Bireysel Girişim Övgülerine Karşıt Toplumsal Tepki Belirtileri
19 Ekim 1944 Perşembe
Arkadaşlardan bir ses çıkmayınca kapıya yöneldim. Bir de baktım, Veli ile Hüseyin beni bekliyormuş. Konuşa konuşa birlikte oyun alanına gittik. Çakı Efe geldi, biz konuşurken Okul Müdürü ile Sıtkı Şanoğlu öğretmen geldi. Okul Müdürü uzunca bir “Günaydııın!”dedikten sonra:
-Biz gene karar değiştirdik, sizden büyük sınıfları alacağız. Niçinini anlatmak için geldim. Biliyorsunuz bizi 19 Mayıs Stadyumuna 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı törenlerine lütfen(!) almamışlardı. Şimdi öğrendik ki, bu bayram törenlerine milli oyunları oynamak için İzmir’den beş yüz liseli öğrenci getiriyorlarmış. Ayıp denilen bir şey var ama bunu kime anlatacaksın(!)Üstelik; zeybek oyunlarının müziklerini çalmak üzere bizden yardım istiyorlar. Oyuncuları varmış ama çalgıcıları yokmuş(!) Bu durum karşısında biz de sesimizi duyurmak için hazırlanıp kendi okulumuzda gösterilerimizi yapacağız. İbret olsun diye de tüm bakanlıklar mensuplarını okulumuza davet edeceğiz. İlk gösteriyi biz bize okulumuzda, ikinci bir gösteriyi de Hasanoğlan köy meydanında köylülerimize sunacağız. Bu kararımız gereği Sıtkı Şanoğlu arkadaşımız daha önce başladığı çalışmalarını sürdürecek. Sizler de yeni öğrencilerimizle çalışmalarınızı sürdüreceksiniz!
Sıtkı Şanoğlu öğretmen düdüğünü öttürüp ikişerli sıra yaptırdıktan sonra öğrencileri alıp gitti. Okul Müdürü bizimle kaldı. Veli ile Hüseyin halkanın biri önüne biri de arkasına takılınca Timurağa müziğini çaldım. Okul Müdürü.
-Aaa, bunu ben de biliyorum! deyip halkaya girdi. Çakı Efe, yarım ay biçiminde dönen halkanın ortasında durup uyarılar yaptı. Oyun sonunda Okul Müdürü çocuklara takıldı:
-Gördünüz mü, Efe benim oyunumu beğendi, çoğunuz yaptığı uyarıyı bana hiç yapmadı! Öğrenciler alkışladılar. Okul Müdürü:
-Sağ olun, var olun, verdiğiniz bu moralle bugün rahat çalışacağım! deyip ayrıldı.
Okul Müdürü gidince Veli ile Hüseyin, ikisi birden:
-Ne iyi Müdürümüz var! dediler. Hasan Çakı Efe’nin konuşmasını bekledim. Çakı Efe, biraz geciktirerek:
-Müdürümüz iyidir! dedikten sonra Pazarören Köy Enstitüsü müdürünü sordu. Onu, Kızılçullu’dan tanıyormuş. Hüseyin Öztürk, müdürlerini oldukça övdü. Ben de salt merakım nedeniyle ilk müdürleri Sabri Kolçak’ı sordum. Sabri Koçak’ı tanıdığımdan falan değil bizim ilk müdürümüz Nejat İdil’in haksız yere görevden alındığına inandığım için alınan öteki müdürlerin de haksızlığa uğradıkları inancım olduğu için bu konuyu sık sık kurcalıyorum. İlkokul öğretmenin Ahmet Korkut da Erzurum/Pulur’da ilk müdürdü, yeni duydum, o da alınmış. Eskişehir/Çifteler müdürü Remzi Özyürek de bu tür alınanlardan biri. Samsun/Ladik müdürü de değişmiş. Kim olduğunu çok iyi biliyorum, Nurettin Biriz. Nurettin,1941 yılında Samsun/Ladik ekibiyle gelmişti. O zaman bizimle yaptığı konuşma belleğimden silinmedi, sesi kulaklarımdadır. Tüm Kepirtepe öğrencileri Nurettin Biriz’i çok sevmişti. Ben Nurettin Biriz! dediği zaman tüm arkadaşların yüksek sesle:
-Hepimiz biriz! karşılığını vermesi günlerce övünç konusu olmuştu. O güzel anı nedeniyle Nurettin Biriz’in müdürlükten alınışına ayrıca üzüldüm. Sanıyorum ki, hepsi sevgili müdürümüz Nejat İdil gibi bir haksızlığa kurban gittiler.
Kahvaltıda arkadaşlara, okul müdürünün anlattıklarını tekrarladım. Önce Nihat Şengül karşı tavır aldı:
-İzmir’den gelecek öğrenciler, Efeler diyarından geliyor. Onlara oyunları gerçek Efeler öğretiyor. Bizler onlarla oy ölçüşemeyiz! dedikten sonra devamla:
-Bir kez İzmir’den geleceklerin başında Ahmet Yekta Madran olacaktır ki bu konuda onunla kimse aşık atamaz! Nihat böyle konuşunca Hasan Çakı’nın adı öne çıkarıldı. Nihat:
-Hasan Çakı, Ahmet Yekta Madran yanında yetişmiş bir Efe. Ahmet Yekta yanında yetişen başkaları da vardır. Hasan Çakı iyi oyuncudur ama tek başına ne yapabilir ki?
Kahvaltıdan sonra koşarca salona gittim. Sabahları yeni gelenlerle çalışmak benim için rahatlatıcı olacak. Weber, Dansa Davet plağını koyup dinledim. Bella şimdi ne yapıyordur, acaba? Ablası çok doğal olarak:
-Onun eski işiydi, bu kış da çalışır orada! demişti. Çalışsın bakalım! Plak bitince; ”Haydi görev başına! deyip Ali Yılmaz’ın konuşmasını yazdım. Ancak, Ahmet Emin Yalman Ali Yılmaz’ın konuşması önüne bir not eklem iş. Onu da almak gereğini duydum. Çünkü bu not, yapılan konuşmaların gereksizliği konusunda yapılacak tartışmalara açıklık getirebilecek niteliktedir .Bir bakıma “Bile bile lades!” sanırım buna denir(!)
Ahmet Emin Yalman’ın notu:
-Yalnız şunu söyleyeyim ki, yüksek enstitüden yetişenler, köylerine dönmeyeceklerdir. köy enstitüsü öğretmeni olacaklardır. Bunun için senelerce zihinlerinde pişirdikleri fikirleri, bizzat devamlı bir şekilde gerçekleştirmek imkanını bulmayacaklardır.
Fakat yetiştirecekleri talebeye geniş ölçüde telkinlerde bulunmak, her fırsatta bizzat köye gitmek, yol göstermek gibi suretlerle mücadelenin arkasını bırakmayacaklardır. Aralarında daha şimdiden faaliyete geçenler ve eser yaratanlar vardır.
Bozkır’dan Ali Yılmaz ilk söz söyleyen genç oldu. Berrak bir sesle planlarını şöylece anlattı:
“İlin işini yapan kendi kendine destek olamaz. Köyümüzün halkının mühim bir kısmı köyde geçinemiyor. İş bulmak için şuraya buraya gidiyor. Hem sefil oluyor hem yuva hayatının zevklerinden mahrum kalıyor. Benim elime alacağım ilk dava, köyde bazı sanatları ilerletmek, rençberliğin seviyesini yükseltmek ve halkı uzak uzak yerlerde sürünmekten kurtarmaktır. Köyü fikir bakımından yükseltmenin de, iktisadi ve içtimai bakımından yükseltmenin de ilk adımı
budur.
Gayeme varabilmek için, benim elde ettiğim şartlar dairesinde tahsil görmüş tahsil görmüş bir kızla hayatımı birleştireceğim. Onunla el ele vereceğiz, erkek ve kadı n cepheleri üzerinde beraberce çalışacağız. Kadınlar için dokumacılığı ve el sanatlarını ilerletmek lazım...Erkekler için de dokumacılıktan istifade etmekle beraber, demircilik, marangozluk ve debbağlık gibi sanatları yapmaya çalışacağım.
Arkadaşlarımla beraber mektebin dört duvar arasında kalmayacağız. Yetişmiş adamlara da sanat kursları vereceğiz. İşimiz genişledikçe diğer köylerle elbirliği yapacağız. Takip edeceğimiz en iyi usullerin neler olduğunu ihtiyaç bize öğretecektir. Kazada kereste bol!...Tezgahlar yapılabilir. Eski milli motiflerimizden istifade edilerek güzel desenler yaratılıp ustalar vasıtasıyla
Bunlara ait bilgi her tarafa yayılır. Kaput bezi ve alaca gibi giyeceklerimizi kendimiz dokuruz, fazlasını satarız. Benim köyümde vaktiyle dericilik vardı;
Bu yüzden geçinenler ve ustalar eksik olmuyordu. Fakat gitgide dağıldı. Bunu yeri esaslara göre canlandırmak mümkündür. Aransa köyde belki hala usta bile bulunur. Debbağlık yoluyla köyde faaliyet uyandırmak mümkündür.
Ziraat ve meyvecilikte da bazı kolay imkanlar görüyorum. Bugün köyümde eskiden bildiği meyve var. Fakat ancak halkın eskiden bildiği bir takım ağaçları birbirinden alıp yetiştirmeğe çalışmak yolu tutulmuştur. Aşı yoktur. Haşaratla mücadele devrine girilmiş değildir. Hariçten ıslah edilmiş cinsler getirmek adet olunmamıştır. Sudan istifade olunmamıştır. Sanat, ziraat, ve meyvecilikte atılacak yeni adımlardan az zamanda mahsul almak ve köyün seviyesini yükseltmek mümkündür. Geçim seviyesi yüksel iş bir köy: fikri ve içtimai ilerleme hareketleri için daha iyi bir çalışma zemini olur.”
Ahmet Emin Yalman:
-Bağlum köyünden Satılmış Aslantaş, bundan sonra ayağa kalktı, istikbal planların ı böylece anlattı:
-Köyüm Ankara’ya üç saat uzaktadır.258 hanelidir,1600 küsur nüfusu vardır. Geçim, ziraattan ziyade ameleliğe dönüşmüştür. Eskiden ziraata verilen ehemmiyet azalmış, halkın yüzde 70’i,80’i amele olmuştur. Köyüme gidince ameleliğin önüne geçmek, köyde çalışma imkanları yaratmak için çareler arayacağım. Şimdiden bir çok şeyler tasarladım.
Köyüm Ankara’ya yakındır. Hayvancılığı teşvik ve ıslah ederek sütçülük ve yoğurtçuluğu ilerletmeye çalışacağım. Zaten bugün de nüfusun onda biri bu sayede geçiniyor.
Meyve bahçelerimiz çoktur, fakat bakım yoktur. Hakkı ile bakım temin edeceğim.
Bahçeleri çoğaltıp meyveciliği ilerletmeye çalışacağım. Köyde akar su oldukça vardır. Sebzeciliğe önem verdirmeye çalışacağım. Bu sayede köye fevkalade para girer. Zaten bazıları bunun tadını aldılar. Köyde bahçeler çoktur. Arı yetişir. Halbuki fenni kovan namına bir şey yoktur. Bu usulü, öğreteceğim. Kovanların sayısını çoğaltacağım.
Köyün kadınları erkeklerle beraber hemen her işe girer. Halbuki kadının işe girmesi ev işlerini aksatır, çocuğuna bakamaz, ev işlerini ihmal eder, temizlik ve sağlık temin edemez. Kadının ayağını kısmen dış işinden ev işine hasretmen fikrini yaymaya çalışacağım. Dokumacılık ileri gidebilir. Ziraat Vekaleti birkaç sene evvel
l birkaç tezgah göndermiş fakat beraberce yolladığı memur az zaman kalmış, işi sonuna kadar takip edememiştir. Bu yüzden tezgahlar muattal kalmıştır. Ben bu işi ele alacağım, dokumacılığı ilerleteceğim. Kadınlara dikiş kursları açtıracağım. Hiç olmazsa kendi dikişlerini bizzat yapabilmeleri lazımdır.
Nüfusumuzun bu kadar çok olmasına rağmen halkın çoğu, ticaretlerini Ankara’da yapıyorlar. Köydeki bakkalların fiyatları Ankara fiyatlarından fazladır.
istihlak kooperatifi kurulması için önayak olacağım.
Köyde iyi neviden eğlencelere ihtiyaç vardır. Bu nevi eğlenceler ekmek, su kadar lazımdır. Şimdi yalnız düğün vesilesiyle eğleniliyor. Kışın ihtiyar genç ayrı odalarda oturup çene yarıştırıyorlar. Avcılık mahduttur. Spor ihtiyacı duyulmamıştır. Müsamereler tertip edeceğim. Köyün kabiliyetlerine gelişmek ve kendini göstermek fırsatını vereceğim, böylece köyün eğlence ihtiyacını iyi sahalarda karşılayarak
kötü istidatları önleyeceğim....
Arkadaşlara verdiğim sözü yerine getirmenin mutluluğunu duyuyorum. On arkadaş konuşmuş, beşinin konuşmasını yazdım. Öteki beşini de en kısa zamanda yazacağım. Zaten arkadaşlar zaman sınırı koymadılar. Çıkacak dergiden önce yazılması istenmişti.
Yemekte, yapılmakta olan tiyatroda oynanacak oyunlar, verilecek konserler konuşuldu. Bu arada bana da taş atıldı. Sahnenin üstü açık olduğuna göre piyano konulamayacağı, bu nedenle sahnede piyano çalınamayacağı öne sürüldü. Ben de:
-Eski Yunan tiyatroları örnek alındığına göre, o zamanlarda piyano olmadığını, günümüzde de olmazsa bunu yadırgamayacağımı, zaten yurdun köşe bucağında davul-zurna ile eğlenildiğini, bunun sürmesine üzüleceğimi ancak şaşmayacağı bu anlayışın özellikle Varlık Dergisinde yıllardır tartışıldığını söyledim. Bu tartışmalarda bizim piyanodan yana olmamız gerektiğini, piyanonun çok sesliliğin simgesi olduğunu, oysa bizim burada piyano karşıtı tavırlar takınmamızın çelişikliğini anlattım. Bu kez arkadaşlar, buradaki konuşmaların şaka olduğunu, gerçekte çok sesli müziğin savunucusu olduklarını öne sürdüler.
Öğle çalışmasına Nebahat Öğretmenin grubu geldi. Yeni çalışma yöntemimizi azıcık bozarak,(Grupça istendiği için)Mamanla giriş yaptık.1, 2, 3, 4, 5. varyasyonları çaldım. Çocuklar, varyasyon olayına bayılıyor. Böyle bir sevinçten sonra çocukların mandolinlere sarılması görülmeye değer. Zil çalınca hayıflanarak söylenenler bile oldu:
-Ne çabuk çaldı, erken çalındı ya da yanlış çalındı! gibisine konuşarak gittiler. Nebahat Öğretmen ayrılırken Cumartesi günü Ankara’ya teyzesine uğrayacağını tekrarladı. Buna ayrıca sevindim. Maman varyasyon benim de piyano iştahımı kabarttı, Mamanı bırakıp, o da bir tür varyasyon olan Mozart kv.331 la majör Sonatı çaldım. Özellikle 1.2.3.4. bölümlere bayılıyorum. Özellikle de sonatın girişi ile 3.4. bölümlerini çalarken içimin eridiğini duyar gibi oluyorum.
Arkadaşların benden istediği Yarınki Türkiye’ye Seyahat kitabındaki konuşmaları yazmaya devam edeceğim. Sıra, Ahmet Emin Yalman’a göre Musa Yılmaz’da. Burada bir yanılgı var. Musa Yılmaz adlı bir arkadaşımız yoktur. Bu Musa olsa olsa Musa Çınar olacaktır. Bir yanlışım olursa doğrusunu öğrenip gerekli düzeltmeyi yapacağım.
Ahmet Emin Yalman, söze şöyle başlıyor:
-Hasanoğlan köy enstitüsü talebelerinden bana yarına ait faaliyet planlarını anlatan akıncılar arasında üzerinde en derin tesir bırakanlardan biri; Bozkırlı Musa Yılmaz’dır. Musa, hali vakti yerinde bir ailenin oğludur. Kendi tabiriyle zübbelik istidadı içinde yetişmiştir. Enstitüye girdikten sonra da bir kaç sene müddet başlıca zevki, fötr şapkasını yan dikmek ve her şeyden evvel kıyafetini düşünmek olmuştur.
Sonra gitgide enstitünün sihirli ruhu kendisini sarmaya başlıyor. Kolla yapılan işi asilleştiren ve kafa ile yapılana müsavi tutan bu muhitin tesirlerine kendini koyuveriyor. Günün birinde şapkayı, kravatı bir yana atıyor, tulumu çekiyor, eski züppeliğin kefareti olarak da en cazibesiz, en zahmetli meslek olan debbağlığı ana sanat diye seçiyor.
Anlattığı hikayeyi dinlediğim zaman kendimi Tolstoy’un bir romanın bir kahramanıyla karşılaşmış sandım. Musa Yılmaz, ideal uğruna göğüs verilen her zahmetin asli ve tatlı olduğunu keşfeden ve bu keşfinin icabına göre yaşamayı ve mücadele öğrenen mesut insanlardan biridir.
Sözü kendisine bırakalım.
Musa Yılmaz: (Gerçek kişi Musa Çınar)
-Köyüm, altı yüz haneliktir. Bozkır’a yakınır. Ekili arazimiz azdır, ziraat yok. Gibidir, bir kısım halk değirmencilikle geçinir. Değirmen buğdayları öğütürken kendileri bomboş otururlar. İki üç yüz kişi daima İzmir, Aydın ameleliğine gider. Altı ay, bir sene kalıp dönerler.
Kendi çalışmasıyla geçinmek zorunda kalan bir dul kadının halini gözümüzün ön üne getirelim. Böyle bir kadın, köyümde ezici bir geçim zorluğu karşısındadır. Ham yün bükmekle hayatını kazanmaya çalışır. En becerikli kadın bir haftada ancak bir kilo yün işleyebilir. Bunun için elli kuruş alır. Gündeliği on kuruş bile tutmaz.
Düşündüm ki, böyle bir köye kültürden önce iktisadi bir genişlik girmelidir. İktisadi gelişmeyi planlarımın asıl ağırlık merkezi diye karşılarsam sonradan kültürü daha kolay ilerletebilirim. Üç tedbir üzerinde durdum:
-Boş saatleri faydalı bir şekilde doldurmak ve günlük kazanç imkanını hiç olmazsa 60,70 kuruşa çıkarmak üzere bir dokumacılık kooperatifi kurmak, debbağlık sanatını köye sokmak, mer’a şeklindeki araziyi sürmek....
Dokumacılık kooperatifi hakkın da icap eden yerlere başvurarak fikir topladım. Sonra ilk izinli zamanımda köye gittim ,orada zemini hazırladım. Bunu yapınca; küçük sanatları teşvik maksadıyla Ankara’da kurulu bulunan küçük sanatlar dairesine gittim. Projelerimi anlattım. Köyün kurtulması için İktisat Vekaletinin tezgah vermek gibi suretlerle yardımını diledim. Dairenin amiri beni çok nezaketle karşıladı, projemi takdir etti ve azami derecede yardım vadetti. Bir hafta içinde meseleyi tetkik edeceğine de söz verdi .Bir hafta sonra gittim. Dedi ki:
-Meseleyi tetkik ettim. Bir zorluk var:
-Bir kooperatif kurulması için köyde yüzden fazla tezgah bulunması lazım...
Bir hamlede yüz tezgah nasıl kurardık? Fakat talimatname o şekilde ise daire amiri için yapacak bir şey yoktu.
Sonra birden bire hatırıma geldi ki köyümüzde eskiden kalma iki, üç yüz kadar muattal çıkrık var. Bunları tamir ederek talimatnamenin emrini yerine getirebilirdik. Bunu daire amirine söyledim .Fikrimi muvafık buldu. Muameleye girişmek üzere bir hafta sonra gelmem kararlaştı.
Ertesi hafta daire amirinin yanına geldiğim zaman amir banma dedi ki:
-İş sarpa sardı. Bu tezgahların 1941 senesinde orada lazım.
-Mesele yok! diye cevap verdim, o tarihte bu tezgahlar oradaydı.
Dördüncü hafta tekrar uğradığım zaman İktisat ve Ticaret Vekaletleri arasındaki bir anlaşma mucibince şubat 941 tarihinden evvel iplik almayan tezgahlar hakkında yeni baştan hiç bir muamele yapılamayacağı haber verildi.
Bunun üzerine daire amirine dedim ki:
-Devlet bu daireyi, küçük sanatları ilerletmek için, kooperatifleri çoğaltmak ve köylerde dokumacılığı yaymak gibi maksatlarla kurmuştur. Halbuki bütün bu güçlük ve muamelelere bakılırsa siz vazifenizi küçük sanatları ilerletmemek, kooperatifleri kurdurmamak ve dokumacılığı köye sokmamak diye anlıyorsunuz. Ne yazık!
Köylü bu teşebbüse çok sevinmişti. Bir pavyon kurarak tezgahları bir arada işletmek için hazırlık yapmıştı. Muamele zorlukları yüzünden işin suya düşmesine herkes sıkıldı.
Ben ana sanat diye debbağlığı öğrendim. Köyümden Çarşamba suyu geçer. Su boldur. Debbağlık köyümde ileri gidebilir. Geçen sene köylüyü etrafımda toplayarak bu sanatın karlı olduğunu anlattım. Akılları yattı. Bir genç delikanlının köyü bu kadar düşünmesine memnun oldular. Fakat tavsiye kafi gelemezdi. Bir kasap buldum. Bir dananın derisini bana işletmeye razı oldu. Deriyi ıslattık. En pratik bir şekilde işe koyulduk. Ben eskiden züppe bir adamdım. Fötr şapkasız adım atmazdım. Ailemin de hali vakti yerindedir. Fakir oldukları halde bazılarının ayıp saydıkları bir işi benim yapmam ve pislik içinde uğraşarak deriyi camla kazımam dikkatlerini celbetti. İptida alay ederken gittikçe ciddileştiler. Deri üzerinde on, on beş gün çalıştım ki memlekete ve halka faydalı işin yükseği alçağı, kirlisi temizi yoktur. Her iş muhteremdir. Her işin yapılması lazımdır ve yaptıkları işin nevinden dolayı hiç bir insanın diğer bir insanın düğer bir insanı hor görmeye
hakkı yoktur.
Enstitüden izin zamanım bitmişti. Yapılacak işleri kasaba tarif ettim. Bitirince caminin önünde toplamasını, derinin tamamlanmış halini göstermesini ,neticeyi de bana mektupla bildirmesini rica etmiştim. Sonradan aldığım mektuba göre deri tamamlanmış ,pek güzel olmuş, halk beğenmiş. Bunun üzerine sekiz ,on kişi debbağlığa heveslenmiş...Üç dört aylık pratikten sonra bunlar meslek sahibi birer debbağ diye yetişirler. İki, üç sene içinde de bu sanat köyde ve civarında yayılır.
Bir kaç insanı geçindirmeye ve köyün gelirini arttırmaya hizmet eder.
Sahi unuttum, dokumacılık yürümeyince kazakçılığı köyde ilerletmeye karar verdim. Bu sayede fakir bir kadının günde 70,80 kuruş çıkarabileceğini hesapladım. Kırk elli kuruş bile olsa eskiye göre kardır. İktisadi buhranı def etmeye hizmet eder. Enstitü arkadaşlarımdan birinin köyünde bir usta kadın var.
Bu defa köyüme gidince masrafını vererek köyüme getireceğim. Kardeşlerimi ve akrabalarımı bir araya getirerek bir haftalık bir kurs verdireceğim. Onlardan konu komşuya geçecek, kazak örücülüğü böylece kök tutacak...
Mer’a meselesine gelince iki bin dönüm tutan çayırlık hükümetin olmakla beraber köy faydalanıyor. Fakat doğrusu aranırsa asıl istifade, dört, beş kişiden ibaret olan hayvan sahiplerine gidiyor. Bütün köyün faydalanması için tedbir düşündüm. Musavi surette herkese taksim etmek, bir şeye yaramayacak. Çifti çubuğu olmayan hiç istifade edemeyecek, hakkını yok bahasına diğerlerine satacak. En iyisi köyün malı olması ve manevi şahsiyeti namına elbirliğiyle işletilmesidir. O zaman geliri köy sandığına gider. bununla mektep binası, çamaşırlık gibi müşterek binalar yapılır, salma parası ödenir. Vergiler karşılanır,
Yetim çocuklar okutulur, diğer içtimai yardım tedbirleri alınır. Böylece hem geçimsiz tabakaya çalışma imkanı ve refah temin edilir hem de Köy Sandığı zenginleşir.
Ahmet Emin Yalman:
- Musa yerine oturdu. Ben de yoluyla yetiştirilen bir tek idealist ve dinamik akıncının bütün bir muhit için ne kadar kıymetli bir kuvvet olabileceğini düşünmeye daldım...
Bu da benim notum:
-Dilerim doğru düşünürsün, çok bireysel düşünen özellikle Köy Enstitüsü genel davasına ters düşen bir kişinin anlattıklarını tüm Köy Enstitüsü öğrencilerine örnek olarak göstermek doğrusu anlaşılır gibi değil. Örneğin debbağlık ne mene bir meslekse bununla kalkınacak bir köyün pazarını çok merak ediyorum. Keşke bu arkadaş Köy Enstitüsü sürecinde önemle üstünde durulan sanatlardan birini öğrenip o alanda çaba gösterseydi. Fötr şapkayı çıkarmış ama sanırım etkisi kalmış olacak, sıradan bir fötr şapkalı gibi topraktan umudu iyice kesmiş ki, az da olsa var olan toprakları bile yok etme yollarını arıyor. Uzun sözün kısası Dinamik Akıncı, işin gerçeğinden özellikle kaçınmaya çalıştı. Ancak gerçek sürekli gizlenemez. Nitekim sonunda ağızdaki bakla çıktı:
-Topraklar satılsa ya da ortak işletilse gene üç-beş kişinin elinde kalacak! O üç, beş kişi oldukça debbağlık da tıpkı ötekiler gibi o x ile y’ in elinde kalacak. Eski dokuma tezgahlarını kim depolara attı?” Kenlem kenlem layemfa!”
Kişilerin düşüncelerine saygı duymasam bile eleştirmeye hakkım olmadığını biliyorum. Ancak buradaki kişisel düşünce, benim ant içerek bağlandığım, halkımızın, içinde yaşadığı çağın idrakine ulaşması için tek tek değil, topluca uyanmasını davamıza ters düşmektedir. Bir başka önemli nokta da” Müstesnalar kaideyi bozmaz!” sözüne uyarak bir köy debbağlık alanında yüceltilebilir! dense bile buna karşı çıkmak yerinde olacaktır. Uygarlığı, öteki ulusların durumuyla kıyaslayarak değerlendirmek zorundayız. Öyleyse içinde bulunduğumuz bu ikinci Büyük Savaş bize, geleceğin makine çağı olacağını göstermiş bulunmaktadır. Motosikler, cemseler, ,zıhlı otomobiller, tanklar, uçaklar derken pilotsuz uçaklara gelip dayanıldı. Kısacası ,at çağı gerilerde kaldı. Öyleyse at çağının bir gereği olarak bilinen debbağlığı. Konya ili, Bozkır ilçesi x köyü halkına önermek onları o yana yönlendirmek, üzerinde durulacak çok önemli bir olay bence!
Çok önemli bir başka nokta da arkadaşın, köy okuluna hiç değinmemesi. Yanlış yazılmadıysa altı yüz hane olarak tanıtılan köy, neredeyse bir kasabadır. Bu kasabamsı köyde okul olmaması düşünülemez. Şüphesiz Musa arkadaş bu okuldan yararlanmıştır. Altmış hanelik bir köy okulunda okumuş olmama karşın arkadaşın eksikliklerini bulmaya çalışıyorum. Bana bu, sorma ,sorgulama alışkanlığını o küçük okulum kazandırdı. Belli ki, arkadaş daha fazlasını almış; yoksa İktisat Vekaleti kapılarını aşındıramaz, İktisat ve Ticaret Vekaletlerini karşı karşıya getiremez, böylesi acımasız bir yargılama yapamazdı(!)
Musa arkadaşın yazısı uzunmuş, hemen hemen zamanımın tamamını aldı. Wachet auf’u ikinci tekrarda öğrenciler geldi. Rahmiye Tarıman Öğretmenin sınıfı. Benim değerlendirmeme göre sakin gruplardan biri. Belki bir yanılgı ama ben öyle değerlendiriyorum, sınıf öğretmenine verdiğim kişisel değerimi, o öğretmenin öğrencilerinde de benzer şekilde görüyorum. Ömer gelince Rahmiye Öğretmen ayrıldı. Ömer mandolinleri elden geçirdikten sonra toplu çalışmaları sürdürdü. Son on dakikada bu guruba da Maman varyasyonun 1,2,3. bölümünü çaldım. Çocukların hep bildiği bir melodi olduğu için, ilk dinlediklerinde fazla bir ilgi göstermiyorlar. Bildiklerinin ötesine geçince önce şaşırıyorlar. Sonra sonra olayı bilenler açıklıyor. Bu kez ilgi çoğalıyor. Kimi kez de ben, piyano kullanılan tüm ülke çocuklarının bu parçayı bildiğini anlatıyorum. Hikayem de kısacık ama gerçek. Mozart, daha oyun çağındayken üstün becerisi nedeniyle ünlü olmuş, konser vermek için Avrupa ülkelerini gezmiş. Paris’e gittiğinde konseri olmadığı günler gezerken bir okul yanından geçerken kendi yaşındaki çocukların bu şarkıyı söylediğini duymuş. Çocuklarla konuşmuş oteline dönünce bu melodiyi kendi yöntemine göre uzatmış. Şarkıyı tüm dünya çocukları kendi dillerinde söylüyor ama piyano çalanlar Mozart’ın notalarına uygun çalıyorlar. Bu olay bundan 170 yıl önce olmuş.170 yıldır çalınıp söylenen bu şarkı, çocuklar hep olacağına göre bundan sonra da çalınıp söylenecektir. Radyo dinleyenler hemen ekledi:
-Çocuk Saatinde hep söylüyorlar. Ben de:
-Konservatuvar piyano öğrencileri de piyanoda hep çalıyorlar.
Akşam yemeğinde, Hasanoğlan Köy Enstitüsü öğrencilerinin 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı gösterilerine alınmayışı tartışıldı. İkircil bir duruma düştük. Biz Kepirtepe Köy Enstitüsü olarak Lüleburgaz’daki törenlere önce katılıyorduk. Önce dediğimiz, Trakya Köy Öğretmen Okulu döneminde. Neden o dönemde katıldık da sonradan katılmadık? Neden olacak, kılık kıyafetimiz elverişli olmadığından! Bunu bilmeyecek ne var? Kızılçullu kökenli arkadaşlar da önce katıldıklarını sonra da bundan vazgeçildiğini söylediler. Ayrıca bizim Kepirtepe’nin bir başka şanssızlığı, Beden Eğitimi öğretmeni olmayışıdır. Köy Öğretmen Okulu döneminde bir yıl beden Eğitimi derslerimize gerçek Beden Eğitimi öğretmeni geldi.
Okul Müdürü Rauf İnan, önüne gelene bunun hepimize karşı bir haksızlık olduğunu söylüyormuş. Buna gülünür! dedim, güldüm. Aynı kişi, kumaş ceketimin yakasından tutup, yırtacağını söylemişti. Törenlere salt spor gösterileri için katılmak istiyor. Öyle olursa uyguladığı yöntem belli olmayacak. Gerçekte Stada girmek yasak değil, toplu gösterilerin bir kılık düzeni var, ona uyulması isteniyor. Müdür Rauf İnan işin o tarafına hiç dokunmak istemiyor.
Halil Dere geldi, arkadaşların toplandığını duyurdu. Bizim salona uğrayıp yazdığım yazıları aldım. İstenirse okuyacağım.
Gelen arkadaşlar, Hasan Özden, Faik Demir, Arif Işılak, Muzaffer Kayhan, Şükrü Koç, Halil Dere, Mehmet Kocaefe, Kemal Karadeniz, Kemal Kızılelma, Hasan Serinken, Mehmet Toydemir, Niyazi Başkaya... Arkadaşların, gündüz başlattıkları konuşma konusu; ”Çıkarılması tasarlanan Köy Enstitüleri Dergisi!” Önceki konuşmaları bilmediğim için dinleyici olarak kaldım. Tasarladıkları dergiden başka, karşı tavır alacakların olası önerileri de irdelendi. Bir ara Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca da geldi. Rastlantı numarası yapmasına karşın önceden haberli olduğu yapılan konuşmalardan kolayca anladım.
Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’un Kitap Tanıtma isteği konu edildi. Bana da bir kitap seçmem söylendi. Kitap seçme işini, önce bunu düzenleyenlerin seçtiği kitapları görmeyi yeğledim. Yapılan konuşmalardan sezinlediğime göre arkadaşların hiç biri benim okuduğum kitapların tamamını okumamış. Gene de
Edmond Rostand’ın Cyreno de Bergerac, Henrik İbsen’in Peer Gynt, Stendhall’ın Kırmızı ve Siyah, Charles Dickens’in İki Şehrin Hikayesi, Pierre Loti’nin İzlanda Balıkçısı,Anatole France’ın Thais,Friedrich von Schiller’in Wilhelm Tell kitaplarından birini anlatabileceğimi söyledim.
Arkadaşlar yorgun, erken dağıldık.
Yatınca arkadaşların gruplaşma tavırlarını irdeledim. Neden açık açık fikirlerini ortaya koymuyorlar da böyle bencil bir tavra giriyorlar? Sorumun cevabını kendim verdim:
-Çünkü karşılarındakiler, kesinlikle açıklık istemiyor. Bugün yazısını yazdığım arkadaş hangi düşüncenin kuyruğuna takılmışsa onun arkasından gidiyor. Oysa Köy Enstitülerini bitirenlerin sınırlı görev alanları vardır. Bu sınırları 3803-4274 sayılı yasalar çizmiştir. Musa Yılmaz(Çınar) arkadaş bir kez olsun bu yasalardan söz etmiyor. Örneğin bir öğretmen, başında Gezici Başöğretmenler, Denetmenler, İlköğretim Müfettişleri, Maarif Memurları ya da Milli Eğitim Müdürleri ilgili yasaların kendilerini yükümlü tuttuğu konularda kendisine sınır çizmeyecekler mi? Hani Köy Enstitüleri’nin saygıdeğer imece çalışmaları, imece fikri? Bu fikirle köylere dağılıp ,zaten onlarda var olan imece dayanışmasını canlandıracaklardı. Musa Çınar’ın fötr şapka giydiği yaş bile tartışılmaya değer. Köy Enstitüsü öncesi olduğuna göre demek ilkokul çağında. Bir başka deyimle yedi ile on iki yaş arası. Arkadaş bir de doğum tarihini verseydi de şu “Acaba?” kuşkusundan kurtulsaydık. Halkımız, 1925 yılı sonlarında fesi atıp kasket giydiği süreçte Konya ilinin Bozkır ilçesi köylerinde çocukların fötr şapka giyme alışkanlığı oldukça ilginç!
20 Ekim 1944 Cuma
Akşam erken yattığım için dinlenmiş olarak kalktım. Arkadaşların gelmesini de beklemiyorum. Salt yeni öğrenciler olduğu için Çakı Efe de yalnız kalmak ister. Yardım edilmesi güzel bir olay ama iyice acemilere ne yardım olur ki? Bunları düşünerek oyun alanına gittim. Aklımdan geçenler okunmuş gibi bu sabah kimse gelmedi. Çakı Efe’nin de dikkatini çekmiş, gülümseyerek:
-Gelmemeleri sen mi söyledin? diye sordu. Başımı sallayarak;” Kimseye bir şey demediğim” işaretini verdim. Çakı Efe, uzunca bir açıklama yaptı. Önce oyun oynarken kendisini nasıl gözeteceklerini anlattı. Örnekler gösterdi, öğrencilere denemeler yaptırdı. Bir süredir oyun alanına çıkan öğrenciler, ilk çıkmışçasına bu sabahı açıklamalarla geçirdiler. Böylece, ben de üç ayı aşan bir süredir ilk kez akordiyona elimi sürmeden oyun alanından ayrılmış oldum. Çakı Efe’nin için rahat değil. Yardımcıların gelmemesini bir gücenikliğe bağlar gibi, gene gene sordu:
-Sen bu konuda onlarla konuştun mu? Konuşmadığımı söyledim. Sonra da:
-Arkadaşlar kendi aralarında konuşmuş olabilir; ”Yeni öğrencilere, Çakı Efe, ilk bilgileri, ilk denemeleri kendisi verir!” diye düşünmüşlerdir! Çakı Efe rahatladı.
Doğru düşünmüşüm, karşılaşınca Veli, niçin gelmediğini söyledi.
Kahvaltıda arkadaşlar, sahne betonun dökeceklerini muştuladılar. Betonu dökünce bir kenara adlarını yazacaklarmış. Sahnede oynarken de adlarına bakıp bu günü anımsayacaklarmış! Onlar bunları konuşurken ben de onları dinlermiş gibi bakarken yarınki piyano dersimi düşünüyorum. Frederic Chopin üçledi. Vals, Etüt, Etüt...Faik Öğretmen:
-Bunları pişirince bir de mazurka deneyelim! demişti. Mazurka! Mazurka deyince filmi anımsadım, o filmde dalavereci piyanist bir şeyler çalmıştı, yoksa o çaldığı mazurka mıydı?
Gelen olursa çalışmamı engeller düşüncesiyle küçük odadaki piyanoya indim. Faik Öğretmen valsı geçirmişti ama nedense son kez:
-Şu, valsla, etüt’leri pişirelim de bir de mazurka deneyelim! demişti. ”Valsi, geçmiştik!” nasıl derim?
Uzun süre valsı çaldım. Her çaldığımda bir kusur buldum. Bulduğum kusurları,
“Ben bile gördüğüme göre !” deyip ümitsizleşmeye başladım. Sonunda:
-Belki valsı dinlemez! deyip işi şansa bırakarak etütlere geçtim. Yemek zamanı yaklaşırken salona çıktım. Bir de salondaki piyanoda denedim. Çalışımda pek olmamakla birlikte sanki daha pişirmişim gibi bir duyguya kapıldığımdan yemeğe iyimser duygular içinde gittim. Kapıdan girince şaşkınlaştım, bizim masaların tümü boş. Hüseyin Atmaca öğretmenlerin yanında oturmuş, bana el etti. Gittim. Öğretmenler gülüşerek buyur ettiler. Cemil Toygar Öğretmen hemen hemen sordu:
-Bir iş kaçağı mı? Benden önce Hüseyin Atmaca karşılık verdi:
-Hayır, iş kaçağı değil, benim yardımcım! Biraz utandım ama çabuk toparlandım. Aysel Öğretmenin grubu gelecekmiş, ”Gelmesem olur mu? diye sordu. Hüseyin Atmaca karşılık verdi:
-İş kaçağı budur işte! Aysel Öğretmeni savunanları oldu. Bu kez de Aysel Öğretmen sözünü geri aldığını söyledi:
-Benim gitmem bu denli önemliyse giderim! dedi.
İş kaçağı sözü, yemek boyunca sürdü. Böylece bana fazla söz düşmedi.
Yemekten kalkınca arkadaşların geldiğini uzaktan gördüm.
Salona girince ilk olarak valsı denedim. Pürüzsüz çaldım.
Az sonra Aysel Öğretmen grubunun başında geldi. Kapıdan girince de:
-Geldim işte! dedi. Ben de :
-Hoş geldiniz, yazık ki geldiğinizi ben gördüm. Oysa gelmeyebileceğinizi söylemiştim. Aysel Öğretmen, çok uyumlu bir tavır içinde:
-Ben size takılmak için öyle demiştim, işim falan yoktu. Arkadaşların bu olayı önemsemeleri beni şaşırttı. Biliyorsun biz daha önce önemli işimiz olunca gelmeye biliyorduk! Bu kez de ben:
-Gidebilirsiniz, salt mandolin çalışması yapacağımız için beklemenize gerek yok. Ayrıca sıkılabilirsiniz de!
Ömer’in biraz geç geleceğini tahmin ettiğimden piyanoya oturup öğrencilerin beklediği Maman’ı çaldım. Aysel Öğretmen dinlememişti. Gülerek:
-Bu bizim şarkımıııız! diye uzatarak sorgular gibi baktı. Bu şarkının. bizim şarkımız olduğunu, ancak bundan iki yüz yıl önce de başkaları tarafından söylendiğini anlattım. Aysel Öğretmen açık açık konuşmak istediğini belirtmesine karşın nedense ben, sözü uzatmadım.
Aysel Öğretmen gitmeye hazırlanırken Ömer Çiftçi yetişti. Aysel Öğretmeni uğurladıktan sonra mandolinleri kontrol edip çalışmayı başlattık.
Çalışma sonunda Ömer muştuladı, Perşembe ya da en geç önümüzdeki Cuma günü inşaat çalışmaları son buluyormuş. Buna da sevindim. Gerçi Hüseyin Atmaca bana bir sıfat taktı, sözde onun yardımcısıyım ama içimden içimden soruyorum:
- O neden bu çalışmalara katılmıyor? Kimse bana hesap sormuyor, sorulsa, sanırım verilecek sağlıklı bir cevabım yok!
Ömer gidince gene alt odaya geçip uzun süre etütleri çekiçledim.
İlk kez, çalıştığım parçalar için böylesi bıkkınlık duydum.
Bunu biraz da piyanoya bağladım. Rostov marka piyano biraz madensi ses veriyor. Bunu da akort için gelen Mithat Kurfalı Öğretmenden duymuştum. Yukardaki Bercstein marka piyanoya çıktım. Gerçekten fark edilecek ölçüde ses ayrılığı var. Uzun bir süre de yukarda çalıştım. Bu kez Ömer çalışma grubundan önce geldi. Öğrenciler gelince duraksamadan çalışmayı başlattık. Ömer işi oldukça sıkı tutuyor, küçük bir kusur bulunca o kusuru görmezden gelmiyor, hemen düzeltme tarafına gidiyor. Tüm grup durdurulup kusur ortaya çıkınca kusurlu bir tür ceza almış oluyor.
Çalışma sonuna doğru bu gruba da Mamanı çaldım. Maman, bizim mandolin gruplarının ortak dinlencesi olmuş durumda. Daha önce de denedim:
- Beethoven, Für Elise, Menuett, Mozart, Türk Marşı, Schubert, Momend Musikal gibi parçaları çalıyordum. Onları da seviyorlar ama Maman onlardan daha çok ilgi topladı. İlginç olan, bizim okullarda söylenen, Daha Dün Annemizin başlıklı şarkının, köy, kasaba tüm okullarda söylenmiş olması. Bu ilgi, şarkının kolaylığından mı? Yoksa içindeki “Anne!” sözünden mi? ileri gelmektedir. Belki de ikisinin bir arada oluşundandır!
Çalışma sonunda gene piyanoya oturup, son gayretimle parçaları tekrarladım. Yemekten sonra gelemeye bilirim.
Öğle yemeğinde ayrı düşmüş olmamız, konuşma konusu oldu. Hemşerim Kadir Pekgöz sitem etti:
-Hemşerim ağabeyim, bir yemekte görüyorduk, bugün ondanda mahrum ettin bizi! dedi. Ekrem Bilgin de:
-Belki onun da dökülecek betonu vardı, donmasın diye erken yemek yemiştir! İkisine de bakarak:
-Gıdıklayın da arkadaşlar gülsün! dedim. Gerçekten arkadaşlar güldüler. Bu kez de Nihat Şengül:
-Siz ne diyorsunuz arkadaşlar, hangimize:
-Sen inşaata gitmeyeceksin! deseler.
-Hayır ben gidip çimento karıştıracağım! deriz.
Konuşmalara katılmadım. Ancak, arkadaşların staja çıktıkları günden bu yana her sabah oyun alanında hazır bulunduğumu, gene o günden beri pazar günleri de dahil her gün iki grupla mandolin çalışması yaptığımı, şu anda da o çalışmaların sürdüğünü anlattım. Büyük bir olasılıkla bu çalışmalarımın kasım ayı ortalarına dek süreceği olasılığını da ekledim. Bunları söyleyince kimilerinin yüzleri güldü. Sanırım içlerinden:
-Oh olsun! diyenler oldu.
Değerli arkadaşım Halil Dere geldi. Bu kez de Halil Dere’ye sorular soruldu:
-Siz toplanıp duruyorsunuz, neden? Halil Dere kestirip attı:
-Siz sorucu başı mısınız? Sizin ne yaptığınızı soran var mı?
Kitaplıkta toplanan arkadaşlara, okumak için yazdığım, Musa (Çınar)Yılmaz’ın konuşmasını okudum. Özellikle eklediğim notlar arkadaşlarca beğenildi. Buna sevindim, oldukça uzun bir yazıydı, beğenilmesi, ettiğim zahmetime değdi .
Arkadaşların yorgunluğu konuşmaların kısa kesilmesine neden olduğundan gene erken yattık. Bu da benim işime yaradı. Kısa bir süre yarınki dersimi düşündüm. Nebahat’ın geleceği kesin. Bunun sevinci; ”Tüm gaileleri sıfırlamaya yeter!” deyip gözlerimi yumdum.
21 Ekim 1944 Cumartesi
Erken yatışımın yararını anlamaya başladım; geç de olsa:
-Zarın neresinden dönülse kardır!” sözünü tekrarlayarak oyun alanına gittim. Çakı Efe neşeli. Oyuna iki sınıf geliyor. İki sınıfı bir öğretmenin, Esat Öğretmenin getirmesi benim gibi Çakı Efenin de dikkatinden kaçmamış. Bana sordu:
-Okul Müdürüne karşı bundan biz sorumlu olur muyuz? Hiç düşünmemiştim. Tüm öğrenciler varken belli olmuyordu. Ancak şimdi dikkat çekiyor. Okul Müdürüne karşı biz sorumlu değiliz ama, özellikle de sen sorumlu değilsin ama durumu benim Eğitimbaşı Şeref Tarlan’a bildirmen gerekir. Tam biz konuşurken Esat Öğretmen geldi, bizi duymuş gibi açıklama yaptı:
-Veli Öğretmenin sınıfı, o biraz rahatsız; Eğitimbaşımız durumu biliyor! dedi.
Hasan Çakı Efe rahatlamış olarak öğrencilere dönüp tariflerini tekrarladı. Küçük bir gösteriden sonra tüm öğrencileri müziksiz yürüttü. Birinci turdan sonra sesiyle, ağır tempo uyarısı yapıp çalmamı istedi. Öğrenciler harekete geçince Çakı Efe inanılmaz bir çeviklikle öğrencilere arasına girip çıkarak oyun figürlerini gösterdi. İlk bakışta oldukça karışık bir şekil alan küçük Efelerin halkası, oyun sürecinin bitimine doğru oldukça düzgün bir şekle girmişti. Oyunun bitiminde Çakı Efe bana sordu:
-Nasıl buldun? Ben cevaplandırmadan kendisi anlattı:
-Ben gerçekten öğrettiğim oyunları böyle öğretirim. Göreceksin, bu grup ötekilerden hem daha çabuk hem de daha düzgün oynayacaklar! Çakı Efe’nin ter toprak içinde koşuşunu görünce inanmamam söz konusu olamazdı. Sevindim! Sevinmemin asıl nedeni Çakı Efe’yi bu denli inançlı, bu denli sevinçli görmemdi. Biraz da laf olsun diyerek, gelmeyeceğini sanarak kahvaltıya davet ettim. Hasan Çakı, beklemediğim bir neşeyle çağrıma sevindiğini söyleyip benimle geldi. Neyse ki, Kızılçullu çıkışlı arkadaşlar Çakı Efe’yi görünce alkışlarca karşıladılar, yerler açıldı. Öteki masalardan gelenler oldu. Sabri Taşkın ta uzak bir masadan koşup gelerek nöbetçileri harekete geçirdi. Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca, çay bardağı elinde bizim masaya geldi. Gözüm karşıki öğretmenler masasına kaydı. Tüm öğretmenlerin gözleri bizim masaya dönmüştü. Böyle bir gösteriye neden olduğuma, biraz şaşmama karşın sevindim. Hele Hüseyin Atmaca’nın gelmesi benim işime de yaradı. Onlar konuşurken Ankara’dan bir istekleri olup olmadığını sorarak ayrıldım. Salona uğrayıp notalarımı alarak, oldukça hızlı adımlarla durağa indim. Tren, Lalabel yokuşunda iniyordu. Gözlerim Nebahat’ı ararken Nebahat el salladı. Yanında Fatma Öğretmen vardı. Onlar bir vagon arkaya bindiler. Nebahat’ın Fatma Öğretmen’den gizlisi saklısı yok. Bunu düşünerek arkaya yürüdüm. Onlar da öne geliyormuş, buluştuk. Fatma Öğretmen eve uğrayacakmış. Saat 12’oo’den sonra bizi Ulus’ta bulup bizimle sinemaya gelecekmiş. İçimden bir; ”Eyvah! “çektim. Nebahat, benimle Konservatuvara gelecek! Gelmesi bir şey değil Faik Öğretmen görürse bu iş Öztekin Öğretmene dek gider. Sonra?, Sonra?, sonra??
Fatma Öğretmenle buluşacağımız yeri konuştuk; Ulus, Aile Çay Bahçesi!
Biz Cebeci durağında indik. Birden anımsadım, Konservatuvarda dersler başladı. Orada sayısız evci öğrenci var, onların her saat gelenleri oluyor. Nebahat gene onların arasına karışıp beni bekleyebilir. Bunların aklımdan geçtiğini okumuş gibi Nebahat:
-Ben gene o salonda beklerim! dedi. Olayı hiç düşünmemişim gibi:
-Tabi tabi, seni çok bekletmeyeceğimi umuyorum! dedim. Sahiden konuştuğumuz gibi oldu. Faik Öğretmen henüz gelmemiş, Nebahat’ı rahat bir yere oturtup kapıya çıkınca Faik Öğretmen’le karşılaştım. Faik Öğretmen, benim çok beklediğimi sanarak özür diledi, kolumdan tutarak alt odalardan birine girince hemen piyanoyu gösterdi. Piyano kocaman bir kuyruklu piyanoydu. Faik öğretmen gülerek:
-Bugün şanslısın, bu piyano her zaman böyle boş bulunmaz, bunun müşterisi çoktur! dedi. Ben, “Vals!” deyince Faik Öğretmen gülümsedi:
-Onu sevdin galiba, onu geçtik, sen bundan böyle onu kendine çalarsın! deyince rahatladım .Etütleri becereceğimi umuyordum. Yanılmamışım; Faik Öğretmen ikisini de beğendi. Uzanıp çantasından bir nota çıkardı:
-Bir de bunu deneyelim, bu aslında bir oyun müziğiymiş ama vatan hasreti çeken Chopin, ülkesinin oyun havasını, piyano litaratürünün vazgeçilmez eserleri arasına sokmuş. Chopin’den sonra mazurka, resital konserlerinin baş tacı olmuş. Polonya’da bir oyun müziği olan mazurka, Chopin’den sonra piyano müziği olmuş çıkmış. Bunun bir de filmini yapmışlar! deyince, gördüğümü söyledim. Faik Öğretmen sordu:
-Ne zaman gördün?
-Nisan ya da mayıs aylarında! deyince öğretmen:
-Yok yok, sinemaların birinde şimdi oynuyor. Oynuyor ya, onun Chopin mazurkalarıyla doğrudan bir ilgisi yok. Belki var da müzikleri biraz kırpmışlar. Gene de görülmeye değer; Chopin mazurkaları yoksa bile müzik var! deyip parçayı iki kez çaldı. Faik Öğretmen parmaklarıyla günleri sayıp 28 Ekim Cumartesi deyince birden ciddileşti; bana dönerek:
-Sezonu bitirmişiz, Cumartesi, tatil, ondan sonra bizim kervan sefere çıkacak! deyip gene güldü. .Bana dönerek :
-İyi bir çalışma yaptık, ben öyle düşünüyorum. Sizin okulun çalışma şartları göz önünde tutulunca sen çok çok başarılı oldun. Bundan öncekiler bu başarıyı tutturamadığı gibi, sanmam ki bundan sonrakiler tutturabilsin! Sen bu iradeni sürdürürsen, iyi bir müzik öğretmeni olursun. Sizin okulların, senin gibilerine çok ihtiyacı var. Faik Öğretmen bunları söyledikten sonra görüşmek üzere! deyip piyanoya oturdu, bir elini tuşlara koyarken öteki elini sallayarak beni uğurladı.
Oldukça buruk olarak Nebahat’ın kaldığı yere gittim. Nebahat oldukça sıkılmış:
-Nerde kaldın? diye sordu. Ben de.
-Kusura bakma senin burada olduğunu unutmuşum, Ulus’a inince anımsadım, koşa koşa geldim! Nebahat inanmadı ama diyeceğini dedi:
-İyi bari, hiç değilse Hasanoğlan’a gitmemişsin! Buna ikimiz de güldük. Yola çıkınca Nebahat’a unutma üzerine yazılmış olan Fransız yazarı La Bruyere’in Karakterler kitabından örnekler anlattım. Adam, sokağa çıkar, evini unutup komşusunun evine girer. Komşusu sevinir:
-Ne iyi ettin, geldiğine çok sevindim, özlemiştim! der. Bunları duyan dalgın adam şaşırır, içinden içinden:
-Adama bak, evime gelmiş bana numaralar yapıyor, bir an önce defolup gitmeyi düşünmüyor. Sonunda onu kovmak zorunda kalacağım! diye düşünürken evin hanımı, çocukları gelir. Dalgın adam hala:
-Bunlar neden bizim eve doluştu? diye kuruntulanırken birden kendine gelir, toparlanıp evinin yolunu tutar.
Anafartalar’dan Ulus’a inerken sağda sergiciler vardı, Nebahat onlara bakmak istedi. Birlikte dolaşırken bir arada beni de azıcık payladı. Onun ilgilendiklerine bakmıyormuşum. Cevabını verdim:
-İlgilenirsem, seçme işine de karışırım. Oysa ben, eşimin seçimine karışmak niyetinde değilim. Hoşuna gitti, gülümseyerek:
-Göreceğiz bakalım!
-Bir daha söyle!
-Göreceğiz bakalım! Bu söz sanırım ikimizi de duraksattı. Neyi, nasıl göreceğiz?
Ulus’a kadar konuşmadan yürüyüşümüzü buna bağladım. İkimizin de aklından geçirdiği bir sürü nedenler, nasıllar vardı besbelli. Benimkileri ben biliyordum. Onunkileri merak ettim ama sormaya cesaret edemedim. Ayrıntılara inilince sorulacak sorulara inandırıcı cevaplar verilemeyeceğini biliyordum. Benim fazla sorum yoktu. Ancak Nebahat’ın haklı olarak soracak çok sorusu vardı. Örneğin anne-baba isteklerine uyma konusu. İkide bir de; ”Benim anne-babam, beni hala çocuk gibi, kendi korumalarında sayıyorlar!” deyişi önemli bir konu. Bunu o da önemsiyor. Önemsiyor ki, sık sık tekrarlıyor. Oysa benim böyle bir sorunum yok. İlerde aramıza benim tarafımdan bir gölge düşmeyecek, bunun rahatlığı içindeyim. Sanırım bu konuda o, benim kadar rahat değil.
Ulus’a inince Bella’yı anımsadım, bu kez ablasına uğrayamayacağıma üzüldüm. Fatma Öğretmenin gelmesine bir saat var, sordum:
-Aile Çay Bahçesi mi, Gençlik Parkı mı yoksa Meclis Bahçesi mi?
-Meclis Bahçesi!
Meclis Bahçesi’ne gittik. Kimsecikler yok. Havalar serinlediği için insanlar gölge aramıyorlar. Öyleyse biz neden geldik?
-Neden?
-Neden? Neden sorusundan sonra Nebahat gideceğimiz filmi sordu.
-Mazurka! deyince azıcık ekşir gibi oldu:
-Biz onu görmüştük.
-Gördük ama, filmin ortasında girdiğimiz için, zaten karışık olan konusunu anlamadan çıktık. Filmi anlatan bir yazı okudum; ayrıca piyano öğretmenim Faik Canselen, bana bugün, çalmam için bir mazurka verdi, filmi de görmemi istedi. O nedenle mazurka diye tutturdum. İstemezsen girmeyiz. Nebahat uyumlu:
-Sen istersen neden olmasın! deyip filmi anımsatmamı istedi. Film hakkında yazılmış yazıyı çok dikkatli okuduğumdan, ayrıntılarıyla Nebahat’a anlattım.
Ünlü bir şarkıcı, büyük bir sahnede şarkı söylemektedir. Bu şarkıcı, aynı zamanda bir generalin eşidir, bir de nur topu gibi bebek kızı vardır. Ünlü şarkıcı şarkılarını söylerken, aynı sahnede piyano çalan bir de çok ünlü piyanist vardır. Bu piyanist oldukça zamparadır. Başka bayanlara takıldığı gibi şarkıcıya da takılmak için fırsat kollamaktadır. Ancak generalin eşine fazla yaklaşamaz. I914 yılına girildiğinde 1. Dünya Savaşı da başlamıştır. Şarkıcının eşi olan general savaşa gider. Şarkıcı güzel, şarkılarını söyleyedursun zampara piyanist onu elde etmek için planlarını geliştirir, ara ara da şarkıcıya takılır. Savaş çok kanlı bir şekilde sürerken şarkıcının eşi olan generalin vurulduğu haberi yayılır. Şarkıcı adeta yıkılmıştır. Öyleyken zampara piyanist sarkıntılığını sürdürür, şarkıcıyı tehdit bile eder. General, savaşta kolunu kaybetmiş, yarası iyi olunca yuvasına dönmüştür. Şarkıcı sevinçlidir ama kolsuz general eşi artık, eskisi gibi rahat değil, oldukça huzursuzdur. Çünkü general eşi tek kollu kalışının ezikliği içindedir, toplumdan kaçar olmuştur. Zampara piyanist generalin bu durumunda yaralanarak şarkıcıya daha çok asıntılık eder. Bir ara da işi iyice azıtarak şarkıcıya sarılıp öper. Bunu gören general, eşinin kendisine ihanet ettiğini sanarak kızını alıp uzak bir kente taşınır. Şarkıcı iki arada bir dere sözü gereği eşinden, çocuğundan olmuş, buna neden olan zampara piyaniste de düşman kesilmiştir. Piyanist, eski huysuzluğunu sürdürür. Böyleyken ünlüdür, çok kazanır, lüks içinde yaşar. Yıllar böylece geçer.
Güzel şarkıcı da yaşlanmıştır. Yaşlanmıştır ama halk onun şarkılarını sevmektedir. Tek kızını alıp götüren eski eşi general ölmüştür. Kızı, annesiz olarak büyümüş, güzeller güzeli biri olmuştur . Zampara Piyanist kızı görür görmez takılır. Kız uzun süre direnç gösterse de sonunda piyanistle ilişki kurar. İşte tam bu süreçte ünlü şarkıcının şarkı söylediği salona gelirler. Yer, içkili, ayyaşların da uğrak yeridir. Yaşlı şarkıcı anne şarkılarını söylerken, zampara piyanist yeni sevgilisini koluna takıp, açık açık kederli anneye intikam numarası yaparken, bunu gören şarkıcı, kederli anne, belindeki tabancasını çıkarıp bir kurşunda zampara piyanisti merdivenlerden aşağı yuvarlar. Şarkıcı tutuklanır, şarkı da yarım kalmıştır. Mahkeme kurulur. Bir insan öldürülmüştür. Öldüren ortadadır. Olay, hukuk açısından çok önemlidir. Hukuk kuralları uygulanmak istenir. Buna karşın çok insancıl bir durum ortaya gelmiştir. Uygulanagelen kurallar tartışılır. Halk jürileri kurulur. Uzun tartışmalardan sonra şarkıcı haklı bulunur, affedilir. Yüreği yanık anne kurtulur kurtulmaz, yaşamının karartılmasını önlediği biricik kızına koşar. Ne var ki, annenin çilesi tamamlanmamıştır; bir kez daha yıkılır. Çünkü kızı, kendisi için bu duruma düşen annesini reddeder. Neyse ki filmi yapanlar, seyircileri sevindirmek için perde kapanırken anne ile kızı güler yüzlü göstererek barışmışlık havası yarattılar.
Nebahat güldü:
-Öyle anlattın ki, benim gördüğüm film bu değil, diyebilirim. Şaka ediyorsun, sahiden bu anlattıkların benim gördüğüm filmde var mıydı? Bu kadar dikkatsiz miyim ben?
Arkasından da:
-Bu erkekler neden böyle hep kötülük düşünürler?
-Onu erkeklere değil bayanlar kendi kendilerine sormalı!
-Neden erkekler bizim peşimizde oluyor?
-Onları peşinize siz takıyorsunuz da ondan!
-Ben sana ne yaptım ki arkama takıldın?
-Ya ben sana ne yaptım?
Gülüşerek kalktık. Nebahat:
-Fatma gelmiş olabilir! deyince hızlandık. Çay Bahçesine biz alt kapıdan girerken Fatma da karşı kapısında göründü. Nebahat’a yemek işini sordum. Fatma’nın yemek yiyip geleceğini, onu bırakıp gitmememiz gerektiğini söyleyip çayla simit yememizi önerdi. Fatma gelince de hemen yemek durumunu sordu. Fatma:
-Ben yemek yedim, sizi beklerim! deyince simitçiye işaret ettim. Çayla simit yerken Nebahat gideceğimiz filmi övdü. Fatma Öğretmen Mazurka filmini duymuş ama görmemiş, ya da görmüş ama unutmuş, bize uyacağını söyledi. Konuşa konuşa Ankara sinemasına gittik. Tam zamanında gitmişiz, oturur oturmaz film başladı. Benim zampara olarak sıfatlandırdığım piyanist çıkınca Nebahat, Fatma’nın kulağına fısıldadı. Bir süre gülüştüler. Ben de piyanistin çaldıklarını saptamaya çalıştım, mazurka hangisi?
Baktım Nebahat, Fatma’nın kulağına olayları fısıltıyla doğruca anlatıyor. Buna da sevindim. Bunu bana güvendiğinden yapıyor.
Sinemadan çıkınca Kızılay tarafına yürümek istediler. Onlar kolkola, ben yanlarında bekçi gibi Güven Parkına dek gidip döndük. Geldiğimiz gibi gene yürüyerek Gençlik Parkına girdik. Haymanalı çaycımız bizi tanıdı, gülümseyerek geldi;
-Çaylar tazelendi! dedi. İstedik, hemen getirdi. Çayımı içerken bu köşede biz bize oturduğumuz günleri anımsadım. Bu arada sanırım bencilliğim nüksetti:
-Fatma Öğretmeni düşündüm, bugün bana iyilik mi etti yoksa kötülük mü? Nebahat’a sorsam; ”İyilik!” diyecektir. Çünkü o gelmeseydi kendisi de gelmeyecekti. Öyleyse bana da iyilik etmiş oldu. Ayrıca Nebahat bugün çok rahattı. Yanında arkadaş olunca dedikodu tehlikesinin ortadan kalkmış olacağını sanıyor.
Tren, şaşılacak derecede tenhaydı. Bizden Süleyman Adıyaman’ı gördüm. Bir arka vagona girdi. Gördü ama görmezden geldi. Belki ben öyle anladım.
Trende üçümüz tenha tenha oturduk. Fatma Öğretmen okulda benimle iki ikiye konuşmasına karşın bugün konuşmaktan kaçınır gibi bir hal takındı. Dikkat ettim sözleri hep Nebahat’e dönük oldu. Haftaya gelmek için şimdiden karar vermişler. Fatma bunu özellikle Nebahat’a sorarak bana da duyurmuş oldu:
-Haftaya geliyoruz değil mi? Bayram öncesi Ankara daha canlı olur! Benim dersler bitti, “Gelemeyebilirim”! dememek için söze karışmadım. Belki de gelirim de kesinlikle yanımda arkadaşlarım olur. Halil Dere gelirse, ondan kolay kolay ayrılamam.
Hasanoğlan durağında inince ayrıldık. Ayrılırken Fatma Öğretmen nihayet konuştu:
-Arkadaşlığınıza teşekkür ederim. Böyle güzel filmler oldukça bizi de hatırlayın! dedi. “Bizi de!” sözü dikkatimi çekti. Yoksa Nebahat adına da mı konuştu? Belki de Nebahat’la konuşup böyle bir karar almışlardır. Nebahat bana doğrudan söylememek için dolaylı olarak böyle bir karar verilmiş olabilir. Kendi kendimle konuşarak salona gittim. Hüseyin Çakar piyano çalıyordu. Beni görünce
Faik Öğretmeni görüp görmediğimi sordu. Mazurka notasını verdim. Baktı. Sordu:
-Ben de çalabilir miyim? Notanın Faik Öğretmenin olduğunu, korumak kaydıyla çalabileceğini söyledim. Birlikte yemeğe gittik.
Bizimkiler döktükleri betonun kıyısına köşesine adları yazmışlar. Yıllar sonra buraya geldiklerinde bu binanın yapılmasına katıldıklarını bunlarla kanıtlayacaklarmış. Güldüm:
-1941 yılında yapılmış bir sıra oluşturan beş binan çatılarında benim de adım var. Adım kirişlere kazınmış ama kimse gelip bana bir şey sormuyor. Üstelik binaların dördü üstünde Akçadağ, Savaştepe, Arifiye, Beşikdüzü adları yazılı. Oysa oradan gelen ekipler kaldıkları yirmi günde o binaların ancak temellerini çıkarabilmişlerdi.
Arkadaşlar benim söylediklerimi önemsemediler:
-Sen çatıya yazmışsın, bizim ki görülecek yerde! diyenler oldu. Ben de onlara güldüm:
-Yere yazılanlar daha mı etkilidir?
Tartışmayı kesme taraftarı olanlar, plak dinlemek istedikleini söylediler. Ben de bunu bekliyordum, plaklar hazırdı, dönüp arka masaya da duyurdum, oradan da katılacaklar çıktı. Kalkınca öteki sınıflara da Kadir gidip söyledi. Böylece uzun bir aradan sonra plak konseri dinleme olayı gerçekleşti.
İlginç bir olay, kendisine sormadan toplanmıştık, ilk plakta Bölüm Başkanımız Mehmet Öztekin Öğretmen çıktı geldi. Gülerek:
-Sizi vefasızlar, beni unuttunuz değil mi? Nasıl yakalandınız! deyip işaret parmağıyla pikabı gösterip oturdu. Arkadaşlar ilişki kurduğu yeni öğrencileri de getirdiğinden oldukça kalabalıktık. Pikapta, Serge Prokofieff’’in
(Lieutenant-Kije Süit op. 60) Yüzbaşı Kije’si vardı. Arkadaşların çok sevdiği bir eser. Özlemişler çıt çıkarmadan dinlediler. Eser bitince Bölüm başkanı takılmasını tekrarladı. Abdullah Ön başta olmak üzere arkadaşlar da karşılık verdiler. Arkasından Johann Sebastian Bach’ın Brandenburg Konçertoları’ları istendi. Konçertolar, hem kemancıları hem de piyano çalanları ilgilendirdiğinden dikkatle dinleniyor. Ancak bu gece,4.Konçertoda durdurduk. Esneyenler olunca Abdullah Ön:
-İnşaat işçilerinin konseri bu kadar olur, konçertoları başka akşama bırakalım da herkes kendi esneme senfonisini dinlesin! deyince Öztekin Öğretmen:
-Doğru söze ne denir? Gene toplanırız, zaten işin sonuna gelindi birkaç gün sonra hep burada olacağız! dedi.
Arkadaşlar gidince Abdullah Erçetin’le Doğan Güney benimle kaldı, ortalığı toplayıp biz de ayrıldık.
Tüm arkadaşlar uyumuştu, sessizce yataklara serildik.
Nedense bir sevince kapıldım. Ayırdında olmadan arkadaşları özlemişim. Ondan mı yoksa bugünkü güzel geçen günümün sevincimden mi bir süre uyanık durdum. Nebahat’ta gerçekten bir yaklaşma mı var, yoksa ayrılmak için planlar mı kuruyor. Ne planı kurabilir? Soruma bir karşılık bulamadım.
22 Ekim 1944 Pazar
Geç uyumama karşın tam zamanında uyandım. Yardımcı olarak kimsenin gelmesini beklemiyordum. Kapıdan çıkarken Veli Dalak’la karşılaştım. Gelebileceğini söyledi. Yeni öğrencilere ilk oyunları Çakı Efe’nin öğretmesi istendiğini anlattım. Sıra halaylara gelince haber vereceğimizi söyleyip teşekkür ettim. Hasan Çakı Efe de benim yolumdan geldi, oyun alanına birlikte çıktık. Dün sabah konuştuğumuz bu sabah gerçekleşti, iki sınıfın öğretmeni de sınıflarının başındaydı. Bir soru işareti! Hasta olan Veli Öğretmen, bu sabah sağlığına kavuşmuş(!) Çakı Efe ile bakıştık.
Efe kısa bir anımsatmadan sonra Harmandalı! dedi. Ağır olarak Harmandalıyı çaldım. Hayret bir durum, öğrenciler dün sabahki uyarıları benimsemişler, oldukça düzgün, hiç değilse efeler gibi sallanarak yürümeye başardılar. Çakı Efe çok sevindi.
Güleç bir yüzle:
-Ne öğretebilirsem ben bunlara öğreteceğim zaten. Ötekilere vermeye çalıştığım hep yama oldu. Adamlar yanlış öğrenip yanlışı benimsemiş, benim gösterdiğimi yama olarak öğreniyor. Onlar doğru yapmak istese bile ayaklar alıştığını yapıyor. Çakı Efe’nin sevincine katıldım.
Nebahat Nöbetçiymiş, ansızın kapıdan girince karşılaştım. “Günaydın!” deyip geçmeyi düşünürken o durdu beni lafa tuttu. Dün çok uslu durmuşum, arkadaşına karşı onu mahcup etmemişim! Şaka mı ediyor yoksa dolaylı bir söz mu çakıştırıyor! diye düşündüm. Yüzü berrak, gamzeler Divan Şairlerinin dediği gibi...Onu düşünerek sözü uzatmadım:
-Bana güveninin daha da artmasını bekliyorum! deyip ayrıldım. Bizim masadakiler uzaktan da olsa görmüşler. Oturunca hemşerim Kadir:
-Ne sordu o güzel öğretmen sana? Benden önce Ekrem Bilgin:
-Seni sormuştur! Arkasından ben de:
-Ben güzel miyim? diye sordu. Ben de:
-Ben güzellikten anlamam; git bizim masadaki hemşerime sor; o, güzellik uzmanıdır! Dedim, gelip sorarsa şaşırma!
Arkadaşlar katıla katıla güldüler. Neyse ki hemşerim bu kez verilen karşılıklara aldırmadı ,o da güldü.
Arkadaşlar giderek tedirginleştiler. Stajdan dönünce hevesle kemanlara sarılacaklardı, olmadı, boykot ederce salona gelip kimse çalışmadı. Yeni gelenler de şaşırmış durumda. Doğan Güney’e ikidir anlatıyorum;
-Biz, geçen yıl tam bir buçuk ay şimdi yattığımız binanın tamamlanmasına çalıştık. Sonunda da daha bitmeden içine girip derslere başladık. Derslere doğru dürüst olarak kasım ayı sonlarına doğru başlamıştık. Bu yıl kasım ayı başında başlarsak bu, sizin şansınızdan olacak!
Salona gidince doğrudan piyanoya oturdum. Piyanonun üstünde bir kağıt gördüm, ilgiyle baktım; benim mazurka notam. Ürperdim. Hüseyin Çakar’a vermiştim. Verirken şaka yolu da olsa uyarmıştım; ”Faik Canselen Öğretmenin!” Bu ne demekti:
-Kirlenmesin, yırtılmasın ,kısaca ortalıkta kalıp da kusurlu bir duruma düşmesin. Hiçbir şey olmamış ama pekala olabilirdi. En iyisi, emaneti başkasını sakın bırakma! ”Emanete ihanet!” bu mu yoksa?”Al bana bir bilmece!”(Al sana!” deyiminin çevrilmişi!) Faik Öğretmen bana emanet etti, ben de alıp başkasına verdim. Benim verdiğim bana; ben de Faik Öğretmene ihanet etmiş oldum. Tövbe, tövbe! Ablamın sık sık kullandığı bir söz. Ağzında sevimsiz bir söz çıkınca arkasından ekler; ”Tövbe tövbe!” söylediğine pişman olmuştur, bir tür özür dilemiş olur. Ben kimden özür dileceğim? Kendim ettim, kendim bulmadım, bulayazdım. Neyse ki mazurkayı buldum!
Mazurka kolay geldi.3/4’luk oluşu da benim için bir yenilik. geçtiğim parçalar içinde 3/4’lük hemen hemen yok denecek kadar az.. Beringer çalışırken sık sık3/4’lük ya da 6/8 ‘ parçalarla karşılaşmıştım, Schubert’in Walser’i ile Seranad’ı gibi.
Çaldığım sonatlarda da örneğin Mozart kv.331 la majör sonatta ara ara geçişlerde, Menuette bölümünde, kv. 545 sayılı sonatın Andante bölümleri ¾’lüktü. Oysa akordiyon parçalarında en sevdiğim ölçü 3/4' lüktür. Vals’ler. Tuna Dalgaları, Carmen Silva, Mavi Tuna, Viyana Ormanları v. b.
Mazurka bana daha kolay geldi. Ancak inceliğini kavrayamamış olabilirim. Çaldıkça biraz daha alıştım, alıştıkça da sevdim. Mazurka op:68 No:3 fa majör.
Faik Öğretmen:
-Mazurka’yı seversen çoğaltırız. Chopin, mazurka bakımından veluttur, elli kadar mazurka bestelemiştir; sen çalmana bak!” demişti. Elli mazurka. Bu üç numara; haftada bir mazurka yetiştirsem, bir yılımı vermiş olacağım. İkinci yılım böylece Chopin ya da Mazurka yılı olarak geçecek! Olur mu, olmaz mı? Bir yandan ellerim mazurka çalarken bir yandan da bunları düşünüyorum:
-Acaba ömrü boyunca tek bestecinin eserlerini çalan var mıdır? Söz gelimi elli ya da altmış yıl yaşayan bir piyanist hep Mozart ya da Beethoven’in eserlerini çalmış olabilir mi? Beethoven’in eser sayısını öğrenemedim ama Mozart’ınkileri biliyorum, altı yüz yirmi altı. Bu eserlerin tümünü piyano için çevirseler bir ömürlük olur.
Neler düşünüyorum! deyip kendimi toplarken zil çaldı. Piyano başında öğleyi yaptım. Tek kazancım sonatlara göre minicik denecek mazurkayı,(İki sayfa) ezberlemiş olmak. İki sayfa dedim ama, sayfalardaki nota dağılımı çok seyrek. Mozart gibi değil. Mozart, la majör kv.331 sonatın bir sayfasından bile az.
Yemekte duydum, bir grup konuk gelmiş, hepsi müfettişmiş. Önce ilköğretim müfettişleri olabileceğini düşündüm. Arkadaşlar konuşurken, onlardan birisinin Kızılçullu Köy Enstitüsü Müdürü Emin Soysal’ın müdürlüğünün alınmasına neden olduğu söylenince bunların genel müfettişler olduğunu anladım. Bunlardan biri tanımıştım; Hayrullah Örs! O gelmişse, görüp elini öpmek isterim .O, benim Röslein şiir olayında yardımcı olmuştu. Onu görürsem, Schubert’in Röslein liedini çalmak isterim. O unutmuştur ama benim unutamayacağım bir olay. Lokmaları çiğnemeden yutarak masadan kalktım. Kesinlikle bizim solana geleceklerdir. Arkadaşların hayrete bakışları karşısında masadan işvedi olarak kalktım. Salona döner dönmez de Schubert Liedleri açtım. Röslein sayfası işaretledi. Ezberimdeydi ama gene de bir iki tekrar yaptım. Telaşıma karşın gelen giden olmadı. Onları beklerken Rahmiye Öğretmenin grubu geldi. Salt mandolin çalışması yapma kararımıza karşın, öğrencilere uyarıda bulundum:
-Şarkıları, türküleri ,marşları unutmak yok! Sonra da:
-Görelim bakalım deyip, önce marşları, Ankara, Dumlupınar, Ziraat, İleri marşlarını, İlkbahar, Sonbahar, Köy Yolu, Altın başaklar şarkılarını, arkasından da
Çiçekler, Yenice Yolları, Arpa-Buğday, Menekşe türkülerini söylettim. Zaman bitti, gelen giden olmadı. Herhangi bir kuşku uyandırmamak için de:
-Zaman zaman böyle baskın yapar gibi yoklama yapacağımı söyleyip çocukları uğurladım. İyi ki Ömer gelmemişti. O gelseydi ona ne söyleyecektim? Rahmiye Öğretmen teşekkür edip ayrılınca piyanoya oturup rahat rahat önce Röslein Lied’ini sonra da Wachet auf’u çaldım. İçim rahat etmedi, kalkıp pencereye baktım, alt yoldan on kadar insan doğrudan bizim binaya yönelmiş geliyordu. Önce bir sarsılır gibi oldum, çabuk sakinleştim. Mazurkayı açıp çalışmaya başladım.
Kapıdan ayak sesleri gelmeye başlarken Bölüm Başkanının:
-İşte size sakin, yalnız müzikle dolu bir mekan! dediğini duydum. Hemen kalktım. Kalktım ama kalabalığı görünce yerimden kımıldamadan öylece gelenlere baktım. Hayrullah Örs aralarındandı. Ne ilginç, Hayrullah Örs önce oturmak için sandalyeye çeker gibi yaptı sonra da dönüp bana doğru geldi, gülümseyerek:
-Demek burada da karşılaştık. Piyano mu çalışıyorsun? Hadi çal bakalım! deyip piyanonun yanında durdu. Oturanlardan biri yüksek sesle:
-Hayrullah Bey gene bir tanıdık buldun! dedi. Oturdum. Mozart kv 331 Sonat 1.2.3.4 bölümlerini arkasından finali Türk Marşını çaldım. Oturanlar alkışladılar. Birden açıldım. Hayrullah Örs’ü göstererek:
-Bu da sizin için dedikten sonra Schubert, Röslein Lied’i ekledim. Lied’den sonra alkışladılar. Hayrullah Örs, beni nasıl tanıdığını sonraki karşılaşmalarımızı anlattı. Goethe’nin çok sevdiği bir şiirini ummadığı bir ortamda kendisine ezber okuduğumu görünce ilgisini çekmişim. O da bana bunun şarkısı olduğunu söylemiş ,çekinmeden ondan şarkı notasını istemişim. o notayı bulmayı bir borç bilip ancak bir yıl sonra gönderebilmiş. Notayı alınca da ona çalmak istediğimi bildirmişim.
Bu kez de Bölüm Başkanı söze girip beni öylesine övdü ki ben de şaştım kaldım.
Oturanlardan biri sordu:
-Piyano çalışmaktan kitap okumaya zaman ayırıyor musun? Kitap okumayı çok sevdiğimi, okuduğum kitaplardan beğendiklerimin özetleri de çıkardığımı söyledim. Bir başkası da kimlerden okuduğumu sordu. Goethe, Schiller, Victor Hugo, Stendhall, Shakespeare, Charles Dikens, Piyer Loti,Anatol Frans, Tolstoy, Çekov, Gorki, Dostoyovki derken bir başkası bizim yazarlarımızdan diye sözümü kesince ilk Aklıma gelen Reşat Nuri oldu. Reşat Nuri Güntekin! deyince bir başkası onu görsen tanır mısın? deyince çok resmini gördüğümü ama kendisini görmeden tanıyıp tanımayacağımı söyleyemem deyince gülenler oldu. Oturanlardan biri elini salladı. Sahiden Reşat Nuri Güntekin’di. Şaşırdım. Ondan okuduğum kitapları soran olmadı ama ben sıraladım; ”Yeşil Gece, Çalı Kuşu, Damga,Bir Kadın Düşmanı, (Homongoloz) Anadolu Notları, hiç unutmadığım hikayesi de Andavallı, deyince hepsi kahkahayı attı. Bölüm Başkanı ekledi:
-Ben de bunu dedim:
-İbrahim, ilgi duyduğunu öğrenir bir daha unutmaz! Oturanlarda biri kalkıp piyanoya giderek, Für Elise’in notalarını çaldı. Bana bir şey demedi ama azıcık şımarmıştım. Oturup bütün dikkatimle ve de tuşlara vurarak Für Elise’i çaldım.
Piyanodan kalkınca alkışlayanlar oldu, Kimileri kalkmıştı .Reşat Nuri Güntekin özel olarak şapkasını kaldırarak selamladı, Hayrullah Örs elimi sıkmak için elini uzatınca eğilip öperken:
-Rica ederim! demesine karşın yapıştığım eli bırakmadım, öptüm. Oda arkamı okşar gibi elinı omuzuma koyarak:
- İstanbul’dan gelip geçerken uğra, ben hep eski yerimdeyim! dedi.
Onlar gidince düşündüm, beni övdüler ama asıl övülmesi gereken Hayrullah Örs idi. Benim onun anımsamam önemli değil, onun beni anımsaması önemli. Nasıl oldu da beni tanıdı? Gerçi, değişik zamanlarda çok karşılaştık ama, o zamanlara göre kılığım çok değişti. Neyse ki Almanca çalışıp çalışmadığımı sormadı. Sorsaydı yalan söylemek zorunda kalacaktım.
Konuklar gidince büyük bir iş başarmışım gibi gururlanarak piyanoya oturdum. Gene Mazurka. Bu tür konuklara mazurka çaldığımı düşledim. Düşledim ama düş kırıklığına uğrar gibi oldum. Ne denli güzel çalarsam çalayım, başlarken daha bitecek. En iyisi o zaman parça adı söylemeden; “Chopin’den deyip en az üç ya da dört parça çalmak. Onunu denedim. Etüt, vals, etüt, mazurka. Sonat bütünlüğünü tutmuyor ama gene de yapılabilir.
Akşam grubunda Ömer geldi. Öğlede gelemediği için özür diledi. ”Zararı yok!” falan dedim ama gerçekte daha iyi olmuştu. Konukların o anda geleceğini düşündüğümden belki de gelseydi o denli dönüş yapamayacaktım.
Ömer mandolin çalışmasını yaptırırken yarım kalan Ahmet Emin Yalman’ın kitabından aldığım yazılarımı sürdürdüm. Kitap: Yarınki Türkiye’ye Seyahat, sayfa 74...
Kütahyalı Mustafa Buğday!
Benim de köyüm için planlarım var. Fakat çalışma sahamızı bir tek köy diye kabul edemem: bu saha bütün Türkiye’dir. Ben köyde çalışırken bütün Türkiye’yi düşüneceğim, fakat bütün Türkiye’nin de beni düşünmesini ,bana destek olmasını bekleyeceğim. Yoksa emeklerim boşa gider. İstihsali teşvik etmemden fazla mahsul çıkmaz. Çıkar para etmez. Bir takım meselelerin bütün Türkiye için halledilmiş olması lazımdır. Her muhite uymak üzere istihsal ve istihlak kooperatiflerinden mürekkep diğer ağlar memleketi sarmalıdır. O zaman sermaye de peyda olur, çalışmalardan daha iyi istifade edilir; geriye malsız, mülksüz adam, memlekette sahipsiz toprak kalmaz. Halk daha iyi barınma imkanı bulur, sağlık seviyesi yükselir, halkın gözü gönlü açılır.
Biz öğretmenler ,yalnız ferdi gayretle kalmayacağız .Memleketin emrinde teşkilatlı bir kuvvet olacağız. Gayeli, planlı çalışmalara elbirliği ile kendimizi vakfedeceğiz. Memleketteki iş bölümü içinde yüksek enstitüden yetişeceklere düşecek hizmet payı, köy öğretmenlerini azimle, zevkle, bilgi ile vazife görecek bir ruhta olarak yetiştireceğiz.
Ahmet Emin Yalman’ın notu:
-Mustafa Buğday konuşurken ben, altınlarını kasasına yerleştiren bir zenginin duyduğu hazla not alıyordum.
Akşam yemeğinde bugün gelen konuklar konuşuldu. Üzüldüm ama söze karışmadım. Özellikle Kızılçullu çıkışlılar müfettiş Hayrullah Örs için yakışıksız sözler söylediler. Bunu daha önce de duymuştum da üstünde durmamıştım. Duyduklarım bir söylenti olarak gelip geçiyordu, oysa bugün yüz yüze gelmiş olmanın tazeliği sürerken böylesi aleyhte sözleri duymak beni üzdü. Doğrusu olaya da inanamadım! Bildiğim kadarıyla Müfettiş Hayrullah Örs, bizim eski müdürümüz Nejat İdil’in öğretmeniydi. Bu nedenle de Trakya Bölgesine çıktıkça bizim okulda kalıyordu. Benimle ilişkisi de bu yüzden olmuştu. Nejat İdil bizim okulu kurmadan önce, Kızılçullu’da çalışmış, duyduğumuza göre Kızılçullu eski müdürü Emin Soysal tarafından çok seviliyormuş. Öyleyse Emin Soysal’la Hayrullah Örs’ün de bir yakınlığı olacaktır. Oysa arkadaşlar doğrudan:
-Emin Soysal’ı Kızılçullu’dan uzaklaştıran kişi olarak Hayrullah Örs’ü gösteriyor. Sözde Emin Soysal:
-Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç ,kendi elini yaktırmamak için iki maşa buldu, biri kavak, biri kabak (Biri, ince uzun boylu Emin Türk, biri kısa oylu oldukça şişman Hayrullah Örs)demişmiş. Onlar böyle konuşunca güzel geçen günümü yansıtamadım. Bir an için de üzülür gibi oldum. Bu doğruysa, bizim müdürümüzün alınmasında da bunun etkisi olmuş olabilir. Çünkü Genel Müdür mektubunda, uzun zamandan beri, işleri aksattığın konusunda kanaatim giderek olumsuzlaştı. Sonunda seni ayırmaya karar verdim! diye yazmıştı. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün Kepirtepe’ye geldiğinde de Hayrullah Örs vardı. Ondan yirmi gün sonra Müdürümüz Nejat İdil ayrılmıştı. Çok sevinçli geçen günümün sonunda böylesi bir durumun anımsanmasına aynı derecede üzüldüm. Konuşmalara katılmadım, olumlu-olumsuz bir tavır takınmadım ama savunmak gereken bir durumu da savunamadım!
Kitaplıkta toplanacaklar, bu gece toplanmaktan vazgeçmişler. Kimseyi görmeyince oturup Varlık 1943 tarihli varlıkları karıştırdım. Şair Şinasi Özden’in Edebiyat Anketine verilen yanıtlar ilgimi çekti. Onları dikkatle okuyup belleyebilsem, Sanırım Hamdi Keskin Öğretmenin gözüne gireceğim.
Hasan Ali Yücel, Falih Rıfkı Atay, Nurullah Ataç ,Agah Sırrı Levent’in söylediklerini okudum. Hepsine aynı soru soruluyor ama sanırım başka başka cevaplar veriyor. San ki karşılarında tersini söyleyen biri varmış gibi onlara çatarca konuşmaları ilginç.
Bu gece erkenden yattım.
23 Ekim 1944 Pazartesi
Erken yattım erken değilse bile zamanında kalktım. ”Gel teskere gel!” diyen oldu. Birileri de gülerek karşılık verdi:
-Yatakhaneye mi istiyorsun? Bari dolu ya da bol olduğunu da söyle! Neyi? O dediğin şeyi!
-Tezkereyi!
-Teskere mi? tezkere mi?
-Hamdi Keskin duymasın! Yok, yok! Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen duymasın! Tartışma sürerken ayrıldım.
Kim söylediyse yanılmakta haklıydı. Askerlik sözü geçince arkasından teskere sözü gelir. Şarkısı da vardır ,açık açık:
-Gel teskere ,diye başlar. Oysa yazılırken tezkere olarak yazılmaktadır. Türk Dili Araştırma Kurumu’nun çıkardığı Cep Kılavuzun da askerlere verilen belgenin tezkere olduğunu yazmaktadır. Böyleyken yanlışın sürmesi şaşılacak bir olay
Çakı Efe çok rahatladı. Görmezden geldiği küme öğretmenlerine uzaktan “Günaydın!” diye seslendi. Koşarca yürüyerek öğrencilere düzgün bir halka yaptırdı. El çırparak bana Harmandalı işareti verdi. Bir elini de yere doğu indirerek ağır çalmamı işaretledi. Halka aralarına koşarak girdi çıktı. İki kez durdurup ayak uçlarının yere doğru duruşunu gösterdi. Bu sabah ben de inandım, sahiden bu öğrenciler oyunu çabuk kavradılar. Hasan Çakı Efe haklı, eski öğrencilerin ki eski bir giysi üstüne yama yamama benzeri bir öğretmeydi.
Kahvaltıda arkadaşlar 29 Bayram törenlerini izleme heyecanını yaşadılar.
1941 Yılı bayramını izlediğim için ben pek önemsemedim. Söze karışınca:
-Lüleburgaz’dan farkı, daha kalabalık oluşu, uçakların geçişi, Harp Okulu derken bir tepkiyle karşılandım:
-Cumhurbaşkanını, Başbakanı görmek sözleri söylendi. Sustum. Ancak içimden de güldüm:
-Onları nasıl görecekler? Yıldızlara bakmak gibi bir durum. Onların yerleri kapalı, yüksek bir yerde. Oraya bizim çıkmamız söz konusu olamaz. Tartışmaya girmedim.
Kahvaltıdan çıkınca Hasan Çakı Efe, işaret etti. Bekledim, Aşık Veysel gelecekmiş, ”İadeyi ziyaret edecek!” dedi. İki çalışmam arasında dört saat boşluk var, o sıra hep salonda olduğumu söyledim. Bir bakıma da sevindim. Aşık Veysel’ bir kez bile görmeyenler, kırk yıllık tanıdık gibi onun üstü konuşuyorlar.:
-Sesi şöyle, sazı böyle! diye. Oysa adamın ne sesi var, ne de ahım şahım saz çalabiliyor. Tek övülecek tarafı, kendi kabuğuna çekilmiş, ,haddini bilen, kendi kendine yetip, bir şeyler de üreten bir insan. Hiç bir iddiası yok, kimseye bir şey öğretmeye niyeti de yok. Tek istedi, ürettiklerini insanlara duyurmak. Geçmiş dönemlerde halkın beğenisini kazanarak anılma payesine ulaşanlar gibi gelecekte, kendisinin de anılagelen halk ozanları altın halkasına takılmak!
Çakı Efe kendisi gidip alacak. Öğleden sonra gelecekleri söyledi. Sevindim.
Mazurka oldukça pişti. Düşündüğüm gibi Chopin parçalarını sıraya koymaya çalıştım. İki Etüdü önce öne aldım, beğenmedim. Valsı başa aldım. Sonunda bir Etüt, Vals, Mazurka, Etüt sırasında karar kıldım. Bu sırayı iki kez tekrarlayıp ses bütünleşmesini de uydun buldum.
Ahmet Emin Yalman’ın kitabında adı geçenlerden yazmadıklarım vardı. Örneğin bunlardan Rahim Ünüvar, 18.Bölümde böyle sunuluyor.
Ağalar-Kooperatif-Engellerle mücadele başlığı altında:
-Söz sırası Konya’nın Seydişehir- Ortakaraveren köyünden Rahim Ünüvar’a gelmişti. Ayağa kalkarak dedi ki:
-Çifteler Köy Enstitüsü’nde beş buçuk sene kaldım. Bu müddet içinde köyde yapılacak işleri tetkik ettim ve bunların ayarlanması ve sıraya konulması hakkında köy öğretmeniyle akıl danıştım. Köyümdeki insanların yaşama vaziyetleri normaldir, tabiat verimlidir. Böyle bir muhitte aç insan bulunmasına sebep yoktur. Köyün gelişmesine ve yükselmesine en büyük engel ağalardır. Her türlü başarma ve ilerlememe hamlelerinin karşısına dikilirler. Yaşlı ve nüfuzlu adam sıfatıyla tesir yaptıkları gibi memurları da kendi taraflarına çekerler ve köyün manevi asayişini altüst ederler. Bunlarla yoluyla mücadeleye girişerek manevi asayişi kurabilirsem köyüm için en faydalı bir iş yapmış olacağım. Sanat olarak kendim demirciyim. Köyde ustalar var. Kendileriyle görüştüm. Beraber çalışmaya söz verdiler. Elbirliği ile 15-20 sanatkar genç yetiştirirsek köye büyük yardımı olur.
Köy tarla ziraatında ileri gitmiştir. İlim kuvvetiyle buna bir şeyler katarsak elbette daha iyi olacak. Bir takım yenilikler yapmak ve mesela arılığı ilerletmek mümkündür.
Mektepteki çalışmalara gelinde yalnız çocukları okutmakla iktifa etmeyeceğim, gençler için kurslar açarak onların zihnini açacak, böylece dün ilgi ışığından mahrum olarak yetişen genç vatandaşları da kültür çerçevesine alacağım.
Not: Ahmet Emin Yalman kimi arkadaşların konuşmalarından sonra heyecanlanıp hemen ileri sürülen görüşlere katılmaktadır. İlgimi çekti Rahim Ünüvar arkadaşın görüşleri konusunda neden sustu ?Acaba bir heyecan duymadı mı(?)
Yoksa, Çifteler Köy Enstitüsü’ndeki özgür eğitim olarak alkışladığı, överek göklere çıkardığı öğrencilerin giderek birer despot olma eğilimlerini sezdi mi. Sanırım, Rahim Ünüvar’ı dinleyince bunu sezmemenin büyük bir gaflet olduğunu anlamıştır. Arkadaş, açık açık;” Köydeki ağaların yerine ben geçeceğim! diyor. Bari, ”Köyde manevi asayişi kurmaktan amaç nedir?” diye sorsaydı.
Benim kanıma göre arkadaş, derslerinde öğretmenlerin vermeye çalıştığından çok, Bayrak törenleri sonunda uzun uzun konuşan Müdür Rauf İnan’ın sözlerinin etkisinde kalmış ki; ”Astığım astık, kestiğim kestik!” edasıyla konuşmaktadır.
Aynı eda, Musa Yılmaz’da (Çınar’da da görülmektedir.) Bu demek ki, arkadaşlar, ortak bir kaynaktan esinlenmişlerdir. Öteki Çiftelerli arkadaşların konuşmalarında da sezilmektedir.
Piyanoya oturup bir süre Hanon çalıştım. Kemancılar gelince kesinlikle bana Hanon çalıştırmazlar. Çünkü çalıştığım parçalar hep pedallı. Üzülmüyorum! Ben de çalışma nöbetimde alt odadaki piyanoda çalışırım.
Yemeğe giderken sevinçli bir halim olduğunu sezinledim; bunun nedenini araştırdım. Oldukça bencil ya da sevimsiz nedene bağladım. Az önce konuşmasını okuduğum Rahim Ünüvar’ın yazısının beğenmem aklıma takıldı. Arkadaşla yıldızlarımız barışık sayılmaz. Böyleyken ondan şimdiye dek hiç bir zarar görmedim. Gülüşerek bakışır selamlaşırız .Üstelik, öteki arkadaşlara göre bir başka yakınlığımız var; birbirimize yarım ”Adaş!” deriz .Benim adım İbrahim onunki Rahim! Böyle bir ilişkiye karşın aramızda bir soğukluk var gibi.Böyleyken onun konuşmasını beğenmemem beni neden sevindirdi? Birden ürperdim. Yemekhane kapısından girerken Rahim Ünüvar’la karşılaştım. Az kalsın çarpışıyorduk.
-Aman adaş, bu ne telaş?
-İyi ki çarpışmadık, geçmiş olsun!
Sevincim uçtu ama, düşündüklerim aklımda kaldı. Arkadaşlar neler konuştu, ayırdında olmadım. Kafamdan geçenleri bir daha sıraladım. Rahim Ünüvar’a ne kinim var ne de yazısına bir eleştirim. Arkadaş, havasına girdiği bir olaya o açıdan bakıyor .Besbelli ki, iş başa düşünce tavırlarını değiştirecektir. Ancak şimdilerde çok yakıştırdığım Müdür Rauf İnan mukallidi tavrını, bir gün karşılıklı konuşurken tekraralarsa çekinmeden eleştirebilirim. Rahatladım. Arkadaşlara bakarak, sordum:
-Ne konuşuyorsunuz? Sinemalardaki filmleri konuşuyorlarmış. Oynamakta olan Mazurka’yı önerdim. Arkadaşlar hep görmüşler. Kamil Yıldırım bir adım ileri giderek:
-On para etmez! deyince sevindim. Çünkü bana konuşma fırsatı vermişti. Önce Kamil’in filmi neden sevmediğini anlattım. Kamil Zampara eğilimli bir arkadaş. Tıpkı filmdeki piyanist gibi. Oysa filmde zampara öldürülüyor. Kamil bu nedenle filme tepki gösteriyor. Arkadaşlar olayı genişletip filmde rötuş yaptılar. Zampara ölmeyecek. Ölmüş gibi yaparak şarkıcıyı hapse attırıp kızını elde edecek(!)
Yemekten neşeli ayrıldım.
Sıra Ziya Kaplan Öğretmenin sınıfındaydı. Grup ,tamam olarak öğretmenleriyle geldi. Ömer Çiftçi de onlarla birlikteydi. Ömer ,Ziya Öğretmenin öğrencisi. Öğretmeni ile öğrencisi öğretmen öğrencilerini birlikte yetiştiriyorlar. Bu olayı bir zaman çok önemsemiştim. Alpullu’da kaldığımız yıl ilkokul öğretmenim Ahmet Korkut, onun öğretmeni olan İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu ile gelmişti. Baltacıoğlu, Ahmet Korkut; yanlarında ben. Nasıl gururlanmıştım! Sormadım, acaba Ömer böyle durumlarla ilgileniyor mu?
Ömer, birlikte hazırladığımız, salt mandolin çalışması programını uyguladı.
Onlar gidince Chopin dizisini tekrarladım. Arkasından bir süre Hanon parmak çalışmalarını sürdürdüm. Beklediklerim geldi. Aşık Veysel takıldı:
-Benim sazım böyle ses verse, beni koyden kovarlar(Köy yerine koy der)dedi. Köyde olsam beni kovarlar ama seni kesinlikle kovmazlar. Çünkü sen onların dilini, onların özlemlerini çalıyorsun! dedim, Aşık gülümsedi. Yanın da oturan Çakı Efe’ye, eğilerek benim iyi laf ettiğimi fısıldadı
Arkasından da Ankara’ya bu gidişinden memnun kaldığını. Ankara Halkevi Başkanı Ahmet Remzi Yüregir’in kendisine çok yardımcı olduğunu, Ahmet Kutsi Tecer, Reşat Şemsettin Sirer,(Sivas Millet Vekilleri) Halil Bedi Yönetken, Behçet Kemal Çağlar başta gelmek üzere bütün dostlardan ilgi gördüğünü anlattı. Bir plâğının çıkacağını, kitabının da basılmakta olduğunu muştuladı. Bir ara kalktı, piyanoya doğruldu. Bastonun ucuyla piyanoya dokundu. Bu onlardan değil! deyince piyanonun kuyruklu olup olmadığını öğrenmek istediğini anladım. Hiç gereği yokken; ”Salonumuz küçük olduğu için kuyruklu piyano alınmadığını söyledim. Aşık Veysel:
-Bunun kıymatı bilinsin, deyip yerine oturdu. Salcı Dede’yi sordu. Haber aldığı ancak kendisinden mektup gelmediğini, yazılarını Kırklareli’de çıkan Yeşilyurt gazetesinde sürdürdüğünü anlattım.
Mektup beklediğimi, gelince kesinlike sizin için bir şeyler yazacağını söyleyince Aşık Veysel, Sivas’a döneceğini, bunun bir veda görüşmesi olduğunu, kısmet olursa seneye geleceğini söyledi. Üzüldüm. Piyanoya oturup “Çiğdem Der ki!” şarkısını çaldım. Çok duygulandı. Beethoven Für Elise ile Menuet’i çaldım.
Aşık Veysel İzzet Palamar’a da uğrayacakmış, Hasan Çakı Efe’nin koluna girdi “Aleısmarladık! deyip ayrıldı.
Aşık Veysel ayrılınca ağlamaklı olarak bir süre oturdum. Boğazımda düğümler oluştu çözüldüm.
Alın Yazısı ya da Kader adını verdiğim, defterimdeki şiirini okudum.
Genç yaşımda felek vurdu başıma
Aldırdım elimden iki gözümü
Yeni değmiş idim yedi yaşıma
Kaybettim baharımı yazımı
Bağlandım köşede kaldım bir zaman
Nice kimselere dedim el’aman
On beş yaşıma girince heman
Yavaş yavaş düzen ettim sazımı
Üç yüz onda gelmiş idim cihana
Dünyaya bakmadım ben kana kana
Kader böyle imiş çiçek bahana
Levhi kalem kara yazmış yazımı
Geçirdim ömrümü havayı heves
Derdim bir kimseye değildir kıyas
Her zaman her vakit kalbimde bu yas
Çarkı kervan güldürmedi yüzümü
Bir vefasız yâre bağlandım
Tarih üç yüz otuz beşte evlendim
Sekiz sene bir arada eğlendim
Zalım kafir yetim kodu kuzumu
Ele geniş bana dünya dar oldu
Tahammülsüz gönlüm bikarar oldu
Günüm zindan gecelerim zar oldu
Kader ile bölemedim kozumu
Veysel der dünyaya ben niye geldim
Her zaman ağladım ne zaman güldüm
Gönlüme teselli kendimde buldum
Sabır ile teskin ettim özümü
Aşık Veysel
Aşık Veysel’in ayrılışı değil, bu bende gizli gizli var olan kolay kederlenme olayı bir tür hastalık olabilir mi? Bunu kimden, nasıl öğrenirim? Bugün Veysel için kederliyim, yarın bir başkası için kederlenirsem ne olacak bunun sonu? Dünyada her gün birileri üzüntülü duruma düşüyor. Benim duymadıklarım için nasıl bir katkım olamıyorsa duyduklarıma da olamaz. O halde neden bunları kendime bir sorun olarak yüklüyorum. Kendimi paylarca uyarıp piyanoya oturdum. Beethoven Patetik Sonatı açıp önce son bölümü çaldıktan sonra başa döndüm. Uzun zamandan beri başlayıp başlayıp bıraktığım bu bölümü neden tamamlamadığımı kendime sordum. Hastalıksa hastalık budur:
-Zorlanınca kıvırmak! Bu kez çok yavaş olarak başladım.
Aysel Öğretmen kapıdan:
-Biz geldik! dediği zaman kendime geldim. Eyvah! demek üzereyken Ömer de kapıdan girince derin bir nefes aldım.
Piyanodan kalkmadan el sallayarak selâm verip Maman Varyasyona başladım. Girişi iki üç kez tekrarladım. Aysel öğretmenin sesi güzel salonu çın çın çınlatırken alt bölüme geçince çınlayan ses bu kez de:
-Aaa, neden bozdun? Yüksek sesle diye sordu. Öğrencilerden gülenler oldu. İki varyasyon çaldıktan sonra durdum.
Aysel Öğretmen bu kez bekledi, plâklara baktı, pikabı inceledi. Notaları karıştırdı. Oldukça kalın iki kitap olan Mozart Sonatları açınca notaları göstererek:
-Bunlar ne böyle diye sordu. Öteki cildi açıp önüne sürerek kv.265 Maman Varyasyonu gösterdim. Aysel Öğretmen bir kez daha :
-Aaa! dedi. Sonra da gözlüğünü kaldırıp pırıl pırıl yeşilimsi gözlerini bana göstermek için açarca bakarak:
-Bunları çalabiliyor musun? diye sordu. Kitaptan çaldığım Kv. 331,545,265 numaraları gösterdim. Üşenmeden sayfaları saydı. 38 sayfa olduğunu görünce biraz daha şaşırarak tekrar sordu:
-Bunları hep çalıyor musun? Çaldığımı söyleyince yüzünün şekli değişti. Bu kez de ben:
-Hem de bunları ezberden çalıyorum! dedim. Arkasından da her sayfada 450 nota var. 38 sayfada tam 17,100 nota! deyince
-Aman Allah’ım! deyip ayağa kalktı. Aklınca benim adıma üzülmüştü. Gerçek mi değil mi? Ya da haklı mı, değil mi? bilmem ama ben onun adına sahiden üzüldüm. Çünkü, bal rengine çalan çok güzel gözleri var, yüzü tam anlamıyla film yıldızları gibi. Kirpikler Greer Garson’ dan geri kalmaz. Ne var ki bu güzellikleri bir gözlükle kapatıyor. Gözlükler, küçücük burnunu da büyük gösterdiğinden, yüzünün gerçek durumu iyice gölgeleniyor. Sesi de bence olağanüstü. Şimdilerde bile müziğe eğilse başarılı bir müzik öğretmeni olur. Yaşını bilmiyorum ama sanıyorum benden küçük. Asım Öğretmen askerliğini yaptıktan sonra Müzik Bölümüne girmişti. Öyleyse benim yaşımdakiler pekala Gazi Eğitimin Müzik Bölümüne girebiliyor. Bunu bir ölçü sayıp Köy Enstitüsünde çalışarak kendi kendini yetiştirebilir.
Aysel Öğretmen, her zaman kaçamak davranırken bugün nedense oturup kaldı? Neden gözlüğünü çıkarıp bana gözlerini gösterdi? Piyanoya oturup tuşlara dokunmadan kalktım. Aşık Veysel, Aysel Öğretmen. İki insan! Başka başka alanlarda dolaşan bu insanlar, bugün benim kafamın içinde bir arada yaşıyorlar. Birinin olağanüstü güzellikteki gözlerini benzetecek bir nesne bulamıyorum; öteki ise bütün saygınlığına karşın gözden yoksun. Bütün bunları düşünüp sonunda kendime bir ders çıkarmalıyım! diyorum. Unutmamalıyım ki, o güzel gözler, otuz sekiz sayfadaki 17.100 notayı ezberlediğimi duyunca fal taşı gibi açılmıştı. Oysa ezberlediğim salt onlar da değil,
Akordiyon parçaları, marşlar, şarkılar, türküler, oyun havaları bir yana koskoca Beringer metodundaki etütleri, parçaları hep ezberledim. Benimki bu kadar.
Ya o konçerto çalanlar, plâk dolduranlar ne yapıyor? Orkestra şefleri, onca senfonileri, konçertoları akıllarında tutup çaldıranlar bunu nasıl başarıyorlar!
Zil çalınca yemekhane yolunu tuttum. Arkadaşların bir günü kaldı.24 Ekim günü çalışacaklar.25 Ekim tümden serbestler mi, yoksa o günden sonra mı serbestler? Bunu niçin merak ettiğimi de anlayamadım!
Yemekte, bildiğimiz konular, arkadaşlar gittikleri Enstitülerdeki aksaklıkları sıralıyorlar:
-Dağ başına okul kurmuşlar, doktor yok, hastane yok!
-Öğrencilerin anne-babaları geliyor, kalacak yerleri yok. Yakın köyler gösteriliyor, köylerde ise kalacak aramak söz konusu değil, otel sorsan adama gülerler... Bunlardan söz edilince verilen karşılıklar hepsinde hazırmış:
-Bir gün onlar da olacak! Bunları dinleyince arkadaşımız Yusuf Asıl’ın durumunu anlattım. Anlatmaz olsaymışım, arkadaşım, aynı zamanda adaşım İbrahim Şen de Pazarören’de imiş, Yusuf’un çektiklerini anlatınca, olayı anımsattığıma bin pişman oldum. Kayseri’ye 90 km. Uzaklıkta olan Pazarören Köy Enstitüsü’nde hastabakıcı olmadığı gibi,30,40 km uzaklıktaki ilçeler de ne doktor, ne eczane bulunuyormuş .Adaşım sonunda ağzından baklayı çıkardı:
-Zevkle çalışmak için yolda bir birimize uyarılarda bulunmuştuk. Bu olaydan sonra her günüm korku içinde geçti. Akşam arkadaşları sağlıklı görünce şükür duaları okuyarak yatağıma yatıyordum! deyince bilmiyormuş gibi herkesin yüzü ekşidi...
* * *
Arkadaşlar, kitaplıkta toplanmış; Halil Dere geldi:
-Bekleniyorsun! dedi. Arkadaşlar niçin beklendiğimi sordular, onlara piyano çalmak için söz verdiğimi söyledim. Halil Yıldırım esprisini yaptı:
-Sen galiba müzikle ilgilisin? Onlar güldüğü için güldüm ama soramadım:
-Ya siz? karşılığı belliydi:
-Taş taşıyıcı, beton karıcı!
Toplantıyı hazırlayan ya da yöneten, Şükrü Koç gelmedi. Ben de gelenlere, salt verdiğim söze bağlı kaldığı kanıtlamak için yazdığım Rahim Ünüvar’ın konuşmasını ,altına eklediğimi notu okudum. Arkadaşlar, Cumhuriyet Bayramı için bir takım düşler kurdular. Onları dinledim. Daha doğrusu “Her kafadan bir ses!” örneği konuşmalarla vakti doldurduk.
Yatınca gene, gündüze döndüm. Aşık Veysel, Vahit Dede, Bektaşilik, Mevlevilik. Konya’da Mevlana türbesini gezerken, öğretmen olduğunu söyleyen bir bilgili kişi:
-Burası insanlarla dolup taşıyor ama, hiç birisi azıcık kendini sıkıp öğrenmesi gerekeni öğrenmiyor. Burasını kâbe gibi bir yer olarak düşünüyorlar. Oysa Mevlana o tür mantıksız inançların karşısındaydı. Bu nedenle de adice katledildi. Katleden zihniyet, yüz yıllardır burasını bir tür kâbe yapıp sözüm ona dini vecib eleri yerine getirdiğini sanıyor! demişti. Nedense bunu anımsadım. Gecikmeli gelenler oldu, benzer konuları konuşuyorlardı, onları dinlerken uyudum.
24 Ekim 1944 Salı
Oyun alanına gitmeye başladığım ilk günleri anımsadım. Hasan Çakı Efe’yi tam olarak tanımıyordum. Okul Müdürü Rauf İnan da davul-zurna diye tutturmuştu. Oldukça tedirgin çıkıyordum. Ayrıca, şimdi okuldan ayrılmış olan o günün son sınıfları da sorunluydu. O ortamda yalnızlık az da olsa sıkıntı veriyordu. Şimdiki yalnızlık oldukça rahat. Yeni öğrencilerin kuzu kuzu uyumları ayrıca sevinilecek bir olay.
Çakı Efe “Günaydın!” dedikten sonra sordu:
-Yarın Veysel’i uğurlayalım mı? Gönlümce ”Evet!” derim ya, benim yarınki durumun belli değil. Arkadaşlar çalışmayı sürdürürse gelirim. İnşaatın bugün biteceği söyleniyor, bu doğruysa yarın serbest olmayabilirim.
Çakı Efe oldukça rahat, eliyle havada daire işareti yaptı. Öğrenciler pür dikkat halka oluşturunca Harmandalı başladı. Efe ortada gözetleyici. Gerekli görünce koşup kusurları onarmaya çalışıyor.
İlk bakışta biraz yapmacık görünse de öğrencilerin Hasan Çakı Efenin pozlarını takınmaları ilginç. Onlar kendilerini bu pozlara döndürürken nasıl bir duygu içindeler açama? Hem akordiyonu körüklüyorum hem de yakınımdan geçenlerin yüzlerini gözetliyorum. Birkaç yıl önce Mavi Yıldırım adlı piyesi oynamaya kalkışmıştık. Oradaki rolümde bıyıklı bir subaydım. Söz sırası gelince dört söz söylüyordum. Bütün rolüm bu dört sözden sonra sahne bitene dek aturmaktı. Karşımdaki bir Hafızdı, O:
-Guruç-u alle Sultan meselesi! deyince ben de:
-Guruç ettik de geldik buraya Hafız! diyordum. Bu kadarcık söz için orada oturmaktan yüksünmemiş de, bıyıklı subay görüntüm beni onurlandırmaya yetmişti; bunu açık açık yaşamıştım. Önümden geçen küçük Efeler de sanırım böylesi bir gurur içindeler. Başlar dik, yüzler gergin, tıpkı Çakı Efe gibi sağa sola dönerek adım atıyorlar. Onlara ,sevgiyle bakarak güldüm, aklımdan herkesin söylediği söz geçti:
-Sevsinler Efe’liğinizi!
Kahvaltıda herkes sevinçli, 1 Kasım 1944 Salı gününe dek serbestiz. Nasıl serbest? İlk karşılık Halil Yıldırım’dan geldi:
-Bayaa!... Sen her zaman nasıl serbestsen biz de öyle(!) Ben de:
-Demek, siz de benim gibi yanılıyorsunuz. Gene de aramızda fark var; ben bu serbestliğe sevinmiyorum, sizse seviniyorsunuz. Nihat Şengül sordu:
-Sen durumundan memnun değil misin?
-Memnunum ama kendimi serbest saymıyorum! Hepsi birer “Hııı!”çekti. Onlar da inşaat işlerinin son bulduğunu kastetmişler. Konuşa konuşa ortayı bulduk. Satılmış Nişanlı Operası, Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla gene oynanacakmış. Gündüz oynarsa gitmeye karar verdik.
Salona dönünce, serbestliğimin son bulduğunu iyice anladım. Piyanoya oturdum ama nedense sıkıldım.
Yazmam gereken iki parça vardı onları yazmaya karar verdim. Veli Demiröz.
Ahmet Emin Yalman, Veli Demiröz’ü böyle tanıtıyor:
-Bozkırlı Veli Demiröz. Bozkır, Konya ilinin bir ilçesi. Geçen yıl Devrim Tarihi dersinde sık sık adı geçmişti. Veli Demiröz’ün o yüzden oralı olduğunu öğrenmiştik. Birinci Bozkır İsyanı, İkinci Bozkır isyanı, denirken arkadaş sinirlenmiş, savunmaya kalkışmıştı.
Veli Demiröz’ün konuşması:
-Ağabeyim eğitmen kursuna girdi.1940 senesinde mezun olarak eğitmen sıfatıyla köyümüzün mektebini ele aldı. Kendisiyle mektuplaşıyorum .Devamsızlıktan acı acı şikayet ediyor. Bazen kanunu tatbik suretiyle devamsızların babaları cezalandırılıyor, fakat bu cezalar mektep etrafında sevgi ve alakayı çoğaltmıyor, azaltıyor. Devamsızlık nedendir? Birinci sebep, iktisadi durumdur.. İkinci sebep, okumak ihtiyacının duyulmamasıdır. Fakat bu ikinci sebebi de birincin bir neticesi diye kabul ederek en evvel iktisadi durumun ıslahı ile uğraşmak çok yerinde olur. Cıvar köylerimizde aynı zorluklar vardır. Bu un için bir cıvar köyden gelen arkadaşım Musa Ali Yılmaz’la el ele verdik, işleri beraberce düşündük. Arkadaşım biraz evvel fikirlerini anlattı. Kendisiyle beraber programlayacağımız işler arasında hayvanları, meyveleri ıslah etmek, kurslarla sanat öğretmek, kooperatif fikrini kurmak ve ilerletmek gibi işler bulunmaktadır.
Bozkır’da ova ve dağ köyleri vardır. Ova köyleri buğday, arpa gibi hububat yetişir, az müreffeh bir haldedir. Dağ köyleri meyvecilik ,hayvancılıkla meşgul olur, dağ aralarında kısmen hububat yetişir. Bu sayede geçim temin edilmediği için gençler uzaklar çalışmaya gidiyorlar. Bunun sebebi şu ki, meyveler para etmiyor. Çürüyor. Bunları satmak için bir adamın eşek sırtına yüklemesi, iki, üç gün yol gitmesi lazım. Neticede eline iki, üç lira gibi bir para geçiyor. Bu nevi mahsullere ancak kooperatif sayesinde para ettirebiliriz, ancak bu sayede zaman israfının önüne geçerek köylümüzün vaktini kıymetlendirebiliriz. Üzümümüz bol, meyvemiz çeşitli, davar ve sığırlarımız var. Kooperatif olursa bunların hepsi para eder bir hale gelir. Her köye bir öğretmen olduğuna göre her köyde bir kooperatif şubesi kurulabilir. Kaza merkezi her yolun üstünde olduğun göre merkez orada kurulur. Mahsuller, kooperatife ait vasıtalarla kazaya sevk olur. orda satılarak yerine hububat ve diğer ihtiyaçlar temin edilir. Böylece herkes, bağda, bostanda en mühim işlerini yüzüstü bırakarak ayrı ayrı kasabaya inmek derdinden kurtulur. Kasabada ilk ihtiyaçlarımızı karşılayacak kısım, mübadele yoluyla elden çıkarılır. Fazlasını, Konya’daki daha esaslı pazara ulaştırmak lazımdır. Bugün köyümden Konya’ya bir araba on beş liraya gider. Mahsulün üzerine bu şekilde nakliye parası binerse altından kalkılmaz. Kooperatifin kendi nakliye şebekesini kurması lazımdır. Bu nakliye şebekesi, kendi mallarımızı pazara getirmesine karşılık oradan mamul eşya getireceği için nakliye işi, intizamlı, ayarlı ve karşılıklı bir şekle girer, herkes için ucuza mal olur.
Yüksek Kısma geçmiş olmakla bu fikirlerimi muhit için tatbik etmekten vazgeçmiş olmuyorum. Bozkır’da yetmiş iki köy var. Halbuki enstitünün dördüncü, beşinci sınıflarında yetmiş beş Bozkırlı talebe bulunmaktadır. Bunlar yetişince her köyde bir enstitülü bulunacak ve bunlar elbirliğiyle bütün Bozkır muhiti için müşterek bir çalışma ve ilerleme devresi açabileceklerdir.
Ahmet Emin Yalman, Bir başka arkadaşımızı, Muğlalı Galip Şahin’i böyle tanıtıyor.
Köyünü kaydedemediğim Galip Şahin, bundan sonra söze başladı ve dedi ki:
-Arkadaşlarımda taze bir şevk görüyorum. İyi fikirleri var, çalışmak ve büyük işler yapmak istiyorlar. Buna çok seviniyorum. Aynı zamanda da biraz üzülüyorum. Bu taze şevkle işlere sarıldıktan sonra karşılarına çıkacak sayısız engellerin kendilerini yıldırmasından korkuyorum. Yük, yalnız öğretmene kalırsa altından kalkamaz. Köyle ilgili bütün müesseselerin kendisine el uzatması, destek olması lazımdır. Bunların hepsi, öğretmenin gayretleriyle ayarlı bir şekil ve surette vazife görmelidirler. Öğretmen yardımsız kalırsa hiç muvaffak olamaz demiyorum fakat, umulduğu gibi muvaffak olamaz. Düşündüğümüz şeyler iyi şeylerdir. Hep beraber bunları tatbik sahasına koyduğumuz zaman engeller yüzünden gayretlerimizin sekteye uğrayıp uğramayacağını bilmiyoruz, henüz tecrübe etmedik. Fakat, herhalde engeller çıkacağını biliyoruz. Bunları yenebilmek için bütün memleketi, ve bütün devlet teşekküllerini beraberimizde ve arkamızda görmemiz mutlaka lazımdır.
Galip Şahin’in konuşmasını, o zaman da beğenmiştim. Şimdi. tekrar okuyunca da beğendim. Gerçi kendisi ne yapacağını söylemiyor ama bir işe kalkıştığında nelerle karşılaşacağı kuşkusunu göz ardı etmiyor. Sanırım o gece kalkıp konuşması da bundan. Bence Galip Şahin, öteki konuşanlar gibi zaman zaman başlarından duydukları ezberleyip eğreti sahiplenenlerin tehlikeli davranışları görünce zaman zaman Genel Müdürümüz İsmail Hakkı Tonguç’un sağduyulu uyarılarını ötekilerden çok daha iyi anlamış, haklı olarak da nişangahsız atanları dinleyince kalkıp uyarma gereğini duymuş. Ne şair Kozanoğlu gibi dağları sahipleniyor ne de Köroğlu gibi Bolu Beyi üstüne yalın kılıç at sürüyor.
“Bir görevimiz var, bu görev bir toplum görevidir. Toplum görevlerinde bireyselliğin en aza indirgenmek zorunluğu vardır. O nedenle çok yönlü bir işbirliği yapılmalıdır. Bu yapılmadan, bireysel girişimlerle yüz yılların aksattığı toplum işleri düzene konulamaz!
Yazıma ara verip bir süre Hanon çalıştım. Hanon çalışırken parmaklarım çalışıyor ama kafam dinleniyor. Ellerimin, piyano çalmaya çok elverişli olduğunu Faik Öğretmen daha ilk günler söylemişti.Bir çok piyano sevenin ellerinin uygun olmaması yüzünden şanslarına boyun eğip meyus olduğundan söz etmişti. Robert Schumann’ın ise parmaklarını uzatmak için bulduğu bir yöntemi uygularken bir parmağından olduğunu anlatmıştı. Arkadaşımız Hüseyin Çakar da parmaklarından yakınıp beni şanslı sayar. Hanon’da bir aşama saydığım 51 No’lu parçayı da arkada bıraktım.
Yemekte, herkeste bir suskunluk vardı. Nedenini sormadım. Başkan Hüseyin Atmaca duyuru yapınca anlaşıldı. Yapılan Gösteri binasının çevre düzenlemesi tamamlanmadığında çalışma yarına uzatılmış. Arkadaşların somurtması ondanmış. Nihat Şengül teselli etti:
-Yirmi iki gün çalıştık, bir gün için mi dertleneceğim! deyince ötekiler de:
-Ben de! Bende! bende! diyerek sıraya girdiler. Ankara işini Perşembe gününe bıraktılar. Hemşerim Kadir Pekgöz, perşembe günü benim de gelmemi istedi, ilkokul arkadaşım İsmet Akın’la buluşacakmış, İsmet beni soruyormuş. İnanmamakla birlikte ilgi gösterdim. Ancak benim iki sınıfla çalışmam olduğunu, cumartesi dışında tüm günlerimin dolu olduğunu söyledim. Bunu söyleyince bana acıyası bakanlar oldu. İçimden güldüm:
-Bu insanlar çok değişken düşünceliler. Az önce bana sinirli sinirli bakanlar, bunu söyleyince acıdılar.
Nebahat Öğretmenin sınıfını bekliyorum. Ömer’i nasıl atlatacağımı düşündüm. Öteki sınıflardan farklı bir tavır takındığımı farketmemesini istiyorum. En iyisi gene piyanoya oturup Maman varyasyonu çalmak. Onu çalarken öğrenciler kapıdan girince yakınıma kadar sokuluyorlar. Bundan yararlanıp şarkısını söyletip, arkasında ötekileri tekrarlayarak eski programı uygulamak.
Dediğim oldu, öğrenciler ayaklarının ucuna basa basa yakınıma dek geldiler
Nebahat piyanonun yakınına gelince Ömer’in olmadığını anladım. Varyasyonun ilk beş bölümünden önce girişi söyleterek şarkıyı beş kez tekrarlattım. Öğrenciler için piyanoya yaklaşmak bile önemli. Mamanla başlayıp mamanla bitirdik.
Nebahat Cumartesi günü Ankara’ya geleceğini söyledi. Fatma ile birlikte olacakmış. Niçin, neden gibi sorular sormak isteniyorum. Yalnız Konservatuvara gitmeyeceğimi, derslerimin o faslının bittiğini anlattım. İkimiz de:
-Buluşmak dileğiyle ayrıldık.
Bu kez piyanoya oturup usturuplu bir şekilde Chopin’leri tekrarladım. Arkamda bir tıkırtı oldu. Oldu ama tıkırtılar uzun süre ne yaklaştı ne de uzaklaştı. Pek alışmadığım bir durum dönüp baktım. Bizim bölümü seçen kızlar. Rahatsız edip etmediklerini sordular. Kalkıp, buyur ettim. Neden daha önce gelmediklerini sordum. Çalışmışlar, işleri bugün bitmiş. Merak edip sordum:
-Nerede çalıştınız? Enstitü bölümü kızlarının dikiş atölyesinde çalışmışlar. Yatak takımları hazırlamışlar. Biraz şaka olsun diye:
-Demek siz, hem biçki dikiş öğreneceksiniz hem de keman, piyano çalacaksınız üçü de güldü:
-Biz, beş yıl dikiş atölyelerinde çalıştık! dediler. Bana da sordular:
-Geldiğin Enstitüde kız yok muydu? Olduğunu, onların atölyelerinin tahta, pano işlerini yaptığımı, ancak atölyelerine girip çıkarken belli başlı bir üretim yaptıklarını görmediğimi, yaptığım panolara astıkları da entipüften şeyler olduğunu., bundan bir güvensizlik duyduğumu, bu güvensizliğim nedeniyle ısrarla pantolonlarımı ütülemek için istediklerinde bahaneler öne sürerek vermediğimi söyledim. Yıldız:
-Bize inanacaksın ,bundan sonra pantolonlarını ben ütüleyeceğim! Teşekkür ettim.
Piyanoya oturup, adlarını söyleyerek, Beethoven, Für Elise, Schubert, Moment Müzikal, Mozart, Türk Marşı’n ı çaldım. Onlar ,üçü de keman seçmişler. Buna da sevindim. İşe neden gitmediğimi, burada ne yaptığımı sordular. Ayrıntılı bilgi verdim. Çok kalmadılar. Yıldız, pantolonlarımı ütüleyecek(!)
Kaç kez ütüler acaba?
Onlar gidince bir süre düş kurdum. Otuz kişi, genellikle ders dışında bu salonda toplanıyor. Zaman zaman on, on beş keman, ayrı telden çalıyor. Yetmedi bir de piyano ki, dersler dışında hemen hemen hiç susmuyor. Bu kızcağızlar nasıl çalışacak burada? Bir olasılık beni onlar adına rahatlattı:
-Yattıkları, özel kızlar bölümünde belki boş yer bulurlar.
Zamanı geçirmişim, merdivenden ayak sesleri gelince toparlandım, Rahmiye Öğretmen’in grubu geldi. Rahmiye Öğretmen:
-Merhaba! derken Ömer yetişti. Ömer, önceki iki çalışmayı atlatmıştı, özür diledi. Hemşerisi gelmiş. Ömer, kavlimiz gereği gruba mandolin çalıştırdı. Grup çalışma yaparken bir takım plak seçtim. Yemekte arkadaşlara duyuracağım. Müzik dinlerken sakinleşirler.
Yemekte, önerimi yaptım. Yorgunluktan söz açanlar oldu. Konuşmalar sürdükçe katılanlar çoğaldı. Arka masa da katılınca on kişiyi geçtik. Bölüm Başkanımızın kendisinin olmadığı zamanlar pikap kullanma koşulu en az on kişiydi. Yemekten kalkınca başka katılanlar da oldu. Doğan Güney’le Ahmet Yol da geldi.
Jochann Sebastiyan Bach, Süit no 4’le Felix Mendelsshon, mi minör keman konçertosunu dinledik.
Gelenler memnun oldu.
Yatınca, Hasan Çakı Efe’nin önerisini anımsadım, Aşık Veysel’i neden uğurlamayalım? Sabah, Efe’ye saatini sorup geleceğimi söylemeye karar verdim. Oldukça dümdüz bir günümün geçtiğini düşünürken uyudum.
25 Ekim 1944 Çarşamba
Birilerinin sevinçli konuşmalarıyla uyandım. “Sayılı günler geçer!” demiş atalarımız! Rüstem Gündüz, üzülenleri teselli ediyor. Gece gördüğüm rüyayı anımsadım. Bir kalabalık yerde yalnız başıma dolaşıyorum. Onca kalabalıkta bir tanıdık olmamasına şaşıyorum. Cumartesi günü Ankara’da Nebahat’ı arayacağıma yordum. Çakı Efe ile karşılaşınca Aşık Veysel’i uğurlamaya geleceğimi söyledim. O da bana zaten söyleyecekmiş. Aşık, bizim duraktan binecekmiş. Durak, memuru Selim Bey, söz vermiş, “Sivas trenine elimle bindireceğim!” demiş.
Çakı Efe neşeli, öğrencileri azıcık pohpohladı. Tüm figürleri birer kez tekrarladı.
Eğitim başı Şeref Tarlan geldi. Öğrencilerin oyunlarını çok beğendi. Çakı Efe , bana günlerdir söylediklerini ona da tekrarladı.
Kahvaltıda arkadaşlar neşeliydiler. ”Bugün de akşam oldu!” diye bir şarkı varmış, benden sordular. ”Sabah Olursa Haluk!” diye başlayan Tevfik Fikret’in şiirini anımsadım ama şarkıyı anımsayamadım. Biz konuşurken Öğrenci Başkanımız Hüseyin Atmaca geldi. Göz kaş oynatarak bana”Ne haber?” diye sordu. Ben de arkadaşların sorduğu şarkıyı söyledim. Atmaca güldü:
-Sen de onlara ”Yolculuk Var! “şarkısını söyle!” dedi. Bu manidar söze hepimiz takıldık! ”Hayır ola!” Hüseyin Atmaca:
-Hayırlı, hem de çok hayırlı, çok gurur verici! İbrahim’le Hüseyin Çakar, bakanımız Hasan Ali Yücel’in çağrısıyla 29 Ekim gösterilerine katılıyorlar. İzmir’den gelecek izcilerin zeybekleri onların çalması istenmiş. Yarın, Ankara’ya gidip tertip komitesine katılacaklar! Arkadaşlar bana, ben de onlara bir süre baktım. Arka masadan duyanlar olmuş, Ali Kuş ,Azmi Erdoğan kalkıp geldi:
-Ne olmuş? Olay kısa sürede benim leyime değil aleyhime dönüştü:
-O bunu iliyordu ama söylemiyordu?
-Bilsem, söylemez miyim? Bunun neden saklayacağım?
-Sen öylesin, işte!
Kendimi tuttum. Hüseyin Çakar çok sevinçli, geldi, birlikte çıktık. Hüseyin Atmaca, Hüseyin Çakar’a kahvaltıdan sonra Eğitim başı Hürrem Armanı görmemizi söylemiş. Birlikte gittik. Eğitim Başı henüz gelmemiş. Bir süre kitaplıkta bekledik. Bu kez de bir nöbetçi öğrenci, bizi Bölüm Başkanının beklediğini söyledi. Gittik. Bölüm Başkanımız olayı açıkladı:
-İzmir’den üç yüz, dört yüz kişilik bir zeybek- izci grubu törene katılacakmış. Organize eden grupta Ahmet Yekta Madran varmış. Ahmet Yekta Madran bizim okulları yakından izlediği için, oyun müziklerini bizim çalmamızı istemiş. Olay buymuş. Ancak bu bizim için önemli bir başlangıç olacağı için okul yönetimi buna çok sevinmiş. Bayram öncesi yapılacak provalar nedeniyle bizim yarın Ankara’da olmamız gerekiyormuş. Bölüm Başkanının da çocuk gibi sevinmesine ikimiz de şaştık.
Bölüm Başkanı, gideceğimiz yerin adresini ,göreceğimiz yetkilinin adını verdi:
Ankara-Gazi Lisesi, göreceğimiz kişi ise Gazi Lisesi müdürü Hasan Özbay! Buna çok sevindim. Hasan Özbay, öteki bölümlere derse geliyor ama bizimle bir ilgisi olmadığından uzak duruyorduk. Ancak, bir grupla geldiğinde benimle konuşmuştu. Matematik öğretmeni olduğunu bildiğimden onu bir matematikçi olarak gördüm.Biraz da kız kardeşi Fatma Öğretmen nedeniyle bir yakınlık duyduştum. Öteki sevinçlerim bir yana bu, hepsine üstün geldi. Ayrıca, bunu bahane edip Fatma Öğretmenle konuşmam beni rahatlatacak.
Hüseyin Çakar, İş grubunda olduğu için Sanat Başı Mustafa Güneri’ye bilgi vermek için gitti. İzin alıp gelecek. Ben de akordiyonları hazırladım. Yarın Sabah yola çıkmadan, birlikte bir deneme yapmaya karar verdik. Hüseyin Çakar, zeybekleri olağanüstü bir ustalıkla çalıyor. Zaten çağrılmamız yüzde yüz onun yüzünden. Ahmet Yekta Madran onu tanımaktadır. Bunları düşünerek akordiyonu aldım. Harmandalı, Güvende, Arpazlı, Kozak, Bengi, Dağlı, Muğla zeybeklerini tekrarladım. Osman Bayatlı’nın kitabını karıştırdım. Oradaki zeybeklerin notaları hep Ahmet Yekta Madran’ın. Onları notaya o almış. Bir usta Müzikçiyi daha tanıyacağıma ayrıca sevindim. Okul dışı olarak tanıdığım bu üçüncü ustam olacak. Vahit Lütfi Salcı, Mahmut Ragıp Kösemihal, Ahmet Yekta
Madran. Vahit Lütfi Salcı, köy köy gezerek seksen kadar hal türküsü, Bektaşi nefesi, ağıtı notaya almış, bunları yayınlamış. Mahmut Ragıp Kösemihal, içinde yetişmekte olduğumuz çoksesli müziği savunan yazıları yanında her fırsatta kendisine yaklaşanları aydınlatmak için çaba gösteren saygın bir kişi. Ahmet Yekta Madran’ı, henüz kişi olarak tanımadım ama, Zeybek Oyunları notalarını her sabah çalarak onun emekleri sayesinde görevimi yapmış oluyorum.
Hüseyin Çakar, nedense gelmedi. Akordiyonları hazırlayıp, gene piyanoya oturdum. Tuşlara dokununca yüreğim cızladı. Bir hesaba göre tam beş gün piyanodan yoksun kalacağım. Yirmi altı ekimde gittiğimize göre daha bayrama üç gün kalmış olacak. Dördüncü gün bayram. Bayram günü dönemezsek al sana beş gün! Pazar günü dönüşü de katarsak! Neredeyse boynum bükük Bach, Wachet auf’u çaldım. Bu parça nedense beni çok etkiliyor .Sık sık, uzaktan seslenircesine si-si-la-sol-fa-mi ya da mi-re-do-si-la inişleri sanki benim için bir çağrıymışçasına yüreğime işliyor.
Paydos zili çalınca kendimi toparladım.
Yemekte arkadaşların gözleri bende oldu. Çok bir şeyler anlatmamı bekler halleri var. Bildiklerimi söyleyince ilgileri azaldı. Hemşerim Kadir, dayanamadı bir çoğuna tercümanlık yaptı:
-Yazık, Gösterileri göremeyeceksin! Oysa bu bayramda yapılan gösterileri bilir gibiyim. Halk kanadından, ürünler, atlılar, arabalar, asker kanadında, askerler, tanklar, uçaklar, planörler geçecek. Bunları neden görmeyecekmişim? Tartışmaya girmedim.
Yemekten sonra Hüseyin Çakar’la buluştuk. Biz konuşurken öğrenciler geldi. Hüseyin Çakar oldukça ince düşünceli, beni rahat bırakmak için, gene gelmek üzere ayrıldı. Ömer yardıma koştuğu için çalışmamı ona devrettim. Karışık duygular içinde Aşık Veysel’in gideceğini unutmuşum. Çakı Efe haber gönderince durağa koştum. Aşık’ı yolcu ettik. Hasan Çakı yaşça ona yakın olduğundan Veysel, ya da aşık diyor. Veysel önce salt aşık denince:
-Nerem aşık benim? deyip, hoşnutsuzluğunu belirtiyordu. Sonra sonra o sıfatı da benimsedi. Hasan Çakı Efeyi de çok sevdi.
Duraktan dönünce Hüseyin Çakar’la buluştuk. İnşaattakiler erken ayrılmış, biz akordiyon çalarken geldiler. Akordiyon çaldığımı çoğu biliyordu ama ne çaldığımı bilmiyordu. Gülnihal’den başlayarak, Adanalı, Konyalı, İzmir Marşı, Moment Muzikal, Türk Marşı’nın bir bolümünden sonra Tuna Dalgalarını. Mavi Tunayı, arkasından da Besami Muço’yu, Ticu ticu’yu çalınca çoğunun dili tutuldu.
Hüseyin Çakar, gösterişten uzak duran bir arkadaş, akordiyonu bırakınca yeni arkadaşımız Naci Ön, hemen akordiyonu aldı. Bir iki zart zurttan sonra Çiğdem der ki, akasından Timurağa oyun havasına başladı. Timurağa’ya başlayınca ben de sol elimle baslardan çaldım. Baktım anlayacak gibi değil, akordiyonu boynumdan çıkardım. Ağabeyi, kardeşine takıldı:
-Naci,sen beceriksiz akordiyonu almışsın, bak ağabey usta akordiyonu bıraktı, biraz da onunla kafa şişir! deyince kardeş, sonunda yapması gerekesi yaptı. Akordiyonu çıkarıp aldığı yere koydu.
Bölüm Başkanımız, akşam plâk dinlemek üzere toplanmamızı istedi. Beethoven Koryolan üvertürü ile beşinci senfoni plâklarını silip hazırladım. Yine Beethoven Keman konçertosunu da çıkardım.
Mandolin grubu, normal çalışmamız sürdüğünden çıkıp geldiler. Arkadaşlar çaresiz salonu boşalttılar. Bana göre, bu da iyi oldu. Görev görevdir. Salonda arkadaşlardan kalanlar olacağı varsayımına dayanarak koro çalışmamızı akordiyonla yaptım. Salonda kimse kalmadı ama alt oda da ya da bitişik odada bulunacakları düşünerek, programa,(Piyanoda) Mamanı çalarak başladım, şarkısını söylettim. Bu kez de akordiyonu alıp İleri, Ziraat, Öğretmen marşlarını, Altın Başaklar, Köy Yolu, Sonbahar şarkılarını söylettim.
Öğrenciler gidince dışardakiler geldi. Dinleyenlerden biri olan Mehmet Yelaldı beni övgüyle göklere çıkardı. Onlara da Mamanı çalmamı istedi. Çaldım. Şaştılar. Şaşkınlıkları bu küçük şarkının yüz yıllık geçmişineydi. Bu şarkı iki yüz yıl önce varmış demek yetmiyor. O zamanlarda okul varmış, okullarda şarkılar söyleniyormuş.
Bunları konuşarak yemeğe gittik. Yemekte Benim Ankara’ya gidişim ikinci plânda kaldı. Mozart, Maman yemek oyunca konuşuldu .Buna bir bakıma sevindim. Ne denli övülsem de arada bir çimdik atılınca tüm huzurum kaçıyor. Babamın bir sözünü anımsadım:
-Ne Şam’ın şekeri, ne de Arap’ın yüzü!
İnşaat bitimi nedeniyle banyo sırası bizimmiş, Hüseyin Çakar’la banyoya gittik.
Halil Dere, başka arkadaşlar da bize katıldı. Dereden tepeden konuşarak zamanı doldurduk. Fazla düş kurmaya yer bırakmadan yattık. Gene de bir noktaya takıldım;”Akordiyon salonda, sabah erken kalkıp almam ya da aldırmam gerekecek. Haber vermeden Hasan Çakı Efe’yi nasıl bırakırım?
Kuşkulu bir duygusallık içinde gözlerimi kapadım. Kapadım ya aylardan beri yeğenim İsmet’in mektubunu bekliyordum. Nihayet geldi. İsmet kızı Saime ile mektuba başlamış, onunla bitirmiş. Onu haklı buldum. Gerçekten haklı mı? Onun kızı varsa benim de orada Zühre teyzem var (İsmet’in annesi, annemin kardeşi) Az ileriki evde yaşayan Elif teyzem var. İsmet onlardan yeterince söz etmiyor. İsmet’le, içimden içimden cebelleşirken uyudum.
26 Ekim 1944 Perşembe
Akşamki telaşım boşunaynış, erken kalkıp salona indim. Nöbetçi öğrenciyle akordiyonu oyun alanına gönderdim. Çakı Efe az ileride kalıyordu ,onunla buluştuk. Durumu anlattım. Üzüldü ama benim adıma da sevindiğini söyledi. Ahmet Yekta Madran’a büyük saygıları varmış, iletmemi söyledi. Sanki duyacakmış gibi kulağım eğilerek:
-Aman ha, öfkelendiği zaman karşılık verme, çileden çıkar! dedi. Çakı Efe:
-Cuma, cumartesi, pazar, bilemedin pazartesi! Ben bu günler müziksiz de yaparım! dedi. Ancak hesabı yanlış yaptığını öne sürüp salt Cuma, Cumartesi olarak düzeltti. Pazar günü zaten tören var, Pazartesi de gelmiş olacağım. Harmandalı’yı tekrarladık. Çakı Efe, Ahmet Yekta’nın Harmandalı’yı ağır oynattığını, sakın hızlı çalmayın! diye tembih etti. Hüseyin Çakar’ın bunları bildiğine güvenim olduğu için zaten herhangi bir tedirginliğim yoktu.
Hazırladığım küçük çantamı alıp kahvaltıya indim. Arkadaşlar takıldılar, Ankara’ya selam gönderen oldu. Kızılçullulu arkadaşlar İzmirli Efelere başarılar dilediler. Masadan erken kalkıp doğruca öğretmenler masasına gittim. Fatma Öğretmenle Nebahat birlikteydi. Sözde Fatma Öğretmene olayı anlattım, ağabeyine bir şeyler söyleyip söylemediğini sordum. Cumartesi günü geleceğini söyledi. Gözlerim, Nebahat’ın gözlerinde kalmış gibi bir sallantı içinde ayrıldım.
Hüseyin Çakar daha aceleciymiş, telaşla sordu:
-Nerede kaldın! Akordiyonlar elimizde durağa indik. Hüseyin Çakar, okuldakinin tersine gar binasına varana dek bana Ahmet Yekta Madran’ı anlattı. Ancak kesinlikle bir kondurmadı. Kızdığını, ancak kin tutmadığını, kızmalarının da tutarsız davranışlar olduğunu, çalışanın dostu, tembelin düşmanı olduğunu vurguladı. Lise’nin yerini ikimiz de bilmemize karşın nedense azıcık dolaştık. Binanın önüne gelince bizi karşılayanlar oldu. Bir öğretmen bizimle ilgilendi. Derslere gir-çık zilleri çaldı. Nihayet Lise Müdürünün geldiği söylendi. Biziml ilgilenen öğretmen önce gidip konuştu sonra da Müdür bizi çağırdı. Müdür, bizim tanıdığımız biriydi ama hiç de öyle davranmadı. Okulun giriş-çıkış kurallarını söyledi. Gelen izcilerin geçmişte de geldiğini, hiç de iyi intibalar bırakmadığını, gene de Ankaralı olarak bağırlarına bastıklarını anlatı. Bizi onlardan farklı düşündüğünü özellikle duyurmak istediğini belirtti.. Çay söyledi. Çaylar gelince birden değişti, kardeşini tanıyıp tanımadığımızı sordu .Ayrılırken konuştuğumu, Cumartesi günü geleceğini söyleyince yüzü birden değişti:
-Kardeşim biraz çekingendir, öğretmendir ama dersanesine sığınan öğretmenlerdendir. Bu, birazda ailemizden gelen bir çekingenliktir. Konuşmuş olmanıza sevindim! deyince okulumuzdaki müzik çalışmalarını anlattım. Lise Müdürü konuştukça kendine ısındırdı. Bir sorunumuz olunca kendisine iletebileceğimizi söyleyip ayrıldı. Bizimle ilgilenen öğretmen Md. Yardımcısıymış, kalacağımız odayı gösterdi. Yemek, kahvaltı saatleri, gece dışarı çıkma, okula dönme koşullarını anlattı.
İzmir’den gelecekler yarın gelecekmiş. Bunu öğrenince ikimiz de şaşkınlaştık. Biz neden böyle koşar adımla geldik?
Bir süre karşılıklı bakıştıktan sonra dışarı çıkıp gezmeye karar verdik. Ulus’ bir tur açık Pazar köşesine bir tur da Büyük postaneye yaptıktan sonra Kızılırmak Kıraathanesine girdik. Kıraathane bizden gelenlerle dolmuş. Sabah trende kimse yoktu, nasıl geldiklerini sorduk. Lalabel’e gidip Adana’dan gelen trene binmişler. Şevki Aydın’la Fahri Yücel de vardı. Hüseyin Çakar onlarla konuşurken bizim bakanlık kitaplığına uğrayıp Bella’yı sormak istedim. Dora Abla yalnızdı. Bella İstanbul’dan gelmemiş, iyiymiş. Mektup yazıp yazmadığımı sordu. Yazmadığımı, daha doğrusu yazar da karşılık alamazsam çok üzüleceğimi düşündüğümü söyleyince güldü. Erkek gururu, dedi. Bella iyiymiş, yılbaşında 15 günlük izini varmış. Dora Abla gülerek:
-Ankara’ya gelecek ancak göreve başlamadan önce sizin oraya uğramak niyetinde değil, burada görüşürsünüz! dedi. Hep cumartesiler uğradığım için bugün gelişimin nedenini sordu. Olayı anlattım. Akordiyon çaldığımı öğrenince yılbaşında çağrılırsam gelip gelemeyeceğimi sordu:
-Küçük bir aile toplantısı yapıyoruz, her türlü müziğimiz var ama tek akordiyonumuz yok. O da dansçılarımız için bir eksik sayılıyor. Bella, akordiyon çaldığını bilse bırakmaz haberin olsun! Söz veremedim ama sanki yarın olacakmış gibi aklım ona takıldı. Yabancı insanlar arasına katılmak, onlara akordiyon çalmak. Bella ile beraber olmak! Kendi kendime bunları kurarak Kızılırmak Kıraathanesine girdim. Kimseler yoktu. Saate baktım, yemek zamanı. Gitseler gitseler Tavukçu’ya giderler! deyip bilmişçesine oraya gittim. Hepsi oradaydı. Fahri Yücel’in yakınında yer vardı. Oturdum. Fahri Yücel yüksek sesle İhsan Atakurt’un Mandolin Orkestrası konserine nasıl gittiğimizi anlattı .Müzikçi arkadaşlar, aynı konsere gitme hevesine kapıldılar. Konserlere gelmeye başlayınca bu sorunu çözmeye de kesin karar verdiler.
Sinemalar konuşuldu. Mazurka oynuyor, Görenler olmuş. Satılmış Aslantaş beğenmediğini söyledi. Ben iki kez gördüğüm için gitmeyeceğimi söyleyince Şevki Aydın:
-İbrahim’in iki kez gördüğü filme gidilmez mi? deyince topluca gitmeye karar verdiler. Bu kez de Satılmış Aslantaş benden sordu:
-Filmde ne anlatılıyor? Filmin konusunu iyi bildiğim için anlattım. Gittiler. Hüseyin Çakar, beni yalnız bıraktığı için özür diledi. Gerçekte tıraşım gelmişti, Sabriye uğrayıp tıraş oldum. Ben tıraş olurken hava birden yağmura döndü. Az aralayınca karşıdaki Kızılırmak Kıraathanesine kapağı attım. Gazeteci gazete getirdi, Akşam gazetelerini aldım, yeni haberler vardı. Amerikalılar Leyte’ye çıkmışlar. Leyte neresi? Gazetelere çıkacak ölçüde önemli olan bir yeri bilememek canımı sıktı. Yağmur durmadan yağıyor. Leyte, Leyfe, Lete, Lefe, yağmur!...
Yoksa Lahey’mi? Lahey akla daha uygun. Çünkü Lahey hem deniz kenarında hem de İngiltere’ye yakın. Çıkarma nasıl olur? Filmlerde gördüm ama tam kavramış değilim. Çanakkale savaşları sırasında İngilizlerin Gelibolu Yarımadasına çıkarma yapmaya kalkışmalarını, sonuçta ne duruma düştüklerini çok dinledim de parça parça dinlediklerimi toplayıp bütünsel bir sonuca bağlamış değilim. Bir grup arkadaş geldi.
Kiminin ceketleri kafasında, kimisi direnmiş, damlalar yüzlerinden akıyor. Hüseyin Çakar’ı bekledim. Arkadaşlarla filmi konuşurken oyalandım ama onlar kalkıp trene gidince kaygılandım. Liseye dönme saatimiz yaklaşınca bizim oturduğumuz yerlere bakan garsona söyledim. Garson bana yol gösterdi:
-Bir kağıda eşgalini yaz abi, ben unuturum! “Eşgal nedir ki?” Garsonun verdiği kağıda “Hüseyin Çakar, Gazi Lisesi!” yazdım. Garson okuyunca yumuşayarak:
-Yabancı değiliz abi, kardeşim orada okuyor, basketçi, belki tanırsın Rafet! Çocukların en uzunu. Nedense “Yabancıyım!” demedim. Yağmur kesilmişti, oldukça hızlı Gazi Lisesi yolunu tuttum. Hüseyin Çakar, çok ıslandığı için Kızılırmak’a gelemediğini söyledi. Satılmış Aslantaş’la Fahri Yücel’den bana haber göndermiş. Onların gelmediğini söylediğimde çok üzüldü. Zaten kızmamıştım. Öylesi yağmurların insanları şaşırttığını biliyordum.
Söylenen saatte yemekhaneye indik. Alt katta bir yer. Çok az öğrenci geldi. Gelecek izcilerin bir bölümü burada kalacağı için yatılı öğrenciler izinli gitmiş.
Bizimle ilgilenen öğretmen bizimle oturdu. Hüseyin Çakar yağmura tutulduğunu söyleyince öğretmen, telaşlandı:
-Aman ha, yağmur ıslaklığı tehlikelidir. Üstünü değiştir. Değiştireceğin yoksa hemen yatağa gir, ıslakların ütüde kurutulsun! Öyle yaptık. Hüseyin Çakar’ın nemli elbiseleri bir saat içinde benimkilerden daha kuru, üstelik de ütülü duruma geldi.
Hüseyin Çakar, çok sağlıklı olmadığı inancında. Hastalıktan çok hasta olma korkusu egemen. Durup durup bundan söz etti. Bu arada kendimi düşündüm, köyde, ikide bir ıslanır, öyle dolaşırdım. Bir kez olsun hastalanmadım. Okula geldikten sonra da hastalandığımı anımsamıyorum. Marangozluk işlerinde bir kez elim çerçeveye sıkıştığında okul revirine gitmiştim.
Yataklarımız yaylı karyola, rahat! Hangimizin ki daha rahat? diye şakalaşıp yay kontrolü yaparken Hüseyin Çakar uyuyuverdi. Birden uyuması da aklımı karıştırdı:
-Ya hastalanırsa? Uyumuşum!
27 Ekim 1944 Cuma
Çıngıraklı ziller çaldı. Bu ziller bir zaman bizi de kaldırıyordu! deyince Hüseyin Çakar sordu:
-Sen de ortaokula gittin mi? Ortaokula girmediğimi, ancak Edirne’den Alpullu’ya göç edince oranın ilkokulunda sekiz ay kaldığımızı, ilkokulun zillerini çaresiz duyduğumuzu anlattım.
Kaldığımız katta derslik yokmuş, fazla gürültü olmadı. Kahvaltıya indiğimizde masaların temizlendiğini gördük. Başı, örtülü, önü önlüklü bir yaşlı bayan, bizim gelmemizi bekliyormuş:
-Sizin çaylarınız ayrıldı, buyurun! dedi. Peynirli, yumurtalı bir kahvaltı ettik.
Kahvaltıdan sonra gene yattığımız yere döndük. Az sonra bizimle ilgilenen öğretmen geldi. İzcilerin istasyona inmek üzere olduğunu söyledi. Bu arada öğretmenin adını öğrendik Rıza! Oldukça cırlak sesli bir bayan bağıra çağıra:
-Ay bu Rıza nerededir, gören bulan var mı? diye söylenince adını bilmediğimiz kişi, yüksek sesle:
-Rıza Bey burada, arayan nerede? dedi. Sonra da .
-Tövbe estafurullah! Beni de şaşırttılar, kendi kendimi “Bey!” yaptım değil mi? deyip bize baktı.
Rıza Öğretmen gidince bir süre güldük. Hüseyin Çakar:
-Bak bunu bilmiyordum, insanlar kendini tanıtırken sahiden “Bey!” sıfatını kullanmıyorlar.
Lise Müdürü bizi çağırtmış, gittik .Rahat uyuyup uyumadığımızı sordu. Sonra da:
-Sizi erken getirttik, planımız bu değildi, İzmir’le bir anlaşmazlık oldu, Onlar bir gün geciktiler. Şimdi de doğrudan Stada gittiler. Yarın bir yerine iki prova yapacaksınız. O nedenle bugün çıkın, gezin. Böyle diyorum ama son söz bende değil, her olasılığa karşın öğle yemeğinde burada bulunun, belki yeni bir gelişme olur!
Teşekkür edip çıktık. Çıktık ama gezme gibi bir hevesimiz yok. Daha doğrusu nasıl bir durumla karşılaşacağımızı merak ediyoruz. Oynanacak zeybekleri biliyoruz. Hüseyin Çakar, Ahmet Yekta Madran’la çalışmış, huyunu suyunu biliyor. Sık sık bana:
-Sakın yapacağı uyarılara karşı bir tavır koyma, çileden çıkar !Benim cevabım da:
-Merak etme, ben yokum. Sadece yanında ikinci bir akordiyon zırıltadıldığını düşün! Şakalaşarak Ulus’tan Anafartalar’a yürüdük. Sümer Sineması yanındaki Eski kitapçılara baktık .Ara sıra orada nota da satılıyor. Aradığımızı bulamadık .Sokaklar oldukça kalabalık. Hüseyin Çakar, az konuşan bir arkadaş bunu bildiğim için ben de kendimi biraz tutuyorum. Bizi tanıyanlar görse kesinlikle dargın olduğumuzu sanacaktır. Tek sığıntımız Kızılırmak Kıraathanesi. Sonunda oraya girdik. Asım Öğretmen bir gurupla oturuyordu. Önce, yüksek sesle “Gel!” demesine karşın, kalktı bizim yanımıza geldi. Bir de açıklama yaptı:
-Arkadaşın sıkılır, bizim patavatsızların konuşmalarına kolay katlanılmaz! dedi. Asım Öğretmen sormadan, Ankara’da oluşumuzu anlatınca kahkaha ile güldü:
-Boynuz kulağı geçermiş! Sen böyle bir söz duydun mu? diye sordu. Duymama, anlamını da bilmeme karşın duymadığımı söyledim. Asım Öğretmen ne düşündüyse.
-İyi, öyleyse gene duymamış ol! deyip konuyu değiştirdi. Piyano durumumu sordu. Çaldığım parçaları sıralayınca:
-Dur dur, sen beni çıldırtmak mı istiyorsun, yoksa? deyip bir kahkaha daha attı. Sonra da, piyano öğretmeni prof. Eduard Zückmayer’in ayrılmasından sonra piyanodan soğuduğunu anlattı. Prof.Eduard Zückmayer’in Hüseyin Çakar’ın da öğretmeni olduğunu öğrenince birden değişerek bütün ilgisini Hüseyin Çakar’a çevirdi. Arkadaşları kalkınca Asım Öğretmen bana:
-Dikkatli çal, sonra affetmem haa! diyerek işaret parmağını bana doğru sallayıp ayrıldı. Asım Öğretmen gidince Hüseyin Çakar bana iyiden iyiye Asım Öğretmeni irdeletti. Onun Kepirtepe Köy Enstitüsü’ne gelişini, oradaki çalışmalarını, Gazi Eğitim Enstitüsüne hazırlanışını, onun bana arkadaş gibi davranışlarını anlattım.
Asım Öğretmenin ayrılırken söylediği sözü de açıkladım.
Kepirtepe Köy Enstitüsü, doğru dürüst bir Müzik Öğretmeni görmedi. Okul, Trakya Köy Öğretmen Okulu olarak açıldığında iki piyano, sayısız keman, hatta projekiyon aleti, sandıklar dolusu nota vardı. Okul, Edirne’den Alpullu’ya nakledilince bunların hepsi bir köyde akıntılı bir depoya tıkıldı. Eşya taşımacılığı yaptık ama görevimiz olmadığı için ne kadar ne oluğunu bilmezdik. Ancak dikkatli arkadaşlar sonraları 80-90 vagon olduğunu söyleyedurdular. Benim müzikle ilgim,okula girdiğim ilk günler başlamıştı. Çünkü okula kaydımı yaptıran kişi Edirne Belediye Bandosu şefiydi. Yeni açılan Trakya Köy Öğretmen Okuluna Müzik Öğretmeni olarak da atanmasını bekliyordu. İlk günler daha bana piyanoyu göstererek:
-Seni bunun başında görmek, benim özlemim! diyordu. O kişi, oldukça ünlü bir yazar.Müzik konusunda da oldukça araştırması var. Konserlerde sık sık görüp konuştuğumuz Müzik Tarihi Öğretmeni Mahmut Ragıp Bile ona üstadım! diye yazı yazıp teşekkür etmiş. Okulumuz Edirne’den ayrılınca o da atanma işlemini durdurdu. O gelmedi ya sonra da yıllarca bizim okula müzik öğretmeni gelmedi Ancak ben sözünü ettiğim Vahit Dedemin(Ben onu öyle tanıdım) övüdünü tuttum. Akordiyon alıp kendim çalıştım. Son sınıfta Asım Öğretmen geldi. Asım Öğretmen bana öğretmenlik değil arkadaşlık etti. Akordiyonum vardı öttürüyordum ama(Ben öyle diyorum) Akordiyon çalmıyor, akordiyona ses çıkarttıyordum. Asım Öğretmen bana akordiyon öttürmesini değil nota okuyarak çalmasını öğretti. O nedenle:
-Dikkat et, sonra affetmem! demesi bundan. Ben onu haklı buluyorum. Onun affetmediğini ben de affetmiyorum.
* * *
Asım Öğretmenle karşılaşmış olmamız bizi rahatlattı. Öğle yemeğine Gazi Lisesi’ne tam zamanında döndük.
İzcilerin yüz kadarı bizimle kalacakmış. Oldukça gürültücü bir grup. Konuk sayıldıkları için Gazi Lisesi öğretmenleri onlara suskun. Kendi söylemiyle Rıza Bey, suskun ama diş bilediği besbelli. Arada bir düpedüz çığlık atan ,kedi gibi miyavlayan oluyor. Rıza Beye bakıyorum, sinirinden gülüyor ama gözler yerde. Çok ılımlı olan Hüseyin Çakar bile, bana dönerek:
-Bu kadarı da fazla, bunlar, bizim çaldığımız müziğe de ayak uydurmazlar! dedi. Rıza Bey duydu, bizi teselli etti:
-Yok, yok, onlar; stadyuma çıkınca başkalaşıyor. Buradaki patavatsızlıkları da yabancılık psikolojisinden ileri geliyor. Biz, birkaç yıldır onları ağırlıyoruz, huylarını öğrendik!
Öğleden sonra lise dersleri paydos edilmiş. Bize bir oda gösterildi, oraya girip oyun havalarını bir kez daha tekrarladık. İzcilerin başında iki Bedeneğitimi öğretmeni var. Birinin adı Mekki, ötekinin de Tekin. Ahmet Yekta’yı sorduk. O, yaşlılığını öne sürüp sakin bir yer istemiş. Gene provalar için Cumartesi gününü yeterli görmüşler.
Akordiyon çalarken Rıza Bey geldi. Bize ısındı besbelli gülerek:
-Müdürüme karşı sizden sorumluyum, sorarsa doğru cevap vermek için sizi takip ediyorum!” dedi. Önce küçük bir oda gösterilmişti. Rıza Bey bu kez:
-Ders yok, öğrencilerimiz gitti, isterseniz Müzik salonuna geçebilirsiniz! deyince teşekkür edip arkasına düştük. Müzik Salonu dediği, temsil sahnesi olan bir salon, sahnede bir de piyano var. Piyano çalıp çalamayacağımızı sorduk. Rıza Bey bizi serbest bırakıp ayrıldı. O ayrılınca nöbetleşe yorulasıya piyano çalıştık. Beyer Piyano metodu vardı, oyuncak gibi geldi ama, oyalanma bakımından işimize yaradı. Ortak çalıştığımız parçalar vardı, onları dört el olarak denedik. Pek başarılı olmadık ama okula dönünce birlikte çalışabileceğimiz fikrinde birleştik.
Akşam yemeğine dek piyanodan ayrılmadık.
Yemek gene çok şenlikli geçti. Lise öğrencileri hakkında kısa da olsa bir gözlemim vardı. Edirne Fidanlığına Aşı uygulaması için gittiğimizde on beş gün Edirne Lisesinde kalmıştık. Lise tatile girmişti ama askerlik kampı için kalan 20 kadar öğrenci vardı. Geceleri onlarla bir arada eğleniyorduk .Aramızda büyük davranış farkı olduğunu o zaman görmüştüm. Şakaları bize göre çok farklıydı. Ağır hakaretlere yaklaşan sözler söyledikleri gibi, özellikle bayanlar üstüne anlattıkları, kahve konuşmalarından farksızdı. Sık sık okudukları bir Kimyacının Aşkı adlı şiirleri vardı; o şiir, bize göre düpedüz küfür sözler üzerine kurulmuştu. Birbirine taktıkları adlar da öyleydi. Örneğin Melek, onlara göre ayıplı bir nesneydi, Gene Kuku, Şey! Onlar için ayrı anlam taşıyordu. Kamplarının son gecesi, yaptıkları şenliğe biz de katılmıştık. Şenlik sonunda Karaağaç’a dek yürüdük. Kamp Komutanları Üsteğmen’in de onların şakaların katıldığını görünce iyice şaşırmıştık.
Hüseyin Çakar, arkadaşlar arasında sessiz sakin bir kimse olarak algılanıyor ama hiç de öyle değilmiş. Arkadaşlar arasında yapılan tartışmaları, Enstitü bölümünde yapılan sayısız yanlışları birer birer saydı. Orta kısım öğrencilerinin bizim yemeklerimizi taşımalarını bile eleştirdi. Örnek de verdi .Öğretmenimiz İbrahim Yasa sık sık anlatır:
-Amerikadaki üniversitelerde öğrenciler kendi işlerini kendileri yapar. Mutfak bulaşıklarını bile kendileri yıkar! Der, öyleyse biz neden bu işlerimizi kendimiz yapmayalım?
Bu tür düşünceleri sürekli düşünüp kendi kendime eleştirdiğim için Hüseyin Çakar’ın da böyle düşündüğünü görünce sevindim. Demek benim gibi düşünenler vr ama içlerinde tuttukları için bilinmiyor. Çevresindeki insanlara yansıtılmayan düşünceler ne denli makbul olursa olsun, doğmamış çocuğun ana rahminden yokluğa gittiği gibi, fikirler de oluştuğu beyinle birlikte rahmete kavuşur!
Bu akşam daha rahat olarak yattım. Dün geceki “Acabalar!” yok olmuştu. Bu, Hüseyin Çakar’ı daha yakından tanımamdan mı? Yoksa yatağa alışmamdan mı? Bunu düşünürken uyudum.
28 Ekim 1944 Cumartesi
Rüyamda trenle bir yere gidiyormuşum. Kalabalık insanlar var. Dikkatle bakıyorum, içlerinde bir tanıdığım yok. Üzülüyorum. Birden tren kalkıyor. Sallanıyorum. Hüseyin Çakar özür diledi. Benim karyolamın ayak ucuna çarpmış. İşte bu bizim yatakhanede olmaz. İstediğin kadar çarp ranzanın sallanması olası değil. Hazırlanıp kahvaltıya indik. Efeler, bu sabah bir başka. Mekki-Tekin Öğretmenler yanlarında olduğu için olabilir.
“Saat tam 10:00’da stadyuma hareket!” duyurusu yapıldı. İki günü burada geçirdik ama nedense bu bir saat bana da uzun geldi. Benimki Ahmet Yekta Madran olayı. Hasan Çakı Efe iyi tanıttı ama, gene de onun tanıttığını benim hoş tutmam, bana zaman zaman zormuş gibi geliyor. Sorun benim içimde. Gene de Ahmet Yekta Madran’ı tanımak benim için bir mutluluk. Kendi kendime düş kuruyorum. Ahmet Yekta Madran:
Beni nereden tanıyorsun? deyiverse, hemen Karadeniz Marşını söyleyeceğim. Bir dizesini istese (Söylendiğine göre yeni tanıdıklarına bunu sık sık yaparmış) “Karadeniz, Karadeniz, gelen düşman değil, biziz!” diyeceğim.
Sonunda oldukça büyücek bir grupla spor salonunun yanından stadyuma gittik. İzleyici yerlerinin oldukça uzağında bize bir yer ayrılmış. Bir de küçük çadırımız Var. Bir yönetici tanıttılar, Stat Müdürü Mehmet Bey! Güleç yüzlü genç biri. Çakar’la beni, özellikle tanımak istediğini söyledi. Nedeni için de:
-Daha öncesini bilmiyorum, incelemedim ama benim çalıştığım dönemlerde bu statta akordiyonu ilk kez canlı olarak siz çalacaksınız! dedi. Sevindim ama bu söz beni pek etkilememişti. Stadı göstererek:
-Akordiyonların sesi oraya ulaşmaz! dedim. Mehmet Bey, daha önce stada gelip gelmediğimi sordu.1941 ‘29 Ekim Bayramını anlattım. Mehmet Bey bu kez de:
-Hiç merak etme ben sizin akordiyonlarınızın seslerini Cumhurbaşkanımızın kulağına dek göndereceğim gibi, radyoları varsa memleketlerinizdeki anne babalarınız dahil tüm tanıdıklarınıza da duyurtacağım! dedi. Meğer bizim çaldıklarımız radyoya verilecekmiş. Bendeki Ahmet Yekta Madran tedirginliği yok oldu, onun yerine Radyo ürpertisi başladı. Hüseyin Çakar, uyur gibi sessiz duruyor. Oysa benim ona göre bir radyo deneyimim var. Birkaç ay önce İhsan Atakurt Mandolin Orkestrası konserine gitmiştim. O konserde yirmi kadar izleyici vardı. Başlamadan önce uyarı yapıldı:
-Konser, radyoda yayınlanacaktır. Hepsi bu kadardı. Yani, konuşup, konseri bozmamamız söylenmek istenmişti.
Ahmet Yekta Madran geldi. Mehmet Bey eğilerek selam verdi, el sıkıştılar. Ahmet Yekta Mehmet Bey’e oldukça yukardan bakar gibi davrandı. Mehmet Bey, onun her sözüne:
-Peki efendim! şeklinde karşılık verdi.
Ahmet Yekta Madran’ı oyun ya da türküleri notaya alması nedeniyle hep Vahit dedeme benzetmiştim. Bir bakıma haklıymışım aynı yaşlarda gibi görünse de daha boylu. Saçları ağarmış ama kısa kesilmiş, Vahit Dede gibi omuzlarına inmiyor. Ayrıca sert bakışlı. Gülümsüyor ama, sanki arkasından yüksek bir ses çıkacakmış sanısını uyandırıyor.
İzciler, düzenli bir halka oldular. Öğretmenler de izci kılığına girdiğinden uzaktan tanınmaz oldular. Ahmet Yekta Hüseyin Çakar’ı tanır gibi baktı. Parmağıyla:
-İzmir mi? deyince Hüseyin Çakar:
-Evet! bu kez bana bakıp sordu:
-Sen zeybekleri nerede çaldın? Çok yavaş bir sesle sorunca çekingenliğim birden uçtu:
-Çaldım, değil efendim, çalıyorum! dedim. Kaşlarını çatıp dik dik bakınca, sözümü sürdürdüm:
-Hasan Çakı Efe ile birlikteyiz, onun müziklerini ben çalıyorum! Size, Hasan Çakı Efe’nin saygılarını getirdim! Ahmet Yekta elini başına doğru kaldırarak teşekkür işareti verdi. Bu kez Hüseyin Çakar’a dönerek:
-Birlikte çalıştınız mı? dedi. Hüseyin Çakar, çalıştığımızı söyledi. Ahmet Yekta beraber geldiklerinin birine işaret etti, o kişi klarneti getirdi. Klarneti alıp, bir iki üfledi. Bana dönüp klarneti göstererek sordu:
-Bunu biliyor musun? Bildiğimi, amcalarımın birinin müzik okulundan mezun olduğunu, bandolarda uzun yıllar klarnet çaldığını anlattım. Kendimi tutamadım, “Vahit Lütfi Salcı” deyince dikkatle bakarak sordu:
-O nerede şimdi? Ben anlatmaya hazırlanırken klarneti üflemeye başladı. Uzun uzun sesler çıkardı. Bana dönerek:
-Önce biraz çalışalım, dinlenirken konuşuruz! dedi. Arkasından da:
-Sen çok şey biliyorsun, bakalım bunu da bilecek misin? Bir arada çalan iki aynı çalgının ayrı düşmemesi için ne yapılır? “Biri kesinlikle ötekine uyar! Biz anlaştık, ben arkadaşa uyacağım, çünkü o zeybekleri çalmakta benden usta!” Ahmet Yekta geldiğinden beri ilk kez gülümsedi. Klarnetle taksim gibi bir uzun havadan sonra İzmir’in Kavakları’nı, arkasından, Yörükler Yaylası’na geçerek, çok dinlediğim melodileri çaldı.
Akordiyonları aldık. Önce Harmandalı’yı birlikte çaldık. 2. kez bize çaldırdı. Üçüncü kez Hüseyin Çakar çaldı. Çakar’la birlikte kendisi de çaldı. Bana çaldırdı. Benimle kendisi çaldı. Çakar’la ikimize çaldırdı. Bu kez de Güvende, Arpazlı, İzmir Zeybeklerini çaldık. Sınavımız tamamlandı. Efelere işaret verildi. Böylece ilk prova yapılmış oldu. Dinlenmeye geçince Mehmet Bey bizi kutladı. Ancak oyunlarda sorun olmuş uzun süre o tartışıldı. Sorun oyunlarda değil, oyun dizisinin stadın üstlerinden görüntüsüymüş. Uzun süre konuşuldu.
İşret verildi bir prova daha yapıldı. Akordiyonları kapattık, izcilerle birlikte Gazi Lisesine döndük. Provalarımız öğleden sonra da sürecek.
Tüy gibi hafiflemiştik. Hüseyin Çakar bir ara benim tavırlarımdan korkmuş, söylediğine göre:
-Şimdi patlayacak, şimdi patlatacak! Ahmet Yekta’yı çileden çıkacak gibisine kaygılanmış. Sonuca çok sevinmiş ama bunu nasıl başardığımı da bir türlü anlamamış. Güldüm:
-Ben de anlayamadım ama konuştukça korkuları üstümden attım. Hüseyin Çakar’a sordum:
-Sonuç olarak iyi mi, yoksa kötü mü? Hüseyin Çakar Güldü:
-İyi olarak iyi ama bir de gel benim çektiğim sıkıntıyı düşün! Yemekten sonra bir saat dinlenme verildi. Dinlenmede de konumuz Mehmet Bey’in söyledikleriydi. ”Ne candan Adam!”
Stada rahat gittik. Çünkü ne yapacağımız belliydi. Provara hazırlandık, akordiyonlar sırtımızda. Ahmet Yekta çağırıldı. İzcilerin halka olacağı yer tartışılıyor. Birkaçı subay bir grup oluştu. Az sonra Ahmet Yekta söylenerek gelip, klarneti aldı Harmandalı işaretini verdi. İzciler de dönmeye başlamıştı. “Dur!” işareti verildi. Biz de durduk. Ahmet Yekta sonunda kızdı. Klarneti ağzından çekince yüksek sesle:
-Eşşek herifler! dedi. Mehmet Bey, az ötede ellerini kaldırarak uçacakmış gibi sıçrıyordu. Ahmet Yekta Madran’a Mehmet Bey’i işaret ettiler. Ahmet Yekta:
-Onun da Allah belası..... deyip tövbe tövbe çekti. Meğer son prova radyoya verilecekmiş. Oyun başlayınca bağlanmış. Mehmet Bey’den habersiz durduranlar bundan habersizmiş. Gülenler oldu, üzülenler oldu. Tekrar başladık. Oyunları bir köşesinden gördük. Bize göre güzeldi. Müziğimize zaten güveniyorduk. Ahmet Yekta klarneti çatlatırca üfledi. Ben de yer yer Çakar’a baslarla, zaman zaman da seslerle katıldım. Hüseyin Çakar zeybekleri yıllardır çaldığı için tempo bozması söz konusu değil, bundan cesaret aldığım için zaman zaman ses süslemelerine bile kalkıştım.
Ahmet Yekta Madran
Prova sonunda, başlamadan önceki kargaşa aşılmıştı ki, herkes birbirini kutladı. Mehmet Bey çok neşeliydi.
Ahmet Yekta, bizim kaldığımız liseye yakın bir otelde kalıyormuş, çağırdı. Üstelik gülümseyerek:
-Sizler gençsiniz, yaşlıların ayağına gitmekten yüksünmemeniz gerekir! Diyerek geleneksellik üstüne öğütler verdi. Hüseyin Çakar, karşılık olarak:
-Siz yaşlı değilsiniz; nice kendini genç sayanlara taş çıkartacak güçtesiniz. Yorgunluğunuzu biz yaşınıza değil, işe sarılışınıza yoruyoruz! Deyince Ahmet Yekta Madran’ın yüzü değişti, başını çevirerek ikimizi de süzdü. Dikkatle onun yüzünü izledim, yüzü gibi gözlerinin rengi bile değişir gibi oldu, gülümseyerek iki kez:
-Bu sizin teveccühünüz, bu sizin teveccühünüz! dedikten sonra doğrularak, değişik bir sesle:
-Elli dokuz yaşımdayım. Bana bakarak:
-Vahit’e “Dede!” diyorsun, bana gelince genç; Vahit’le bizim aramızda pek yaş farkı yoktur. O içki içtiği için biraz yıpranmıştır. Vahit’le ben eski arkadaşız. Ayrıca, Kazım Dirik Paşa İzmir valiliğinden Trakya Genel Müfettişi olarak Edirne’ye gidince bizi oraya topladı, Edirne’de Salcı ile birlikte çalıştık. Paşa vefat edince ben İzmir’e döndüm. Vahit’le benzer çalışmalarımız var. O daha çok folklor alanında direniyor. Yazılarını zaman zaman okuyorum. Vahit kavgacıdır. Sohbetlerinde melektir ama kalem münakaşalarında amansız bir doğrucudur. Karşılaştığında konuştuklarımızı anlat. Sakın yaşlılığımdan söz ettiğimi duymasın. Benim için “İhtiyarlamış!” der. Gülümseyerek yüzlerime bakarak tekrar teşekkür etti. Kendi yaşıtlarının başlattığı çalışmaları sürdürmek için hevesli gençleri gördükçe emeklerinin heder olmadığına sevindiğini söyledikten sonra gösterilen, daha da gösterilecek olan iltifatlar arasında bizimkilerin ayrı bir yeri olacağını tekrarlayarak;” Sağ olun, var olun!” dedi. Ayrılırken elini alnına götürerek uğurlama işareti yaptı.
Hüseyin Çakar daha yufka yürekli, ağlamaklı oldu. Ben Vahit Dedeme yazacağım mektuba neler ekleyeceğimi düşündüğümden o denli etkilenmemiştim. Yolda bir süre konuşmadan yürüdük.
Liseye gittiğimizde öğrendik, İzmir’den gelen izcilere Konservatuvar tatbikat sahnesi sanatçıları Smetana’nın Satılmış Nişanlı Operasını oynayacakmış. Duyar duymaz Halkevi yolunu tuttuk. Halkevi kurallarını biliyoruz. Operayı da ikinci kez göreceğiz. Ben kalemi kağıdı hazırladım, rollerdeki adları yazacağım. Daha sonra buna da gerek kalmadı rol dağıtımını bildiren eski davetiyelerden bulduk.
İzciler sıralı olarak topluca geldi. Çok düzgün olarak alt salonun bir bölümünü doldurdular. Salonun bir bölümünde baylı bayanlı konuklar vardı. Sonradan öğrendiğimize göre bunlar Milli Eğitim Bakanlığındaki görevlilermiş. Bakan Hasan Ali Yücel de geldi. Bakan ,önce aşağıda oturdu.
Konservatuvar Müdürü Tevfik Ararat konuşma yaptı. Konservatuvarı, Tatbikat Sahnesinin gösterilmiş olan, bundan böyle gösterime hazırlanmış olan oyunlarını anlattıktan sonra Bakanımız Hasan Ali Yücel’in İzmirli gençlere söyleyecekleri var deyip geri çekilinde Hasan Ali Yücel önce İzmir’i övdü, orasını çok sevdiğini söyledi. Oynanacak oyun için kısa bir açıklama yaptı. Arkasından operanın üvertürü başladı. Satılmış Nişanlı Uvertürü’nün plağı olduğu için çok dinlemiştik. Mozart’ın Figaro’nun Düğünü Operası’nın uvertürünü andırmakla beraber sevdiğimiz bir uvertürdür.
Opera başladıktan bir süre sonra salonda kıpırdanmalar oldu. Merak ettik ama aşağısını göremediğimiz için beklemeyi yeğledik. Beş on dakika geçti geçmedi bizim balkonda da konuşmalar başladı. Konuşmalar giderek arttı. Üstelik alttan balkona güle oynaya balkona gelenler oldu. Boş yerler olmasına karşın ayakta duranlar, birbiri ile karşılıklı konuşanlar oldu. Durum gülünç bir hal aldı. Balkona gelenlerden birilerinin alt salona izci kasketi attığı görüldü. Konservatuvar Müdürü bu kez balkona çıkarak balkondan hem aşağıdakileri hem de balkondakileri uyardı. Kısa bir durgunluktan sonra tekrar aynı şımarık davranışlar başlayınca Hasan Ali Yücel, koskoca Bakan üzüldüğünü söyleyerek, sıkılanların çıkabileceğini anımsattı. Bunun üzerine büyük bir grup ayaklandı. Çıkanlar arasında kimi densizler de “ahaha, hihihi, hiüüü, aaaa ,oha! gibi sesler çıkardılar. Salonda büyük bir sessizlik oldu. Çevremizdeki izciler de bizim gibi şaşkın şaşkın bakıştılar. Sanki onlar, o gruptan değilmiş gibi sessiz sakin oturdular. Uzunca bir sessizlikten sonra opera tekrar başladı. O denli güzel oynandı ki, operanın etkisi, az önceki rezaleti unutturmuştu. Operada görev alanların kimilerini daha önce tanımıştık. Rabia Erler, Hilmi Girginkoç, Mahir Canova...Onlarlarla birlikte öteki sanatçılar adına da çok üzüldük!
Liseye giderken birbirimize sorduk. Güzel zeybek oynayan bu çocuklar bu denli terbiyesiz olamaz. Bunu neden yaptılar? Hüseyin Çakar, benden daha sakin düşünen bir arkadaş. Öğrencilere opera hakkında hiç bilgi verilmediği gibi, böylesi bir topluluk içine girebilecekleri de söylenmemiş, olabilir. Onlar nerede olduklarının ayırdında bile değildirler. Dün gece yattıkları Gazi Lisesi salonunda yaptıklarını burada da yapmak istemiş olabilirler. Öyle bir havaya kapılınca Konservatuvar Müdürü, Milli Eğitim Bakanı falan onlar için eğlencelerinin bir parçası durumdadır.
Hüseyin Çakar böyle konuşurken koyunları otlattığım günlere gide gibi oldum. Azıcık boş bırakınca sürü bir yeşil ekin tarlasına girince çıkarmak sorun olur. Ölesiye yeşillilere sarılırlar. Elimdeki sopayı tüm gücümle vurmama karşın
Bana mısın demez, ağızlarını doldurmaya çalışırlar.
Yatınca da bunu konuştuk. Hüseyin Çakar, kendine göre çocukları kısmen olsun hoş görecek bir neden bulmanın verdiği rahatlık için uyudu. Ben giderek rahatsız oldum. Konsrvatuvar Müdürünün yalvarışlı bir sesle ettiği ricalarına, koskoca Milli Eğitim Bakanının uyarılarına aldırmayan bir lise öğrencisinin zeybeğine de efesine de izcisine de(!)............dedim. Hasan Çakı Efe bile bir ölçüde gözümde küçüldü. Demirci Mehmet Efeyi okuduğumda, onun kurşuna dizdikleri arasında Efelerin de olduğunu öğrenmiştim. Onların olsa olsa böylesi yetişen efeler olduğunu varsayanken uyumuşum.
29 Ekim 1944 Pazar
Hüseyin Çakar Erkenci. Bana takıldı:
-Bak karyolanı sallamıyorum. Kalkmazsan bunu yapmak zorunda kalacağım! Uyandım. Bu kez sordu: Ne rüya gördün? Rüya falan görmedim ya da gördüğüm rüyaları unuttum. Ancak akşamki olayın etkisi sürdüğünden bir yalan rüya uydurdum:
-Bir sürü köpek havlıyordu! der demez Hüseyin Çakar:
-O tür rüyaları hiç sevmem deyip arkasını dönünce uyduruk rüya anlatmaktan vazgeçtim.
Kahvaltıda, izci başlarından Tekin Öğretmenle birlikte oturduk. Çok üzgün. Böyle bir durum olacağını akıllarından geçirmemişler. Söyleyecek sözleri olmadığını, İzmir’e utanç içinde dönecekleri söyledi. Bu kez de Tekin, Mekki Öğretmenlere üzüldüm. Bu üzüntüm, akşamki rezaleti örter gibi oldu.
Kahvaltıdan sonra stadyuma gitmek üzere ayrılırken sırada bekleyen izcileri gördük. Yüzlerine çekinerek bakmıştım, dikkatimi çekti, tertemiz yüzlü çocuklar. Yüzlerinde henüz tek tek tüyler çıkanlar var. Acaba bunlar, operadan önce şarap falan mı içtiler? diye düşünüm.
Stadyuma gidince tüm düşüncelerim değişti. Öylesi bir kalabalık görmüş değildim. O koskoca bina ağzına kadar dolu. O ne ki? Binanın önü. karpuz tarlası gibi sıkı kafa dizisi. Sık sık duyduğum ”Mahşer gibi!” yakıştırmasını anımsadım. Mahşer sözü, Nef’in gazelini çağrıştırdı:
Mahşer olmuş sahn-ı Kağıthane dünya bundadır
Cennete dönmüş güzellerle temaşa bundadır........
Gördüklerim, Nef’i’nin dediği gibi hepsi güzel değil ama çok neşeli oldukları besbelli. Kimse zorlamadığı halde bunca insanın bir araya toplanması başka bir nedene bağlanamaz. Çünkü,Türk Ulusunun en büyük bayramı!
Yerimize, yan bir kapıdan girdik. Stadın kapalı, açık her tarafı dolmuş. Öyleyken hala büyük kapıdan sel gibi insan geliyor. Hüseyin Çakar çok rahat:
-İyi işte, Oyuncuların kusurlarını kimse göremez!
-Ya bizim kusurlarımızı?
-Radyoya verilmezse bizimkileri de kimse fark etmez.
Ahmet Yekta Madran geldi. Klarnetini çıkardı. Hüseyin Çakar yavaşça:
-Görüyor musun? adam çok heyecanlı! Gerçekten, klarneti ağzına götürürken klarnetin bile oynadığı görülüyor.
Stadın bir gösteri programı varmış, sıramız yaklaşınca bize haber verilecekmiş.
Uzunca bir süre bekledik. Gelenlerin gidenlerin bir bölümünü yakından gördük ama asıl görme yerlerinden (Cumhurbaşkanı ile devlet ileri gelenlerinin oturduğu yerler) görülme olasılığı yok gibi. Ayaktakilerin bulundukları yerler oldukça kargaşalı. Onların bizim çaldıklarımızı duymaları da kuşkulu. Zaten kendi durumumuzu düşündüğümüzden çevremizde olanlara can gözüyle bakmıyoruz.
Sıramız geldiği işareti verilince, izciler koşar adımla halkayı oluşturdular. Biz, oldukça uzaklarında durduk. Önümüze iki telli topuz kondu. Ahmet Yekta gerçekten titriyordu. Kısık bir sesle:
-Bana uyacaksınız! dedi. Klarneti alarak uzunca bir “Re!” sesi verdi. Arkasından biz de aynı sesle girdik. Sonrası kolaylaştı.
Not: Ahmet Yekta Madran, Zeybek oyunlarının müziklerini kendisi notaya geçirdiği için, kesinlikle bestelerine uyulmasını istemektedir. Oysa ben kendime göre başka tonlardan çalıyorum. Tonların dizilerini iyi bildiğim için değişiklik benim için bir sorun olmamaktadır.
Kulaklarım Hüseyin Çakar’da gözlerimse izcilerde. Akşamki o çılgın çocuklar nasıl da uyumlu oynuyorlar. Hemen bizimkilerle karşılaştırdım; giyimlerinin de etkisi oldu, kuşkusuz. Ancak arada çok büyük fark var. Bunların her biri Hasan Çakı’nın gençliği gibi bir şey! diye yakıştırma yaptım. Hasan Çakı, anasından Efe doğmadı. Üstelik, Efeliğin geride kalmış günlerinde yetişti. Onun Efeliği de oyun merakından gelişti. Bunların içinden de Hasan Çakılar çıkacaktır. Nedense, izcilerin Zeybek Oyunları’na sarılışlarını, bizim öğrencilerden farklı gördüm. Bizimkiler, neredeyse ite kaka ortaya çıkıyorlar. Bir de kendimi düşündüm, Hidayet Gülen Öğretmen öğrencilik dönemini anlatırken, yaptıkları eğlencelerden sık sık söz ederdi. Bir keresinde de Rıza Tevfik’in Zeybek oyunundan söz etmişti. Mandolinle de o zeybeğin müziğini çalmıştı. O müziğin bizim plaklar arasında olduğunu fark ettim. Akordiyon çalmaya başlayınca ilk uğraştıklarımdan biri o oldu.1941 yılında Hasanoğlan’a ekipler gelince oyunlarla karşılaştık. Kepirtepe Köy Enstitüsü’nün üç yüze yakın öğrenci içinde gelen ekiplerin oyunlarıyla ilgilenen tek ben oldum. Sonra sonra yalvar yakar iki arkadaş daha buldum. Ahmet Güner, Yusuf Asıl. Bu arada öğrendik ki, Kızılçullu Köy Enstitüsü’nde Milli Oyunlar için özel öğretmen varmış (Usta Öğretici) Kızılçullu’dan Yaşar Özgün, Çifteler’den Mustafa Atavcı yardımıyla on kadar oyunu öğrendik. Kepirtepe’de kimse oyunla ilgilenmediği için biz Efe kesilmiştik. Hasanoğlan’a gelince daha ustalarla karşılaştık. ”Bükemediğin eli öpeceksin!” sözü gereği sahayı ustalara bıraktık. Anladım ki benim hevesim geçiciymiş. Salt benim mi? Kızılçullu Köy Enstitüsü’nde ders olarak öğrendikleri oyunları oynayanlardan yüz kadar arkadaşımızdan burada ancak dört kişi oynuyor. Öyleyse bu oyun sevgisi geçici bir süreci kapsamakta. Kalıcılığı ise doğrudan doğruya kişilikle ilgili. Böyle ayrıntılı düşününce, öğrencileri sık boğaz ederek topluca oynatmanın ne anlamı olacak? Oyun yerine Sıtkı Şanoğlu Öğretmenin yaptırdığı spor çalışmaları daha yararlı, hiç değilse yürümesini öğreniyorlar, bedenleri gelişiyor. Anlatıldığına göre uygar dünya okullarında yapılanlar da buymuş:
-Bizde Beden Eğitimi, onlarda Jimnastik!
* * *
Görevliler, programımız bitince bir süre bekleyeceğimizi söylemişlerdi, o bir süre, bir saatten fazla sürdü. Bulunduğumuz yerden izleyicilerin tarafına geçit verilmiyor. Geçmek isteyenlerin Paraşut kulesi tarafındaki kapıdan ana yola çıkıp büyük kapıdan girilmesini söylediler. Akordiyonlarımız olduğundan biz geçmeyi düşünmedik. İstasyon yoluna çıkarak Gazi Lisesine uğrayıp akordiyonları bıraktıktan sonra yemeklerimim yiyip Stadyuma döndük. Tribünlerin önü hala ayakta insanlarla doluydu. Biz de bir yerde durup geçenlere baktık. Atlıların geçişi ilgimi çekti. Biniciler sivildi. Oldukça kalabalık bir atlı grubu, bunlar nasıl bir araya gelmiş?
Bizim izcilere gözüm takıldı, onlar sonuna dek oldukları yerde kaldılar. Bir ara onlara bakıp üzüldüm. Üzüldüğümü Hüseyin Çakar’a söyleyince Çakar, ilk kez akşamki olay nedeniyle olumsuz tepki gösterdi:
-Oh olsun keratalara, akşamki yaptıklarının cezasını çeksinler!
Nebahat’ı anımsadım, geldiyse, kim bilir nerelerde sıkışıp kalmıştır. Görsem bile yaklaşmam olası değil. Kesinlikle yanında birileri vardır.
Harp Okulu Öğrencileri çok düzgün geçti. Bir grup, bizim izcilerin yakınına dağılıp gösteri yaptı. ”Uzun Eşek!” diye bildiğimiz oyuna benzer atlamalar yaptılar. Bir birinin üstünden uçarak geçmeleri uzun uzun alkışlandı
Geçenler bitmemişti ama insanlar çıkmaya başlayınca biz de yürüdük. İzciler de bizim kapıya yönelince Ahmet Yekta Madran’ı görme düşüncesiyle izcilere takıldık. Tekin Öğretmen:
-Ahmet Yekta Bey burada bir kaç gün kalacakmış, bizden ayrıldı! deyince, kaldığı oteli biliyorduk oraya gittik. Ahmet Yekta Madran boylu boyunca karyolaya uzanmış yatıyordu. Geldiğimize sevindiğini söyledi ama yerinden kıpırdamadan:
-Sizi yalancı çıkarmak için değil, gerçekten ihtiyarlamışım; bunu iyice hissediyorum. Bu, biraz da benim hassasiyetimden ileri geliyor. Ben bu işleri çok önemsiyorum. Yaptığımız iş bir oyundur ama, insanı hayata bağlayan, bağlaması gereken bir iştir. Bunu, yapılması gereken ciddiyetle yapmamız gerekir. Bunu anlamamış insanlarla yapmaya kalkışmam beni yoruyor. Manen ihtiyarlıyorum.
Biz de söyleyecek söz bulamadık. Hüseyin Çakar, tatlı diliyle teşekkür etti. İkimiz birden:
-Bu güzel günlerin bizim için unutulmaz bir anı olacağını, notaya aldığı zeybek müziklerini çalarken daima saygıyla anacağımızı, bu büyük bayramımızı yaşamlarımız boyunca unutamayacağımızı söyleyerek ayrıldık. Daha sonra Ulus Meydanına çıktık. Arkadaşlardan gelenler olmuş, Aile Çay Bahçesine oturduk. Stadyumdan Radyo yayını yapıldığını bilenler bizi kutladılar. Muttalip Çardak takıldı:
-Sizi asacak değiller ya, hiç değilse arada adlarınızı söyleseydiniz! deyince dünkü olayı anlattık. Arkadaşlar katıla katıla güldüler. Arkadaşlarla konuşurken içimden hep Nebahat’ı geçirdim.
-Çıkıp gelse! Yok yok gelmese! Gelirse kalkıp karşılayamam! Neyse, gelen melen olmadı. Tren saati yaklaşınca Gazi Lisesine uğrayıp akordiyonları alarak istasyona indik. Trenin yarısını bizimkiler doldurdu. Çok ilgilenenler oldu:
-Nasıl bir duygu yaşadınız diyenler oldu. Her soruya karşılık vermeye çalıştık. Hüseyin Çakar çok soruyu bana bıraktı. Kasıtlı yaptığını sanmamama karşın ben de:
-Hüseyin Çakar, yanımda olduğu güveni içinde heyecan meyecan duymadım, o çaldı ben de ona uydum! diyerek, aramızda bir çatlak arayanları(Eğer varsa) susturdum.
Durağa inince Orta bölüm öğrencileri bizim elimizdeki akordiyonları aldılar. İşte buna çok sevindim. Alanları hep tanıdım, iyi mandolin çalanlar, oyunlarda uyumlu davrananlar. Söylenegelen öğretmen-öğrenci ilişkileri sözlerini duyunca hep kendimi öğrenci olarak düşünüyordum. Bu kez duygu akımlarımın yönü değişti, kendimi öğretmen yerine koydum. Bu da mutluluk veren bir olaymış, yaşayarak o mutluluğu tattım.
Arkadaşlar yemeğe gittiğinden salon boştu. Akordiyonları yerlerine kapatıp yemeğe gittim.
Yemekte, büyük bir ilgi ile karşılaştım. Olayın nasıl geliştiğini merak edenler olmuş, bildiğim kadarıyla anlattım.
İzmir Yöresinden her yıl Efeler gelip geleneksel gösteriler yapıyormuş. Davullu-zurnalı bu gösteriler giderek önemsenmememeye başlanmış. Bu kez de okullar arası bir yöntem öne sürülmüş. İzmir liseleri görevi üslenmiş, geçen yıllar, oyunların müzikleri için Ankara’daki cazcılardan yararlanmak istemişler. Ancak, oyunları, oyunların müziklerini titizlikle gerçeğine uygun sürdürmek isteyen Ahmet Yekta Madran, bu cazcı olayına da karşı çıkmış. Çok yakından tanıdığı Hasan Çakı Efenin burada çalıştığını bildiği için sormuş:
-Sen oyunlarında bu işi nasıl hallediyorsun? Hasan Çakı da Ahmet Yekta Madran’a beni övmüş:
-O varken hiç sıkıntım olmuyor, ne istesem alası ile karşılaşıyorum, size de onu öneririm.
Hasan Çakı Efe Ahmet Yekta Madran’na adımı verdiğini bana da söyledi. Ben de bunu ancak Hüseyin Çakar’la yapabilirim. O Zeybekleri benden çok daha iyi biliyor. Ben ancak onun yanında yardımcı olabilirim, deyince olay ikimize yüklenip bizim okula bildirilmiş. Okul Müdürlüğü olumsuz karşılık verince Milli Eğitim Bakanlığına yansımış. Bu kez Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel imzasıyla olay tamamlanmış. Önce olmaz cevabı veren okul müdürlüğü sonunda bizi 2 gün önce Ankara’ya gönderdi. O iki günümüzü, öteki bölümlerin matematik öğretmeni olan Gazi Lisesi müdür Hasan Özbay’la sohbet ederek geçirdik. Ayrılırken de Ahmet Yekta Madran’dan hem teşekkür aldık hem de gelecek yıl için daveti şimdiden aldık.
Biraz abartılı olmakla birlikte anlattıklarım doğruydu. Oyuncu izcilerin başındakiler bizden memnun ayrıldılar.
Yatınca da Ankara’da geçirdiğimiz dört günü ayrıntılarıyla düşündüm. Sonuç olarak güzel ama deneyimsizlik konusunda tam bir ders sayılır. Özellikle ilk iki günü boşu boşuna geçirdik. Neden? Neden olacak? Ne yapacağımızı bilmemekten. İşte bu da bir deney konusu.
Birden Ahmet Yekta Madran’ın boylu boyunca yatışını anımsadım. Ona öykünerek sırt üstü uzandım. Yaptığıma gülümsedim. Öylece uyumuşum.