Göç Söylentileri
20 Aralık 1938 Salı
Herkes kalkmış, tuvaletten sesler geliyor. Çok geç değil, koşup arkadaşlara yetişiyorum. Çoğunluk kahvaltıya gitmiş. Öğretmenlerin çoğu kahvaltıda. Fikret Madaralı Ahmet Gürsel Sabit Soysal, Adem Gürçağlayan, Ömer Tunalı, Nazmi Aybar, Namık Ergin, Hamdi Bağ, Salih Ziya Büyükaksoy. Fikret Madaralı Halil Basutçu arkadaşımızı çağırttı. Halil gitti. Biz arkasından, “Bugün de ders mi yapılır?” diye söyleniyoruz! Halil dönünce kendi masalarındakilere bir şeyler söyledi. Arkadaşlar sevinç belirtisi içinde güldüler. Herhalde iyi bir haber var. Belki de duyduklarımızın hepsi yanlış, okulumuzda kalacağız.
Kalkınca durum anlaşıldı, Öğretmen ders değil konuşma yapacakmış, öğleden sonra da okul müdürü açıklama yapacakmış. İçimdeki eziklik bütün bedenime yayıldı. “Yazık!” İlk geldiğim günün sabahı, Fikret Madaralı, bana “Evrakların tamam değil, git tamamla gel kaydını öyle yaparım!” dediği zamanki düş kırıklığımı anımsadım. Sanırım o zamanki umutsuzluk bu günkünün yanında çok küçük kalır. O zaman, “Gittim, almadılar, döndüm!” demek gibi bir savunma haklılığım vardı. Şimdi, hiçbir haklılığım yok, benim değil okulumun yok. Olmayan bir okulun öğrencisiyim. Arkadaşları iyice küçük görmeye başladım. Kıvır zıvır sorularla vakit geçiriyorlar. Nereye olsa gitmeye razılar. Çoğunu evlerine gönderseler, daha mutlu olacaklar. İçlerinden bazıları şaka da olsa “Bizim köye gitsek iyi olur!” diyenler oluyor. Gülmek değil içimden ağlamak geliyor, bu tür sözlere.
Zil çaldı, Öğretmen biraz gecikerek geldi. Elinde gerçekten kitap yoktu. Halil arkadaş da bir şey getirmemişti. Öğretmen “Günaydın!” dedikten sonra gülümseyerek bize haritayı gösterdi. Göç Yolları haritası’nı. “Bakın!” diyerek söze başladı. İçimden bir sevinç geldi. Ben de aynı şeyleri düşünmüştüm. Öğretmen göçleri öyle güzel anlattı ki, o yollarda gezmiş gibi yaşadım. Birden kesti, Trakyalı olduğumuzu anımsatarak, Plevne, Balkan, Dünya Savaşı sonlarındaki bozgunları anımsattı. Arkasından yeni bir büyük savaşın belirtilerinden söz etti. Sözü askerlerin çektiği sıkıntılara getirdi. “Onlar sınıra yakın olmak zorundalar, bizse nerede olsa oturabiliriz, halkımız askerimizin dinlenebilmesi için evlerini veriyor, zaten askere ait olan bir okulu biz bırakıp gidersek bunu üzüntü yapmaya hakkımız olamaz!” O denli, içten o denli duygulandırıcı bir sesle konuştu ki, demin ayrılacağım için içimden ağlayan ben, “Ne duruyoruz, hemen boşaltalım!” diyecek ölçüde etkilendim. Arkadaşlara baktım, onlar da öyle, yüzleri düzelmiş, iki gün önceki gibi canlı güleç, şakalaşmak için sabırsızlanıyorlar görüntüsü veriyorlardı.
Fikret Madaralı bir ara susunca Sami Akıncı söz istedi. Sami bu konuda da hepimizden hesaplı tavır gösterebiliyor. Sakin sakin sordu, “Gideceğimiz yeri bilememek bizi üzüyor, yoksa biz Öğretmenlerimizle, birlikte olduktan sonra her yere severek gideriz!” dedi. Fikret Öğretmen, “Şimdi bir okula misafir olarak gidiyoruz, esas yerimize yazın geçeceğiz. Müdür Bey size bu konuda gerekli açıklamaları yapacak. Ben, sizlerin olaylar karşısında huzursuz olmamanız için ön bilgiler vermek istedim. Müdürümüz Nejat İdil, yetkili olarak sizinle etraflıca konuşup gelecek için düşüncelerini söyleyecektir. Sizle, geleceğinizle ilgili olan bu değişiklikleri iyi dinleyip ona göre tavır takınmalısınız. Zaten okul yönetimi babalarınıza durumu bir mektupla bildirecektir. Daha doğrusu yasal olarak bildirmek zorundadır.” Biraz yumuşamış olarak kendi kendimize yorumlar yapmaya başladık. İçimizden bazıları okulu bırakmaktan söz etmeye başladı. Benim böyle bir niyetim olmadığı gibi, “Git!” derlerse diye beliren korkum nerdeyse yüreğime inecek.
Sabit Öğretmen geldi. O da çok üzgün, belli. Üzülüp üzülmediğimizi sordu. Yanıtları beklemeden “Ben sizden çok üzgünüm!” deyip geçti. Onun söylediği yenilik derslerin bir hafta yapılamayacağı oldu. Fırsat bulunca geçmiş konuları okumamızı öğütledi. Zili beklemeden ayrıldı. Yemekten sonra Müdür beyin konuşacağını söylediler. Hayret ettiğimiz de nereye gideceğimizi tüm Öğretmenler bildiği halde hiç kimse açıklamıyor.
Sonunda Müdür bey konuşmasını yaptı, gideceğimiz yer öğrenildi: Alpullu. Ben Pınarhisar olursa çok üzüleceğimi söylerken daha sevimsizi oldu, Alpullu. Alpullu, benim köyüme benim yürüyüşümle 4 saat. Oraya en az yüz kez gittim döndüm. Bizim köy, pancar ekici olarak fabrikanın merkez bölgesindedir. Pancarlar çıkarılınca fabrikaya teslim edilir. Biz yıllardır, (10 yıldır) ürettiğimiz pancarı fabrikaya taşıdık. Ancak çok ektiğimiz üç yıl kasım ayından sonrakileri Kavaklı’ya aktarmalı olarak teslim ettik. O bölgenin kontenjanı eksik kalmış, onu tamamlamak için bizim fazlaları oraya eklemiştiler.
Acı tatlı anılarım olduğu için herhalde Alpullu’ya gidişimize çok üzüldüm. Okulu biliyorum. Bizim pancar yolumuzun üstündedir. Bizim pancarcılar geçerken onları göreceğim. İyi de onlar beni çalışırken görünce kimbilir neler düşünecekler. Bir bakıma da çok iyi, köye gidip gelirken rahat edeceğim, istediğimi köyden zamanında getirtebileceğim. Önceki üzüntüm giderek azaldı, Babaeski çok yakın, ailemizin en yaşlısı Elfide halam orada, onlara sık sık gidebileceğim. Müdür Bey, Alpullu’da konuk olarak kalacağımızı, yazın oradan da bir başka yere gideceğimizi, ancak buranın daha kesinlik kazanmadığını, durum belli olunca önce bize bildireceğini sözlerine ekledi.
Hava soğuk olduğu için koridorda toplanmıştık. Dersliğe dönünce Namık Öğretmen geldi, yarın sabahtan Yapıcılık atölyesinde toplanacağımızı, işbölümü yapıp yol hazırlığına başlayacağımızı, söyledi. “Kültür derslerimiz paydos mu?” diye soran bir arkadaşa: “Akşamları gelebilen Öğretmenlerle azar azar onları da yapacaksınız!” diye bir kaçamak yanıt verdi.
Bundan, “Bir hafta dersler kesildi, demektir!” anlamını çıkararak, hiç kimse ile konuşmadan yerime oturdum, Tarih kitabından İskitleri, Topaları, Batı Hunlarını, Romalıları okuyorum. Ogüst karşıma çıkıyor. Ogüst deyince A’yı anmamak elimde değil. Şimdi gene ona yakınlaşıyorum. Bir gün karşılaşırsam, o bana nasıl davranacak, ben ona nasıl bakacağım? Onun durumunu o bilecektir, gönlü nasıl isterse öyle olacak. Ya benimki? Ben nasıl davranacağımı biliyor muyum? Onun köylüleri de Alpullu’ya gelince okulun önünden geçecekler. Onları görüp konuşmamazlık edemem. Konuşunca öteki arkadaşları soracağım gibi O’nu da rahatlıkla sorabilecek miyim? Gidip kalacağımız okul bizim köylerin yolu üstünde. Yakın demek bile fazla, bahçeden çocuklar bizim arabaların önüne çıkıyorlardı. Geçerken bakınca, dersliklerdeki Öğretmenleri görüyordum.
İsmet’le iki gündür konuşmamıştık. Benim çok üzüldüğümü anlamış, daha çok üzmemek için gelip rahatsız etmemiş. Geldi, Alpullu hakkında bilgi aldı. Alpullu’yu çok iyi bildiğimi daha önce söylemiştim. İsmet’in köyü de yakınlaştı ama o gene trenle gidecek. Belki bir saat fark eder. Çünkü Babaeski-Kırklareli arası trenler özel tarifeli, günün belli saatlerinde oluyor, tıpkı Edirne –Karaağaç arası gibi. İsmet bizim köyden giderse 8 saatte köyüne varır, Alpullu-Çeşmekolu 4 saat, Çeşmekolu-Kızılcıkdere 4 saat (yaya olarak)
Uyumuşum. Uyanınca bir çok rüya gördüğümü anımsar gibi oldum ama tam olarak hiç birini anımsayamadım. Alpullu söz konusu olduğu halde orayla ilgili hiçbir şey görmedim. Sanki orasını görmemişim gibi bir duyguya kapıldım. Alpullu yerine yöresine ait anılarımın yerine yabancı rüya görüntüleri yerleşmiş gibi kafamın içi iyice karıştı. Gideceğimiz okulun bina biçimi bile değişmiş gibi geldi. Binanın yerine yüksek binalar gelip oturmuştu. Görmediğim, bilmediğim yerler, o yerlere serpilmiş binalar. İyice uyanınca azıcık toparlandım.
21 Aralık 1938 Çarşamba
Arkadaşların çoğu kalkıp sessizce aşağıya inmişler. Her zamanki sesler yok. Kahvaltıda da bir sessizlik var. Her zaman bizim seslerimizden Öğretmenlerin konuşmaları duyulmuyordu. Tersine döndü, Öğretmenler sanki yüksek sesle konuşuyor, ne dediklerini ayan beyan duyuyoruz. Salih Ziya Öğretmen’in, “Beyler, orada ev durumları hakkında bilgisi olan var mı?” dediğini hepimiz duyduk. Birden anımsadım, tam okulun karşısında bahçeler içinde, çok güzel evler vardır. Ben ilk radyo sesini o evlerde duymuştum. Tartı için sıraya giren pancar arabaları uzun zaman yolda beklerdi. Okul önünde beklerken şarkıları dinlerdim. Şarkıları dinlerken anlamamıştım. Şarkılar kesilip birinin konuşması başlayınca şaşırmıştım. Olayı bilenler açıklamıştı. Çalanlar plak değil radyo sesiymiş. Bu olaydan sonra okul önüne geldikçe arabamızın biraz daha beklemesini ister, o evlerden gelecek sesleri beklerdim. Bir kaç kez rastladım. Bir keresinde bir adam top oyuncularını anlatıyordu. “Topu ayağından kaçırdı, top dışarı çıktı!” diye avaz avaz bağırmıştı. Sonraları hep sordum soruşturdum, doğru bilgiyi Kırklareli’ne Hasan Amcamlara gittiğimde öğrendim. Bizim gramofon büyüklüğünde bir kutu. İğnesi, aynası yok ama tellerle sarılı bir kutu. Sesleri teller veriyormuş.
Derslikte herkes yeni haberler bekler durumda. Kadir, Mehmet Aygün, Alpullu’yu anlatıyorlar. Mehmet Yücel benim soyadımla Alpullu arasında bir bağlantı kurmuş bana, “Bizi oraya sen götürüyorsun!” deyip gülüyor. Alpullu benim köyüme yakın olduğu için ben öyle istemişim. Mehmet Yücel arkadaşın bu şakasını anlamayanlar, Edirne grubu olarak saydığımız arkadaşlar, Edirne’den uzaklaşıldığı için sinirlenmişler. Mehmet Yücel onlara yanıt veriyor: “Siz Edirne’de mi otuyorsunuz?” En çok sinirlenen Hüseyin Serin arkadaşımız, köyünden uzaklaştığından yakınıyor. Mehmet Yücel kahkahalarla gülerek, elinde cetvelle İbriktepe köyü ile Edirne arasını ölçüyor. İbriktepe Edirne arası 6 cm., İbriktepe Alpullu arası 4 cm., Meriç Edirne arası 4 cm., Meriç Alpullu arası 3 cm. Çöpköy Edirne arası 4 cm., Çöpköy Alpullu arası 2 cm. Hepimiz gülüyoruz. Cetveli alıp köylerinin Edirne’ye uzaklığını ölçüyorlar. Hepimiz şaşırıyoruz, Edirne’ye en yakın İneceliler, Abdullah Erçetin Arif Kalkan, Yakup Tanrıkulu. Oysa bunlar Kırklareli grubundan. Çünkü İnece Kırklareli iline bağlı. Sami Akıncı ile İbrahim Tuzpahacı’nın Köyleri Bayramlı, Kurtbey köyleri de Alpullu’ya çok yakın. Böylece “Edirne, Edirneli arkadaşlarımızdan zaten uzakmış, üzülmeye değmez!” diye bir teselli sonucu çıkardık. Bir süre gülüştük. Kesin olan şimdi Alpullu’ya en yakın Babaeski-Karağlı ya da bir başka adıyla Karacaoğlan köylü 4 Mehmet Aygün, ondan sonra Kadir Pekgöz, arkasından ben.
Biz bunları tartışırken Namık Öğretmen geldi, sessizce aramıza girdi. Biz susunca “Ben sizi üzgün göreceğimi sanırken, neşeli buldum, buna sevindim. Neşe en gerekli gıda sayılır. Kentler, köyler, okullar çalışanlar için geçicidir. Biz devlet görevlisiyiz, gelecekte siz de öyle olacaksınız. Buna şimdiden kendinizi alıştırmaya çalışın. Bir Atasözümüz vardır, ‘İnsanlar doğduğu yerde değil doyduğu yerde yaşarlar!’ ya da buna benzer bir söz. Bizlerin yaşamı bu doğrultudadır. Biz şimdi atölyemize gidip işbölümü yapacağız. Arkadaşlar orada toplandık. Siz burada bizden haber bekleyeceksiniz. Arkadaşınız Halil Basutçu bizim habercimiz olacak, o ne derse siz ona uymaya çalışın!”
Namık Öğretmen hızla derslikten ayrılıp çıktı. “İşbölümü!” Biz gene varsayımlara daldık. Alpullu’da şekerin çok olup olmadığı, daha ucuz olup olmadığı uzun uzun tartışıldı. Fabrika bize özel şeker çıkaracak, fabrika müdürü her hafta gelip bize şeker dağıtacak. Bunlar yetmiyor, fabrika müdürünün kızı birimize aşık olacak. Bu olasılık kesinleşiyor ama kime olacağı sorulunca kıyasıya tartışma başlıyor. İsmet kahramanca ortaya çıkıp adaylığını açıklıyor. Onu tutanlar alkışlarken karşı olanlar fısıltılarla Sami Akıncı’yı aday gösteriyor. Sami sinirlenip tepki gösteriyor. “Ben size kaç kez dedim, beni şu beş para etmez şakalarınıza alet etmeyin!” İsmet’e karşı olanlar bu kez Mustafa Saatçi’yi öne sürüyorlar. Mustafa Saatçi kabul ediyor. Mehmet Yücel İsmet taraftarı, hemen bir kulp takıyor, Mustafa Esmer, kızlar esmerleri sevmiyormuş. Buna hepimiz inanmış gibi kırılasıya gülüyoruz. Mustafa en çok gülenlerin başında, adaylığını geri çekip İsmet’i destekliyor. İsmet bu kez Mustafa’yı sağdıç yapmaya söz veriyor. Kızın arkadaşını da Mustafa’ya şimdiden söylüyor.
Tartışmaların tam burasında Halil Basutçu geldi, elinde bir liste, on arkadaşın numarasını okudu. İçlerinde benim de bulunduğum on arkadaş Marangozluk Atölyesine gittik. Naci İnan Öğretmen bizi karşıladı. Naci İnan Öğretmen kederli bir sesle “Siz mi şanssızsınız yoksa ben mi?” diye sorduktan sonra “Sizinle burada güzel çalışmalar yapacağımızı düşünmüştüm. Gideceğimiz yerde de yapacağımızı umuyorum ama buradaki hayallerim gerçekleşmediği için çok üzüldüm. Bunu sizden saklamak istemiyorum. İşte, kendi ellerinizle sıraladığınız, çekip çekip rendeleyerek güzel işler çıkaracağınızı düşlediğim tahtalar size bakıyor. Onları çekip şimdi eşya sandığı yapacağız. İlk işimiz sıra ile o yığını şu köşelere, dört köşeye sıralamaktır. ikişer ikişer, çarpıp kırmadan dört öbeğe bölüştürelim.” Öğretmen, Salih Baydemir’le beni yanına çağırdı. Kalan sekiz arkadaş ikişer ikişer tahtaları dört yere dizmeye başladı. Biz Öğretmenle aletlerin bulunduğu bölüme geçtik. Öğretmen bir kollu testere aldı, gerdirdi. İkinci bir testere daha aldı onu da gerdirdi. Dış kapıya yakın büyük tezgaha geçtik. Bir başta Salih bir başta ben olmak üzere tahta kesmeye hazırlandık. İşimiz, dört metre boyundaki tahtaları birer metre olmak üzere düzgün kesmek. Gönyesinde çizip kesmeye başladık. Testereyi çok iyi kullanıyorum ama kestiğim taraf son dakikada yere eğilip düşüyor ucundan bir bölümü kırılıp bozuluyor. Aynı durum Salih’in de başının derdi oldu. “Ne yapalım?” Öğretmen ikimize de bakıp “Kafalarınızı çalıştırın!” dedi. Küçük iki tezgahı yanlara koyduk, uçlar düşmeden tezgah üstünde kaldı. Öğretmen geldi, “Kafalar çalıştı!” deyip güldü. 20 tahtada on dakika mola yaptık.
Molalarda bizim dersliğin yanındaki musluklardan su içip geliyoruz. Birinde hemşireyle karşılaştım. Üzülüp üzülmediğimi sordu, üzüntümden ağladığımı söyledim. İnanmadı. Ben ondan sordum, “Sen üzüldün mü?” O da çok üzülmüş. Ben, “Alpullu çok yakın, trenle çok kolay!” dedim. “Kimin için söylüyorsun bunu?” dedi. “Senin için!” Güldü, “aa, ben gidemem, ben Edirne’den ayrılamam. Beni buraya bile zor gönderdiler, ailem asla bırakmaz!” dedi. Ben dengemi kaçırmış gibi titreyerek, “Eyvah!” diye bir ses çıkardım. O “Ne oldu?” diye benden sordu. Ben, yüzüne bakmadan, arkamı döndüm gittim. Öteki molalarda durmadan tahta kestim. Paydos zili çalınca devam ettiğimi gören Öğretmen, “Ne o hızını alamadın mı? Yarın da devam edeceğiz!” dedi, beni durdurdu. Kafamda, Hemşire M’ye hiçbir şey demeden ayrılmam, çakıldı kaldı. Ne demek istedim? Öğretmen Naci İnan Öğretmen: “Hasan Çevik arkadaşımız, dün Alpullu’ya gitti, akşam gelecek, bize bilgi getirecek, yeni atanan Resim Öğretmeni Ömer Uzgil, Alpullu’ya indi, oradaki işleri yürütüyor, niyetimiz olabildiğince çabuk gitmek, yarın sandıkları hazırlayıp doldurulmaya veririz.” Naci Öğretmenin arkadaşça anlatışını dinlerken bile kafamın içinde başka düşünceler dolaşıyor. “Edirne’den ayrılamam, beni bırakmazlar!” sözlerinin arkasında neler var? Bunları düşünmem gerekir mi? Gidip hemen şimdi konuşayım mı? Konuşmaya kalkışırsam ne söyleyeyim? Konuşmaya karar verdim. “Demin birden üzüldüm, bu nedenle konuşamadım. Size çok alışmıştım, ayrılışıma çok üzüldüm, kusura bakmayın!” diyeceğim.
Tekrar tekrar bunu içimden söyleyip revire çıktım. Hemşire beni gülerek karşıladı. Hazırladığım sözleri bitirmeden o konuşmaya başladı. O da bizlere çok alışmışmış, ayrılınca ağlayacakmış, ben iyi bir arkadaş olurmuşum, Ahmet Abi’den beni soracakmış. Ahmet Gürsel’in eşi de Öğretmenmiş, iyi tanışıyorlarmış. Ahmet Gökay da Alpullu’ya gidecekmiş. Belki bir gün onlara gelirlermiş. Hepsi güzel sözler, hepsi beni okşayan sözler. Seviniyorum, kendime güvenim artıyor, benim bir değer olduğumu anımsatıyorlar ama bir eksiklik olduğunu da hep duyumsuyorum. Bu eksiklik nedir? Başımı kaldırıp cesaretle yüzüne bakıyorum, “Ne kadar güzel bir yüzü var!” diyorum. Anlıyor, gülüyor, teşekkür ediyor. Niçin teşekkür ettiğini tam olarak bir anlasam! Bana, geldiğim için teşekkür edince gene geleceğimi söyledim. Sevindi, “Gel, bekliyorum!” dedi. Döndüm, “Ama Alpullu’da revire kesinlikle hiç uğramayacağım!” deyince katılarak güldü “İnşallah sağlığını korur buna gerek duymazsın, ben de bundan mutlu olurum!” Sesi o denli içten geldi, öyle yürekten söyledi ki, bu sesi kolay kolay kulaklarımdan çıkarıp atamam, daha doğrusu atmamalıyım.
Daha dirençli olarak dersliğe döndüm. Yeni yeni haberler, yeni yeni yorumlar. Kadir Pekgöz, Alpullu’yu benimsemiş, arkadaşlara anlatıyor. Dereler, tepeler, köyler, diyor ama hiçbirisinin adını anmıyor. Köyleri unutmuş herhalde, ben, onun burada bir köy var dediği yeri Pancarköy olarak adlandırıyorum. Az yukarıdaki köy, Müsellim, ondan sonra Hamitabat bitişiği Çeşmekolu. Kadir azıcık bozuluyor. Az sonra öteki konularda anlaşarak açıklamalar yapıyoruz. Kadir benim kadar Alpullu’ya gelip gitmemiş. Anladığım kadarıyla Kadir’in babası bizim gibi geniş çaplı çiftçilik yapmıyor. Köy imamı. Bizim üç ağabeyim 300 dönüm tarlaya verimine göre, her tür ürünü ekip topluyor. Yuvarlak olarak eksperler bizim payımıza 20 ton pancar yazarlar, en az bunu isterler, bundan eksiği ceza getirir. Fazlalık her zaman olur. Fazlalığa ceza yoktur ama, bazen bu fazla pancar Alpullu’ya değil Kırklareli-Kavaklı istasyonuna teslim edilir.
Bizim on kişilik grup bugün tüm gün olarak tahtalarla uğraştı. Öteki arkadaşlar da onar onar bölünmüş, büyük depoyu hazırlamışlar. Ne varsa tekrar elden geçirip, büyüklüklerine göre sıralıyorlarmış, yanlarına sandıklar gelince kolay konacakmış. Onlara da Öğretmenler, “On gün içinde gideriz!” demişler. Derslikteki konuşmalardan sıkılıyorum, bu kez coğrafya kitabını açtım. Mehmet Yücel arkadaşın şakaları bana bir gerçeği öğretti. Haritalar altındaki ölçekleri okumuştuk. Bunlar ne işe yarar, belli konumların aralarını ölçmek için bunlardan neden yararlanmıyoruz. Hüseyin Serin arkadaşın düştüğü duruma her zaman düşebiliriz.
Cetveli alıp İstanbul-Edirne, İstanbul, Kırklareli, Lüleburgaz, Babaeski, Tekirdağ, Çorlu daha sonra Alpullu’yu merkez yapıp, tüm Trakya il, ilçe aralarını ölçtüm. Ben ölçerken Sami geldi, sordu. “Bitirince bana da ver yazayım!” dedi. Buna çok sevindim. Bu çalışkan arkadaşla anlaşmak istiyordum. Bir sayfa dolusu ölçüm çıktı, bir sayfa daha yazıp Sami’ye verdim. Çok sevindi. Halil Basutçu benim merak sardıklarıma hep güler, bu kez gülmedi. Acaba Sami’nin de benimle olmasından mı, yoksa yararlı bulduğundan mı? Gene de “Köye giderken bu çizdiklerinden nasıl yararlanacaksın?” diye sordu. Kendi köyümden örnek verdim, Çavuşköyü yolundan gidersem bir saat daha çok yol yürürüm, iyisi mi Müsellim’den giderim, diye çizerek gösterdim.
Giderek arkadaşlar benden Alpullu hakkında bilgi edinmek için sıraya girmiş gibi durmadan soru soruyorlar. En çok sorulan da gideceğimiz okulun büyüklüğü. Benim yanıtlarım da hep bizim köyün yolundaki ilkokul üzerine. Eğer o ise, o çok küçük, Şimdiki okulumuzun büyük bölümü değil atölyeler kanadı kadar bir şey. Böyle deyince şaşarak, “Orası değildir, o kadarcık bir bina bizim eşyaları bile almaz.” Haydi, yeni varsayımlar başlıyor. “En iyisi fabrikayı boşaltıp bizi yerleştirmek.” Bu kez İsmet karşı çıkıyor, “Fabrika müdürü giderse, kızı da gider!” Fabrika boşaltma işinden vazgeçiliyor. En iyisi benim “Okul çok büyük, bizi ne demek, birkaç okulu daha içine alabilir” demem olacak. “Tamam!” Herkes rahat! Böyle diyorum ama okul gözümün önüne geliyor. İki katlı bir bina, gerçekten bizim okulun eşyalarını almaz. Belki de başka bir büyük okul vardır. Birden aklıma geldi, asıl üstünde durulması gereken olay, fabrikanın bacası. Baca öyle yüksek ki dört saat uzaktaki bizim köyden rahatça görünüyor. Her halde 100 metreden uzundur. Duman çıktığı zaman ucunda bulutlar oluşuyor. Böyle mi, değil mi? Bunlar aslında köydeki kahvemizde sık sık söylenen sözler.
Başka daha neler söylenirdi?Anımsadıklardan birisi de pancar tarlalarını gezip ne kadar pancar çıkacağını bilen adamlar. İkisini ben de tanımıştım, birisinin adı Mithat, öteki Mustafa idi. Mithat adını Kırklareli’deki Hasan Amcamın arkadaşı Mithat Beyden ötürü unutmadım. Diğerini de Eğitmen Mustafa ağabeyin adaşı olduğu için. Ama asıl unutulmaz tahminci olarak Şefik Bey denilen birisi tanınmıştı. Bu kimdi, ne zaman gelip ölçmüştü? Doğru dürüst bilip anlatan yoktu. Ama eliyle dikmiş gibi pancar tartılarını bilmiş, onun dediğinden bir dirhem eksik-fazla çıkmamış. Özellikle değişmeyen savunucularının başında Ali Ağabeyim geliyordu. Köyden başka birisi Şefik Beyden söz ederken Ali Ağabeyim orada ise ona dönüp, “Sensin Şefik Bey” der, söze öyle başlardı. Böyleyken, daha uzun konuşmalar, hep haksızlıklar, aldatılmalar üzerine olurdu. Örneğin benim tanık olduğum iki üç tanesini hiç unutmayacağım. Tokmaklı terazimiz vardı, bir küfe pancarı babam tarttı. Aynı küfe ile bir araba doldurdular. Bir küfe 50 kilo gelmişti. Arabaya 24 küfe dolusu pancar yerleştirildi. 1200 kg hesap edilip yazıldı. Bektaş ağabeyim gittiği zaman beni de götürüyordu. Bu kez de onunla ben gitmiştim. Öteki komşular olayı biliyor, ibretle izliyorlardı. Tartı için kantar beklerken, öğle paydosu verildi. Görevli kantarı öylece bırakıp yemeğe gitti. İlk sıralardaki komşular arabalarını arkaya alarak bizim arabanın önünü açtılar. Ağabeyim arabayı çekti, gerçekten 1280 kg geldi. Kurak havalarda araba darası yuvarlak olarak 100 kg. hesap ediliyordu. Ağabeyim 1180 kg . normal deyip arabayı arkaya aldı. Sıra eskisi gibi düzene sokuldu. Görevli geldi, tartı başladı. Büyük bir sessizlik içinde bizim arabanın tartısı beklendi. Görevli göstergeye bakmak gereğini bile duymadan yüksek sesle bağırdı “Daralı 900, darasız 800, geç!” Sessiz sessiz bekleyenler küfürlü sözlerle homurdanmaya başladılar. Görevli bir şeylerden kuşkulandı, söylenenlere sorular sordu ama bir yanıt alamadı. Sonuç olarak bir arabadan 300 kg makaslamıştı. O gün pancar teslim edenler, köye dönünceye dek, fabrikasına da, müdürüne de, kantarına, kantarcına da etmedik küfür, etmedik beddua bırakmadılar. Aradan uzun bir zaman geçmemişti, konuşmalar pancar eksperlerine gelip dayanmış, Ali Ağabeyim “Şefik Bey!” deyince bir vaveyla kopmuştu. Tıpkı o günkü yol konuşmaları gibi uzun uzun küfürler edilmiş, Alpullu Şeker Fabrikası görevlileri geldiği zaman, onlara yardımcı olunmaması, yiyecek verilmemesi hatta konuşulmaması için söz birliği edilmişti. Ali Ağabeyim susup kaldı, sonra da konuşanlara “Siz haklısınız, Şefik Bey benim kimim kimsem değil, buraya geldikçe iki söz ettiğimiz bir insan. Bundan sonra görmezden gelir geçerim!” deyip komşuların gönlünü almıştı.
Coğrafya kitabını karıştırıyorum. Mehmet Yücel’in anımsattığı uzaklıkları iyice bilmem gerekiyor. Ölçek: I/ 1000000:- 100=10000:-1000=10 km. 1 cm 10 km. gösterir. Önce büyük sayıyı km. yapıp 1 cm.’nin km. karşılığını bulup okumak. Tamam. Halil sordu. Bu kez doğru söylemedim, yapamadığımı öne sürerek ondan yapmasını istedim. Uğraştı uğraştı yapamadı. Sonunda “Yollar belli, bir vasıtaya binip gidilir!” diye bana yol gösterdi. “Ben yol bulmaya değil haritaları okumaya çalışıyorum!” diyemedim. Konuyu değiştirdim. Karşıda asılı haritalar var, biri Türkiye haritası, öteki Asya, Avrupa, Afrika kıtalarını gösteriyor. Türkiye haritası ötekinin iki büyüklüğünde, Neden? İşte ben bunu şimdi biliyorum. Yat ziline dek coğrafya kitabını karıştırdım. Arada Sami’ye bakıyorum, o hiç durmadan kitaba bakıyor, ağzını da kıpırdatmadan öyle bakıyor. Hilmi Altınsoy arkadaş geçen gün doğru söyledi. “Biz Mustafa Saatçi’ ya Hafız adı taktık ama bu yanlış oldu, Hafız’lık aslında Sami’ye yakışıyor. Arkadaş durmadan ileri geri sallanarak içinden okuyor. Herhalde buraya gelmeden önce ona kuran okutmuşlar!” Ben Kuran okuyan değil de üstünde çalışanları görmediğim için sustum. Ama Hilmi böyle söyleyeli beri bakıyorum, Sami uyuklar gibi sürekli kitaba bakıyor, okuyup okumadığı bile anlaşılamıyor. Ama derse kalkınca biliyor. Demek, okuduğunu anlıyor.
Yat zilini bekliyorum, demek üzereyken çaldı. Kalktım, İsmet arkamdan durdurmaya çalıştı, kolundan tutarak beraber yürütüp onu da götürdüm. Canı yeni hayat istemiş, aldı. Maksadı başka şey sormaktı ama benim daha çevik davranmam nedeniyle soramadı. Ben söyledim, “Hemşire bizimle gelmiyor, ailesi Edirne dışında çalışmasına izin vermiyormuş.” “Kendisi mi söyledi?” “Evet!”Ayrıldık. Ben gene gündüzki konuşmamıza döndüm. Ne konuşmuştuk? Uzanıp öylece uyumak istedim. Sanırım, uyumuşum, sabahleyin rahat kalktım.
22 Aralık 1938 Perşembe
Olaylara, dışından bakıp doğru görmeye çalışacağım. Öğretmenler ne güzel söylüyor, devlet nereye gönderirse oraya gideceğiz. Babamların, çok sevdikleri yerlerinden ayrılıp buralara gelmelerini düşündüm. Daha sonra da Balkan Savaşı başlarkentümTrakya halkı gibibenim ailem de gemilerle Balıkesir’e gitmiş. Şerife ablam Balıkesir’de doğmuş. Havva ablam henüz 3 yaşında imiş. Ailemin ne sıkıntılar çektiğini tam olarak bilemiyorum. Ancak rahat yüzü görmediklerini tahmin ediyorum. Böyleyken yaşamışlar, çalışmışlar, arkasından beni de büyütmüşler. Bunları anımsayınca yer değiştirmenin pek önemli sayılamayacağını, belki de daha iyi olacağını düşünmeye başladım.
Kahvaltıda arkadaşlar eski havalarına dönmüş gibi davranıyorlar. Öğretmenlerden Namık Ergin, Naci İnan, Hamdi Bağ, Nazmi Aybar kahvaltıya geldi. Birden elimdeki çay bardağına gözlerim takıldı. Ne güzel bardak. Bizim evde bu tür kahve fincanı var ama onlar küçük, yalnız kahve için kullanılıyorlar. Bunlar büyük. Tabaklar da öyle çok nazik şeyler, bunlar sandıklarla nasıl gidecekler? Herhalde çoğu kırılır. Fikret Madaralı birkaç kez, okul müdürü iki kez dikkatimizi çekmişti, Müdür Bey “Eğer hor kullanıp kırarsanız bunların yenisi alınmayacaktır. Bunlar şimdilerde hem yoktur, olsa bile çok pahalı olduğundan alınması zorlaşmıştır. Bunlar size Padişah saraylarından kalmış armağanlardır. İyi kullanırsanız, uzun zaman yararlanırsınız. Bakın, dikkatli kullanın, uyarması benden!” demişti. Bu uyarmalar çok etkili oldu herhalde, geleli beri iki kırılmaya tanık olduk. Biri masalardan toplanırken bir tabaktı, öteki de küçük sınıflardan bir öğrenci sıcak çay dolu bardağı düşürmüştü. Başka kırılan olmuşsa bile ben görmedim.
Kahvaltıdan sonra Salih’le buluşup atölyeye gittik. Naci İnan Öğretmen gelmişti. Biz kalanları kesmeye başladık. Öteki arkadaşlar gelmedi. Fısıldaşarak birbirimize sorarken Öğretmen anladı, onların dolap taşımaya başladığını söyledi. Yarın vagonlar okul önüne çekilecekmiş, bir taraftan yüklenme başlayacakmış. Biz bu haberi alınca mola vermeden kestik, gösterilen tahtaları bitirdik. Öğretmen “gelin bakalım, işiniz henüz bitmedi” deyip bize kalem kağıt verdi. Kestiğimiz tahtalar 25 cm. eninde, boylarını 100 cm. olarak kestik. Her sandık 12 tahtadan yapılacak; 3 alt, 3 kapak, 6 yanlar. Bunlara 3x3 cm. kuşak kesilecek, kuşaklar kaç cm . kesilmeli, her sandık için kaç tane hazırlanmalı? Ben kolayca her sandık için 8, boylarının da 75 cm. olması gerektiğini söyledim. Öğretmen yüzüme baktı, ben “Aferin!” beklerken bu kez Salih’e baktı. Salih, “4’ü 75, 4’ü 69 cm.” deyince ben şaşırdım, Öğretmen Salih’e “Aferin!” çekti. Bana “Usta sen kalınlıkları hesap etmedin, çakmaya başlayınca mı keseceksin?” diye sordu. Güldü, gönül alıcı sözler söyledi. “Biz Öğretmenler bazen kantarın topuzunu kaçırırız. Böyle olunca da tartılar iyi sonuç vermez, gene öyle oldu. Ben gene de sizi usta olarak düşünüyorum, işte bakın bir usta sorusu daha, hazır olun!” Elindeki çıtayı göstererek “Bunları daha kolay kesmek için ne yapmanız gerekecek?Aklınızı kullanın bakalım, nasıl kullanacaksınız?” dedi. Ben bu konuda kendimden çok Salih’e güveniyorum. Konuşa konuşa ortaklaşa bir kolaylık bulduk. 75 cm. lik iki parçayı işkencelerle, keseceklerimizin sığacağı genişlikte sıkıştırdık. 75 cm bitimini de yine bir parça ile kapattık. 75 cm. metrelik yere keseceğimiz çıtaları takıp takıp kesmeye başladık. Ben keserken Salih bu kez 69 cm’lik bir tane daha hazırladı, yarış yaparak gösterilen çıtaları bitirdik.
Bu sıra Hamdi Öğretmen geldi, üzgün, bir olaya canı sıkılmışmış. Naci İnan Öğretmense bizim buluşlarımızı anlatınca, üzüntüsünü attığını söyleyerek, bizi kutladı. Atatürk’ün bir sözünü anımsattı “Olanaklar, yok olduklarını bağıra çağıra söyleseler de sen onların ‘Yok!’ seslerinden bir şeyler kotararak şarkı yapıp, gönlünce söylemelisin!” Biz bilmiyorduk, Öğretmen açıkladı: “Sözü bilip bilmemek çok önemli değil, işte öğrendiniz. Önemli olan işlere o denli sarılmak, yıpratıcı etkilerden uzak durabilmektir.” “Biz de öyle yapacağız!” deyip güldük. Atölyeden çıkarken Ahmet Gökay bir faytonla kapının önüne kadar geldi. Çuvallar var, o indirmeye çalışırken biz koştuk, Ahmet Ağabey bizi uyardı “Dikkatli olun, içindekiler çividir, ellerinize batmasın!” Salih bana baktı, “Tamam, yarın sandıkları çakacağız!” Bizim işimiz artık belirlendi, sandıkları hazırlayacağız.
Dersliğe girince yeni duyurularla karşılaştık. Dolaplar sabah boşalmış olarak bırakılacak, eşyalarımız yatakların içine konup yorganlarla örtülecek. İsmet koştu geldi “Dayı, şekerleri ne yapacaksın?” “Az kaldı, yarın bitiririz!” İsmet bazen iyice çocuklaşıyor. Zühre teyzem İsmet’e sık sık “İsmet sen hiç büyümeyeceksin her halde, kardeşin Sabri büyüyüp ağabey olacak, sen yerinde sayacaksın!” derdi. Teyzem, İsmet’i burada görse “İyice çocuklaşmış!” der. Böyleyken dersleri iyi, Öğretmenlere kendini sevdiriyor...
Bu gece Tabiat Bilgisi çalışacağım. Can sıkıntısını üzerimden atacağım. Memeli hayvanlar. Maymunlar, Maymunsular. Etobur hayvanlar. Kediler, Sırtlanlar, Köpekgiller, Sansarlar, Ayıgiller, Böcekçiller. Kedileri hiç önemsemiyordum. Meğer kedilerin akrabaları ne çokmuş, aslanlar, kaplanlar, kaplanların da değişik şekilleri. Sırtlanları da aslanların bir türü sayıyordum oysa kitabımız onları ayırıyor. Köpekler de öyle, hepsi köpek ama başka başka. Benim bildiğim birkaç tür köpek var. Çoban köpeği, ev köpeği, bir de av köpeği, yani tazılar. Tazılar, yüksek, ince belli hayvanlar...
Bizim köye sonbaharda ava gelirler. Çoğunlukla Yahudi tanıdıklar her yıl gelirler. Lüleburgaz’dan Yuda, Bünyamin, Elezer Usta, Sütçü Mişon, İstanbul’dan daha çok onların arkadaşlar, Kırklarelili Rıdvan Umay’ın arkadaşları, gelip bir iki gün kalıp giderler. Yanlarındaki av köpekleri çeşit çeşittir. Göstererek “Bu avı kovalar, bu vurulan avı alıp getirir, bu keklikleri uçurur, bu tavşanların yuvasını bulup ürkütür!” diye köpekleri tanıtırlardı. Köpeklerin boyları da yaptıkları işler gibi çok değişiktir. Ben bizim çoban köpeği Kara’yı gösterip “Hepsine bedeldir, kurtları kaçırır, oysa kurtlar görse sizinkileri lokma lokma parçalar!” derdim, gülerler ”Bizim kurtlarla işimiz yok, biz daha küçük korkak hayvan avcısıyız!” derlerdi.
Halil okuduğum kitabı sordu, kitaplar toplanacakmış, unutmuştum, hemen açıp okumaya başladım. İşte bir tutarsızlığım daha. Günde yirmi sayfa okuyup bitirecektim, 120 sayfa, şimdiye dek çoktan bitmeliydi. Hızlı hızlı okumaya başladım. Ne tuhaf, burada Beyaz Zambak denilen çiçeklere bizim köyde “Lale” diyorlar. Çok güzel kokarlar. İlginç bir ekilme biçimi var. Salih Ziya Öğretmene anlatacağım. Lale dediğimiz beyaz çiçek kamış gibi yükseliyor. Bir metre olana dek, sıra sıra yapraklarla örülmüş gibi yükseldikten sonra iğde büyüklüğünde tomurcuklar çıkarıyor. Tomurcuklar önce yeşil sonra sonra beyaza dönüyor. Ucundan büyürken ilk beliren tomurcuklar açıyor. Açılınca yapraklar yıldız şeklini andırıyor, ortalarında da portakal rengi, dokununca boya çıkaran iplikçikler oluyor. Tümüyle açılınca tıpkı yaprakları gibi yarısı çiçekli bir görünüm alıyor. Açıldığı zaman kokusu çok uzaklara gidiyor. Bizim bahçelerde yetiştiriliyor ama kimse koparmıyor. Gül gibi ele alınıp koklanamadığı için bilenler koparmayıp, koklayıp geçiyorlar. Çiçekler solduğunda çubuk sap toprak üstünden kesilerek bir kurulukta saklanıyor. Kış boyunca sararmış, cansız olan saplar ilkbahar gelince yaprak yerlerinden sarımsak dişi gibi beyaz dişler çıkarıyor. Kuru saplarda tıpkı sarımsak dişi gibi yaş dişler. Ekmek isteyenler o dişleri ekince kısa zamanda laleler (Beyaz Zambaklar) çıkıp büyüyor. Bizim köyde mayıs ayında yetişip açarlar. Köyde en çok biz ekeriz. Babam çok sever. Başkalarına da sevdirmek için över “En Kahraman Çiçek Laledir!” der. Babama göre yetiştiriciyi zahmete sokmamak için kuru sapından tohum veren başka bir çiçek yokmuş. Ekecek olanlar başka çiçeklerin tohum ya da fideleri için bir yığın zahmete girermiş. Oysa laleler, kuru sapından tohumunu verirmiş. Babam gülerek, “Avanak takımı ekim zamanını unutunca, o, beyaz dişlerini göstererek, vaktin gerektiğini bildirir!” derdi.
Derslikte oturuyoruz. Yemek zili gecikti herhalde, Mehmet Yücel, İsmet, İdris, Mustafa bir takım olasılıkları ortaya döküyorlar. Aşçıbaşı Ahmet usta okulun kapanmasına kızmış, Edirne’ye gitmiş. Hayır öyle değil, Ahmet usta kızmış, yemek kazanlarını delmiş. Birisi, olmadı, yemek kazanlarını devirmiş, Küçük Hasan bilgiç bilgiç; “Devrilen Kazan, Mehmet Turhan Tan!” diye bağırıyor. Böyle bir kitap varmış, hepimiz gülüyoruz, “Nerede o kitap, gidip Ahmet ustaya okuyalım!” Tam bu sıra zil çaldı, güle oynaya yemeğe gittik. Arkadaşlar kalabalık gruplar halinde, bir çok haberi alıyorlar ya da birbirini rahatça kandırıyorlar. Biz iki kişi. Gene de bizden daha sağlıklı haber bekler halleri var. Salih konuşmaya başlarken herkes susuyor. Ben biz söylesem arkasını bekler duruma giriyorlar. Hasan Çevik Öğretmen Alpullu’dan dönmüş. Hepimiz dikkat kesildik. Yemekten sonra hangi depoya gidecekse oradaki arkadaşlara bilgi verecektir. Ben telaşlanmıyorum, “Nasıl olsa buradan ayrılacağız, nereye gitsek fark etmez!” diyorum. Ancak üzüntüm giderek artıyor, gün günden de içimi yakıyor.
Yemekten sonra dersliğe giderken önünden geçtiğimiz kitaplık salonu kapısı açıktı, kapıdan baktık, salon malon yok, bütün eşyalar büyüklüğüne küçüklüğüne göre sıralanmış. Salih, “Bunlar bizim sandıkları bekliyor!” dedi. “Vay canına, sahiden gidiyoruz!” deyip arkama dönerken Namık Öğretmen gülerek; “Sahi gidiyor musunuz? Ben sizin burada kalacağınızı sanıyordum, bizimle gelişinize sevindim!” dedi, eliyle başıma dokundu. Salonda çalışanların başında Namık Öğretmen varmış, yemekten sonra hemen gelmelerini söylemiş. Biz çıkarken onlar girdiler. Derslikte oturduk. Yeni bir bilgi yok, herkes birbirinden haber bekler gibi. Namık Öğretmen hemen işbaşı yaptığına göre Naci İnan öğretmen de atölyeye gelmiş olabilir düşüncesiyle biz de gittik. Gerçekten Naci İnan Öğretmenle Hamdi Bağ Öğretmen gelmiş, Salih’e “İki arkadaş daha alalım!” dediler. Salih Harun Özçelik’le Halil Basutçu’nun adınıverdi. Halil’i seçmesine sevindim. Hamdi Bağ Öğretmen bir pusula yazdı, Salih’e verdi. Az sonra arkadaşlar geldi. Kısa bir açıklamadan sonra çakmaya başlandı. Öğretmenlerin ikisi de biri Halil’i biri Harun’u aldı, ikisi de çakmaya başladılar. Biz bir süre daha kesim işiyle uğraştık. Kesme bitince biz de çakmaya başladık. Öğretmenlerin çalışmasına hayretle, ibretle baktık, dakikada bir sandık çıkarıyorlar. Bizim çakmaya başlayışımızı gören Öğretmenler kendilerine gülerek mola verdiler. Bu arada ben işkence kullanmayı da öğrendim. Rahat çakabilmek için işkenceyle tutturmak büyük kolaylık sağlıyor. Naci Öğretmen bize, “Çivi çakmak el alışkanlığı ister, her insana böyle bir fırsat her zaman düşmez, bu fırsatı değerlendirin, çivi çakmanın püf noktasını keşfedin!” dedi. Yeni bir söz, “Püf noktası!” Bunu Naci Öğretmene hemen soramadım. Salih, “üzülme Salih Ziya Öğretmene sorarsın” dedi. Ne zaman sorarım? Öteki arkadaşlar biliyor mu acaba? Namık Öğretmen’in yanında çalışanlardan bir grup geldi, sandıkları aldı. Yaptıklarımızın hemen hepsi o saat taşınıyor...
Zil çalınca Hamdi Öğretmen hepimize teşekkür etti, yarınki işimizi açıkladı, farklı ambalajlar için yarın değişik çalışma yapacakmışız. Ambalaj sözüne takıldım, hiç duymamıştım. Halil, yük; Salih, paket; Harun, sarılmış, bağlanmış eşya dedi. Anladım! Bizim sandıkları kapatmada da çalışacağımız anlaşıldı. Kapaklar atölyede kaldı, sandıklar doldurulunca gidip kapatılacakmış. “Yük taşımaktan iyidir!” deyip seviniyoruz. Salih haklı olarak, “Biz ustayız!” diyor. Gerçekten Salih, bence usta.
Paydos olunca büyük salona uğradık, tüm salon toplanmış, yarın kapatılıp vagonlara yüklenecekmiş. “Kim yükleyecek?” Namık Bey, soranlara, “Yükleyici gelecek!” demiş. Taşıma işlerine ayrılan arkadaşlar bu sözü duyunca sevinmişler. Bizim yaptığımız sandıklar küçük ama bazı yükler gerçekten zor taşınır. Büyük dolaplar, masalar, atölyelerdeki tezgahlar zor taşınır. Beni, “Yarın vagonlar gelecek!” sözü bir daha üzdü. Okula gelirken Lüleburgaz istasyonunda trene bindim, arkama bakmadan buraya gelmiştim. Şimdi gene buradan aynı şeyi yapacağım. Yapabilecek miyim? Burada yardımcı, bağlandığım arkadaşlarım var, daha kolay olur!” diye düşünüyorum, arkasından bir üzüntü içimi sarıyor.
Dersliğe gittim, kimi arkadaşlar, üzüntülerini atmış nerdeyse şıkır şıkır oynuyorlar. Hasan Çevik Öğretmen ev bulmuş, öteki Öğretmenlere de “Ev bulunabiliyor, ama biraz uzaklarda olabilir!” demiş. Benim aklıma takılan, acaba benim bildiğim okula mı gideceğiz? Bu konuda kimse açık bir bilgi sahibi değil. Derslikte kitap okumaktan başka yapacak bir iş yok. Okuyorum. Okuyup dururken Hasan Üner’in öğledeki sözü aklıma geldi, “Devrilen Kazan!” Nasıl bir kitap ki? Onu da mı okumuş acaba? Sordum, tamamını okumamış, kalınca bir kitapmış, “Sen okuyamazsın!” dedi. Neden okuyamayacağım? Kitaplık açılır açılmaz alıp okuyacağım. Beyaz Zambaklar Memleketinde bitmek üzere, on sayfa kaldı. Kesin yarın bitecek.
Zil çaldı, bu akşam erken gitmiyorum. Derslikten en sonra çıkacağım. Bir de böyle denemek istiyorum. En son yatanlardan biriyim. Emrullah’la Hüsnü her gece geç yatıyormuş. Hüsnü “Uyuyamıyorum!” diyor. Üzüldüm, evinden, kardeşlerinden, arkadaşlarından uzak, onları düşünüyor besbelli. Kendi kendime utanç duydum. Evimde herkes iyi, A ya da C diye tutturup uykularımı kaçırıyorum. Durup dururken burada da kendime bir dert edindim. Belli ki bunu ben yapıyorum. Karşımdaki bir şeyler düşünse bile kolayca sıyrılabiliyor. Bense uzatıp gidiyorum. İşte ayrılıyoruz, o benim gibi düşünse üzülür. Üzülse bile belli etmiyor. Demek bunlar olağan şeyler. Mustafa Ağabeyin mektubunda da benzer sözler geçiyordu. Sevgi bazen, daha köklü duygular karşısında geriye çekilebilirmiş. Okul taşınıyor, ben hala “Neden gidiyorum?” diye kendi kendime soru soruyorum. Kendimi toparlayarak, biraz da azarlayarak uyumaya, hiç bir şey düşünmemeye karar verdim. Aklıma geldi, ezberlediğim şiirleri tekrar ettim. Gemiciler’de iki yeri karıştırdım, Akdeniz’den Geçerken’i su gibi okuyorum. Gene Kemalettin Kamu’nun Annesine Mektup şiirini yazdım. Çok acıklı bir şiir, asker mektubu. Bana annemi anımsattığı için okurken ağlıyorum. Bunu ezberlemem zor olacak. Ezberlesem de başkasına sesli okuyamam her halde! Askercik annesini bir daha göremedi mi acaba? diye düşünüp ağlıyorum. Biliyorum bu bir şiir ama, biri bunu yaşamış olmalı. Savaşta ölen askerler hep böyle değil mi?Ali Amcam Çanakkale’de ölmüş, yengemle bir oğlu kalmış. bu şiir bunları anımsatıyor.
23 Aralık 1938 Cuma
Tam vaktinde kalktım. İsmet’le beraberiz. Yeni hayatları bölüştük. Salih’le Halil’e de verdik. Artık yeni hayat yemek yok. Halil, “Bundan sonra şekerin kaynağına gidiyoruz, taze şekeri fabrikadan yiyeceğiz!” diyor. İçimden Alpullu’yu geçiriyorum, beş on bina, iki kesişen yol, yüpyüksek bir baca, tepeye serpilmiş evler. Ortalıkta şeker meker diye bir şey yok. Yıllarca araba araba pancar taşıdık, şeker meker görmedik. Fabrika açıldığı yıllarda hediye paketler halinde şeker verilmiş. Söylentisi günümüzde de bitmedi, pancar ekmeyen açıkgözler paketleri toplamış, pancar ekenlerse hava almış. Bu yöntemi yürütemeyince bu kez tohum alıp pancar ekenlere şeker vermeye başlamışlar. Bu kez de sahte pancar ekiciler türemiş, sonunda bu işten tümden vazgeçmişler. Bir ara ekiciler pancar parası alanlara verilmesini önermişler. Ona da fabrika yönetimi karşı olmuş, uzak ödeme yapılan yörelerde sorunlar çıkıyormuş. Bu nedenle şekerler büsbütün kapalı duvarlar ardındadır, bizim şekerleri görmemiz kolay olmayacaktır. Ben gene de arkadaşlara bir öneride bulundum. Bizim köyden sık sık gelenler olacaktır. Bana pancar pekmezi getirdiklerinde şeker yerine bölüşüp yeriz!
Kahvaltıda, kültür dersleri Öğretmenlerinden kimse yok. Arkadaşlar, “onların kendi evleri, sorunları vardır, onların halledilmesiyle uğraşırlar” diyorlar. Hamdi, Namık, Naci Öğretmenler bekar. Hasan Çevik Öğretmen gitmiş ev tutmuş, anne-babası yanındaymış, onlar evlerini taşımış bile. Kahvaltıdan sonra derslikte toplandık. Kimi arkadaşlar “sıralar gidince nerede oturacağız?” diye soruyorlar. Yanıtlar hazır, arkadaşımız Mehmet Yücel “Arkadaşlar ya orada ya da burada birkaç gün yere oturmak zorundayız. Ya önce gönderip burada yere oturacağız ya da önce gidip orada yere oturarak sıraların gelmesini bekleyeceğiz.” İsmet karşı oluyor; “olmaz sıralarımızla trene biner sıralarımızla yerimize gidersek yere oturmaya gerek kalmaz.” Gülmek için bu tür söz bekleyenler, başlıyor gülmeye. Söz sözü açıyor derken zil sesi herkesi uyarıyor. Çok konuşanlardan biri de Hilmi Altınsoy, soruyor “Biz gidince de bu zil çalacak mı?” “Hayır, zil bizimle geleceği için, burada değil orada çalacak! Buraya asker geleceğine göre onlar, borazanla yatıp, kalkacaklar!” Borazan sözü hepimizi güldürüyor! . . .
Biz gene Naci İnan Öğretmenin çağrılısıyız. Marangozluk atölyesine gittik. Yeterince çivimiz var, kapakları çakacağız. Mutfak sandıklarıyla kitaplık sandıkları çemberlenecekmiş. Demir çember. “Bunları biz mi yapacağız?” Naci Öğretmen “Hayır onları ben yapacağım, siz öğreneceksiniz, oradan da başka bir yere gidersek o zaman siz yapacaksınız!” Hemen soruyoruz, “Oradan da gitmek var mı?” “Oraya konuk olarak gidiyormuşuz, konukluk adı üstünde geçicidir, bir gün elbet ayrılık olacak!” Bu güzel bir haber değil, bir üzüntü daha yaşamak, bunu da şimdiden bilmek oldukça rahatsız edici bir durum. Gene de gülüyoruz. Acaba oradan nereye gideceğiz?
Ben bu kez Harun Özçelik’le kitaplığa, Halil’le Salih de mutfağa gitmek üzere ayrıldık. Oralarda dolmuş sandıkları çakacağız. Öğretmen bize “En büyük başarınız, ellerinize vurmadan çivileri yerine çakmak olacak, bunu başarırsanız, gerçek usta olmuş olacaksınız!” diyor. “Kendi ellerimize vurmadan çivi çakmak!” Bu uyarı çok ilgimizi çekti. Bunu sözleri söyleye söyleye çivi çaktık Biz kitaplığı çabuk bitirdik, mutfağa geçtik. Mutfaktakiler, özellikle, bardak, tabak doldurulanlar, kuru yiyecek konulanlar, çok dikkatle kapatılıyor, yeniden değiştirmeler yapılıyor. Bu nedenle işler ağır gidiyor. Biz de yardım ederek, çoğunu bitirdik. Mutfağın yanındaki koridor eşya dolmuş, Bizim öteki arkadaşlar kaç gündür onları toplamışlar, yığınla eşya diyorlardı. Hiç görmediğim eşyalar var. Dikiş makinesi. “Kim kullanacak ki bunları?” diyecek oldum, Naci Öğretmen, “önümüzdeki yıllarda kızlar da alınacak, onlar kullanacak!” deyince şaşırdım. İşte yeni bir haber, önümüzdeki yıllar kız alınacakmış! Bunu ben dersliğe gidince söyler miyim? Düşünüyorum, asla söylemem, birilerinin ağzına düşünce “kızlar yarın gelecekmiş”gibi söylenmeye başlanır. Ben kitaplık salonunda duran iki piyanoyu sordum, “Bunlar sarılıp, bağlanmayacak mı?” diye. Öğretmen “Onların sargısı kendinden, anahtarı vardır, kilitlenir, açılmazsa bir şey olmaz!” dedi. Yokladım, ikisi de kilitli. Kemanları, mandolinleri, elbise dolaplarına koymuşlar. Elbise dolapları hepsi tıka basa doldurulup, üst üste yığılmış, nerdeyse tavana değecek.
Öğretmen odasına baktım, tüm eşyalar yerli yerinde, hiçbir eşyaya dokunulmamış. Kendi kendime “Neden acaba?” diye sorarken Ahmet Gökay’ın odasından hemşire çıktı, ona sordum. Revir de öyle düzen içinde duruyormuş, sonradan toplanacakmış. Yeni bir bilgi edindim; öğrencilerin hepsi hemen gitmiyormuş, bizim sınıf önce büyük eşya ile gidecekmiş, bir süre sonra öteki öğrenciler gelecekmiş. Bu nedenle bazı eşyalara dokunulmuyormuş. “Keşke küçük sınıflarda olsaydım!” dedim. Hemşire güldü, “Bu koca boyunla mı?” dedi. Sonra da “Ne olacak iki üç gün kalsan, sonunda nasıl olsa gideceğine göre!” dedi, yürüdü. Arkasından koştum, “Borcumu ödemek istiyorum!” dedim, “İlla vermek istiyorsan Ahmet Ağabeye ver, ben ondan alırım!” dedi. “Yeni hayatların parasını” derken kaşlarını çattı “onlara karşılık bana Alpullu’dan şeker gönderirsin, yok yok şeker değil, şeker olmadan şekerin şerbeti oluyor, fabrikayı gezenlere veriyorlar, şekerin özü, bal gibi bir sıvı, ondan bana gönderirsen memnun olurum!” Sahici bir istek, bunu yapabilir miyim? Yapabilirim, Ali ağabeyimin iyi tanıdığı Şefik Beyi bulup alırım. Kendi kendime söz veriyorum bunu yapacağım. Hayret, hemşire de çok şeyler biliyor, fabrikadan verilenleri nereden öğrendi ki? Yoksa orada da mı akrabası var? Gerçekten alabilirsem, Ahmet Ağabey ile gönderirim. Sormadım ama Baki de bizimle gelecektir, onunla da gönderirim. Ama onlar Ahmet ağabeyle akraba ya da yakın tanış olduklarına göre, en iyisi gene Ahmet Gökay ağabey!
Öğle yemeğinde her birimiz bir yönden gelip doluyoruz. Ben hiç ilgilenmiyordum, meğer küçük sınıflar ders yapıyormuş, iki sınıfı da Adem Öğretmen bir dersliğe toplayıp zillere uygun girip çıkıyorlarmış. Biraz da şaşırarak, Naci Öğretmene söyledim, güldü “Dersten çok ortalıkta kalabalık etmesinler diye bir arada toplu tutuluyorlar, ders yapacak moral mi kaldı?” dedi. “Moral!” bu sözün anlamı nedir? Salih Ziya Öğretmene bir soru daha sormak üzere hemen küçük defterime yazdım. “Ders yapacak moral mi kaldı?” Güç, kuvvet, sabır, zaman anlamında olabilir mi?
Öğle yemeğinde, geçen günler İlhan Görkey’le gelen Ruhi Esin’le yanında bir başkası var. Adem Gürçağlayan Öğretmenle konuşuyorlar. Ruhi Esin’in burayla ne ilişkisi var ki? İlhan Görkey gibi o da Eğitmen Kursunda görevli imiş, belki de o nedenle geliyordur. İlhan Görkey geçenlerde eşya devri için geliyormuş. Bu da mı o işlerle ilgili acaba? Yoksa buraya Öğretmen olarak mı geldi. Müdür bey konuşurken “Resim Öğretmeniniz yakında gelecek! ” demişti. Bu mu yoksa? Eşya taşıyan ya da yerleştiren arkadaşlar, özellikle İsmet, Mustafa, Mehmet Yücel gibi lafçı arkadaşlar çok şikayetçi, “Alpullu’da da bu eşyaları biz mi yerleştireceğiz?” diye yakınıp duruyorlar. Hele İsmet, “Ben, doğduğumdan beri taşıdığım eşyaların tümünü toplasam, son iki gündür taşıdıklarıma yetişmez!” deyip, mızmızlıyor. İsmet’e en çok takılanlardan biri İdris Destan arkadaşımız, hemen takılıyor: “Sen farkında değilsin, doğduğundan beri taşıdığın o koca kafanın ağırlığı bu eşyaları değil, Meriç köprüsünün taşlarını geçer, bu okulun tüm eşyasın senin kafanın yanında adı mı olur?” deyip kendisi başta olmak üzere kırılasıya gülüyorlar. Mehmet Yücel de iki gündür bana takılmak istiyor. “Senin çok kurnaz biri olduğunu ilk gün daha anladım, anlamaz numaraları yaparak işini yürütüyorsun, sen öyle davrandıkça beceriksizliğine yoranlar şimdi şaşkın şaşkın bakıyorlar. Onlar hamal gibi yük taşıyorlar, sen usta olarak Öğretmenlerin yanındasın, aferin, helal olsun!” Mehmet Yücel’e hiç karşılık vermiyorum. Karşılık versem, yeni şaka sözleri altında kim bilir ne komiklik yapacak. Susunca sözü uzatmadığını iyice anladığımdan bu yolu tutuyorum. Gülüyorum, konu değişiyor. Hasan okumak için dağıttığı kitapları toplamış. Bana sormamıştı, Beyaz Zambaklar Memleketinde kitabı bende kaldı. Bir bakıma sevindim, rahat bitireceğim. kendi kitaplarım arasında götürmeye söz verdim. Anlamadan geçtiğim yerler vardı, oraları bir daha okuyacağım.
Bizim dörtlü gene Marangozluk atölyesindeyiz. Bu kez kendi atölye araç-gereçlerimiz için sandık hazırlıyoruz. Son dakikaya dek açık kalacak, son dakikada kapatılıp vagonlara verilecek. Yarın vagonlar kapının önüne gelecekmiş. “Ne şans!” diyoruz. Bu kadar eşya uzak bir yerden gönderilseydi çok zor olacaktı. Vagonlar okulun büyük kapısı önünde duracak, tren yolu kapı önünde. Çift yol olduğu için vagonlar uzun süre kalabilecek. . Çalışırken yemekte bulunan, geçenlerde de gelmiş olan Ruhi Esin’i sordum, “her zaman geliyor, bizim okulla ilgisi nedir?” dedim. Naci Öğretmene göre, o, Eğitmen Kursu görevlisi imiş, Eğitmen kursu, gelecek yıl gene açılacakmış, eşyaları da varmış. Tüm eşyaları bizim okula devredilmemiş, bu nedenle onun da bir sorumluluğu varmış. Bizim okulun Öğretmeni değilmiş ama, ortak eşyaların sorumlusu durumdaymış. Tam anlamadım ama anlamış gibi yaptım, “Anladım!” deyip konuyu geçiştirdim. Demek, İlhan Görkey de öyle bir şey için geliyordu. Belki o da gene gelecektir.
Çalışırken sayımızın az olması Öğretmenleri daha yumuşak huylu yapıyor. Bizimle arkadaş gibi konuşuyorlar. Bu konuşmalardan okulun durumunu da öğreniyoruz. Okulun genel sorumlusu okulun müdürüdür. Ama kime karşı sorumlu, daha üst makamlara karşı, Milli Eğitim Müdürüne, valiye, genel müfettişe, bakanlara daha yukarıdakilere karşı. Okulun eşyalarından müdürden çok memurlar sorumlu, Ahmet Gökay, şimdilerde Nazmi Aybar, Muhasebeci Asaf bey, okulun tüm eşyaları bunların üstüne kayıtlıymış. Öğretmenlerin hiçbir sorumluluğu yokmuş. Oysa eşyaların korunması için en çok Öğretmenler konuşuyor, Öğretmenler gözetiyor. Atölyelerdeki araç-gereçten sanat Öğretmenleri bir derece sorumlu imişler ama, esas kayıtlar memurlar üzerinde imiş. Tüm para işlerinden de Asaf Bey sorumluymuş. Asaf Bey öğrencilerle hiç konuşmayan birisi. Sürekli gözlüklerinin üstünden bakıyor. Şimdi anladım, yemeklerde aşçıbaşı sık sık onun yanına gelip gidiyor. Asaf Bey, Öğretmenlerle de pek konuşmuyor. Naci Öğretmen biz sordukça “Ne yapacaksınız bu bilgileri, bu kişiler memurdur, sık sık yer değiştirir; bakarsın biri gider yerine başkası gelir. Siz derslerinize bakın, önemli olan dersleriniz. Çok da meraklı olmayın!” deyince biraz mahcup olduk, sustuk. İnce, dar tahtalar var, gösterdim, “Onları ne yapacağız?” Öğretmen: “Onların adı var, “Lata!” dedi. Lata, hiç duymamıştım. Çıta duydum ama lata ilk kez duyuyorum. Naci Öğretmen: “Yavaş yavaş usta gibi konuşmayı öğreneceksiniz. Şu gördüğünüz tahtaların ölçülerine göre adı vardır, en inceleri çita, biraz büyükleri pervaz, bunlar korniş, bunlar konç, bunlar süpürgelik, şu köşedekiler, en büyük olanlar da kalastır. Kalas sözünü duymuşsunuzdur, kalın, kaba davranan insanlara da kalas derler! ” Önce güldük, sonra da içimden düşündüm “Acaba ben de kalas mıyım, ya da bazıları tarafından öyle mi görülüyorum?” Bir süre sustum. Ben, hemşire ile çok senli benli konuşmaya başladım, acaba o içinden benim için böyle şeyler geçiriyor mu diye yaptığım konuşmaları anımsayarak, kuşkuya kapıldım. Naci Öğretmenin gözünden kaçmadı. Bana “Ne o kalas sözüne fena takılmışa benziyorsun, üzerine mi alındın yoksa?” dedi. Sonra da “Haşa huzurdan dedik, öyle deyince karşıdaki insanlar, söylenen sözlerden alınmaz, bunu iyi bilin, konuşmaların da kuralları vardır! Bu kuralları bilirseniz, her sözden kuşkulanmaya kalkmazsınız…”
Kesilmemiş, tüm kalmış tahtaları dörder dörder birleştirerek üç yerinden çaktık. İki bir taraftan bir ters taraftan çivilendiler. Naci Öğretmen bana sordu, “Üçüncü çiviyi neden ters taraftan çakıyoruz?” “Daha sağlam tutması, alttakilerin kolay kaymasını önlemesi için!” dedim. Güldü, “Doğru, bildin!” dedi. Harun’a da neden dörder çaktığımızı sordu. Harun, “gereğinden fazla ağır olmaması, kolay taşınması için!” dedi. Sonra da, “Başlarken bunu siz söylemiştiniz, Öğretmenim!” deyip önceki konuşmaları anımsattı. Naci Öğretmen, “Biliyorum, bilerek sordum, sözümüz dinleniyor mu?” deyip, “bazen böyle yoklarım, bunu da hiç unutmayın!” dedi.
Kollu, kolsuz testereler, el hızarları, gönyeler için ayrı sandıklar hazırladık, ince uzun, dar. Çekiç, kerpeten türü aletlere, ayrı, planya, rende türü olanlara ayrı sandıklar hazırladık, Harun kapaklarına adlarını yazdı. Öğretmen, “gider gitmez sandıkları biz açacağız. Açmak için orada aranıp taranmayalım, önce kendi gereçlerimizi çıkarıp işimizi görelim!” diyor. Yeni yeni kontrplaklar gelmişti. Onlar öyle duruyor, onları sorduk. “Onlar çakılmaz, çakılırsa bozulur, onları gene öyle birer birer taşıyacağız. Onlar bizim çok işimize yarayacak.” Bunları konuşurken, Yapıcılık Kolu için gelen tuğlaları anımsadım, sordum. Öğretmen “Parayla alındı, burada bırakılır mı? Parası verilip okul hesabına kaydedilmiş hiçbir şey bırakamayız, onlar, orada da işimize yarayacaklar.” Ben sözü çevirdim, “Tuğlalar gene tane tane mi gidecek?” dedim. Naci Öğretmen bana, “Sen hak ettin bunu, hayır tane tane değil yarın gidip onları da çivileyeceğiz, en çoğunu da sen çivileyeceksin! ” deyip güldü. Sonra da, “Tuğla, kiremit hep tane tane nakledilir. Başka bir kolay yolu yoktur!” deyip beni bilgilendirdi.
Öğretmene çok soru sorduğum için arkadaşların bakışları azıcıksoğuk gibi. Aldırmıyorum. Halil’i zaten biliyorum, o derslerde de fazla soru sorulması taraftarı değil. Sorunca bir şey demiyor ama konuşurken bunu apaçık söylüyor “Sorunca ne oluyor sanki?” Oysa Öğretmenler her derste, “Aklınıza takılanları sorun!” diyorlar. Halil’in şimdiye dek soru sorduğuna tanık olmadım. Özellikle atölyelerde Öğretmenler kendileri söz açıyorlar. Naci Öğretmen, iki gündür hemen hemen her konuşmayı kendi başlattı. Bu nedenle ben de fırsat bulunca sorular sordum. Naci Öğretmen çok iyi yürekli bir insan, sinirlense bile kırıcı olmayacak kadar sabırlı. Gereksiz söz edildiğinde o önleyici yanıtlarla karşısındakini uyarıyor. Örneğin az önce ben tuğlaları sorunca “Sen yarın onları bir birine çakacaksın!” deyişini ben incitici bulmadım, o bir şaka idi, o da gülerek söyledi, arkasından açıklamasını yaptı. Ben şimdiye dek ne tuğla taşıdım ne de kiremit. Orada yığınla görünce sordum. Neden sandıkla ya da küfe gibi kaplarla taşınmasın? Buradan vagonlara birer birer mi taşınacak? Naci Öğretmenin çakılacak demesini ben şaka olarak düşündüm. Tuğlaların taşınması için başka bir yol bulunacaktır. Ben öyle düşünmüyorum. İlk günler babamın bir anısını anlatmışım. Askerler kışlaların kiremitlerini Şeytan Deresi’nden İstanbul Yolu kışlalarına elden ele atarak taşımışlardı. Ancak o bir başka olaydı, o bir sevgi imecesiydi. (Vali Hacı Adil Bey olayı) Naci Öğretmen bizim çalışmamızdan çok memnun kaldığını söyleyerek erken bıraktı. Yarın Harun Özçelik, Salih Baydemir sandıkların üstüne yazıları yazacak. Halil Basutçu ile ben atölyede Naci Öğretmenle çalışacağız.
Paydos edince dersliğe gittim. Derslikte kimse yok. Oturup kitabımı okuyorum. Kitapta küçük bir ülkeden söz ediyor. Haritaya bakıyorum Finlandiya oldukça büyük. Finlandiya’nın bir adı da Suomi imiş. Herhalde eski adı bu. Arkadaşlar geldiler. Hiç birisi yorgun değil, yorgunluk lafları dillerinde. Vagonlar nasıl dolacak diye uzun uzun konuşuyorlar. Sami dayanamadı, uyardı “Siz konuşmaktan yorgun düşüyorsunuz, çalışmaktan değil!” dedi. Sami’ye kimse karşı olmuyor. Kitabımı bitirdim. Açıp matematik çalışıyorum. Kesirli sayılara geliyorduk, orada kaldık. Kaç gündür matematik Öğretmeni gelmiyor, ayrıldı mı yoksa? Hemşire gibi o da “Ben Edirne’den ayrılmam! ” derse kalır burada. Üzülürüm buna. Tam sayıları öğrendiğimi düşünüyorum. Ondalık sayılara bakıyorum. Neden böyle bir ad vermişler? Bunu Öğretmene sorsam, kimi arkadaşlar sinirlenecektir. Oysa şimdi onlara sorsam hiç birisi doğru yanıtlayamayacaklardır. Ne tuhaf anlayış, anlamını bilmedikleri bir sözü akşam sabah tekrarlayacaklar, niçin o ad verildiğini öğrenmeye gereksinim duymayacaklar! Kendileri bilir, ben soracağım; “Neden bu bölüme ondalıkhesaplar deniyor?” İşlemleri yaparken kendiliğinden anlaşılıyor ama gene de bir kapalı taraf kalıyor. Bütünün parçaları gibi bir şey. Sayılarda10 bir ölçü alınmış sanırım ondan böyle diyorlar. Ancak 100 sayısı da ölçü alınıp parçaları söylenmektedir. Örneğin pancarcılar tartarken araba daralarını, topraklı pancarların daralarını yüzde olarak söylüyorlar, yüzde yirmi, dara, yüzde on toprak diyorlar. Bence ikisi de kolay, yüzde yirmi, onda iki. Bunu bin üzerine de uygulayabiliriz. Binde iki yüz. Bunları yazılı görünce çabuk anlıyorum ama biri söyleyince yazarken biraz düşünüyorum. “Buğdayın kilosu 12, 8 den satıldığına göre 500 kg. buğday kaç lira getirir?” denince, 6400 kg. ya da 64 lira demek kolay olmuyor. Hele Öğretmen tahtaya kaldırınca bu daha da zorlaşıyor. İşte bu zorluğu aşmak için sık sık çalışıp bütün sayıların çarpımını yapmak istiyorum. Halil arkadaş, “O kadar çok sayı var ki bunların hepsini yapmana ömrün yetmez!” diyor. Bu söze de şaşıyorum, çünkü tüm sayıları yapmaya gerek yok, örneğin çift sayılar oldukça kolay, 2, 4, 8 kolay çarpılıp anlaşılıyor. Bir ile on ise düpedüz belli. Çift sayılardan altı ile tek sayılar kalıyor. 5 sayısının 10’un yarısı olduğundan düşülebilir. Kalanlar, 3, 5, 6, 7, 9, yani beş sayı ki, bunları kesinlikle deneyeceğim. İlk denemeyi yapıyorum. Arkadaş dikkatle bakıyor. 1, 3’ü 3, 5, 6, 7, 9’la çarpıyorum. 3, 9-6, 5-7, 8-11, 7. Arkadaş, “Bunları ezberleyecek misin?” diye soruyor. “Hayır, bunları ezberlemeyeceğim, bu yaptıklarım bende bir alışkanlık yapacak, bunlardan biri sorulunca onu anımsayıp kolayca sonuç alacağım!” Arkadaşım bana kolaylıklar diledi, kendisinin çabuk canı sıkıldığı için böyle çalışmalara pek istekli değilmiş. O da “Ben derste Öğretmeni dikkatle dinlersem daha iyi öğreniyorum!” diyor. Bunları konuşurken daha ben, 1, 4-1, 5-1, 6-1, 7-1, 9’ u yaptım. Arkadaş inanamadı 1, 4x7=9, 8-1, 7x9=15, 3’ buldu, güldü, inandı. Buradan gidene dek bu tür çalışmaları yapacağım.
Akşam yemeği bugün gecikti, zil bekliyoruz. “Zil çalındı mı?” diye soranlar olunca komiklik yapmak için hazır bekleyenler var, hemen bağırıyorlar “Zil çalındığı için çalınmıyor, yerine yeni zil takılıncaya dek çalınmayacak!”, birileri hemen yanıt veriyor “Zil yerine takılmayacak, siz borazan bekleyin!” Bu karşılıklı takılmalar sürerken zil çaldı, gecikmeli olarak yemeğe gittik. Yemekte Salih Ziya Öğretmen, Adem Gürçağlayan, Namık Ergin’le kardeşi Kenan, Hamdi Bağ, Ömer Tunalı var. Salih Ziya Öğretmeni görünce sevindim, inşallah bizim sınıfa uğrar!” dedim. Meğer benim gibi öteki arkadaşlar da özlemişler, “Çağıralım gelsin!” dediler. Ben, “Ben çağırmam, kendisi gelirse gelsin!” dedim. Hilmi “Ben çağırırım! ” dedi. Aralarında tartışma başladı. İstemeyenler var. Bu, Öğretmeni istememe değil de derslikte bir Öğretmenin bulunmasından hoşlanmamak olarak da söylenebilir. Tatlıya bağladık, Öğretmen kendiliğinden gelirse daha iyi olur. Zaten ben de öyle demiştim. Ama içimden hep “İnşallah!” dedim.
Dediğim oldu, bir süre sonra Öğretmen bizim dersliğe geldi. Gelir gelmez de bize takıldı. “Sizin dersliğiniz çok sessiz, öteki çocuklar dur sus bilmiyor, onların gürültülerine dayanamadım, sakin sakin dolaşmak için size geldim!” dedi. Oysa bizim arkadaşlar bağıra çağıra konuşuyorlardı. Bir haftaya yakındır nöbetçi Öğretmenleri gelmiyordu. Nöbetçi Öğretmeni olayını unutmuştuk. Salih Öğretmen bizim derslikte ne konuşulduysa hiç unutmadan kaldığı yerden sürdürebiliyor. Bizim sıranın başına geldi, bana “Ne haber, şu senin pancarların nasıl şeker yapıldığını göreceğiz, bu arada pancar tarımını da yerinde öğreneceğiz!” dedi. Bizim köyün fabrikaya yakınlığını sordu. Ben de Kadir ile Mehmet Aygün’ün köylerinin daha yakın olduğunu söyledim. Başka arkadaşlar konuyu değiştirip okulun taşınmasına getirdiler. Salih Öğretmen çok üzülmüş, kendisi için bir talihsizlik olduğunu, buradaki olanakların bir başka yerde bulunamayacağını, Tarım alanında Edirne’nin ideal bir yer olduğunu anlattı. “Ama sizler için yer değiştirmek çok önemli değil, nasıl olsa bir gün ayrılacaksınız, kesinlikle üzülmeyin”, Alpullu’da kaldığımız sürece de güzel günler geçireceğimizi ekledi. Alpullu’yu biliyormuş, çevresini gezmiş ama Edirne Yolu kuzeyine çıkmamışmış. Arkadaşlar Alpullu’dan sonra gideceğimiz yer için tekrar tekrar sorunca Salih Öğretmen, “Şimdilik belli bir yer seçilmiş değil” dedi, ancak okulun amacına uyacak yerlerin sınırlı olduğunu, bunun genellikle geniş toprağı olan bir yer olacağını, bunun da Trakya’da çok sınırlı olduğunu, ya orası ya burası gibi birkaç seçeneğin bulunduğunu, ama bunları söylemeye yetkili olmadığını gülerek tekrarladı. Benim özel sorularım vardı, bunları sormaktan vazgeçtim. Daha iyi oldu, arkadaşların da soruları varmış, onlar sordular, yat ziline dek bizimle konuştu. “Gelecek nöbetim Alpullu’da olacak, orada devam ederiz!” deyip gülerek ayrıldı.
Arkadaşlar, Trakya’nın dört bucağını ortaya döküp okul kuruyorlar. Tekirdağlı arkadaşlar Tekirdağ’daki asker kışlalarını boşaltıp bizi yerleştiriyorlar. Öyle ki kendileri bu konuda söz birliği de etmiş değiller, bir kısmı deniz kıyısındaki kışlaları alıp bizi yerleştiriyor. Bir kısmı ise burasını dar bulup Muratlı yolundaki süvari kışlalarını alıp geniş bağlık içine yerleştiriyorlar. Edirnelilerin pek şansı kalmamış durumda, Uzunköprü için varsayımlar öne sürseler de kendileri bile kendilerini şanslı görmüyorlar. Kırklareli grubu hiçbir yerde anlaşamıyorlar. Daha doğrusu kendi çevrelerini bilmiyorlar. İsmet “Kırklareli’de de kışla var” diyor. Kışla ile ne ilgisi var? Geniş toprağı olan yerler var mı? Benim bildiğim iki yer var, ikisi de devlet çiftliği; Sarımsaklı, Türkgeldi çiftlikleri. Karar veremiyoruz. Aslında ben uzaklara gitmek istiyorum. Derslikten en son olarak çıkmakta kararlıyım. Son çarpımlarımı yaparken baktım Sami yanıma geldi, ne çalıştığımı sordu. Yaptıklarımı gösterdim. Biraz şaştı, ama çalıştığım için bana daha yakınlaşmak istediğini söyledi. “Hüseyin’le çalıştığı gibi beraber çalışma yapabiliriz!” dedi. Kendisi kitaptaki ondalık problemlerinin hepsini çözmüş, geometriden Tales-Pfisagor çizimlerine gelmiş. Sami’nin gelip benimle konuşmuş olmasına sevindim. Beraber yatakhaneye çıktık. Daha rahat olarak yattım. Rüyamda aritmetik çalışmalarımı gördüm, Öğretmen Ahmet Gürsel, elimden tebeşiri alıp, benim yazdıklarımı ters yazıyor. “Şimdi yap!” diyor. Gene bildiğim gibi yazıyorum. 9x1,7=?Yazıyor. Bakıyorum, tebeşiri alıp 1,7x9 yazıyorum. Sonunda “Anladım! ” diye bağırıyorum. Kendi sesimden uyandım. Etrafıma bakınırken kalk zili çaldı.
24 Aralık 1938 Cumartesi
Arkadaşların ağzında Salih Öğretmenin akşamki sözleri, geniş toprağı olan bir yer. Bu yer, Trakya’da olacak. “Salih Öğretmen, bu yeri biliyor ama bize söylemedi, belki Namık Ergin Öğretmen de bilir!” Hazırlanıp kahvaltıya gidiyoruz. Salih Ziya Öğretmen ayakta, öteki Öğretmenler masalarda oturuyorlar. Namık Ergin, Hamdi Bağ, Hasan Çevik, Naci İnan, Namık Öğretmenin kardeşi Kenan Ergin, Ömer Tunalı, Adem Gürçağlayan, Nazmi Aybar, Ruhi Esin, hem çaylarını içiyorlar hem de Salih Ziya Öğretmeni dikkatle dinliyorlar. Tam bu sıra Ahmet Gürsel, Sabit Soysal, Fikret Madaralı Öğretmenler geldiler. Salih Ziya Öğretmen onların ellerini sıktı. Ben hayret ettim, gelenler neden sadece Salih Öğretmenin elini sıktılar? Kimse yanıt vermedi. Kendi sorumu kendim yanıtladım, “Yalnız o ayakta olduğu için!” Tüm Öğretmenler geldiğine göre belki de gene toplantı vardır. Hilmi Altınsoy, “Bilemedin!” diyor. “Bir toplantı yaptılar, Alpullu’ya gitmek çıktı, bugün bir toplantı yapacaklar, yerimizde kaldığımız bildirilecek!”
Gerçekte Öğretmenler de bizim gibi toplanma telaşındalar, onlar da öteberisini toplayıp, yeni yerlerine gitmek üzere hazırlanıyorlar. Öğretmen Ahmet Gürsel dersliğe geldi, “Alpullu’da görüşmek üzere!” dedi ayrıldı. Her halde ötekileri de öyle yapacaklar! Fikret Madaralı kendi eşyalarını toplamış. Atölyeye gidince Naci İnan Öğretmen açıkladı, “Onların bir de ev taşıma sorunları var, onun çözümüyle uğraşıyorlar!” dedi. Kendileri için sorun çözülmüş, yeni gelen Resim Dersleri Öğretmeni Alpullu’ya inmiş, bekar Öğretmenler için geçici bir yer tutmuş, Fikret Madaralı Öğretmenin kardeşi de onlara yer bulmuş. Naci Öğretmen, “Şansımıza tren kolaylığı var, arkadaşlar sabah binip öğlede orada oluyorlar, o gün olmazsa bir sonraki gün sorunlarını çözüp, dönüyorlar!” dedi.
Harun’la Salih boya takımlarını aldı büyük salona gitti, Halil’le ben Öğretmeni bekleyeceğiz. Naci Öğretmen onlara örnek gösterip gelecek. Biz de kendimize iş bulduk, beş altı tip uzunluktaki tahtaları boy boy dizdik. Gelince, çalıştığımızı gören Öğretmen, “İşte böyle, insan işten kaytarmazsa boş durmaz, bir şeyler görüp yapar!” dedi. Beraber derslikleri gezip harita, tahta, benzeri eşyaları boy boy toplayıp hazırlayacağız. Bunların bir kısmı bağlanacak, bir kısmı da belki kutulara konacak! İşe bizim derslikten başladık, haritalar, yazı tahtası, Öğretmen masası. Bunları koridora çıkardık. Misafir odası denilen yere gittik. Kanepeleri dışarıya çıkarırken Okul Müdürü geldi, “Kolay gelsin!” dedi sonra da “Yıktın haneyi eyledin viran!” deyip güldü. Bana “bunun sonunu biliyor musun?” diye sordu, “Bilmiyorum!” deyince, güldü, “Bilmediğin daha iyi, haber verecek bir kimseyi bulamayacaktın zaten!” deyip ayrıldı. Odada bir harita, saat, Atatürk fotoğrafı vardı, hepsini topladık.
Kapının önünde dururken birden şaşırdım, etrafıma bakındım, toparlandım, İsmet’in babası Muhittin Eniştem, yalnız, yabancı yabancı kapıdan girmiş, birilerine sormak için aranıyor. Koştum, beni görünce sevindi, Kırklareli’de duymuş, hemen gelmiş. “Ne olup ne bittiğini kendim görmek istedim!” dedi. İsmet’in tam olarak nerede çalıştığını bilmiyordum ama hemen bulabilirdim. Halil, “Siz konuşun, ben İsmet’e haber vereyim!” deyip koştu. Az sonra İsmet geldi, baba oğul sarılıştılar. Eniştem bir rastlantı sonucu okulun askerlerce alındığını duymuş. Eniştem asker erzakı üzerinde müteahhitlik yapıyor. Kırklareli’de belli birliklerle sürekli ilişkisi var. Bu birliklerden bir bölümü Edirne’ye göçmek üzere hazırlıklar yapılıyormuş, bunlar üstünde konuşulurken okul alınmasından söz edilmiş. Eniştemin ilgisini çekmiş. Daha önce de bu binada asker bulunduğunu bildiği için soruşturmuş böylece doğruyu öğrenmiş. Eniştem Alpullu’ya gidişimize de sevindi. “Uzak sayılmaz, her zaman gidip geldiğimiz bir yer, iklimi biraz daha ılıktır!” dedi. İsmet’i benden sorduğu gibi beni de İsmet’e sordu. İsmet “Dayım, Öğretmenlerle arkadaş gibi, onlarla çalışıyor!” dedi. Eniştem buna memnun olduğunu, zaten benden bunları beklediğini, söyledi.
Ben izin isteyip ayrıldım, baba oğul konuşmaları için ayrılmak gereğini duydum. Zaten Halil karşıdan işaret vermişti. Atölyeye gidince Naci Öğretmen, bana “Gelen kimindi?” diye sordu. Anlattım, gülümsedi, “çok yakının, senin için de gelmiş sayılır, git, istediğin kadar konuş, zaten vagonlar bugün gelmemiş, bu nedenle hepimiz dinleneceğiz!” dedi. Sevindim, Muhittin eniştemin yanına gittim. Konuk odasına sandalye çekip oturduk. Evdekiler iyi imiş, yakın zamanda ablamlar onlara gelmiş, onlar da iyi imiş. Sabri çok çalışıyormuş, sınıfının en iyisi imiş. Öğretmeni, Hamdiye Öğretmen onların evinde oturduğu için çok yardımcı oluyormuş. Köyden güzel haberleri aldık, sevindik. Eniştem bizi iyi gördüğünü, bu nedenle kalmaya gerek olmadığını söyleyip ayrılmak istedi. İsmet Karaağaç’a dek gitmek isteyince ben de arkadaş olmak üzere izin alıp onlara katıldım. Karaağaç istasyonunda çok bekleyeceğini anlayınca eniştem Edirne’ye gitmeye karar verdi. Oradan Kırklareli’ye her saat vasıta bulunuyormuş. Muhittin Enişteyi uğurlayınca bir süre istasyonda durduk. Hava güneşliydi, bekleyen insanlar vardı. Bir an kendi gelişimi anımsadım. Burası ne kadar rahat, insanlar rahat rahat oturup bekliyorlar. Bense telaş içinde bekleyip ne yapacağımı doğru dürüst düşünemeden trene atlamıştım. O telaş yol boyunca sürdü, tren yolculuğunun tadını alamadım. İsmet’e bir çırpıda bunları anlattım. İsmet gayet rahat, “Üzülme, şimdi giderken tadını çıkarırsın!” dedi. O aynı şey olur mu? İçimden, “Bir gün Edirne’ye tekrar gelirsem, o zaman belki özlediğim tadı çıkarırım!”
Tren yolundan yürüyüp okula geldik. Bizi görenler merakla sordular “Nereye gittiniz?” İsmet yanıtlarını verdi. “Vagonları neden göndermediklerini sormaya, göndermedikleri için de sorumluları paylamaya gittik. Yarın göndereceklerine söz verdiler!” İnananlar oldu. Derslikten haritaların kalkması, Öğretmen masasının çıkarılması arkadaşların üzüntüsüne neden oldu. Masa tekrar yerine kondu. Derslik görüntüsü de giderek tatsızlaşmaya başladı. Neşeli arkadaşların şakaları önceleri rahatsız ediyordu. Şimdi ise şakalarına gülüyor, daha çok güldürmelerini bekliyorum. Muhittin Eniştem, okulun Edirne’den uzaklaşmasına pek açıklamamasına karşın üzülmüş gibi. “Burada kalsaydı, öteki, dengi okullarla rekabet gücünüz artardı, çok insanla tanışırdınız, ilerde çalıştığınız bölgelerde karşılaşıp yardımlaşırdınız!” gibi sözler söyledi. Oysa biz şimdilerde geleceğe yönelik hiçbir düşünce taşımıyoruz.
Bu gece geometri çalışmaya karar verdim. Karelerin, dikdörtgenlerin, açı, alan, kenar, ölçü, ölçme özelliklerini anlamıştım. Ancak Öğretmen, “Bu iki geometrik şekil ilerde karşınıza bölünerek çıkacak. Üçgen dediğimiz bu bölünmüş şekillerde sık sık kare de dikdörtgen de gene çıkacaktır. Bunları iyi öğrenirseniz, o zaman zorluk çekmezsiniz!” demişti. Üçgenlere bakıp, bunların dörtgenlerle ilişkilerini anlamaya çalışıyorum. İlk bulduğum ilişki, her dik üçgen bir dikdörtgenin yarısı. Dik dörtgenlerin iç açıları 90 derecedir. Dik üçgenin de dik açısı 90 derece. Bu bir ilişki olabilir. Üçgenler kenarlarına göre üç gruba ayrılmış: İkizkenar, eşkenar, çokkenar. İkizkenar üçgenler bir açının iki kenarının eşit olmasıyla oluşur. Eşkenar üçgende üç kenar da eşit olur. Çokkenar üçgenlerde üç kenar da birbirine eşit değildir. Kenarlarına göre üçgenleri anladım, rahat çizebiliyorum. Üçgenler, açılarına göre de üç gruba giriyor. Dik açılı, geniş açılı, dar açılı üçgenler. Bir açısı dik olursa, dik açılı üçgen, bir açısı dik açıdan daha geniş olursa geniş açılı üçgen, üç açısı da dik açıdan küçükse onlara da dar açılı üçgenler, denir. Bunları okudum, birer tane de örnek çizdim.
Üçgen konusunu da çözmüşlük sevinci içinde yemeğe gittim. Sabit Soysal kardeşi Hüseyin Soysal’la yemek yiyordu. Hüseyin kaç gündür görünmüyordu, bir yere gitti geldi her halde. Yemekten sonra dersliğe dönünce Hüseyin yine Sami’nin yanına geldi. Sami bana işaret etti, gittim. Hüseyin ilk kez benimle konuştu, “Matematik çalışmayı seviyormuşsun, ben de seviyorum. Sami ile bu yüzden arkadaş olduk. Ayrılıyoruz ama mektuplaşabiliriz, ben ağabeyimin yanına sık sık geleceğim, tatilimi de gene orada geçireceğim, beraber çalışabiliriz!” dedi. Buna çok sevindim, söyleyecek söz bulamadım, kendi kendime çalışıyorum ama, ne yaptığımı da pek bilmediğimi söyledim. Hüseyin, bilgili bilgili konuşmasını sürdürdü, “şimdi ne çalışıyorsun?” dedi. Defterimi alıp gösterdim. Çizdiğim üçgenlere baktı, “Tamam başlamışsın, şimdi çizimlere geçeceksin, nasıl sürdüreceksin?” dedi. Afalladım, daha neyi sürdüreceğim, işte üçünü de çizdim ya!” dedim. Hüseyin gibi Sami de güldü. İkisi de “Esas çalışma bundan sonra başlıyor. Bu kalıplara uyacak problemleri çözmek önemli, bu problemler sorulmadan, sorulan problemler kuralına uyularak çözülmeden şekiller bir anlam taşımıyor!” dediler. Yanlarına oturdum. Hüseyin “En basitinden başlayalım!” deyip üçgen çizimleri için gerekli koşulları sıraladı. Bir üçgen çizilmesi için hangi ip uçları gereklidir? (Üç açı ile üç kenardan kaçı verilmelidir?) Hüseyin örnekler verdi, kendisi yaptı. Kitabı açtım, kitaptaki örnekleri çözdü. Benim hiç düşünmediğim bir durum ortaya çıktı. Birden telaşlandım, “Ben kendi kendime çalışamayacak mıyım?” Hüseyin çok güzel bir söz söyledi: “Çalıştığın için anlattıklarımı anladın, çalışmasaydın, şimdi anladıklarını kesinlikle anlamayacaktın. Çalışmanın çok yararı var, olayın zorluğunu anlıyorsun, hiç değilse uyanık oluyorsun, biri anlatınca anlıyorsun!”. Bu bakımdan çalışmanın yararı var ama, sorunu kökünden çözmek hemen hemen olanaksız. Hüseyin bana bir çırpıda on tane problem hazırladı, sevinerek aldım. Çok sevindim ama kafam da iyice karıştı. Yerime dönünce bir süre düşündüm. Hüseyin Soysal’ın anlattığı ile benim yaptığım aynı şeyler. Öğretmen derse gelmediği için boş duracağıma yapabildiğim kadarını yapıyorum. Öğretmen gelince zaten bu dersleri sürdürecek, o zaman eksiklerimi tamamlarım. Verilen problemlere baktım. Hemen anladım, üç tanesi çizilemez. 1. Bir dar açı ile bitişik iki kenar veriliyor dik üçgen isteniyor. 2. Üç kenar veriliyor, 3. Üç açı veriliyor. Bunları çizmek olası değil. Bunları görünce ötekileri de yapmış gibi sevindim. Ötekileri duraksamadan çizdim. Dik açısı ile açıya bitişik kenarlardan biri verince- ÇİZİLİR. geniş açı ile açıyı oluşturan kenarlar verilince-ÇİZİLİR, Tek kenarı verilen eşkenar üçgen-ÇİZİLİR, İki açı ile açıları birleştiren kenar verilirse-ÇİZİLİR, İki kenar bir açı verilirse-ÇİZİLİR vb. İçimde bir kuşku vardı, ne olduğunu anlayamıyordum ama tedirginlik duyuyordum. Arkadaşım Halil de bana bir şeyler demeye çalışıyordu. Bunları benimsemiyordum ama kuşku da giderek artıyordu. Hüseyin Soysal’ın daha doğrusu Sami arkadaşın dolaylı uyarıları beni rahatlattı. Çalışmalarıma devam edeceğim, anlayamadığım bölümlere işaretler koyup, ilk fırsatta Öğretmenlerden soracağım. Yat zili çalınca gene erkenden yatmaya hazırlandım. Yatarken İsmet geldi, konuşmak istedi. Babası geldi, gitti ama onu azıcık garipsetti. “Gittiğimiz yerden memnun kalmazsam, ayrılırım!” dedi. Belki de Muhittin eniştem böyle bir düşünce aşılamıştır. Muhittin enişte konuşurken bir ara İsmet’e “Evde olsaydın da bu yıl çalışacaktın, bundan böyle ben seni bırakır mıyım? Ya benimle geleceksin, mühimmat tedarikinde çalışacaksın ya da evdeki işleri sürdüreceksin!” İsmet bunu duymazdan geldi ama, babasının verilmiş bir kararı olduğu besbelli. Ben kendi düşüncemi söylüyorum, okul iyice kapanıp, bana “Haydi sen de köyüne git!” demedikleri sürece ben burada kalacağım. İsmet fikir değiştirip “Korkma dayı, yalnız değilsin, teyzen oğlu İsmet Yanar da seninle olacak!” deyip, elimi sıktı. Konuşup rahatladık. Hemen uyuduğumu sanıyorum.
25 Aralık 1938 Pazar
Akşam çok kaygılı yatmama karşınuyanınca rüya görmediğimi anladım. Zili de duymamışım, İsmet geçerken uyandırdı, “İşte bir cumartesi günü daha!” dedi. Mustafa Ağabey, “cumartesi-Pazar günlerine dikkat, bir uğraşın olmazsa sıkılırsın” diyordu. Ne uğraşım olacak ki? Müzik için heveslenmiştim, bir türlü çalgıları dağıtmadılar. Şimdi de ne olacağı belli değil. Aklıma geldi, Vahit Dedenin Alpullu’da Bando takımı vardı, ne oldu acaba? Gene varsa arada oraya gidebilir miyim? Pazar günleri gitsem yeter. Bir bakıma da kendime soruyorum, Bando olsa ne olacak? Oraya katılıp çalışabilir miyim ki?
Kahvaltıya inince önce Öğretmenler masalarına bakıyorum. Ahmet Gürsel, Fikret Madaralı, Salih Ziya Büyükaksoy, Sabit Soysal yok, ötekiler hepsi var. Hergün gelen Ruhi Esin’le yanındaki de yok. Arkadaşlar daha çok İsmet’e laf atıyorlar “Hani vagonlar gelecekti? İstasyon müdürü seni de atlattı, eşyaları bize sırtla taşıtacak herhalde!” İsmet, “Daha iyi ya eşyaları raylardan kaydırarak götürürüz, onun trenlerine de engel oluruz!” Karşılıklı konuşulurken dışardan haber geldi, vagonlar okulun ön kapısına dek yanaşıyormuş. Hepimizde bir duraklama oldu, lokmalarımız boğazlarımıza takıldı. Konuşmalara hiç katılmıyordum, sakindim, ya da kendimi öyle sayıyordum, vagonların yanaştığını duyunca birden tıkanır gibi oldum, içimden ağlamak geldi. Okulun taşınacağını ilk duyduğum andaki acıyı içimde gene derinliğine duydum. Öğretmenlere baktım, onlar her zamanki gibi karşılıklı konuşuyorlar, bize bakmıyorlar. Yavaşça kalktım, arka sıranın yanında koridora çıktım. Çok meraklıymışım gibi, açılmış bulunan büyük kapıdan ileri geri çekilip itilen vagonlara baktım. Üzüntüyle başımı çevirip dersliğe gittim.
Arkadaşlardan yüzüme kim baktıysa “Hasta mısın?” diye sordu. Hasta falan değilim, gideceğimize çok üzülüyorum!” diyebildim. Kimisi benim bu durumuma hiç aldırmadı, kimisi de çok önemsemiş, gerçekten hasta sanıp Naci İnan Öğretmene söylemişler. Öğretmen beni çağırtmış, gittim, önce yapacağımız işten söz etti, sonra bana “Sen bunların ağabeyisin, kendini tut, hepimiz üzülüyoruz, elimizde olmayan bir durum, yerimize bu ülkeyi koruyacak askerimiz geliyor. Bir de askerleri düşünelim, onlar, evlerini, eşlerini, çocuklarını bırakıp buralara geliyor. Onlara okulu değil evlerimizi bile terk ederiz. Bunu yapmazsak düşmanlar gelir, bizi, zorla, eziyet ederek evlerimizden atarlar. Bunları düşün, metin ol, senden küçüklerin seni dikkatle izlediklerini sakın unutma. Şimdi atölyeye koşarak git, gel. Arkadaşların ne konuştuğumuzu merak etmesin, koşarak git, koşarak gel!” Anahtarları uzattı, aldım, dediğini yaptım. Koşa koşa gidip atölyenin kapısını açtım, içeri girip azıcık durdum, sonra gene kapatıp güle güle Naci Öğretmenin yanına gittim. Namık Öğretmenle Hamdi Hamdi Öğretmenler de vardı. Benim güldüğümü görünce Namık Öğretmen “Ne o, vagonların gelişine mi seviniyorsun?” dedi. Ben “Evet!” deyince, bu kez de: “Buna inanacağımı mı sanıyorsun?” diye sordu. Baktım, sustum. Ben ayrılınca Naci Öğretmen durumu anlatmış olacak, bu kez Namık Öğretmen beni geri çağırdı, elinde anahtarları göstererek “İhtiyacın var mı? Bir de bizim atölyeye boyla, iyi edersin!” diye takıldı. Sonra yavaş sesle “Hepimiz üzgünüz, mutlu olmalıyız, hep beraber gideceğiz orada da güzel güzel çalışıp başarılı işler yapacağız. Bu konuştuklarımızı arkadaşlarına söyle, aranızda birlik beraberlik, iyi arkadaşlık bağı kurun. Bu olaylar arkadaşlığı perçinler!” dedi, eliyle omzuma dokunarak dersliğe gönderdi. Bu kez de olaylara ben gülmeye başladım. Üzüntüsünü açığa vurana ben öğüt verdim, olayın çok doğal olduğunu, gelecek askerlerin burada barınacağını, onların bizlere dua edeceğini tekrarladım. Arkadaşların bazıları biraz şaşkın bakmakla beraber gene de, beni dinlediler.
Zil çalınca gene dört arkadaş Naci Öğretmenle Marangozluk atölyesine gittik. Salih’le Harun yazma işine devam edecekler, biz bu kez sıra taşıyacağız. Dersliklerde üç arkadaşa bir sıra hesap edilecek. Bizim derslikte 10 sıra bırakacağız. Bizim derslikte zaten fazla sıra vardı, meğer 20 sıra varmış, onunu çıkardık, onu kaldı. Küçük sınıflara gittik, iki sınıf bir arada idi, zaten bir derslik boştu, oradakileri koridora çıkardık. Deponun birinde de sıra varmış, Ahmet Gökay Ağabey depoyu açtı, onları da dışarı çıkardık. Yığınla sıra, vagonları sıralar dolduracak! Bizi iki kişi çalışırken gören arkadaşlar oldu; durup bir sıralara bir de bize baktılar, ”Biz beş gündür, sizin taşıdığınızın yarısını taşımadık!” dediler. Biz de onların sözlerine güldük, Halil “Biz konuşmadan çalışıyoruz, siz konuşarak yoruluyorsunuz!” dedi.
Mutfaktan güzel kokular geliyor, Baki’yi gözetliyorum, “Daha tatlı getirme!” demiştim, nasıl olsa gidiyoruz, bari bugün de getirse, diye düşünürken Baki karşıdan geliyordu, düşüncemi okumuş gibi, “Bugün çok çalıştınız, ikinize de birer tatlı getireceğim!” dedi. Halil benim tatlı olayımı biliyordu ama üstünde durmamıştı, anlattım. Öğretmenlerin adlarına yemek sürekli ayrılıyormuş, gelmeyince o yemekler kalıyormuş. Cumartesi tatlıları da bu nedenle ayrılıyormuş. Gelmeyen Öğretmenin tatlısını yemekten sonra isteyen yiyebiliyormuş. İlk günlerde ben istekli olunca benim Baki olarak tanıdığım genç, bunu iş olarak edinmiş, sürekli getirdi. Halil, yeni hayat şekeri yediğimi de biliyordu. O da yine bu Baki aracılıyla olmuştu. Baki benim Ahmet Gökay Ağabey’in yanına girip çıktığımı biliyordu. Ahmet Ağabey benim paramı ilk günden beri koruyor, onu rahatsız etmeden yanına gidip geliyorum. Hemşire de Ahmet Beyin konuştuğu tam bilemiyorum ama galiba akrabası, o denli yakını. Bir gün ben Ahmet Ağabeyin yanından ayrılınca benden söz edilmiş, tatlı sevdiğim ortaya çıkmış. Hemşire ne düşündüyse düşünmüş, Edirne’ye gidince bana bir kutu yeni hayat almış. Buna çok sevindim, şekerlerin bir miktarını başta İsmet olmak üzere arkadaşlara verdim. Şekerlerin bittiği sıralarda bir arkadaşla revire gitmiştim, hemşire “Şekerleri sevdin mi?” diye sormuştu. Sevdiğimi söyledim. Bir kaç gün sonra bir paket daha geldi. Parasını vermek üzere aldım. Ancak bunu arkadaşlara uzun süre vermediğim için bitmesi uzadı. Geçen gün dolaplar alınınca arkadaşlara dağıttım.
Halil burasını biliyordu, şimdi de hepsini öğrendi. Ancak Baki olayını tam bilmiyor. Ben Baki diyorum, birileri Mehmet Ali diyor. Ali Ahmet diyen de var. Hemşirenin anlattığına göre lise 1. sınıftan belge almış. Şiir yazmaya hevesliymiş, çok şiirleri varmış. Vahit Lütfü Salcı’yı usta olarak salık vermişler. Onun okula geldiğini görünce konuşmak istemiş. İstemiş ama bu cesaret edememiş. Vahit Dede’nin benimle ilgilendiğini görünce, yaklaşıp dinlemiş, benim aracılığımla ilişki kurmayı aklına koymuş. Biz konuşurken Fikret Madaralı kahve söylemiş Baki de getirmişti. Vahit Dede bu arada bana hem zılgıt veriyor hem de okşayıcı sözler söylüyormuş. Bu sözler arasında “Sık sık gelip seni izleyeceğim, gözlerim üstünde, ellerim, yakanda olacak!” gibi zılgıtları da dinlemiş. Baki’cik ne düşündüyse bundan sonra bana böyle bir yakınlık gösterdi. Bir ara konuştuk, ben de söz verdim ama Vahit Dede bir daha gelmedi. Baki, ile konuştuk, ben Vahit Dede’ye mektup yazıp soracağım, “Olur!” derse Baki, gidip kendisiyle konuşacak. Dedenin kim olduğunu anlattım, Dede, gerçekte benim dedem değil bir Bektaşi dedesi, yani o tarikatın dedesidir. Aslında benim eniştemdir ama, bir alışkanlık Dede deyip gidiyorum. Galiba Baki’nin de Bektaşilikle bir ilişkisi var. Onun için olacak, şiirlerini saklıyor, ya da Edirne’de başka şairlere gidip göstermiyor. Halil arkadaş bana, “Sen gerçekten bu tatlıları hak etmişsin! ” dedi.
Yemek zili çalınca ortalıkta olmayan tüm öğrenciler çıktı. Özellikle küçükler, koşup koşup vagonlara bakıyor, küf, küf, küf, yaparak trenle nasıl yolculuk yapacaklarını düşlüyorlar. Öğretmenlerden gören olmuş, bir görevli gelip kapıları kapattı. Vagonlar durgunluğu önlemiş gibi düne nazaran tüm öğrencilerde bir canlılık ya da onları yerinde durdurmayan bir tedirginlik var. Halil Basutçu’ya uzun uzun anlattığım Baki’nin öyküsünden sonra bizim tatlılar gelmezse ne diyeceğim? Bir yandan etrafıma bir yandan da Baki’yi gözler durumdayım. Öğretmenlerden çoğu gelmedi, o halde tatlı var. Çocukların çoğu kalktı, Edirne’ye koşullu izin var. Gruplar oluşturulacak, gruplar yazılı olarak nöbetçi Öğretmenine verilecek. Baki elinde bir tabakla doğru bana geldi, bizim masada kimse kalmamıştı, Halil’i sordu gösterdim, Halil kalkmak üzereydi, duraksadı, oturdu. Baki yetişti. Ben rahatladım, arkadaşa karşı sanki borçlanmıştım. Baktım, yedi. Aynı zamanda kalkıp dersliğe gittik. Halil, “Senin şair son görevini yaptı, belki Alpullu’ya gelir, orada da şiir yazar!” dedi. Ben kırk yıllık tanıdığı imişim gibi “Hayır, oraya gelmeyeceği belli, zaten burada da geçici olarak çalışıyormuş!” dedim.
Dersliğe girince yeni haberler duyduk. Bayrak töreninden sonra dinlenme varmış, ders süresinde olduğu gibi, cumartesi yapacakmışız. Küçük sınıflar gibi Edirne’ye gidiş iznimiz varmış. Herkes çok sevindi. Hiç aklımda yokken Edirne’ye gitmeye karar verdim. İsmet dün paralandı, alırım, pazartesi öderim. İsmet geldi, benim kararımdan habersiz, “Dayı gel son kez Edirne’ye gidelim.” Zil çaldı, hava biraz sert ama bahçeye çıktık. Adem Öğretmen çubuğunu uzattı, düdüğünü çaldı, Biraz karıştı ama İstiklal Marşı’nı tekrarlamadan rahata geçtik. Ömer Tunalı önemli uyarılarda bulundu “Giderken, dönerken, çarşılarda göze batacak davranışlardan kaçınılması, iki aydır örnek tavırlarımızın zedelenmeden, Edirneliler üzerinde olumlu kalması, bizi daima öyle anmaları, gideceğimiz yerlere de onların bu güzel izlenimlerinin gitmesinin elimizde olduğu, bunun bilinciyle gezin, görmek istediğiniz önemli yerleri topluca bir kez daha gezin!” dedi. Bizim arkadaşlar da grup oluşturdular. Hemen hemen arkadaşların tamamı yazıldı, hazırlanıp yola çıktık. Azıcık soğuk ama bu soğuk Edirneliler için bahar yeli sayılırmış. Karaağaç yoluna dek koşarak gittik. Yüzüne baktığım arkadaşların çoğu kızarmış. Kimileri karşısındakine “Kızarmışsın!” deyince hep aynı yanıt veriliyor, “Ben zaten öyleydim!” Bu kez Mehmet Yücel fena halde faka bastı, birisi ona “Mehmet Yücel kızarmışsın!” deyince o da, “Ben hep öyleyim!” deyiverdi. Bu şakalara pek girmeyen, genellikle başkalarının yaptığı şakalara kahkahalarla gülen Fettah Biricik, “Çüşşşş! çiroz gibi kurumuş yüzünü kızarık mı sanıyorsun?” deyiverdi. Mehmet azıcık renklendi, duraksadı. “Yüzümün azıcık bir soğuktan değişmesini hiç istemem, olduğu gibi duruyorsa buna sevindim, ben o sözü söylerken sana bakıyordum, o nedenle öyle söylemiş olabilirim!” Bu kez Fettah arkadaş çok üzüldü. Arkadaşımız çok sağlıklı, en küçük bir değişmede yanakları kızarıyordu. Bu özelliğinden dolayı, şakacılardan kaçınıyordu. Salt Mehmet Yücel’e değil, onun grubundakilere de ip ucu vermişti.
Fayton bölüşümü yaparak yola çıktık, Muradiye önünde buluşmak üzere ayrıldık. İsmet’le beni Muhittin eniştem gezdirdiğinde Eski Camiyi görememiştik, bu kez orasını görmek istedik. Gittik ama gene doğru dürüst bir açıklama yapan olmadı, yazılarının güzel olduğundan söz edildi, Edirnelilerin çok tekrarladıkları bir sözü bir kez daha dinledik: “Eski Cami’nin Yazısı, Muradiye’nin Kapısı, Selimiye’nin Yapısı” İsmet köprülere dek yürümeyi, oradan okula dönmeyi istedi, soğuk ama yürüyünce ısınıyoruz. Hilmi, Salih, Recep bize katıldı, bir süre yürüdük. Nehirler taşkın gibi. Soruyoruz, taşkın değil, mevsim suyuymuş. Anlaşılan bu aylarda hep böyle. İstasyona dek yürüdük. İstesek okula bile yürürüz, istasyon Karaağaç arası 4 km. Başka arkadaşlar da bizim gibi köprülere inmişler, sulara bakmışlar. Herkesin dilinde benim düşündüklerim. Bizim köyün deresi yağmur ya da karlar eriyince dolar, taşar. Gözümüzde büyütürüz. Köprüler altından geçen suları görünce bizim dereyi düşündüm, Meriç’in yanında bizim dere mandanın yanında karınca kalıyor. Edirne istasyonunda birbirimize takılıyoruz, “Bir gün Edirne’ye gelirsen, sakın yanılıp da Karaağaç’ta inme, Edirne istasyonunda in.” Bir çoğu, Karaağaç’ı Edirne tren istasyonu sanıyor. Vakit yaklaşırken geçen faytonlardan çevirip okula döndük. Arkadaşlar aldandığımızı söylüyorlar. Faytonlar, Edirne Karaağaç arası kişi başına 25 kr. Yarı yolda binince de 25 kr. Olur mu? diyorlar. Hilmi Altınsoy doğrucu, “Binme kardeşim, ne güzel ayakların var, tep onları kaldırıma, at 25 kr. cebine, git şarkı söyleye söyleye okuluna!” Bana soruyor, “Alpullu’da fayton var mı?” Görmedim ama vardır, bizim Lüleburgaz’da, Kırklareli’de çok, orada neden olmasın? Tam zamanında okula geldik. “Bu, Edirne’ye son fayton gezimiz mi?” Kısmet!
Dersliğe girince birkaç arkadaşla karşılaştım, Hüsnü, Emrullah, Ahmet Güner, Ali Güleren, Mehmet Başaran, Kadir Pekgöz, Hüseyin Orhan. Hüsnü ile Emrullah için üzüldüm. Parasızlıktan mı acaba? Keşke önce düşünseydim, onların fayton paralarını verebilirdim. Hüsnü’ye sordum, “Edirne’ye neden gelmediniz?” Gezmeyi pek sevmediğini söyledi. Aklım takılmıştı, “Alpullu’ya gidince sizi bizim köye götüreceğim, sıkılsanız da geleceksiniz!” Güldü, sevindi. Rahatsız etmekten çekindiğini söyledi. Konuştuğuma sevindim. Hüsnü de sevindi. Konuşurken İsmet geldi, o da söze karıştı, kendi köyüne çağırdı. Bizim köyün karpuzunu, üzümünü övdü. Böylece, onları garip garip otururken görünce duyumsadığım acı dağıldı, ilerde yapabileceğim kimi insancıl ilişkiler için bir düşünsel başlangıç oluşturdu. Aynı girişimi Emrullah’a da anlattım, Emrullah daha çekingen, “Ne gerek var!” gibi sözler söyledi. Bunlara aldırmadan ben çağrımı tekrarladım. Başka arkadaşlar da karıştı, özellikle Kadir, köylerimizin okulla Karaağaç arası kadar olduğunu, sıkınca onlara da gidebileceklerini söyledi. Emrullah da memnun kaldı. Bu düşünce çok önemsendi, bir çok arkadaş, ilk tatilde birbirinin köylerine gitmek üzere karar verdi. Ben bu ara Kadir’e “Sen kimseyi çağırma ben geleceğim” dedim. Kadir hiç beklemediğim bir yanıt vererek beni utandırdığı gibi, arkadaşları da şaşırttı. “Hayır ben seni istemiyorum, sen bana değil bizim köydeki sevgiline geliyorsun, ben seni bilmiyor muyum?” Herkeste bir hayret, bir duraksama oldu, benim tepkimi bekler oldular. Ben “Öyle olması daha iyi değil mi? Bakköydekiler gibi kaçırmıyorum, açık açık herkese söylüyorum!” Sözümü bitirmeden Kadir, “Şaka söyledim, seni de faka bastırdım ağzından baklayı aldım, sen o geçen günkü konuştuğumuz kızı seviyorsun, artık inkar etme, köye gider gitmez bunu söyleyeceğim!” Tüm arkadaşlar dikkatle dinleyip önce Kadir’i sonra da beni alkışladılar. Arkadaşlar o denli dalmış, konu öylesine sarmış ki gürültüden yemek zili duyulmamış, küçük sınıflardan çocuklar gelip bizi yemeğe çağırdılar. Geçekten küçük sınıflar kalkmaya başlamışlar.
Yemekte de aynı konuşmalar sürdü. Benzer olaylar anlatıldı ise de söz döndü dolaştı Kadir’le benim tartışmama getirildi. İlginçtir birileri, Kadir’e sokulup işin gerçeğini öğrenmeye çalışıyor, birileri de bana, Kadir’in neden engel olduğunu öğrenmeye çalışıyor. Bense olayın bir şakadan başka ciddi bir tarafı olmadığını, üç yıl önceki arkadaşları sorduğumu, hiç birisi için ayrı bir ilgi göstermediğimi, ancak Kadir’in kendisi birisi için takıldığını, sözün orada kaldığını, şimdi bunu öne sürüp beni ortaya döktüğünü söylüyorum. Ne var ki arkadaşların böyle olaylara ilgisi çok olduğundan, söylenenlerin sahi olmasını bekliyorlar, “Gerçek değil!” dendiği zaman nerdeyse üzülüyorlar. Burada da durum böyle. Ben “Gerçek değil!” deyince bana güceniyorlar, bu kez Kadir’e olayı sürdürmesi için bir bakıma baskı yapıyorlar. Bu arada İsmet geldi, kulağıma, “Kadir’in söylediği hemşirenin kulağına giderse ne olacak?” diye bir kılçık attı. Sustum. İsmet’inki ise hepten kargaşa yaratma. Hemşireye kim gidip söyleyecek? Ya da hemşireyle ne ilişkimiz var ki? Ben bir yakınlığı abarttım, kendime pay çıkarır gibi davrandım. Hemşire okulda yalnız, konuşacak biri olsun istedi, olay budur. İşte ayrılıyoruz. O arkadaşlığımız sürsün, diyor. Edirne’ye gelirsen görmek isterim, diyor. Bunun Kadir’in köyündeki arkadaşla ne ilgisi olabilir ki? İsmet sustu. O da bir şeyler olsun istiyor. İstediği olay olmazsa o da üzülüyor, ortaya getirdiği olayı var etmek için çırpınıyor. Ama beklenen olaylar, öyle “Pat! ” deyip patlamıyor.
İsmet bir süre sustu sonra “Dayı, sen yaşça büyüksün ama büyüklüğün kadar değil daha büyük gibi öğüt yeriyorsun, senin bildiklerini daha küçükler de biliyorlar. Hemşire için söylediklerinin hiç birisi doğru değil, sen ona yakınlık gösterdin, bunu sınıftaki arkadaşların çoğu gördü, anladı. Sen korkuyorsun, daha fazla yaklaşamıyorsun. Yaklaşmadığını görünce o da bunu arkadaşlığa döndürme çalışıyor. Belki çok ciddi bir yaklaşımın olunca başka türlü davranacak. Bunları ben de biliyorum sen de biliyorsun. Bana öğüt vereceğine sen kendi durumunu düşün, ayrıldığına üzülüyor musun? İyice ayrılıp gidince kolay unutabilecek misin?” Sustum. İsmet haklı. Korktuğum, korktuğum için de kendi kendimi kandırdığım doğru. İşin doğrusu İsmet’in dediği gibi benimki tek korku değil ikili korku. Hem kızın göstereceği tepki, hem de okul yönetimince gösterilecek tepki. İkisine de diretecek gücüm yok. O zaman işi, sürüncemeye bırakmak kalıyor. Karşı taraf kendisi kendi seçeneğini kullansın. İsmet “İşte, bu noktada sen kendin bir tavır alacağına, olayı yokmuş gibi göstermeye çabalıyorsun, var olduğunu sezen olursa onları nasihatle susturmaya çalışıyorsun...”
Halil geldi, konuyu değiştirdik. Arkadaşların köylerine gitmek yararlı olur mu? Köyler arasında pek fark olmadığına göre yeni bir şey öğrenilir mi? Halil arkadaşın bu düşüncesi yeni bir fikir geliştirmemize yol açtı: Farklı köylere gitmek. Denizden uzak olanların denize yakın yerlere gitmesi, ova köylerindeki arkadaşların orman köylerine gitmesi. Bunu gerçekleştirmek için arkadaşların kendi köylerini tüm özellikleriyle tanıtması gerekecek. Bunu Öğretmenlere önerip onlar aracılığıyla yapılması önerisini hazırladık. Gitmelerin de tek tek yerine birkaç arkadaş birlikte gidip gördüklerimizi yazılmasını sağlamak. Yapmış gibi sevindik. Bunları Fikret Madaralı Öğretmene Halil arkadaş iletecek, hazırlıklar ona göre yapılıp uygulamaya geçilecek. Sıralar azaldığı için üçer kişi oturuyoruz. Mustafa Saatçi arkadaş Öğretmen yerine geçmiş, arada bir, “Susalım arkadaşlar” diye bağırıyor. “Susalım!” dedikten sonra da karşısındakilere laf atıp tartışmalara gene kendisi neden oluyor. Sabit Soysal pek gelmez ama geleceği tutmuş, kapıdan bir süre gözlemiş, yavaşça içeri girdi. Öğretmen girince Mustafa kalktı. Öğretmen “rahatsız olma, ben kalmayacağım, şöyle bir uğradım!” dedi. Mustafa gene de kalkıp karşıya geçti. Ancak seçtiği yerde gene bir muziplik yapmış olacak, oturanlar, ona yer vermediler. Öğretmen duruma baktı, Mustafa’ya “Ben söyledim sana, burada otur diye, biliyorum nereye gitsen bir çıngar çıkacak.” Mustafa masum bir tavırla “ama Öğretmenim, arkadaşlar bana yer açmadılar.” Öğretmen, “Niçin açmadıklarını sordun mu?” Mustafa öyle baktı. Öğretmen, “Seni on dakika kapıdan gözledim, seni sıraya değil sınıfa almalarına şaştım. Sen başlı başına bir derslik dolduracak kadar gürültü çıkarıyorsun!” Mustafa kendini savunmak istedi. Öğretmen “Etme yavrum, bizim de gözümüz, kulağımız var, biz de bu sıralardan çıktık, yıllardır da bu sıralar arasında geziyoruz. Görmezden, duymazdan geldiklerimizi anlayanlarla anlamayanları çok iyi biliriz. Anlayanlar kesinlikle, “Ben ne yaptım?” demez, böyle bir duruma düşmeden tavrını düzeltir. Anlamayanlar ise savunmaya kalkışarak kendilerini iyice ortaya dökerler. Gel, sen beni dinle, geç, şu masaya otur!” Mustafa, teşekkür edip masaya oturdu. Sabit Öğretmen “Geç oldu ama güç olmadı, gönüller kırılmadı!” dedi. Mustafa’nın başına okşar gibi dokundu, elindeki kitaba baktı. Kitap, herhalde bir rastlantı, Tabiat Bilgisiydi, Öğretmen gene gülümsedi, ayrıldı.
Öğretmen gidince Mustafa’ya dört yandan takılmalar, sataşmalar başladı, “Elinde kitap yoktu, kitabı nasıl, nereden arakladın? Özellikle Tabiat Bilgisi kitabını nasıl tırtıkladın? türünden sorular yağdı. Mustafa bunları gülerek karşıladı, dersler başladığından beri Tabiat Bilgisi dersini sevdiğini, kitabı elinden bırakmadığını anlattı. Anlattı ama herkes gülüyor, ona inanmadığını belirtiyor. İdris koştu Mustafa’nın elinden kitabı aldı. Mustafa’dan önce orada oturmuş, kitabını orada unutmuşmuş. Öğretmen gelince Mustafa cankurtaran simidi olarak İdris’in kitabını eline almış. İdris durumu açıklayınca, gülmeyen kalmadı. Yat zili çalıncaya dek Mustafa’nın Tabiat Bilgisi tutkunluğu konu oldu. Mustafa’nın sıfatlarını kullanarak “İmam böcekleri inceliyor, İmam kurt avında, Hafız etobur hayvanları seviyor, Hafız baykuş dinliyor” türünden güldürücü sözler öne sürüldü. Mustafa hepsine karşılık bulup savunmasını yapıyor, söyleyenin durumuna göre yanıt hazırlıyor. İlgimi çekti, bu eğlenceli olaya Mehmet Yücel hiç karışmadı. Meğer Mustafa ile başka bir konuda tartışmışlar, araları iyi değilmiş. Mehmet Yücel şakacı ama şakalarını yerinde yapıyor, bu nedenle arkadaşlar ona kızmıyor. Bugün Fettah’a karşılık vermemesi de bundandı. Herhalde Mustafa ile dargınlığı büyütmemek için sustu. Biz Halil’le bunları konuşurken yat zili çaldı, herkes neşe içinde yatmak üzere kalkınca ben az daha oturmayı yeğledim. Halil de oturdu. Onun da kafası Baki’ye takılmış, “Vahit Dede ile görüşüp ne yapacak ki?” diye soruyor. Ben de bilmiyorum ama böyle bir gelenek var galiba, gençler, şiir yazmaya başlayanlar, yaşlılarla konuşup onlardan bilgi alırlarmış. Benim köydeki amcalarımdan biri, (Abbas amcam) şiir yazar, o da Ali Kemteri ile görüşmek için Tekirdağ’a, Vahit Dede ile buluşmak için de Kırklareli’ye sık sık giderdi. Onun da ilerde Dede olacağı söyleniyor. Zaten onun babası büyük amca dediğim babamın ağabeyi Mehmet amcam Dede olarak anılır. Pullu Dede olarak köyde türbe mezarı vardır. Belli zamanlarda burada mum yakarlar. Baki böyle bir düşüncede mi, bilinmez, sorulunca susuyor. Vahit Dede ile görüşmek istediğini de önce bana söylemedi, hemşire bana söyledikten sonra sordum, o zaman güldü, doğruladı. Biz gidinceye dek Vahit Dede gelmezse, Vahit Dede’nin son geldiğinde bana bıraktığı dört şiir var, “Fikret Öğretmen sorarsa verirsin!” demişti. Sıkı sıkı tembihledi, “Sorarsa verirsin!” demişti. Fikret Madaralı Öğretmen sormadı. O sormayınca ben de veremedim. İlk geldiğinde konuşurlarken, Fikret Öğretmen “son şiirlerinizi göremedim, yeni neler var?” demişti. O nedenle getirmiş, geldiğinde göremedi, bana bıraktı. Onlardan birini ya da ikisini yazıp Baki’ye vereceğim. Arkadaşım bu düşüncemi beğendi. “Ver bakalım ne yapacak?” dedi. Arkadaşların arkasından biz de gittik. Yatanlar, ortalıkta dolaşanlar gene Mustafa’nın çalışkanlığı üzerine gülmeceler üretiyorlar. Hilmi Altınsoy elinde bir kitap Mustafa’ya uzatıyor, “Al yanında bulunsun, Sabit Soysal Öğretmen nöbetçi, az sonra gelir, kitabı yastığının üstünde görürse sevinir!” diyor. Gerçekten az sonra Sabit Soysal Öğretmen geldi, içeri girmedi ama kapıdan uyardı, “Susalım, uyuyan arkadaşlarımız var!” Ben zaten susmuştum. Her zamanki gibi sabahtan akşama dek karşılaştığım olayları, yaptıklarımı, çevremdeki konuşmaları birer birer gözlerimin önüne getirip değerlendirdim. Vagonların gelip yanaşması, eşyaların hazırlanması, Öğretmenlerin tedirginliği, arkadaşların şakalaşmaları, durmadan çalışan Sami Akıncı’yı, tertemiz çalışıp iş gören Salih Baydemir ile Harun Özçelik’i, bana yardım etmek için uzun uzun dil döken Hüseyin Soysal’ı sık sık esnemelerim arasında anımsadım. Bir iki gün içinde trene binip gidince belki bunların çoğu unutulacak. İki ay önce köyde neleri düşünüyordum, neleri dert ediyordum. Şimdi onlar yok gibi, yerlerine başkaları gelmiş. Gene öyle olacak, yeni yerde yeni sorunlar, eskileri unutturacak. Nasıl uyuduğumu bilemiyorum ama sanırım uzun süre geometri şekilleriyle uğraştım. Parça parça ayrı yerlerde bulunan tarlalarımızın hepsini şekil olarak bilirim. Hepsini geometrik şekil olarak değerlendirmeye çalıştım. Sulanma kolaylığı olduğu için “Ada” olarak adlandırdığımız dört parça dikdörtgen, “Arpalık” dediğimiz, genellikle bostan ektiğimiz, köy içi bahçe kare diyerek ötekileri de şekillendirmeye çalıştığımı uyanınca anladım.
26 Aralık 1938 Pazartesi
Gözlerimi açtım. Bir sessizlik var. Geometri şekilleri ile tarlaların benzerliğini düşündüm. Daha önce bunu hiç düşünmemiştim. Rüyama nasıl oldu da girdi? Babam, “Rüyalar, gündüz düşüncelerinin geceye yansıyan görüntüleridir!” derdi. Ama ben özellikle okula geldiğimden beri tarla şekillerini değil varlıklarını bile düşünmemiştim.
Başımı kaldırınca çok arkadaşın kahvaltıya inmiş olduğunu gördüm. Her günkü gibi itiş kakış, birbirlerine takılmalar. Öğretmenler masalarında Sabit Soysal Öğretmen, kardeşi Hüseyin, Ömer Tunalı, kardeşi İbrahim, kahvaltı yapıyorlar. Arkadaşlarda bir telaş, kullandığımız, bardaklar, tabaklar ne zaman toplanacak? Son gideceğimiz gün toplanır. “Ya toplanmayıp unutulursa?” Al sana bir tartışma! Bugün son banyo günümüz. Gideceğimiz yerde böyle rahat banyo olacak mı? Öğretmenlerin söylediğine göre burada olan her şey orada da olacak! Herkeste bir tedirginlik var da bu nedenle ters ters konuşabiliyor. Vagonlar geldi, eşyalar neden taşınmıyor? Bu, sık sık Öğretmenlere soruluyor. Öğretmenlerin verdiği yanıtları bir türlü anlayamıyoruz. “Çocuklar, bu işler birbirine bağlı, sorumluluğu olan işler. Sorumlular bir yerden emir bekliyor, o emirler gelmeden, teslim alacaklarla teslim edecekler hazır olmadan eşya taşınmaz!” Tamam. Az sonra aynı sorular gene başlıyor. Gerçekten iki gündür neden bekleniyor? Ben Mehmet Aygün arkadaşla gene yer değiştirip birinci grupla banyoya girdim. Çamaşırlarımız son kez burada yıkanacak. Sahi geleli beri çamaşırlarım burada yıkanıyor, tertemiz yatakhaneye konuyor, oradan alıyoruz. Gittiğimiz yerde de böyle mi olacak? Benim bir mendilim bile kaybolmadı. Numaram yazılı kirlilerim torbasıyla temiz olarak hep geri geldi. Bundan sonra ne olacak? Bunu kendi kendime konuşuyorum. Bir çok arkadaş bunları hiç düşünmüyor.
Banyodan sonra dersliğe indim. Hüseyin Soysal gelirse geometrik çizimler hakkında soracağım var. Hüseyin kahvaltıda olduğuna göre bugün burada olmalı. İsmet geldi, o zaten birinci grupta, o da yıkandı. Biz konuşurken beni çağırdılar koştum, birden şaşırdım, Ali ağabeyimle Vahit Dede gelmişler. Okulun taşınması köyde duyulmuş, kapanıyor şekline dönüşmüş. Ali Ağabeyim, Kırklareli’de Vahit Dedeyi bulmuş, birlikte gelmişler. Vahit Dede, “Ben bunlara anlatamadım, sen anlat!” dedi, uzun uzun güldü. Misafir odasından çıkardığımız sandalyeleri gene yerlerine çektik. Baki görmüş geldi, çay içip içmeyeceklerini sordu. Vahit Dede memnun olduğunu söyledi. Baki çay getirdi. Fırsatı kaçırmadım, “Dede, bu çaycı şairdir, sizi tanıyor!” dedim. Vahit Dede “şairler öyledir, birbirlerinin kokusundan anlarlar, vefalıdırlar, bir birilerinden kopmazlar!” dedi. Baki, elinde bardaklık baktı kaldı. Vahit Dede Fikret Öğretmeni sordu. Baki, gelenleri biliyor, “Gelmedi!” dedi. Vahit Dede bana sorular sordu, durumumu anlattım, okulda kalışıma memnun olduğumu, okula alıştığımı, Öğretmenleri sevdiğimi, derslere ayak uydurduğumu anlattım. Fikret Madaralı Öğretmenin ikide bir “Vahit Dedenden haber alıyor musun?” dediğini söyledim. Çok memnun oldu. Ali ağabeyime okula neden gelemediğini anlattı. Öğretmen okulları statüsünde çalışacakların sınırlı diploma sorunu varmış, onun dışında atamalar Öğretmen olarak değil de usta öğretici statüsüne giriyormuş. Bunu da ben istemedim!” dedi. Alpullu’daki çalışmasını sordum. Orasını geçen sene bırakmış, şimdi Kırklareli’de oturuyormuş. Ama okul isterse haftanın belli günlerinde Alpullu’ya gelebilecekmiş. Alpullu okulunu sordum. Benim bildiğim okula gidecekmişiz, zaten başka okul yokmuş. Kırklareli’de İlhan Görkey’le sık sık görüşüyormuş, onun dediğine göre bizim okul Lüleburgaz’a yerleşecekmiş. Üç yer belirlemişler. İlhan Görkey yer saptama komisyonu başkanıymış. Saranlı, Sarımsaklı, Türkgeldi çiftlikleri üzerinde duruluyormuş. “İkisini biliyorum, Saranlı neresi?”diyecek oldum, Ali Ağabeyim güldü, “Lüleburgaz’a giriş yolumuzun karşı tarafı, Umurca Tepeleri’nin bağlık bayırına bakan yüzü. Asker kışlalarının yanındaki düzlük.” Çok üzüldüm ama belli etmedim. “Bari bizim Çeşmedere’ye kursalardı!” diyebildim. Vahit Dede Ali Ağabeyime “Bak seninki iki ayda açılmış, gelecekte sen bunu tanıyamayacaksın!” dedi, güldüler. Baki gitmiş işinde çalışıyordu. İsmet geldi. Vahit Dede İsmeti sorguya çekti, benimle karşılaştırmalar yaptırdı, benden yana söz edildikçe Vahit Dede Ali Ağabeyime “Bak bak Ali, görüyor musun?” gibi uyarmalar yaptı. Ali Ağabeyim, “Okul kapatılıyor!” denince babam çok üzülmüş, kaderciliğe pek inanmamasına karşın, bunu benim şanssızlığıma yormuş. Eğitmen Mustafa Ağabeyin uyarılarına karşın, Ali Ağabeyime “Salcı Dedeyi de al, gidin doğruyu öğrenin!” demiş. Vahit Dede bana, “Babanı çok severim, o da beni sever, biz birbirimizin dileğini kesintisiz yerine getiririz.” İsmet’e takıldı, “Senin baban bu fedakarlıkları yapar mı?” diye sordu. Arkasından “asla yapmaz, o maddecidir, müteahhitlik yapar, çok para kazanır. Bizim paramız olmaz, gönlümüz zengindir! ” dedikten sonra Baki için “Nerede o şair çocuk?” deyip bakındı. Ben gidip getirdim. Baki çok mahcup oldu, “Ben yalnız konuşmayı düşünüyordum!” deyince, biz ağabeyim, İsmet kalktık, okulun durumunu ağabeyime gösterdik. Onlar uzun süre içerde kaldılar. Ne konuştular bilmem, biz döndüğümüzde Vahit Dede eksi, artı işaretleriyle şemalar çiziyordu. Baki’nin elinde üstü çizilmiş şiirler vardı. Bana, “Fikret Öğretmen için bıraktığım şiirlerden Veli için olanı (Ali Ağabeyimi göstererek yani sizin Veli için olanı) yaz da ver, benim yazdıklarım sende kalsın!” dedi. Sonra onun planını çizdi, “Bizim nefeslerimiz böyle planlanır!” dedi. Baki memnun mu, sıkılmış mı belirsizce dinledi, teşekkür edip ayrıldı. O gidince Vahit Dede Ali Ağabeyime, “Bunlar hep böyle oluyor. Yüzlercesi hevesleniyor, yazıyor, karalıyor, içlerinden biri başarılı olup çıkıyor. Sizin Abbas da böyle yaptı, başlangıçta çok umut vericiydi, hastalığından sonra duraksadı, sonra sonra da kaynağı iyice kuruttu.” Vahit Dede İsmet’e Kızılcıkdereli Mehmet Dede’yi, oğulları, Enver’le Mehmet Ali’yi sordu. Babalarını çok iyi tanıyormuş. “Siyasete girdi, başını derde soktu!” dedi. Anlattığı kişiyi ben de tanımıştım. Andığı çocukları için çok büyük bir sünnet düğünü yapılmıştı. Bahçelerini anımsıyorum, çok büyük ağaçlar vardı. Bir dizi kazanla yemekler pişirilmişti. Enver’i sonraları çok gördüm. Bir kez bizim köye gelmiş, bizde kalmıştı. Ben atları suya götürürken o da atını aldı, dereye gittik, ben sudan sonra atı koşturduğum için beni azarlamıştı. Ağabeyi Mehmet Ali de bize çok geldi. Geldiği zaman benim derslerimi sorar, beni bilgilendirirdi.
Biz konuşurken yemek zili çaldı. Yemek saatinde ne yapacağımı bilemedim, yemeğe çağırsam, buna cesaret edemiyorum. Kendim kalkıp gitsem ayıp olacak. Çok tedirginim. Baki koştu geldi, “Sen yemeğine git, ben onlara yemek ayırdım, şimdi getireceğim!” dedi. Geri dönüp söyledim. Biz İsmet’le yemeğe geçtik. Halil Vahit Dede’yi görmüş, dünkü konuşmayı anımsadı, “Senin Tatlıcı bari Dedeyle konuşabildi mi?” dedi. Anlattım, çok sevindi. Yemekten sonra fazla kalmak istemediler. Bizi iyi gördüklerini söyleyerek, ayrıldılar. Bu arada Ali ağabeyim, “istemem, param var” dememe karşın 10 lira verdi. Baki çok memnun, Vahit Dede ile konuşurken girdiği donuk halini değiştirdi, neşeli, bana teşekkür etti. “Şiiri unutma!” dedi. Ben de “Dede birini dedi ama istersen ötekilerini de yazabilirim!” dedim. Ağabeyimin gelişinden çok Vahit Dede’ye sevindim. Hemşire de sevinecek. Ben zaten ona kendimi borçlu gibi düşünüyordum. Sanki ona söz vermiş de sözümü yerine getirememişim gibi bir duyguya kapılıyordum. Hele Halil’e anlatınca daha da üzülmüştüm. O da, “Bari konuşturabilseydin!” demişti.
Dersliğe gittim, pek az arkadaş var. Oturdum üçgen çizmeye başladım. Üç kenarı verilen üçgenlerin çizimi. Pergelle çizilir. Başka bir yolu var mıdır? Yok! Açısı verilen üçgenler, açı ölçerle, cetvelle. Geometri dersi için, cetvel, açıölçer, pergel, gönye gereçleri gerekli. Pergel kullanıyorum. Daha doğrusu kullanamıyorum. Sık sık kaydırıyorum, ölçü bozuluyor. Kocaman üç kağıt doldurdum, sonunda düzgün çizimler yapabildim. Açı ölçer de zor kullanılıyor. Denemeler uzadıkça çizimler hem doğru oluyor, hem de düzgünleşiyor. Halil bana bakıp bakıp bazen içinden “çık, çık, çık” çekiyor. Oysa ben çalışmamdan memnunum, ellerimin iyice alıştığını biliyorum. Gene de etkileniyorum galiba arkadaş gelince bu tür çalışmaları bırakıyorum. Aklıma geldi, hemen şiirleri yazıp vereyim.
Türk Hacı Bektaş Veli. . .
Şiiri arkadaşa da okudum. Söylediklerinin çoğunu anlamadık ama, arkadaş sonundaVahit Dede için “Alevi diyorlar!” dedi. Ben önemsemeden. “Desinler!” dedim. Arkadaş “Bu söz iyi bir söz mü?” diye sordu. Bu arada bazı arkadaşların İsmet için böyle dediklerini söyledi. İsmet için söyleyenler, benim için de söylemiş olurlar. Çünkü iki kız kardeşin çocuklarıyız. Öte yandan Vahit Dede övünerek kendisi için “Alevi” diyor, kötü bir şey olsa apaçık böyle der mi? Arkadaş benden sordu “Peki sana Alevi dedikleri zaman neden kızıyorsun?”
“Ben alevi değilim. Burada önemli bir ayrılık var. Benim ailemde Bektaşiler var. Bektaşiliğe girmemişler var. Aynı iki kardeşten biri Bektaşi, öteki değil. Ben bu iki kardeşin küçüğüyüm. “Bektaşilik bir inanç yoludur!” diyorlar. Bu yola isteyenler girebilirmiş. Oysa Alevilik anne-baba tarafından alınan bir kan bağıymış. Vahit Dede öyle olabilir. Ben orasını bilmiyorum. Eniştemiz, akrabamızla evlenmiş ama işin o taraflarını tam bilmiyorum. Üstelik bana Alevi diyen küçük düşürmek için diyor, küçük düşürmeye çalışanın ne mene biri olduğunu bildiğim için karşı koyup susturuyorum. Öte yandan Vahit Dede bir Bektaşi dedesi, tanınmış biri, Fikret Madaralı Öğretmen onunla konuşurken üstat gibi sözler söyledi. Fikret Öğretmenin Öğretmenlerini, onun sevdiği yazarları hep tanıyor. Vahit Dede, bizim ailenin geçmişini araştırmış, bu konuda kitap yazmış, onun söylediğine göre, yüzyılların derinliğine karışan bir aile, soy geçmişimiz var, ilk Rumeli’ye geçen boylardanmışız, dedelerimizin türbeleri var. Amucalar, Karaabalılar ya da Kebeliler denmesinin asıl nedeni kendi ürettikleri ürünlerle giyinip kuşanmalarındanmış. Okula geldiğimiz günler herkesin sırtında satın alınmış basma giysiler vardı. nedense İsmet de böyle giyinmişti, salt ben kendi evimde yapılmış giysilerle geldim. Terzinin söylediklerini duydunuz.”
Ben böyle konuşunca, arkadaş, üzüldüğümü düşünerek, “Yanlış anladın!” deyip konuyu değiştirdi. Alpullu hakkında yeni bilgi edinip edinmediğimi sordu. Vahit Dede’nin Alpullu’dan ayrıldığını, Okul yönetimi isterse haftada birkaç gün gelebileceğini, anlattım. Okulumuzun temelli olarak Lüleburgaz’da kalacağını, yerinin henüz tam olarak saptanmadığını, benimle konuşan İlhan Görkey’in bu işlerle uğraştığını anlattım. Arkadaş “bu işleri sen çok iyi izliyorsun, en iyisini sen biliyorsun” deyip beni onurlandırdı. Halil az konuşuyor ama bence çok yerinde konuşuyor. Belki bu durumundan dolayı Fikret Madaralı Öğretmen aramızdan onu seçip, kendisine yardımcı yaptı. Bunu hep düşünüyorum, Namık Ergin Öğretmen bana ikide bir “Aferin!” diyor, ama bir iş için biri seçilirken Salih’i ya da Harun’u seçiyor. Naci İnan Öğretmen de öyle. Hamdi Bağ Öğretmen de beni seçiyor ama genelde bu ağır yüklerde oluyor. Bu seçimlerde beni geride bırakan arkadaşları küçümsediğim halde öne geçtiklerini görünce üzülüyorum. Kendi kendime düşünürken bunun bir gerçek olduğu gibi ayrıca bunun bir nedeni olabileceğini de düşünmeye başladım. Matematik dersinde tüm gayretime karşın Öğretmen bir şeyler söyleyerek beni oturttu. Tarih dersinde tüm söylediklerimi beğenen Öğretmen rahatça arkasını dönüp konu değiştirdi. Tuğla örerken Hasan Çevik Öğretmen, “Sen ağabeysin!” dedi geçti. Tarım dersinde Salih Ziya Öğretmen, ”Çiftçi Başı” filan diyor ama öteki arkadaşların bir hık deyişine gösterdiği duyarlığı benim dakikalarca anlattıklarıma göstermiyor. Bunları uzun uzun düşünmüştüm. Arkadaş böyle deyince içimi dökme fırsatı yakaladığımı sanarak konuştum. Arkadaş bana hiç katılmadı “Sen yanılıyorsun, haksız olarak daha çoğunu istiyorsun. İlk derslerde hiç yapamayacağından söz ediyordun, şimdi ise en iyisi olamamaktan yakınıyorsun. Öğretmenlerin tümü senden çok memnun. Unutma ki hepimiz onların öğrencisi, hepimizi yetiştirmek istiyorlar. Sami hepimizden çalışkan, bunu Öğretmenler ilk günden anladılar. Böyleyken Sami’ye yeri geldiği zaman söz veriyorlar. Sami istediği kadar parmak kaldırsın gerek görmeyince Öğretmenler Sami’ye söz vermiyorlar!”. Halil, Öğretmen gibi konuşuyor. Beni mi kandırıyor, gerçeği mi söylüyor, ikircil durumda kaldım. Bir süre düşündüm. Galiba arkadaş haklı. Ben ilk geometri dersinde küp sözünü duyunca küçük çömlek anlamıştım, müstatillerin, müselleslerin yerine üçgenlerin, dörtgenlerin aldığını ancak öğreniyorum. Arkadaşın uyarıları hoşuma gitti. Çalışmayı bırakıp konuşmayı yeğledim. Okulun yeri için önerilen yerleri anlatmaya başladım. Saranlı olursa bizim köyden her gün gelen geçen olur. Özellikle kışın Lüleburgaz deresi taşar, bizim tarafın köylüleri, Saranlı tarafına geçip şehre oradan girer. Saranlı’da asker kışlaları vardır, bu nedenle yollar düzgündür. Sarımsaklı bir Devlet çifliğidir. Bizim köyden bir çokları oraya her yıl belli zamanlarda çalışmak için giderler. Bol ürünlü bir büyük çiftliktir. Pancar tohumları da orada yetiştirilir. Türkgeldi de bir devlet çiftliğidir. Lüleburgaz tren istasyonu ile Sarımsaklı altında ormanlıkları olan bir yerdir. İçinden tren yolu geçer. Bu üç yerin bizim köye en uzağı orasıdır. Anlattıklarımı arkadaşlar, Halil özellikle de Hüsnü ile Emrullah dikkatle dinliyorlar. Benim yakınlıktan sevinç duyduğumu sanıyorlar. Bense sevinç şöyle dursun, köye yaklaştığımdan üzüntü duyuyorum. Bunu nedenini sorsalar açıklayamam ama gerçek duygularım böyle. Ancak arkadaşlara bu duygularımı açıklamaktan kaçınıyorum. Elimde olmayan nedenlerle köyüme yaklaştıkça yapay bir sevinç göstermeye çalışıyorum. Saranlı sözünü duyunca Ceylan köylü Mehmet’ler ilgilendiler, bu yer onların Lüleburgaz yolu üzeridir. İdris Destan, Recep Kocaman için de aynı yol üstü. Ama onlar “Kesinlikle olmaz, orası düpedüz kır kırçıl bir yer!” diyorlar. Aslında orada eskiden köy varmış, Balkan Savaşı’nda yıkılmış, halkı başka yere göçmüş, sonra da asker yerleşmiş. Şimdi tümüyle bir asker bölgesi. Görünüşte öyle. Mehmet Yücel kolayını buluyor “Askerler bizim binamızı aldı, biz de gider onların binalarını alırız!” diyor. Mehmet Yücel ekliyor “Aman orası olmasın, orası çok rüzgar olur, kışın rüzgardan dışarı çıkamayız!” Saranlı, rüzgar derken zil çaldı, pazarı da geçirdik. Köyü hayal ettim, biz Hamitabat’ı geçince Lüleburgaz Bağlık Sırtı denilen yokuştan aşağı ineriz. Karşıda büyük bir düzlük vardır. Saranlı orası. Gözümün önüne getirip, şekillendirmeye çalışırken uyudum.
27 Aralık 1938 Salı
Oldukça karmaşık rüyalı bir gece geçireceğimi düşünerek yatmıştım. Böyleyken hiç rüya görmemiş olarak uyandım. Çok rahat uyuduğumu duyumsuyorum. Kendi kendime: “Bugün eşyaları taşımaya başlarız!” diyorum. Biri de “Bugün taşıma başlayacak! ”diye bağırdı. “Öğretmenlerin hepsi gelirse kesinlikle taşıma olur!” Kahvaltıya salt Öğretmenlerin gelip gelmediğini görmek için koşarak gidiyoruz. Yazık ki umduğumuz olmadı. Namık, Hasan, Hamdi, Naci Öğretmenlerden başka kimse yok. Onlar başlatamaz mı? Tahmin yürütüyoruz. Biz üzüntü içinde kahvaltıdan kalkarken okul Müdürü önde tüm Öğretmenler, neşeli konuşarak yemek salonuna girdiler. Ruhi Esin’le yanındaki arkadaşı da beraber. Oturan öğrencilere duyuruldu, “Herkes dersliklerinde toplanacak, Öğretmenler gelip açıklama yapacaklar!” Tamam, değişik bir durumla karşı karşıyayız: Taşıma başlayacak!
Heyecanla bekliyoruz, herhalde sanat Öğretmenleri gelip iş bölümü yapacaklar, eş eş ayırıp yapacağımız işleri anlatacaklar, diye yorumlar yaparken Türkçe Öğretmenimiz Fikret Madaralı geldi. Güler yüzle “Günaydın!” dedi. Başta İsmet olmak üzere bir çok arkadaşa sorular sordu. Okulun başka yere taşınacağını ailelerimize bildirip bildirmediğimizi sordu. “Bildirmedik!” sözünü duyunca “Olur mu?” diye sertçe çıkıştı. Arkadaşlar, özellikle Mehmet Yücel “Ne yazacağımızı bilmiyorduk, nereye gideceğimizi bile yeni öğrendik!” dedi. Öğretmen, “Haklısınız akıl erdiremediğimiz bir takım nedenlerden dolayı sizinle açık konuşamadık, şu anda Alpullu’ya göçtüğümüzü ailesi bilenler elini kaldırsın!” dedi. İsmet’le ben el kaldırdık. Arkadan beş altı arkadaş da bize katıldı. Öğretmen “Bak arkadaşlarınız duyurmuş!” deyince, İsmet açıklama yaptı, “Bizimkiler, okul kapanmış, diye duyup geldiler!” dedi. Bu kez Öğretmen daha çok üzüldüğünü belirtti. Sonra bize açıklamalarda bulundu. Bir arkadaşın eşyaları vagonlara ne zaman taşıyacağımızı sorması üzerine öğretmen gülerek: “Ben de bunu anlatmaya çalışıyorum, siz eşya meşya taşımayacaksınız. Öğretmenlerinizin şunu şuraya götür dediği nesneler olursa yardımcı olacaksınız. Eşyalar sorumlu, görevlilerce vagonlara yerleştirilecek. Buradan gidecek eşyaların bir bölümü bizim kullanmamız için gideceğimiz okula ayrılacak, bir bölümü yaza açılacak bir başka okul için depolara konulacak, bir bölümü de ilerde kendi okulumuzda kullanılmak üzere saklanacak. Bu nedenle sizin beklediğiniz gibi doldur boşalt taşıma yapılamıyor. Görevli Öğretmenler var, onlar bugün, bizim gideceğimiz okula gönderilecekleri saptayıp yükletecekler. Vagonlara yerleştirme usta işçilerce yapılacak. Siz, belki küçük parçaları taşımada yardımcı olacaksınız. Önce biz, yanı sizin sınıfınızla biz Öğretmenlerin bir kısmı gideceğiz. Bu belki daha bir iki gün gecikebilir. Biz gidip yerleşince kardeş sınıflar da arkamızdan gelecekler. Dediklerimi anladınız mı? Anladınızsa bunları evlerinize yazabilirsiniz. Tekrar ediyorum bunları yazmalısınız. Okul kapanması diye bir durum yok. Geçici bir süre bir okulda konuk olarak kalacağız, en kısa bir zaman içinde kendimize uygun bir okulumuz olacak!”
Hepimiz sustuk, anlatılanları anlamıştık. Bir an sessizlik olmuştu, Sami elini kaldırdı, sordu: “”Öğretmenim, biz anlattıklarınızı iyice anladık, sağ olun, ama anlamadığımız bir taraf gene var, okulumuz yeni açılmıştı, daha henüz iki ay oldu, neden başka yere kaldırıldı? Bunu bizden sorarlarsa ne diyeceğiz?” Öğretmen gülümseyerek: “Bunu tam olarak ben de bilmiyorum. Ancak size soracaklara yetecek kadar bir şeyler söyleyebilirim. Bu bina bizim bakanlığımızın, yani Milli Eğitim Bakanlığı’nın değildi. Bina hazinenin ama milli Savunma bakanlığına ayrılmış, ordunun gereksinimleri için ayrılmış bir yer. Trakya Bölgesi’nde asker çoğalınca orduya gerekli oldu, onlar da kendilerine ait olan yeri geri istediler. Olayın özü olarak budur. Okul açılırken daha bu konu gündeme geldi, bize bir süre verdiler, bu süre bu ay sonuna dek uzatıldı, ay sonu geldi, işte biz de gidiyoruz. Bu hikayenin özeti budur. Devletin iki kurumu böyle anlaştı, anlaşma böyle uygulandı. Sizin, bizim bundan büyük zararımız olmayacak. Biz görevlerimizi gene yapacağız, siz gene öğrenciliğinizi sürdürüp size va’dedilen haklara sahip olacaksınız. Hiç zararımız olmadı dediğime bakmayın bizim biraz zararımız oldu, hazırladığımız evlerimizden çıkıp kiralık ev derdine düştük. Alpullu’da oturacak ev bulamadım. Size ders için geldiğimde bir köyden yetişmiş olacağım. Köyle Alpullu arasında binilecek vasıta yok, yağmur çamur, yürüyeceğim. Öteki arkadaşlar da böyle. Ne var ki yurt insanlarına hizmet etmek kolay değil. Bir de okulumuzu elimizden aldığı için sinirlendiğimiz askerleri düşünelim. Onlar yurdu beklemek için yağmurda, çamurda gezip dolaşıyor. Dağlar taşlar asker dolu. Onların nasıl yaşadığını göz önünde tutun, durumunuzdan ona göre şikayetçi olun!” Öğretmen konuştukça sustuk, kendi gerçeklerimizi anımsadık, küçüldük kaldık. Ben Öğretmeni çok haklı buldum, bunları hiç düşünmeyen arkadaşları yan gözle izledim, kedi gibi pısırdılar. Bence Öğretmenin konuşması çok iyi oldu. Bundan sonra bu konularda çıkacak tartışmalarda bu sözleri yüzlerine vurabileceğim. Sanki benim düşüncelerimi duymuş gibi Öğretmen bana baktı, “66” dedi, biraz daha güldü, “senin Pullu soyadınla Alpullu arasında bir ilişki var mı?” dedi. “Yani bu Pullu adları nereden kaynaklanıyor, arkadaşlarına anlat!” dedi. Ben kalktım, “Öğretmenim, Vahit Lütfü Salcı” derken “Biliyorum, Vahit Dedenin anlattıklarını unutmadım, Anımsadığıma göre senin bir de Pullu deden olacak. Sözü oraya getiriyorum. Hem bu sorum şimdi için değil, ilerde bu tür incelemeler yapacağız, o günler için bir hazırlık yap!” dedi, beni oturttu. Öğretmen, bizim okulun ağabeyleri olduğumuzu, bunun bilincinde olmamızı bir kez daha anımsatıp ayrıldı.
Arkadaşlar mektup telaşına kapıldılar. Çoğunda mektup yazacak kağıt bile bulunmadı. Birbirimize yardım çabasıyla kağıt, zarf toplayıp gereksinimleri karşıladık. Derslikten çıktığımızda birilerinin eşya taşıdığını görünce Fikret Madaralı Öğretmenin dediklerini daha iyi anladık. Güçlü kuvvetli insanlar, gelip gidiyor. Önce Ahmet Gökay Ağabeyin odasını, muhasebe masalarını kaldırdılar. Ahmet Ağabey dediğim Ahmet Gökay, bana gülerek “harçlığın var mıydı, paraların gidiyor, dua et, hazinen yolda soyulmasın!” dedi. Ali Ağabeyimin geldiğini, harçlık bıraktığını anlattım. Güldü, şaka söylemiş, istediğim harçlığı her zaman verebilecekmiş. Kendisi ilk grupla gidecekmiş. “Güle güle!” deyince “Hayır hayır, sizinle beraber gideceğiz!” Böylece, ilk önce bizim gideceğimizi kesin olarak öğrenmiş oldum Dersliğe dönerken Halil Basutçu ile karşılaştım, Fikret Madaralı Öğretmen çağırmış, ben de beraberinde gittim, kapıda onu bekledim. Öğretmenle beraber çıktılar. Öğretmen beni görünce “Ha işte, aslan gibi delikanlı neden çalışmasın, köyünde iş yapmıyor muydu ki? Götürebileceği kadarını neden götürmesin?” dedi. Bana dönerek “Sizin bazı arkadaşlarınızın yardımcı olmanızı ben istiyorum, Müdür beye ben önerdim, kabul ettirdim. Sınıfınızda on kadar arkadaşınız yardımcı olabilirsiniz, haydi sizi göreyim!” Halil arkadaşla dersliğe gittik, durumu anlattık. Nazmi Aybar Öğretmene soracağız, o ne derse, dediklerini vagonların yanına götüreceğiz. Sormadan kendiliğimizden eşya götürmek yok! Derslikte bulunan arkadaşlardan, Sefer Tunca, Fettah Biricik, Arif Kalkan, İsmet Yanar, Mustafa Saatçi, Ali Güleren, İbrahim Tuzpahacı bize katıldı, Nazmi Aybar Öğretmene gittik. Nazmi Öğretmen çok memnun oldu. “Her ne getirirseniz getirin ikişer arkadaş getireceksiniz, yorulunca kimseye sormadan bırakacaksınız” sözleriyle bizi rahatlatıcı açıklamalar yaptı. Sıra, sandalye, tahta dolaplar bizim taşımamıza bırakıldı. Az sonra Hüseyin Serin geldi, tam on kişi olduk. Sessiz sakin tavırlar içinde kısa bir zamanda bize ayrılan parçaları ikinci vagonun yanlarına sıraladık. Çalışanlardan ikisi onları çabucacık yerleştirdi. Bize takıldılar, “Gençlik budur işte, koca bir vagonu çabucacık doldurdular!” Güldük, “bizim taşıdıklarımız, çok yer işgal ediyor da ondan, boş dolaplar yığılınca vagon doluverdi”. Gene de sevindik. Nazmi Öğretmen çok teşekkür etti, “Yarın gene beklerim!” dedi. Dersliğe döndüğümüzde, olayı İsmet açıkladı, ”Gitmeseydik o vagon boş duracaktı. Yarın gene bir vagon dolduralım.” Dersliktekiler söz birliği etmişçesine alkışladılar, hep birden “yarın hepimiz gidelim, karınca kaderince hepimiz taşıyalım, iki vagon dolduralım!” Derslik cümbüş yerine döndü. En çok çalışma yanlılarından biri Mehmet Yücel oldu. “İş bizim işimiz, neden çalışmayalım?” Tüm arkadaşları güldüren Mehmet Yücel, onları işe yönlendirmede de öncü oluverdi. Birkaç arkadaşla Nazmi Öğretmene gittiler, yarın için hazırlık yaptılar. Nazmi Öğretmen çok memnun olmuş, “Bu isteğinizi Müdür beye hemen ileteceğim, çok sevinecektir!”demiş. Arkadaşlarda şaşılacak ölçüde bir çalışma isteği, hem de yük taşıma isteği belirdi. “Bu, Fikret Madaralı Öğretmenin konuşmasından mı oldu?” gibilerde konuşurken Mehmet Yücel, “bunu sen ne diye başkasında arıyorsun, bunu siz ikiniz yaptınız. Siz Fikret Madaralı Öğretmene biz çalışmak istiyoruz demeseydiniz, biz burada “Bocuk Domuzu”* gibi yatacaktık. Bırakın şimdi ötesini, çok iyi oldu, çalışırız, yoruluruz, işimizi yaparız, böylece son günlerimizde daha az üzülürüz.” Mehmet Yücel arkadaşın sözleri belki tam doğru değildi ama bir sataşma ya da hesaplaşma da değildi, birliği, beraberliği destekliyordu. Sevindik, güldük, Alpullu’da yapacaklarımız hakkında planlar kurmaya başladık. Ben uzun süreli arkadaş konuşmalarına pek katılamıyorum. Katılırsam çoğunlukla ben konuşuyorum. Bunun güzel bir tavır olmadığını da iyi bildiğim için, genellikle kısa kesip ders çalışmaya geçiyorum. Bu durumumu bir çok arkadaş anlamış durumda, kimse alınmıyor.
Bu gece Coğrafya çalışacağım. Yönler, yıldızlar, saatler, Ay, Ay tutulması, Güneş evreleri, mevsimler. Bekir Temuçin sıralar azalınca kimsenin yanına oturmadı, oturmamakta diretince hemşerisi Halil onu yanına çağırdı, geldi. Coğrafya kitabımı açınca bana sorular sordu. Çoğunu yanıtlayamadım, o sorularını kendisi yanıtladı. Baktım Bekir coğrafyayı çok iyi biliyor. Halil yer değiştirdi, Bekir’le yan yana gelip çalıştık. Ay tutulmasını, Mevsimleri, Mevsimlerin oluşmasını, Bekir bana Öğretmen gibi anlattı. Bekir’in boyuna bakıp küçümsüyordum. Meğer Bekir’in kafasının içi büyükmüş. Tabiat Bilgisini de beraber çalışmaya karar verdik. O anlatınca kendisi daha iyi öğreniyormuş. Ben nasıl çalışınca daha iyi öğrendiğimi tam saptayamadım. Dinleyince hoşuma gidiyor. Bekir de sahiden güzel anlatıyor. Zil çalınca hemen yatmaya yöneldik, yarın daha yorucu bir gün olacak. Yatınca hemen uyumak istedim, hiçbir düşünceye kendimi kaptırmadım, ne aklıma geldiyse başkasına geçmek için kendimi zorladım. A aklıma geldi, azıcık onu düşledim. Kadir’in geçen gün söylediğini anımsadım. Gerçekten benden kuşkulandı mı, yoksa başkasından bir şeyler mi duydu?Ayrılırken hemşireye ne diyeceğim? Ne akıllı kız! Kendini benden büyük görüyor, yönlendirmeye çalışıyor. A küçüktü ama o da yönlendirmede ustaydı. Kızlar hep böyle mi acaba?
28 Aralık 1938 Çarşamba
Zili duymadım ama konuşmalardan uyandım. Herkes ne taşınacağından söz ediyor. Birileri söz verdiğine pişmanlık duydu galiba, “Ne taşıtırlarsa onu taşırız.” “Nazmi Aybar Öğretmen açıkladı, gücümüze göre yük götüreceğiz. Sıralar gitti, dolaplar gitti. Büyük depo boşaltılabilir. Belki de marangozluk atölyesi taşınacaktır.” Naci Öğretmen “Bizim atölye orada ilk çalışmaları yapmak zorunda!” Kahvaltıya inince gözlerim Öğretmenler masasında takılı. Nazmi, Hamdi, Naci, Hasan Öğretmenler gelmiş, başka gelen yok herhalde. Gözlerimiz Fikret Madaralı ’da. Nedense o bize arka çıkıyor, güç veriyor duygusuna kapılıyorum. Bakıyorum başka arkadaşlar da benim gibi düşünüyor. Özellikle ben Mehmet Yücel’in değerlendirmelerine önem veriyorum, o da benim gibi düşünüyor. “Fikret Madaralı iyi adam!” diyor. Bugün gelmesi gerekir, evini Alpullu’ya taşıdığına göre şimdilerde yalnız olması gerekir.
Ben kahvaltımı yaparken konuşmadan bunları düşünürken Fikret Öğretmen arkamızdaki kapıdan girmiş bizim masanın ucuna dikildi, gülerek “Masanızda bana yer var mı?” diye sordu. Birden hepimiz ayağa kalktık. “Yok, yok, yooook! ” diyerek bizi oturttu. Baki koşarak geldi, “Buyurun!” deyip Fikret Öğretmenin söylediklerini dinleyip koştu. Öğretmen oturunca ilk sözü “Dün beni sakin sakin dinlediniz, sonradan ne konuşup karar verdiniz de gidip çalıştınız? Bugün de çalışacak mısınız?”Arkadaşlar “çalışacağız Öğretmenim!” dediler. Fikret Öğretmen gülerek, “Cesur insanlar böyle olur, kim ne derse desin onlar kendi düşüncelerinin doğruluğuna inanarak hareket ederler. Siz, işte bunu yaptınız, bundan böyle de hep yapmaya çalışmalısınız. Sağduyu denilen şey budur: Kişi, yapılması gerekeni kendi seçip kendi kararıyla yapmalıdır. Siz otuz arkadaşsınız, birbirinizi desteklediniz ama sonuç olarak güzel bir birlik oluşturdunuz. Bugün, yarın sürecek olan bu birliktelik gelecek günlerde sizin vazgeçemeyeceğiniz bir görev anlayışına dönüşecek, toplu çalışmanın verdiği zevki duyarak iş göreceksiniz. Uygar toplumların ulaştığı aşama işte budur. Komşu çalışırken ben neden çalışmıyorum? sorusunu sorabilen insanlar uygarlaşmıştır, uygar insanlar da insan gibi yaşamanın koşullarını kesinlikle çalışıp yerine getirirler!”
Baki tepsisini getirdi, bekledik. Öğretmen kahvaltısını bitirince kalktı, biz de kalktık. Öğretmen masasından arkadaşları “Fikret Öğretmen!” diye seslenince Öğretmen onların yanına gitti, biz bir birimize bakarak dersliğin yolunu tuttuk. Hiç birimiz söyleyecek bir söz bulup sessizliği bir süre bozamadık. Derslikteki arkadaşlar bilenmiş gibi eşya taşımaya hazır bekliyorlar. Bizse suskunuz. Fikret Madaralı’nın konuşmasını onlar dinlemiş gibi iş yapmaya hazırlanıyorlar. Biz dinledik, coşmamız gerekirken sindik. Neden acaba? Sözleri iyi kavrayamadık herhalde!
Zil çalınca büyük kapının yanına topluca gittik. Naci Öğretmen beni çağırdı, anahtarları verdi, “Atölyeyi aç! ” dedi. Koştum, dediğini yaptım. Uzun süre bekledim, gelen giden olmadı. Şaşırdım, yanlış mı anladım, deyip bakınmaya başladım. Atölyeyi kapatıp büyük kapıya gittim. Arkadaşlar, kitaplık olarak ayrılan salonda ne varsa 3. vagona taşımışlar, bizim atölyeye gelmek üzereler. Koştum, kapıyı açtım. Gelenler oldu, herkes neşeli. Küçük Hasan, Bekir Temuçin, akşam bana ay tutulmasını anlatan coğrafyacı Bekir sandıkları tutup tutup yokluyor. Sandıkların bir bölümü çok ağır bunları ben biliyorum, bir bölümü araç-gereç dolu, bunlar hafif. Bekir’e onları gösterdim. Sevindi, birini tutup sürüklediler. Ötekiler gelince kardeşçe bir dengeleşme yaparak, küçükler hafifleri güçlüler ağırları, alıp alıp götürdüler. Atölyede üç büyük tezgah ileçakılmış uzun, işlenmemiş tahtalar dışında bir şey kalmadı. Onları çalışanlar alacak, ben bekliyorum. Naci Öğretmen beni korudu mu yoksa başka bir durum mu var anlayamadım. Az sonra iki genç geldi, ağır sandıkları kollu tezkerelerle, çakılı tahtaları da sırtlarına alarak götürdüler Atölye boşalınca içime bir gariplik çöktü, ağlar gibi oldum. Naci Öğretmen bu duygu için mi acaba beni yolladı? Kapıyı kilitleyip ayrıldım. Büyük Kapı önüne çıkınca az önce tahtaları taşıyan gençlerin takır tukur piyanoları götürdüğünü gördüm. Kendi kendime “Hani ben bu piyanoları çalacaktım?” diye sordum. “İnşallah Alpullu’da çalarım!” Kendi kendime söz verdim: “Ben bu piyanoları çalacağım!” Yemek paydosunda arkadaşlar hiç yorulmamış gibiydiler. Müdür Bey, Fikret Madaralı, öteki Öğretmenler gelmiş, arkadaşlarla konuşmuşlar, herkes çok mutlu. Revir, küçük sınıfların dersliği, yemek salonunun yarısı, Mutfağın az bir bölümü olduğu gibi kalacakmış. Onları, biz gittikten sonra belli bir zamanda toplayıp küçük sınıflarla alacaklarmış.
Bizim sıralarla, bizim yataklar ne olacak? Gideceğimiz sabah erkenden kalkıp vagonlara konup bizim trene ekleneceklermiş. Yarından sonra tren bizi alırsa gidecek. Her tren yük almadığı için koşullu gidiliyormuş. Yavaş yavaş durumu anlamaya başladım. Herhangi bir yolcu gibi atlayıp gidemememizin nedeni bunlarmış. Öğlede güzel yemekler var, tulumba tatlısı var. Bu tatlıya neden tulumba tatlısı dendiğini bir türlü sorup öğrenemedim. Tulumba, bahçelere su çeken bir gereç, onunla yapılan tatlı olmaz. Kenarları tırtıklı olduğu için belki bir kalıbı var. Ama bu kalıp tulumba olur mu? Neyse, ben tulumba tatlısını çok seviyorum. Bir de yanıklı pilavı. Ablam güzel pirinç pilavı yapardı ama böyle yanıklısını hiç yememiştim. Bakalım Baki tulumbayı getirecek mi? Bugün çalışanlar çok, getirmesini istemem. En iyisi yemeğimi çabuk yiyip erken kalkayım. Öyle yaptım, arka kapıya dönüp koridora çıktım.
Çıkınca içim de rahatladı. Doğru dersliğe gittim. Çalışkan arkadaşımız Sami Akıncı yemeklerde o denli hızlı ki kimse ondan önce masadan kalkıp dersliğe gidemiyor. Çiğnemeden mi yutuyor, yoksa özel bir çiğneme yöntemi mi var? Darılmayacağını bilsem soracağım. Babamın bir yemek yeme öyküsü vardır, onu her zaman anlatır. Varsıl bir insanın çok koyunu varmış. Çok koyunu gözetip yöneten 40 çobanı varmış. Koyun sahibi kırk çobana ayrı ayrı yemek yerine bir kazanda yemek yaptırıp bir kaşık ekleyerek gönderirmiş. Kırk çoban nedense kaşığı değiştire değiştire yemeklerini yerlermiş. Çobanlar öyle bir hızla kaşık değiştirmeye alışmışlar ki kaşık rüzgar hızıyla el değiştirip ağızlara giriyormuş. Bir gün tam onlar yemek yerken sürüye kurt girmiş, koyunu kapıp götürmeye başlamış, şaşılacak bir durum olmuş kırk çobanın da ağzı dolu olduğundan ağızlarını açıp kurda “İşşştt!” diyememişler. Hızlı yemek yiyenlere bunu anlatır, “Size kurt gelmeyecek ama midenizin bir itirazı olabilir!” der. Yapı atölyesinden bir şey taşınmamış. Üst katta bilmediğimiz, girmediğimiz odalar var. Oralarda daha toplanacak eşya varmış. Kız okulu eşyalarına kimse dokunmamış. Piyanoların yanından taşınan saray eşyaları sonra taşınacakmış. Bunlar söylenti. Sonra kim toplayacak? Namık Öğretmen geldi, Yapı atölyesine gittik. İlginç, oradaki eşyalar hiç toplanmamış, Duvar gönyeleri duvarlarda, mala, çekiç türünden küçük parçalar açık sandıklarda. Yığınla tuğla, sayısız kiremit, öyle duruyor. Açık sandıkları öyle taşıdık. Tuğla ile kiremit dışında bir şey kalmadı. Namık Öğretmen bize “Maşallah karınca gibisiniz!” diyor. Konuşmaktan çekindiğim halde boş bulundum “Neden karınca gibi, arı gibi değil miyiz?” dedim. Namık Öğretmen, “Hayır o yanlış olur. Arılar ürün verir, bal yapar, siz onu önümüzdeki günlerde yapacaksınız, şimdi salt taşıyorsunuz, tamam mı?” deyip bana baktı. Sonra da duvarda asılı camlı askılığı elime vererek vagona gönderdi. Küçükler Ömer Öğretmenle birlikte çıkmış çalışanlara bakıyor, “Biz taşımayacak mıyız?” diye soruyorlar. Ömer Öğretmen, ”Siz kendi eşyalarınızı yarından sonra taşıyacaksınız, şimdi dinlenin!” deyip yatıştırıyor.
Akşam yaklaşırken bizim taşıma işimiz kestirildi. Eşyaların dışarıda kalmaması için böyle bir önlem düşünülmüş. Gece olmadan gelenlerin vagonlara konması söz konusu. Biz erken paydos ettik. Yarın devam etmek üzere dersliğe döndük. Yorgunluk, hevesleri azıcık azaltmış gibi ama gene de olumlu söylemler devam ediyor. Yarın daha güçlü çalışacağız. Ben unutmuştum, Hüsnü Yalçın beni Osman Nuri Peremeci’ye götürecekti, ”Gidemedik kaldı!” dedi. Üzüldüm, arkadaşım benim için, benim isteğimin yerine gelmesi için söz vermişti, gerçekleşmemesine üzülüyor. Ben de üzüldüm. “Edirne’ye muhakkak geleceğim, beraber geliriz!” deyip gönlünü aldım. Sevindi. Hüsnü de, Emrullah da bizim sevindiğimiz olaylara sevinmiyorlar. İki gündür istekle sarıldığımız çalışmalara onlar zoraki katılır gibi. Tembelliklerinden değil, nedendir bilmiyorum ama ayrı bir düşünceleri olduğu besbelli. Halil de konuşmalarımıza katıldı, o da böyle bir durum sezinlemiş, sorup öğrenmeye çalışıyor. Biz mi sizi yeterince aramıza almıyoruz? diye soruyor. Bu soruya kesinlikle karşı oluyorlar, arkadaşlarımızdan memnun olduklarını söylüyorlar ama, günün her saatinde kendi kendilerine fıs fıs, fıs fıs, konuşarak vakit geçiriyorlar. Halil biraz çıkıştı, “Bundan sonra tutup sizi sürükleyerek aramıza alacağız, ikinizin bir kenara çekilip konuşmanızı engelleyeceğiz!” dedi. İkisi de bundan memnun göründü, “Biz ayrılık düşünmüyoruz!” dediler ama bakalım nasıl sonuç verecek? Yatmaya çıkarken Halil Emrullah’ı benim koluma taktı, kendisi de Hüsnü’nün koluna girdi, “Yarın kahvaltıya, çalışma yerlerine böyle gideceğiz!” dedi. Emrullah öyle dinledi, Hüsnü memnun olmuş gibi sevinç belirtileri gösterdi. Halil’in böyle davranmasına çok sevindim, arkadaşlarla yakınlaşmak istiyordum ama bir türlü bir yol bulamıyordum. Dilerim bu yakınlık bundan böyle sürer. Daha önce konuştuğumuz gibi ilk fırsatta bu arkadaşları köye götüreceğim. İkisini birden olmasa bile ayrı ayrı götürebilirim. Cumartesi ağabeyim alır, pazartesi kendimiz döneriz. Bu gece bu düşüncelerle uykuya daldım.
29 Aralık 1938 Perşembe
Uyandım, birisi şarkı söylüyor. Daha doğrusu bir yeni şarkının ilk sözleri tekrarlayıp duruyor. Poyralı’lı Ahmet Güner, “Yolculuk var, yarına…. !” diyor, biraz bekleyip gene aynı sözleri söylüyor. “Yolculuk var yarına…!” Yatak arkadaşı Yakup Tanrıkulu kalkmak istemiyormuş. O da gıdıklayıp kaldırmaya çalışıyormuş. Hasta falan değil, şımarıklık yapıyor. Yakup’u kaldırdık, aşağıya birlikte indik. Herkes kahvaltıda. Fikret Madaralı bir şeyler anlatıyor. İlk kez Salih Ziya Büyükaksoy’un yemek masasında başkasını dinlediğini görüyorum. Benim gördüklerimde hep o konuşuyordu. Fikret Öğretmen sağ eli işaret parmağını sayar gibi ileriye doğru sallıyor, her sallayışta Salih Öğretmen başı ile ona katılıyor. Hamdi Bağ, Namık Ergin Öğretmenler de onlara gülüyor. Nedense onların hareketlerini izlemek istiyorum. Sözleri duyulmuyor ama onların kesinlikle çok önemli sözler söylediklerine inanıyorum. Bakıyorum, masamda daha beş arkadaş var, onlar başka şeyler söyleyip gülüşüyorlar. Arif Kalkan hariç ötekiler küçük takımı, Abdullah Erçetin, Hasan Üner, Hilmi Altınsoy, Recep Kocaman. Kahvaltıdan sonra toplanılacak, öğleye kadar taşımalara katılacağız. Öğleden sonra kendimiz toplanacağız. Eyvah, gerçekten gidiyoruz! . . Toplandık, ikişer ikişer eş olduk. Ben Hüsnü ile ayrıldım, Halil Emrullah ile. Arkadaşların bazılarının dikkatinden kaçmadı, anlamlı anlamlı bakıştılar. Mustafa Saatçi Hüsnü’ye takıldı “Kaksi dobralisi?” Hüsnü yanıt verdi: “İyiyim İmam efendi!” Mustafa’ya herkes “İmam!” diyordu ama burada kesiyordu. Hüsnü çok rahat “İmam Efendi!” deyince herkeste bir gülme başladı “İmam Efendi!” Mehmet Yücel kırıldı gülmekten, ekledi “İmam Efendi, daha kıyak oldu!”
Kitaplık salonunda ne varsa çıkardık. Daha önce içinde giysiler bulunduğunu gördüğümüz büyük dolaplar kaldı. Onlar sonraki vagonlara konulacakmış. Yeni yeni öğrendik, bizim taşıdıklarımız, Alpullu’da bizimle okula ineceklermiş, eşyanın büyük bir bölümü ise ilerde açılmak üzere depolara konacakmış. Bir üçüncü eşya kümesi ise Eğitmen Kursu için ayrı yere konacakmış. Onlar sonra yüklenecekmiş. Eşyaların bir kısmının taşınıp bir kısmının bırakılması bundanmış. Bunu duyunca meraklandım, dolduğu söylenen vagonlara bakıyorum, piyanolar vagonlara kondu mu? Yerleştirenlerden biri sordu, “Neden bakıyorsun?” “Piyanolar!” der demez, Nazmi Öğretmen, “Piyanolar gidiyor ama, maalesef Sinanlı Deposuna gidiyor, bu yıl onların açılması olanaksız!” Şaşkınlığımı anladı, açıkladı. Okul, ancak derslik, yatak yeri, küçük atölyelere yetecek kadarmış. Geniş yer bulana dek, Sinanlı Köyünde büyük bir depo hazırlanmış, vagonlar dolusu eşyanın büyük bir bölümü oraya konacakmış. “Ya mandolinler, kemanlar?” Onlar da oraya gidiyormuş ama onlar ilerde öğrencilere dağıtılabilirmiş. Hüsnü beni bekliyordu, sordu, “Sen ne sordun, neye üzüldün?” “Hiç!” Revir yanında açılmamış odalar vardı, açıldı. Yığınla yatak, yatak örtüsü, yorgan, battaniye. Küçük yumaklar yapıp taşıdık. Vagonların yanında onları büyük yığınlar yapıp bağladılar. Hemşire kapısını kapatmış içerde yalnız duruyormuş. Bir ara karşılaştık, “A. . , burada mısın?” dedim. Buradaymış, eşya taşınması onu çok etkilemiş, “Eşyalar çıktıkça benden de bir şeyler kopmuş gibi acı duyuyorum!” dedi. Ay başında ayrılıyormuş, başka bir yerde çalışacakmış, “Orası da okul! ”dedi. “Neresi?” diye soramadım. Çok üzgün olduğu belliydi. “Yarın gidiyorsunuz, belki, geç gelirim göremem, başarılar dilerim, beni bir abla gibi düşün, unutma!” dedi. Yutkundum, boğazımdan aşağıya doğru bir cızırtı indi, gülümsemeye çalıştım. “Peki, Münevver Abla!” diyebildim. Hemşire Münevver, beni sevindirdin, okula bağlanmamı kolaylaştırdın, güven verdin, hayaller kurdurdun. Şimdi Edirne’de güzel bir abla oldun. Edirne-Münevver Abla…
Edirne 1939
Öğle yemeğinde, vagonların gittiği söylendi. Hepimizde bir merak, nasıl, niçin? Doldurulan vagonlar çekilip yerine boşlar gelecekmiş. Vagonlar yolcu trenlerine takılarak gönderiliyormuş. Bu nedenle dolan vagonlar kapatılıp çekiliyormuş. Yemekten çıkınca ilk işimiz vagonları gözlemek oldu. Dolanlar gitmiş, yerine boşları gelmiş. Karar değişikliği yapılmış. Karyolalar, sıralar bugün taşınacak, yalnız yataklarımız kalacak. Yatakları sabah toplayıp, vagona koyacağız. Zaten on sıra kalmıştı, ikişer ikişer tutup götürdük. Karyolalar oldukça uzun sürdü. Merdivenlerden indirmek bizi oldukça zorladı. Karyola taşımada Sefer Tunca arkadaşla eşleşmiştim. Arkadaş, ”Vay anasını, bunları yarın sabah taşısaydık, kesinlikle treni kaçırırdık!” dedi. Bu söze hep güldük. Ancak gerçeği öğrenince arkadaşa hak verdik. Gerçekte biz, Edirne –İstanbul trenine binip gidecekmişiz. Vagonlar da o trene takılıyormuş. Oysa biz, bizim için tren kalkacak, istediğimiz saatte, binip gideceğiz havası içindeydik. Sıralar, karyolalar nerdeyse bir vagon doldurdu. Yatakları da atınca vagon tamamlanır. Vagon doldurma konusunda fazla bir bilgimiz yok, götürüp atıyoruz. Oysa yerleştiriciler onları düzenleyince vagon yarı yarıya boşalıyor. Gene öyle oldu. Açılan yerlere Müdür beyin odasını ekledik. Okul müdürünün odası yok. Küçük sınıflar müdürsüz kalacaklar, diye şakalar başladı. Ben saymadım ama, on vagon doldurulup gönderilmiş, burada da dört vagon var. Bir o kadar da sonradan dolacakmış. On dört, iki on dört vagon eşya! . .
Derslik boşaldı , kitaplarımız kenarlara dizilmiş, sırasız bir akşam geçireceğiz. Mehmet Yücel bana takılıyor “Yahu siz eskiden zaten yerde oturarak okuyordunuz, değil mi?” Bununla beni yaşlı, eski okullara giden biri olarak varsayıp şakasını yapıyor. İdris bana yardımcı olmak için Mehmet’e çıkışıyor. “Sen onu İmamla karıştırıyorsun, eski okullara giden İmam’dı” deyip, Mustafa ortaya çıkarılıyor. Mehmet Yücel, Mustafa’ya kırgın olduğundan şakasını sürdürmüyor. Dersliğin kapısından bakıp bir çok arkadaş geri dönüyor. Geçerken Namık Öğretmen uğradı, “Vay, vay, siz kendi sıralarınızı da mı gönderdiniz? Onları bari göndermeseydiniz!” diyerek güldü. Hepimizi çağırdı, beraber gittik. Son vagonda yer açılmış, “Mutfaktaki toplanmış, sandık sepet, ne varsa götürelim!” dedi. Birer ikişer gösterilenleri taşıdık. Hep beraber atölyeleri gezdik. “Marangozluk atölyesinde çöp kalmadı!” dedim. Namık Öğretmen: “Yanlış bir söz, düzelt, çöpler kalmış de” dedi. Yapıcılık atölyesinde bir şeyler kaldığını biliyordum, tuğlalarla, kiremitler. Açılınca hepsinin kalktığını gördüm, şaştım, sordum. Namık Öğretmen, “Siz uyuduktan sonra bile çalışanlar oldu, sessiz, sakin hepsi taşındı, o vagonlar nasıl doldu sanıyorsun?” diye yüzüme baktı. Atölyelerden dönerken arkadaşlar voleybol direklerini gösterdiler. Namık Öğretmen: “Onları bırakalım askercikler arada bir gönül eylesinler, bizi ansınlar!” dedi.
Salonları dolaştık. Büyük salona girdiğimizde Mehmet Başaran’la Hasan Üner, sinema sahnesine oturmuş kitap okuyorlardı. Namık Öğretmen onlara takıldı, “Böyle kenarlara çekilmeyin, sizi bırakıp gideriz, kalırsınız!” dedi. Arkadaşlar sevindiler: “Akşam gelir, biz de onlar gibi sahneye otururuz!” dediler. Gezdiğimiz yerler tümden boşalmıştı. Boşalan yerler, sanki bizim bildiğimiz yerler değildi. İçimden iyi ki Namık Öğretmen bizi gezdirdi, eşyasız olunca bina bana yabancılaştı. “Bir de revir boşalsaydı!” diye hüzün geçirdim içimden. “Hoşça kal Münevver abla!” Namık Öğretmen ayrılınca kitaplarımı aldım, salona gittim. Toz toprak içinde. Temizce bir yere oturdum, okuma kitabımı açtım. 20 parça var, bir haftada öğrenilecek şeyler. Öğretmenler işi uzatarak sene sonunu getiriyorlar. Her parçanın altında daha siyah yazılmış dört beş soru var. Bana o denli basit geldi. Sözler var, sözlerin cümle içinde kullanılması var. Bunları yapınca sorun kalmayacak. Ezber verilen üç şiiri çoktan ezberledim. Ayrıca İlkokuldayken ezberlediğim İbrahim Alaettin Gövsa’nın Namık Kemal şiirini anımsaya anımsaya çıkardım.
Namık Kemal
Bir zamanlar vatanı bir çok zalim bürüdü-
Milletini sevenler zindanlarda çürüdü
Yetim kaldı çocuklar, yolsul oldu kadınlar-
Her gün güzel vatana geliyordu bin zarar
Meşrutiyet uhuvvet sözü artık kalmadı-
Hürriyetin adını kimse ağza almadı
O zamanlar Kemal bey zalimlerle çarpıştı-
Milletini uğruna zindanlarda çalıştı
Vatan millet ne demek kimse yoktu far eden-
Hürriyeti vatanı bize odur öğreten
Toplar gibi sesine bütün millet uyandı-
Doğru, büyük sözüne bütün millet inandı
Vatanını ne kadar sevdiğini gösteren-
Şu sözleri Kemal’in kalbimize kazılsın
“Milletimin feyzini sağlığımda görmeden-
Ben ölürsem taşıma mahzunluğum yazılsın! ”
Ümidini görmeden açık gitti gözleri-
Fakat işte ınkılap bütün onun eseri
On temmuz’un topları hatırlatır hep onu-
Gök yüzünde sancaklar selamlıyor ruhunu!
Ben şiir okurken Mehmet Başaran’la Hasan gene geldi. Başaran şiir okuduğumu görünce merakla geldi şiire baktı. “Sende başka şiir de varmış!” dedi. Birden anladım, Halil, Vahit Dede’nin şiirinden söz etmiş. Vahit Dede’nin “Ben Aleviyim!” sözü hemen yayılmış. “Haaa, şu mu?” diye sorunca ben: “O, Alevi şiiri, sen onu sevmezsin, ben de sevmiyorum, o çocuğa vermek için aldım, onlardan bizim köyde de çoktur ama biz çocuklar onları pek sevmeyiz. Onlar, bu ezberlediğimiz şiirler gibi güzel değil!” dedim. Mehmet Başaran sustu. Elimdeki Namık Kemal şiirini aldı, okudu. “Ezberledin mi?” “Evet!” Yan tarafta bir yere oturdu, kitap okudu. Az sonra sınıfın yarısı sahneye geldi. Yeni gelenler, “Önce gelenler kalksın, biraz da biz oturalım!” Kısa sürede derslikteki yaygara burada da yankılanmaya başladı. Sabah gideceğimizi duyunca küçük sınıflardaki hemşeriler de gelip gidiyorlar. Bir çok arkadaşın kendi köyünden ya da yakın köyünden çocuklar var, görüşüyorlar. Yemek zili çalınca önce giden arkadaşların geri döndüğünü gördük. Meğer masalar da azalmış, önce küçükler yiyecek, sonra biz. Bekledik. Öğretmen masaları bile kalkmış. Akşam yemeğimizi sıkışarak yedik. Arkadaşların varsayımları, yarın sabah yemekhane de kaldırılmış olacak! Duyuru, sabah erken kalkılacağı için erken yatılabilir, genç yatanların kesinlikle gürültü çıkarmaması önemle duyurulur. İki ay önceye kadar hep yerde yattım. Karyolaya burada çıktım. Böyleyken yere serilmiş yatağımı yadırgadım, bir süre sağa sola döndüm. Kendimi yokluyorum, üzgün de değilim, sevinçli de değilim. Anlayamadığım bir tedirginlik var. Alıştığım arkadaşlarla birlikte olmama karşın yalnız kalmış gibiyim. Okula gelirken Lüleburgaz-Edirne arasındaki trende de böyle olduğumu anımsıyorum. Böyle bir tedirginlik içinde uyudum.