Korkusuz, Kuşkusuz Sevinçle Okula Dönmek
12 Şubat 1940 Pazartesi
Uyandım. Tatil matil derken nöbet sırasını da unuttum. Acaba sıra bana gelmiş olabilir mi? Tatile çıkarken son nöbetçiyi anımsamaya çalıştım. Son Cuma Yusuf Asıl’dı. Cumartesi Harun Özçelik. O halde bugün 50 Abdullah Erçetin. Abdullah uykucudur, uyanamaz derken zil çaldı, arkasından Abdullah yüksek sesle konuşmaya başladı. Konuşmalara bulaşmadan dışarı çıktım. Erken yatmak gibi erken davranıp yıkanmak da alıştığım işlerden biri. Önce yıkanmak benim için rahatlatıcı oluyor. Sıraya girip beklemekten rahatsızlık duyuyorum. Bunu daha önce Halil’e de anlattım. Ancak o bana bunu benim dar canlı oluşuma yordu. ”Bayrak töreninde bile sırada durmamak için, gidip bayrağı çekiyorsun!” dedi. Kendi kendime düşündüm, bunun dar canlılıkla hiçbir ilgisi yok. Bayrak için ben başvurmadım ki, Hamdi Bağ Öğretmen, Lüleburgaz’a geldiğimizde “Bayrağı hazırlamak bir sorun oluyor, sen bu işi başarıyla sürdürürsün!” dedi, o günden beri ben bu işi yapıyorum. Musluk beklemekle törende sırada durmak arasındaki ilişkiyi bir türlü kuramıyorum. Dolabımı düzeltip kahvaltıya gittim. Dolabı düzeltirken küçük ablamın dediklerini düşündüm. ”Dolabın düzgün mü bari? ” diye sordu. Geçen yıl da sormuştu. Düzgün olduğunu anlattım. Ablam içini çekerek, ”Enişten olsa karmakarışık bırakır!”dedi. Eniştemi tertipli bilirim oysa. Ama ablam kesinlikle onu tertipsiz olarak düşünüyor. ”Askerde de öyledir!”dedi. Askerde de öyle olabilir mi? İçimden, eniştemin tertipsizlik yüzünden azarlandığını hatta dövüldüğünü düşünür, gibi oldum. Sarsıldım. Koskoca adamı nasıl döverler? diye kendimi sorguladım. Bu askerde dövme sözlerini ben yetişkin insanlardan dinledim. Kahvede askerlik konusu açılınca en çok anlattıkları bu dayak işidir. Geçmişte, bir yüzbaşının bizim köylülerin arasında Muhtar Amcaya, ”Salih Paşa (Korgeneral Salih Omurtak) gelince seni döver!”deyişini hep anımsıyorum. İstiklal madalyalı koskoca Çavuş Amcayı köy meydanında dövülürken düşlayip ağlamaklı olduğumu ise hiç unutmuyorum. Ancak Binbaşının biraz da Üsteğmenin konuşmalarından daha doğrusu dillerinin altındaki disiplin uygulamaları sözlerinden dayağı düşündüklerini anlar gibiyim… Kahvaltıda çevreme bakıyorum, değişen bir durum yok. Sanki gitmemişiz. Türkçe öğretmenimizin giysileri değişik. Daha koyu renkli giysileri var. Ya yeni diktirdi ya da çok az giydiği için anımsayamadım. Hüsnü’ye söyledim. Hüsnü, ”Eskiden beri vardı, az giydiği için anımsayamadın!”dedi. Fikret Madaralı Öğretmen güler yüzle derse geldi. ”Çoktandır konuşmuyoruz, sizi özledim!”dedi. Çantasından bir gazete çıkardı. Eski bir gazeteden yazı okudu. Yazıda bizim okuldan, daha doğrusu bizim okula benzeyen daha üç okulun adını anıyor;bu okullara verilecek yeni şekillerden söz ediyordu. Okunan yazıdan pek bir şey anlayamadık ama ben, Kızılçullu’dan gelen mektupla olduğu gibi, köyde okuduğum yazıyla da ilişki kurdum. Bir bakıma da sevindim. Konuyu şimdi daha iyi anladım. Bundan sonra bildiklerimi anlatabileceğimi, çünkü okulun adının bile değişeceği o yazıda açık açık geçiyordu. Öğretmen, ”Bunlar birer temenni, yasa hazırlanacak, yasaya göre şekil verilecek, hele yasa hazırlansın bakalım, o zaman daha rahat konuşabiliriz!”deyip gazeteyi kapattı. On beş günümüzün nasıl geçtiğini sordu. Ben Ömer Seyfettin’in tüm öykülerini okuduğumu söyledim. Neden böyle dedim, ben de pek anlayamadım. Oysa ben bunları daha önce okumuştum. Öğretmen gülerek “Boynuz kulağı geçer!” diye bir söz vardır. Sen bunu kanıtladın. Ömer Seyfettin’in tüm öykülerini okumak benim de aklımdan hep geçti ama bugüne dek bunu yapmadım. Bak sen ortaokul 2. sınıfta bunu başardın. Buna çok sevindim. Bu kararlılığını sürdür, başka yazarları da böyle bütünlüğü içinde oku, çok daha yararlı olacaktır!” deyip arkadaşlara da benim yöntemimi önerdi. Başka arkadaşlarla ilgilendi. Bekir Temuçin yazı yazmış, öğretmen Bekir’e yazısı okuttu. Beğendi, ”Tek bir yazıda kalmasın, başkalarını da ekle, çoğalt!”dedi. 2. Derste Sami Akıncı da yazdığını okudu. Öğretmen onu da çok beğendi. Sami’nin yazısında benim de ilk kez duyduğum bir söz çok hoşuma gitti. Öğretmen de Sami’ye bu sözün anlamını açıklattı. ”Çoban yatağında padişah rüyası görmek!”Öğretmen katıla katıla güldü. Bu sözü hep söylerler ama bu denli yerinde kullanıldığını az gördüm!”deyip Sami arkadaşımızı kutladı. ”İsteseniz hepiniz güzel yazılar yazabilirsiniz. Bakın Sami derslerini iyi çalışır ama yazı konusunda hep çekimser duruyordu. İlk denemesinde başarı sağladı. Bekir de öyle. Hepiniz bir ilk yapın bir kendinizi deneyin bakalım;umarım içlerinden çok daha güzelleri çıkacaktır!” Öğretmen bizi yüreklendirici sözler söylerken dersimiz bitti. Almanca dersimizde eski parçaları okuduk. Sıra arkadaşları arasında işbirliği yapıldı. Daha doğrusu öğretmen öyle düşünmüş. Ben okudum. Halil açıkladı. Tüm sıralar böyle sürdü. Almanca dersinde de benim gözlerim Sami Akıncı da, bir bakıma o, benim ölçeğim. Baktım Sami Akıncı da benim gibi okuyucu grubundaydı. Onun okumasını da öğretmen hiç kesmeden geçti. Böylece ben, kendimi beğenilmiş saydım. Ders sonunda öğretmen ”Soracak sorunuz var mı? ” deyince ben Almanca Kepir nasıl deniyor? diye sordum. Öğretmen düşündü, ”Kepir’in karşılığı olarak Almanca bir söz bilmiyorum. Herhalde karatoprak, ya da yapışkan toprak olarak söylenir. Yer adları, olduğu gibi benimsenmektedir. Sen niçin sordun?” deyince; ben, kendi kendime yaptığım konuşmalarımı anlattım. İzinli giderken tepeye çıkınca Asuf Widersehen mein Dorf. İch gehe nach Kepirtepe!” dediğimi, sonra da Kepirtepe’yi de Almanca söylemeye kalktığımı anlattım. Öğretmen güldü, ”Bunları dinleyen oldu mu? ” diye sordu. ”Olmadı!” deyince, ”O zaman hepsi doğru, sen söylemiş sen dinlemişsin, kendi kendinle bile Almanca ile ilişkin sürüyorsa bu iyi bir haber, sen bunun üstesinden geleceksin, anlaşıldı!”dedi. Öğretmenin gülüşü, çok yumuşak bir sesle söyleyişi beni cesaretlendirdi. Böylece bu tatil sonu ilk derslerim iyi geçti. Öğle yemeğinde revani tatlısı vardı, buna da ayrıca sevindim, bunu da bir şans saydım. Öğleden sonra atölyede bir süre öğretmenler kendi aralarında konuştu, tartıştı. Önümüzdeki günlerde inşaatlar başlayacakmış. Bitince bütünleşecek olan yeni bina, üç birim olarak yapılacakmış. Banyo, yatakhane, revir, sağlıkevi. Önce banyo tamamlanacakmış. Bizim hazırladığım kirişler bunlar içinmiş. Önce toprak kazımı yapılacakmış. Ondan sonra temeller kazılıp duvarlar örülecekmiş. Önce Yusuf Asıl gülerek “Bize bunlardan ne, biz işimizi yapmaya başladık!” dedi güldü. Hamdi Öğretmen “Üzgünüm ama toprak atmalarda, temel kazmalarda bizi de görmek istiyorlar. Bizi görürlerse daha mutlu çalışacaklarmış” dedi. Yusuf “Öyleyse birer fotoğraf büyütelim önlerine koyalım!” Naci Öğretmen “Tamam onu da hallettik, haydi şimdi kirişlerimize başlayalım!” deyince ikişer ikişer tezgahlara dağıldık. Hava güzel, gezdiğimiz yerlerde çamur var ama basıla basıla katılaşmış olduğundan zıplayarak kendimizi kurtarıyoruz. Atölye yoluna yeniden talaş döküp küreklerle ezdirdik. Naci Öğretmen köylermizi sordu, ”Köy arazileri kum mu kepir mi? ” Arkadaşların çoğu kepir toprağı burada görmüş. Kepir toprağın özelliklerini benden daha iyi bilen yok. Ben de bizim kepir adı taşıyan tarlalarımızdan biliyorum. Bizim “Kepir “ diye anılan iki büyük bir orta boy tarlamız vardır. Yine köy merasında Kepir Sırtı denilen geniş bir alan vardırBu alanda sürüler otlar!”dedim. Öğretmen dikkatle dinlemiş, hemen “Öyleyse sizin kepirde hayvan otlayacak ot bitiyor!”dedi. Ben de “Hem de çok, bahar gelince diz boyu ot olduğunu anlattım. Paydostan sonra dersliğe gittim, kalan öykülerden beşini okudum. Öğretmene “Bitirdim!”dediğim öykülerin ancak yarısını okumuş bulunuyorum. İçimden içimden utanır gibi oldum: Neden hepsini okuduğumu söyledim? doğru olarak yarısını deseydim, öğretmen kötü bir söz mü söyleyecekti? Gene bir teselli buldum:. Böyle deyişim bir bakıma iyi oldu; yalancı çıkmamak için şimdi hızla hepsini okuyacağım. Okuduklarımı saydım; şimdiye dek 66 öykü okumuş durumdayım. Hasan Üner’in söylediğine göre tamamı 115 öyküymüş. Demek, daha 49 öykü okuyacağım. Daha önce okumuş olduklarımızı okumayabilirim. Yarınki dersleri düşünmüyorum. Askerlik dersine Binbaşı da gelse umursamayacağım. Soru sorarsa bildiğim kadarıyla yanıt verip susacağım. Kararım karar. Sami ile Bekir’in yazılarını düşündüm. Ben neden yazmayayım? İbret Çukuru ya da benim adlandırdığım İhanet Kuyusu’nu anlatacağım. Tepede durup düşünürken aklımdan geçirdiklerimin tıpkısını yazıp öğretmene vereceğim.
Hüsnü Yalçın, arkadaşı Hasan Hepyılmaz’dan mektup almış bana da selam yazmış, fotoğraf göndermiş. Hüsnü ile bir süre onu konuştuk. Emrullah’la konuşmak istedim iki söz söyledi, sustu. Kızmadım ama Hüsnü’ye bildiğim bir öyküyü anlattım. Eski zamanlarda padişahın biri ülkesindeki tembelleri bir yere toplatıyormuş. Amacı, tembellerin en tembelini buldurmakmış. Getirilen tembeller bir yere konuyor, oradaki tembeller, kendilerine layık olmayanları oradan kovuyorlarmış. Kovulmak için gerekçe konuşmakmış. Tembeller grubu birine ”Üşenmeden konuşuyorsun!” derse konuşan kişi yarışma hakkını kaybediyormuş. Elene elene iki baş tembel kalmış. İkisi de inatçıymış, konuşmamakta günlerce diretmişler. Ancak nasılsa bir terslik olmuş kaldıkları yerde yangın çıkmış. Yangın, gele gele iki tembelin ayakları dibine ulaşmış, birisi dayanamayıp ötekine “Yanıyoruz galiba!” deyince, dinleyen heyecanla bağırmış”Kazandım!” Hüsnü katıla katıla güldü. Emrullah dinlemediği için gülmüyor bile diyecektim. Emrullah birden “Ne oldu yanı o kazanan sonunda yandı mı? ”diye sordu. Bir süre biz, esas öyküye güldük Emrullah da güldü. Ben, arkadaşı sonunda güldürdüm diye sevinirken Emrullah, “Yarışmayı kazananın yanmayışına sevindim!”dedi. Bizi dinleyen Halil Basutçu sordu:”Siz şimdi ne yaptınız? Emrullah’ı tembeller yerine mi koydunuz? ” deyince ben, ”Hayır, biz. O öyküde kendimizi ateş yerine koyduk. Öyküde yanmışlık yakılmışlık var ma gerçekte tembele zafer kazandırılıyor!”Halil güldü, ”Ben bundan bir şey anlamadım!”dedi, Hüsnü güldü, ”Ben zaten baştan anlamıştım ama sonunu merak edip dinledim!”dedi. Halil bu kez de Emrullah’a sordu. Emrullah, Halil’in sorusunu anlamadı ama kendine göre bir yanıt verdi:”Sonunda adamın yangından kurtulduğuna sevindim!”dedi. Bana sormadı ama ben de sorulmuş gibi yanıtladım:”Bu Emrullah için uydurulmuş bir öykü, onun konuşmaya katılmasını sağlamak amacıyla söylendi. Öykü, işimize yaradı. Bakın Emrullah olaya katıldı, kurtulana sevindi, hem de bunu sevinerek söyledi!” Sonunda dördümüz de güldük. Yat zili çalınca da gülüşerek aşağıya indik. Umduğumdan daha rahat yattım. Yazımı tasarlarken Ömer Seyfettin’in öykülerini anımsadım:Ömer Seyfettin, anlattıklarını hep gördü mü acaba? Örneğin Beyaz Lale’yi, Bomba’yı görmesi olanaksız. Duyduklarına yakıştırmalar yapıp yazmıştır. Nakarat ya da Hürriyet Bayrakları, Kurbağa Duası görerek yazılmış olabilir ama Diyet, Ferman, Kütük için bu düşünülemez. Ferman içimi cızlattı. Nereden nereye, Hamitabatlı Pehlivan Amcanın konuşmaları aklıma takıldı. Tosunum!Tosun Bey!
13 Şubat 1940 Salı
Bekir Temuçin’in sesine uyandım. Mustafa Saatçı’ya çıkışıyor. Mustafa’nın söylediğini rahat duyuyorum”Boyun kadar konuş!”Mehmet Yücel Bekir’e sesleniyor, ”Boyumu ödünç verebilirim!”Olur mu olmaz mı? Hamdi Öğretmenin sesi geldi. ”Olur olur! Olmaz, diye bir şey olmaz. Şimdi de nöbetçi öğretmeni sopayla gelir!” Hamdi Öğretmen sopadan söz ediyor ama, kesinlikle söylediğini yapmaz, biz bunu böyle biliyoruz. Böyleyken kendisinden çekiniyoruz. Sözüne uyamazsak gücenir, diye korkuyoruz. Dersliğe çıktım, askerlik dersi kitabımı alıp okudum. Subayların rütbeleri, Muharip sınıflar, Erlerin sınıflara dağılımları, işbölümü, Ordudan mangaya dek, ad sıralaması. Asker birimleri, Birimlerin komutan rütbeleri. Tuğgenerallerle yarbayların komuta ettiği birimleri bilemiyorum. Söylendi ama kesin anlayamadım. Tümen komutanları tümene, korgeneraller, kolorduya komuta ediyor. Bu arada başka bir asker birimi yok!” Arkadaşlara soruyorum, kimsenin umurunda değil. Salih Ziya Öğretmen geldi. İlk sözleri, 15 gün sonra fidan dikmeye başlayacağımız üstüne oldu. Ders konumuz kuşlar. Öğretmen, kuşlar hakkında söylenmiş öyküler duyup duymadığımızı sordu Şaştım kaldım, arkadaşlardan ummadığım sayıda öyküler çıktı. 6 Ali bile bir leylek öyküsü anlattı. Köylerinde konaklayan bir leyleğin kanadı kırılmış. Leylek biraz havalanıp hemen yere iniyormuş. Leylek göçü başlayınca tüm leylekler gitmiş. Kırıkkanat köyde kalmış. Varlıklı bir komşu bu leyleği bakmak üzere bahçesine almış. Zaten, o kimsenin bahçesinde bulunan bir eski binada yıllardır oraya gelen bir başka leyleğin yuvası varmış. Bu yuvaya düzenli olarak her yıl iki leylek gelip gidiyormuş.Yuva sahibi leylekler gidince Kırıkkanat leylek o yuvaya dadanmış, iyi havalarda çıkıp yuvaya kuruluyormuş. Bunu gözleyen insanlar giderek bir birine sormaya başlamışlar: Yuvanın sahipleri gelince Kırıkkanat ne yapacak? Asıl yuva sahipleri bunu nasıl karşılayacak? Kışı daha korunaklı yerde atlatan Kırıkkanat, bahar gelince yuvaya çıktığı gibi, yuvayı onarmaya başlamış. Kırıkkanadıyla atlaya zıplaya günlerce çalı çırpı toplayıp yuvayı bir güzel onarmış. Gözleyip izleyen insanlar, ”Bizim Kırıkkanat, elin yuvasını sahiplendi, onlar gelince ne yapacak? diyerek ilgiyle beklemeye başlamışlar. ”Acaba onlar buna mı yol verecek, yoksa bu onları kapı dışarı mı edecek? ”. Üstelik gelecek leylekler çift, bizimki kırıkkanat haliyle çift leyleğe nasıl karşı duracak? . . Leyleklerin dönme zamanı yaklaştıkça olay daha da güncelleşip yaygınlaşarak tüm köyde konuşulur olmuş. . Sonunda beklenen zaman gelmiş, bir leylek sürüsünden ikisi yuvanın yanına konup geldiklerini muştularca takırdamaya başlamışlar. Her yıl benzerine tanık olan ev sakinleri önce olağan buldukları bu ilk tagırdamaların giderek uzadığını sezince ilgiyle gözetlemeye başlamışlar. Leylekler gelmesine gelmişler ama, yuvaya yaklaşıp içeriye atlamıyorlarmış. Bir süre uçup gene geliyor, gene takırdamaya başlıyorlarmış. Yuvanın çevresinde de takırdayarak dolaşıyorlarmış. Bir iki gece yuvanın dışında durmuşlar. Bir sabah Kırıkkanat da yuvadan çıkıp ötekiler gibi uzun süre takırdamış. Sıra ile defalarca bu gaga takırtısını dinleyen ev sahiplerinin merakı iyice arttığı bir sırada kırıkkanat aşağıya atlamış, yürüyüp bahçeye gitmiş. Hiç birşey olmamış gibi bahçede yem toplamaya başlamış. Ötekliler, bir süre suskun, sakin durduktan sonra yuvaya girip tünemişler. Kırıkkanat, büyük leylek göçü ne dek bir daha o yuvaya yaklaşmamış. Leylekler göçünce gene çıkıp o yuvaya kurulmuşsa da leylekliğini unutmuşçasına bir daha hiç takırtı falan yapmamış…. . Ali arkadaş sözünü burada bitirince, arkadaşlar öyküden tam bir sonuç çıkaramadıklarını söylediler. . Ali de gülerek , ”Ben de sonuş çıkaramadım!”deyip sorunun yanıtını öğretmene yöneltince. Öğretmen gülerek, Ali’ye ”Bu öyküden çıkarılacak en güzel sonuç, senin derli toplu anlatmış olmandır, başka bir sonuç aramaya gerek görmüyorum!”diyerek dikkatimizi Ali’ye çevirince, arkadaşlar, alışkanlıkları nedeniyle gene gülüştüler. Öğretmen biraz durduktan sonra, ”İnsanlar gibi öteki canlıların da belli duyarlıkları var. Belli güdüleri onları olumlu-olumsuz yönlere çevirip (Onların doğrusunu)doğruyu bulduruyor. Burada da besbelli bu tür bir olay var. Kanadıkırık leylek, türdeş kardeşlerine yardımcı oldu, onların yuvalarını onardı, ya da iki sağlam leylek”Sen bizim yuvamızı almışsın, bu haksızlıktır, biz buna razı olmayız, ya aklını başına toplar gidersin ya da biz seni tartaklayıp atarız!”gibi bir tavır ortaya koydular. Kırıkkanat da durumu kendi açısından değerlendirdi. Böylece tartışmayı anlaşmayla noktalayıp barış içinde yaşamayı yeğlediler!”Öğretmen sözünü bitirirken ders zili çaldı. Mustafa Saatçı öğretmene, ”Öğretmenim, leylekler bile barış yaparken bu Almanlar neden savaş açıyorlar? diye sordu. Salih Ziya Öğretmen sözü uzatmamak için olacak, önce “Bilmem!”dedi sonra da siz, Almanca da okuyorsunuz, Alman dilinde bariş sözü var mı acaba, biliyor musunuz? diye sordu. Hiç birimiz doğru yanıt veremeyince, bu kez hepimize, ”Bakın siz de barışa, barış değerleri içinde yaklaşmıyorsunuz. Barışı, barışseverler ister, barışseverler yaşatır. Savaş yanlılarından barış beklemek kelden sırma saç beklemeye benzer. Barış, güçlü barışseverlerin savaşçıları durdurmasıyla kurulur. Şimdilik barışçılar, savaşçılardan insaf beklemektedirler, Onlarda insaf olsaydı savaşa kalkışmazlardı. !”deyip eliyle selamlayarak ayrıldı. Biz ayırdında değilmişiz, üsteğmen kapıdaymış, hemen girdi. Salih Ziya Öğretmenin sözlerini de duymuş. Selamdan sonra hemen sözü savaşa getirdi. Kendi görüşlerinin doğruluğunu anlattı. Almanya onun dediği gibi, İsveç-Norveç-Danimarka-Holanda-Belçika devletlerine nota vermiş. Nota vermek, İstediğim zaman size savaş açacağım!” uyarısıymış. Bunları sıraladıktan sonra kitabımızdan bölümler okuduk. Tuğgeneral’likle Yarbaylıkların birim komutanlıklarını sordum. Üsteğmen”İki, rütbenin de belli bir birimi yoktur, ama rütbelerin geniş yetkileri vardır. İkisi de bir üst birimlere komuta ederler!” dedi. Yani tuğgeneral tümene, yarbay da alaya komuta ediyormuş. Soru sorduğum için teşekkür etti. Bana “Arkadaşım dedi. Arkadaşlar bu söze güldüler. Üsteğmen bir an durdu, sonra o da güldü. Arkasından bana kitaptan “Barış zamanında bireysel görevlerimiz, Savaşta yurttaş olarak görevlerimiz bölümlerini okuttu. Soru sordu, yanıtladım. Üsteğmen geldiği sürece askerlik dersimin de iyi geçeceğine inandım. İyi ki akşam kitabı okumuşum. Üsteğmen “Oku!”, deyince pürüzsüz okuyuşum da Üsteğmen üstünde olumlu etki bıraktı sanıyorum. Birden, arkadaşların da bana bakışı değişti. Binbaşı ile gerginliğin sürüp gideceğini sandığımı söyleyince bundan çok tedirgin olanlar çıkıyordu. Bunların bir bölümü dostça benim için kaygılansa bile çoğu kendileri için de böyle bir tehlike olabileceğini düşünüp tedirginlik duyuyorlar. Mehmet Yücel özellikle üsteğmenle aramı düzettiğime sevindiğini söyledi. ”Böyle sürdürürsen Binbaşıdan korkmana neden kalmaz, üsteğmen Binbaşıyı yumuşatır!”dedi. Öğle yemeğinde mektuplar dağıtıldı. Ziya Fikri Özlen arkadaşımdan ikinci mektubu aldım. Söz vermişti, fotoğraf göndermiş. Yakışıklı, uzun saçlı bir fotoğraf. Mektubunda saçları için açıklama yapmış. Onlar yazın uzun tatil yapmışlar. Okula dönünce de bir süre saçları kesilmemiş. Bu nedenle fotoğrafı uzun saçlı imiş. Ziya Fikri arkadaşın çok güzel yazısı var. Sayfanın ön bölümünü arkadaşlara gösteriyorum. Sayfanın arkasını saklıyorum. Arka sayfada, ” Sorduklarına cevaplar!”diye başlayan bölümde benim sorularım olduğu için sorumlu tutulabilirim, gibilerde kaygım oldu. ”Okullarımızın durumları hakkında ne biliyorsan yaz!” demiştim. O da ne duyduysa yazmış. ”Yazdıklarım doğru olmayabilir, arkadaşlar çok değişik haberler yayıyorlar. Okulumuzun müdürü bizimle konuştu, ”Duyduklarınız doğru değil, hazırlanan bir yasa taslağı var ama o taslak sonunda bizim dediklerimize uydurulacak, bana inanın!” diyormuş. Onlar da müdürlerine çok inanıyorlarmış. Bu nedenle “Benim yazdıklarıma sen de- benim gibi- inanma. Sen sordun diye burada dolaşan rivayetleri duyurdum. Derslerimize çalışalım, gönül rahatlığı ile öğrenciliğimizi sürdürelim!”diyor. Yeni bir durum olursa gene bildirecekmiş. Arkadaşın duyurduklarına değil de inandıklarına katıldım, rahatladım. Kızılçullu Müdürünün “Ne derlerse desinler sonunda bizim dediğimiz olacak!”demesi bana da büyük bir güven verdi. Zaten, bu konuda ne istediğimi ben de tam olarak bilmiyorum. Tek bildiğim, benimsediğim hak, askerliğimi yedek subay olarak yapmak. Bu hak elimizden alınmazsa benim ötekilerle pek gönül bağlantım yok. Daha doğrusu neler neler verilmiş, neler neler şimdi geri alınıyor, bunlardan habersizim. Köyde de konuşulduğu gibi, köyümüzden ilk subay asker olmak benim için yetecek belki artacak bile.
Öğle yemeğinde gene gözlerimiz öğretmenler masasında. Üsteğmen her zamanki gibi gülerek bir şeyler anlatıyor. Üsteğmen bana bugün daha sevimli geldi. Bunu yanımdakilere söyledim, güldüler. Hilmi Altınsoy, ”Sen yakında, Binbaşıyı da sevimli buluyorum, dersen şaşmam!” dedi. Ben de, ”Senin her zaman sevimli bulduğun Binbaşıyı ben, bir gün sevimli bulursan sen zaten buna şaşamazsın, şaşmaya da hakkın olmaz!”dedim. Hilmi şaşkın şaşkın yüzüme baktı, etrafına bakarak sordu. “Ben ne dedim şimdi de böyle söylüyorsun?” gibilerde sözler tekrarladı. Hasan Üner Hilmi’ye “Hiç telaşlanma söylediğine tıpa tıp uyan cevap aldın!”dedi. Yemekten sessizce kalkıp, atölyeye geçtik. Atölyede öğretmenleri beklerken konuşma konumuz başlayacak inşaatın kazma işlerinde niçin çalışacağımız üzerine oldu. Biz on beş kişiyiz. Kızları da çıkarırsak geriye 120 öğrenci kalıyor. 5. sınıfları da düşsek 80 çalışan insan var. Bunun başka bir nedeni olmalı. Gelince, öğretmenlere sormaya karar verdik. Önce Naci Öğretmen geldi, ona sorduk. Bakanlıktan yazı gelmiş. Öğrencilerin sanat kollarına ayrılması yeni esaslara göre yapılacakmış. Bizim bir bölümümüz yapıcılıkta yeteri kadar çalışmamışız. Ancak bu henüz kesin değilmiş, daha yazışmalar aşamasındaymış. Öteki öğretmenler gelince çalışmaya başladık. Konuyu daha fazla kurcalamakta bir yararımız olmayacağı düşüncesiyle susmayı yeğledik. Naci Öğretmen susuşumuzu, tatilimizin çabuk bittiğine, bunun burukluğu içinde olduğumuz için neşemizi bulamadığımıza yordu. İrfan Öğretmen ise işleri özlediğimiz için konuşacak takatimizin kalmadığına yordu. Yusuf Asıl, çocuk oyunlarında olduğu gibi elini sallayarak “Ne o, ne bu!”dedikten sonra “Tatilimiz az sürdü, kış olduğu için fazla gezemedik. Bu nedenle bir birimizi güldürecek yeni bir şeyler bulamadık. Eskileri de tekrarlamak istemiyoruz. Hepimiz karşımızdakilerden bir şeyler bekliyoruz. Belki onlarda yeni bir şeyler vardır, ortaya atar da güleriz, umuduyla susuyoruz. Bu umudumuz tükenince gene eskileri ortaya getirip konuşmaya başlayacağız!” Hamdi Öğretmen Yusuf’a aman şu eski numaralarını bir daha ortaya çıkarma, ben onları yeni sanıp gene gülerim!”deyince Hamdi Öğretmenin sözüne herkes güldü. Bu kez Yusuf, ”Özür dilerim öğretmenim, ben çok yeni fıkralar topladım, bunları bir süre saklamak istediğim için yenisi yok diyorum. Tekrar özür dilerim yeni güldürülere yakın zamanda başlayacağız. Naci İnan, İrfan Evren Öğretmenler “Bekleriz!”derken Hamdi Bağ Öğretmen “Sen beni çocuk mu sandın? ” diye Yusuf’a sordu. Bu sıra Namık Öğretmen geldi, öğretmenler kendi ararlarında uzun uzun konuştular. Naci Öğretmen bana anahtarı verdi, gittiler. Kampana çalınca biz de paydos ettik. Dersliğe dönünce öğretmenlerin fısıltı konuşmalarının nedeni anlaşıldı. Hasan Çevik Öğretmen askere gidiyormuş. Okul Müdürü durdurmak için bir süredir çaba harcamış ama galiba önleyememiş. Hepimizde yeni bir panik: Sanat Öğretmenlerimiz de askere giderse bizler kimden ne öğreneceğiz? Derslikte hepimizin üzgün olduğu gözleniyordu. Şakalaşmalar kesildi, takılmalar durdu. Ben, çok üzüldüm, ağlayacak bir duruma geldim. Önemli olan Hasan Öğretmenin gidişi değil, ”Ağabeylerim gitmiş, o da gitsin!”diyebiliyorum ama bu yetmiyor. Sanki benden bir şeyler eksiliyor, benim haklarım benim elimden alınıyor, buna üzülüyorum. Hasan Öğretmenden ben 8 ay önce ayrıldım, bir daha da beraber belki hiç çalışmayacaktım. Ne var ki onun güler yüzünü gördükçe ben kendimi daha güçlü sayıyordum. Ya onunla birlikte çalışanlar, ondan güç alanlar ne yapacaklar? . Sinirlendim. Öyküleri okumaya başladım. Asilzadeler, Efruz Bey, Ashabı Keyfimiz , Hürriyet Bayrakları, Bahar ve Kelebekler, Fon Sadriştayn’ın Karısı, Oğlu, Bir Temiz Havlu Uğruna, ½, Bit, Miras, Namus öykülerini artarda okudum. Akşam yemeğimiz de neşesiz geçti. Yemekten sonra da Acıklı bir Hikaye, Rüşvet, Binecek Şey, Velinimet, Rütbe, Lokanta Esrarı, Beynamaz öykülerini bitirdim. Yarın matematik dersimiz var. İlk kez matematik dersine hiç hazırlık yapmadan gireceğim. Ya öğretmen bunu sezer de beni tahtaya kaldırırsa!Bunu içime yediremedim, Önce aritmetik, sonra da geometri kitaplarını açtım. Konulara şöyle bir baktım. ”Hepsini biliyorum!” deyip kendimi inandırdım. Birden aklıma geldi, şimdilik mandolin bulup çalışıyorum ama bana verilen mandolinden bir haber çıkmadı, Hikmet vazgeçti galiba. Belki de bir başkasına söz vermiştir. Acaba biri gidip, beni baltalamak için caydırma yapabilir mi? Nedense böyle körlükleri, kötülükleri bekliyorum. Gene kendi kendime soruyorum, biri bunu bana niçin yapsın? İşte bu düşüncelerden kendimi kurtarabilsem daha rahat olacağım daha rahat uyuyacağım. . Yat zili çaldı. Yat zili çalınca ne yapılır? Yat zili çalınca yatılır. Halil öyle söylüyor. Halil’le de iki gündür pek konuşmadık. Onlar, Bekir, Arif, Yakup bir araya gelip birşeyler konuşuyorlar, sanırım bir ortak sorunları var. Sormuyorum, onlar da söylemeyi gerek görmüyorlar. Öylece bakışıp, susuşuyoruz. Arif’le bir ara konuştuk ama çoğunu ben konuştum. Sonradan ayırdına vardım Arif olduğundan daha suskundu. Özel bir durumu olabilir. Hiç birisiyle aramızda kırgınlık yaratacak bir gerilim olmadı. Böyle düşünerek yattım. Hikmet Mandolini vermekten vazgeçmişse ne yapabilirim ki? Mandolin onun. Ya gene böyle birinden alıp çalışacağım ya da kendime mandolin alacağım. Ancak Hikmet’in mandolini farklıydı.
14 Şubat 1940 Çarşamba
Üzerinde durmamaya karar vermeme karşın, Rukiye Öğretmen aklıma geldi. Sahiden beni hoşgörecek mi? Yeni bir terslik yapmadan davranışlarımı onun istediği gibi sürdürebilecek miyim? Dersi çalışılacak bir ders olsa çok çalışıp gözüne girmeye deneyeceğim ama beden hareketleriyle onun gözüne nasıl gireyim? En iyisi sessiz durup, onun başkalarıyla dalaşmasını bekleyeceğim. 6 Ali gibi başkaları da çıkarsa beni sıradan düşer. Kahvaltıya girerken öğretmenler geldi. Ahmet Gürsel Öğretmeni görünce bütün düşüncelerim dağılıp yerine matematik problemleri geliyor. Tales, Öklit, Fisagor birer matematikçi imiş, İşin ilginç yanı çok eskilerde Büyük İskender’den bile önce yaşamışlar. Med Savaşları sıralarında falan. Onlar bu problemleri hiç kimseden öğrenmeden kendileri kurduğu için onların adıyla anılıyormuş. Fisagor teoremi için Eşek teoremi diyenler de varmış, öğretmen anlattı ama ben tam anlayamadım. Şekilsel bir benzerlik yok bence …Kahvaltıdan sonra koşarak dersliğe girip defterlerimi açtım. Ahmet Gürsel Öğretmenin şakası yok, tahtaya kaldırır, yapamayınca da gerekeni söyler. Ondan azar duymamaya kendi kendime verdiğim kararı kesinlikle bozmayacağım. Çizdiğimiz şekilleri anımsadım. Son konu düzgün yamuklar, iç, dış daireler. Yamukların içine çizilen üçgenler. Alanların bulunması. Bu konuyu arkadaşların anımsaması olanaksız. Sami’yi ya da beni en önde kaldırmazsa kesinlikle kalkanlar sorulan soruya doğru yanıt veremeyecekler. Bize iş düşecek. Arkadaşlar ayağa kalkınca toparlanıp ben de kalktım. Öğretmen önce göz gezdirdikten sonra “Günaydın!” dedi. Yerimize oturunca “Nerde kalmıştık? diye sordu. Yanıt beklemeden, ”Söz gelişi soruyorum, sizin nerelerde kaldığınızı bilir gibiyim, gittiniz, çalışmadan geldiniz, bildiklerinizi de unuttunuz. Onu bilmeyecek ne var, besbelli ki hep oradayız!”dedi. Güldü, ”Bir itirazınız var mı? diye sordu. Sami kendisine güvenerek, parmak kaldırdı. Öğretmen Sami’ye bakarak, yüksek sesle “Bakalım!”dedi. Sami Akıncı parmak kaldırınca içimden bir ses bana “Sen de, sen de!”der gibi geldi . Parmağımı kaldırdım. Öğretmen sevecen bir sesle”Yaaaa!”dedikten sonra “Anlaşıldı, sen Sami’yi besbelli ki rahat bırakmayacaksın, peşine takıldın!”dedi. Öteki arkadaşlara dönerek sert bir sesle “Başka, başkaaaa!”. Bir kez daha, ”Başka, başka, başkaaa? dedikten sonra, ”O başkaları bulmak da bana düşüyor!”deyip gene güldü. . Ben, tüm dikkatimle “Tahtaya kalk!” çağrısını beklerken, öğretmen aritmetik yapacağımızı, defterlerimizi açmamızı söyledi. Elindeki bir kağıttan önce tam sayılı kesirler yazdırdı. Onları bileşik kesre daha sonrada ondalık kesre çevirmemizi istedi. Benim için kolay sayılardı. Öğretmen sıra aralarında gezerek yapılanlara baktı, önce Yakup Tanrıkulu’yu, arkasından Salih Baydemir’i tahtaya kaldırdı. İkisi de yanlış yaptı. Yakup’un yanlışını, İsmet, Salih’in yanlışını Bekir düzeltti. Öğretmen, 2. Derse girince geometri yapacağımızı söyledi. Üçgen çizimlerine değindi. Bir üçgenin çizimi için gereken koşulları sordu. Dik açılı, dar açılı, geniş açılı üçgenler çizildi. Çizimler tahtada tekrarlandı. Tekrarlandığı için arkadaşlar heveslendi parmak kaldırıp tahtaya kalkanlar oldu. . Üç kenarı verilen üçgen çizimlerini yaparken öğretmen örnekleri pergelle çizmiş, ”Açı verilmediğine göre bunu pergelle çizebiliriz!”demişti. Bu kez öğretmen üçkenarı verilen çizim isteyince öğretmenin örneği anımsandı, ”Pergelle çizilir!” kuralı öne sürüldü. Herkes sustu. Öğretmen Sami Akıncı’ya baktı. Sami de ya birden toparlanamadı ya da dalgınlığına geldi. ”Pergel kullanmak zorundayız!”dedi. Sami bunu der demez ben “Gerek yok!”dedim. Bir sessizlik oldu. Öğretmen bana “Gel çiz!” dedi. Tahtaya gittim. önce bir doğru çizdim. Öğretmene dönerek, ölçüleri istedim. Öğretmen ölçüleri verdi. İlk ölçüyü doğru üzerinde saptadım. saptama noktalarından ötekileri de buluşturup üçgeni çizdim. Öğretmen “Doğru!”dedi. Ancak arkadaşlardan “Gene pergel kullandın!”diyenler oldu. Öğretmen bana dönerek, ”Bak arkadaşların ne diyor? Onlara söyleyecek bir sözün olmalı!”dedi. Arkadaşlara dönerek, ”Pergel insanların yaptığı bir alettir. İnsanlar isterse pergel yerine bir başka aleti de kullanabilirler!”dedim. Bu sözleri nasıl söyledim, nasıl düşündüm, ben de şaştım. Öğretmen çok memnun, ”Arkadaşınız bize güzel bir uyarıda bulundu. Aletleri insanlar yapar, insanların ortaya koyduğu kurallar aletlere bağlı değildir, aletler kurallar için de sadece bir alettirler. Pergelimiz yok diye üç kenarı verilen bir üçgeni çizemeyecek miyiz? ”deyip güldü. Tahtaya kalkmak isteyen olup olmadığını sordu. Kadir Pekgöz parmak kaldırdı. Öğretmen, Kadir’den benim çizdiğim ölçüleri verip bir de onun çizmesini istedi. Kadir, benim yaptığımı aynen yaptı. Ancak ikinci ölçüyü ters taraftan aldı. Üçgen çizildi ama benim çizimimden farklı oldu. Öğretmen bu farkı sordu. Oysa fark çizim tersliğinden başka bir şey değildi. Kadir sustu. Öğretmen bize dönerek, ”Matematiğin dalgınlığa tahammülü yoktur, sürekli dikkat ister. İşte arkadaşınız buna bir örnek!”dedi. Ahmet Güner’e sordu. Ahmet susunca Recep Kocaman parmak kaldırdı. Öğretmen işaret edince Recep Kocaman “Eşit üçgenler olduğunu, ters yönde göründüğünden farklı sanıldığını açıkladı. Öğretmen, bir kez daha uyardı, ”Okuduk, geçti olarak düşünürseniz matematikte ilerleyemezsiniz. Gelecek yılların daha yüklü konularını yürütmekte çok zorlanacaksınız!” deyip, güler yüzle ayrıldı. Yurttaşlık Bilgisi dersimize Fikret Madaralı Öğretmen bir konukla geldi. Güzel giyimli, öğretmenden biraz daha yaşlıca biri. Konuk kapıdan içeri girmedi, gülümseyerek bize baktı. Bakınca tanıdım, bu bizim Kırklareli milletvekillerinde biri, Dr. Fuat Umay. Öğretmen, ”Beyefendiyi tanıdınız herhalde!”deyince ben “Evet!” diye biraz da hızlıca bağırdım. Bu kez öğretmen bana “Gel!” işareti yaptı, ben yanlarına giderken onlar koridora doğru döndüler. Ben eğilerek elini öpmek istedim. Doktor Bey elimi sıktı. ”Nereden tanışıyoruz? ”diye gülümseyerek sorunca ben, kardeşi Rıdvan Umaydan başlayarak bir sıra olay anlattım. Doktor Fuat Umay, Fikret Öğretmene, ”Ben rehberimi buldum, izin verirseniz, yanımda kalsın!”deyince öğretmen bana, ”Bak, Beyefendiye okulu tanıt!”dedi. Öğretmen derse döndü. Ben konuğumuza önce büyük binayı gezdirdim. Sonra yemekhane, mutfak, atölyeler önlerinden geçirdim. Dr. Fuat Umay, her işle ilgilendi, tuvaletleri beğenmediğini, atölyelerin çalışılamaz yerler olduğunu, mutfağı sağlıksız bulduğunu anlattı. Mutfağın durumu için aşçıyla uzun uzun konuştu, aşçıya birşeyler gösterip bir şeyler anlattı. Kendisinin doktor olduğunu birkaç kez anımsattı. Dünyayı dolaştığını, A. B. D. kaldığını, Sağlık konularına çok önem verdiğini anlattı. ”İnceledim, bütçeniz çok kifayetsiz!”dedi sonra da, Ankara’ya dönünce yardımcı olacağını sözlerine ekledi. Mutfaktan çıkarken atkısı mutfak kapısında bir çiviye takıldı. Durdu, çiviyi tutarak ”Ne hazin, sanatçı yetiştiren bir kurumun kapısında kocaman bir kara enser. İşte bu olamaz!Biz sizden daha güzel, daha düzenli çalışmalar bekliyoruz, yalnız beklemiyor bunu sizden istiyoruz, siz bunu yapmak zorundasınız!”dedi. Okula Madaralı Hattından dönmek istedi. Yola, Fikret Madaralı Hattı deyişimize bir süre güldü. ”Bunlar aslında güzel şeyler. Yokluk içinde de insanlar yaratıcılıklarını gösterirler. Sizlerin iyi yetişmenizi hepimiz büyük umutlar içinde bekliyoruz. Ne acı ki, gereken paraları da göndermiyoruz. Bütçenizi inceledim. Eleştirilerim aslında size değil Ankara’dakilere. Onlara söyleyeceklerimi size söyleyerek provalar yapıyorum!”dedi. Okul binasına girdiğimizde arkadaşlar dersten çıkmış ilgiyle konuğumuza bakıyordu. Dr. Fuat Umay nedense eliyle benim dirseğimi tuttu, koluma girmiş gibi yürüyerek Müdür Odasına yöneldi. Az ileride kız öğrenciler duruyordu. . Doktor Fuat Umay kız öğrencileri görünce durdu, onlarla konuşmak istedi. Ancak koridordaki gürültüden rahatsız olduğunu belirterek Müdür Odasına girdi. . Onu yalnız bırakmamak için ben de beraberinde girdim. ”İki ikiye kaldık, biraz konuşalım!”dedikten sonra Kırklareli’de kimin kimsen var mı? diye sordu. Hastanede yöteci amcamı söyleyince, ”Aaa, iyi tanırım, ben doktorum, nasıl tanımam? Hasan çoktandır orada, her gelişimde uğrarım, iyi konuşuruz!”dedi. Bu kez kardeşi Rıdvan Umay’ı Ali Ağabeyimle ilişkisini anlattım. Bugünkü buluşmamızda isabet olmuş!”dedikten sonra dersim olup olmadığını sordu. Dersimin boş olduğunu söyleyince de biraz şaşırarak, ”Boş derslerinizde mi var? diye hayretle sordu. Coğrafya, müzik, Fizik derslerinin tümden boş geçtiğini, kimi derslerimizin de başka öğretmenlerin doldurduğunu söyledim. Bunları not etti. Kızlarla konuşmak istedi. Nahide Öğretmene gidip söyledim, nedense içimden geçen bir duyguyla, kendimden eklenti yaptım, (Oysa bu düpedüz bir yalandı)Nahide Öğretmene ”Göndereceğiniz bizim İl’den Kırklareli’den olursa daha iyi olacak!” dedim. Öğretmen, ”Gülfize’yi seçip gönderdi. Zaten ben de onu düşünüp öyle bir plan kurmuştum. Gülfize’yi götürünce ben izin isteyip ayrıldım. Ben ayrılırken Dr. Fuat Umay çok yakınlık gösterdi, babama, aileme selamlar, saygılar söyledi, çekinmeden mektup yazabileceğimi, sağlığıma önem vermemi tembihledi. Kapıdan çıkarken, Okul Müdürümüz geldi. Müdür Bey gelince Gülfize de çıktı, heyecanla sordu”Beni niçin çağırdı? ”Bilmiş bir tavırla, Dr. Fuat Umay’ı abartılı sözlerle tanıttım:”Tanınmış bir doktor, aynı zamanda bizim milletvekilimiz olduğu için, Kırklareli ilinden olanlarla özellikle ilgileniyor!”. vb. şeyler söyledim. Gülfize korkmuş, kendini daha da korkutacak yorumlar yapmışmış, benimle konuşunca rahatladığını söyledi, sevinerek ayrıldı. Öğle yemeğinde oldukça böbürlenir bir durumdaydım. Bir Milletvekiline okulumuzu tanıttım. Arkadaşlar ilgiyle, içlerinden bazıları düpedüz hasetle beni dinlediler. Dr. Fuat Umay’ın bazı sözlerini olduğu gibi aktardım. ”Bize umutla bakıldığını, yeteri kadar ödenek verilmediğini, öğretmen eksikliğinin büyük haksızlık olduğunu, temizlik işlerinin yetersizliğini, tekrar tekrar söyledi!”dedim. Kapıya takıldığını, çiviyi gösterip ayıpladığını söyleyince ise arkadaşlar güldüler. ”Bir şeyi yırtıldı mı? diye sordular. ”Keşke yıltılsaydı!”diyenler oldu. Ancak kusurumuzu kabullenip konuğumuzu savunanlar da çıktı. Özellikle marangozluk bölümü arkadaşları ”Biz asla kara çivi kullanmıyoruz. O çiviyi kim çakmışsa okula kötülük etmiştir. Bu yüz karası bulunup sorgulamalı!”diyenler oldu. Konu, atölyede de akşama dek sürdü. Özellikle çivi konusu öğretmenleri de çok üzdü. İrfan Öğretmen Salih Baydemir’i çiviyi çıkarmak üzere hemen mutfağa gönderdi. Salih döndüğünde “Orada öyle bir çivi yok çıkarmışlar, yerine de bir kibrit çöpü tıkıştırmışlar! ”deyince bu kez öğretmenler kahkahalarla güldüler. ”Çiviler yerine de kibrit çöpleri!”Naci Öğretmen bana sordu, ”İyi rehberlik yaptın mı? Milletvekilini sen nereden tanıyorsun? dedi. Ben, çok önceden, Yurttaşlık Bilgisi dersinde Fikret Öğretmenle konuşurken Kırklareli’nin üç milletvekilini de tanıdığımı anlatmıştım. Konuğumuz bugün öğretmenle birlikte bizim dersliğe gelince öğretmen bumu anımsadı, kapıdan hepimize “Beyefendiyi tanıdınız değil mi? deyince ben “Evet!”dedim. Öğretmen bana izin verdi, ben de konuğumuzla birlikte dolaştım!”dedim. Hamdi Öğretmen gülerek, ”Oteki milletvekilleri kimler? ”Bize onları tanıt, gelirlerse biz de onları gezdirelim!”dedi. Arkadaşlar. öğretmenin bu sözüne uzun uzun güldüler. Ben öğretmene “Olmaz!”dedim. ”Onları da ben gezdireceğim, bu benim hakkım. Hele biri düpedüz tanıdık, aslında o, Kadir Pekgöz’ün köylüsü ama Kadir’i tanımaz. Benim babamla iyi tanışıklığından başka ben, oğlu ile kızının sınıf arkadaşlarıyım!”Hamdi Öğretmen arkadaşlara döndü”Haklı, onun memleketindeyiz, nereye baksa tanıdık, eş, dost. Ne haber? Biz kimsesiz, biz garip, okulu gezdirecek birini bile bulamıyoruz!”deyince öğretmenlerle birlikte arkadaşlar da güldüler. Hamdi Öğretmenin şakalarını bildiğim için anlamazdan gelip bidiğim gibi konuştum. Bu kez Naci Öğretmen bana, ”Gel şu inadından vaz geç, bunlar da birilerini gezdirsinler, boynu bükük kalmasınlar!”deyince bu kez de arkadaşlar gülmekten yerlere çöktüler. Kampana çalınca gülüşerek ayrıldık . Derslikte de Dr. Fuat Umay konu oldu. Arkadaşlar konuşurken Hidayet Gülen Öğretmen geldi. ”Yüksek sesle neler konuşuyorsunuz, önemli bir konu mu var? deyince İsmet ”Bugün bize önemli bir konuk geldi, onu konuşuyoruz!”dedi. Dr. Fuat Umay!”deyince Hidayet Gülen Öğretmen, ”Çok severim onu, önemli bir insandır. Hayırseverlikte üstüne yoktur. Yurdumuzda uzun uğraşlardan sonra Çocuk Esirgeme Kurumunu o kurdu, geliştirmek için de tüm gücüyle çalışıyor. Yurt çapında, annesiz, babasız, kimsesiz ya da ailelerin bakamayacağı özürlü çocukların koruyucusudur!”dedi. Arkadaşlar sessizce dinlediler . Okulumuzdan önemli bir konuğun geçtiğini bu kez daha iyi anladık. Hidayet Öğretmeni dinleyince içimde bir başka sevinç belirdi. Dr. Fuat Umay’ı gezdirmek bana düştüğü için bundan mutluluk duymalıyım!. Bu nasıl oldu? Adam beni çağırmadı, Fikret Madaralı Öğretmen kendince bir hazırlık yaptı, beni öne çıkarıp gönderdi. Bunun bence bir anlamı olmalı!. Yoksa herhangi birini de yollayabilirdi. Öyleyse Fikret Madaralı Öğretmenin burada bana yönelik çok önemli bir seçimi var, bunun bilincinde olmalıyım. Daha doğrusu bu konuda çok ciddi olarak uzun uzun düşünmem gerekiyor. Tüm öğretmenlerimi seviyorum ama iki tanesi bana değişik yollardan çok yardımcı oluyorlar. Matematik Öğretmenim Ahmet Gürsel, Türkçe Öğretmenim Fikret Madaralı. Hiç yüz vermiyormuş gibi davranır görünmekle birlikte başarmam için de gözümün içine bakarak desteklediklerini duyumsatıyorlar. Ahmet Gürsel Öğretmenin bugün yaptığı da az bir yardım değil. En küçük çıkışımı öne alıp değerlendirmeme olanak sağladı. Bugün pekala beni duymazdan gelebilirdi. Bunları, sinemada film izler gibi gözlerimin önünden bir daha geçirerek yattım…Bu olumlu tavırları iyi değerlendirebilirsem başarım sürekli olur…. Güzel rüyalar görme dileklerimle gözlerimi yumdum. Duymak istemesem de arkadaşlar fısıldaştılar…. Ne fısıldaşıyorsunuz? diye bağırdım. O denli yüksek sesle bağırmışım ki Okul Müdürü gelmiş. Beni ayıpladı. Özür dilemek için yaklaşmaya çalışıyorum. Arkamdan tutanlar oluyor. Kimin tuttuğunu seçmeye çalışıyorum. Nasıl bir durumsa, derslikte yalnız Sami Akıncı arkadaşımız yok”. Bu işi yapsa yapsa o yapar!”deyip Sami’den hesap sormaya hazırlanıyorum. Tam o sıra Sami karşıdan çıktı, beni görünce de kaçmaya başladı. Arkasından avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Bağırmaya çalışırken uyandım. Galiba vakit gece yarıları. Rüyamı düşündüm, gerçekte bağırsaydım, sanırım herkes uyanırdı. Baktım solumda Hilmi, sağımda Hüseyin Orhan mışıl mışıl uyuyorlar. Aklıma takıldı:Rüyada bağırdığımı sandığım olay galiba gerçekte olmuyor. Tıpkı, yürüdüğümü sandığım zamanlar yatakta yaktığım gibi bağırmalar da olmuyor besbelli. Kimseyi uyandırmadığıma sevinerek gene yattım. Bu kez rüyayı anımsamaya çalıştım. Müdür Bey o denli yakınıma gelip bana söz söyledi öyle ki, Müdür Beye gerçekte bu denli yaklaştığımı anımsamıyorum…. .
15 Şubat 1940 Perşembe
Uyanınca gene Doktor Fuat Umay’ı anımsadım. Önemli bir insanmış. Ad olarak herkes duymuş. Hidyet Öğretmenin çok önemsediği adını söyleyince yüzünden belli etti. Benim düşüncelerimse bambaşka;kardeşi Kırklareli’de dükkan çalıştırıyor. Yanında çalışanları var ama, çoğunlukla.Rıdvan Ağabey kendisi de çalışıyor. Herkes onu Rıdvan Umay olarak anıyor. Rıdvan diye çağıranlar da var. Ali Ağabeyim de Rıdvan diyor. Dükkanı büyük, çarşı ortasında olduğundan giren çıkan eksik olmuyor. Çoğunlukla köylerden gelenler emanet bırakıp gidiyor, dönüp alıyor. Belki de Milletvekilinin kardeşi olduğu için bu denli seviliyor. Kendisi de çok konuşkan. Ağabeyi ona göre biraz daha ciddi görünüyor. Kafamdan bunları geçirirken dersliğe gittim. Mehmet Yücel sordu, ”Sen dr. Fuat Umay’ı nereden tanıyorsun? ”Az önce aklımdan geçirdiklerimi arkadaşa anlattım. ”Ortaokula çıkarken Arasta tarafına bakan sol meydanda lokantalar vardır;onların yanındaki büyük dükkan kardeşinindir. Bizim aileden Kırklareli’ne giden herkes oraya uğrar. Beni götürdüklerinde de önce oraya giderim. Dünkanda oturdumda hep dr Fuat Umay adını dinledim. Tanımam kendisiyle konuşma olarak değil, ad olarak bilmedir. Mehmet Yücel de duymuş ama benim gibi net bilgisi yokmuş. Bu kez o da bir açıklamada bulundu:”Ben Kırklarel’de bir yıl kaldım ama senin anlayacağın gibi oraları tanımadım. Hayal meyal yolları anımsıyorum!”
Mehmet Yücel arkadaşla konuşla konuşa kahvaltıya gittik. Öğretmenler geldi. Ahmet Gürsel Öğretmen neşeli, yüksek sesle konuşuyor. Arkadaşlar özellikle de Hilmi Altınsoy, ”Adam bugün kaplan gibi, beni tahtaya kaldırırsa alimallah parçalar!”dedi. Bu alimallah sözünü hep duyarım ama ne anlama geldiğini bilmem. Bu kez de Hilmi kullanınca sordum. Hilmi Altınsoy sözü kullandığını,ancak tam olarak anlamını bilmediğini söyledi. Bu kez arkadaşlar söze anlam yakıştırma yarışına girdiler. Allahın izniyle’den başlayarak, Allah korusuna dek anlam sıralandı. Derslikte de sözün anlamı tartışıldı. Ahmet Gürsel Öğretmen geldiğinde “Alimallah”sözüne uygun bir anlam düşünüyorduk. Öğretmen berrak sesiyle “Günaydın!”deyince rakamlar, harfler, geometri şekilleri gözlerimizin önüne gelmeye başladı. Öğretmen tahtaya bir daire çizdi. 79 Ahmet Güner’e sordu. ”Çizdiğim nedir? ”Ahmet Güner, kuşkulu kuşkulu bakındıktan sonra yanıtladı: Daire. Öğretmen, ”Biraz daha dikkatli bakmanı istiyorum!”dedi sustu. Ahmet bu kez, ”Çember!”dedi. Öğretmen gülümseyerek, ”Tecessümün zayıf galiba!”dedikten sonra tahtadaki daireyi, tebeşiri yan yatırarak beyaza boyadı. Ahmet Güner, gülümsedi, biraz da sesini yükselterek”Ay, efendim!”dedi. Bu kez öğretmen biraz hayretle “Ne dedin? ”diye sordu. Ahmet sustu ama arkadaşlar Ahmet’in “Ay” dediğini söylediler. Öğretmen güldü. ”Ne güzel bir yanıt bu, hiç unutulmayacak bir örnek:Ay. Belki de en doğrusu budur. Ne yazık ki biz o, senin verdiğin örnek üzerinde çalışamıyoruz. Ancak onun küçük modelleri bizim işimize yarayacaktır!”deyip bize baktı. Benimle birlikte birkaç kişi birden “Küre!” dedi. Öğretmen tahtadaki dairenin altına, küre yazdı. ”Önce daire dedik, daire olsaydı, daire hakkında neler biliyoruz? ”diye sorulsaynı, neler söyleyecektik? ”diye sordu. Sami parmak kaldırdı. Öğretmen Sami’ye bakmadan:Senin, benim hatta bir başkasının bilmiş olması yeterli değil bir çoğumuzun bilmesi önemli!”deyip not defterini çıkardı. Ahmet Güner’in numarasına baktı. ”Bu kez de yukardan aşağıya deyip 78 Hüsnü Yalçın’ı kaldırdı. Onu Emrullah, Arif Kalkan, Yakup Tanrıkulu, Mehmet Başaran, Kadir Pekgöz izledi. 72 Hüseyin Orhan kalkarken zil çaldı. Öğretmen, ”Sizi çok mu zamansız yakaladım? ”diye sordu. Ben “Hayır!”dedim. Öğretmen güldü, beni gösterdi:”Bakın 66 ne diyor? ”diye sordu. ”Hazır ol, sıra sende!” deyip gitti. Öğretmen gidince herkes bir birine öğretmen ne sordu diye konuşmaya başladı. Sami kıs kıs gülerken öğretmen geri geld. Giderken oturun demediklerini uyerlerine oturttu. Beni çağırdı. Önce bir daire çizdirdi. Dairenin çemberini ölçtüm, nasıl ölçtüğümü anlattım. Çap, yarı çap çizimlerini gösterdim Çember-çap-yarı çap ilişkilerini tekrarladım. Alanını buldum nasıl bulduğumu anlattım. 3, 14 sayısının bulunuşunu tekrarladım. Küreye geçerken, Öğretmen oturmamı söyledi. Ben oturunca sırada Halil vardı onu kaldırdı. Halil’e başka bir daire çizdirdi. Halil tüm dikkatiyle güzel bir daire çizdi. Öğretmen, ”Sen dikkatli çiziminle bizim gönlümüzü aldın be oğul, bari biraz çalış da yüzümüzü güldür!”dedi. Halil çapı, yarı çapı gösterdi. Pi sayısı simgesini yazdı, sayısal değeri olan 3. 14, 13’ü gösterdi. Öğretmen Halil’e hep yardım etti. Daire alanını isteyince Halil durdu. Bu kez öğretmen, ”Hep payanda hep payanda, genç yaşınızda bastonsuz gezemeyen dedeler gibisiniz. Payandalar çekilince cumbur lop!”dedi. Öğretmen kendi sözüne kendi güldü. Halil oturdu. Öğretmen bu kez küre başına geçti. Harita boylamları gibi çizgiler çizerek şekli bir karpuz benzetti. Gülerek sordu. ”Bu tecessüm yeterli mi? ”İki söz aklıma takıldı, mütecessim. Sıcağı sıcağına öğretmenden sordum. Öğretmen önce “Lügatin yok mu? diye sordu. ”Lügatim var ama lügatimde tecessüm var da mütecessim yok!”dedim. Öğretmen, ikisinin de aynı anlama geldiğini, cisimleşme, gözle görülecek duruma gelme!”dedi. Elimdeki Osmanlıcadan Türkçe’ye Cep kılavuzunu aldı. ”Bu da pek küçükmüş, bir büyüğü var şimdi, ondan alırsın!”deyip geçti. Küpün alan, hacim formüllerini yazdı. Gelecek derste devam edeceğimizi söyleyerek ayrıldı. Öğretmenden sonra bir süre sessizlik oldu. İsmet şakasını yaptı. ”Dayı sen gene bu tatilde durmadan çalışmışsın, bizim gibi kopmadan , buradaymışsın gibi kitaplara kapanmışsın!”dedi. ”Doğru söyledin, nereye gidersem gideyim, buradan diplomamı almadan kopmayacağım, buraya onun için geldim!”dedim. Ne söylediklerini duyamadım, birileri gene homurdandı. O tarafa bakarak:Az önce derste konuşsaydın ya, şimdi mi yüreklendin? ”diye sordum. Fettah bana bakarak sordu:”Bana mı söyledin? ”Yo, sana neden söyleyeyim? sen konuşmadın ki!”deyince derslik büsbütün sessizleşti. Konuşan kimdi? Ben hep Fettah konuşmuyor. Ancak Fettah biraz daha açık konulştuğu için o ortaya çıkıyor. Asıl tilkiler, bunlara tilki demek az köstebekler yerlerde süründüğü için yakalamak zor!”dedimBu sıra 6. sınıftan çocuklar, birlikte çekilen fotoğrafları getirdi. Resimler ilgileri başka yöne çekince durum değişti.
………………………………………………………………………………
Edirne/Karaağaç grubu Bir fotoğraf
………………………………………………………………………………….
Derslerimiz gene boş geçti. Öğle yemeğinde Hasan Çevik Öğretmen gelmiş, yemek masasında görünce tüm bakışlar o yöne döndü:Gerçekten gidecek mi, kalacak mı? Halil Basutçu, ”Az sonra öğreneceğiz!”diyerek telaşımızı önledi. Atölyede bir süre öğretmenleri bekledik. Öğretmenler gecikince elimizdeki işleri sürdürdük. Ben kirli kirişlikleri planyadan geçirmeyi bitirdim. Salih, Harun, Recep çizim işlerini sürdürdü. Öğretmenler oldukça geç geldiler. Öğretmenlerden az sonra da Hasan Çevik Öğretmen geldi. Kapıdan girer girmez Yusuf Asıl başta olmak üzere tüm arkadaşlar sordular:”Gidecek misiniz öğretmenim? Hasan Çevik Öğretmen, size, gideceğim diyemiyorum ama sizi hiç unutmayacağım, bu sözümün içinde her sorunuzun yanıtını bulabilirsiniz. Burada yaptığımız bir görevdi, şimdi de bir başka göreve gidiyorum. Görev yapanlar için görev, her yerde görevdir. Ancak bazı görev yerlerinde gönül bağı ile bağlanmalar olur. İşte benim sizlerle bir gönül bağım oluştu, buna sevindiğimden geçici ayrılığa üzülmüyorum, siz de üzülmeyin, hepinizin gözlerinden öperim!”dedi, arkasını dönüp gitti. Konuşmasından, sesinin titremesinden çok üzgün olduğu apaçık belliydi. Birden dönüp gidişini de buna yorduk. Öğretmenler de arkasından gittiler. Ben çok duygulandım. Hasan Çevik Öğretmeni çok sevmiştim. Özellikle Alpullu’da beni okula bağlayanlardan biri o olmuştu. Bir süre öyle durdum. Alpullu’da bizim sebze bahçesi bitişiğinde evi vardı. Evine gitmiştik. Babası, eşi bizi evlerine almış, çay, bisküi vermişlerdi. Hasan Çevik Öğretmen şimdi evindekilerden de uzak kalacak. Tıpkı eniştem, Mahmut, Bektaş Ağabeylerim gibi, sevdiklerinden uzak belki yıllarca özlem çekecektir. Saate baktım, kampana vurmak üzere, yürüdüm. İrfan Öğretmen geldi”Allah kavuştursun!”dedi. Kampana yakınımızda çalınca İrfan Öğretmen elleriyle paydos işareti verdi. Sessizce dersliğe gittik. Derslikte yapıcı arkadaşlar aynı konuyu sürdürüyordu. Ben karışmadım. Binbaşıdan söz edildi. Buna takıldım:”İçimizde gerçekten salaklar mı var ne? Salı günü Askerlik dersi yapıldı, bu ders hafta da dört saate mi çıktı? diye sordum. Üsteğmenin cuma günkü oradaki işi, düzelinceye dek bize salı günleri gelecek, düzelince gene cuma günü ders yapacağız. İşte bu düzelme işi geçen hafta yapıldı, yapıldığı da açıklandı. .
Yorgun gibiyim ama öyküleri bir daha gözden geçirdim. Askerlik dersi için açıklama yapınca bir grup arkadaş telaşlandı:”Öyleyse bizi yarın gene işe çıkaracaklar!”Bu yetti, aynı konuşmalar, ”Dersler boş geçiyorsa biz öteki derslerimize çalışamaz mıyız? ”Kendi kendime güldüm, ”Çalışacaksanız, şimdi de boşsunuz, öyleyse çalışın!”Orhan yanıma geldi, Almanca çalıştık. Lügatten sözler bulup çıkardık. Sebze, meyve, çiçek adlarını, Hayvan, kuş, böcek adlarını bir daha sıraladık. Arı ilgimizi çekti:Arı=Biene, arıcı=İmker, Arıcılık=Bienenzuht, Arılık=Reinheit, Mehmet Salih Arı için İmker Mehmet Salih Arı, Mehmet Salih Biene…Arıydı, baldı, petekti derken yatma zamanına ulaştık. Yatınca bir süre Hasan Çevik Öğretmeni düşündüm. O da ilkokuldan sonra 5 yıl okumuş ama yedek subay olamıyor. Bizim öğrenim sürecimiz beş yıla inerse nasıl yedek subay olacağız? Üzülerek kendimi uykuya bıraktım.
16 Şubat 1940 Cuma
Yattığım gibi kalktım. Orhan kalkmış, gitmek üzereyken “İmker Orhan!”dedim. Kadir, hemen duydu takıldı, ”Almanca mı? Ben, “Hayır bu Rumca!”dedim. Kadir inanmadı:Rumca nerden bileceksin, nerde gördün Rumu? . Almanca olduğunu söyledim. Arıcı anlamına geldiğini de açıkladım. Birlikre dersliğe gittik. Kadir’in köylüsü Pehlivan Amcayı anlatım, ”Oğlunu buraya gönderecekmiş!”deyince Kadir:”Oho” diyerek kendi köyünden çok öğrenci gelmek istediğini tekrarladı. ”Ancak, onların hepsini almazlar!”diyerek kendi kanısını da belirtti. Gelmek isteyen kızlar da varmış. Derslikte, Askerlik dersinin salı günü yapılması eleştirildi. Bugün askerlik dersi olsaydı, tüm gün çalışma olmayacaktı, gibi kurnazlığa kaçan konuşmalar yapıldı. Kahvaltıda, Ömer Uzgil Öğretmen duyurdu, ”7. sınıf atölyelerde çalışacak!”Yanımda oturan Hilmi Altınsoy, yavaşça “Şiş!” dedi. Salih Baydemir gülerek, ”Şişsen şişsen sen şişersin, bizim takımda şişecek kimse yok!”deyince Hilmi, sözünü kimse için söylemediğini, kendisi için söylediğini öne sürerek tartışmayı önledi. Sonra da marangozluk bölümüne geçmediği için pişmanlık duyduğunu, ortaya getirdi. Bu kez ben, ”Yeni bir sanat bölümü yapılacakmış, istersen gelebilirsin!”dedim. Hilmi sevindi, ”Benimle oynamıyorsunuz değil mi? diye sordu. İrfan Evren Öğretmenin söylediğini tekrarladık. Hilmi sevindi, araştırıp değişme yollarını arayacak. Ayrılıp atölyeye gidince arkadaşlar bana çıkıştılar:Yemekteki tartışmalar az mı geldi? Şimdi de atölyede mi başlatacağız!”türü çıkışlar oldu. Ben bu çıkışlardan gocunmadım, ”Hilmi bizim atölyeye gelmez, o kurnazdır, bizim atölye işlerinin titzlik istediğini o iyi bilir!”dedim. Hilmi’nin yakın arkadaşı Hasan Üner beni destekledi, ”Hilmi, buraya gelmez, öyle konuştuğuna bakmayın! o bireysel olarak iş yüklenmekten kaçar. O bile bile yapıcılık kolunu seçti!”
Öğretmenlerden yalnız Hamdi Bağ Öğretmen geldi. Salih Baydemir, Harun Özçelik, Recep Kocaman, Hüseyin Orhan’ı alıp okul içinde bir boş yere gittiler;geniş bir masa bulup çizim hazırlayacaklar. Biz, verilen şablonlara göre kesip, rendeleme işlerini sürdürdük. Mehmet Aygün bir ara dışarı çıktı;dönünce, ”Aman arkadaşlar, sesinizi çıkarmadan çalışın dışardakiler, yani yapıcılar, ter toprak içinde hendek kazıyorlar. Hilmi çamurdan adama dönmüş!”deyip güldü. Hamdi Öğretmen paydostan az önce geldi. ”Öğlede bir saat dinlenmemiz var. Lütfen dışarlarda dolaşmayın!”diye sıkı sıkı tembihledi. Öğleden sonra İrfan Evren Öğretmenle Naci İnan Öğretmen de geldi. İrfan Öğretmen bizim grubu seçti, bize : “Mobilyeciler gelin bakalım, bu kez çok önemli bir sınavımız var, öğretmenlere rahatça oturabilecekleri masalar yapacağız. Bu konuda siz duymadınız ama biz sizin adınıza söz verdik!”dedi. Bir buçuk metre boy, bir metre en iki adet, bire bir ölçeğinde de altı masa yapılacak. Masalar gomlak cıla olacak, 15 Mart 1940 tarihine de yetişecek. Naci İnan Öğretmen dinliyordu; gülerek söze katıldı; “Ben de size yardımcı olacağım, soracağınız bir konu çıkarsa yardım etmeye çalışacağım. İrfan Öğretmen çizimler yapmış tezgahın üzerine koydu. Önce 32 ayak;8 bir grup, 24 bir grup. Büyük masalar iki çekmeli, küçükler bir çekmeli. İrfan Öğretmen önce çizdiği şemaları bir yana itip ölçüsüz olarak da masa resimleri çizdi. Ayaklar, üst kenarlar kırmalı olacak. Çıralı malzeme kullanılmayacak. Kereste seçimine hemen başladık. Hamdi Öğretmen gelince, ”Nasıl bu işi becerecek miyiz? diye sordu. Arkasından da açıkladı. ”Bunlar, Lüleburgaz’daki ustalara ısmarlanıyordu. Biz durdurduk:”Öğrencilerimiz bunları haydi haydi yapar! dedik. Yanılmadığımızı siz göstereceksiniz. Haydi, hayırlısıyla şimdi başlayın, günü gelince sizi tebrik edelim. !”Kereste seçimine başladık. Kampana çalınca İrfan Öğretmen, “Yarın devam etmek üzere paydos ettik!”dedi. Yusuf duramadı, ”Yarın bizim dersimiz var ama” dedi. İrfan Öğretmen düzeltme yaptı, ”Yarın değil canım, ben yarın derken pazartesiyi kastettim!”diye güldü. Paydosta bizim konumuz masalar, Yapıcıların da okulun ön, arka olmak üzere gezinme yerleri ile dere tarafının meyve bahçesinin sınır hendeği. İki taraf hendekle ayrılıp tel çekilecekmiş. Mehmet Yücel, ”Yağma yok, atlayıp meyveleri toplayamazsınız. !”diyor. Mustafa Saatçı , ”Geçit bulup kiraz çalamayacak mıyız? ”diye soruyor. Bekir Temuçin parlak zekasını gösterdi. ”Sen de hıyar çalarsın, hıyar!”dedi. Önce kimseden bir ses çıkmadı, az sonra tıs, pıslar başladı. Sonunda sözün anlamı açıklandı. Mustafa Saatçı’dan ağır sözlerle karşılık verileceği bekleniyordu. Oysa Mustafa, ”Aferin küçük, ne güzel söyledin. Söylediğin sözü ben üzerime almıyorum. Ancak senin buluşun hoşuma gitti. Mustafa Saatçı böyle konuşunca Ali Güleren söze karıştı, aklınca söylenen sözü tekrar ettirecekti, Önce ortalığa sordu, ”Ne dedi o? ”Kimse yanıt vermeyince bu kez de Mustafa Saatçı’ya sordu. Mustafa Saatçı gülmeden önemli bir şey söylermiş gibi Ali Agaya “Hıyar çal, hıyar!”deyip arkasını döndü. Bu kez herkes makaraları saldı. Yusuf Asıl, Ali Önol, İsmet Yanar benzer sözler türettiler. ”Hıyar ek, hıyar, hıyar topla hıyar, hıyar getir hıyar!” sözleri bıktırasıya sürdürüldü. . Sonunda Sami Akıncı sözü kendi dilince değerlendirdi. ”Hıyar ek, hıyar” dersen başka anlamı olur, ”Hıyar ek hıyar! dersen bu kez anlamı başkalaşır. Şaka giderek Türkçe dersine döndü. Virgül kullanılacak mı? kullanılacaksa nerede kullanılacak? Türkçe dersinde bunu öğretmene sorabilir miyiz? İsmet gönüllü olarak sorabileceğini öne sürüp sorma işini yüklendi. Tartışma bitmişti. ”Müdür Beyin yeni öğretmenleri gelmedi, özellikle Müzik Öğretmeni niçin gecikti?” gibi sözler sorulurken İsmet ne düşündüyse Türkçe Öğretmenine soru sormaktan vazgeçtiğini duyurdu. . Bu kez ben İsmet’in görevini üslendim. Hemen hemen arkadaşların tamamı benim üslenmeme sevindi. Beni sevmeyenler, öğretmenden azar işiteceğimi düşündüklerinden, ötekiler ise bir söylemin doğruluğunu öğreneceklerinden bana teşekkür ettiler. Nasıl soracağımı da merak edenler oldu. Ben, ”Olay nasıl olduysa öyle anlatacağımı, yalnız arkadaşların adlarını anmayacağımı söyledim. Kimseden karşı bir söz çıkmadı. Halil Basutçu arkadaş hıyar sözü kötü anlamda kullanıldığı gibi çarşı-pazarda da söylendiğini anımsatarak beni cesaretlendirdi. Özellikle hıyar turşusu satıldığını başka arkadaşlar da söylediler. Bir süre daha bu konu üzerinde duruldu. Düşündükçe ben yeni düşünceler ürettim. Bizim karpuzcular da kimi zaman:Karpuz ye karpuz, Karpuz al karpuz, karpuz gör karpuz, diye bağırıyor. Bunu daha da değiştirdim:Kuzu gör kuzu, kedi gör kedi, köpek gör köpek!deyince birden duraksadım. İşte bunu sorabilirim:”Birine kızan bir başkası onu incitmek için bu sözü yazarsa virgül kullanacak mı? ” Ben bu sözü böyle de sorarım, belki daha güzel örnek aklıma gelir onu sorarım. Hasan Üner elinde bir kitapla geldi. , Reşat Nuri Güntekin:Tanrı Misafiri, hikayeler. ”Anadolu Notları gibi mi? Hasan bunların uzun olduğunu ama beğeneceğimi söyleyince kitabı aldım. Birinci hikayeye baktım;Kitaba adını veren hikaye. Gerçekten uzun 12 bölüm, 25 sayfa. Sıkılarak başladım ama giderek ilgimi çekti. Konuk gelen kişi bir din adamı;çaresizmiş gibi görünerek eve yerleşiyor. Ailenin erkek büyüğü de din adamı ama konuğun yüzsüzlüğüne dayanamaz duruma giriyor. Öyküdeki konuk kişi ilgimi çekti;bu denli yüzsüz insan olur mu? Yat zilinde öyküyü kestim ancak aklım, öykünün sonunda kaldı. Yüzsüz konuktan nasıl kurtulacaklar? Gene Reşat Nuri Güntein’in öyküsü olan Andaval Beldesini anımsadım. Yoksa bu ev sahipleri de mi yüzsüz konukları yüzünden yuvalarını terkedip gidecekler? ”Böyle bir durum olursa bu öyküye inanmayacağım!”Kuşku duyar gibi oldum bile zaten! Sanırım öyküler kimi kez inandırıcı olamıyor. Ömer Seyfettin’in kısa öykülerini anımsadım:Onlara iyice alıştığımdan sanırım çoğunu inandırıcı bulmuştum!
17 Şubat 1940 Cumartesi
Kahvaltıdan sonra derslikte arkadaşlar yeni öğretmenlerin geleceğinden söz ettiler. ”Hani müzik öğretmeni de gelecekti ne oldu? diyenler çıktı. Böyle konuşmalar arasında Adımın çağırıldığını duydum. Kapıdan Hikmet göründü, ”Mandolini getirdim, biraz da sende kalsın!”dedi. Sevindim, ”Kaç gündür neden getirmedin? ” demek aklımdan geçti ama, kendimi tuttum. Hatta biraz da içimden, kendimi ayıpladım. Mandolin onun, isterse hiç de getirmeyebilir. Teşekkür ettim. ”Mızrabını kaybettim, yenisini alınca getiririm!”dedi. Bende mızrap olduğunu söyledim. Aldım, çok sessiz bir iki timbırdattım. Arkadaşların bakışları değişince kalkıp alt kata Ahmet Gökay Ağabeyin deposu önüne gidip çok az sesli çalışmaya başladım. Nasıl daldımsa bir süre sonra İsmet “Öğretmen geldi!”diye uyardı. Koşarak elimde mandolin dersliğe gittim, özür diledim. Rukiye Öğretmen “Ay sen mandolinde mi çalıyorsun? ” dedi. Sesinden alay ettiği besbelliydi. Hiç ses çıkarmadan yerime oturdum. Bakışımdan rahatsız oldu. Düzeltme yapmak istedi. Müziği severmiş, kimin elinde bir enstroman görse onu takdir edermiş.Ne var ki kendisi bir enstruman çalmayı başaramamış. Az durduktan sonra bana “Ne amaçla öyle söylediğimi açıkladım, bakışlarında bir değişiklik olmadı, dediklerimi dinlemedin galiba!”dedi. Ayağa kalktım, siz söylediniz ama ben sizin söylediğinizden zaten alınmamıştım. Siz elinde enstrüman gördüklerinize birşeyler diyormuşsunuz, bende de benzer duygular oluşuyor. Bir müzik enstrümanı çalamayan insanlara gerçekten ben de o insana bir eksiklik varmış gibi bakıyorum!”dedim. Öğretmen “Vaaayyyy!”…. diye uzunca bir ünlem çıkardı. ”Sen de az insafsız değilmişsin!”dedi. Arkadaşlara ders için “İçerde mi, dışarda mı? ”diye sordu. Arkadaşlar hep bir ağızdan “Dışarda!”deyince öğretmen dışarıya yürüdü. Biz de onu izledik. Beton yolda tek sıra olup yüzümüzü okula döndük. Önce hep birlikte donra ayrı ayrı hareketler yaptık. Benimle konuşurken iki kez “Enstrüman sahibi!”dedi. Ders bitiminde ayrılmadan önce bana sordu, ”Enstrüman sahibi dediğim için de alındın mı? dedi. ”Alınmadım ama söylediğiniz doğru değil!”deyince şaşırarak, ”Neden? ” diye sordu. Ben de “Mandolin bir başkasının, ben ondan ödünç alıp çalışıyorum, o nedenle ben sahip değilim. !”deyince “Çaldığına göre sen de sahip olacaksın, ailen yardum edemez mi? ”diye sordu. Bu kez ben “Ailem yardım edecek ama ben ne çalacağıma daha karar vermedim. Piyano istiyorum ancak ona ulaşmak çok zor. Ondan önce belki akordiyon alacağım!”deyince öğretmen, Akordiyonu çok sevdiğini söyledi. Kendisi çok istemiş ama koşullar akordiyon çalışmasına elverişli olmamış. ”İnşallah senden dinleriz!” deyip düdük çaldı, toplanıp dersliğe döndük. Dersliğe gidince arkadaşlardan bana çıkışanlar oldu. ”Öğretmen senin gönlünü almaya çalışıyor, sen inadına inadına karşı söylüyorsun!” dediler. Mehmet Yücel arkadaş tam istediğim gibi konuştu. ”Öğretmen kendisi kararsız, baştan düşünmeden bir söz söylüyor, sonra da geri dönüş yapıyor. Bence arkadaş en iyisini yaptı!” Bayrak töreninde hemen karşımda öğretmenler duruyor. Bayrağı hızla çekince dimdik dururken gözlerimle öğretmenleri süzdüm. Rukiye Öğretmen tören boyunca bana baktı. Bu bir rastlantı da olabilir, sinirlenmekten de. Ben de ona baktım ama sinirlenmeden, Nahide Öğretmene baktığım gibi. Yemekte Hamdi, Namık, Nahide, Rukiye Öğretmenler bir grup olarak oluşturdular. Doğrudan bakmadan yan gözlerle onları izledim. Rukiye Öğretmen acaba Hamdi Bağ Öğretmene ya da öteki öğretmenlere bizlerden söz ediyor mu? Ediyorsa bugünkü konuşmalardan da söz etti mi? Ettiyse Hamdi Öğretmen bir gün sanırım bir ip ucu verecektir. Yemekten sonra dersliğe gittim. Sıraladığım öykülerden okumaya başladım. İlk öykü Beyaz Lale. Bunu öğretmenle okumuştuk. Çok üzücü bir öykü, içimden okumak gelmiyor. Hele sonu çok acıklı. Gerçi başlarda aptal insanlardan söz ediliyor ama sonuç suçsuz insanların üstüne yıkıyor. Bu öyküyü de belki bir başka zaman bir daha okuyabilirim. Açık Hava Okulu’ndan (Mektebi) başladım. Acaba Ne İdi, Gayet Büyük Bir Adam, Gurultu, İki Mebus, Üç Nasihat, İrtica Hareketi, Korkunç Bir Ceza, Kaşağı, Apandisit, Busenin iptidai Şekli, Beşeriyet ve köpek, Tarih Ezeli Bir Tekerrürdür, Aşk Dalgası, Kaşağı’yı da okumadım. Bu öyküyü daha önce galiba birkaç kez okudum. Hiç unutmayacağımı sandığım öyküleri şöyle saptadım: Yüz Akı, Vire, Türbe, Diyet, Deve, Kaşağı, Kurbağa Duası, Mermer Tezgah, Nakarat, Tuhaf Bir Zulüm, Falaka, Ferman, Forsa, And. Öykülerin hepsini bitiremedim ama burada biraz ara vereceğim. Mandolini özlemişim. Atölyede gene çalışmaya başlayacağım. İdris’e beraber çalışmayı önerdim. Arkadaş böyle bir öneriyi bekliyormuş, hemen geldi. Tek koşulu, sıkılınca beni bırakıp dönecekmiş. Aslında buna ben de taraftarım. Ben de yalnız çalışmayı sevdiğim için İdris’i iyi anlıyorum. Ancak kendimi kontrol edebilmek için başkalarını gözetlemek gereğini de duyuyorum. İdris fazla kalmadı, onu çağıranlar oldu. Anladım ki, İdris mandoline ilk başladığı gibi hevesli değil. Hele nota çalışmaya hiç yaklaşmıyor. Benim nota bilgime de şaşıyor. ”Sen nasıl öğreniyorsun? diye soruyor. Çalışma biçimimi anlatınca da inanamıyor. Akşam yemeğine dek çalıştım. Tüm parçaları tekrarladım. Parmaklarım biraz acıdı ama aldırmıyorum. Sonra sonra alışacaklarını biliyorum. Yemekte arkadaşlar sordu, ”Gene mi çalışmaya başladın?” ”Genesi falan yok, daha iyi bir yer buluncaya dek böyle olacak!”Doğrusunu söylemek gerekirse ben atölyede çalışmaktan hoşnutum. Karışan, görüşen yok, dilediğim şekilde ses çıkarıyorum. Tek istediğim Hidayet Öğretmen gibi mızrabı çift taraflı vurup süslü sesleri çıkarabilmek. Bunun için bilek hareketlerinin çok yumuşak olması gerekiyormuş. Bileğim nasıl yumuşayacak? İsmet, yarın Yeni Bedir köyüne gidelim mi diye sorunca sevindim. Babam gitmemi tembihlemişti. Sevincim birden dağıldı. Hilmi Altınsoy’u öğretmen masası yanında görünce anımsadım, ”Ben yarın nöbetçiyim!” Arkadaşlar nöbet değişikliği yap!” dediler. Halil, ”Yer değişelim!”dedi ama ben razı olmadım. Pazartesi, çarşamba, perşembe günlerinin derslerini kaçırmak istemiyorum. Köye gitmeyi cumartesi gününe bıraktık. Hidayet Gülen Öğretmen haber göndermiş Mavi Yıldırım çalışması yapılacak. Yemekhanede yoplandık. Öğretmen önce rolleri birer kez okuttu. Sonra sıra ile ikili ezber konuşmaları tekrarlattı. Giyilecek giysiler için bilgi verdi. 23 Nisan için son tarih kondu. O güne dek sürekli çalışma yapılacak, su gibi ezber okunacak. Öğretmen umutlandığını söyledi, ”Siz isterseniz çok güzel bir oyun ortaya çıkar!”dedi. Sevinerek dersliğe gittik. Yat zilinde hemen yattım. Yatınca da aklıma geldi. Hani Sami Akıncı nöbetçi gruplarının nasıl yapıldığını, bunları kendisi değil Ömer Uzgil Öğretmenin düzenlediğini söylemiş sonra da , sınıfların listelerini getirip sıralarını gösterecekti. Aradan uzun bir ara geçmesine karşın hiçbir açıklama yapılmadı. Bakalım yarın benim nöbetçi arkadaşlarım hangi numaralar olacaklar. Bu kez nöbetçilerin numaralarını alıp, sınıf listeleri içindeki yerlerini saptayacağım. Önlerindeki, arkalarındaki numaraları da saptayıp sırasını izleyeceğim……
18 Şubat 1940 Pazar
Nöbetçiyim. Zilden az önce uyandım. Halil de uyanmış, yavaşça “Nöbetçi uyandın mı?” diye sordu. Kalktım. ”Ben de geleyim mi? diye sordu. ”Gel!”dedim. Biz kapıdan çıkarken kalk zili çaldı. Ben bir şey demedim. Halil “Arkadaşlar, bu kalk zilidir, yanlış anlamayın, tekrar ediyorum bu yat zili değil, kalk zilidir!” derken Hidayet Öğretmen, ””Bak, bak, bak, ”Bu ne kibarca uyandırma, böyle. İnsan, böyle kaldırılmaya dayanamaz, inadına yatar uyur!”deyip güldü. Öğretmenin sesi duyulunca herkes kalktı. Öğretmen bu kez de “Sizler kunazlık yapıyorsunuz. Yaptığınız isteyerek kalkma değil, bana karşı inat olsun diye kalktınız!”dedi. Güldü, elindeki çubukla da kapının kenarına birkaç kes vurdu:Tık, tık, tık!”Ben mutfağa gittim, benim grubumda nedense bugün bir kişi fazla, iki de kız nöbetçi var. İki kız olunca bir nöbetçi fazla oluyormuş. Recep tüm hazırlıkları daha önceden yapmış, dağıtımlar yapıldı. Ben hiç bir işe elimi sürmeden kahvaltı geçiştirildi. En çalışkanlarımız da kızlar oldu. Kahvaltıdan sonra da çok çabuk toplayıp temizledik. Pazar günü öğretmenler az olduğundan, işler yoğun olmuyormuş Üç öğretmen geldi. Onlara da aşçıbaşı kendisi baktı. Hava güzel. Ancak gene de esintili yerlerde burunlar kızarıyor. Islak yerler dondu donacak gibi. Aşçıbaşı, ”Bu kışı geçirdik sayılır!”dedi. Hamdi Öğretmenin ”Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır!”sözüne karşılık Ömer Uzgil Öğretmen. ”Doğru da gün olarak sayılı günler kaldı, 1o gün şubatı on da martı saysak 2o gün eder, Uzun günleri gerçekten geride bıraktık!”Nahide Öğretmen aşçıbaşıya”Usta benim kızlarıma bugün ne öğreteceksin? diye sordu. Aşçı başı irmik helvası diye yanıt verince öğretmen öyleyse ben de öğrenmek istiyorum, başlayınca geleyim!”dedi. Aşçı başı “Hemen başlıyoruz, buyurun !” deyince Nahide Öğretmen kalktı, mutfağa geçti. Uzun süre mutfakta kaldı. Bu arada öteki kızları da çağırdı. Böylece benim, nöbetlerimde kız olmuyor, diye yakınmama gerek kalmadı. , kızların hepsi geldi, çoğunlukla bizim yanımızda durdular, özellikle benimle konuştular. Ben de hepsinin adlarını kendilerinden öğrendim. Hepsinin bana “Ağabey!” demeleri, ayrıca hoşuma gitti. Ağabey, dedikleri için sanki onlarla rahatça konuşabileceğim duygusuna kapıldım. Zaten Nahide Öğretmen, sürekli olarak onları “Ağabey!”demeye nerdeyse zorluyor. Bir söz söylerken. ”Ağabeye sor, ağabey yap derse yap, ağabeyin fikrini aldın mı? ”şeklinde konuşunca sanırım onlar da kolaylıkla bunu söylüyorlar. Yakından bakınca hepsini ablamın kızı Gülsüm’e benzetiyorum. Gülsüm geçen yıl köyde 5. sınıfı bitirdi. Okula bir yıl gecikmeli girmişti. Şimdi 14 yaşında. Sanrıım bunlar da öyle. Oysa bizim derslikte arkadaşların konuşmalarına kapılarak hepimiz bunlardan “Kızlar şöyle, kızlar böyle!”deyip gözümüzde büyütüyoruz. Birden Mehmet Yücel’e sinirlendim, bunlardan birine “Nachtingel (Bülbül) diye ad takmış. Kızcağızın bülbüllükle filan hiçbir ilgisi yok. Bu şaka bu çocuğu çok incitir. Oysa içlerinde en nazik olanlardan birisi o. Bu düşüncemi doğrudan değilse bile sözü edilince savunacağım. ”Onlar bizim kardeşlerimiz!”Kendi kendime kararlaştırdığım bu düşüncelerim okunmuş gibi öğle yemeğinde iki kız daha yardım etti. Bizim masadaki arkadaşlar takıldılar:Sami Akıncıyı korkuttun, o da senin nöbetine bütün kızları yazdı!”dediler. Ben de öğretmenin irmik helvası merakını söyleyerek, olayı açıklamaya çalıştım. Mehmet Yücel takıldı. ”İçlerinden birini seçmek için bir araya mı toplandın? ”dedi. Ben de “Bülbül dediğin çocuğa bir daha sakın bülbül deme!”diye uyarıda bulundum. Gülerek “Onu seçmişe benziyorsun, senin hatırın için ben de bundan sonra ona der Rabe ya da der Kuckuck derim!” Bir süre güldükten sonra “Söz veriyorum, bu şakalarda ben yokum, onlar bizim kardeşimiz. Söyleyenlere de karşı olacağım!”Mehmet Yücel arkadaşa teşekkür ettim.
Öğle yemeğinden sonra bir süre mandolini alıp yemek salonunda çalıştım. Daha ziyade okul şarkılarından anımsadıklarımı seslendirdim. Bana katılanlar oldu. Bir süre de atölyeye gidip çalıştım. Bayrak töreninden sonra kalabalık bir yardımcı grubu ile akşam yemeğini hazırladık. Yemekten sonra kızlara teşekkür ettim. Gelecek nöbetimde de geleceklerini söyleyerek ayrıldılar. Konuşmalar arasında “Nahide Öğretmen öyle istedi gibi bir söz geçti. Tam anlamadım ama, öğretmenin belli bir uyarısı olduğunu sezdim. Bu olumlu uyarı nedendi? Bir süre düşündüm ama çözemedim. ”Güvenilir biri!” olduğumu söylemiş olabilir. Ben de zaten böyle tanınmak istiyorum. Çevremdekiler bana güvenmelidir…İşlerimiz bitince dersliklere döndük. Ben dersliğe girince İdris Destan, Hilmi Altınsoy, Yusuf Asıl üçü birden: “Neden nöbetçi grubun çoktu? ” diye sordular. Ben önce, ”Pazar olduğu için!”dedim. Sonra da irmik helvası nedeniyle Nahide öğretmenin işe katılmasını anlattım. Yusuf öyleyse önümüzdeki Pazar günü 77 Emrullah Öztürk’ün nöbetine de kızlar katılacak!”dedi. Gülenler oldu. Emrullah sinirlenerek “Ben nöbetimde kız istemiyorum!”diye çıkıştı. Böylece şakalar olayı Sami Akıncı’nın nöbet listesine dönüştü. Sami’yle “Hani bize açıklayacaktın? ”diyenler oldu. Sami sinirlenerek, ”Size neyi açıklayacağım? Ben bir iş yapıyorsam bana o işi veren bir yetkili var, ona karşı sorumluyum. Şikayetiniz varsa, gidin ona anlatın!”dedi. Herkes sustu. Zil çalınca sessizlik içinde yataklara dağıldık. Ben içimden güldüm. ”Sorun yapıyorsan nedenlerini ortaya koy, haksızlığı belirle, git Ömer Uzgil Öğretmene durumu anlat, olsun bitsin!”Patırtı yapanlar, işin bu yanına hiç yanaşmıyor, sürekli sözünü ederek vakit geçiriyorlar. Emrullah’ın dediği gibi ben de bundan sonra nöbetimde kız öğrenci istemiyorum. Nöbetime konursa bir şey söyleyemem ama konmazsa da bir sorun çıkartmam. Tek kız nöbetçinin yararlı olacağı kanısında değilim. Birden fazla olması da söz konusu değil, zaten topu topu 7 kız öğrenci var.
19 Şubat 1940 Pazartesi
Arkadaşım Halil nöbetçi. O her zaman bana yardım ediyor. Ben de kalktım. Gerekirse belki bir yardımım olur. Hazırlanıp dışarı çıktım. Ben çıkarken zaten zil çaldı. Halil gerekli uyarıları yaptı. İlginç uyarısı da, “Haydi kalkın, şiddetli yağmur yağıyor, kahvaltı için yol sırasına girmeniz gerekecek!”oldu. Yağmur sözü herkesi telaşlandırdı. ”Yapma yahu, etme yahu, çamurdan yeni kurtulmuştuk!” vb. sözleri oldu. Gerçekten baskın durumundan bir yağmur, oldukça güçlü esen bir de rüzgar var. Biz Madaralı Hattından kahvaltıya gittik. Öteki çocukların çoğu beton yoldan dolaştılar. Orası şimdi tertemiz. Ancak sonraları orası da çamura dönüşüyor. Ayakla taşına taşına orası da çamur sıvanıyor. Biz kahvaltıdayken öğretmenler geldi. Yağmur geceden başladığı için öğretmenler önlemini almışlar, hepsi şemsiyeli geldi. Kahvaltıdan çıkarken yağmurun daha arttığını gözledik. ”Ya tekrar kara dönüşüp haftalarca kapanırsa? ”diye kaygılanmaya başladık. Az sonra Fikret Madaralı Öğretmen geldi. ”Günaydın!” dedikten sonra, pencereye dönerek ”Yağmur ne güzel yağıyor, değil mi çocuklar, bizim üzerinde durmadığımız bu olay, çiftçiler için baha biçilmez bir mutluluktur!”dedi. Sonra hepimize bakarak, ”Yağmurun babalarınızca çok istendiğini hiç düşünüyor musunuz? İçinizden kimler yağmuru görünce, ”Bu yağmur bizim oralarda da varsa babam çok sevinmiştir, diye düşündü? ”diye sordu. Ben düşünmemiştim, sustum. Kimseden “Çıt!”çıkmadı. Öğretmen “Haklısınız, henüz kış mevsimi hükmünü sürdürdüğü için böyle düşünmemiş olabilirsiniz!”dedi. Pencereden dışarıya bakarak ”Küçük, muttarid, muhteriz darbeler-Kafeslerde, camlarda pür ihtizaz;-Olur dem-be- nefha-ger, nağme-saz-Kafeslerde, camlarda pür ihtizaz;-Küçük, muttarid, muhteriz darbeler…diyerek öğretmen uzun uzun okudu. Sonra bize dönerek” Ben size ünlü bir şairimizden bir şiir okudum. Sözcüklerin anlamlarını bilmiyorsunuz. Bu nedenle tamamını anlamanızı beklemiyorum. Ancak genel olarak gene de bir şeyler duyumsamışsınızdır, diye soruyorum. Okuduğum şiir neden söz ediyor? Küçük, gölge, soğuk, gündüz, sokak, dam, boş, gölge, bulut, kafes, cam sözlerini birer ikişer anımsadık. 6 Ali heyecanla “Köpek!” sözünü ekledi. Öğretmen bir süre güldü. 6 Ali arkadaşımıza takıldı. ”Ali, sen çok cesur bir çocuksun , köpek, sözünü bunların hepsi anımsamıştır ama söylemekten çekinmişlerdir. Sen büyük bir cesaretle anımsadığını söyledin. Ancak bir daha düşün bakalım, başka bir sözcük saptayamadın mı?Saptadınsa neden ona öncelik vermedin. Örneğin, yüz, kadın, kuş, pencere, ağır, dalga sözleri geçti mi geçmedi mi? ”Ali alıngan bir bakışla bakıp susarak oturdu.Öğretmenin baklışları bir an değişir gibi oldu.Böyleyken olayın üstünde durmadı. Şiirin adının Yağmur, yazanın Tevfik Fikret olduğunu açıkladı.Parmak kaldırıp Tevfik Fikret’in bir başka Yağmur şiiri olduğunu anımsattım. Öğretmen, şarkı olarak onun daha yaygın bilinmesine karşın, asıl ünlü Yağmur şiiri bu olduğunu tekrarladı.Bana otur demediği için ayaktaydımBu kez de Rıza Tevfik’in, Fikret’in Necip Ruhuna şiirini anımsattım. Hiç beklemiyordum. Öğretmen gülerek, ” Oku!” dedi. İlk iki dörtlüğü duraksamadan okudum. üçüncü dörtlüğü atlamışım. Dördüncü dörtlüğü de okudum. Son dörtlükte, Sırr-ı müphem, hiss-i elem, Neş’e-i sevda gibi değişik söylenişilerde tökezledim. Ancak öğretmen hoş gördü. Başka şiirlere geçildi.Cesaretlenen arkadaşlar değişik şiirler okudular. Mehmet Başaran şiir defterinden okudu. Öğretmen defterini aldı baktı, ”Aferin!”dedikten sonra devam etmesini söyledi. Birinci dersimiz şiir okuyarak geçti. İkinci dersimizde okuma kitabımızdan parça okuduk. Ahmet Hikmet Müftüoğlu.Halıcılık üstüne yazılmış bir yazıydı.Aynı yazardan daha önce de bir parça okumuştuk, (Üzümcü)iki parçayı karşılaştırdık. Yazar, okuyucuya ders vererek aydınlatmaya çalışıyor. Öğretici yazı türü.
Almanca dersinde gramer çalışması yaptık. Zamanlarla ilgili ekleri örneklerle defterlerimize işledik. Mehmet Yücel, kitaptan bana Kuckuck şiirini gösterdi. Kuckuck!Kuckuck ruft’s aus dem Wald, Lasset uns singen, Tanzen und springen. Kuckuck!Kuckuck! ruft’s aus dem Wald…Bunu neden gösterdiğini biliyorum. Ben de elimi kaldırdım, ”Şamarı yersin, demek istedim!” güldü. ”Nachtigall demem ama, Kuckuck derim!”demek istiyor. Açıkçası bana takılıyor. Dersten sonra ise, ”Yanlış anladın, yazıyı, ben Kuckuck da demiyeceğim, anlamında göstermiştim!”dedi. . İnandım. Mehmet arkadaşım verdiği sözlerde hep durur. Şakacıdır ama şakayı gerçekten şaka olarak yapar, incitici taraflara götürmez. …. . Yemeğe çıkınca yağmurun kesildiğini gördük, sevindik . Yağmur kesilince çamur olamayacakmış gibi geldi. Oysa toprak suyu çekmiş, ilk günkü gibi gene batıyoruz. Ya dolaşık yoldan ya da atlayarak Madaralı Hattından gidiyoruz. Bizim Madaralı Hattı adını taktığımız merdiven yola böyle dendiğini Okul Müdürümüz de duymuş, duyunca gülmüş sonra da bir düzeltme yapmış:”Fikret Madaralı Yolu ya da şosası dense daha doğru olur!Halk demir yollarına hat, demir hattı der, ama, şimdilerde hat , geçilmezlik, önleyicilik anlamında kullanılmaktadır. Örneğin Majino, (Maginot) Zigfrit (Siedfried )ya da Çakmak Hatları bu anlamı taşımaktadır. Oysa biz, üstünden gelip geçiyoruz!”demiş…. . Yemekten sonra atölyede toplandık. Hasan Üner’den Ömer Seyfettin’in son on iki öyküsünü istedim. Yokmuş. ”Zaten onun dokuz kitabı var, bizde ise sekizi bulunuyor. Kitap istersen en çok okunan kitabı verebilirim. Zavallı Necdet. Kitabın adından irkildiğim halde aldım, herkes okuduğuna göre ben eksik kalmayayım, diye düşündüm. Bir gün sınıfta sözü edilirse konuşmalar arasında suskun kalacağımı düşünerek, böyle bir duruma düşmemi doğru bulmadım. Öğretmenler aralarında bir konuyu tartışarak geldiler. Konunun askerlik üstüne olduğunu anladık ama bize yaklaşınca kestiler. İrfan Öğretmen bana, seninle bir çok işler yaptık. Yaptıklarımızı ben saptamadım. Sen saptadın mı? diye bana sordu. Paravan yaptık mı? dedi. Paravan sözünü ilk kez duyduğumu söyledim. ”Tamam öyleyse bugün bu sözü çok duyacaksın!””Metren var mı? diye sordu”. Benim kırılıp küçülen metrem atölye çalışmalarımda hep yanımda olur!”deyip metremi çıkardım. Bu metreyi geçen yıl atölye çalışmalarına başladığımız gün vermişlerdi. 66 numaramı da 66 rakamları üstüne yazmıştım. İrfan Öğretmen metreyi aldı öteki öğretmenlere gösterdi. Naci Öğretmen “İbrahim “Haza bir ustadır, Hamdi Öğretmen ise benim metrelerim hep kayboluyor, benim metreme de adımı yaz da kaybolmasın!”deyip güldüler. İrfan Öğretmenle birlikte büyük binanın üst katına çıktık. Hasan Üner de bizimle geldi. Kitaplık dolaplarının karşıdaki derslikler tarafını görünmeyecek şekilde kapatacakmışız. Paravan denilen nesneler, yer değiştirilecek şekilde ayakta duran yükseltilermiş. 120 cm. yükseklik, 60 cm. en dört adet paravan. . ortalar çıta olacak. Renk, kahve rengi. Hasan el çabukluğu ile Zavallı Necdet kitabına alıp bana verdi. Atölyeye dönünce grubumuz genişletildi;Yusuf Asıl, Recep Kocaman, Salih Baydemir bize katıldı. Öğretmen ayrıntılı bir biçimde çizimlerini çıkardı. Çizimlere göre paravan çalışmalarımıza başladık. Salih’le Recep de katılınca benim hiçbir kaygım kalmadı. Bu iki arkadaş konuyu anlayınca yanılgısız yaparlar. Paydosa dek kesip biçtik, parçalar hazırlandı. Bu tür işlerde hep böyle yapıyoruz. Parçalar hazır olunca onları alıp istenilen şekle sokmak daha kolay oluyor. Paydostan sonra, ilk hevesle romanı okudum. Bu da tıpkı Çalıkuşu romanı gibi İstanbul’un bir semtinde başlıyor. (Kozyatağı)Ancak Çalı Kuşu sonradan İstanbul dışına çıkıyorsa da Zavallı Necdet gene İstanbul’da kalıp başka başka semtlerde sürüyor. (Feneryolu-Bebek, Şişli-Tarabya-Adalar)İki kitap arasında benzerlik zaten İstanbul’da başlamış olmalarından öteye geçmiyor. Çalıkuşu’nda Feride sevilip sevilmeme konusunda kararsızlığa düşünce, bu durumdan kurtulmak için bir başka yol dener, zorluklara, , sıkıntılara karşın yaşamını sürdürür. Sonunda da mutluluğa ulaşır. Zavallı Necdet de bunun tam tersi, sevgi, sevgilikten çıkıp önce tartışma sonra da yaşam kavgası durumuna dönüşüyor. İnsanlar, bir işi başarmak, çevresine yararlı olmak yerine, olaylardan kendilerine pay çıkarmak için yaşıyorlar, hep ben, hep ben…. . Okudum ama sevmedim. Hasan’a düşüncemi anlatınca, sevindi:Sana ben önerdiğim için, beğenmediğini görünce üzülmüştüm. Ancak eleştirdiğine göre belli bir kazanımın olmuş. Bu da çok önemli:Kitap hakkında bilgin oldu, eleştiri hakkını rahatça kullanabilirsin!”Kitabı okudum, sevmedim ama gene de aklım başka bir olaya takıldı. Kitaplardaki insanlarla, gerçek insanlardan farklı mı ne? Necdet’i önceden sevmeyen Meliha evlendikten sonra aklını başına toplayıp-Aslında toplayamıyor- Necdet’in etrafında dönmeye başlar. Buna karşın Necdet bir başkasıyla, Müzehher’le evlenir. Böyleyken Meliha Necdet’ten soğumaz. Üstüne üslük, zorla onunla olmak ister. Bir insan bu denli yüzsüz olabilir mi? Bu konuda Fikret Madaralı Öğretmenin açıklamasına gereksinim duyuyorum. Bakalım o ne diyecek? Çalıkuşu Feride’si ile Zavallı Necdet Meliha’sını örnek göstereceğim. Kendi düşüncemi söyleyemem ama söylemiş olsam ne diye bilirim? Örneğin C evlenmiş, onunla karşılaşsam, konuşmak ister miyim? Konuşsam bile ona geçmişten söz eder, bana dönmesini isteyebilir miyim? Bu aklımın kenarından bile geçmez. O istese bile ben arkamı döner bir daha yüzüne bakmam. Onun böyle yapabilecek biri olmasını affetmem. A için de aynı şeyleri düşünürüm. Ancak A ile okul arkadaşlığımız üzerine anılarımızı konuşmak isterim. Arkadaş olarak. Onun benim okulu sevmemde önemli etkisi oldu, bunu yadsıyamam. Okullarla ilişkim olduğu sürece A benim belleğimde kalır. Ama onu bir başka alanda düşünmek kendi kendimi ayıplı duruma düşürmek olur. O bunu kesinlikle yapmaz, kendini böyle küçültmez. Bunları ben böyle düşünüyorum. Ama bunları bir başkasına söyleyemem. İşte öteki insanları da benim bu ölçülerime göre değerlendiriyorum. Bu nedenle Meliha benim gözümde kendini aşağılayan biri. Onu Feride ile bir tutmam olası değil. Onu Üç Silahşörler’deki Mylady’ye benzetiyorum. Bir dereye atıp pisletme yerine, yerin dibine gömseler üzülmem…Üç Silahşörler’de Mylady’nin ölüm sahnesi iyi anımsıyorum…. . ”Athos:-Haydi cellat görevini yap!” Cellat hemen yanıtladı:Emredersiniz efendimiz!. . Ben çok iyi bir Katoliğim, hele bu kadını ölüme gönderirken, tamamen dinsel bir görevi yerine getirdiğime inanıyorum. ”-Pek güzel!” Sonra Athos, Mylady’ye doğru bir adım atarak: -Bana yaptığınız kötülükleri affediyorum”dedi. ”Barış içinde ölün!”Arkasından Lord de Winter yaklaştı……”Barış içinde ölün!”dedi. Mylady: “1 am lost!” 1 must die. ”Diye inledi. Kuvvetli kılıç darbesi altında Mylady’nin başı uçtu. Cellat:”Allah’ın adaletine havale ediyorum!”deyip, nehrin en derin yerinde Mylady’nin cesedini sulara bıraktı…. Mylady=Meliha ya da Meliha’ların sonları hep bu işte!……Onları düşünerek yattım….
20 Şubat 1940 Salı
Kadir Pekgöz, ranzama tırmandı, ilk sözü bugün askerlik dersi var mı? oldu. Ben, ”Onu Sami Akıncı’ya sor, yeni ders programını o biliyor!”dedim. Kadir, gereksiz yere, “Sen de bilirsin diye sordum!”deyip aşağıya indi. Bu kez de Orhan, ”Sen Binbaşı için o dersi önemsiyorsun ya o bu nedenle senden sormuştur!”dedi. Sabah sabah canım sıkıldı. Ben Binbaşı düşmanı değilim. Binbaşının da benimle büyük bir anlaşmazlığı düşündüğünü sanmıyorum. Her gün bir çok arkadaşın öteki öğretmenlerde düştüğü bir duruma ben de çok eskilerde düşmüştüm. Ondan sonra Binbaşı beni sınıf çavuşu yaptı. Kimi zaman sorular sordu, “Aferin” diyerek yakınlık gösterdi. Ben o olayı unuttum bile, arkadaşlar neden bunu anımsatmaya çalışıyorlar? Orhan gülerek:”Sana başka bir kulp takamıyorlar da ondan!”yanıtını verdi. Bu söz şaka gibi söylendi ama bana, sanki Orhan’ın da düşüncesiymiş gibi geldi. Dersliğe gidince tahtaya “Oberleutnant oder Majör, es gibt nicht heute!” yazdım. Dersliğe giren baktı, sustu. Kadir geldi, ”Bu ne? ”diye sordu, sorduğun sorunun yanıtı, deyince Kadir tahtadaki yazıyı, ”Bugün askerlik dersi yok1” diye çevirdi, o tarafa bakana bu tekrar tekrar söyledi. Sami Akıncı oturduğu yerden:”Yanlış!”diye bağırdı. Yazı yanlış değildi, bunu biliyordum, Kadir’in çevirisi yanlıştı. Ancak Kadir gibi öteki arkadaşlar da yanlışı ben yaptım sandıklarından bana baktılar. Çoğunun bakışı, neredeyse benden hesap sorar gibiydi. İsmet araya girdi, ”Dayı, doğru mu yanlış mı? ”Ben gülerek, yazı doğru söylenen yanlış!”dedim Sami beni doğruladı, ”Askerlik dersi değil Üsteğmen ya da Binbaşı bugün yok! denmesi gerekir. Arkadaş diye zaman zaman yakınlık duyduklarımın bir bölümü arsız arsız güldüler:”Ne farkeder canım, aynı şey değil mi? sonuç olarak askerlik dersi yok işte. İçim cızlayarak bizim köylülerin kahvedeki konuşmalarını anımsadım:Onlar da böyle konuşur, sıkışınca da “Ha Hasan hoca ha hoca Hasan!”deyip işin içinden sıyrılırlar. Kahvaltıda da aynı sözler konuşuldu. Hilmi Altınsoy’a kasıtlı olarak sözleri birer birer açıkladım. Almanca öğrenmeye çalışıyoruz. Mojör, Binbaşıdır, Oberleutnant, Üsteğmendir, onlar orada yazılıysa bunları söylemek zorundaysın. Türkçe’de de böyledir. Eğer önce ad geçmişse ikinci kez tekrarlamamak için yerine zamir kullanırsın. Hilmi benim yüzüme üzgün üzgün baktı, ”Zamir de ne oluyor Abi? dedi. Ben, sen bilmiyorsun ama arkadaşlar bilirler diyecek oldum;Hilmi bu kez, on kişiye sor, sekizi bilmez, bilirse ben iki gün yemek yemem!”diye konuştu. İşi şakaya döndürdük, Hilmi iki gün aç kalmaz. Kalırsa mutfağı soyar, gece kalkar, hiç uyumaz arkadaşları rahatsız eder, Yeni Bedir köyüne gider, ekmek ister, dolaştığı kapılarda kızları görür aşık olur türü olasılıklarla konu saptırıldı. İlk dersimiz gene boş geçti. 2. dersimizde Fikret Madaralı Öğretmen tarih dersi yaptı. Harita üzerinde Orta Asya’dan Anadolu’ya dek ardarda kurulan Türk Devletlerini, kuruluş, yıkılış nedenlerini kısa kısa anlattı. Selçuklular üzerinde önemle durmamızı salık verdi. Kurulan Türk Devletlerini ad olarak duya duya öğrenmiştik. Ancak, bir birlerinden farklı yönlerini bellemekte zorluk çekiyorduk. Öğretmen, ”Bunları ilerde gene okuyacağımızı, o zaman daha iyi anlayacağımızı, bu yıkılmaların gerçekte kötü yönetimlerden, aile kavgalarından ileri geldiğini, zaten bu devletlşerin çoğunun aile devleti olduğunu anlattı, Samanoğulları, Menteşoğulları, Karamanoğulları daha sonraki Osmanoğulları gibi adlar aile devlet tipleridir!”dedi. Öğretmenin böyle konuşmasına ben, oldukça sevindim. Ötedenberi, Hunlar, Uygurlar, Karluklar, Karahanlılar, İlhanlar, Selçuklar, Akkoyunlar, Karakoyunla diyerek bir çok devlet öğrendim ama , bunların aralarındaki farkları bir türlü öğrenemiyordum. O onu yıkmış, bu bunu yıkmış deyip geçiyordum. Geçiyordum ama, öğrenemediğimi duyumsadıkça da uykum kaçıyordu. Şimdi bu eksikliklerim için o denli kaygılanmayacağım. Hele Anadolu Selçuklularından sonra Anadolu’da kurulan Beylikleri bir türlü öğrenemedim. Önce dört büyük Beylik kuruldu, bir süre sonra bunlar onikiye dek çıktı. Fikret Öğretmenin dediği gibi hepsi de Oğulları idi, Candaroğulları, Aydınoğullar, Karamanoğulları, Menteşoğulları, Germiyanoğulları, Saruhanoğulları, Dulkadıroğulları, v. b. gibi uzayıp gidiyor. Neyse ki sonradan Osmanoğulları hepsini bir araya toplamış, 600 yıl kadar bir arada yaşatmış. Öğretmen sınavlık ödev vermedi. Ancak, günümüzde, tarihteki gibi aile devleti var mı? kulağınızda olsun, bunu bir soruşturun!”bilgi için öğrenin!”dedi. Kendi ülkemizden saymaya başladım:Türkiye, Yunanistan, Bulgaristan, Yugoslavya, Romanya, Arnavutluk, Macaristan, Avusturya, Çekoslavakya, Polonya, Almanya, Danimarka, İsveç, Norveç, FinlandiyaEstonya, letonya, Lituanya, Holanda, Belçika, Fransa, Portekiz, İspanya, İtalya, İngiltere, Yunanistan. Rusya, Bağımsız Avrupa ülkelerinde yok. İran, İrak, Suriye, Arabistan, Mısır, Habeşistan, Afganşistan, Hindistan, Çin, Japonya, Birleşik Amerika Devletleri, Brezilya, Meksika, Arjantin, Şili, gibi adını duyduğum öteki dünya ülkelerinde de yok. Ülkelerin büyük bir çoğunluğu halkın adı ile anılıyor. Amerika Birleşik Devletleri, İran, İrak, Mısır, Brezilya, Meksika, Arjantin, Şili devletlerinin tam bilmiyorum ama ötekileri kesin. Ben, tarih kitabı yanında Coğrafya kitabını açıp baktıkça ilgilenenler oldu, ”Sen Coğrafya derside mi çalışıyorsun? Haritalara baktığımı söyledim. Oysa, Arjantin, Meksika, Şili, Brezilya devletlerini, Coğrafya kitabından aldım. Bu arada Coğrafya kitabını okursam bir çok yeni bilgiler öğreneceğimi de anladım. Öteki çalıştığım kitaplardan bıkınca pekala coğrafya okuyabilirim. Bir gün de Fizik kitabını karıştıracağım.
Öğle yemeğinde konu gene yemekler. Herkes evlerinde yediklerinden söz etti. Bu konuda en az konuşan ben oldum. Hilmi, Yusuf, Hasan özellikle de Salih Baydemir’le Harun Özçelik değişik yemeklertden söz ettiler. Benim sustuğumu görünce konuşturmak için söz attılar. Ben yemek değil, sütten, kaymaktan, lokmadan, tavuktan söz ettim. Sonra da açıkladım, Kaldığım yer, çoğunlukla iki kişilik bir ev, orada düzenli yemek pişirilmiyor. Ben olmayınca da çoğunlukla tek insan, uzun süre yalnız olduğundan düzenli yemek hazırlamak yerine kolayını seçmek yeğlenmektedir. Ben de buna uydum. Kendi evimde de ev düzenine ben uyamadım. Böylece on beş gün, mercimek, fasulye, nohut gibi yemekler, mercimek, pirinç, ya da undan yapılmış çorbalar içmedim!”Arkadaşlar bana bakıp güldüler. ”Sen doğru söylemiyorsun!”
Atölyede hızla tahtaları seçtik. Budaksız, damarsız, reçinesiz olacak. Böylesi var ama, her elimize aldığımız böylesi değil. Bu nedenle seçtiklerimizi önce bir kaba rendeden geçiriyoruz. Naci İnan Öğretmenin gözleri üstümüzde. Ben, rendelediğim üç tahtayı ayırınca Naci Öğretmen sordu, ”Usta, o ayırdıkların için ne düşünüyorsun? Önce anlamadım, baktım. Öğretmen, bu defa onları nasıl değerlendirmeyi düşünüyorsun? deyince ben, ”Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmene arı kovanı!”diye yanıtladım. Naci Öğretmen bir “Aferin!”çekti. ”Yapman önemli değil, eline aldığın parçayı değerlendirmeyi düşünmek önemli. O olmasa bile bu olur! deyip bir ad koymak, malzemenin değerlendirilmesi bakımından önemlidir. Bunu yapmayan usta israfı ta baştan kafasına yerleştirmiş sayılır, bir daha bu savurgan düşünceden kendini kurtaramaz!”dedi. Tahta ayırımında oldukça titiz davrandık. Bir metrelik temiz tarafı için 4 metrelik tahtaları seçmedik. Özellikle ben, en az üç metresi işime yaramazsa o tahtaları ayırdım. Bunu gören İrfan Öğretmen sonlara doğru tahta seçme işini tümden bana bıraktı. Sözde ben ağabeymişim, tahtalar ağırmış, küçükler çabuk yorulurmuş. Bunu söylerken göz kırpması ilginçti. Paydostan sonra bir süre mandolin çaldım. Parçadan çok parmak çalıştırdım. Küçük parmağım dışındakilerin yer bulması oldukça iyileşti. Küçük parmağım çok ağır hareket ediyor. Derslikte ateşli tartışmalar var. Yarın, 2 saat Almanca dersi. En uzun iki saat, Almanca dersinde oluyormuş. Röslein Röslein Röslein rod-Röslein auf der Heiden. dedim Sami Akıncı güldü, Bekir Temuçin, ”Bir daha söyle!”dedi, ilginçtir ötekiler öylece baktılar. Oysa geçen yıl hep birlikte okuduk. Ben tamamını ezberledim, sonra unuttum. Bu yıl derse başlayınca gene ezberledim”. Oberlautnant!”diye birkaç kez tekrarladım, Sabahleyin uzun uzun konuşulan sözcüğe garip garip baktılar. ”Majör!”dedim. Abdullah Erçetin gülümsedi, arkasından ekledi “Majör gam!”Nein, er ein name oder Ein Offizier!
Yarınki Tabiat Bilgisi ile Tarım dersimizin karışık konuşulacağını hesapladım. Köydeki konuşmaları anımsayarak kafamda bir düzene soktum. Özellikle öğretmeni güldürmek için bizim köylülerin zararlı hayvanların yanına hatta önüne zalarlı insanları, (Onlar meslekleri) almalarına Salih Ziya Öğeretmen kahkahayla gülecektir. Tuttuğum notlara baktım. Çiftçilerin özellikle Danaburnu, köstebek, , kirpi, çekirge, tırtıl gibi zararlı yaratıklardan kutulmak için onlara nasıl yararlı oluruz? ”diye soracağım.
Yemekten sonra Tanrı Misafiri öyküsünü okudum. Tanrı Misafiri denilen yüzsüz hem de bir din adamı. Din adamları, dua okumaktan başka bir iş yapmazlar mı? Benim büyük amcam, Kırklareli’de saygın bir kişi, Müderris Ahmet Efendi olarak tanınır. Bağı, bahçesi vardır. İşçi de çalıştırır ama bağın her çubuğuyla, meyve ağaçlarını her biriyle kendisi ilgilenir. Buradaki Tanrı Misafiri ne biçim din adamıymış, anlamadım!. Doğru mu yanlış mı, sonunda ev sahibinin 35 yıllık eşinden ayrılmasına neden oldu. Hacı Ali efendinin ayrılması da ilginç: “O hain bir daha evime gelirse seni boşarım!”demesi, boşanmaya yetiyor. Oysa gönlünce ayrılmamış, besbelli, Bandırma’ya gelirsen, tekrar nikah olmak gerekecek!”diyor. Ev sahibinin durumuna hem üzüldüm hem de güldüm, kadına kızdım, tüm suç avanak kadında. Tanrı Misafiri ise sanırım şeytan denilen yarartık. Öyküyü bitirince gene başa döndüm. Tanrı Misafiri, başlangıçlarda anımsattığım gibi, Andaval Beldelilerin benzeri, onlar bir belde dolusu insanmış burada bir aile, hatta bir karı-koca.
Yatınca da Tanrı Misafiri benimle yatağa geldi: Ben ev sahibinin yerinde olsaydım ne yapardım? Derken, evli kadınların kimi kez kocalarına uymadığı, bu uyuşmazlık sonunda başlarına bela geldiğini düşünmeye başladım. Okuduğum öykülerde buna benzer başka örnekler de var. Bu öyküde de esas anlaşmazlık Hacı Ali ile evdeki kadınların anlaşmazlığıdır. Karısı, valde kadın, Tanrı Misafirini başlangıçta iyice korudular. Sonra da şeytanın kurduğu planları bir türlü anlayamadılar. Yatarken son kararımı verdim. Tanrı Misafiri konusu baklımından kötü bir öykü. Ancak kötü kişiler için ders alınacak bir yanı var. Buradaki sahte hafız unutulacak bir insan değil. Her an böyle biri ile karşılaşılacağını unutmamak için bellekte tutulacak biri.
21 Şubat 1940 Çarşamba
Hava güzel, her yer kurumuş gibi. Ancak toprağa basınca çamur ayakların üstüne dek çıkıveriyor. özel yerlere basarak gidince sorun yok. Bugün matematik dersimiz var. Tahtaya kalkacağımı tahmin ediyorum. Halil’e anlatıyorum: Kalkmasam bile öğretmen beni kaldıracak!”diyorum. Halil ”Rüyada mı gördün? diye sorunca yalandan “Evet!”diyorum. Bir de yalan rüya uyduruveriyorum. Kahvaltıda Ahmet Gürsel Öğretmeni görünce kendimi içimden kınadım. ”Öğretmen kaldırırsa kaldırır, işi cıvıklığa dökmenin bir anlamı yok!”Çalış, bilgini arttır, kalkınca da soruları doğru yanıtla. Bunun başka bir kurtuluş yanı yok. Yalan dolan sözlerle, uydurma rüyalarla gerçeği değiştiremezsin!”Dersliğe dönünce matematik ödevlerimi gözden geçirdim. Az sonra zaten öğretmen geldi. Gelir gelmez de ilk sözü, ”Bakalım bugün kiminle görüşeceğiz? ”diye kendi kendine konuştuktan sonra 76 Arif Kalkan’ı tahtaya çağırdı. Arif’in matematiği iyi değil ama ondan kötüsü de dolu. Arif bunu beklemiyordu. Azıcık bozuk olarak kalktı. Öğretmen şaka eder gibi Arif’e sordu, ondalık kesirleri mi yoksa bayağı kesirleri mi kolay yapıyorsun? dedi. Arif anlayamadı, sordu. Öğretmen tekrarladı. ”Matematik çalışmalarında ondalık kesirleri mi yoksa bayağı kesirlerimi daha kolay yapıyorsun!”dedi. Arif düşündü, ”İkisi de aynı değil mi? Ben ikisini de bir sanıyorum, ikisini de yapıyorum!”deyince öğretmen benim numaramı okudu. ”Bak arkadaşın benim sorumu anlamazdan geliyor. bayağı kesirle ondalık kesir aynı şeyler midir? arkadaşına anlat!” dedi. Az duraksadım. Sami hemen parmak kaldırdı. Toparlandım, ”Arkadaş işlem olarak aynı kapıya çıkar, biri yerine öbürü kullanılabilir, demek istiyor. Aslında aralarındaki fark şekilseldir. Bayağı kesirde bir bölümü istediğimiz parçalara ayırabiliriz, Ondalık kesirlerde 10, 100, 1000, gibi bütünlere bağlı kalırız!”deyince öğretmen, ”De şunu birader!”diye çıkışır gibi konuştu. Örnek istedi. Bayağı kesir olarak, 5/9, 22/43, 55/101, 11/32 yazdım…Ondalık kesirler için de 2/10, 7/10, 47/100, 89/100, 57/1000, 124/1000. Bunları rahatça şöyle de yazabiliriz:0, 2-0, 7-0, 47-0, 89-0, 057-0, 124…. Böyle yazınca virgül kullanmak zorundayız. Böylece sayısallıktan çok şekilsel bir ayrılık görülmektedir. Öğretmen başlamışken şu virgül için bir şey daha söyleyelim mi? dedi. . Virgülden sonra sayılar artıkça 10’da, 100’de’1000’de diye söylemler değişir ama değerlerde bir değişme olmaz. Hele virgülden önce bir sıfır yerine iki, üç, dört sıfır koymak değerleri hiç değiştirmez!”dedim. Sami çoktan parmağını indirmişti . Ayırdında olmadan o tarafa baktım galiba öğretmen Sami’ye baktı, ”Bir diyeceğin var mı? diye sordu. Sami biraz kısık sesle “Yok!”dedi. Ben yerime oturdum. Arif’e önce bayağı kesirli sayılar yazdırdı. Sonra tam sayılı kesirler yazdırdı. Tam sayılı kesirleri ondalık şeklinde yazarken öğretmen, “Tam sayıdan sonra sıfır koyacak mıyız? ”diye sorunca ben, bana sorulmuş gibi, ”Koymayacağız!”diye yüksek sesle bağırdım. Öğretmen baktı “Boş bulunmayalım, sorulmadan söylemeyelim!”şeklinde bir uyarıda bulundu. Beni tekrar çağırdı, örnek yazdırdı. 6, 6/10-6, 6…. 6, 6/100…6, 06…6, 6/1000. . 6, 006 örneklerini verdim. Öğretmen teşekkür etti. Öğretmen Arif’e takıldı. ”Şimdi tahataya sen mi kalktın yoksa arkadaş mı ? ”dedi. Arif’le ikimiz ilk saati doldurduk. 2. derste daireler üzerinde durduk. Daire çevrelerini , alanlarını görmüştük. Benim çok iyi bildiğim bir konuydu. Öğretmen kim kalkacak? ”diye sorunca parmak kaldırdım. Öğretmen, elinin parmaklarını “olmaz!” der gibi oynatarak otur, işareti verdi, ne düşündüyse arkasından da “Sen dur!”dedi. Daire çevresi hesaplarında kullanılan pi sayısının nasıl bulunduğunu sordu. dört beş arkadaş parmak kaldırdı. Sami de kaldırınca bu kez de öğretmen bakıp, aynı işareti verdi, ”Sen dur!”dedi. Dersin bundan sonraki bölümünde hiç karışmadım…. .
Yurttaşlık Bilgisi dersimizde Fikret Madaralı Öğretmen okul hakkında çıkan söylentilere değindi. Gerçekten bir yasa hazırlanmış, ya da hazırlanıyormuş. Gazeteler bunu enine boyuna yazıyormuş. Ancak yasanın maddeleri açık olarak daha bilinmiyormuş. T. B. M. Meclisinde tartışılıp yasalaşırsa gerçeklik kazanacakmış. Şimdiki söylemler kişilerin bireysel fikirleriymiş. Öğretmen, bunları söyledikten sonra hepimize duyduklarımızı sordu. Okulun Eğitmen Kursuna çevrileceğinden, düpedüz sanat okulu olacağına dek bir çok söylenti yayıldığı ortaya çıktı. Fettah Biricik, ”Söylentilerin çıkmasına benim neden olduğumu orta getirince öğretmen Fettah’ı azarladı, ”Sen sağır mısın, sarsak mısın? ”diye sordu. Bu konuştuklarımız hertkesin ağzına düşmüş söylentiler. Bunları arkadaşına nasıl yüklüyorsun . İki gün önce bu yasayla ilgili T. B. M. M başkanı Kazım Karabekir Paşa bile açıklama yaptı, temennilerde bulundu. Ayrıca Milli Eğitim Bakanlığı okul müdürlüklerinden raporlar istedi. Okul müdürümüz de bugün yarın size açıklama yapacak. Bunların arkadaşınızla ne ilgisi olabilir. Arkadaşınız daha duyarlı davranıp gerçekleri öğrenmeye çalışmış, uzak arkadaşlarından bilgi istemiş. Bunu kötüye yormak haksızlıktır, üstüne üstlük duyarsızlıktır. ”Mısır’da Sağır Sultan duydu, biz habersiziz!”gibi bir söz vardır. Senin ki buna benziyor. Sen kendi işinle ilgilenmiyorsun, ilgilenenleri de kınamaya çalışıyorsun!”Öğretmenin konuşması arkadaşlar üzerinde büyük etki yaptı. Fikret Öğretmenden sonra da gerçekten Okul Müdürü geldi. Benzer açıklamaları yaptı. Sonra da sordu. Okul, söylendiği gibi 4 ya da 5 yıla inse, maaş yerine tarla verilse, yedek subay hakkı alınsa, okulu terketmeyi düşünen var mı? ”diye sordu. Uzunca bir sessizlikten sonra ben parmak kaldırdım. ”Okulu terketmem ama önümüzdeki üç yıl içinde okumak için başka yolları arayıp ayrılmaya çalışacağım. Ben okumak için geldim, okumaya da çalışıyorum. Köye dönüp çiftçilik yapacak olsam benim köyümde 75 dönüm verimli tarlam var, onları sürer ekerim. Üç ağabeyim ayni işleri yapıyor. Ben onlardan farklı olmak istiyorum!”dedim. Müdür Bey, ”Aferin, farklı düşüncene ben de aynen katılıyorum. Okulu terk etmek başka, daha iyi yolları aramak başka. Anladığım kadarıyla yasa nasıl çıkarsa çıksın, sen de benim gibi buradasın!”deyip güldü. Sami Akıncı da benzer sözleri söyledi. Salih Baydemir, Harun Özçelik, Yusuf Asıl, Ali Önol, İbrahim Ertur, Recvep Kocaman, İsmet Yanar ayrılacaklarını söylediler. Müdür bey onlara da hak verdi. Ancak, yasanın söylendiği gibi çok kötü olamayacağını, T. B. M. M başkanının konuşmasına göre yedek Subaylık hakkının süreceğini, öteki haklardan da fazla kırpılmayacağını umduğunu söyledi. Birden bana dönerek, ”Sen Kızılçullu ile benim eski öğrencilerimle haberleşiyormuşsun, onlar ne söylediler? ”diye sordu. Mektubun içeriğini olduğu gibi anlattım. Onların müdürü de sizin gibi konuşmuş, yasanın bizi koruyacak biçimde çıkacağını beklediklerini yazdılar!” dedim. Okul Müdürümüz, ”Sabredeceğiz, günü gelince doğrusunu öğreneceğiz. Şimdiden kesin kararlar verip kendimizi zarara sokmayalım! ”dedi, ayrıldı. Müdür Beyin konuşmasından sonra bir süre sustuk. Yemek zili çalınca hiçbir şey olmamış gibi birden canlanıp yol seçmeye başladık. ”Sen o yoldan, ben bu yoldan ayrılıp yemekhanede buluşmak üzere yürüdük. Halil’le ben hep Madaralı Hattından gidiyoruz. Yolun adı Madaralı olmakla beraber o yolun ustaları biz ikimiziz. Zaten öğretmen de daha baştan, onu bize emanet etmişti. ”Bozulan yerini görürseniz, onarın!”demişti. Zaman zaman onardığımız da oluyor. Yemekte okul sözü edilmedi. Sanırım herkes bunu düşünüyor ama Müdür Beyin sözlerinden sonra yapılacak bir yorum kalmadı. ”Bekleyeceğiz. !” Cavit Kafkas bizim durumumuzdan habersiz, elinde mektupla geldi. Eskişehir-Çifteler Köy Öğretmen Okulu 25 numaralı öğrenci Ali Yılmaz’dan mektup almış, ”Oku!”deyip bıraktı gitti. Yemekten sonra mektubu cebime koydum. Hilmi ısrarla aç oku!”dedi. Okumadım. Önce kendim bir göz gezdireyim, gerekirse okurum, deyip konuyu kapattım…. . Yemekten sonra hemen atölyeye geçip mektubu okudum. Ali Yılmaz benden bir sınıf büyük, Cavit Kafkas’tan iki sınıf. Sanırım bunu düşünerek mektubu azıcık küçümseyerek yazmış. Ben benim numarama mektup yazmıştım. Karşılık gelmedi, onu sormuştum. Ali Yılmaz, ”Bizim sınıfta 66 numara yok!”deyip kesmiş. Onun sınıfında yoksa bile öteki sınıflarda bulunmuş olamaz mı? İnsan sorar, ondan sonra”Yok!”der. Okulda boş numaralar ola bilir. Nitekim bizim okula 39-43-45 numaralara yazılsa bu numaralar boş çıkacaktır. Ali Yılmaz’ın mektubunu yetersiz buldum. Okulu anlatışı da öyle. Okul Müdürleri değişmiş. Eski müdürlerini pek sevmemişler, yeni müdürleri çok çalışkanmış. Öğrenci, Okul Müdürünün çalışkanlığını nasıl ölçer? Ali Yılmaz’a yazılacak mektubu Cavit’le birlikte yazmayı önereceğim. Beraber soracağımız soruları belki daha önemser, ona göre yanıtlar verir. Arkadaşlar gelince mektubu sakladım. Öğretmenler, Okul Müdürümüzün bizimle konuştuğunu duymuşlar, ”Müdür Bey konuşmakla iyi etti, yetkili ağızdan durumu öğrendiniz!”dediler. ”Neyi öğrendik ki? ”Hamdi Öğretmen, ”Haydi şimdi iş başı, bırakın gelecekleri, olacakları, işlerimizi bitirelim!”dedi. Biz paravan yapımına başladık. Paravanlar sandığımızdan daha oyalayıcı çıkı. Çitalar zımparadan geçiyor. Alt ayaklar geçme pabuçlu. Yere gelen alt kısmın kaymasını önlemek için tırtıklı kaplama yapılıyor. Bu nedenle olacak, İrfan Öğretmen cuma akşamını bitirme sınırı olarak gösterdi. İçimden, ”Bu gece mandolin çalışacağım, deyip hazırlanıyorum. Arkadaşlar ayrılınca Ali Yılmaz’ın mektubunu bir daha okudum, içeriğini beğenmedim. Yazısı güzel ama Ziya Fikri Özlen’in yazısı yanında zayıf. Benim yazıma göre iyi, Cavit’in yazısına göre çok iyi, Ziya Fikri Özlen’in yazısına göre ise orta bile değil. Mandolini aldım, Seslerini azçok bildiğim okul şarkılarını tam olmasa bile yaklaşık olarak tekrarladım. Yemek saatine dek çalıştım. Yemekte konu hamam işimiz oldu. Tatilden döneli beri hamama gitmedik. Arkadaşlar, Alpulludaki gibi kendi hamamımızı kendimiz yapalım, dediler. Ben düzeltme yaptım. Yaptığımız kirişlikler hamam için, yakında temeli atılacak!”dedim. Tuvalet, hamam, yatakhane, revir hepsi aynı çatı altında…”Okul binasından daha büyük olacak. ”Vay, may “diyenler oldu. Ancak geçen yıla göre öğrenci sayısının da arttığı eklendi. Okuma saatinde daha sonra okuma kitabımdaki parçaları, yazarlarını saptadım. Geçen yılki kitabımızda da parçası olanları:. Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Ömer Seyfettin, Falih Rıfkı Atay, Reşat Nuri Güntekin, Ahmet Haşim, Enis Behiç Koryürek karşıma çıktı. Zavallı Necdet’i tamamlayıp Hasan Üner’e teslim ettim.
23 Şubat 1940 Cuma
Zilden önce uyandım ama kalkmadım. İrfan Öğretmen pek yapmadığı bir zorlamayı bu kez önümüze koydu:”Panolar cuma akşamına bitecek!”Bitireceğiz ama böyle söylemeseydi de bitirecektik. Ben bunu Orhan’a sorarken öteden bir ses geldi:”Askerlik dersini çok seviyorum, dilerim birisi gelir bugün ders yaparız!”Sonradan İsmet’in sesini tanıdım. Bir başkası sordu:Binbaşı gelsin ister misin? ”Birkaç kişi birden isteriz!”dedi. Olayı önce anlamadım, baktım, kimler bu istekliler? ”Çabuk anlaşıldı:Askerlik dersi boş geçecekse tüm gün dersleri boş oluyor. Böyle olunca yapıcılar akşama dek çalışma yapacakmış. Askerlik dersi bu bakımdan isteniyormuş. Bu kez bizim marangozlar da başladı “Üsteğmen gelsin, binbaşı gelsin”Yapıcılar haklı olabilir ama bizim marangozlara şaştım;yaptığımız iş okulun içinde, kuruda, sıcak yerde. Üstelik işimiz de çok kolay bir iş, tüm hazırlıkları yapılmış, parçalar tamam bir takılması yapılacak. Yusuf’la Harun’a sordum:Sizin derdiniz ne? Derslikte şamata dinlemek atölyede çalışmaktan daha mı iyi? Harun resim yapacağını Hasan da kitap okuyacağını söyledi. Biraz şaştım ama tümden de haksız bulmadım. Biliyorum ikisi de derslikteki şamatalara pek katılmıyorlar. Kahvaltıda bunları bir daha konuştuk. İkisi birden bana:Sen üsteğmenin gelmesini istemiyor musun? diye sordular. Doğal olarak üsteğmenin gelmesini isterim ama bizim gerçek öğretmenimiz Yaşar Binbaşı olduğuna göre, aralarında bir ayırım yapmayı düşünmüyorum. Hele böyle ikisinin de gelmemesini ya da sürekli -zorunlu gelmelerini benim sorunum olarak düşünmüyorum. Üsteğmenin motosikletini bahçede görünce tartışmalar kesildi. Yapıcılar sevindi. Üsteğmen üzgün bir tavırla dersliğe girdi. ”Günaydın!”dediğinde bile gülümsemedi. İlk sözü “Bu yakınlarda gazete okudunuz mu? ” sorusu oldu. Okuyamadığımızı söyledik. Üsteğmen “Ruslar tüm dünyayı bir kez daha aldattı!”dedi. Üsteğmenin sözleri bize ilginç geldi. Adamlar savaş açmış biribirlerini öldürüyor. Bunun daha aldatması mı olurmuş? ” diye düşündüm ama bunu ortaya getirmeye cesaret edemedim. Üsteğmen daha önceki bilgileri tazeledi. Finlandiya toprak olarak büyük görünmekle birlikte 3-4 milyon dolayında az nüfuslu bir ülke. Rusya öteden beri bu ülkeyi yönetimi altına almak istermiş. Üsteğmen bunu deyince parmak kaldırıp “Beyaz Zambaklar Memleketinde adlı kitapta bu iki ülke dost olarak gösteriliyor!”dedim. Üsteğmen:”Biliyorum, ama o kitaptan sonra çok şeyler oldu, köprülerin altından çok sular geçti!”deyip konuşmasını sürdürdü. . Rusya’nın nüfusu 150 milyonmuş. Koskoca ordusu varmış;Rusya o orduyla Finlandiya’yı bir gecede alırmış ama bunu yapmamış. Ya ne yapmış? Küçük Finlandiya güçleri karşısına çapulcu takımını göndermiş. Korkak çapulcular, ilk çatışmada geri kaçmış. Böylece herkes Rus ordusunu korkak, beceriksiz sanmış, günlerce bu konuda yazılar yazılmış, alay edilmiş. Tüm dünya bu haberlerle oyalanırken, kurnaz Rus gerçek Rus kuvvetler Finlerin çok güvendikleri Mannerheim hattını yarıp geçmiş. Boylece Fin hükümetine isteklerini kabul ettirecek olanağı yakaladılar. . Finlandiya’yı muzaffer Rusya’yı mağlup ilan edenlerin bu kez gıkı çıkamadı. Üsteğmen Rusların bu numarasını tarihteki Napolyon savaşında da yaptığını, Napolyon Bonapart güçleri önünde Ural dağlarına dek kaçtıklarını, Napolyon Moskova’ya yerleşince dört bir yandan Moskova’ya saldırıp tüm şehri yaktıklarını, sonra da milyonluk Fransız ordusunu arkadan vurduklarını anlattı. Salt Fransızlara değil, tarih boyunca Rusların İsveçlilere, Osmanlılara hep bu oyunu oynadıklarını anlattı. Bizim tarihimizden 1711 Prut savaşını örnek gösterdi. Üsteğmen, üzgün denecek tavırlar içinde ders süresince konuştu çok bilgiler verdi ama benim gözümden bir nokta kaçmadı. Daha önce bize:”Ben derslerde size tüm bilgilerimi aktarmayacağım. Bu bilgiler sizin düzeyinizi aşar. Hele bunları yaptığım sınavlarda da sizden istersem bu büyük bir haksızlık olur!”demişti. Oysa bugün anlattıklarının hepsi bizim düzeyimizin üstünde. Örneğin biz Napolyon savaşları üstüne hemen hemen hiç bilgi edinmedik. Coğrafya derslerimiz boş geçtiği için Finlandiya hakkında da bilgimiz yok. Beyaz Zambaklar Memleketinde kitabını okumamış olsaydım Finlandiya’nın yerini bile bilmeyecektim. Nitekim arkadaşların çoğu şimdi de bilmiyorlar. Üsteğmen gittikten sonra arkadaşların çoğu “Adam ne güzel şeyler anlatıyor!”dediler ama o güzel şeylerin neler olduğunu bir türlü söyleyemediler. Gene de yemek ziline dek üsteğmenin güzel konuştuğu üstüne söyleşiler sürdü. Kuşkusuz yemekte de sürecekti ancak Hasan Üner kitap okuma üstüne Türkçe öğretmeninin bir sözünü söyleyince konu birden değişti. Bizim sınıftan kitap alanların adları saptanacakmış. Fikret Madaralı Öğretmen bize, okuduğumuz kitap listelerine bakarak sorular soracakmış. Böylece Milli Eğitim Bakanlığının çok önemsediği kitap okuma işi de gözetlenmiş olacakmış. Fikret Madaralı Öğretmen “Okuma saati diye bir saat ayrıldığına göre bu saatte kimler ne yapıyor? ”Bu konuda biraz bilgilenmeliyiz!”demiş. Arkadaşlar önce Hasan’a “Atıyorsun!”dediler. Karşılıklı konuşmalardan sonra olabileceği benimsendi. Herkes okuduğu kitapları sıralamaya başladı. Sonunda en yavuz okuyucu Hilmi Altınsoy çıktı. Çünkü Hilmi hepimize “İşt, pişt ederek kitap adı sordu. O sorunda da arkadaşlar birer ad verdi. ”Çalıkuşu kimindi? Yakup Kadri’nin soyadı neydi, Faruk Nafiz şairdi değil mi? diyerek on kadar yazarla bir o kadar kitabı dağarına geçirdi. Sonunda da kendisine neden yavuz dediklerini sordu. ”Yavuz hırsız ev sahibini şaşırtır!” Atasözü söylenince Hilmi pirelendi masadan kalktı. Bir de söz söyledi:”Kim demiş sizden dost olur, diye? ”O sinirlendi biz güldük gene de beraber yürüdük. Madaralı Hattında yürürken Halil Basutçu bir öneride bulundu:Gelin biz bu yolun adını değiştirelim:”Dostu, düşmanı birlikte yürüten yol!”Herkesten önce Hilmi Altınsoy algıladı, döndü Halil Basutçu’ya sarıldı:”Kimmiş o düşman? Öyle birisi varsa biz onu çamura atarız!”Ben de bir söz ekledim:Biz bu yola Fikret Madaralı Hattı, dedik. Bir çok insan, bu söz üzerine benzetme yaptı. Fransa’nın Majino (Maginot)Almanya’nın Zigfrit(Siegfried), Türkiye’nın Çakmak hatlarını andılar. Oysa bugün Üsteğmen söyledi Finlandiya’nın da Mannerheim hattı varmış, ondan kimse söz etmemişti. Arkadaşlar, ”Ya , evet deyip geçiştirdiler.
Bizim marangozluk grubumuz neşeli olarak atölyeye ayrıldı; öteki arkadaşlar da işlerine gittiler. İrfan Öğretmen geç geldi. Beklemeden paravanları tamamlamak için kolları sıvadık. Öğretmen gelince bize övgü yağdırdı. Konuşurken ben paravanlara pano demişim Yusuf Asıl bunu sorun yaptı. Arkadaşları güldürdü. Geçen gün biz kızlara iki pano yapmıştık. Aklım orada kalmış, onun için yapılan paravanlara pano diyormuşum. İrfan Evren Öğretmen sordu:”Ne var bunda? biri duvara tutturulur öteki kendi ayakları üstünde durur. Biri üstüne bir şeyler asılması için yapılır öteki yani paravan ya da paravana gizlemek, görüntüyü önlemek için kullanılır!”Yusuf Asıl’a sordum:”Öğrendin mi? ”Yusuf azıcık bozuldu:Ben biliyordum zaten!”dedi. Ben, ”Onu biliyorum, sen şimdi benim pano ile paravanı öğrendiğimi duydun değil mi? ? Önemli olan:Benim bilmediğim bir şey yakalamıştın, bunu daha iyi kullanabilirdin. Yazık, yakaladığını şamata ederek elinden kaçırdın. Sanırım çok uzun bir süre böyle bir olanak eline geçmeyecek!” İrfan Öğretmen bizi, dinliyordu, sözü değiştirdi. ”Bu cumartesi-pazar günleri dinlenme var. Bir yerlere gezmeye çıkamıyorsunuz, nasıl dinleniyorsunuz? diye sordu. Ben mandolin çalıştığımı, Hasan kitap okuduğunu söyledi. Öğretmen biraz suskun olan Yusuf’a sordu:Yusuf sen ne yapıyorsun? ”Yusuf duraksadı, Recep Kocaman, ”Arkadaş sürekli konuştuğundan zamanın nasıl geçtiğini pek anlamaz, konuşması bitmezse gece de sürdürür!”dedi. Yusuf iyice durgunlaştı. Paydosta ben atölyede kaldım, bir süre mandolin çalıştım. Sol el parmaklarım tel üstünde yerlerini iyice bulmaya başladı. Giderek mandolinin sesi güzelleşti.Mandolin çalmayı öğreneceğime iyice inanmaya başladım.Derslikte Yusuf’un oldukça durgun olduğunu gözledim.Özellikle benim tarafıma hiç bakmaması dikkatimi çekti.
Yatınca Yusuf’a biraz haksızlık ettiği düşündüm. O benden beş yaş küçük. Büyük ablamın kızı Gülsüm benden dört yaş küçüktür. Ben Gülsüm’ü çocuk yerine koyuyorum. Geçen yıl ilkokulu bitirdi. Yusuf ondan bile küçük.Bu kez böyle geçsin , ancak bundan sonra Yusuf’a biraz daha hoşgörülü davranacağım. Yusuf aslında hiç kimse için kötülük düşünmeyen neşeli bir çocuk.
24 Şubat 1940 Cumartesi
Salt Beden Eğitimi dersi için bugün not yazmaya karar verdim. İyi mi oldu, kötü mü bilmem, yazık ki Rukiye Öğretmen bugün gelmedi. Mehmet Yücel başta olmak üzere bir çok arkadaş beni kutladı. Öğretmenin gelmeyişine çok sevineceğimi düşünüyorlarmış. Ne kadar yanlış düşünüyorlar!. Oysa Rukiye Öğretmen benden sonra 6 Ali’ye hakaretler etti. Banaysa son derslerde çok yakınlık gösterdi. Arkadaşlar bunları niçin böyle yanlış değerlendiriyorlar, bir türlü anlamıyorum!. . . . Derslerimiz bugün tümden boş geçti. Bayrak Törenine Okul Müdürü de katıldı. Müdür Bey , İstiklal Marşı’nı baştan sona söyledi. . Okul Müdürümüzün marş söylemesi çok hoşumuza gitti. Yemekte bunu konuştuk. Tatlı olarak revani verildi. Öğleden sonra mandolin çalıştım, dört gündür okumadığım gazeteleri okudum. Gazete de bir yalanlama var, onu okuyunca üzüldüm. Gazete daha önce duyduğu bir haberi yazmış. ”2. kez askere alınan belli kuralar bırakılacak!”denmiş. Bu haber doğru değilmiş. ”Keşke doğru olsaydı!” dedim. Akşam Mavi Yıldırım çalışması yaptık. Hidayet Öğretmen mandolinde ilerleyip ilerlemediğimi sordu. ”Hadi biraz ilerle de temsil arasına beraber bir konser ekleyelim, çok değil şöyle üç dört parçacık !”dedi. Buna çok sevindim. Oysa ben piyesten çıkmayı hesaplıyordum . Galiba bunu yapamayacağım. Uzunca bir süre bunu düşündüm. Sanırım çok kararsızım. Neden iki de bir de piyesten ayrılmaya çalışıyorum? Kaçıncı kez oldu ayrılmaya karar verdim ama ayrılmadım, ayrılamadım. . Bu kararsızlığı öteki, işlerimde de yaparsam başarılı olamam ben!Reşat Nuri Güntekin öykülerini karıştırdım. . Öyküleri başlıklarına bakarak seçiyorum. Hatıra Defteri gözüme takıldı. Fikret Madaralı Öğretmen Ahmet Haşim’i anlatırken söylemişti:Frankfurt Seyahatnamesi:Yazar bu yazıları, birer hatıra olarak yazmış. ”Hatıralar, yazarların gördüklerinin yanına kendi düşüncelerinin de eklenmesiyle oluşur!”demişti. Bu düşünceyle buradaki Hatıra Defterine öncelik verdim oysa benim beklediğimle ilgisi olmayan bir durumla karşılaştım. Hatıra falan yok ama bir hatıra defterinden söz ediliyor. Öyküde iki bayan var;daha doğrusu iki bayan konuşturuluyor:Bayan Nezihe, bayan Seniha. İki eski arkadaş. Konuşmalarından iki okul arkadaşı olduklarını anlıyoruz. Evlenmişler, yıllar sonra buluşup konuşuyorlar. Söylediklerine göre 24 yaşlarındalar. Ancak gene kendi sözlerinden otuz yaşlarını bulduklarını anlıyoruz. Konu kocaları, kocalarının kendilerine bağlılığı. Bayan Nezihe besbelli kocasından kuşkulanıyor. Ancak kuşkusunu kanıtlayacak ip uçları vermiyor. ”Ah! çekişinden böyle olduğunu anlıyoruz. Bayan Seniha kocasının kendisine bağlılığı konusunda kesin konuşuyor. Bu kesinliği, kocasını Bay Hüseyin’in Hatıra Defteri’ne dayandırıyor. Bayan Seniha kocasının sarışın bir bayanla sık sık buluştuğunu hatta haftanın birkaç gecesini onunla geçirdiğini söylüyor. Sözde o sarışın bayan bir hemşireymiş, Başından türlü olaylar geçmiş. Bu olaylar sonunda birinin kendisine yardımı gerekirmiş. Bayan Seniha’nın eşi Bay Hüseyin, dayanamamış o sarşın hemşireye yardımı bir borç bilmiş, bir bakıma bunu insanlık gereği yapıyormuş. İşin ilginci Bay Hüseyin eşini, elinde olmayarak yalnız bıraktığı için çok üzülüyormuş. Bu üzüntüsünü eşinin yüzüne söyleyemiyormuş ama çekmecesinde sakladığı Hatıra Defterine yüreğinin tüm inceliğiyle yazıyormuş. Bayan Seniha bu defteri gizli gizli okuyup kocası için üzülüyormuş ancak ona inandığından kederini içine atıp, kocasının parasal sıkıntıya düşmemesi için ödemelerini gün günden arttırarak yapıyormuş. Önemli bir nokta:Bay Hüseyin bir iş erbabı değilmiş. Buna karşın karısı bayan Seniha çalışmadan yaşamını sürdürecek ölçüde yüksek gelir sahibiymiş. Bayan Seniha ödemeler konusunda çok rahat.. Bunları dinleyen Bayan Nezihe çok sinirlenir, kendini çok şansız sayar. Kocası denen Bay Hasan, dışarda kalır ama, nerede ne yaptığını asla açıklamaz. O açıklamayınca Bayan Seniha da kocasının harçlığından kesinti yapar. Günde iki lira harçlığı vardır. Çünkü Bay Hasan da tıpkı Bay Hüseryin gibi çalışmayan takımındandır. Eğlenceden başka bir etkinlik düşünmez. Karı-koca onların da bir anlaşmaları vardır. Bay Hasan karısından günde iki lira harçlık alır. Ancak dışarda kaldığı her gece için bu harçlıktan 1’5 lrası kesilmektedir. . Bu nedenle bay Hasan’ın dışarda kaldığı günler için günlükleri kesilince parasal sıkıntıya düşmüştür. . Tıpkı bayan Seniha ile Bayan Nezihe gibi Bay Hasan’la Bay Hüseyin de arkadaş olmuşlardır. Sık sık buluşup dertleşirler. Olaylı bir geceden sonra buluşunca gene dertleşirler. Bay Hüseyin’in keyfi yerindedir. Bir süre şundan bundan konuşulur. Bay Hüseyin’in rahatlığını gören Bay Hasan, içine düştüğü sıkıntıyı saklayamaz, anlatır. Bir hafta dostuyla kalsa, tümden harçlığı kesilecektir. Bu nedenle zoraki olarak dostundan ayılıp eve gitmektedir. Aldığı harçlık son günlerde bir gününe bile yetmeyecek duruma girmiştir. Bay Hasan’ın acıklı durumunu öğrenen Bay Hüseyin ağzından baklayı çıkarır. Aynı durum başlangıçta onun da başına gelmiştir. Ancak o bu işi, küçük bir defterle çözmüştür. Bir defter almış, içine Seniha’yı avlayacak sözcükleri seçerek uyduruk hatıralar yazmış, çekmecesine bir güzel kilitlemiştir. Kilitlemiştir ama Bayan Seniha’nın bunu açacağını bilmektedir. Nitekim dediği olmuştur. İki gün sonra eve gelince Seniha kocasının boynuna sarılmış, bir dediğini iki etmemiştir. İşte ogün bu gündür aynı numara sürer bay Hüseyin de sarışın hemşireyle gününü gün eder. Bay Hasan can kulağıyla dinler. Denemekte yarar var deyip ayrılır. Bir kaç gün sonra Bayan Seniha’dan bayan Nezihe’ye bir mektup gelir. Bayan Seniha vicdan rahatlığı için Bayan Nezihe’den geçmiş günlerdeki suskunluğu için özür diler Kocası için söylemesi gereken övücü sözleri ondan esirgediği için utanç duyduğunu bildirir. Sonunda Bay Hasan’ın nasıl bir aydınlık yürek taşıdığını öğrendiği için önce şansını kutlar. Bay Hasan’ın gizli Hatıralarını okumuştur. Meğer Hasan ne ilahi bir hizmet görüyormuş. Övünmeyi küçüklük saydığında eşine bile söylememiştir. Oysa bay Hasan karısından aldığı harçlıkları son meteliğine dek inanlığın hayrına, yurdunun kalkınmasına harcıyormuş. Sonunda bayan Nezihe de bu kutsal işlere gönülden katılmış olmak için sessizce kocasının harçlıklarını çoğalttığı gibi eve dönme koşulunu da kaldırmış. Tüm harcamaları kutsal vatanımız uğruna yaptığına inanan Bayan Nezihe, hayır işlerine yapılan bu yardımlar için övünmeyi kendisine yakıştıramadığı için gizli tuttuğunu da mektubun sonuna eklemiş. Öykü bitince biraz şaşırdım. İnsanlar bu denli kurnaz olur mu? Bunun yanıtını aramaya kalkarken ikinci soru kafamı karıştırdı insanlar bu denli aptal olur mu? Üçüncü soru iyice aklımı karıştırdı:Bayanlar aptal, erkekler akıllı mı oluyor? Kahvede çok duyardım ”Kadının fendi, erkeği yendi!”Bu söz, kadınları akıllı göstermeye yönelik ama buradaki akıllılık sanırım kurnazlık yerine kullanılıyor. Fikret Madaralı Öğretmen de sık sık: Akıllılık başka, kurnazlık başka diyor. Akıl, doğru işler için kullanılırsa akıllılık söz konusu olurmuş. Akıl kişilerin çıkarına kullanılırsa o zaman kurnazlık ortaya çıkarmış. Kitabı kapatıp Bir süre mandolin çalıştım. Mandolin çalışırken gene akıl-akıllılık-kurnazlık sözleri kafama takıldı. Ömer Seyfettin bir öyküsünde, İlim ile irfan sözlerini ortaya getirir. Sonra da çaycıyı örnek verip kendi fikrini söyler. Akıllılıkla kurnazlık da onun gibi bir karışık olay sanırım.
Yemekte, bir bakıma pat diye gene okulun değişmesi sözü ortaya getirildi. Yeni bir haber sandığım için dikkatle dinledim. Oysa yeni bir durum yok, 15 gün önceki sözler yeni gibi ortaya getirilmiş. Yemekten sonra bir grup kitaplıkta çalıştı;ben de onlara katıldım. Faruk Nafiz Çamlıbel’in Han Duvarlarını okudum. Ezberlemek için niyetleniyorum ama çok uzun. İşin ilginci, şiiri yazmak bile bana zor geliyor. 140 dize, yazmakla bitmeyecek. Sonunda Çoban Çeşmesini yazmaya karar verdim;o da güzel , bunu kolay ezberleyebilirim.
Çoban Çeşmesi
Uzaktan uzağa ırmaklar ağlar,
Derinden derine Çoban Çeşmesi
Ey suyun dilinden anlayan bağlar
Ne söyler şu dağa Çoban Çeşmesi?
Gönlünü Şirin’in aşkı sarınca
Yol almış hayatın ufuklarınca
O hızla dağları Ferhat yarınca
Başlamış akmaya Çoban Çeşmesi”
O zaman başından aşkındı derdi,
Mermeri oyardı, taşı delerdi,
Kaç yanık yolcuya soğuk su verdi,
Değdi kaç dudağa Çoban Çeşmesi!
Vefasız Aslı’ya yol gösteren bu,
Kerem’in sazına cevap veren bu,
Kuruyan gözlere yaş gönderen bu…
Sızmazdı toprağa Çoban Çeşmesi.
Leyla gelin oldu, Mecnun mezarda,
Bir susuz yolcu yok şimdi dağlarda;
Ateşten kızaran bir gül arar da
Gezer bağdan bağa Çoban Çeşmesi.
Ne şair yaş döker, ne aşık ağlar,
Tarihe karıştı eski sevdalar:
Beyhude seslenir, beyhude çağlar,
Bir sağa bir sola Çoban Çeşmesi!. .
Faruk Nafiz Çamlıbel
Şiiri yazdım, sakladım. Ezberlediğimi kimse görmesin, istiyorum. Bir gün gerekirse çıkıp okurum. Yatarken birkaç kez okudum. Şaştım, son dört dörtlüğü ezberlemişim, bile.
25 Şubat 1940 Pazar
İsmet uyandırdı. ”Dayı bugün köye gidecek miyiz? ” İsterse gidebileceğimizi söyledim. Gitmeye karar verdik. Ancak gidersek öğleden sonra gideceğiz. Hazırlanıp kahvaltıya gittik. Hava çok güzel. Istrancalar çok berrak görünüyor. Ergene ovası da öyle. Öğle yemeğine dek tarih okudum. Osmanlı-Timur savaşlarından başlayarak, İstanbul’un alınışına daha sonra, 2. Bayezit, Yavuz Selim, Kanuni dönemi ile Sokullu Mehmet Paşa katline dek süren dönemi okudum. Osmanlı İmparatorluğunun yükseliş süreci. Öğle yemeğinden sonra İsmet’le birlikte Ömer Uzgil Öğretmenden izin aldık. İznimiz saat 17oo’ye dek. Kamber Amcaya selam da götürüyoruz. Herhalde çok sevinecektir. Tam okuldan çıkıp dereye inerken asker kamyonları geçmeye başladı. Kamyonların az aralıklarla geçmesi yürüyüşümüzü ağırlaştırdı. Önce önemsemedik. Ancak biz yürüdükçe gelen kamyonlar, arkasından cipler giderek çoğaldı. İnanılacak gibi değil biz Yeni Bedir köyüne girene dek, belki ondan sonra da asker araçları geçmeye devam etti. Kamyonların boş olması, ciplerde iki kişinin bulunması da ilginçti. Açıkçası araçlar bomboş geçti. Amcamlar geldiğimize sevindiler. Amcam geçen gün Ali Ağabeyimle Lüleburgaz’da buluşmuş, benim getirdiğim haberlerden daha tazesini almışmış. Kamber Amca yavaş sesle yakında düğünleri olacağını tekrarladı, bizi davet etti. ”Yakın birkaç arkadaşınızı da getirebilirsiniz!”dedi. Düğün, gün olarak 1-5 mayıs günlerinde olacakmış. Bilerek Hıdrellez’e denk getirmişler. Kamber Amca İsmet’ten bilgiler aldı, onların köyü hakkında fazla bilgisi yokmuş. Babası Muhittin Enişteyi tanıyor ama, akraba zincirimiz dışında kaldığı için fazla ilişkileri olmamış. Kızılcıkdere’de bizim akraba zincirimiz Pehlivanlar’mış. Benim tanıdıklarım anne tarafım olduğundan Kamber Amcanın zinciri dışındaymış. Ancak Kamber Amcamın Pehlivanlar dedikleri de 5-6 aile oluyor. Onlardan ikisi de Kırklareli içine taşınmış, şimdi kent içinde oturuyorlar. Şoför Hasan amca ile sinemacı Pehlivan amca olarak bildiklerim işte bu ailedenmiş. Kamber Amca ile ben nasıl kardeş çocukları isek, benim babamla, Kamber amcamın annesi Nefise halam Pehlivan amcamın babalarıyla kardeş çocukları oluyormuş. Kamber amca bana, ”İşte bunları yaz, herkese gönderelim, bir birlerimizi unutmayalım!”dedi. Babamın bu konuda çok bilgisi olduğunu, Sofuali’deki halamızın da sağlığında ondan bilgi almamı önerdi. ”Birlikte gidelim!”dedi. Boş bulundum amcama, ”Geçen yaz da gitmeye karar vermiştik!”dedim amcam duraksadı, ”Sen gelip anımsatsaydın ya!”deyip beni sorumlu tuttu. Arkasından, ”Sen kaçamak yapamazsın, içimizde okuyan, , okuyacak olan bir sen varsın, rahat gezip bilgi toplayabilirsin. Bunu aklından çıkarma, kendine görev say, hepimiz için hayırlı bir iş yapmış olursun!”dedi. Oldukça uzun oturduk, izin isteyip ayrıldık. Yol tenhaydı, dönüşte rahat yürüdük. Dersliğe girdikten az sonra tören zili çaldı. Törenden sonra bir süre arkadaşlarla konuştuk. Yemekten sonra okuma kitabımı karıştırdım, Almanca dersinde gereksinim duyduğum fiil çekimlerini tekrarladım. Türkçe çekimleri örneklerle çoğalttım. Etken, edilgen fiilleri karşılaştırdım. İch verde rufen=Çağıracağım, İch verde gerufen= Çağ-ırılıyorum. Çağıracağım, çağrılacağım. Çağırdım, çağrıldım. Dövdüm, dövüldüm. .
Yatınca Kamber amcamın dediklerini düşündüm. Aslında doğru, üstelik kolay. Ancak bunu başkaları neden yapmamış. Örneğin babamın küçük kardeşi Bektaş amcam savaşta şehit olmuş, Şehit olduğu yazılı bildirilmiş. Bunun dışında hiçbir belge yok. Onun ölümünden sonra eşi baba köyüne gitmiş. Sonra ilişki kesilmiş. Babamın büyüklerinden Ali Amcam, Balkan Savaşı sırasında Tekirdağ/Ereğli açıklarında batan gemiyle gitmiş. Müderris Ahmet amcam Darulfünün’da okumuş, orada hocalık yapmış, oradan emekli olmuş. Uzunca bir süre de emekli olarak yaşamış. Bunları neden yazmamış. Sofuali’deki Elfide halam, Müderris amcam için yakınmıştı, ”Kırklareli’den bir kez olsun gelmedi!” demişti. Kırklareli’den trenle sabah gelip Babaeski’ye inse akşam treniyle evine rahatça dönebilecek kadar yakın. Ama hiç gelmemiş. Üstelik bu yazma işini de üslenmemiş . Ailesini, kardeşlerini sevmiyor muydu? Onların sevimsiz tarafları mı vardı? Neyse ben gene de bu işi bir deneyeceğim…Bir bakıma çoğunu şimdiden tanımış durumdayım. İşte Kamber Amca, iki halamdan biri olan Nefise halamın oğlu. Onun da bir kızı bir oğlu var. Oğluna benim babamın adını vermişler. Mahmut. Bundan daha büyük sevgi olur mu? Öteki halam da Elfide, iki oğlu var, ikisini de tanıdım. Biri Ali, biri Hasan(Kamber Amcam bir düzelme yaptı, inanamadım:Elfide Halamın bir de kızı varmış. Bundan hiç söz edilmedi. Bu nasıl olur? Duraksadım, Kamber Amcamın yanlış bildiğini düşüğnerek sustum)İkinin de çocukları var. Çocuklar daha küçük ilkokula yeni başlamışlar. . Müderris amcamın bir oğlu olmuş, Zeki, gördüm, konuştum. Mehmet Amcamım büyük oğlu Hasan Küyükerenler, Kırklareli’de hastane müdürü. Küçük oğlu Abbas Amcam köyde, kızı Hanife halam da köyde. Babamın kardeşleri bu kadar. Dedemden gelenler de genellikle Kızılcıkdere’de, Kırklareli’de, Bulgaristan sınırındaki Ahmetler, köyü ile ona yakın köylerde yaşamaktadırlar. Babam, onların hepsini bilmektedir. Kamber Amcamın söylediği, Elfide Halamın kızı olduğu doğru mu? Hem de bizim köyde gelinmiş!Buna çok şaştım, bu doğru olamaz. Amcamın söylediklerini Elfide halam da , babam da söyledi. Tatillerde akrabaların bulunduğu köylere gitmeyi tasarlayarak uyudum….
26 Şubat 1940 Pazartesi
Zil sesini duydum. Uyanır uyanmaz dünkü konuşmaları anımsadım. Dün ne denli akraba sözü ettikse de hiç birisi rüyama girmedi. Acayip bir durum. Hem onları düşünüyorum hem de hiç birisi bende derinlemesine etki bırakmıyor. Rüyalar da sevgiye mi dayanıyor acaba? Bu düşünceme de güldüm. A’yı bir zaman ne denli seviyordum. Öyleyken rüyama girmiyordu. Buna karşın hiç aklımdan geçmediği bir sırada uzun uzun rüyamda görüyordum. Bundan böyle de A’yı görürsem şaşmam. Çünkü düşünce alanımdan çıkarmış durumdayım. Kendi içimden konuşarak hazırlandım. Dolabımı toplarken Hamdi Bağ Öğretmen geldi, ”Aferin, tertipli genç!”dedi. Bu söz hoşuma gitti. Ben kendimi artık tam bir genç olarak görüyorum. Bir çok olayda arkadaşlardan farklı düşünmem de bundan kaynaklanıyor. Gururlanarak üst kata çıktım. Halil de geldi. Hamdi Öğretmenin söylediğini ona da aktardım. Halil de, ”Sen öylesin zaten, bu bacaksızların çoğundan 4-5 yaş büyüksün!”dedi. Kahvaltıya giderken öğretmenler geldiler. Fikret Madaralı Öğretmen Halil’e bir yığın gazete, dergi, kitap verdi. Derse götürecek. Kahvaltıdan sonra birlikte onları dersliğe götürdük. Öğretmen derse gülerek geldi. Yerine oturunca gazetelerden söz açtı. Okullarımızla ilgili görüşlerini bildiren kimi insanların görüşlerini eleştirdi. Bizlerin köy davası için yetiştirileceğimizi, köy koşullarına uymamız için de zor koşullar içinde yetişmemizi önerenlere çattı. ”Size tarihte bir benzeri olan eğitim sistemini reva görenler var!”dedi. Ben anımsadım, ”Geçen yıl okuduk, Isparta eğitimi!”dedim. Öğretmen “Bravo, işte öyle!”dedi. Öğretmen gülerek, Atatürk’ün Türk Gençliğine Hitabesini okuyalım!”dedi. ”Üzüntülü zamanımızda bizi en iyi rahatlatacak ilaç Atatürk’tür, o olmalıdır!”diyerek Hitabeyi okudu. İsmet, Sami, Mehmet Yücel arka arkaya okudular. 1. Dersimiz böyle geçti. 2. Derste arkadaşlar Dilbilgisinden soru sordular. Almanca dersinde öğretmenin istediklerini biz bulamıyoruz!”dediler. Öğretmen gülerek, böyle bir ders vardı, nedense bu dersi kaldırdılar!”dedi. Tahtaya fiiller, fiil çekimleri. Fiil çatıları hakkında bilgiler verdi. Fiil çatılarını kimse anlamadı. Ben önce çalıştığım için biraz anlar gibi oldum ama eklerin gelişinde ben de karıştırdım. Öğretmen söz verdi önümüzdeki derslerde de bu konu üzerinde duracak. Çok sevindik. Almanca dersinde de aynı konu geçti. Almanca’da farklı durumlar olmasına karşın Türkçesi bilinince daha kolay kavranıyor. Türkçe öğretmeninin yardımcı olacağını duyunca Ömer Uzgil Öğretmen o konuyu atladı, ”Onu, haftaya işleriz!”deyip bilmece çözümü yaptırdı. Öğretmen ”İlginizi ölçmek için soru soracağım!” dedi. Bir süre bekledi. Sonra sorusunu sordu. Geçen yıl kitabınızda sekiz bilmece vardı, bu yıl yalnız iki bilmece konmuş, bunu hiç düşündünüz mü? ”dedi. Arkadaşlar. bilmece saymaya başladılar. Gerçekten iki bilmece var. Ben parmağımı kaldırdım. Sami bana bakıyor. Arkadaşlar hayret içinde, ben parmak kaldırıyorum, . Duruma öğretmen de gülümsedi Sonunda bana ”Söyle!”dedi. Bilmece azalmış ama şiirler çoğalmış!”dedim. Ekledim geçen yıl iki şiir sekiz bilmece. Bu yıl iki bilmece sekiz şiir. Ancak bu bir raslantı olabilir. Çünkü geçen yılki kitabımızı başkası yazmıştı, bu yılkini ise bir grup insan yazmış !” Öğretmen gülümsedi. ”Gerçekte ben bunu bekliyordum ama öteki karşılaştırma da ilginç Bu yılki birinci sınıf kitabında da 2 şiirle 8 bilmece bulunuyor!”Öğretmen benim bilinçli çalışmama arkadaşların dikkatlerini çekti. Arkasından “Ein Mühlstein schvimmmt auf dem Wasser, drei Manner sitzen darauf; der eine ist blind, der andere lahm, der dritte nackt. Der Blinde sieht inen Hasen, der Lahme fangt ihn, Der Nackte steckt ihn in die Tasche. Was ist das? Sami Akıncı parmak kaldırdı, arkasından ben parmak kaldırdım. Öğretmen “Daha 28 arkadaşınız var, onlara da zaman ayıralım!”dedi. Zil çaldı, ayrıldı. Derslikte bir kargaşa. ”Biz bunu yaptıydık!”Neydi? Kördü, topaldı, hayır değirmen taşıydı derken öğretmen geri geldi. Doğru dürüst çeviri yapılamadı. Öğretmen gene sorucu bakışlarla gözlerini üstümüzde gezdirdi. Ben Sami Akıncı’yı gözlüyorum; o elini kaldırırsa hemen ben de kaldıracağım. Sami kaldırmadı, ben de kaldırmadım. Öğretmen ne düşündüyse İsmet’i kaldırdı. İsmet doğruya yakın çevirdi. Öğretmen düzeltme yaptı. Bana sordu, ”Doğru mu? Doğru!”dedim Sami bağırdı Yanlış!”Öğretmen sordu, Neresi yanlış? ”Sami, fangt ihn, yakalamak olacak, İsmet ise “Tutmak!” demiş. Öğretmen gülümsedi, ”Olabilir!”dedi, ekledi”Türkçede de benzer durumlar var:yakala, yerine tut, it, itekle yerine kak, kakıştır, ekle yerine tak gibi sözler söyleriz!”. Sami yerine oturdu. Yeni ödev, bilmeceler, şiirler sürekli okunacak. Sözlü soruların çoğu buralardan çıkacak!Dersten sonra yeni bir gülmece konusu, Su üstünde bir değirmentaşı, üstünde Ali Aga, Baba Ali, Fettah. . Arkadaşlar kırılıyor gülmekten. Tavşanı hangisi görüyor? Hiç birisi göremiyormuş. Gülerek yemeğe girdik. Atölyede Yusuf’la Salih paydosa dek bunları konuştular. Bir birlerine söz atıp gülüştüler. Sonunda Naci Öğretmen, ”Taş hala su üstünde mi duruyor, batırın şunu da kafamız dinlensin!”dedi. Arkadaşlar sustular. Paydosa dek bir daha kimse gülmedi. Paydostan sonra ben mandolini alıp geldim. Yemek saatine dek çalıştım. Kendimi Hidayet Öğretmenle konser vermeye hazırlıyorum. Öğretmen çalınacak parçaları kendisi seçecekmiş. Onları da merak ediyorum ama çalacağıma da inanıyorum. Yemekten sonra Tabiat Bilgisinden yırtıcı kuşları tekrarladım. Onları okurken babamın anlattığı bir karakuş vardı. Kapkara olduğundan ona karakuş demişler. Ancak yırtıcı kuşların an akıllısı oymuş. Aç kaldığında yere iner kaplumbağa yakalayıp yükseklere çıkarırmış. Yukardan kaplumbağayı bir taş üstüne bırakırmış. Yüksekten taş üstüne düşen kaplumbağa parçalanınca karakuş inip ortaya çıkan etleri yermiş. Askerlik kitabımızdan barış zamanında askerlik bölümünü okudum. Üsteğmen gelirse sorun yok, Binbaşı gelirse azıcık sıkılacağım. Bugünkü günümün iyi geçtiğini düşünerek iyimser yattım. Rüya görürsem herhalde güzel rüyalar görürüm…
27 Şubat 1940 Salı
Konuşanların sesinden uyandım. Rüya falan görmemişim. Aklımda kalan bir şey yok. . Binbaşıdan söz ediliyor. Kim konuşuyorsa beni sıkıntıya sokmak için konuşuyorlar gibime geldi. Baktım, konuşanlar o tip arkadaşlardan değil. Sanırım hiçbir şey düşünmeden hemen öyle konuşuyorlar. Kalktım. Hava güzel, soğuk bir esinti varsa da gök yüzü açık. Salih Ziya Öğretmen geldiğine göre Tabiat Bilgisi dersi dolacak. Kahvaltıdan sonra Salih Zeki Öğretmen güler yüzle geldi. Hatırımızı sordu. ”Ne oluyor, bizim şansımızdan mı, şanssızlığımızdan mı? okulumuzda gene bir değişiklik bekleniyormuş, değil miii? diye uzatarak sordu. Sordu ama yanıt beklemeden bildiklerini anlattı. Şimdiki durumun bir yasal güvencesi olmadığını, ancak yasalara dayalı bir duruma getirilmesinin yararlarından söz etti. . ”Durun bakalım, duyduklarımızıın etkisinde kalıp üzüntüye kapılmayalım da gerçek şekil oluşunca bir değerlendirme yapalım!”yollu övütler verdi. Sonra da yırtıcı kuşlardan söz etti. Ben hemen Karakuş hakkında bilgi istedim. ”Küçük boy yırtıcı kuşlardan olmasına karşılık, tilki gibi kurnaz bir yaratık olduğunu, gökte uçanların en vahşisi sayıldığını anlattı. Bana , ”Sorduğuna göre sizin oralarda var, besbelli!”dedi. Ben “Var!”dedim ama babamın anlattıklarını söylemedim. O da başka bir şey söylemedi. Öğretmen çıkınca dersimiz boş diye serilmiş durumdayke bir yabancı, hem de subay bir üsteğmen içeri girdi. Toparlanıp kalktık. Üsteğmen güldü. Sizin için bir sürpriz oldu değil mi? ”diye sordu. Gene gülümsedi bu kez de:”buna bir değil iki sürpriz de diyebiliriz, hem dersinizin günü, hem de ders öğretmeniniz değişmiş oldu!”deyip değişiklik nedenleri açıkladı. ”Siz bir Binbaşı bekliyordunuz, Binbaşınız uzun süre gelmedi, yerine üsteğmen geldi, tam ona alıştınız baktınız ki bu kez bir başkası çıktı geldi. Askerlik işi bir nöbet işidir, nöbete girenler sürekli değişir, kalıcı ve de gerçek olan nöbet görevidir!”. dedi. Salı günü gelişi bu defalıkmış, gelecekte gene cuma günleri ders yapacakmışız. Bugün boş dersimizi öğrenince tanışmak için gelmiş. Kısa boylu, efendim efendim diye konuşuyor. Dersliğe girince konuşmaya başladı zil çalıncaya dek durmadan konuştu. 2. Derste de numara sırasıyla bizi tanıdı. Kadir Pekgöz’e gelince ders bitti. Kadir kendini tanıtırken durdurdu. Kadir öylece ayakta kalıp bekledi. Kadir’e otur demeden üsteğmen çıkıp gitti. Kadir sinirlendi. Mehmet Yücel Kadir’e “Adam seni çok sevdi, bari gelecek salıya dek burada beklesen ne olur? ”diye takıldı. Kadir daha da sinirlenerek Mehmet Yücel’e eski adını anımsattı:İskelet. Bu kez o da Kadir’e üsteğmen, kendisinden daha kısa olduğunu gördüğü için seni bekletti, sinirli bir şey olduğunu hemencecik anladı!”dedi. Arkadaşlar kahkahalarla güldüler. Bir yandan da kavgayı önlemek için yatıştırıcı sözler söylediler. İsmet, Mehmet Yücel’in koluna girerek dışarı çıkardı. Hüseyin Orhan da Kadir’in ağzını eliyle kapatarak susturdu. Yemek zili çalınca ortalık yatıştı, konu da değişti.
Yemekte gözlerimiz üsteğmeni aradı. Yemeğe kalmamış olacak göremedik. Pek konu edilmedi ama öteki üsteğmen tümden gelmeyecekse üzüleceğiz. Ben şimdiden üzüldüm bile. Ancak öteki üsteğmen in gen e geleceğini umuyorum. Daha doğrusu gelmesini dilemekteyim. Gelmezse çok üzüleceğim. Bugünkü hiç hoşuma gitmedi. Ancak sustum… …Atöylede öğretmenler de öteki üsteğmenin gelmeyişini konu ettiler. Anladığım kadarıyla öğretmenler . de onun gene geleceği kanısındalar. ”Temelli ayrılma söz konusu olsa veda ederdi!”dediler. İrfan Öğretmenle sürekli ilişkisi oluyormuş. İrfan Öğretmen, üsteğmenin Lüleburgaz’da olduğunu, iki gün önce konuştuğunu söyledi. İrfan Öğretmen yüzde yüz geleceğini tahmin ediyor. Ancak öğretmenler, arkadaşların ilgiyle onu sormasnıı üsteğmen adına olumlu buldular. İrfan Öğretmen, ”Bu ilginizi duyunca üsteğmen çok mutlu olacak, o, kendisinin sevilmesini çok isteyen bir yaratılışta, nasıl asker olmuş, buna şaşıyorum!” dedi. Ben konuşulanlara bakıyorum da tümüne şaşıyorum. Sözkonusu Üsteğmen bana göre hep ben, ben diyen bir insan. Almanya’nın ne yapacağını anlatırken bile, ”Benim düşünceme göre savaşı buradan sürdürecekler. buraya girecekler, gibi sözleri hep benli söyleniyor. Böyle düşünüyorum ama düşüncemi söylemiyorum. Naci Öğretmen sordu, ”Herkes fikrini söylüyor, sen neden susuyorsun? ”Benden önce Yusuf Asıl benim için konuştu”O binbaşı için konuşacak, sözün ona gelmesini bekliyor!”dedi. Yusuf’un sözüne herkes güldü. Bu yaygın gülüşten sonra konu değişti. Gene okuldaki değişiklik için söylenenler anımsatıldı. Hamdi Öğretmen, ”Değişiklik felan diye bir şey yok. İstenen inşaat ödenekleri aynen kabul edildi. Büyük inşaata yakında başlıyoruz. . Önümüzdeki yılda daha çok öğrenci alınması da isteniyor. Nesi değişiyormuş okulun? Biz işlerimize bakalım!. . . . . ”Herkeste bir sessizlik başladı… Hamdi Öğretmen birden neden böyle konuştu? Az önce o da şakalara katılıyordu. Arkadaşların işi gevşetip lafa dalmalarından mı alındı? Bundan sonra paydosa dek sessizce çalıştık. . Paydostan sonra ben gene kaldım, mandolinimi akort edip çalıştım. . Konuşmalar beni hiç etkilemedi, bütün isteğimle çaldım. Hidayet Öğretmenin Kafkas parçasını da oldukça onun çalışına benzetmeye başladım. Yenice Yollarını, Manastır türküsünü çok güzel çalıyorum. Tuna Dalgaları’nın başını ancak çalıyorum Sonlarına nedense küçük değerde notalar eklemişler, mandolinle bunları duyurmak zor oluyor. Elimde mandolinle dersliğe dönerken Ömer Uzgil Öğretmenle karşılaştım. Önce güldü. Sonra zillere göre davranmamı söyledi. Okuma saatinde kesinlikle derslikte bulunmamı, kitap okumamı tembihledi. Utandım. Bu gece tümüyle matematik çalıştım. Hilmi Altınsoy’la beraber çalıştık. Ona pi sayısının bulunuşunu, Pisagor, Öklid teoremini örneklerle anlattım. Çok memnun oldu. Öyle ki yatarken tekrar tekrar teşekkür etti…
28 Şubat 1940 Çarşamba
Matematik derslerine hazırım. Bir saatte Yurttaşlık var, o da sevdiğim bir konu. Bu bakımdan rahatım. Kızılçullu-İzmir’den mektupla fotoğraf bekliyorum. Bir de ders öğretmenlerini yazacak. Aslında boş dersleri var mı onu öğrenmek istiyorum. Doğrudan sorsam, “Var ya da yok diyerek savuşturabilir. Benim, onun öğretmenlerini de öğrenmek istediğimi sanacağı için fazla bir şey düşünmeden yazacaktır. Ziya Fikri benden yaşça küçük olduğundan bu tür kurnazlıkları daha bilmiyordur. Hilmi ile birlikte kalkıp dersliğe çıktık. Hilmi bugün parmak kaldıracak. Soruları doğru yanıtlarsa benimle çalıştığını da öğretmene söyleyecek. Bunu kendisi söyledi. Böyle düşünmesine sevindim. Ahmet Gürsel Öğretmenin beğenisini çok önemsiyorum. Sanırım o da benden böyle çalışmalar bekliyordur . Kahvaltıdayken öğretmenler geldi. Ahmet Gürsel Öğretmeni göremeyince telaşlandım; yoksa gelmedi mi? Ders zili çalınca öğretmen göründü, Müdür Odasındaymış. . Besbelli kahvaltıya katılmamış. Halil, yavaşça, ”Evinde doğru dürüst kahvaltı etmek varken burada neden etsin? ”dedi. ”Kimi zaman geliyor!”derken, . Öğretmen gülerek kapıdan, “Nerde kalmıştık? ”diye sordu. İlk saat aritmetik çalıştık. Öğretmen tahtaya denklemler yazdı, çözümler istedi. Daha çok notu kırık arkadaşlarla ilgilendi. Hilmi iki kez parmak kaldırdı, birisinde öğretmen dikkatlice baktığı halde Hilmi’yi kaldırmadı. Bir ötesindeki Mehmet Aygün’ü kaldırdı. Mehmet doğru yanıt verdi. 2. Derste geometri yaptık. Geometride de öğretmen aynı yöntemi uyguladı. Hilmi gene parmak kaldırdı, öğretmen görmezden geldi. Öğretmen ayrılırken, gülerek “Bir canlılık seziyorum, iyimser olmak için bu yeter bir belirti!”dedi. Birkaç arkadaş birden “Çalışıyoruz!”dediler. Sesini en çok yükselten Hilmi Altınsoy’du. Öğretmen gülerek Hilmi’ye “Göreceğiz, bunu demeni bekliyordum!” dedi. Yurttaşlık Bilgisi dersimizde konu gene okul değişikliği üstüne döndü. . Fikret Madaralı Öğretmen çıkacak yasanın sürecini anlattı. Yasa yapılışının basamaklarını, bekletilme nedenlerini anlattı. T. B. M. M çalışma durumuna değini. Sonunda “En az iki ay beklememiz gerektiğini söyleyip bize sabırlar diledi. Arkadaşlar, Hamdi Öğretmenin söylediği ödenekleri anımsattılar. Öğretmen gülümseyerek:Elbette ödenek gönderecek, okullar kapanmayacak ki, sadece şekil değişikliği olacak. Belki de bu şekil değişikliği daha iyi olacak. Ben bu kanıdayım. Siz tedirgin olduğunuz için ben sizin tedirginliğinizi haklı bulup yanınızda görürüyorum. Yoksa yapılacak değişikliklerin tümüne karşı değilim. Bir kere yasa çıkmalı. Okulumuz bir yasaya kavuşturulmazsa sizler asıl o zaman haksızlıklara uğrarsınız. . Fikret Öğretmen bizleri oldukça rahatlattı. Boş geçen dersimizde de gene okulumuzun geleceği üstüne konuşmalarla doldurduk. Ancak Fikret Madaralı Öğretmenin sözleri bizi biraz rahatlattı. Öğle uyemeğinde oldukça neşeliydik.
Yemekten sonra atölyeye geçince önce paravanları kurumak üzere Demircilik bölümüne diktik. Yarından sonra yerlerine koyacağız. Ancak paravan işi tam bitmiş değil. Daha doğrusu ispirto-gomlak-yaldız eriyikleri ile bir süre didiştik. Pamuk, amerikan çaputlarıyla (Beyaz , kalın bezler) tahtaları okşaya okşaya kahve rengine çevirdik. Ellerimiz gibi bileklerimize de ceviz rengine dönü. Ben böyle deyince Naci Öğretmen gene güldü. Köyünde çok mu ceviz var? ”diye sordu. Çok değil ama benim ellerimi boyayacak kadar var!”dedim. Babamin ceviz ağaçlarını sevdiğini, geçmişte çocukları, şimdi de torunları için ceviz ektiğini, ayrıca benim Lüleburgaz bağlığında bir ceviz ağacım olduğunu anlattım. Naci Öğretmen bu kez babamı sordu, onu görmek istediğini söyledi. Ben de mayıs ayı başında Yeni Bedir’e geleceğini, okula da uğrayacağını anlattım. Naci Öğretmen, ”Babanla senin için özel olarak konuşmak istiyorum, baban benim söyleyeceklerimi dinlemelidir. Bence o bunları hak etmiş bir baba!”dedi.Gülerek bana, “Arkandan konuşacağımdan korkmuyorsun, değil mi?”diye sorunca, ”Leb demeden leblebiyi anlamayı sizlerden öğrendim, az önceki sözünüz bana babama neler söyleyeceğinizi muştuladı!” dedim. Öğretmen “Aferin, önemli olan işte bu! İnsanların insanları doğru anlaması yaşamın güzelleştiren ögelerden biridir. Bu, doğuşla birlikte gelir ama eğitimle geliştirilir! Bu yolda eğitilmek de gene insanin kendi içinden gelecek istekle gerçekleşir. Eğitim, insanın kendisini düzeltmesi, işe yarar bir şekle sokmasıdır. Başkaları bunu söyler ama zorla yaptıramaz. Kişi yararlı olacağı söylenen duruma girmeyi göze alıp verilen şablona kendini uydurur, öğrendiklerini de yaşamında uygularsa eğitilmiş olur. Bu sanıldığı gibi çok zor bir şey değil. Biraz dikkat, biraz karşındakine güven, biraz da öğrendiklerini uygulamak için terlemek yeter de artar bile!”
Ömer Uzgil Öğretmen beni gözlemiş olabilir gibi bir kaygı taşımaya başladım. Okuma saatinde birkaç kişi dışında kimse kitap okumuyor. Gözler kapıda, gelen olunca bir kitap açıp okur numarası yapılıyor. Hasan Üner, Mehmet Başaran, Sami Akıncı, Recep Kocaman, Bekir Temuçin gibi sayıları onu geçmeyen arkadaşlar okuyor, çoğunluk her zamanki gibi konuşarak saat dolduruyorlar. Hasan’dan kitap istemiştim. İki kitap gösterdi. Dağları Bekleyen Kız, İzlanda Balıkçısı. Dağları Bekleyen Kız’dan çok söz edildi. Sanki kitabı okumuş gibiyim. İzlanda Balıkçısı’nı aldım. Kitap başlangıçta hoşuma gitmedi. Kişi adlarını izlemek başlangıçta beni çok sıkıyor. Yabancı yer ya adları da işin içine karışınca sıkıntı çoğalıyor. Ama bu kitapta buna katlanacağım…. Izlanda Balıkçısı-Piyer Loti…. . . İzlanda bir ada. Haritanın üstlerinde bir yerde çok büyük bir ada;kedi başı gibi yukarda duruyor. Bu balıkçı sanırım denizde balık tutuyor. Denizde nasıl balık tutuluyor, onu da öğreneceğim. Ben de balık tuttum ama küçük balıkları, bizim köy deresinde. İki kez de Şeytan Deresinin aşağılarına Lefeci bölümüne gittik. Orada derin göller oluşmuş. Birinde sepet kullandık. Sepeti bizim köyden taşımak zor, Lefeci’den babamın tanıdığından almıştık. İkinciye Hilmi’yle ikimiz gitmiştik. Bu kez derin göllere girmeden kenarlarda tuttuk ama balıklar bir öncekilerden az değildi. Balık için Lefeci köyüne dek gidişimize şimdi şaşıyorum. Lefeci’yle bizim köy arasında Erikleryurdu köyü vardır. Köyler arası birer saattir, kurulurken öyle düşünmüşler. Çeşmekolu-Erikleryurdu bir saat, Erikleryurdu-Lefeci bir saat. Lefeci’den sonra Kavaklı gelir, orasını anmak istemiyorum, sanırım oraya kendi gönlümle bir daha gitmem. Kavaklı deyince çamurlu yollar, çamur içinde insanlar, arabaları çekmek için çırpınan hayvancıkları anımsıyorum;bir de kendimi:Soğuktan mosmor olmuş, dokunsan ağlayacak bir çocuk olarak görür gibi düşlüyorum. Ellerim öyle donuyordu ki, mandaların zincirlerini ellerimle tutamaz, belime dolardım. Bu kez mandalar başlarını oynatır, beni sağa sola çekerlerdi. Zincirler elimden düşer, eğilip çamurdan almak zorunda kalırdım. Bu arada hayvanlar dururdu. Bektaş Ağabeyim sabırla beni bekler, kesinlikle soru sormazdı. Bektaş Ağabeyimin sabrını şimdilerde saygıyla anıyorum. Kimi zaman Bektaş Ağabeyime, bu tür olaydan çok sonra ”Kızdın mı? ” diye sorardım. Bektaş Ağabeyim güler, “İş yaparken insanda Eyup sabrı olmalıdır!”derdi. Eyup sabrını sorduğumda da bilmediğini, eskiden beri bu sözün söylendiğini tekrarlar konuyu değiştirirdi. Bektaş Ağabeyim şimdilerde Kırklareli-Edirne arası Seyyar birliklerin birinde, aynı soğuklarda yaşıyor. Ben, burada rahat yatağımda yatıyorum. Rahat yattığımı yazmak istiyorum, yazarken vazgeçiyorum. Ya o çok sıkıntılar içindeyse? Ağlamaklı oldum, uykum kaçtı. Izlanda Balıkçısı beni Izlanda’ya götürereği yerde Kavaklı bataklığına götürdü.Bektaş Ağabeyim gene o soğukları çekiyor.Benim ona üzüldüğüm gibi sanırım o da, benim orada olmayışıma sevinmektedir.