Ben yokum öyle işlerde! Hep güldük:
-Sen olmayınca, sensiz de olmaz mı demek istiyorsun? Nihat da dahil hepimiz güldük.
Bölüm Başkanı elinde bir tomar kâğıtla geldi. İlk sözü:
-Bizim öğrenciliğimizde şimdiki kadar bol kaynak yoktu. Bakın bunları bile birer birer öteden beriden kesip topluyorduk! Bunlar dedikleri parçaların hızını ya da hareketleri gösteren sözlerdi. Allegro, Allegretto, Grave Presto, falan!
Öğretmen önce bize de bildiklerimizi yazmamızı söyledi
Adagio: Parçanın, largodan daha az ağır çalınması belirtir.Fortosimo: Çalınan parçanın belli yerlerinin güçlendirileceğini belirtir.Kreşendo: Sesi yer yer azaltıp-çoğaltma işaretidir.Agidato: Çalınan eserin canlı, heyecan verici olarak çalınacağını belirtir.Allegro: Parçanın hızlı çalınacağını belirtirAllegretto: Allegro’dan az daha yavaş çalınmasını belirtirAndante: Ağırca çalınmasını belirtir.Andantino-Andanteden az daha yavaş işaretidir,Moderato: Orta hızlılıkta çalınacağını gösterir.Grazioso: Olabildiği kadar ince duygulu, etkileyici çalınacağını belirtirMenuetto: Özel bir ritimle, yumuşak çalınacağının işaretidir.Rondo: Oyun müziği olduğundan zaman zaman ritim değişikliği olacağı işaretidir.Lento: Ağırca çalınmasını belirtir.Molto-Presto: Orta çabuklukta çalınacağını belirtir.Walts: Oyun müziği olduğu için hareketli bir ritimle çalınır.
Not: Parçaların ilk porteleri üstüne yazılan bu sözlerle parçaların hız ölçüleri kesin olarak belirtilmiş sayılır. Söz gelimi Grave yazılmış, hemen yanına parantez açılıp bir nota yazılır, yanına da sayılar konur. O sayılar ölçüsünde nota tekrarlanır Böylece, gösterilen simgeler arasındaki yakınlık– uzaklık farkı belirlenmiş olur. Söz gelimi Andante ağırlığı ile Allegro çabukluğunun farkını bu sayılar gösterir. Örneğin,
Notaların frekanslarını bilenler bunları kolay çözebilir.
Öğretmen bir süre sonra ayrıldı. Ayrılırken de:
-Bugün konsere gitmeyişimizin nedeni, Genel Müdür geleceği içindi; kendisini Cumhurbaşkanı çağırınca yarına ertelemiş.
Öğretmen ayrılınca olasılıklar öne sürüldü:
-Kesinlikle bu, Üniversitelilerin sokaklara dökülmesi nedeniyledir; yeniçerilerin kazan kaldırışları gibi….
Üç sınıfın toplamı otuz kişi, kemancılar kemanlara sarılınca acayip bir ses kargaşası oldu. Konserlerde bazen böyle bir kargaşa olur ama çabuk biter. Bizimki süreli oluyor. Bir süre bekledikten sonra Hanon’u (metodunu) alıp Yönetim binasına gittim. Okul Müdürü odasındaydı. Gelirse, durumu anlatırım! deyip kapıyı iyice kapattım, ses azaltmalara basarak, uzun süre çalıştım. Yüzük parmaklarımın iyice canlandığını yoklayarak sevindim; sevindikçe de çalıştım.
Kapı açıldı, baktım bizim Kepirli Melahat Erkan:
-Abi yemek zamanı! deyince sordum:
-Benim burada olduğumu nereden biliyorsun? Melahat güldü:
-Abi, saatlerdir biz seni dinledik. Meğer duyulmaz sandığım sesler duyulurmuş. Öyleyse, “Okul Müdürü de duydu da hoş gördü!” deyip sevindim. Böylece yemekten sonra da oraya gidebilirim.
Yemekte, Genel Müdürün niçin geleceği üstüne varsayımlar öne sürüldü.
Değişik gibi söylense de sonuç olarak tüm varsayımları, Tan Gazetesi olayına bağlanıyor; bu kez ben de, iki yıl önce, Hasan Ali Yücel’in, Köy Enstitüsü Müdürleri toplantısında anlattığı olayı tekrarladım:
-Hasan Ali Yücel, öğretmenliğinde, Okul yöneticiliği yaptığı dönemlerde; o günlerin önemli konusu sayılan köyler üstüne yazılar yazıyormuş. Ancak, o da, Faruk Nafiz Çamlıbel gibi, köylere ayran içmeye gitmek, kaval sesi dinlemek amacıyla gidilmesine karşı çıkıyormuş. Tan Gazetesi sahibi Zekeriya Sertel’le eşi Sabiha Zekeriya Sertel, gazetelerinde sürekli köyler üstüne yazıyormuş. Belli zamanlarda Hasan Ali Yücel’in karşısına çıkıyorlarmış. Sabiha Zekeriya, Hasan Ali Yücel’le özel bir mektup yazmış:
-Yazılarını okuyor, beğeniyorum; özel olarak da tanışmak istiyorum, adresim şudur, lütfen gel!
Hasan Ali Yücel nezaket gereği gitmeye karar vermiş. Adres, Kadıköy’ün en müstesna bir bölgesinde görkemli bir konakmış. Hasan Ali Yücel devamla:
-Doğrusu biraz tedirgin olarak kapısı çaldım. Çok güzel giyimli bir bayan beni içeriye aldı. Büyükçe bir antre, olağanüstü süslü. Kapısında bir başka bayan beni içeri aldı. Beni daha da şaşırtan bir salonla karşılaştım. Bayan özür diledi, Sabiha Hanımefendiye duyurayım! deyip ayrıldı. İki katlı bir evin üç odasında yaşayan ben, doğrusu böylesini hiç düşünmemiştim. Masalar sedef kakmalı, yaldızlı. Sehpalar üzerinde ne varsa, özenle seçilmiş. Sabiha Hanımefendi görkemli bir giyimle geldi. Hoşbeş ettikten sonra altın olduğunu sandığım büyükçe bir horozdan sigara ikram etti, arkasından da bir gümüş çakmakla sigaram yakıldı. Doğrusu sıkıldım; bu ne ihtişam, bu ne saltanat! Hemen aklım, aileler arası iade-i ziyaret söz konusu olursa, bunu nasıl kabullenirim ya da nasıl savuştururum kaygısına takıldı. Sabiha Hanım sadede doğrudan girdi, yazılarımı sürekli okuduğunu, gazetelerinin, imzamı basmadıkça hep eksik sayılacağından söz etti. Fikirlerimizin tıpkı olması gerekmediğini, Amerika’da bunu çok incelediğini, onların bunu okuyucunun seçmesine bıraktığını anlattı. Bizim basınımızın henüz modern bir düzeye çıkamadığını, bazı konulardaki kargaşanın bundan ileri geldiğini anlattı. Söylediklerinde haklı olduğu noktalar vardı; yer yer ben de ona katıldım. Çekindiğim gibi sert bir çatışma olmadı, konuşmalar, çok yumuşak bir hava içinde son buldu. Çıkınca biraz ferahladım. Fazla düşünmedim; Sabiha Hanım kristal bardaklardan su içiyor, altın horozlardan sigara alıp gümüş çakmaklarla yakıyor. Sonra geçip 15. Louis modeli görkemli masasının başına, söz gelimi rüyasında bile görmediği Hasanoğlan köyü hakkında yazılar yazıyor (!?) Sonrasına gerek yok, ben yolumda gittim, onlar yolunda gidiyor. Ben o zaman bir lise öğretmeni idim, yönetici oldum, halkım beni, en kutsal kurumuna Milletvekili olarak gönderdi, Vekiller Kurulu arasına alındım; görüyorsunuz işte Hasanoğlan köyündeyim. Bir ayağım hep burada, Hasanoğlan köyü çocukları bile beni tanıyor!
Sessizce dinleyen toplantıdaki Müdürler, Hasan Ali Yüce konuşmasını kesince karşılıklı bakıştılar. Kars/Cılavuz Müdürü Halit Ağanoğlu, o sıra Köy Enstitüsü üstüne kitap yazmış olan Ahmet Emin Yalman’ı sordu. Hasan Ali Yücel, kaşlarını kaldırarak:
-A, bakın onu iç sevmem! Kitabını da hiç önemsemedim. Onun gazetesinin tiraj iyice düştü. O gazetesinin tirajını düşünür. Üzerinde durduğunuz mu bilmem o, bu kitabından en az 50.000 (elli bin) lira vurdu. Köy Enstitüleri üstüne yazması, görünüşte güzel gibi ise de ona güvenilmez. Ahmet Emin Yalman, birini 99 kez över, arkasından bir kez yerince o doksan dokuz iyinin hemen rengi değişir.
Not: Hasan Ali Yücel’in anlattığı karşılaşmayı, daha sonra Sabiha Sertel de yazdığı Roman Gibi anı kitabında anlattı!
Daha önceleri de anlattığım bu olayı, arkadaşlar bu kez daha dikkatli dinlediler. Onların suskunluğu beni ikircil bir duruma düşürdü:
-Hasan Ali Yücel o zaman ne derse desin, şimdi, gazetesi kapanmış, onca varlığı çapulcular tarafından yok edilmiş insanlar için:
-Onlar bunu hak ettiler! derce konuşmayı doğru buldular mı?
Yatınca da bir süre kendimi eleştirdim. Sonuç olarak gereksiz bir konuşma yaptığıma üzülerek uyudum.
15 Aralık 1945 Cumartesi
Akşam, Genel Müdür’ün geleceği söylenirken, sabah, hava değişti:
-Genel Müdür gelmeyecekmiş! Bizim arkadaşlardan sızlananlar oldu:
-Yazık, bir yalan haber yüzünden konseri kaçırdık!
-Gittiklerinize şükredin, 6 ay sonra hiç gidemeyeceğiz ya!
-Siz hiç gitmediniz, biz de gitmeyiveririz!
Tartışma uzamadı ama, benim aklımı karıştırdı; konserden geçtim, piyanosu olmayan bir Enstitüye gönderilirsem ne yapacağım? Ortalıkta fol yok, yumurta yok! deyip kendimi toparladım.
Kahvaltıda da aynı konu konuşuldu. İşin garibi bu kez sızlanan arkadaşları teselli etmeye çalışan ben oldum.
Genel Müdür gelmeyeceğine göre Bölüm Başkanı bizi rahat bırakmaz. Halil Dere’nin de dersi yokmuş, banyoya gitmemizi önerdi. Bölüm Başkanı gelirse beni arar kaygısıyla banyo işini öğleden sonraya bıraktırdım. İsabetli bir karar vermişim; salona döner dönmez Bölüm Başkanı geldi, kızlar dışında herkes oradaydı. Kızları sordu, doğru karşılık almayınca Ahmet Yol’u gönderdi:
-Ders yapacağız, gelsinler! Bana dönerek, Bach’ın kantatını hazırlamamı söyledi. Ders dediği plâk dinlemekmiş. Ders deyince biraz gerilen yüzler birden değişti; sandalyeler sıralandı. Kızlar zaten hazırmış, çabuk geldiler. Bölüm Başkanı Kantat üstüne kısa biç açıklama yaptı. Bu tür müziğin Almanya’da geliştiğini, en büyük ustasının da Johnn Sebastian Bach olduğunu söyledi. Gülerek:
- İyi ki bugün konsere gitmemişiz, bu kantatı (Coffee Cantate BWV 211) bizim konserlerde sittin sene dinleyemezdik!
Bana işaret edince 17 büyük plâk olan Kantat’ın ilk plâğını pikaba koymak üzereyken bizim sınıftaki arkadaşları dikkatle izledim, sanki yeni dinleyeceklermiş gibi bir ilgi içindeler. Bölüm Başkanı, Kantat’ın konusu hakkında kısa bir açıklama yaptı:
-Son sınıflar Kantat’ın konusunu bilirler ama yeni arkadaşlar da duysun istedim:
Konu, hemen hemen Bach’ın yaşadığı günlerin moda konusu Kahvehanelerdir. Şu bizim halkımızın geçemediği tek eğlenceleri Kahveler. O zamanlar Avrupa’da yeni moda olmuştur. Onların kahveleri bizimkilerden farklı; bizde hâlâ bayanlar gidemiyor, onlarda ise ayrılık yok, şimdiki gibi bay bayan eşit! Gene de sınır konmasını isteyenler var; onlardan bir baba kızının kahveye gitmesini önlemek istiyor. İşte Bach, böyle bir konuyu ele almış. Baba-kızın güzel bir müzikle tartışmalarını dinleyicilere sunuyor. Buna opera gözüyle bakanlar da vardır.
9. plâkta öğretmen sordu:
-Yarı ettik mi?
-Tam ortasındayız deyince, dinlenme yapalım mı? diye sordu. Sesiz duran arkadaşlar, birden canlandılar. Ahmet Yol:
-Müziği çok kolay, sözlerini bulsak, bunu biz de söyleriz! Ahmet Yol’u destekleyenler oldu Kız rolüne Yıldız yakıştırıldı. Orkestrada başka çalgılardan söz edildi. Orkestra çalgılarına hiçbirimiz dikkat etmemişiz, tekrar başlayınca dikkat etmeye karar verdik. Öğretmen gelince hemen söylediler. Öğretmen çalgıları biliyormuş:
-Çalgılar keman ağırlıklı, iki viyolonsel, bir üflemeli çalgı vardır; onları da kullanmak gerekmez. Biz, kemanı çoğaltarak sesleri gürleştiririz.
Yıldız dışında herkes sevindi. Kantat tekrar başlayınca Yıldız’a hak verdim. Gerçekten kızın sesi olağanüstü!
İkinci bölümde daha dikkatle dinledik. Viyolonsel seslerini zaman zaman ayırdım. Ancak keman sesleri her zaman egemen.
Gerçekten bir konser dinlemiş kadar yararlı oldu. Bölüm Başkanı öğleden sonra serbest olduğumuzu söyleyince herkes hoşnut oldu; Yıldız’ı da rahatlattılar:
-Merak etme, Kantat temsil edilmez, günümüze uyan bir eser değil. Eser 200 yıl öncesi Avrupa’sını anlatıyor. Bizim halkımız, onu yeni bir olay olarak algılar; kadınlar kahveye gitmek istiyor! diye dedikodu yayarlar.
Ekrem birden:
-Vay anasını, adamlar eskiden beri bizden farklıymışlar; baksanıza kız, babasına karşı nasıl da diretiyor! Bizde olsa, ilk sözünde daha şamarı yiyip susar. Halil Yıldırım:
-Ne susması; bir yığın da hakaret türü sözler işitir. Kadir Peköz, kendi köyünü düşünüp, güldü:
-Bizim köyde şimdi 10 kahve var, öyle bir şey olsa kahve sayısı 20’ye çıkar. Hepimiz güldük: O zaman işleri kim yapacak? Nihat Şengül ekledi:
-Bizler ne güne yetiştiriliyoruz, ona da bir çare buluruz! Kendi sözlerimize kendimiz gülerek kalktık.
Halil Dere bir grupla bekliyormuş, onlara katılıp Hasanoğlan köyüne gittik. Konuşma konusu: Genel Müdür, bugün gelemediğine göre hemen ertesi gün neden geliyor? Üç olasılık öne sürüldü:
1. Cumhur Başkanı öyle istemiştir
2. Hasan Ali Yücel göndermiştir.
3. Daha önemli işleri vardır, onları aksatmamak için pazar gününü feda etmektedir.
Bu kez de konuşmalar, Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’un çalışkanlığı üstüne dönüştü. Kardeşi Zekeriya Tonguç da onun gibiymiş. Emin Soysal’ın müdürlüğü zamanında, Zekeriya Tonguç, Emin Soysal’ın en yakın yardımcılarından biri sayılıyormuş. Genel Müdürle tartışma başladığında arkadaşlar okulu bitirmiş olduğundan fazla bir söz söylemediler. Ekrem Bilgin:
- Onlar kardeşti ama sanırım pek sevişmiyorlardı Köy Enstitüleri açıldığı zaman bizim öğretmenlerden en az on öğretmen yeni açılan Enstitülere Müdür olmasına karşın Zekeriya Tonguç yerinde kaldı.
Ekrem’in verdiği sayıyı çok bulanlar olunca, bu kez de adlar sayılmaya başlandı. Bizim Kepirtepe kurucu müdürümüz Nejat İdil de oradan gelmişti. O, Köy Öğretmen Okulları döneminde atandığı öne sürülerek sayıdan düşürülünce, Ekrem sinirlendi:
-Kendi isteğimiz doğrultusunda olmayan olayları sahiplenirsek o tartışma, bencillik tartışması olur. Biz, Kızılçullu’dan ayrılanları saydığımıza göre Nejat İdil de Kızılçullu’da öğretmenlikten Edirne /Karaağaç Köy Öğretmen Okulu’na Müdür olarak gitmiştir!
Kâmil Yıldırım sinirlenerek:
-Ne boş şeylerle zaman dolduruyoruz; o oraya bu buraya gitmiş! İşte bu gitmişler, günümüzdeki kutuplaşmanın başlangıcı olmuş. Görmüyor musunuz biz Kızılçulu çıkışlılar, Pazarören, Aksu ya da Haruniye çıkışlılarla daha yakınlık kuruyoruz. Doğrusunu söylemek gerekirse ben, Cılavuz, Akçadağ ya da Beşikdüzü çıkışlıları, onlar kadar kendime yakın bulmuyorum.
Kadir Pekgöz fırsat bekliyormuş hemen ekledi:
-Onun için mi sen bizim Kepirtepeliye gönül verdin?
Konu hemen başka bir yana döndü. Kim kime gönül vermiş? Bizim gruptan Nihat’la Kâmil böylece ortalığa çıktı; Kâmil Kepitepeliye, Nihat ise, Arifiyeli Nebahat’a! Şaka maka değil iki gerçek olay, böylece bizim masada iki gizli iş kıvıran bulunduğu açıklandı. Arkadaşlara destek olmak için konuştum:
-Bu işler biraz gizlilik ister! der demez Kâmil Yıldırım kahkahayı bastı:
-Bu işlerin ustası nasıl konuşuyor, bakın! Kadir Pekgöz hemen işi ilkokul dönemlerine götürdü:
-Ağabey, daha ilkokuldayken, bu evreleri yaşamıştı.
Ekrem, ilgiyle sordu:
-Bu konuda ne biliyorsan anlat! Nihat’sa:
-O hikâyeyi biliyoruz, kız şimdi çocuk büyütüyor. Ekrem sordu:
-Sizinkiler ne yapacak, evlenecek misiniz onlarla? Halil Yıldırım:
-Hayda! İşler nerelere döküldü!
Gülüşerek kalktık. Öğretmenler Kahvesine gitmeyi önerdiler, topluca oraya gittik. Kahve diyen, şaka söylemişti ama şakası ciddi çıktı. Gerçekten neredeyse bizim köydeki kahveye dönmüş, sigara dumanından yüzleri seçmek bile zorlaşıyor. Yüksek sesle konuşan satranç ustaları var. Bizim Kepirli Doğan Güney’le Tevfik Uğurlu da yarışanlar arasında. Arkadaşlar, Kepirtepe’de de iddialaşıyordu. Geç vakit yatakhaneye döndüm. Sigara dumanı falandı ama orada gereksiz düşüncelerden uzaklaşmıştım; yatağa yatınca gene onların ortasında buldum kendimi. Birkaç kez sağıma soluma döndüm:
-Genel Müdür yarın neden gelecek?
16 Aralık 1945 Pazar
Yatarken, kendime soruyordum:
- Genel Müdür neden gelecek? Uyanır uyanmaz karşılığını aldım; konuşmalar Emin Soysal üstüne sürüyordu:
-Emin Soysal, yeni partiye girecekmiş. Bir yeni Parti-eski parti tartışması başladı. Parti sözü beni öteden beri kaygılandırır. Daha önce kurulan Serbest Parti sözlerini hep duymuştum; Kızılcık Dere köyündeki akrabalarımız; Mehmet Ali, Enver dayılarımın babası çevrenin en ünlü kişisi sayılırken, Serbest (Fırka) Parti’den aday olunca gözden düşmüş, o sıralar köyden geçen Atatürk’ü karşılamasına bile izin verilmediği tevatürü yayılmıştır.
Kahvaltıda da aynı konu açıldı. Bu arada Sabri Taşkın’ın, kışkırtıcı bir tavırla ortaya yeni bir konu getirdiğinden söz edildi, sözde, Sabri Taşkın:
-Birileri, çatlasa da patlasa da Emin Soysal bu davasını sürdürecek. Adamın niyeti yukarılara tırmanarak Millet Vekili olmak, Milli Eğitim Bakanı olmak, Köy Enstitülerini gene Köy Öğretmen Okulları’na dönüştürmek!
Salona döndüğümüzde de aynı konu, Sabri Taşkın’ın sözü tekrarlandı.
Karşımda oturan Bekir Semerci bana bakarak:
-İnşallah desene! deyince gözler bana döndü. Belli ki bir tepki bekliyorlardı. Bekir Semerci’yi Dergi yöneticisi olarak eleştiriyordum ama, bunda onun bir suçu yoktu, kişisel çıkarları için dergiyi bir araç sayanlar, onun da çevresini sarmıştı. Örneğin bizim Kepirli Mehmet Başaran, dört sayıda 13 şiir yazmasına karşın, Genel Müdür’e “Benim, dergide şiir yazmama engel oluyorlar” diyebilmiştir. Bu nedenle ben Bekir Semerci’yi fazla suçlu görmüyorum. Zaman zaman da özellikle kitap okuma üzerine konuşuyoruz. Bekir de Yapı Bölümü’nde, Halil Basutçu’nun çalışma arkadaşı. Halil onu çak yakından tanır; adı geçtikçe onu sürekli över! Bu nedenlerden dolayı olacak ben, Bekir Semerci’yi dışlayamıyorum. Gene de bir cevap verdim:
-Ben okula girerken tasarladıklarımdan fazla bir kayba uğramadım. Okula ilk girdiğim gün, gördüğüm piyanoya gönül bağlamıştım; bu özlemim oldukça gecikmesine karşın, biliyorsun gerçekleşti. Konservatuvar adını bile duymamışım, oranın seçkin öğretmenlerinden ders aldım. Biliyorsunuz, benim bölümündeki öğrenciler, tıpkı Konservatuvar ya da tüm okullara Müzik öğretmeni yetiştiren Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü’nün okuduğu dersleri okuduk. Bu nedenle okulun adı değişti ama, benim idealimde bir değişiklik yapmadı. Alkışlayanlar oldu. Bu kez de, geçen yaz bir gün Hasan Ali Yücel, yalnız olarak bizim salona geldiğinde bana:
-Bu okula, sizin Bölümü ben eklettim. Proje önüme geldiğinde baktım Batı sanatlarıyla ilgili bir bağ kurulmamış. Çiftçiye, köyün yaşamına katkı yapacak bir birim yok. Cumhuriyet uygarlık getirecekti; Atatürk bunu önerdi, bunu bir de örnekle gözlerimizin önüne serdi. Bakın bütün kurumlar, kendi alanında kendi elemanlarıyla yenileşmeye çalışırken Atatürk bir alanda işe kendi önderlik etti; Güzel Sanatlar! Özellikle müzik. Yurdumuzun müzik açısından ilkelliğini öne sürüp, Batı’nın düzenli, kurallı müziğini önerdi. Bununla da yetinmedi, gerçek Türk Müziği’nin kökenlerine inmeyi hedefledi. Ahmet Adnan Saygun, Faruk Nafiz gibi usta sanatçılarla çalışarak bizi eski kaynakların bulunduğuna inandırdı. Adnan Saygun’un Özsoy operası ile Faruk Nafiz’in Akın Piyesi, öncül eserler olarak alkışlandı. Ayrıca Avrupa’dan usta sanatçılar getirterek, Ankara’da canlı bir müzik ortamı oluşturduğundan başka Avrupa’da ün salmış büyük bestecileri getirterek, Türk gençlerinin müzik alanına ilgi göstermesini sağladı. Buna karşın, tüm bu yenilikler Ankara ile birkaç büyük kentte etkili oldu. Radyo yayınları yaygınlaşınca müzik daha da önem kazanmıştı. Ancak, yurdumuzdaki geri kafalılar, bu etkinliklere karşıydı, ellerinden gelen saptırmalar yaparak Türk halkını Alaturka müzik alanında tutmayı becerdiler. Bu alanda yapılan ibretengiz bir uydurma haberi hiç unutmadım. Sözde, Türk halkı Batı müziğine o denli karşıymış ki, radyoda Nihat Esengin proğramı başlayınca bütün kahvelerdeki radyolar hemen kapatılıyormuş. Nihat Esengin Cumhur Başkanlığı orkestrası üyelerinden biridir. Radyo yönetimi ona programlarında yer vermiş. İstanbul’un eski Saray beslemesi basını, bunu öyle yaygınlaştırdı ki hepimiz şaşmıştık. Böyle büyük bir olayı kim nasıl saptamış: giderek, merak edip araştıranlar oldu, böyle bir araştırmanın yapıldığı konusunda hiçbir tanık çıkmadı. Bu da gösterdi ki, alaturka sarmalı, özel, yetişkin öğretmenler çabasıyla önlenebilecektir. Buna, salt ortaöğretimden yetişenlerin karşı koyması yetmez; buna her köyde çalışan öğretmenin çabasıyla bir çare bulunabilir. İşte Yüksek Köy Enstitüsü’nde bu nedenle bir Güzel Sanatlar Bölümü açıldı. Sizler Köy Enstitülerinde bunu öğrencilerinize aşılayacaksınız, onlar da gittikleri yerde, Nihat Esengin ya da öteki gerçek müzikler başlayınca radyoların kapanmasını önleyecektir.
Çevremdekiler, beni dikkatle dinlediler. Dinleyenlerden Hasan Özden:
-Güzel anlatıyorsun, sen şu kuyruklu piyano olayını da bir kez daha anlatsana! Sahiden merak ediyorum, bu konu neden bu denli dallandı budaklandı?
Bu kez de ben sordum:
-Aradan iki yıl geçti, kimin aklında kaldı ki, dallanıp budaklansın? Hasan’ın gerçekten bir şeyler beklediğini anlayınca, önce kısa kesmek istedim. Az önce özet olarak söylediklerimi tekrarladım:
-Ben okula girerken umduklarımdan fazla bir kayba uğramadım. Okula ilk girdiğim gün gördüğüm piyanoya gönül bağlamıştım. Bu özlemim gecikmesine karşın gerçekleşti. O zaman Konservatuvar adını bile duymamıştım, oysa şimdi oranın seçkin öğretmenlerinden ders alıyorum. Biliyorsun benim bölümümdeki öğrenciler, tıpkı Konservatuvar ya da tüm okullara müzik öğretmeni yetiştiren Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü’nün okuduğu dersleri okuyoruz. Bu nedenle okulun ad değiştirmesi bana fazla bir zarar vermedi. Yasa değişikleri, hepimiz gibi beni de bir çok haklardan yoksun ettiyse de, bir halk deyimiyle “Elle gelen düğün bayram” deyip o acıyı da tüm arkadaşlar gibi içime gömdüm.
Birden salonda bir hareket başladı:
-Genel Müdür geldi!
Ancak o an yemek zili de çaldı, değişik olasılıklar tekrarlanarak, Yemekhaneye inildi. Yemek boyunca da aynı konu:
-Genel Müdür neden geldi? En güzel nedenini de Ekrem Bilgin söyledi:
-Genel Müdür her zaman gelir, nedeni üstünde böylesi durulmazdı. Belli ki içimizde, geleceğini bilenler var, onların fısıltısı bu kez ilgi topladı. Ancak, Ekrem’in doğrusu, bizi olaya daha çok çekti:
-Öyleyse bu daha da önemli! Halil Yıldırım (şakadan) açıkladı:
-Hiç üzülmeyin hatta sevinin, Genel Müdür harçlıklarımızın artacağını müjdeleyecek!
Öyle olmadığını bile bile rahatladık. Öğrenci Başkanı Hasan Yılmaz uyardı:
-Toplantı, saat 14:00’te Büyük Salonda, Yüksek Bölüm için toplantıya katılmak zorunlu, yoklama yapılacak! Şakalaşarak dağıttığımız sıkıntı gene geri geldi: Acaba neden?
Yarı şaka yarı ciddi varsayımlar üreterek kendi salonumuza gittik. Sanırım, sıkıntılarımızı azaltmak amacıyla çalışmaya başladık. Azmi Erdoğan uyardı:
-Saat geldi! İnanamadım, yeni başlamış gibiydim. Topluca Büyük Salona gittik. Salon dolu, ancak her zamanki gibi konuşmalar yok, Acayip acayip bakışıp gözlerimizle birbirimize sorduk:
-Olağan üstü bir durum mu var?
Az sonra Genel Müdür, yanında yalnız yardımcısı Ferit Oğuz Bayır’la geldi. Genel Müdür ilk kez böyle yalnız geldi. Özellikle Müdür Rauf İnan’ın olmayışı hepimizi şaşırttı. Genel Müdür gülümseyerek:
-Farkında olmalısınız, bu toplantımızı biz bize yapacağız. Konuşacaklarımız konular yalnız bizi ilgilendirdiği için bu kez böyle olsun istedik.
Bilirsiniz ben, yaptıklarıyla övünenlerden değilim, ancak yüklendiğim görevin özelliği, daha doğrusu sizi yaşam boyu etkileyecek durumda olduğundan dikkatle dinlerseniz gelecekte işiniz kolaylayacaktır. Sanırım, benim Canlandırılacak Köy adlı kitapçığımı okudunuz. Bana söylendiğine göre o kitaptan hepinize verilmiş, hepiniz olmasa bile içinizde okuyanlar vardır.
2.sınıflardan Hasan Ayaz kitabı kaldırdı. Hakkı Tonguç hoşnut bir yüzle:
-Bu kadarına bile razıyız, iyice kopmuş sayılmaz! Genel Müdür daha sonra:
-Tamamının birlikte okunmasını isterim ama programımız elverişli değil, belki bir gün onu da yapacağız. Bugün bir noktaya değinmek istiyorum. Biriniz okusun! deyince Hasan Ayaz, yanındaki arkadaşı Ahmet Yol’a kitabı verdi. Genel Müdür Ahmet Yol’a dönerek:
-Ahmet Yol’la daha önce tanışmıştık, gözler vefasız değil, Arifiye’de idi, değil mi?
Genel Müdür, kitabı alıp okunacak bölümü gösterdi. Bölüm, benim de daha önce çok önemsediğim bölümdü. Hep tekrar ettiğim sözler:
-Köy Öğretmen Okulları’nda okuyanlar isterse buralarını bitirince sınavlarına girip kazananlar bir başka mesleğe geçebilecektir. Böylece onlar, bizim sorunlarımızın tanığı olarak yardım edeceklerdir.
Bunu dinleyen arkadaşların çoğu gülümsedi. Kitabı daha önce okumamış olanlar, kitabı Köy Enstitüleri üstüne yazılmış sanıyordu. Bilenler, dikkat kesilerek sözün sonunu beklediler. Genel Müdür, az durakladıktan sonra:
-Ancak evdeki hesap, çarşıya uymadı, 3803 sayılı yasa Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulunca bir takım tadilâta uğradı. 450 Millet Vekili’nin 1/ 3’ü oylamaya katılmadı bile. Yurdumuzun ihtiyacı olan okumuş halk özlemi için sütunlar dolusu yazı yazanlar bile oylamaya katılmadı. Anladık ki, tüm Yeni Devrimler’e karşı olduğu gibi bizim önümüzde de gizli bir direniş var. Bizim yüklendiğimiz görev didişerek başarılacak bir olay değil. Tarihimiz, karşıtlarla didişerek getirilmek istenen yeniliklerin nasıl ters yüz edildiğinin acı örnekleriyle dolu. Bu nedenle idealimiz olan Köylerin kalkınmasını sınırlı bir duruma getirdik, çok elzem konuları birinci plâna aldık. O nedenle başlangıçtaki düşüncelerimizle uygulamalar arasında bazı farklar bulunmaktadır. Bunları sizlere anlatmak gereğini duydum. Neden şimdi duydum? İşte burası önemli, hem de çok önemli. Toplumsal kargaşalar, hiçbir zaman tek nedene dayanmamıştır İncelenince görüleceği üzere, çeşitli gruplar çok farklı nedenlerle ortaya dökülür. Osmanlı Dönemleri’nde ilk iç isyanlar Fatih zamanında başlamıştır. Başlamıştır ama isyancılar başarılı olmamıştır. Çünkü isyancılar bir noktada birleşiyordu. Yeni Çeri maaşlarında eksik altınlı para kullanmak. O zaman halk için para önemli olmadığımdan kargaşalara katılmamıştı. Bundan ders alan kışkırtıcılar, sonraları türlü nedenlerle halkı da olaya katarak hep başarı sağlamışlardır. Yeni Çeri Ocağı’nın kaldırılmasında da bu görülmüştür. Ocak, kendi ocağı için ortaya dökülmüş am halk bunu üstlenmemiş, geriye çekilmiştir. Böylece yalnız kalan Ocak ortadan kaldırılmıştır.
Genel Müdür bunu söyleyince gülümsedim; neredeyse parmak kaldıracaktım. M. Turhan Tan’ın Devrilen Kazan kitabını okumuştum. Genel Müdür az duraksadıktan sonra
-Gelelim, asıl konumuza: Benim neslimin çektiği tüm bu karışıkların kalıntısı olan bozgunlarla geçti; biraz da bu nedenle çevremizde olan olaylardan özel bir ürküntü duyuyorum. Bildiğiniz gibi, güvenilir bir çağdaş Üniversite kurduk! diye övünürken üniversite öğrencileri, yasaların koruması altındaki gazeteleri, yurttaşların iş yerlerini yağma ediyorlar. Bunun son olmasını dilemekle birlikte, devam edeceğinden kuşkulanmak da hakkımız. Bu ilkel düşüncelerin dışında kalmak, akşam-sabah, kendisine bağlılığımızı tekrarladığımız, Atatürk’e karşı da bir vefa borcumuzdur.
Ne olduysa biri, ellerini şaplattı. Kısa bir sessizlikten sonra tüm salondakiler alkışladılar. Genel Müdür gülümseyerek:
-İşte bu kadar, bundan sonrasını açık açık tartışabiliriz. İşin içine münafıklar girince yelkenlerin nereye döneceği bilinmez! Hedef seçtiğimiz yolun doğruluğuna inanıyorsak bu yolun kapanmaması için gereken önlemleri, belâya bulaşmadan almalıyız.
Genel Müdür, yanında sessizce dinleyen Ferit Oğuz Bayır’a dönerek duyulur duyulmaz bir sesle bir şeyler sordu. Ferit Oğuz Bayır, saygılı bir tavırla başını sallayarak onayladı. Bu kez Genel Müdür, hepimizi gözlem altına alırca başını kaldırarak:
-Benim bu konudaki sözüm bitmedi, ancak daha fazlasını söylemeye de gerek görmüyorum. Olaya sizin bakışınızı da öğrenmek istiyorum.
Parmaklar kalktı. Böyle toplantılarda hiç konuşmayan Ahmet Yol da parmak kaldırmıştı. Genel Müdür gülümseyerek:
-İlk sözü Ahmet’e verelim! deyince Ahmet Yol doğrudan:
-Biz, kendimizi hiçbir zaman Üniversiteli saymadık, o nedenle katılmak şöyle dursun, ayıplıyoruz! Ahmet sözünü bitirmemişti, yanlardan sesler gelince duraksadı. Haşim Kanar ise bu yağmaya katılanların cezalandırılmasını istedi. Genel Müdür:
-Orasını, biz bilemeyiz, Cumhuriyet Hükümeti, yetkilerini kullanarak gereğini yapacaktır. Biz, işin önce plânlanıp yağmaya katılanların toplanması noktalarını düşünmeliyiz.
Konuşmalar sıradanlaşınca gene parmaklar kalktı. Genel Müdür bu kez de adını söyleyerek, sözü Hasan Özden’e verdi. Hasan Özden:
-Biz, kendimizden kuşku duymuyoruz, Böyle bir işe kalkışmak için, insanlarda yağma fikri olmalıdır. Gazetelerden öğrendiğimize göre, bu olaylarda öğrencilerden çok yağmacılar zarar vermiş!
Genel Müdür başıyla Hasan’ın sözlerini onaylar gibi bakarken, birden söze karıştı:
-İşte burası önemli, hiçbir çıkar düşünmeden yıllarca okullarda Atatürk’e Saygı gösterilerine katılan öğrenciler, daha öğrenciliği sürerken bunu nasıl yapabiliyor? Bunun tek cevabı çevrelerinin etkisinde kalmalarından. İşte bizim konumuz da bu; bu tür yanıltıcı etkilerden nasıl uzak kalırız?
Genel Müdür’ün sorusuna Hasan, konuşmasını sürdürerek karşılık verdi:
-Kendimizi, her topluluğa, yakından tanımadan katılmamak. Ancak bizim için bu, zaten söz konusu olamaz; çünkü bizim çevrelerimiz bu tür muzır topluluklardan uzak, bunlar kentlerde yuvalanmış, ocaktan yetişmiş pişkin, derinliğine düşünme yetisinden yoksun yaratıklardır.
Genel Müdür gülümseyerek, Hasan’a teşekkür etti:
-Hasan’ın , bu mikroplar, toplumsal mikroplar için buluşları da ilginç. Bunlar, soy sop da tanımazlar, koklaşarak buluşurlar. Sahiden bunlar köylere pek uğramazlar. Çünkü köylerdeki saf insanlar, onların dillerinden de pek anlamazlar!
Genel Müdür, gülümseyerek Ferit Oğuz Bayır’a baktıktan sonra:
-Bu da bizim şansımız, sağlam bir zeminde olduğumuza güvenebiliriz.
Genel Müdür bundan sonra sözü tüm Üniversite’ye çevirerek, benzersiz bir kültür yuvası olan bu kurumların bizim olayımızla bir ilgisi olmadığını söyledi, “Tıpkı yağmacı grubu nasıl Türk halkından ayırıyorsak, aldatılmış öğrencileri de Üniversiteden ayrı tutarak eleştirdik! Olay, şimdilik münferit bir olay, dileyelim burada kalsın!” dedi. Genel Müdür devamla:
-Bu olayın, zaten bizim kendi yolumuza kösteklemek için başlayan kıpırdanmaları, dikkatle izleyen karşıtlarına bir örneklik edeceği kuşkumuz var. Onlar, dünyadaki gelişmelere de işiyle cebelleşen insanlar gibi bakmaz, kendilerine pay çıkaracak noktalardan da yararlanırlar. Yeni kurulan Birleşmiş Milletler Kurulu’nun havasını çoktan sezdiler. Uluslar, demokrasi ile yönetilecek! Bu sistemde yönetimler, seçimlerle oluşacak. Öyleyse oy çokluğunu sağlamak için halkın hoşuna gidecek sözleri onlar öteden beri kullanagelmiştir. Bakın, İngiltere’yi okumuşsunuzdur. 1. ve 2. Dünya Savaşları’nı kaybedilmek üzereyken kişisel gayretiyle kurtaran Wilson Churchill, 2. Dünya Savaşı’nın ardından ilk seçimde gitti. Oy çokluğuna dayanarak başa geçen Mussolini ya da Hitler’in sonunu gördünüz. Biz de bunun bir örneğini yaşadık. Bakın yeni havaya uyarak bizde de parti kuruyorlar. Yakın zamanda karşımıza bir parti de çıkabilir. Bunu bilmek kehanet sayılmaz. Bir partiye dayanmayı şans sayarken, bir başka partiyi karşımızda bulmak olasıdır. Gelecekteki çalışmalarımız bu nedenlerle zorlaşacaktır. Bunları düşünerek, çalışmalarımızı, olabildiğince tarafsızlık ilkelerine uyacak doğrultuda yapmaya kendimizi şimdiden hazırlamalıyız.
Genel Müdür, gecikmeli de olsa gelip bizimle konuştuğunu, düzeltme yaparak dertleştiğini, zaman zaman gene geleceğini söyleyip kalktı. Geldiği gibi gene Ferit Oğuz Bayır’la konuşarak ayrıldı. Bizler, gruplar olarak oturduk; çıkanlardan geri dönenler de oldu:
-Genel Müdür çıkınca doğrudan arabasına binip gitti! dediler. Yorumlar gene başladı: Rauf İnan’la arası açık! Biz otururken yanımıza gelenler arasında bizim Kepirli Recep Türköz de vardı. Hiç yapmadığı bir yakınlık göstererek yanıma oturdu. Recep az önce konuşanlardan biriydi. Trakya’da okul inşaat işlerinin tıkırında gittiğinde söz etmişti. Genel Müdür ise Recep’e sınıfını sordu. Recep, birinci sınıfta olduğunu söyleyince Genel Müdür:
-Bunları, oralarda bu yıl staj yapanlar söylemeliydi, hatta raporlarında yazmalıydı! deyip gülümsemişti. Recep, benim bu konuda fikrimi öğrenmek istemişti, bir iki söz söylemek üzere hazırlanırken grup birden konuyu değiştirdi. Bu sıra Hüseyin Atmaca geldi. Atmaca:
- Rauf İnan’la Genel Müdür, çoktandır anlaşamıyorlar. Ferit Oğuz Bayır’ın gözü burada, Adam daha Hasanoğlan Köy Enstitüsü kurulurken kendini buraya müdür olarak yakıştırmış, Rauf İnan şimdilerde gözden düşünce eski defteri açmış. Emin Soysal gibi nicelerin defterini düren Bayır’ın hedefine şimdi de Rauf İnan eklendi!
Hüseyin Atmaca, Eğitim başı Hürrem Arman’a yardım niyetiyle karıştığı yönetim işlerinin ıcığını- cıcığını biliyor. Bizim bilmediğimiz daha başka olaylar üstüne bilgiler verdi. Böylece konuşmaları akşam yemeğine dek uzattık. (*)
Günlüklerimi bilgisayara geçirirken zaman zaman önemli bulduğum sonraki bilgileri de ekleyip, doğruluğunu kanıtlamaya çalışırım. İşte bunlardan bir tanesi… O günlerin öğrencilerinden arkadaşımız Pakize Yılmaz (evlilik soyadı Türoğlu) oldukça oylumlu bir kitap yazdı: Tonguç ve Enstitüleri. Köy Enstitü resmi konuları, yasaları yanında yer yer de anılara, o günlerin didişmelerine değinmiş. Söz konusu kitabın 518. sayfasının 2. paragrafında yukarda üstünde durduğum Emin Soysal’la Ferit Oğuz Bayır hakkında ilginç bir belge var. Hakkı Tonguç’a dayandırılan bu belgeyi ekledim. Belge, daha önce olmuş birçok anlaşmazlık sonunda İzmir Milli Eğitim Müdürlüğüne yansımış, İzmir Millî Eğitim Müdürü Ali Rıza Özkut da durumu Genel Müdür Müdür İsmail Hakkı Tonguç’a bildirmiş Hakkı Tonguç Ali Rıza Özkut’a karşılık vermiş:
“Bay Özkut,
Mektubunuzu aldım. Emin hakkındaki kanaatlerini öğrendim. Emin’le Ferit’in bir memleket davası karşısında hislerine yenileneceklerini aklımdan bile geçirmezdim. Bu olay nedeniyle insanları tanımanın ne kadar güç bir şey olduğunu bir daha anladım. Emin hakkındaki kanı ve düşüncelerine kısaca şu karşılığı vermek isterim. Onu, gözü kapalıcasına ve başkalarına tercihan tutmuyoruz. Emin’in idaresine verilen iş kökleşinceye kadar her ne pahasına olursa olsun tutmak istiyoruz. Bu hususta uzak ve yakın, ilgililerden yardım bekliyoruz…Alâka ve uyarılarına teşekkür eder, saygılarımla gözlerinden öperim” (. s24)
Aynı konuda Emin Soysal da yazmıştır Tonguç’a. Tonguç, ona da karşılık vermiştir. (8.11. 1938)
“Kardeşim Emin,
Mektubunu aldım. İşlerimin çokluğuna rağmen şu noktalar üstüne dikkatini çekmeyi faydalı buldum:
Kişiler hakkında pek acımasızca ve insanları bulundukları şartları, yaratılıştan getirdikleri şeyleri gözetmeksizin, tamamen duygusal hareket ederek bir hücum etmen var ki, senin gibi, insanları yönetmek, yetiştirmek ve onlara iyi kıymetler aşılamak görevini üstlenen bir kimseye bunu hiç yakıştıramam. Bu çeşit, amaçsız ve kendine sevimsizlikten başka bir şey kazandırmayacak olan şeylerle zihnini yormamalısın!”
Benim notum: Geçmişlerde Ferit Oğuz Bayır için yazdıklarımın çoğu belgeden çok gözlemlere dayanıyordu, o nedenle bu belgeyi önemsedim.
Emin Soysal Ferit Oğuz Bayır
Nejat İdil Rauf İnan
Yukarda fotoğrafı gösterilen dört yönetici, Köylerin okula kavuşması ilk girişim yıllarında inanılmaz bir çaba göstermiş, örnek bir görev paylaşımı yapmışlardır. 1928’de başlatılan Halk Okuma girişimi, önceleri çok iyi gitmesine karşın giderek tavsamaya başlamıştır. Atatürk’ün son günleridir. Atatürk, o büyük sezgisiyle çevresindekilere, Köylerin kalkınması için okuma yazma işlerine önem verilmesi konusunda uyarılar yapar. Atatürk’le yakın ilgisi olan, Atatürk Osmanlı Ordusunda görevliyken onun kurmay subaylıklarında bulunan Saffet Arıkan Millî Eğitim Bakanıdır. Saffet Arıkan ordudaki düzeni iyi bilmektedir. Ordudaki askerler arasından seçilerek görevlendirilen askerlerin başarılarını düşünerek Eğitmen fikrini ortaya atar. Bu konuda, birkaç yıldır, kendilerince önemli saydıkları fikirleri savunanlar, Eğitmen önerisine hemen sarıldılar.
İlk kez Eskişehir/ Çifteler (ya da Hamidiye), İzmir/Kızılçullu’da iki Eğitim Kursu açıldı. Eskişehir/Çifteler Eğitmen Kursuna Emin Soysal, İzmir/Kızılçullu kursuna da Ferit Oğuz Bayır müdür olarak atanmıştı. Olayı yakından izleyen Millî Eğitim Bakanı Saffet Arıkan, alanı genişleterek bu iki yerde de birer Köy Öğretmen Okulu (var olan Öğretmen Okulları statülerine uygun olarak) açılmasını istedi. Gerçekten, 1937 yılında iki Köy Öğretmen okulu açıldı, İzmir/Kızılçullu, Eskişehir /Çifteler Köy Öğretmen Okulları öğretime başladı.
Çifteler Eğitmen Kursu müdürü Emin Soysal nedense Çifteler’den alınarak Kızılçullu Köy Öğretmen Okulu Müdürlüğüne atandı. Duyanlar bunu Millî Eğitim Bakanlığındaki normal bir değişim olarak karşılarken, böyle olmadı, Emin Soysal, düpedüz Ferit Oğuz Bayır’ın da müdürü oldu. İlgililer Ferit Oğuz Bayır’ın Çiftelere gideceğini beklerken Eskişehir/ Çifteler Köy Öğretmen Okulu müdürlüğüne Remzi Özyürek adlı, Hukuk Fakültesi çıkışlı şair bir yönetici atandı.
Böylece, çevredekiler gibi, Ferit Oğuz Bayır da bu işe şaştı; eşit koşullar altında yarıştığı arkadaşlarının apaçık kayırıldığı fikrine saptı, ayırdında olmadan çevresindekilere hırçın davranmaya başladı. Bu tavrı, önce başına müdür olan Emin Soysal’a ters geldi. Zaten kavgacı türü denilen bir mizacı olduğu söyleniyordu. Bu kez, bir başka özelliği ortaya çıktı, küfürbaz, karşısına aldığı kişileri gelişigüzel karalayan, hep benci bir huy sahibi!
Bir süre sonra, Eğitmen Kursu işinde yararı bilinen Ferit Oğuz Bayır, yeni açılacak Edirne/Karaağaç Eğitmen Kursu Müdürlüğüne atandı. 1937 yazında gerçekleştirilen kurs çok başarılı olmuştu.
Bu kursa katılan bizim köyden Mustafa Güvener ağabey, Ferit Oğuz Bayır’ı yaşamı boyunca saygıyla andı. Millî Eğitim Bakanlığı bu kez Edirne/Karaağaç Trakya Köy Öğretmen Okulunu açtı. Onu sevenler çok mutluydu, geç de olsa Ferit Oğuz Bayır, Öğretmen Okulu Müdürlüğü’ne kavuşmuştu. Ama böyle düşünenler gene acele etmişlerdi; kısa bir süreçte Edirne/Karaağaç’ta açılan Trakya Köy Öğretmen Okulu müdürlüğüne İzmir/Kızılçullu Köy Öğretmen Okulu Müdür yardımcılarından Nejat İdil atandı. Nejat İdil, gelir gelmez aynı bina içinde kurulmuş olan kardeş Eğitmen kursu ile elde var olan araç-gereçleri paylaşmak istedi. Eğitmen Kursu sorumlusu Ferit Oğuz Bayır buna yanaşmadı. Öte yandan, okuma olayına candan bağlanmış olan Trakya Genel Müfettişi General Kâzım Dirik araya girdi, yeni bir yetkili kurul oluşturup ortak araç- gerecin paylaşımı o kurula verildi. Ferit Oğuz Bayır gene kaybetmişti. Bu kez onun, İlköğretim Genel Müdür vekili İsmail Hakkı Tonguç’un baş yardımcılığına atandığı öğrenildi. Böylece tüm tuttuğu dalları elinden kaçıran Ferit Oğuz Bayır, bu kez, dalların en sağlamına sarılmıştı. Açılan üç Köy Öğretmen Okulu, Kızılçullu, Çifteler, Edirne/Karaağaç, Ferit Oğuz Bayır’ın “Evet-Hayır!” işmarlarına kaldı. Bu olaya Emin Soysal çok kızdı. Ferit Oğuz Bayır’ın Rüştiye düzeyinde öğrenimi olduğunu öne sürdüğünden başka Genel Müdür vekili İsmail Hakkı Tonguç’un da diplomasız olduğunu, diploma diye yakınlarına gösterdiği belgelerin diplomadan çok Avrupa’da bir kursa katılan herkese verilen ucuz belgeler olduğunu yaydı. Uzun zaman yerinde vekil olarak çalışmasını bunlara bağladı. Daha da ileri giderek kendisini orada bacanağı C.H.P Genel Sekreteri Nafi Atuf Kansu’nun tuttuğunu, onun yerinin de şimdilerde sallantıda durduğunu, fısıldadı. (*)
Nafi Atuf Kansu İsmail Hakkı Tonguç
(*) Edirne/Karaağaç Köy Öğretmen Okulu eşya dedikoduları burada kapanmadı, eşyaların ortadan kaybolması zaman zaman onları Edirne/Karaağaç’da vagonlara taşıyanlarca tekrar tekrar ortaya getirildi. 1940 yılında Hasanoğlan’a taşınmamamızı da buna bağlayanlar oldu. Okulun göç etmesi, Bakanlıkta birilerinin kurnazlığı olarak öne sürüldü. Gerçekten, Babaeski ilçesinin Sinanlı köyünde bir samanlıkta korunduğu söylenen eşyalardan, döndükten sonra söz edilmez olmuştu. Depoda iki piyano vardı, sedef kaplamalı iki duvar piyanosu. Asım Kaveller öğretmen Kepirtepe’ye gelince birini aldırmıştı. Piyanoyu almaya Arif Kalkan’la ben gitmiştim. 4 yıl önce elimden alınan piyanoya sonunda kavuşmanın sevinciyle fazla soruşturmadan dönmüştüm. Arif ise “Başka piyano yok!” demişti. Bu eşya işi burada kalmadı, o zaman bu taşıma işlerinde benim gibi önde çalışanlardan Sefer Tunca Edirne Yöre Dergisinde anılarını yazdı. Sefer Tunca’ya göre 80-90 vagon eşya taşınmış. Yine sınıf arkadaşlarımızdan Yusuf Asıl da kitap olarak anılarını yazdı ((Kepirtepe-Saray-Öğretmenlik Anıları) O da 80 vagondan söz ediyor. Sonraki sınıflardan Nedim Menekşe ise kitabına (Köy Enstitüleri Gerçeği; Kepirtepe Köy Enstitüsü Vakıf yayınları) yazmanın ötesinde, 17 Nisan anmalarında sürekli 80 vagondan söz ederek bu yanlış bilgiyi internet aracılığıyla da pekiştiriyor!
Yemekte soranlar oldu:
-Siz, sonunda rapor vermediniz mi? Verdik ama o raporlar henüz Ankara’ya gelmemiştir.
Trakya’da İlköğretim seferberliğinin 1933 yılında başladığını, Lüleburgaz’ın tüm köylerinde okul yapıldığını tekrarladım. Zamanın Trakya Genel Müfettişi Kâzım Dirik’le Kırklareli valisi Faik Üstün’ün bu konudaki çalışmaları üstüne bildiklerimi anlattım. Lüleburgaz ilçesinin tüm köyleri sözüme hemşerim Kadir katılmadı, Kepirtepe Köy Enstitüsü binalarının toprakları üstüne kurulan Yeni Bedir Köyünde okul yoktu, onu söyledi. Haklıydı ama bilmediği bir nokta vardı. Yeni Bedir köyü 1935-36 yıllarında kuruldu. Ayrıca kırk evlik bir köydü (şimdi de öyle) Benim anlattığım zamanda olmayan bir köy!
Yemekten kalkınca lâpa lâpa yağan bir karla karşılaştık. Ayırdında değiliz. Öğretmenler geldi mi? Başkanlık Odası’na uğradım, Hasan Yılmaz yerinde yoktu. Odada oturan Rasim Köktürk, öğretmenlerin gelmediğini söyledi, sevindim, hemen yattım. Kafam o denli karışıktı ki, gün boyu neler oldu diye düşünmeye çalışırken uyumuşum.
17 Aralık 1945 Pazartesi
Karın bir metre olduğu söylentisiyle uyandım. “Bir metre kar gördüm mü?” diye kendime sordum. Konuşmalarda, “Bir metre kar vardı’’ gibisine söylendiğimi anımsadım ama, gerçekte hiç ir zaman ölçmüş değildim. Genel olarak kar nasıl ölçülür? Kar toprağın durumuna göre şekil alır. Yanımdan geçerken Doğan Güney sordu:
-Tunalı bilir, bizim oralarda bu denli kar yağar mı? “Bizim” dediği tüm Trakya. Doğan, Edirne/Havsa ilçesinden. Bizim köy onlara göre 150 km güneyde, kesinlikle arada fark vardır. Doğan, öyle dedi ama sormadı. Sözü değiştirip:
-Bugün ne yapıyoruz? Sorusuna geçti.
Bugün ne yapıyoruz? Ben de bunu düşünüyordum, otuz kişilik bölüm, tüm gün salonda olacak. Yönetim binasında çalışmayı deneyeceğim, Okul Müdürü yerine gelmezse oradaki piyanoda rahat çalışırım. Varlık dergisinde sık sık yazıları çıkan Cemil Sema Ongun’u topluca okumak istiyordum. Onun, “Allah Fikri’nin Tekâmülü” kitabını çok beğenmiştim. İçimden gülümsedim:
-Bu fikrimi de beğendim!
Kahvaltıda yeni bir konu ortaya atıldı: Kuş toplamak!
-“Ne kuşu? deyince gülenler oldu. Binaların kuru kalmış kenar- köşesinde yüzlerce kuş varmış, onları toplayıp yiyeceklermiş. Birden acımsı bir sızı duyar gibi oldum:
-Kuşlara yardım etme yerine toplayıp yemek! Aklımdan bile geçmeyen bir olay!
Neyse, bizim masadan kimse bana karşı durmadı, daha çok kuşların neden böyle ortalığa döküldüğü üzerine varsayımlar yürüttüler. Halil Koçyiğit inandırıcı bir açıklama yaptı. Arkadaş, Yüksek Köy Enstitüsü kurulduğu ilk yıl hastalık nedeniyle rapor alıp ayrılmasına karşın dönme hakkını kullanmış. O yıl da benzer bir kuş kıyımı yaşandığını anlattı:
- Kuşlar, köy evlerinin toprak örtülü görünmesine karşın toprak altındaki sazların boşluklarına sığınıyormuş. Hasanoğlan köyüne kar, genellikle arkasını dayadığı kuzeyindeki İdris Dağı’ndan geliyormuş. Pek ender olarak da güneyinden. Evlerin saçakları güneye dönük olduğundan kuzeyden gelen kar saçak boşluklarını doldurmuyormuş. Az da olsa güneyden gelen kar, tüm saçakları, hele esintili yağınca dolduruyormuş. Kar dolan saçaklar bir süre sonra eriyip buz olunca kuşlar yerlerini terk edip kendilerine yer arıyormuş. Köyde bir iki kiremitli in tek korunaklarıymış. (Cami, İlkokul, Halk Odası) Köylülere göre Hasanoğlan Köy Enstitüsü binaları kuşlara korunak olmuş. İnanır inanmaz, bizler de yorumlar yaptık. Ekrem Bilgin hepimizden dikkatli çıktı. Son gezimizde, Mecidiyeköy’deki İstanbul Öğretmen Okulu’nda kalmıştık, Oraya gelip giderken ilginç bir bina görmüştük Sorduğumuzda:
- Orası, Padişah 2.Abdülhamit’in Kuş Evi demişlerdi Bunu anımsatınca arkadaşlar:
-Enstitü, kuşlar için korunak yapamaz mı?
Arka masadan bizi dinleyenler biri muştuladı:
-İzzet Palamar yaptı bile! Tarla- Bahçe bölümündeki arkadaşlar geçen yıl söz etmişti. Kuş olayı her yıl olmadığı için tavsamış olabilir. Sonraki konuşmalarda İzzet Palamar’ın değişik özelliklerinden söz edildi. Kuş muş derken arkadaşlardan birisi “Gün boyu ders yok, bugün çalışılır!” deyince, ötekiler, “Bölüm başkanı bırakır mı sanıyorsun?” karşılığını verdi. Sahiden, Bölüm Başkanı da bu durumları, kendine göre değerlendiriyor. Gene de ben zaman zaman yararlanıyorum. Salona dönünce uzun süre Bölüm Başkanı beklendi. Ancak salonda, kızlar dışında herkes var. Hanon etütlerini alıp Yönetim binasındaki piyanoya gittim. Aklımdan da, Hüseyin Çakar’ın olabileceğini geçiriyordum. Merdivenden çıkarken o odadan sesler geldi. Daha çok kızlar konuşuyordu. Bir de baktım ki kızların hepsi orada. Ayrıca iç ummadığım Süleyman Alkan var. Süleyman Alkan:
-Gel dostum, burada yalnız kalmıştım! Ortalıkta Bella vardı. Bir Yaz Gecesi çalışmalarına başladıklarını biliyordum. Bella bana:
-Piyanoya geçer misin? deyince irkilir gibi oldum. Çoktandır çalmamıştım. Zaten, doğru dürüst üstünde durmamıştım. Ancak akordiyonla biraz sulandırarak çalıyordum. Kapıdaki nöbetçiye akordiyonu getirtip daha rahat çaldım. Akordiyonda daha çok ses eklemeleri yaparak yalancı bir ses kalabalığı yanında; basları kullanınca birçok kusurlar da gölgelenmiş oluyor! Bir yandan çalıp bir yandan da Bella’yı izledim. Bella o denli işe sarılmış ki, o bildiğim sevimli kız, yaşlı biri gibi sert tavırlar takınmış, ortalıkta koşturuyor. Eserde kısaltmalar da yapmış; ne yapılacağını kesin olarak ondan başka bilen de yok.
Oldukça kargaşalı bir çalışmadan sonra yemeğe Süleyman Alkan’la birlikte gittik. Bizi gören arkadaşlar sordu:
-Süleyman Alkan’la neden birliktesin? Olayı anlatınca şaştılar:
-Süleyman Alkan, bizler varken neden rol almış? Uzun uzun tartışıldı. Oysa olay çok başkaydı; Bella’yı Hasanoğlan’a aldıran Sabahattin Eyuboğlu öğretmen onun burada kalmasını istiyordu. Gerçekte onun yabancı dilinden yararlanmak niyetinde idi ama aldığı diplomalar atanmasını engellemişti. Uzun uğraştan sonra atama yapılmışsa da maaş, kadro sorunu Bella’yı oldukça üzmüştü. Bella, daha önce oynadığı oyunu Mahir öğretmene anlatmış. Ancak Mahir öğretmen kendi programında bu tür oyunlar olmadığını öne sürüp, seçtiği oyununu kendisinin kuracağı bir grupla bizim dışımızda oynatmasını, kendisinin de onlara yardım edeceğine söz vermiş. Nitekim Mahir öğretmen geldiği geceler, onları toplayıp çalışmalarına çoktandır katılıyormuş. Arkadaşlar gene de bir iki mırın kırın ettikten sonra:
-Olsun, okullarda oynanan oyunları Tiyatro dersi görenler oynamıyor ya! deyip sözü geçiştirdiler. Ancak ben sözümü sürdürerek Bir Yaz Gecesi Rüyası oyununu özetledim.
“Oyun, oldukça karışık bir aşk teması üstüne işlenmiştir. Özellikle de kişilerin kılık değiştirmesi, durumu daha da karıştırır. Kişiler de sık sık değişirler: Hermia, Lysander, Egeus, Deretrius, Thesus, Helena, Oberon, Titana, Puck, Bottom, Hippolyte. Gerçekte bu oyunun Shakespeare’in olup olmadığı üstüne tartışılmaktadır, Onca dramı yazan Shakespeare böylesi çocuksu oyunu yazar mı? Mahir öğretmen daha önce kendi oynadıkları “Yanlışlıklar Komedisin”i örnek gösterdi:
-O da bunun gibi çocuksudur!
Hermia ile Lysander birbirlerini sevmektedir. Hermia’nın babası Egeus, bu evliliğe karşıdır. Hermia’nın yakın arkadaşı Helena Demetrius’a, Demetrius ise Hermia’ya vurgundur. Hermia ile Lysander kaçmaya karar verir, bu kararlarını en yakın saydıkları arkadaşları Helena’ya da anlatırlar. Zamanın Atina Düklüğü sınırları dışına çıkıp evlenmeyi düşlerler. Bu arada bir başka çift, bir çocuk için tartışırlar. Periler Kralı Ob aynı sihri Lysander’e de sürünce Lysander bu kez Helena’ya tutulur. Bu arada Thesus ile Hippolyta düğün hazırlıklarına başlamıştır. Düğünde gösteri yapacak tiyatro ekipleri de gelmeye başlamıştır. Bu sıralar ortalıkta görünmeyen Puck gelir, Bottom’un başına bir eşek başı koyar. Herkes kaçışırken Titana uyanır. Uyanır uyanmaz da ilk gördüğü eşek kafalıya aşık olur. Bu arada Sihirbazlar Kralı Oberon, sakladığı çocuğu gerçek haline döndürerek Titana’ya verir. Eski durumlarına dönen kişiler, olayların bir rüya olduğunu var sayarlar, Thesus ile Hippolyta ile birlikte iki çift daha evlenir. Düğün şenliğine gelen ekipler de tüm düğünleri neşelendirmiştir. Sonunda esnafların hazırladığı tiyatroyu da izlerler
Yemekten sonra salona gelen olmadı. Gelen olduysa bile çabuk ayrıldılar. Kuyrukluyu açıp doya doya çalıştım. Sesi, nedense bana çok farklı geliyor. Ünlü konser piyanistlerinin, gittiği yerlere kendi piyanosuyla gittiğini düşündüm. Franz Liszt bile 1850’li yıllarda Dolma Bahçedeki konserine kendi piyanosuyla gelmiş, dönüşte piyanosunu Saray’a anı olarak bırakmış. Dolmabahçe Sarayı’nı gezerken onu görmüştük. Bunu düşünürken anımsadım. Mozart, Prag kentine giderken bir çocukluk yapmış. (Mozart için hep çocuk kaldı diyenler de var) Prag’a girerken meyveli bir bahçe görmüş, arabayı durdurup bahçeye girip meyve koparmış. Bahçenin azılı bekçileri, Mozart’ı yakalayıp sahibine götürmüşler. Sahip, Prag’ın ünlü kontu Duçek’miş. Kont, yaptırdığı soruşturma sonunda Mozart’ı affetmiş. Ancak olayı duyan Mozart hayranı, piyano çalışan biricik kızı Mozart’ı evine davet etmiş. Mozart gelmiş, yeni piyanoda eserlerini çalmış. Mozart gidince kız, o piyanoyu müzeye koyduğu gibi başka bir kimsenin çalmasına da izin vermemiş. Bu arada başka piyano hikâyeleri de dinledik. Kimisi düpedüz uydurmaydı ama gene de dikkatle dinliyorduk. Brahms piyano seçmez, gördüğü piyanoya otururmuş. Hemen bir hikayesi anlatılır: Bir gün Viyana kır kahvelerinden birinde otururken bir orkestra gelmiş, Gelenler, piyanonun önünde toplanıp tartışmaya başlamış. Orkestra çalgı akorlarıyla piyano arasında bir ton fark varmış. Brahms bunu duyunca:
-Üzülmeyin, piyanoyu ben çalarım! demiş. Gerçekten o gün orkestraya değişik tondan kusursuz katılmış.
Bunları anlattım ama, bunun yapılabileceğini bir türlü aklım almıyor. Bunu, yatınca bir kez daha düşündüm.
18 Aralık 1945 Salı
Bu sabahın konusu da Sabahattin Öğretmen:
-O soğuğa dayanamaz, gene de geldi. İnat edip Kitaplıkta ders yaparsa donacaktır!
-Yok yahu, soğuğa böylesi karşı olunmaz, palto giyer-giymez tartışmaları sürdü gitti. Bizim kahvaltıda da aynı varsayımlar sürdü. Özellikle Sabahattin Öğretmenin Trabzonlu, bir bakım deniz çocuğu oluşu onu soğuk sevmez yapmıştı. Bu söylemlerin etkisinde kalarak, Sabahattin Öğretmenini titreyerek geleceği sanısına kapılmıştık Oysa Sabahattin Öğretmen her zamanki gibi ceketle, üşümeyle ilgisiz gibi gülümseyerek geldi. Gülümseyerek:
-Nasılsınız, soğuklarla anlaşabiliyor musunuz? diye bizlere sordu. Hepimiz şaşkın şaşkın Sabahattin Öğretmene baktık. Bizim bakışlarımız etkilemiş olacak:
-Sizlerle bu konuda konuşmadık sanırım, benim bu konuda bir Ispartalı inadım vardır, onu uyguladım, sonunda başardım! Sizlere de aynı yöntemleri öneririm. Benim Trabzon’da doğduğumu daha önce söylemiştim. Ben, Trabzon’da çok kalmadım babamız memur statüsündeydi, Trabzon’dan Afyonkarahisar’a atanınca ailece oraya taşındık. Afyon oldukça soğukmuş. Oranın soğuğuna katlanmak zorunda kalmıştım. Kardeşim Bedri benden küçüktü, soğuğu sevmiyordu, kış boyu ağladı, “Trabzon!” dedi durdu. Trabzon’un denizi onun için sıcaklık nedeniydi. Kardeşimi avuturken “Yaz gelince burası da ısınacak!” dedikçe kardeşim sorardı:
-Karlar ne olacak? Karların eriyip denize gideceğini söylerdim. Bunlara inanan kardeşim, havalar ısınınca etrafında oluşacak denizi beklerdi. Sonunda bana inanmaz olmuştu. Bedri; yaz gelince Trabzon’u daha özler olmuştu. Bir yaz İstanbul’a gitmiştik, Bedri, İstanbul’a bayıldı. Babamızın da İstanbul özlemi varmış, kardeşime söz verdi:
-Okursan seni İstanbul’a gönderirim! Kardeşim okudu, babam da sözünde durdu. Kardeşim çok sevdiği denizin kıyısında bir okulu bitirip oraya öğretmen oldu. Böylece, yaşam boyu, denize bağlılığını kanıtladı. Bakın amacım bunu anlatmak değildi. Ne var ki bireyler, birbirinin etkisinde kalırlar. Bu etki kimi zaman benzer kimi zaman da farklı yönde olabilir. Bizde bu ters yönde gelişti, ben ağabey olarak, denizin nimetlerine Bedri’ye göre daha bilinçli sarılabilecekken tersini yaptım. Bakın bu nasıl oldu! Afyonkarahisar’dan sonra İstanbul’a taşındık. Babam daha önce kardeşim Bedri’ye söylediğini bana da söylemişti:
-Okursan, sonuna dek destekleyeceğim. Kendi gücümün yettiği ölçüde okudum. Şansım varmış, çok istediğim Paris’e gittim. Paris iyi güzel de bana biraz ters geldi. Paris, Paris diyordum ama Paris’in enlemini boylamını bilmiyormuşum. Paris bana soğuk gelince bunları öğrendim. Paris, Ankara’ya göre kuzeydeymiş. Gene de Paris’in Ankara’dan soğuk olduğunu tam anlayamadım. Zamanla arkadaşlarım oldu. Onlar da üşüyordu. Üşüyenlere dikkat ettim, kuzeyden İsveçli, Norveçli. Kuzeyin doruğunda yaşayanlar soğuğa aldırmayanlara baktım, Afrikalı, Senegal ya da Madagaskarlı, en sıcak ülkelerde yetişmiş .Bu karşılaştırmalar bana, kendimi kontrol etmemi kazandırdı. Yüz yıl önce Hindistan’a gitmiş İngilizler, Hintliler gibi Hindistan’da yaşıyor ama gene İngilizler. İklimlerin canlıları etkilediğini duyar dururdum. Bu konuya daha candan sarılıp kendimde uyguladım. Sonra ne oldu? diye sorarsanız, şu oldu; içinizde bazıları titrerken ben onlara, kendilerinin, başka türlü de olabileceğini kendimi örnek göstererek anlattım.
Öğretmen, hayvanlardan da önekler verdi: Örneğin, develerin sıcak iklim canlısı oldukları halde soğuk bir yer olmasına karşın Kanada ya da Avrupa’nın her yerinde develerle yük taşındığı bilinmektedir. Develer, iklimlere uyum sağlamaktadır. İnsanlar, hiç değilse bir noktaya kadar zora niçin katlanmasın?
Öğretmen gülümseyerek:
-Bakın bu dersin konusu ben oldum; öğrenciler, zaman zaman öğretmenlerinin hikâyelerini dinler; bu da böyle oldu.
Sabahattin Öğretmen, çıkar çıkmaz kapıda Yunus Kâzım öğretmen göründü. Tıpkı Sabahattin Öğretmenin anlattığı gibi sımsıkı giyinmiş, paltosu sırtında boynu sarılı. İlk sözü, havanın soğukluğu üstüne oldu. Sanırım öğretmen beklemiyordu, parmak kaldıran oldu. Öğretmen önemsemeden başıyla Mehmet Toydemir’e söz verdi. Mehmet Toydemir:
- Sizin giysileriniz var, korunuyorsunuz, bizim yok. Biz ne yapalım? Öğretmen dikkat kesildi, arkasından da:
-Haklısın belki ama bunu bana neden söylüyorsun, sizlerle yakından ilgilenen daha yetkililer var, onlarla sık sık konuşuyorsunuz; bunu onlara niçin duyurmuyorsunuz? dedi, arkasından da ünlü tekrarını tekrarladı; “Değil mi efendim!” Mehmet Toydemir’in de inadı tutmuş olacak:-
- Siz de o bakanlıkta değil misiniz? diye sordu. Öğretmen gülümsedi, yumuşak bir sesle:
-Yanlış bilgilenme her zaman insanları yanıltır. İşte burada da bir yanlış var, onu düzeltmek elimizde, iyi ki direndin, gene atlayıp geçebilirdik.
Öğretmen, Talim Terbiye Kurulları’nın düzenli Millî Eğitim Bakanlığı olan ülkelerde hep olduğunu, aşağı yukarı da birbirine benzediklerini anlattıktan sonra ülkemizdeki okul türlerine geçti. İlkokul, Ortaokul, lise, Öğretmen Okulu, Sanat okulları, Ziraat Bakanlığına bağlı okullar, Asker okulları, tüm yüksek okulların (Üniversite dışındakiler) müfredat programlarını Talim Terbiye Kurulu hazırlar. Bu sadece bizde değil, uygar ülkelerde hep böyledir. Benim bu okullar içinde istisnasını gördüğüm, bizim Köy Enstitüleri’dir. Bunların Müfredat programlarını İlköğretim Genel Müdürlüğü yapmıştır. Eleştirmek için demiyorum, gerçek budur. Bizim dersimizi önek verebilirim. Psikoloji dersi yok ama İş Psikolojisi var. Pedagoji dersi yok ama, sık sık Pedagojiden söz ediliyor. Bir başka özelliği de Köy Enstitülerinin dünyada ilk ve tek oluşları söylemi. Dünyada neden yokmuş, Sovyetlerde Makarenko’nun, Almanya’da Odenwald, A.B.D’de Booker Washington’un Tuskegee okulları da birer Köy Enstitüsü örneğidir. Ancak onlar doğrudan sanatı amaçlamışlar, bizim gibi yanına öğretmenliği yamamamışlar. Bilirler ki öğretmenlik, mesleklerin içinde zor öğrenilen, öğretmen adayına ikinci bir kişilik kazandıran bir meslektir. Anımsadığıma göre, ara sıra benim de yazdığım Varlık dergisinde, Köy Enstitüsü tevatürü dolaşmaya başladığında Yaşar Nabi Nayır da benzer bir okulun Yunanistan’da olduğunu yazmıştı. Başka ülkelerde olup olmaması önemli değil, işin içine öğretmenliği ekleyip onun değerini ucuzlatmaya bir öğretmen olarak doğrusu gönlüm razı olmuyor! Sizler, yüksek okulda okuyorsunuz, size bunu gene gene tekrarlıyorlar. Ülkemizde bir benzeriniz var mı, bunu birilerine sordunuz mu? Niçin? Köy Enstitüsü öğrencilerine, “Siz lise dengisiniz!” diyorlar; bu doğru mu? Biriniz liseye geçmek istese, alacağı cevap “hayır”dır! Çünkü böyle bir becayiş hakkını size vermemişler. Size vermedikleri gibi Liselere alma hakkını da Lise yönetimlerine bildirmemişlerdir.
Beni yanlış anlamayın, yeni bir düşünce ürünü gibi ortaya atılan fikir gerçekte hepimizin ortak fikridir. Ne var ki uygulamalarda gördüğümüz kusurlar, ilk fikirlerin özünü zedeliyor. Bildiğiniz gibi Fransa başta olmak üzere uygar ülkeler 40 yıldır öğrenci sınavlarının adaletli yapılması için çaba harcıyor. Böyleyken kolay soru ile bu işi halledelim diyen yok. Adaletli sınav için tek sorudan, daha çok soruya yer verilmesi söz konusu. Test dedikleri yeni sistem budur. Uygar ülkelerde tam kırk yıldır gündemde olan, daha adil bir sınav sistemi aranırken Köy Enstitüleri bunu tümden kaldırıp sınavsız, notsuz şekle soktu. Başka ülkelerde Köy Enstitülerine benzer okullar bulunduğunu söyleyenler, onların öğretmen yetiştirmediğini bilmiyor olmalılar. Yeni Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirilerine göre sizin durumunuz, onların istediklerine ters düşmektedir. Toplumların özgülüğü gibi bireylerin de özgürlüğü yeni Birleşmiş Milletlerin gözetimine bırakılmıştır. Çok geçmez, sizin haksızlıklarınız da gündeme gelir. Bakın dikkatinizi çekiyorum, bu seferki Birleşmiş Milletle, eski Milletler Cemiyeti gibi değil, ellerinde yaptırım güçleri var. Bu güç, Milletle Cemiyetinde olaydı, son büyük savaş çıkmayacaktı. Hitler denilen şaşkın ya da Mussolini denilen çılgın ikide bir ortaya çıkmayacaktı.
Öğretmen, az düşünür gibi duraksayınca Şükrü Koç parmak kaldırdı. Öğretmen gülümsedi, başını Şükrü’ye döndürdü. Şükrü:
-Bizdeki siyaset hareketlerinin gündeme gelmesi bunlardan dolayı mıdır? Öğretmen gülümseyerek:
-Elbette! Birleşmiş Milletlere katılmanın kesin koşulu hükümet kuranların iktidar olabilmesidir, özgürce yapılacak seçimler sonunda Birleşmiş Milletler gözetiminde belirlenecektir. Cumhur Başkanı’mızın başvurusuna, bu karşılık verilmiştir. Durumu politikacılarımız yakından izlemektedir. İsmet İnönü Celal Bayar’la dargın olmasına karşın gene de onun parti kurmasını istemektedir. Ne de olsa eski politikacıdır, Atatürk’ün buyruklarına bağlıdır.
Öğretmen, hepimizi süzdükten sonra:
-Bakın, ben de Birleşmiş Milletler’in İnsan Hakları ilkelerine güvenerek cesaretle konuştum. Yarın bu cesareti sizler de duyacaksınız. Küçük bir uyarım daha var; Atatürk bu hakları, Türk Gençliğine Hitabe’ sinde muştulamıştı. O büyük insanın sağ duyusu bu derece ilerileri seziyormuş.
Öğretmen:
-Bu konuda, soracağınız olursa her zaman bildiklerimi tekrarlarım. Sakın benim için ne ilgin var demeyin, biz, Talim Terbiye Kurulu olarak, yeni ilkeleri, müfredatlarımıza yerleştirmekle görevlendirildik.
Sabri Taşkın, duramadı:
-Bizim Enstitüleri unutmayın! Öğretmen duraksadı:
-Onlar, dünyanın okul literatüründe var mı ki? Bize gelirse bir çaresine bakacağız!
Öğretmen çıkınca konuşmalar başladı, Ali Bayrak:
-Vay be, dünyada neler oluyor. Ahmet Allı:
-Ne sandın çocuğum, dünyayı öküzün boynuzunda duruyor mu sanıyorsun? Arkalardan birisi:
-Yok yok, yerin altındaki öküzün boynuzunda! Mehmet Kocaefe Hayyam’dan bir dörtlük okudu:
Gökte bir öküz varmış, adı Pervin,Bir öküz de altındaymış yerin,Sen o iki öküz arasında,Tepişmesine bak, öküzlerin!
Mehmet Kocaefe, beğenileceğini bekliyormuş, gülenler çıkınca sinirlendi:
-Size yaranmak da zor! deyip sustu.
Yemekte Ömer Hayyam yeni konumuzdu. Ikına tıkına üç dörtlüğünü toparladık.
Nihat Şengül:
Mey kâsemi döktün, yere vurdun TanrımZevkimden edip sanki ne buldun TanrımGül rengi şarabımı yere döktün tekmilZannım bu ki sen de sarhoş oldun Tanrım.
Hemşerim Kadir, dörtlüğü değil Nihat’ı alkışladı. Ekrem:
-İmam çocuğusun bak, şarabı alkışlıyorsun. Kadir karşı laf yetiştirirken Abdullah Erçetin:
Bir elde kadeh bir el de Kur’anBir helâldi işimiz bir haramŞu yarım yamalak dünyada Ne tam kâfiriz ne de Müslüman
Üç dörtlük de beğenildi. Bu kez de Ekrem, bizim şairlerimizden önce Eşref’i, arkasından da Neyzen Tevfik’i andı. Neyzen Tevfik!i Hidayet öğretmen hep anardı ama yazdıklarından örnekler vermemişti. Benim bildiğim hicivci yazar, Refik Halit’le, Cenap Şehabettin, Yusuf Ziya, Rıza Tevfik, Ali Nihat Boztepe.
Refik Halit’in Kirpinin Dedikleri ile Cenap Şehabettin’in değişik dergilerde çıkan Tiryaki sözlerinin kimisi hicivdir.
Yusuf Ziya ile Orhan Seyfi’nin Akbaba dergisinde çıkan yazıları zaman zaman hiciv örneği niteliğindedir. Orhan Seyfi, Dostlarım adlı şiirinde kendi arkadaşları için yazmışsa da bu genelleştirilebilir!
Dostlarım!Dostlarım toplanın öldüğüm zamanRiyayı bir günlük, bir yere atın!Tutunuz tabutun bir kenarındanBir derin çukura beni fırlatın !Kalınca büsbütün sizden uzaktaVücudum çürürken kara topraktaUzanın rahatça sıcak yataktaYaşamak gururu içinde yatınYüz yüze getirmez bizi asırlarMeydana vurulsun saklanan sırlarSayılan şahsıma ait kusurlarKorkmayın içine yalan da katınAnlayım kimlermiş dost sandıklarımMuhabbetlerini kıskandıklarımAnlayım ne boşmuş inandıklarımŞu yalan dünyayı bana anlatınDostlarım anmayın artık adımıSiliniz gönülden eski yâdımıKırınız sonuncu itimadımıÖlünce bir daha beni aldattı Orhan Seyfi Orhon Yusuf Ziya Ortaç
Şair, özellikle dostlarına sitem eder görünüyorsa da bunu yaygınlaştırarak bütün insanlar için düşleyebiliriz. İnsanlar, çevresindekilere dost olarak yaklaşsa bile yaklaşma nedeni, niçini yaklaşılanda kuşku uyandırır. Hiciv, karşılıklı konuşan iki insan arasında, çimdikleyici çok özel sözler olduğu gibi Eski Yunan edebiyatında şiirleşerek edebiyat türleri arasına da girmiştir. Örneğin Ezop masallarında, Aristofanes komedilerinde, özellikle de Sokrates çok hicvedilir.
*
Öğleden sonra için rahatız; ikiye bölünerek geçen yıl aramızdan ayrılıp Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne öğretmen olan Hüseyin Çakar’la Abdullah Ön’ün derslerini izleyeceğiz. Ben, ısrarla Abdullah Ön’ ün dersine girmeyi istedim. Talip sordu:
-Sen türküleri sevmezsin, neden Abdullah Ön’ü istiyorsun? Cevap vermedim ama çok kızdım. Gerçekte, Abdullah Ön’ün kendi söyleyişlerinde bir değişim yok ama öğrencilerindeki yanlışları duymazdan geliyor. Bir kız öğrenci tek olarak Ilgaz şarkısını söyledi, baştan sona alaturka! “Uığılgaaaez .Aannadooluunnunn” diye güzelim Anadolu sözünü bile bozuyor. Gene de üstünde durmadım. Hüseyin Çakar’ın sınıfına gidenler hiç hoşnut kalmamışlar. Çakar, sırılsıklam nezleymiş. Aralarda da çocuk şarkıları yerine sık sık kendi armonize ettiği Sinsin Oyununu tekrarlamış. Oysa ben derslerde akordiyonun yararları anılacak sanıyordum.
Yemekten sonra iki grup da ayrı ayrı kümeleşti. Ancak, bu kez aynı konu konuşuluyormuş, Süleyman Karagöz geldi:
-Bizim konumuz, yarınki derste Yasa’dan, Birleşmiş Milletler kuruluşunu ayrıntıları ile anlatasını istemek.
Söz birliği edildi, konu ortaya iyi getirilirse kimse araya girmeyecek!
Yumuşayan duruma sevindim; Genel Müdür’ün konuşması mı, yoksa dış etkiler mi havayı yumuşattı?
19 Aralık 1945 Çarşamba
“Birleşmiş Milletler!” diyen oldu. Arkasından bir başkası da:
-Biz o konuyu işledik! Oldukça iddialı bir çıkıştı. Bir uyarı geldi:
-Ne zaman okudunuz, kim okuttu, Hayri Çakaloz mu? Birkaç Kızılçullu çıkışlı birden sordu:
-Siz Hayri Çakaloz’u tanımazsınız, Üniversite Psikoloji bölümünü bitirmiş, şimdi, Aydın /Ortaklar Köy Enstitüsü müdürü! Kocaefe:
-Ne saçmalıyorsunuz siz? Günümüz olaylarından söz ederken geçmişe kayıveriyorsunuz, Kaypak herifler!
Hasan Özden:
-Hooop dedik, bizim Aydın’da “Herif!” sözünün karşılığı, en azından temiz bir dayaktır! Burhan Güvenir:
-Sizin Aydın, Amerika’nın Teksas’ı gibi! Birkaç ses birden:
-Yaşa Doç, yaşa! Kim demiş Doç. sinemaya gitmez diye!
-Gider de kimseye görünmez.
Ali Bayrak ekledi:
-Sizler, Çeltikçiyi, köy olarak bellediniz, oysa Çeltikçi’de çoook sinema vardır. Arkasından birileri:
-Ne sanıyorsunuz, yörenin adı bile modern. Çeltik ne demek!
Burhan Güvenir:
-Uydur uydur söyle amaç, kafaları karıştır! deyip ayrıldı.
Kahvaltıda bizim masanın konusu Burhan Güvenir idi: Ağır şakalara katlanıyordu ama, köyünü, çevresini de iyi tanıtıyordu. Sonunda Burhan Güvenir’in hepimizden daha kârlı olduğu genel kanısı, paylaşıldı.
Salona geçince söz birliği ile Birleşmiş Milletler kuruluşu ile ilgili sorular sorulacak. Veli Demiröz konuyu açacak, ek soruları da Hasan Özden, Şükrü Koç soracaklar. Plân, ilk soruda daha cevapsız kaldı, öğretmen özür dileyerek:
-O kuruluş henüz “Neşv ü nema bulmadı (olgunlaşmadı), bir süre bekleyelim, o benim programımda var. Kuruldu kurulacak, sözlerinin bir bölümü kişilerin rivayetleri. Bizim Bakanımızın gittiği toplantı Paris’te yapılmıştı. Neden Paris’te? Öğretmen sözünü tekrarlayarak:
-Az sabredelim, güzel şeyler olacak! deyip konuyu değiştirdi:
Yurdumuzdaki öğrenci olaylarına ne diyorsunuz?
Doç, Burhan Güvenir bekliyormuş:
-Siz Amerika’da kaldınız, onlar bu tür olaylarda ne yapıyor?
-Onlar bu tür ticaret kurumlarına pek saldırmaz. Onlarda bu işleri daha çok zenciler, yoksul göçmenler yapar.
Bu arada, geçen yüz yıl, yapılan iç savaşın acıları dinmiş olabilir, gerçek olan savaş nedenleri ortadan kalktı mı?
Öğretmen gülümseyerek:
-Siz bana, iyice politikacı soruları soruyorsunuz, ben oraya çocuk olarak gittim, bütün gücümle intibak etmeye çalıştım, ayrılık sözlerine sempatiyle bakamıyordum.
Öğretmen, ne düşündüyse 1927-28 yıllarının Türkiye’sini anlattı. Bir yıl kadar bir doğu köyünde kalmış, köylüler ona, öğretmen diye değil, köylerine sığınmış bir garip olarak bakmışlar. Oysa Amerika’da onu gerçek öğretmen olarak karşılamışlar. Oradaki insanlar, kendi dışındaki insanları da kendi gerçeği içinde tutabiliyormuş, Öğretmen sözü başa döndürerek:
-Birleşmiş Milletler kuruluşunun peşini bırakmayacağız, enine boyuna inceleyerek, işimize yarayacak bölümleri hatmedeceğiz (belleğimize alacağız).
Öğretmen çıkınca son sözü dillere takıldı! Hatmetmek!? Benim küçük Cep Kılavuzu işe yaradı, açıp anlamını gösterdim. Son iki saatimiz boştu, Eğitimbaşı haber göndermiş, “Dağılmasınlar, derse ben geleceğim!” Gülenler oldu: 1945 yılının 20 Aralık’ında derse başlıyor!
Gerçekten, yanında Hüseyin Atmaca ile çıktı geldi. Gülümseyerek:
-Arkadaşlarınızla sohbet ederken soruyorlar: “Bize neden Pedagoji dersi okutmuyorlar?” Arkadaşlara hep söyledim, “Sizler pedagoji dersini ne sanıyorsunuz? Pedagoji, çocuk bilgisi dersidir, öğretmenler bizatihi çocuklarla ilgilidir. Önce Almanlar, sonra da onların etkisinde kalan Avrupalılar pedagoji adını benimsemiş. Bizler zaten bayılırız böyle yeniliklere…”
Mustafa Parlar ekledi:
-Psikoloji de öyle değil mi efendim?
Hürrem Arman az bir solukladıktan sonra:
-Daha nelerimiz vardır bunlara benzer!
Mehmet Toydemir:
-Gerçek Öğretmen okullarını en önemli dersi Pedagoji diyorlar.
Eğitimbaşı sordu:
-Kim demiş onu?
Birkaç kişi birden:
-Orada tanıdıklarımız var! Zekeriya Kayhan:
-Benim ağabeyim Kerim Kayhan oralarda okudu, şu anda son sınıfta!
Eğitimbaşı:
-Kerim’i hep tanıdık, kardeşin mi? Zekeriya Kayhan ayakta, sessiz. Mehmet Kocaefe söze karıştı:
-Hemşerimin şansızlığı, Köy Enstitüsü nde ağır işlerde çalışması!
Hürrem Arman kaşlarını çatarak Hüseyin Atmaca’ya baktı. Atmaca gülümseyerek:
-Arkadaşlar bizim Denizli grubundandır, bizler birbirimizi koruruz.
Hürrem Arman bu sözden hoşlanmamış olacak, kekremsi bir sesle:
-Öyle miii; bak bunu bilmiyordum! Hüseyin Atmaca konuşmasını sürdürerek:
-Gerçekte buna Denizli değil Çallı dememiz gerekir; bizi Çallılar, Denizlilerden daha baskındır.
Atmaca, Çallı bir ressamdan söz etti. Oysa ben Çal sözü geçince bizim Çoban Mehmet’i anımsıyorum o da Çallı idi. Ancak o, Çallıları övme yerine küçültücü sözler söylüyordu:
-Çallı, geçmişi belli! Çallı’nın eşek bağladığı ağacı kesmeli, v.b. gibi..
Çoban Mehmet’in, yerine Müdür olarak gelmesini, sonraları, Hidayet öğretmenden dinlemiştik. Hürrem Arman “Hasanoğlan Köy Enstitüsü kuruluşunda Trabzon/Beşikdüzü’nden, seçkin, güçlü 20 öğrenci ile iki sanat öğretmeni göndermiştik!” dedi. Gerçeğe uymayan sözler; Köy Enstitüleri bilindiği gibi 1940 yılının 17 Nisan sonrası açıldı. Buna, açılışı, Ekim 1940 diyebiliriz.
Bir başka önemli olay, ilk yılda iki sınıf atlamaları söz konusuydu. Çok önemli bir konu: Köy Enstitülerinin ilk sınıfları iki yıl çalışmış gibi gösterildi, bu nedenle de iş dersi yapmadılar. Böyleyken, bunları yakından izleyen benim gibi işlere sarılan öğrenciler, söylenenleri dinlemiyor, söyleyenlerin geleceğe yönelik yalanlarına da içlerinden kıs kıs gülerek, güvensizliklerini arttırıyordu. Hürrem Arman’ın “Beşikdüzü’nden güçlü, sanatları iyi kavramış öğrencilerle iki sanat öğretmeni” sözüne tepki gösterdim. İnşaatları gezen İsmail Hakkı Tonguç, bunu duyunca söylenmişti:
-Balık baştan kokar!
Ekip Beşikdüzü’ne dönmek üzereyken 2. öğretmen gelmişti. Hürrem Arman Beşikdüzü’nden Raşit ile Tacettin’i övdü, Beşikdüzü halkı ile nasıl kaynaştığını tekrar tekrar anlattı. Halkı sevdiğini, kendisini de halka sevdirdiğini tekrarladı. Hasan Özden gülümseyerek:
-Bu konuda bir de şarkımız vardır! dedi. Hürrem Arman duymamışça, sözünü sürdürerek:
-Hani pedagoglar, hani Halil Fikret’in yıllar boyu takım takım Anadolu’ya postaladığı pedagogları?
Parmaklar, önce birkaç sonra yirmi kadar oldu. Hürrem Arman gülümseyerek:
-Doğrusu varlığından haberiz olduğum pedagogları savunanlar da varmış. İzin istemeden Mehmet Kocaefe:
- Tabii ki siz bilmezsiniz, siz yurt çapında bir yerleri görmediniz ki. Oysa bizim gördüğümüz, kentlerde, köylerde iş görenler hep onlar. Biri ikisi dışında Köy Enstitüsü müdürleri, 63 ilimizin Millî Eğitim Müdürleri, İlköğretim Müfettişleri…
Kapı önüne birileri gelip dizildi. Öğretmen Ali Kılıç geldi, gelenlerin adlarını söyledi. Beşikdüzü’nden dostlarıymış.
Hürrem Arman, “Bir başka zamanda derslerimizi kaldığı yerden sürdüreceğiz”! deyip, ayrıldı. Hürrem Arman ayrılınca, acımasızca eleştirildi. Kızılçullu çıkışlılar bu konuda daha da sert konuştular. Özellikle de Emin Soysal döneminden söz açılınca, arkasından “Hamdi Kalas!” sesleri kahkahalar arasında yerini aldı. Netçen izini? (İzini ne yapacaksın, buradan memnun değil misin?) anlamında. Oysa Hamdi Akman, Eskişehir Millî Eğitim Müdürlüğünü terk edip Kızılçullu Köy Enstitüsü müdürü olmuş. Besbelli ki başka bir plânı var.
Yatınca bir süre bunları düşündüm. Haklı mıyım, haksız mıyım bilmem ama, genel Müdür Hakkı Tonguç da suçluları ya görmüyor ya da görmezden geliyor!