Köy Enstitülülerin Köy Enstitüleri Üstüne İzlenimleri
28 Eylül 1945 Cuma
Akşamki konuşmaların etkisinden kurtulamamış gibiydim. Konuştum, dinlediler, okuduğum şiirleri beğendiler ama nedense olaya benim gibi bakmadıkları besbelliydi. Hüseyin Çakar’la Abdullah Ön, ikisi de Güzel Sanatlar Bölümü’nü bitirdi. Ben, Konservatuvar’dan, orada öğretmen olan şair Cahit Külebi’den, orada müdürlük yapan şair Orhan Şaik Gökyay’dan söz ederken, Konservatuvar kapısından içeri girmemiş öteki arkadaşları Enver Ötnü’den, İsmail Koralay’dan, Süleyman Alkan ya da Süleyman Adıyaman’dan farklı bakmıyorlardı. Hele, Emin Soysal tartışmasında ortaya dökülen Köy Öğretmen Okulları-Köy Enstitüleri tartışmasında Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’un çok önemsediği için sık sık okumamızı önerdiği Canlandırılacak Köy kitabında, Emin Soysal’ın görüşlerini savunduğunu söyleyince yüzlerinin ekşidiğini gördüm. Oysa Canlandırılacak Köy kitabı, tüm öğrencilere dağıtıldı. Özellikle ilk yılların Eğitim Başı Tahsin Türkbay, her toplantıda bunu söyler, ilk öğrencilerin okuduğunu, öyleyse sonra gelenlerin de onlar gibi okumasını tekrarlar dururdu. Oysa ben, bir karar değişikliği olmazsa akşam, söz konusu kitabın, Köy Öğretmen Okulları bölümünü okuyup, bu önemli kitapta böyle söylenmesine karşın, Köy Enstitüleri döneminde bundan neden dönüldüğünü, önce söylenen ilkelerden dönüldüyse bunların o kitaptan çıkartılıp Köy Enstitüleri için benzer ilkeler neden konmadığında direniyorum. Ayrıca adı geçen kitapta, yazarı İsmail Hakkı Tonguç:
-Bu okulları açmadan önce (1937) dış ülkelerde benzerleri bulunanları (Almanya, Macaristan, Bulgaristan) bir yaz boyunca gezerek inceden inceye gözden geçirip bu işe öyle kalkıştım! diyor. Böyleyken, bize bu kitabı okuyun diyen yöneticiler sık sık:
-Dünyada eşi bulunmayan yeni bir eğitim kuruluşundasınız! uyarısı yapıyorlar. Bu yanıltıcı uyarıların etkisinden olacak, en dikkatli, çalışkan arkadaşlarımızdan biri olan Şükrü Koç, içimizden en şanslısı olarak Köy Enstitüleri üstüne Varlık Dergisi’nde (Ocak 1945) Köy Enstitüleri, dünyada benzeri olmayan bir kuruluş dedikten sonra Köy Enstitüleri “Millî kurumlardır! deyip kesti. Oysa Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’un yazdıklarından başka Dr. Halil Fikret Kanat Pedagoji Tarihi kitabında Köy Enstitülerine benze okulların daha yüz yıl önce AB.D.’de, Almanya’da, daha sonra da Sovyetler Birliği’nde açıldığını anlatmaktadır. Bunlara ek, Varlık Dergisi sahibi, Yaşar Nabi Nayır da tam da Köy Enstitüleri yasası tartışmaları günlerinde, benzer okulların Yunanistan’da bulunduğunu, yeni gittiği Yunanistan gezisinde gördüğünü anlatmıştı. Genel durum böyle iken toplantılarda öğrencilere bunların tersini söylemek ne anlam taşımaktadır? İşte benim sorunum bu! Bana göre bu, “Ellere verir talkını kendi yer salkımı!” halk sözü gereği, kendisi okumayan insanlar okumuş rolleri yaparak bize başka görünüyorlar. Öğrenciler bunu görüyor, giderek onlar da büyüklerinin yaptığını yapıyor, verilen kitapları okumadan atıveriyor. Tüm öğrencilere dağıtılan Ahmet Emin Yalman’ın Yarınki Türkiye’ye Seyahat kitabı olayında bunu görmüştük. Tıpkısı Yüksek Bölüm Öğrencilerinde de görülmüştür. Genel Müdür’ün yazdığı Canlandırılacak Köy Kitabı dağıtılmış ama o kitabı alan öğrenciler, yıllar sonra okumadan Köy Enstitüleri’ne öğretmen olarak gönderilmiştir. Aynı duyarsızlık tüm Milli Eğitim kurumlarında vardır. İki yıl önce Yüksek bölüm için Kepirtepe Köy Enstitüsü öğretmenler kurulunca buraya aday gösterilip doğruca gelmeme karşın gazeteler benim at, araba, atölye araç gereci aldığımı yazmıştır. (Salt ben değil Yüksek Bölüme gelen öteki 15 arkadaş da) Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan bu yalan haberi benim ailem okumuş (çok üzüldüklerini saklayacak değilim) iki yıl sonra eve gittiğimde şaka yollu da olsa anlamlı anlamlı sorulmuştur:
-Araba 300 tl. imiş bunu gazetede okuduk, ötekileri kaça sattın? Cumhuriyet Gazetesi, tüm yurtta okunan saygın bir gazete. Kendi köyümü örnek alıyorum, köyden hemen hemen her pazartesi günü, Kırklareli’ye de salı günleri yine pazar için giden olur. Bunlardan biri, ikisi Cumhuriyet gazetesini alıp kahveye bırakır. Trakya’da tüm köylerde buna benzer bir gazete izleme bilinci doğmuştur. Millî Eğitim Bakanlığı’nın kuruluşları, Millî Eğitim Müdürleri, ilçe Millî Eğitim memurlukları, müfettişler, Gezici Başöğretmenler nerede? Bu yalan haberi neden görmezden gelmişler? Çok önemli bir yön değişikliği de Köy Öğretmen Okulları döneminde önemsenmesine karşın Enstitüler döneminde es geçilen bir başka okula gitme kapılarının tümden kapatılmasıdır. Geçen konuşmamızda da değindiğim gibi Köy Öğretmen Okulu döneminde ilk üç yıl ortaokul programı uygulanıyordu. Bunun nedeni de açıklanıyordu. İlk üç yıl sonunda öğretmenlik basamaklarına geçme hakkını alamayanların sınav verebilenlerin lisede okuma hakkı veriliyordu. Bunun da bir gerekçesi gösteriliyordu. Bu tür kimseler liselerde okuyup devlet kademelerinde görev alınca, temel bilgileri kazandığı okullar bağlılığı nedeniyle oradan çıkan arkadaşlarının köylerdeki sorunlarını çözmede yardımı umuluyordu. Orta okulu Köy Öğretmen Okulu’nda okuyan bir öğrenci daha sonra liseye geçip göz gelimi hukuk okuyarak hakim ya da savcı olduğunda, Siyasal Bilgiler’de okuyup kaymakam olduğunda daha canı gönülden yardımcı olacağı düşünülüyordu. Okul enstitüye dönüştürülünce bu tür yardıma gerek kalmadı mı ki bu yol kapatıldı? Öyle bir kapanış ki, başarılı olup öğretmen çıkanlar bile, bilesi ne ki Yüksek Köy Enstitüsü’nü bitirenlerin söz konusu yüksek okullara girmesi için istenen lise diplomasını almak için lisenin üç sınıfından da sınav geçireceği söylenmektedir. Böyle bir değişikliği düşünenler, sanırım 3803 sayılı yasanın kesin buyruklarına güvenerek:
-Nasıl olsa bir yasamız var, bu yasaya göre nasıl olsa bize herkes yardım etmek zorunda! mı sanıyorlar? İşte, gezdik gördük, iki yıldır öğretmenler köylere gönderiliyor, sorulsun, gerçek bir araştırma yapılsın da görelim, kimden ne yardım görülmüştür? Ben iki ilin Millî Eğitim Müdürlüğüne gittim, ikisinin de sorumlu müdürleri izinliydi. Dört İlköğretim Müfettişi’nden birini görebildim. O da işi benim gönlüme bıraktığını, istediğim zaman görüşebileceğimi söyledi. Benim oraya neden geldiğimden habersizmiş gibi davrandı. Benim onunla ne işim olur ki? Ben onun çalışmalarına yardımcı olmaya gitmiştim, bana işinden yapabileceğim daha doğrusu yapmayı öğreneceğim işler vermesini bekliyordum. Oysa o bana:
-Yapacağınız görevde bir yardımım olursa sevinirim, adresim şudur, çekinmeden gelebilirsin! deyip gitti. Gittiğimiz Köy Enstitüsü yöneticilerine bilgi verildiğini sanmıştık. Onların da tek bilgisi bizlerin oraya gideceğimizi duyurmadan ibaretmiş. Verileceğini bildiğimiz paraları aldık. Tatil nedeniyle kapalı köy okullarından birkaçını gördük, ilde ya da ilçede görüştüğümüz öğretmenler oldu, onlar da bizi tatilde sandılar, görüştüğümüze sevindiklerini söylediler. Kendi köyümdeki Eğitmen Mustafa Güvener’den başka kimseyi görev başında ya da görevli olduğu yerde görmedim. Köyünde, görev başındanmış görüntüsünde tek kendi yeğenim olan İsmet Yanar’ı buldum. O da beni dayısı olarak karşıladı, konuk etti. Bana gösterilen görev alanında okul inşaatı olmadığı söylendi. Belki de bu nedenle böyle bir ilgisizlikle karşılaştım. Arkadaşlar gelince gerçeği öğreneceğiz, bakalım onların izlenimleri nasıl olacak?
Arkadaşlar güldüler! Abdullah Ön, iyimser:
-Yeni okul yapımı olmadığına sevin, bölgesinde okul yapılanları dinleyince fikrin değişecektir. Süleyman Adıyaman:
-Öğretmenlerin evleri yapılmamış mı?
-Benim gittiğim köylerde herhangi bir inşaat yoktu. Köyünde gördüğüm yeğenim İsmet Yanar da kendi evinde oturuyor. Görüştüğüm öteki arkadaşlarla da Kırklareli Halkevi Bahçesi’nde karşılaştım. Hepsi durumlarından memnun olduğunu söyledi. Tatil aylarında bir kısıtlama yokmuş, çoğu Salı Pazarı olunca il merkezine inip dertleşiyormuş, çok anlayışlı bir Millî Eğitim Müdürleri varmış, on yıldır Kırklareli’de imiş, çevreyi, çevrenin koşullarını, halkın dertlerini çok iyi biliyormuş! dediklerini tekrarlayınca Süleyman Alkan sabredemedi:
Dertlere deva olmadıktan sonra, isterse yüz yıl kalsın! dedi.
Söz konusu yazı:
İzmir/Kızılçullu, Eskişehir/Hamidiye, Trakya/Alpullu, Kastamonu/Gölköy’de açılan Öğretmen Okulları
Yukarıda maddelerle tespit edilen ihtiyaçlar, hususiyetler göz önünde tutularak köylerde yeni öğretmen okulları açıldı. Bu okulların hususiyetleri ile bugünkü durumlarını kısaca izah edelim.
1. Köylerimizdeki ilk okulların çoğu üç sınıflı olduğu için yeni öğretmen okullarına bağlı 4 üncü ve 5 inci sınıfları bulunan birer ilk okul vardır. Bu okulun gayesi üç sınıflı okulu bulunan köylerden öğretmen okuluna alınacak köy çocuklarına tam devreli ilk okulu bitirmek imkân ve fırsatını vermektir. Ve ileride öğretmen okulunun bütün sınıfları teşekkül ettikleri zaman bu ilkokul, öğretmen okulunun tatbikat okulu vazifesini de görecektir.
2. Ortaokul sınıfları öğretmen okuluna temel vazifesi görmektedir. Bu sınıflara tam devreli köy okullarını bitirmiş talebe alınacaktır.
Orta okul sınıflarında resmî orta orta okulların sınıf müfredat programları tatbik edilmekle beraber amelî ziraat ders ve tatbikatı ile köy mesleklerinden inşaatçılık, demircilik, dülgerlik, kooperatifçilik gibi bir mesleğin öğrenilmesi de şarttır.
Bu suretle yetişmiş olan talebe orta okulu bitirdiği zaman öğretmen okulu sınıflarına hazırlanmış olur. Bunların içinden öğretmen olmayacaklar hayata atılır ve köylerde ziraatçı aynı zamanda köy mesleklerinden birini öğrenmiş bir teknisyen olarak çalışılar. Çok müsait ve fevkalade kabiliyetli olanları da müsabaka imtihanlarını kazanarak liseye gidebilirler. Bu suretle onlar memleketin elit zümresi arasına köylü çocuğu karakterini kaybetmeden katılma fırsatını kazanmış olurlar
3. Öğretmen okulu: Okulun bu kısmına geçen talebe de orta kısımda iken öğrendikleri köy mesleklerinden birinin tatbiki ve stajını yapa yapa, öğretmenlik mesleğine de hazırlanmaya başlar. Köy hayatı ile sıkı teması muhafaza ederek bu kısmı bitirince ilkokul öğretmeni olmak üzere hayata atılır.
Bu yeni ip öğretmen ziraat işlerini, köyde tatbik sahası bulan bir mesleği bilen, ayrıca da ilkokul öğretmenliğinin bütün icaplarını başarabilen bir ileri insan olacaktır. Köyün ve köy karakterindeki kasabanın istediği kahraman budur.
O yeni medeniyetin ve dünyanın adamı olacaktır.
O, tabiatın korkmayan, onun kanunlarına hüküm etmesini bilen, köyde çalışarak müşkülleri yenmekte zevk bulan, mukadderatını eşeğe değil motora bağlayan, tezek yerine samanla kaloriferini yakan, mandolin çalarak dağlarda dolaşmak suretiyle dinlenme günlerini geçiren, köy kooperatifini işleten, köyü bütün kıymetlerini kavrayarak canlandıran ve köyün tükenmez kuvvetlerini fışkırtabilen insan olacaktır. Onun nesli; havalarda uçabilecek, aşılmaz zannedilen geniş vadilerin içine köprüler kurabilecek, hiçbir kanalın tıkalı kalmasına razı olmayacak, hayata can katabilecektir. İşte o zaman köyün ve memleketin yüzü imrenilecek bir şekilde gülecek, insanlar tahayyül ettikleri saadete kavuşabilecektir.
4. Köylerde açılan eğitmen kursları ile okullarında işte bu gayeleri tahakkuk ettirebilecek insanları yani kahramanları yetiştirmek için çalışılmaktadır. Onun için bu okullardaki talebenin hepsi bu gayeleri tahakkuk ettirebilecek kadar kıymetli insanlar olmak neye bağlı ise onları göze alarak hiç yılmadan çalışmaktadırlar. Bu müesseseler, muadili olan okullarımızdaki resmî müfredat programlarını tatbik ettikten sonra ayrıca birtakım tecrübeler de yapmaktadırlar. Bu gibi tecrübelerden iyi sonuçlar alınınca onlardan da istifade edilmektedir.
Bu okullarda tabiatla her gün ve her fırsatta temas edilmekte, onun sırları iyice öğrenilmekte, tabiatı yenebilmek için gereken teknik iktidar ne ise bu her vesileden istifade edilerek elde edilmeye çalışılmaktadır. (Yazarın kendi ifadesidir) Bu okullarda Türk cemiyetinin bugün yaşamakta olduğu hayat, gelecekte yaşamaya mecbur kalacağı hayatın şekilleri düşünülerek, talebe onu yenebilecek insan tipleri haline getirilmeye çalışılmaktadır.
Not: Hiçbir açıklama yapılmadan adeta konu değişmektedir.
Bu karakterdeki köy Enstitüleri 15-20 bölgede tesis edilerek aynı gaye için işletilebildikleri gün Türkiye’de ilk öğretim meselesi, köy meselesi ile birlikte rasyonel bir şekilde halledilmiş sayılabilir. Kanaatimizce Türk köyünün canlandırılması diğer birçok işlerle birlikte bir de bu işin başarılmasına bağlıdır.
Bu müessese yukarıda saptanan prensiplere uyarak faaliyetlerini normal bir şekle getirir ve mahsul vermeye başlarsa, köyün bünyesine uygun işler başarılarak memleket zenginleşecek, güzelleşecek, kuvvetlenecek ve hakikî rengini bulacaktır.
Öğretim işinin iki mühim cephesi vardır. Bunlardan biri okuma-yazmaya ve tedrisata taalluk eden teknik, diğeri de kültürel cephesidir. Bilgi ile alâkadar kısmın temini nispeten kolaydır. Fakat fertleri modern manalı bir kültürle teçhiz emek, onları yaşamaya mecbur kalacakları muasır hayatın içinde normal bir şekilde hareket edebilecek hale getirmek, rasyonel hareket etmekle, yeni formasyon müesseselerini kurmakla mümkün olabilir. Bu itibarla medreseleşmeye başlamış terbiye müesseselerinin yerine yeni müesseseler ikame etmemiz bir zaruret haline gelmeye başlamıştır.
Köy realiteleri ve ihtiyaçları karşısında bunu yapmaya mecburuz. Başka memleketlerde bu bakımlardan pek çok şeyler yapılmıştır. Bu tarz çalışmalar o memleketleri çok kuvvetlendirmiştir. Bu kuvvetlenme bazı milletleri, zayıf ve kendini korumaktan aciz milletler üzerine saldıracak hale getirmiştir. Gelecek nesillerin maruz kalacakları bütün ihtimalleri düşünerek terbiye işlerimize istikametler çizmek, şekiller vermek ve bunların icabettirecekleri fedakârlıkları göze almak mecburiyetindeyiz. Büyük tarihi mesuliyetlerle karşı karşıya geldiğimizi idrak ederek iş görme devrinde olduğumuzu unutmayalım.
Şimdi köy terbiyesi alanında yabancı memleketlerde yapılmış ve yapılmakta olan işleri de kısaca özden geçirerek mevzuu aydınlatmaya ve onu daha geniş ufukların içinde incelemeye, insan isterse ve iradesiyle kalbini birleştirerek çalışırsa neleri başarmaya muktedir olabileceğini, realize edilmiş, misallerle görmeye devam edelim. Bu suretle köy meselesi gibi bir ana meselenin ne suretle halledileceğini anlatmaya çalışalım. Böylece köylerimizde geceyi gündüze katarak ve birçok fedakârlıkları göze alarak çalışanlara bu suretle olsun yardım etmiş olalım.
Görüleceği üzere burada, Köy Enstitüleri’ndeki uygulamalara uymayan görüşler vardır. Bunlardan birincisi, Enstitülerin ilk üç sınıfında tıpkı orta okullar gibi liselere hazırlıktan söz edilmektedir. Köy Öğretmen Okulu döneminde buna uyulmuş, ilk üç yıl ortaokul kitapları okutularak sınıf geçilmiştir. Köy Enstitüsü adı aldıktan sonra bu yöntem kaldırılmış, ortada bir müfredat programı bile olmadan kitapsız, öğretmensiz, genellikle atölye çalışmasında değil doğrudan kaba inşaat çalışmalarıyla sınıf atlanmıştır. Yukardaki yazıda belirtilen titizlik, Köy Enstitüsü dönüşümünde göz ardı edilmiş, 17 Nisan 1940 tarihli yasa ile kurulan Köy Enstitüleri, ancak (yukarıda adları sayılanlar dışındakiler) eylül, hatta ekim aylarından derse başlayabilmiş, Nisan 1941 tarihinde de 3. sınıf olmuşlardı. 18 Nisan 1941 tarihinde Kepirtepe Köy Enstitüsü Hasanoğlan Köyü’ne göçünce ben, (tüm sınıf arkadaşlarım) 1938 Kasım ayında başladığım okulun, 4. sınıfına ancak geçmiştim. Buna karşın, Hasanoğlan’a gelen, Beşikdüzü, Arifiye, Haruniye, Akçadağ, Cilavuz, Aksu, Pazarören, Savaştepe ekipleri hep 3. sınıftı. Ancak inşaat işlerinde toprak kazdılar, taş taşıdılar. Duvarların köşelerini değil aralarını doldurdular. Kızılçullu, Çifteler, Kepirtepe ekipleri onlara kılavuzluk etti. Buna karşın yöneticiler, bir İMECE söylemi havasında her ekibin bina yaptığı masalını yaydılar. Oysa gerçek programda ilk yıl, her öğrenci tüm sanat atölyelerinde çalışacak 2. yıl Duvarcılık, Marangozluk ya da Demircilik bölümlerine ayrılacaktı. “Ne sihirdir ne keramet!” söylemi içinde yöneticiler kendileri koyduğu kuralları görmezden gelip öğrencileri de şaşırttılar. Gerçekte bir yıllık öğrenciler Hasanoğlan’da kaldıkları (gel-git dahil) 20 gün içinde bina yaptık inancına saplandılar. Nitekim birkaç yıl sonra Yüksek Bölüme gelen o günün ekiplerindeki bazı arkadaşlar kendi Enstitülerinin adı yazılı binaları göstererek:
-Bunu biz yapmıştık! diyebilmiştir. Oysa o duvarlara Enstitü adlarını temel kazmalar da, az da olsa temel üstü duvarlara emekleri geçti anısı için o levhaları Kepirtepeliler, binaları tamamladıktan sonra takmıştı. Gerçekte Hasanoğlan’a gelen ekiplerin hiç birisi, 1941 yazında ekip olarak geldiğinde bina çatısı görmeden yerlerine dönmüştü. Çatılar ancak eylül, ekim, kasım 1941 aylarında Kepirtepeliler tarafından çatılmıştı. Öncelikle 1941 yılında Hasanoğlan’a gelen ekiplerin başında bir ikisi dışında gerçek sanat öğretmeni bile yoktu. Çoğu Köy Enstitülerine atanmış ilkokul öğretmenleriydi.
Sözümü bitirmeden Süleyman Alkan:
-Biz senden önceydik ama nedense bu Köy Öğretmen Okulları üstünde pek durmadık. Sen bu konuda çok bilgilisin, o okulları açan Eski Bakan geldiğinde ona ne söyledn ki piyano hediye etti?
Önce anlamadım, az duraladım. Birden kendimi toparladım:
-Ben eski bakanla değil Saffet Arıkan’la konuştum. Önce o bana bir soru sordu:
-Sen bir köylü çocuğusun, bak ne güzel piyano çalıyorsun. Bu bir merak, bir ilgi meselesi, bu piyano ilgisi nereden kaynaklandı? deyince ben de sayenizde, siz Köy Öğretmen Okulları’nı açmasaydınız, ben şimdi köyde olacaktım dedim.
Abdullah Ön:
-Senin bu konuşmandan, Köy Öğretmen Okullarını daha üstün gördüğün anlamı çıkmaz mı?
Durum anlaşılmıştı:
-Bu konudaki fikrimi orada anlatamazdım ama gerçeğini istiyorsanız size söyleyebilirim. 3803 sayılı yasa çıkınca benim çok zararıma olduğunu anlamıştım. İlk düşüncem okuldan ayrılmaktı. Ancak hemen o sıra askerlik tecilim öğrenci olarak yapılmıştı. Ayrılınca askere alınacaktım. Zaten yaşım geçmişti, asker olunca üç yıl daha gecikecekti. Bunu göze alamadım. Ancak 30 kişilik sınıfımızda özellikle ortaokullardan gelenler ayrılmaya kalkıştılar. Fikret Madaralı Öğretmenin inandırıcı konuşmaları arkadaşları yatıştırdı. Yine de okuldan birkaç arkadaş ayrılmıştı.
Süleyman Adıyaman:
-Ayrılsanız ne olurdu, başka okula gidip başarılı olamazdınız.
-Yaş durumum olmasaydı kesinlikle ayrılacaktım, başka okulda da başarılı olacağıma inancım vardı. Tüm derslerimden hep tam numara alıyordum. Diploma derecemi sordu. “Pekiyi!” deyince güldüler.
Tam o sıra “Neredesiniz? Sizi arıyorum!” diyerek Hüseyin Atmaca geldi. Benim diplomamdan söz edildiği söylenince Atmaca:
-Ondan kolay bir şey yok, diplomalarımız dosyalarda, dosyalar da benim elimde, alıp bakarız.
Benim susacağımı sandılar. Diplomamın pekiyi olduğunu ben daha okuldayken öğrenmiştim. Eğitimbaşı Kemal Üstün beni kutlamıştı. Kültür derslerinde benim gibi tam numara alan Sami Akıncı, tarım, sanat ve müzik derslerinden not düşürünce pekiyiyi kaçırmıştı. O zamana dek herkes Sami Akıncı’yı önde biliyordu. Çünkü Sami Akıncı ortaokulda okumuş, çalışkan ancak sanat ve tarım derslerinden kıvıran bir arkadaştı. Hele müzik çalışmalarında yok gibiydi. Son yıl müzik derslerine giren Asım Kaveller öğretmen Sami’ye hep ters bakmıştı. Arkadaşlar, sahiden ilgi duydular, Atmaca’dan rica ettiler. Atmaca söz verdi.
İlkokul Diplomam (Hamitabat İlkokulu)
Diplomalarımı getirdi. Ancak Köy Enstitüsü diplomasından çok ilkokul diplomam ilgi uyandırdı. Soyadı yasasından önce olduğu için bir süre tartışıldı. Nasıl olur? Ne nasıl olur? Diplomada imzası bulunan Ahmet Korkut öğretmeni tanıttım; son Edirne gezimizde bizi Millî Eğitim müdürü adına karşılayan, Erzurum/ Pulur Köy Enstitüsü’nü kuran, sonra da soru sual edilmeden, küstürülerek, geri çekilenlerden biri olduğunu, buna inandığım için, Köy Enstitüleri’nden uzaklaştırılanlara haksızlık yapıldığı inancına saplandığımı anlattıktan sonra çalışmalarıma geçerek açıklamalar yaptım. Bir suskunluk olunca, duraksadım.
Köy Enstitüsü diplomam
Sanırım, sözlerimden kuşku duyanlar oldu. Hüseyin Çakar söze karıştı:
-Arkadaş, inanılmaz derecede eline aldığını başarmak için çalışmaktadır. Burada da diplomalara derece yazılırsa (Köy Enstitülerinden sonraları gerece kaldırılmıştı) kesinlikle buradan da “pekiyi” derece alır. Hüseyin Çakar’a teşekkür ettim.
Yatınca bir süre düşündüm:
-Bu Eski Bakan, Yeni Bakan sözleri nereden çıktı? Yoksa bu bakanlar dargın da, onların çevresinde gruplar mı oluşmuş?Ya da Emin Soysal, bu eski bakanı tuttuğu için mi görevden alındı? Yüreğim cızladı. Öyleyse Nejat İdil de böyle bir oyunla uzaklaştırıldı. İlk günden başlayarak günümüze dek bütün olayları zihnimden geçirdim.
Okula girdiğm dünden başlayarak günlük not tutmuştum ama o zaman içinde bulunduğum topluluğun daha doğrusu yakın arkadaşların davranışları ilgimi çektiğinden onlar üzerinde durmuştum. Oysa onların üstünde bir başka gerçek varmış; okul, okul yönetimi, okul öncesi, orada kaldığımız süreç, öğretmenler, okulun bizden önceki durumu beni hiç ilgilendirmemişti. Giderek anladım ki, daha sonra ard arda gelişen olaylar, bizden önceki olaylardan kaynaklanmaktadır. Bunlar, yönetim mekanizması içinde geçtiğinden, bize taşan taraflarının ayırdında olamamıştım. Ancak, yönetimin kendi içindeki çekişmelerin esintileri sonra sonra önümüze çıktı. Bunları uç uca ekleyip bir değerlendirme yapabilirim. Gene de tam olarak tüm giz örtüsünü kaldıracağımı söyleyemem. Ancak, bu konuda hiç değilse başka araştırmacılara esin kazandıracak bazı ip uçlarını verebilirim! Bunun, susmaktan daha yararlı olacağına inanarak gözlerimi kapadım.
29 Eylül 1945 Cumartesi
Uyanınca, akşamki düşüncelerimi bir daha anımsadım. Arkadaşlar gelmeye başlayacak. Onlar geledursun ben, tasarladıklarımı yazabilirim. Enver Ötnü uyardı:
-Enişte kalk, herkes Ankara’ya gidiyor, bugün “Pilav günü”ymüş deyip kahkahayı attı. Takılma olduğu belliydi ama beni uyarmaya yetti. Mandolin çalışmam yok, gidebilirim. Salcı Dede’nin Yaşar Nabi’den ricası vardı onu iletirim. Çoktandır sinemaya gitmedim, Sabri’ye uğrar traş olurum! deyip hazırlandım. Ayaküstü kahvaltı edip durağa indim. Durak sahiden oldukça kalabalıktı. Nebahat’ı görünce biraz buruklaştım. Arkadaşları ile olduğundan fazla da önemsemedim:
-Topluca karar verip gitmiş olurlar. Trene binince Nebahat geldi:
-Biz Ankara’da inince dağılacağız. Saat beşte (17:00) Rahmiye’nin yengesine gideceğiz, o zamana dek yalnız kalabilirim! deyince inanasım gelmedi. Birden duraksadım, bunun rüyasını görmüş müydüm yoksa! diye düşündüm. Gene de ağırdan alarak trenden inene dek düşündüm:
-Hemen sokulayım mı? Yoksa arkadaşlarından ayrılışını bekleyeyim mi? Beklemeye karar verdim. En iyisi bir bahane, Konservartuvar’a uğrayacağım! Az sonra:
-Konservatuvarda az işim var, sonra serbestim, sinemaya gidecek varsa katılabilirim! dedim. Nebahat heman karşıladı:
-Bizim de bir birbuçuk saatlik bir işimiz var, Çaybahçesi’nde buluşabiliriz! dedikten sonra “Olur mu?” diye yanındakilere sordu. Cebeci’de indim. Konservatuvar önünden Ulus’a yürüdüm. Hep gezmek isterdim, Hal’e sapıp, insanların alış-veriş edişlerine baktım. Kimisi kavga ederce satıcılara çatıyor, kimisi, sanki parasız istiyormuş gibi lütfenli konuşuyor. Öteden beri duyduğum bir sözü anımsadım:
-Damlaya damlaya göl olur! Hal’de sayısız küfeler dolusu zeytin, peynir. Başka yiyecekler de var ama nedense bunlar ilgimi çekti. Bunlar satılıyor ki, getirip böyle yığmışlar. Alıcılarsa kese kâğıtlarıyla alıp gidiyor. Yığınlarla kavun, karpuz, birer ikişer alınıp gidiliyor. Kentlerle köylerin büyük farkı; köyde birkaç kiloluk bir yiyecek günlerce bekleyebilir. Burada tonlarcası gidiyor! diyerek Hal’den çıktım. Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’u düşündüm; evi buraya yakın, acaba o da gelip böyle paketle yiyecek alıyor mu? Evinde kaldım ama, geceydi, belki gündüz çalışanı vardır, bu işleri ona yaptırırlar! Hiç aklıma gelmeyen şeyler düşündüm. Yoksa evlenince ben de bunları yapacak mıyım? Hasanoğlan’daki evli öğretmenler ne yapıyor? Besbelli onlar da gelip buralardan daha büyük paketler doldurup gidiyorlar. Bunları düşünerek Kızılırmak Kıraathanesi’ne uğradım, tanıdık kimse çıkmadı. Karşıya geçip Sabri’ye uğradım. Sabri hemen Halil Dere’yi sordu. Halil Dere ile benden daha iyi anlaşıyor. Hemen:
-Traş olmuş gelirse, bir daha uğramamak üzere sakar ederim onu! dedi. Ne yapacağını sordum. “Orasını burasını fazla alırım, günlerce düzelmesini bekler!” deyip kahkaha attı. Sonra da bana sordu:
-Yapar mıyım bunu? İnsanlık öldü mü? dedi. Traş ettiğine açıkladı:
-Arkadaşı çok sevdim, çok şaka kaldırıyor, büyüklük nedir bilmiyor. Bunları söylediğimi duysa gülmekten kırılır, sonra da sorar:
-Sahi, doğru söyle, bu dediklerini yapar mısın? İşte o, öyle bir arkadaş, görsen sen de seveceksin! Traştan kalkanı tanıttı, çocukluk arkadaşıymış, askerlikten yeni dönmüş. Sabri’den çıkınca Aile Çay Bahçesini bir kolaçan ettim. Beklediklerim yok, paydos olmadan Millî Eğitim Bakanlığı, Tercüme Bürosu’na gittim. Yaşar Nabi, orada olduğunu söylemişti. Kolay buldum, ancak çıkmak üzereymiş, birlikte yürüdük. Vahit Dede’nin ricasını söyledim. Gülümsedi:
-Duyduğuma göre çok içmeye başlamış o, doğru mu? diye sordu. Ben, iyi gördüğümü söyleyince:
-Demek ki tevatürmüş! dedi. İstenen dergileri ancak haftaya alabileceğimi söyledi. Teşekkür edip ayrıldım. P. T. T önünde Nebahat’larla karşılaştım. Bedia öğretmenle ikisi kalmıştı. Beni görünce Nebahat Bedia Öğretmeni çekiştirdi:
-Teyzeme uğramam gerekli, benimle gelmiyor, yalnız da gitmek istemiyorum. Çok kalmayacağım, benimle gelir misin? Önce konuştukları besbelli; Bedia Öğretmen:
-Tabii gider, seni yalnız bırakmaz! deyip güldü. Sahiden, Bedia Öğretmen, buluşma yerini tekrarlayıp gitti. Saate bakıp, istasyona yöneldik. İçimden bunun bir numara olabileceğini düşündüğümden, istasyona yönelince ayaklarım neredeyse yürümeyi keser gibi oldu. “İstemiyorsan dönelim!” denmesini bekler gibiydim. Tersi oldu:
-Azıcık acele edelim! deyince toparlandım. Nebahat’ın konuşmasını bekledim. Sahiden ilk banliyoya yetiştik. Oturmadan durakta indik. Nebahat’ın sessiz durmasından, bir plân kurduğunu anlamıştım:
-Evde kimse yok, bile bile gidiyoruz! İki ikiye böylesi bir arada kalmak istemiyorum; bunu nasıl söylerim? diye düşünürken Nebahat:
-Sen azıcık bekleyeceksin, enişte gelmiş, ben onun için gelmek istedim. Yalnız geldiğimi bilsinler! deyince bu kez bozuldum, kendi içimden utandım; sanırım yanlış düşünüyorum, kuruntularımın etkisindeyim. Geri döner gibi yapıp:
-Buralarda olurum! diyebildim. Yalnız kalınca gerçekten yalnız olduğumu derinliğine duyumsadım. Başkalarından duyduğum uydurma hikâyelerin ya da filmlerdeki yapay numaraların etkisinde kaldığımı anladım. Gerçekten az sonra Nebahat geldi, eniştesi rahatsızmış, o nedenle gelmişmiş. Ekim sonunda eski görevine dönüyormuş. Suskunluğumu gören Nebahat sordu:
-Ne o, geldiğine pişman mı oldun? Tavır değiştirerek bir yalan kıvırdım:
-Okulun Hasanoğlan yerine buralarda bir yerde olmasını düşündüğümü söyledim. Nebahat gülümseyerek:
-Ne iyi olurdu, seni böyle zamansız buralara taşımazdım! deyince havam birden değişti:
-O zaman da ben seni alıp Hasanoğlan’a götürürdüm! deyince Nebahat sordu:
-Başka gidecek yer mi yok? Kendi ağzıyla tutulmuştu, ben hemen; “Var, var ama sen oralara gerçekten hazır mısın? Konya/İvriz’e atanan bir arkadaş geldi, pek güzel şeyler anlatmıyor. Oysa kendisi de doğma büyüme Konya köylerinden.” Nebahat gergin bir sesle:
-Bunları şimdi neden konuşuyoruz?
-Ne zaman konuşmamızı istiyorsun?
-Önce okulunu bitir, askerliğini atlat; ondan sonra! Yüzüne baktım, gülümsüyordu; sevindim. Banliyodan inince sinemaya gitmeye karar verdik. Sümer Sineması’nda Hitler’in Ölümü filmi vardı.
Nebahat, sözümü kesti:
-Aman aman kim olursa olsun öyle ölüm filmleri istemiyorum. İçimden ben de sevindim, oraya kadar yürüyüp sonra gene buraya geleceğiz! İçimden bunu geçirdim. Yakınımızdaki Yeni Sinema’yı aklımdan geçirdim. Berber Sabri’nin yan tarafında reklamlar vardı ama dikkatli bakmamıştım, “Ne çıkarsa bahtımıza!” deyip öneride bulundum:
-Eğer ölümlü değilse Yeni sinema’ya girelim mi? Nebahat gülümsedi, başıyla “Evet!” işareti verdi. Böylece Yeni Sinemaya yöneldik. Yeni Sinema’da oynayan film yıldızlarının filmlerini gördüm, yüzlerini tanıyorum ama, film adlarını anımsayamadım. Bildiğimi sandığım durumlarda ilgi kurup bir iki söz söyleyemezsem nedense huzursuz oluyorum. Biliyorum saçma ama gel gör ki, benim de huyum ya da uyumsuzluğum böyle. Filmlerini gördüm diyorum ama o da doğru olmayabilir, benim bir de dergi karıştırma huyum var. Yıldız Dergisindeki filmleri, yıldızları oradan tanıyorum. İki yıldızın da gözümün önüne gelişi belki de bundan. Robert Young’un filmini anımsadım, sevindim ama anlatacak zaman kalmamıştı, sinemaya yaklaştık. Yeni Sinema’nın girişi oldukça karanlık. Sinema kapısı açılınca içerinin karanlığı ile karşılaşmak insana bir ürperti veriyor. Nebahat’ı merak ettim, karanlığa girerken o ne düşünüyor acaba? Çocukluğumu anımsadım, ablalarım konuşurken hep geceleri dışarı çıkamamaktan, karanlıkta görülmeyen bir şeyler olacağından söz ederlerdi. Onlar öyle konuşurken erkek olmanın mutluluğunu duyardım. Çünkü ben karanlıkta kahveye gider, uykum gelince de eve dönerdim. Gerçi benim de içimden, sanki arkamdan biri tutacakmış gibi ürpertiler geçerdi ama gene de gidip geliyordum.
Bunları, yeniymiş gibi anımsayarak, boş bulduğumuz bir yere oturduk.
Film başlamış. Jeanette Mac Donald’la Robert Young’ı görünce onların, daha önce gördüğüm filmleri de anımsadım. Buna da sevindim, bunların çok sevimsiz olacak
Jeanette Mac Donald Robert Young
bir filmde oynamayacağını düşünerek oturdum. Bir yandan bunları düşünüyorum. Nebahat, oldukça titiz, az film görmüş ama sanırım iyi seçilen filmler görmüş, gördüklerini doğru olarak anlatabiliyor.
Afişin birisinde Türkçe yazılı olduğu için Türkçe olduğunu sanarak girmiştik. Oysa film İngilizceymiş. Yarısında girdiğimiz için oldukça tut-kaçlı bir durumla karşılaştık. Ortalıkta Kahire falan yok, gemiler gelip gidiyor. Amerikalıların her zamanki kendi havalarında kaç-göçleri gibi…. Ben, konuşmaları anlamasam da olayları severek izliyorum. Hele alt yazılara hiç bakmıyorum. İnsanların temiz giyinişi, karşılıklı ilişkileri, özellikle bayanların baylarla eşdeğerde davranışları hoşuma gidiyor. Nedense Nebahat sıkıldı, perde açılınca filmin başını görmeden çıktık. Filmdeki yıldızın, ünlü film şarkıcısı Nelson Heddi ile bir filmini anımsadım, onu anlattım. Nebahat, arkadaşlarıyla Aile Bahçesi’nde buluşacaktı, biraz da onun için çıkmak istediğini, film oynarsa bir başka zaman gene gidebileceğimizi söyledi. Aile Çay Bahçesi’ne gittik. Az sonra Fatma Öğretmen geldi. Bir hediye olayı varmış onu konuştular. Onlar konuşurken bahçeye girip çıkanları gözetliyordum, birden hemşerim Kadir Pekgöz kapıdan girdi, bakındı, birini arar gibi bir hali vardı. Öteki arkadaşların da gelmiş olacağını düşünerek, izin alıp kapıya koştum. Kadir de bahçeye birileri var mı gibilerde bakmış, göremeyince dönmüş ama başka yere gitmeyi göze alamamış, gene geri dönmüş. Ayaküstü konuştuk, yalnız gelmiş. Bu sıra Rahmiye, Bedia öğretmenler geldi, bayanlar, hediye almak üzere ayrıldılar. Hemşerimle oturup rahat rahat konuştuk. Bizim köye gitmiş, benim buraya döndüğümü geç öğrenmiş. Babaeski’de halası varmış, köye göre orada daha rahat ettiğinden günlerini orada daha rahat geçirmiş. Mehmet Aygün, Numan Beyazıt, Alpullu’lu Mehmet, (soyadını anımsayamadığı için tam olarak tanıtamadı, (Alpullu’lu deyince Mehmet Yüce olduğunu anımsadım) her gün buluşmuşlar. Mehmet Aygün’le Edirne’ye gitmişler. Halil Basutçu, Bekir Timuçin, Emrullah Öztürk, Hüsnü Yalçın hep buluşmuşlar. Edirne Bilgesi Osman Nuri Peremeci onlara bir olay anlatmış. Bizler öğrenci olarak Karaağaç/Edirne Trakya Köy Öğretmen Okuluna gitmiştik. 3 ay sonra Orgeneral Salih Omurtak bir gün gelip okulu gezmişti. Salih Omurtak’ın okulumuza gelişine çok sevinmiştik. Meğer o, bizi oradan çıkartmak için gelmişmiş. Bizim okulun açılışına çok sevinen Trakya Genel Valisi Gn. Kâzım Dirik bu olaya çok üzülmüş. Bir konuşmasında:
-Omurtak Paşa Selimiye Camisini işgal etseydi bu denli üzülmezdim, ben o okul için çok şeyler tasarlamış, çok umutlar bağlamıştım, kendimi telâfisi imkânsız bir başarısızlığa uğramış sayıyorum, çalışma şevkim yarı yarıya kırıldı! demişmiş.
Kadir, traş olmayı düşünüyormuş, Sabri’ye birlikte gittik. Orada da hemen hemen aynı konuları depreştirdik. Çıkınca Kızılırmak Kıraathanesini (arkadaş gelmiş olabilir düşüncesiyle) gözden geçirdikten sonra istasyona indik. Az sonra bayanlar geldi. Kadir Pekgöz’ü tanımadıklarından uzakta durdular. Biraz da öyle olmasını istediğimden ben de Kadir’le konuşmaları sürdürdüm. Durakta inince iyi akşamlar dileşerek ayrıldık. Kadir özlemle salona uğramak istedi. Kapıdan girince oldukça şaşkın, temiz duvarlara bakarak:
-Vay, vay, vay! dedikten sonra piyanoyu gördü. Oldukça şaşkın:
-Bu ne, yeni piyano alınmış! dedi. Ben de:
-Evet, bir piyanomuz daha oldu! deyip kestim. Yemekhaneye gittik. Başka gelenler olmuş, Ömer Çiftçi, Galip Gürler, Turan Yiğit, Naci Ön. Hep bir masaya oturduk. Hüseyin Atmaca, öğrenci Başkanlığını sürdürüyor, gelenlere “Hoş geldin!” dedi. Gelecekleri de böyle geçici olarak bu sıralara oturacaklarını, yatak takımlarını kendisi vereceğini söyleyip ayrıldı. Kadir dumadı, salonun badanasını, yeni piyanoyu söyleyince Ömer Çiftçi ile Naci Ön görmek isteyince birlikte salona indik. Çaresiz olayı anlattım. Naci havalara sıçradı, hep piyano çalışmayı istiyordu, iki piyano dört kişinin elindeydi. Şimdi o dört kişiden ikisi ayrılmış buna karşın bir piyano artmıştı. Naci’nin sevincini zedelememek için Yöneticinin kuralını söylemedim. Ancak hemen çalmak üzere oturunca kilitli olduğunu gördü, hemen sordu:
-Anahtarı kimde? Yöneticide, deyince azıcık bozuldu:
-Piyano anahtarı yöneticide olur muymuş!
Naci küçük bir örnek, Çifteler çıkışlı, şu Ahmet Emin Yalman’ın Aşık Veysel’in bağlama öğrettiği 1100 öğrenciden biri. Doğru dürüst mandolin çalamıyor, kemanı da bir adım ileri götüremedi, şimdi de piyano çalacak! Dilerim çalar da beni mahcup eder. Ancak bildiğim kadarıyla metot çalışmasını aklından bile geçirmiyor. Ömer Çiftçi de öğrenci, ne anahtar sordu ne de heveslendi. Bir ara Naci Ön’e ders verirce:
-Kemanı hallettim de piyano mu kaldı! Gittiğim yerde piyano mu olacak? Gördüğümüz Köy Enstitülerinin kaçında piyano vardı? diye sordu. Bu kez de parmak sayarak sıraladılar; bir Arifiye bir de Hasanoğlan! Konuşa konuşa yatakhaneye gittik. Öğretmenler taşınmış.
Yatınca karışık duygular içinde gözlerimi yumdum; gün, sabah nasıl başlamıştı, neler oldu, nasıl sonuçlandı. Nedense Nebahat üstünde durmadım.
30 Eylül 1945 Pazar
Kadir erken uyanmış, ben kıpırdanınca seslendi:
-Geç mi kalkıyorsun? Belirli bir zamanda kalkma alışkanlığımın bozulduğunu anlattım; kalkmaya yakın bir ses olursa kalkıyorum. Önemli değil, arkadaşlar gelince nasıl olsa bir ortalama zaman saptarız. Ömer erkenci, oyunları izlemiş; Sıtkı Şanoğlu öğretmen Ömer’i hemen bağlamış, sabahları gidecek! Ömer rahat:
-Ben zaten erken uyanıyorum; benim huyum böyle! İçimden ben de:
-Benim de huyum öyleydi ama değişe değişe öyle oldu ki, neredeyse huysuzluk durumuna düştüm.
Bizim yemek masaları gene karşı tarafa, öğretmenlerin uzak köşesine sıralanmış. Ayrı kapıdan oluşu güzel de benim hoşuma gitmedi, Nebahat’la karşılaşma, ancak onun nöbetlerinde olacak!
Sabah sabah Naci’nin gene anahtar arayacağını sanıyordum, oysa öğleye dek salona uğramadı. Yemekte yemekten sonra hemen salona geleceğini söyleyince kuralları anımsattım:
-İşbaşı kampanasına dek salonda çalışma var. Naci direndi:
-Çalışmaları izleyebilir miyim? Koşulları anlattım. Gene de direnince gelmesini söyledim. Naci, ağabeyi Abdullah Ön gibi değil, biraz atak davranışlı. Ancak, her istediğini yapamıyor. Sessizce çalışmayı izleyeceğini söylemesine karşın, öğrencinin birinin elinden mandolini alıp “Tininam!” çalmaya başladı. Öğrenci, kendi öğrendiği mızrap vuruşunu isteyince Naci:
-Biz öyle öğrenmedik! deyip geçiştirdi. Naci gerçekte o dediğini de öğrenmemişti. Çaldığı da mandolin çalmak değil, mekaniksel olarak mızrabı tellere vurmak. Bu tür çalınca önüne konan notayı çalmak olanaksız. Söz gelimi bir gün canın istese de Mozart’ın Türk Marşını mandolinle çalmaya kalksan o sesleri çıkaramazsın. Oysa mandolin çalmayı kendine özgü yöntemle öğrenen Türk Marşını da çalar, Schubert’in Moment Muzikalini, Boccherini Menuetini de. Çünkü mızrabı tutuş parmakların hareketi o titreşimleri yapacak ölçüde eğitilmiştir. Bir örnek verebilirim, klarnet denilen üflemeli çalgı, keman ya da viyolonsel hatta piyanonun seslerini çıkarırır. Ancak klarneti çalan ancak bu sesleri çıkartabilir. Orkestralarda çalan klarnetçiler, Mozart ya da Weber klarnet konçertolarını rahatlıkla çalarlar. Bizim alaturka klarnetçiler bu sesleri çıkartamaz. Çünkü parmakları klarnetin yapısına uygun çalışma yapmamıştır. Bu nedenle bizim alaturkacıların klarnetleriyle o konçertolar çalınamaz. Çünkü bizim açıkgöz alaturkacılar klarneti alır aşmaz ses düzenini bozar, bir tür zurnaya çevirir. böylece alaturka ses kaydırmalarını rahat yapar. Bir alaturkacının klarnetini alan bir orkestra üyesi konserde kullanamaz. İşte mandolin tellerinde de böylesi bir oyun vardır. Nota çalışmamış biri dilediği kadar şarkı, türkü çalsın konserlerde duyduğu melodileri alıp düzgün seslendiremez. Bu nedenle biz burada, sokakta çalınan kulaktan duyma halkın deyimiyle “Havaları” değil, tıpkı kemancıların yaptığı gibi gerçek mandolin tekniği çalışması yapıyoruz. Bu çalışmayı sürdüren öğrenciler isterse tıngır mıngır havalarını çalabiliyorlar.
Ben bunları söyleyince Naci sordu:
-Sen bunları nereden öğrendin?
-Ben bunları bir yerden öğrenmedim, Beethoven, Vivaldi, Mozart mandolin parçalarını çalmaya kalkınca eksik tarafımı öğrendim. Radyo Mandolin grubunun çaldığı parçaları izledim, grubun çalıştırıcısı İhsan Atakurt ile bağlantı kurdum. Bir mutlu olay da benim bu bağlantımı Genel Müdürümüz İsmail Hakkı Tonguç sağladı. Genel Müdür bir rastlantı iki kez geldiğinde mandolin çalışması yapıyordum. Birinde beni jipini gönderip bir akşam üstü aldırdı, gece konserine birlikte gittik. O gece evinde konuk etti. Bu uyarı bana yetti. Şimdilerde piyano çalışırken bile o parçanın mandolinle nasıl çalınacağını aklımdan geçiriyorum. Piyano çalışmama engel olmasın diye mandolini bırakmış gibi olmama karşın, elime mandolin alınca parça çalma yerine parmak çalışması yaparım. Dikkat etmişsindir, ben piyanoda oldukça zor parçalar çalmama karşın bir şarkı, türkü ya da marş çalmam. Oysa arkadaşlara bakıyorum piyanoya oturur oturmaz Menekşe Buldum Derede ya da Yenice Yolları’nı çalmaya kalkar. Bu alışkanlıklarını kemanlarda da sürdürüyorlar. Seybold Metodundaki parçaları, net seslerle çalmalarına karşın şarkı ya da türküleri çalamadıklarının ayırdındalar. Ne var ki bu farkın nereden kaynaklandıklarını düşünmüyorlar.
Naci, oldukça durgunlaştı, çekildiği köşede sessizce öğrencileri dinledi. Ben de biraz kasıtlı çok tekrarladığımız parçaları çaldırdım, tahtadaki tek, çift, üçlü, dörtlü dizileri tekrarlattım. Birli, ikili, üçlü, dörtlü, sekizli notalar üstünde mızrap vuruşları yaptırdım. Sonunda da Maman’ı tekrarladık. Öğrenciler gidince Naci, daha durgundu. Geldiği Köy Enstitüsünü anlattı:
-Orada bu çalışmaların yapılamayacağını, yöneticilerin her işlerine karıştığını anlattı. Naci’nin anlattıklarını bilir gibiydim. Çünkü burada da öyle bir durum var. Ancak burada Bölüm Başkanımız müzik çalışmaları için bir kalkan gibi, onun yardımıyla rahat çalıyoruz. Naci fazla kalmadı ayrıldı sanırım bir daha tebelleş olmayacaktır.
Öğrenciler gittikten sonra, geçmiş birkaç günün eksikliğini tamamlamak için uzun süre çalıştım. Az ara verince mandolini alıp söylediklerimin kaçını kendim yaptığımı ölçmeye çalıştım. Hidayet Gülen Öğretmeni düşündüm, 15 yıllık öğretmen, o yapıyor da ben neden yapmayayım! Piyanodaki titizliğimle parmak kullanmayı denedim. Tellere fazla bastiğimdan parmak uçlarımda karıncalanma başlayınca kendimi uyardım; “Mandoin telleri, piyano tuşları gibi düz değil, sert teller!” Tam o sıra hemşerim Kadir geldi. O da şaşkın şaşkın baktı:
-Ne o mandoline mi başladın? Hemşerime ne söyleyeyim, benim ilk günlerden beri mandolin çalıştığımı unutmuş. Akordiyondan önce elinde mandolin dolaşan beni silmiş belleğinden. Oysa ben onun, eline mandolin bile almadan bizim bölüme geçmiş olmasına hâlâ şaşıyorum. Başarılı olduğuna inanmamakla birlikte umutsuz da değilim oldukça çalışıyor. Hemşerim plâkları özlemiş, Bach, Air’li suit’i, arkasından Weber Dansa Davet’i dinledik. Öztekin Öğretmen geldi, Kadir’le konuştu, sorular sordu. Gülerek:
-Keman da tatil yaptı değil mi? diye sordu. Kadir, çaresiz, çalışamadığını söyledi. Öğretmen:
-Üzülme olacak böyle ara vermeler, önemli olan bunun bilincinde olup ilk fırsatta kaybedilenin yerine gelmesini sağlamak! diyerek kapalı bir uyarıda bulundu. Öğretmen ayrılınca Kadir kemana sarıldı. Duymazdan geldim ama keman gacır gucur, yağsız kalmış araba tekerleri gibi ses çıkarıyordu. Sanırım öğretmenin kapalı uyarısını anlamış olacak hemşerim benimle birlikte durmadan çalıştı. Bir bakıma sevindim, ne de olsa hemşeriyiz, onun başarılı olmasını istiyorum. Yemeğe giderken, düşüncemi okumuş gibi:
-Abi, sen beni bazan böyle sıkıştır, yanında kalıp çalışayım; öteki arkadaşlarla çalışmıyorum! Söz verdim. Tren tam yemek zamanı geliyor, biz otururken bir grup geldi. Aralarında bizim Kepirli Doğan Güney de vardı. Bayram Bayrak, Abdülkadir Ariç, Kamil Yıldırım, Nihat Şengül, İbrahim Şen geldi. Yemekten sonra herkes yatak, çarşaf derdine düştü, pek konuşulmadı. Neredeydin, nasıl geçti, neler yaptın? soruları arasında yataklara serildik.
1 Ekim 1945 Pazartesi
Sözde bugün okul açılacak, dersler başlayacaktı. Bizim sınıfın ¾’ü gelmemişti. Zaten kimse ilgilenmemişti, öğretmen falan olmadığı gibi, Eğitimbaşı Hürrem Arman da görünürlerde yoktu. Hüseyin Atmaca’ya takılanlar oldu:
- Sayın Eğitimbaşımız, derslere girecek miyiz? Hüseyin Atmaca:
-Sizi takip ettim, gittiğiniz yerlerde çok çalıştınız, birkaç gün dinlenmeniz için dersleri ertelettim!
Bizim bölümden gelenler piyanoyu görünce oldukça gösteri yaptılar. İlk görüşte piyanoyu okul yönetimi aldı sanıldı. Piyano alındığına göre alt kat çalışma odaları yapılacak duygusu uyandı. Ben söylemeden yarım yarım olayı duyan olmuş sorulunca gerçeği anlattım. Her arkadaş elinde olmayarak piyanonun kapağını yokladı. Durumu anlatınca büyük bir suskunluk oldu. Giderek, benim erken dönüşüm sorgulanmaya başlandı. Çalışmalarımı anlattım, çalışmalarımın bizim derslerimiz başlayana dek süreceğini söyleyince yüzlerde değişmeler oldu. Bunu benim için bir onur olayı sayanlar oldu. Hele piyano anahtarının birinin bende oluşu duyulunca bakışlar değişti. Tavırların değişmesine aldırmadım, tüm arkadaşlar gelince bölüm başkanıın yapacağı açıklamayı beklemeye karar verdim. Mandolin çalışmaları dışında piyanoyu açmamaya karar verdim.
Kayseri yönünden gelen trenden büyük bir grup indi. Öğle yemeğinde bize ayrılan masaların yarısı dolmuştu. Kızlardan Halise Sarıkaya da gelenler arasındaydı. Bu kez, piyano için konuşmamaya özen gösterdim. Yönetici odasındaki piyanoda, eskiden olduğu gibi çalıştım. Bilenler de bilmeyenler de piyano hikâyesini anlatmaya başladı. Öteki bölümlerden de gelenler oldu. Piyanonun hediye edildiği söyleniyordu ama hediye eden Saffet Arıkan değil eski bakandı. Bir eski bakan yeni bakan söylemi sürdü gitti. Değişik yerlerden gelenlerin de söyleyecekleri vardı, onlar da ortaya çıkmaya başladı. Genellikle bizim Trakya’da pek karşılaşmadığımız halk tepkileriydi. Özellikle yeni okul binası yapılan yörelerde olan tatsız olaylar öne çıkmıştı. Bunları özellikle duymamaya, duyduğum zaman da söze karışıp taraf olmamaya dikkat ettim. Karşımdaki, kendi karşılaştığını anlattıktan sonra bana da soruyordu. Benim bölgemin, bu işleri 10, 15 yıl önce yaşadığını anlatıp geçiştirmeye çalıştım. Vali Faik Üstün’ün gerçekten üstün derecede çalışması, Kırklareli’de; şimdilerde tüm Türkiye’yi kaplayan yüksek tempolu çalışmayı yaptığını, tek okul değil, köy yollarını, köprülerini, köylerde toplu, evlerde özel tuvaletlere dek, evlerin içlerinin, dışlarının beyaz renk sıvandığını anlattım. Vali Faik Üstün’ün bizim köye de sık sık geldiğini, kimi gelişinde oğlu Emin’i de getirdiğini Emin’le* mızıka çalma yarışı yaptığımı anlattım.
(*) Emin çalışkan biriydi, uzaktan uzağa onu hep izledim. Bir Dil Kurultayı’nda karşılaştığımda Prof. olarak görmüştüm. Sanki o bildiğim çocuktu. Yazık ki, onu genç yaşında kaybettik!
Arkadaşların gelişi sevindirici oldu ama kendi kendime kalamadığım için günlük yaşantımı da derleyip toparlayamadım. Doğan Güney’le bile iki ikiye konuşmadım. Gittiği yerde yararlı çalışmalar yapacağını biliyorum ama, çalışmalar yek yanlı olmuyor; her an bir engelle de karşılaşabilir. Böyle bir şey anlatırsa sınıf arkadaşı Nezir Üşenmez hakkında yazılmış yazıyı okuyacaktım. İnsanlar tüm zorluklara karşın başarılı olabiliyorlar. Nezir Üşenmez’den böylesi bir başarı bekler miydin? diyecektim. Bir başka güne kaldı, Doğan geç vakte dek gelmedi. Belki de banyo için gitmiş, oralarda, başka arkadaş gruplarına takılıp kalmıştır! deyip uyudum.
2 Ekim 1945 Salı
Gece gelmiş olanlar var, yüksek sesle konuşuyorlar. Akşamki konuşmaların benzerleri olduğundan gözlerimi açmadan, akşamın devamı sandım. Besbelli uyur uyumaz tekrar uyandım, sanısına kapıldım!. Gözlerimi açınca anladım ki sabah olmuş. Doğan geldi:
-Oyunlara gitmiyor musun? Oyunların başında yeni öğretmenler var! deyince Doğan anladı:
-Sahi, bak ben onu hiç düşünmemiştim! dedi. Birlikte kahvaltıya gittik. Arka masada gene Çiftelerliler grubu. Masa tamamlanmış, gece gelmişler. Azmi Erdoğan duramadı:
-Eski Bakanı kandırmışsın!
-Ne o, kızında gözün mü vardı yoksa?
-Kızı yok ki, adam doğma büyüme bekâr!
-İnsanların sicillerini mi tutuyorsun?
-Sadece bizi yönetenlerin!
-Yeninin kızı konservatuvar’da! “Sus!” uyarısı yapıldı. Müdür Rauf İnan, masalar arasında dolaşıyor; besbelli gözleriyle yoklama yapıyor. O uzaklaşınca bir müfettişlik sözü ortaya atıldı. Kamil Yıldırım Denizli’de müfettiş olarak karşılanmış. (Oyundaki rolü gereği) Görmedik Denizlililer! diyen oldu. Denizlili olarak Konservatuvar’dan tanıdığımız Tekin Akmansoy’u anımsattım, onu yetişiren Denizli için görmedik denir mi?
Topluca kendi salonumuza gittik. Biliyoruz ders yok ama Bölüm Başkanı damlayacaktır! Öyle de oldu, az sonra geldi, gözleriyle yoklama yaptı, adları sıraladı, Mehmet, Abdullah, Halil, gene Halil deyince duraladım:
-Bu ikinci Halil de kim? Açıklandı, evvelki yıl hastalığı nedeniyle okuldan ayrılan Halil Koçyiğit devam edecekmiş. Bu arada öğrendik Mehmet arkadaşımız ise vefat etmiş. Bir sessizlik oldu. Ne yapmamız, ne dememiz gerekir? Bölüm Başkanımız:
-Başımız sağ olsun! dedi, konuşmasını sürdürdü. Piyanoyu göstererek, olayı kısaca anlattı. Arkasından kullanma koşullarını ekledi. Saffet Arıkan başarılı bir Kültür Bakanı (o zaman bakanlığın adı Kültür Bakanlığıydı) Atatürk’ün silah arkadaşlarından biriydi, diyerek sözü sürdürdü. Piyanoyu, kendisine Berlin Büyükelçisi olduğu günlerde, Alman Führeri iyi dostluk adı altında hediye etmiş, o da bize devretti, dedi. Arkasından da:
-Böylesi bir manevi değeri olan piyanoyu haşin kullanamayız. Çok önemli zamanlarda, salonda yapacağımız derslerde kullanacağımızı söyledi. Gülümseyerek bana baktıktan sonra:
-Yiğidin hakkeını yiğide vermeli! diye bir söz vardır, bu piyanoyu bize İbrahim kazandırdı, hem ondan hem de son sınıfta tek piyano çalan olduğundan anahtarın birini ona verdim ara ara çalar, sizler de dinlersiniz. Armoni, şan derslerinde öğretmenler gözetiminde kullanılacak! deyip kesti. Yeni piyano, keman öğretmenleri atandığını, önümüzdeki hafta geleceklerini de sözlerine ekledi. Arkasından da alışıla gelen el şaplatmasını yapıp keman çalışmalarına başlandı. Ben de notalarımı alıp yönetim binasındaki piyanoya gittim. Bella piyanodaydı. Çok sevinçli, iki kız gelmiş, kızlar tam istediği gibiymiş. Ben de:
-Kepirtepe’den geleceği görmeden hüküm verme, onu gördükten sonra fikrin değişecektir! dedim. Sevincinden neredeyse boynuma sarılacaktı. Eski öğrencilerden de gelenler olmuş, Pakize, Fatma, Nafize, Halise, Hatun… Bella ayrılınca surdinli olarak uzun süre çalıştım.
Yemekte yakınmalar başladı:
-Eller hamlaşmış! Yakıştırmalar da başladı, eller değil kafalar hamlaşmış, yok kalınlaşmış! v.b.
Söz döndü dolaştı gene Eski Bakan Saffet Arıkan’a geldi. Onun bakanlığını nereden bildiğim soruldu. Anımsadığım kadarını anlattım. İlkokul 4. sınıfta birlikte okuduğum arkadaşlardan birinin babası, o zamanki deyimiyle mebus oldu. Zühtü Akın, Kırklareli Mebusu. Olağanüstü bir olaydı bu bizim köylerde:
-Hamitabatlı değirmenci Zühtü Bey mebus olmuş. Zühtü Bey gerçekte eski dönemlerden beri çevresinde ün yapmış bir aileden geliyordu. Ağabeyi, o mebus olduğu sıralarda tüm generaldi. Şimdilerde Jandarma Genel Komutanı, rüdbesi de korgeneral. Değirmenci demeleri ise tümden yanlış, köylülerin işi basitleştirmesi olayıdır. Zühtü Akın’ın tüm çevrenin gereksinimini karşılayan bir un fabrikası vardır; gece gündüz çalışır, sesi bizim köyden duyulduğundan bundan sık sık söz ederim. Mebus olunca kısa süre içinde Ankara’ya taşındı. Oğlu İsmet’le aynı sınıftaydık. Kızı Hamdiye de öğrenciydi. İkisi de Ankara’ya gittiler. Uzun süre arkadaşlarla aramızda konu oldular, mektuplar, geldi gitti. Onlar gitti ama okulda kalan kardeş çocukları vardı. O zamanki günlüklerimde çok sık sözünü ettiğim A. İsmet’le Hamdiye’nın kuzenleriydi. Ondan haber alıyorduk. Zühtü Akın’ın mebusluğu bize mebusluk gibi vekilliği de öğretti.
Zühtü Akın-1935. Kırklareli Mebusu
O zaman bakanlara Vekil deniyordu. Tam o sıralar adlar değişti Vekiller Bakan oldu, Maarif Vekili bu kez Kültür Bakanı olmuştu. Kültür Bakanı için Saffet Arikan deniyordu. Kısa zamanda ad düzeltilmesi oldu, soyadı yasasına göre, Arikan, Arıkan olmuştu. Ben okulu bitirdim. 1938 yılında Trakya Köy Öğretmen Okuluna girdiğimde Saffet Arıkan hâlâ Kültür Bakanıydı. Uzunca bir ayrılıktan sonra tekrar okumaya dönünce büyük bir ilgiyle bilgilenmeye yönelmiştim. O sıra, Atatürk’ten sonra kurulan yeni düzende öteki bakanları da öğrenmiştim. Yeni öğrenciliğimde tekrar karşıma çıkan Eski Kültür Bakanı Saffet Arıkan’ı defalarca, öğretmenlerden de dinlemiştim. Bana göre beni çok istediğim okuma alanına dönme fırsatını o vermişti. Öğrenciliğimin ilk aylarında bir daha görmediğim bir rahatlık, bir bollukla karşılaşmıştım. Görkemli bir binada kalıyorduk. Her hafta sağlık kantrolu yapılıyordu. 17 yaşıma gelmiştim ama doğru dürüst bir tartılmamıştım. 3. hafta tartılınca hemşire Münevver abla:
-Bak , 66 numaralı, 66 kilo oldun, bu çok sağlıklı olduğunu gösteriyor! demişti. Böylece tartı, kilo, sağlık sorunları üstüne fikrim oluşmaya başladı. Yemekler, görmediğim bilmediğim ama son kırıntısına dek yediğimi anımsıyorum. Yattığımız karyolaların rahatlığını unutamam. 80 öğrencinin ayrı ayrı yattığı o yaylı karyolalar sonra ne oldu? Bunu bugün de düşünüyorum. Yemek yediğimiz tabaklar, çay içtiğimiz bardaklar porselenmiş, porseleni de o zaman duymuştum. Onlar, saraylardan gelmiş, bize:
-Dikkatli kullanmaz, kırarsanız, yerine yenisi bir daha gelemez! diyorlardı.
Okulumuz dört ay sonra yerinden edildi, ondan sonraki süreçte beş kez yer değiştirdik. Bunların Saffet Arıkan’la hiçbir ilgisi yok ama, benim belleğimdeki o rahatlık günlerimle özdeşleşen Saffet Arıkan’a sürekli bir saygı duydum. Buraya gelmeseydi, o duygularım öylece geçmişte kalacaktı. Ne var ki bir gün karşıma çıkınca özellikle de bana geçmişi anımsatacak soru sorunca kendisine minnet borcumu ödedim. Sanırım o da öylesi düşünceler taşımış olacak benim teşekkürümü kendi gönlünce karşıladı. Burada sorun ben değilim, ben sadece bir aracı oldum, aslında onun özlemi açmış olduğu okullar olsa gerek. Çünkü o buraya beni görmeye değil okulu görmeye geldi, gördüklerinden hoşnut olmasaydı böyle bir olay söz konusu olamazdı.
Yemekten sonra salonda gene arkadaşlar oldu. Besbelli aralarında konuşmalar olmuş, Nihat Şengül’le Kamil Yıldırım mandolin çalışmalarımızı izlemek istediler. Birilerinden duyumlar aldıklarını anladım, ben de Doğan’ı çağırdım. Öğrenciler geldiğinde içerde ağabeylerin oluşundan azıcık tedirginleştiler. Bunu bildiğim için açıklama yaptım. Öğrencilere, ilk günleri anımsattım:
-Hepiniz mandolin çalıyoruz! derdiniz. Oysa ben size hayır mandolin öyle çalınmaz, mandolin önüne konan notanın en ince ayrıntalırını duyurarak çalınırsa, mandolin çalınmış olunur! deyip örnek vermiştim. Sizler Yenice Yollarını çalıyoruz dediğinizde ben size örnek vermiştim. Mozart Alaturka ya da Türk Marşı denilen parçanın girişini çalmıştım. Bakın Doğan Ağabey, bundan habersizdi, daha sonra da hiç konuşmadık, olayı şimdi duyuyor. Ondan rica edelim. Bizim o zaman çalamadığımız parçayı nasıl çalıyor!
Mandolini Doğan’a uzattım. Sahiden daha önce olayı Doğan’a da anlatmamıştım. Doğan önce azıcık tedirginleşti ama, çabuk toparlandı, mandolini alıp girişi çaldı. Öğrenciler dikkat kesildiler. Sözü orada kestim. Tahtadaki notaları göstererek mızrap çalışmaları yaptık, bir süre sonra Maman’ı, arkasından Ankara Marşı’nı daha sonra Kurumuş Dallar’ı arkasından Ziraat Marşını çaldırdım. Özellikle Ziraat Marşı’nda tempoyu ağırlaştırarak mızrap vuruşlarını iyice belirginleştirdim. Sonunda da tahtadaki alt sıra değişik tempodaki notaları çaldırıp çalışmayı birirdim. Öğrenciler gidince arkadaşlara dönerek:
-İşte bu kadar, onlar isterse kendileri, Sarı Kızı ya da Gelin Ayşem’i çalsınlar. Ben onlara, Beethoven’in mandolin notalarını çaldıracağım. Mozart’ın Don Juan Operasındaki Don Juan’ın serenatını çaldıracağım. Uygun bir zamanda Ankara Radyosu Mandolin Grubu konserini de dinleteceğim. Orada, Beethoven, Mozart, Vivaldi, daha başka bestecilerin özellikle mandolin için bestelenmiş eserlerinin çalındığını duyacaklar. O zaman mandolin çalışmanın nasıl olması gerektiğine daha çok inanacaklar. Her çalışmada sizleri örnek göstermiştim, ağabeyler kemanları alınca bütün türküleri çalabilirler. Ama bunu yapmıyorlar da bakın bu notaları yıllarca çalışıyorlar. Bu notaları çalan keman çalmayı öğrenir. Bunu yapmayanlar sadece kulağının aldığı sesleri buldurabilir. O da kaba taslak olur. İşte bu anlayışa alaturka denir. Bir ilerleme olmaz! Öğrencilerim bana inandılar, gördüğünüz gibi başarılı da oluyorlar. Kamil Yıldırım haklı olarak:
-Ancak sen seçme öğrencilerle çalışıyorsun!
Arkadaş haklıydı, bunu bilerek böyle başlattık. Buradan çıkan müzik öğretmenleri bunu bilir ve de inanırsa her gittiği okulda böyle sınırlı örnekle başlayarak yaygınlaştırabilir. Mandoline başladığı zaman çaldığı türküleri yıllarca aşamadığını gören birileri de bu yönteme kayabilir, gör görenden, dünya insanın bulduğu yöntem yaygınlaşmış olur. Gördünüz Doğan arkadaş bunu kafadan atmadı, daha 5. sınıftayken (Doğan Köy Öğretmen Okulu döneminde 4. sınıfa girmişti. 5’nci sınıfı orada okudu) o zaman ki öğretmeni şimdi Hasanoğlan Köy Enstitüsü öğretmeni olan Hidayet Gülen’di. Doğan’a da ilk mandolini o verdi. Doğan bunun ayırdında bile olmadan mandolini öyle öğrendi. Ben o zaman 7. sınıftaydım. Müzik derslerimize giren öğretmen yoktu. Mandolinim vardı. Ancak ben daha önce ağız mızıkası kullandığımdan, Amcamın klarnetini dinlediğimden farklı bir ses algılamam vardı; ara ara dinlediğim Hidayet Gülen Öğretmenin mızrap vuruşuna bayılıyordum. Özellikle Kazaska diye bir oyun müziği çalıyordu. Girişinde bir mızrap çırpması vardı, ona bayılıyordum. Günlerce onu yapmaya çalıştım. Ona çalışırken giderek uyandım, öteki vuruşlarımı da düzeltmeye yöneldim. Sık sık Hidayet Öğretmeni dinledim. Mızrabı kolumu sallayarak değil de bileğimi, parmaklarımı kullanarak vurmaya alıştım. Meğer Hidayet Gülen öğretmen beni izliyormuş, bir gün okulun arkasında kazaska çalarken yanıma geldi:
-Nihayet becerdin İbrahim, devam et. Bir gün mandolini yeterli bulmayabilirsin ama müziği keşfetmene yardımcı olacaktır. Müzik aletlerinin hiç birisi gerçek müziği çalmaya yetmez. Ancak hangisi olursa olsun doğru çalınırsa insanda bir doyum sağlar. Bu nedenle mandolini küçümseme. , önemli olan gerçekte geniş bir repertuvarı olan mandolini öğrenip o kaynağa yönelmektir.
Arkadaşlar beni dikkatle dinlediler. Onlar dikkatle dinlediler ama benim de dikkatimden kaçmadı; ben onlara geçen yıl boyunca Ankara Radyosu Mandolin Grubu konserine gittiğimi, öyle ki, bu konsere beni Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’un götürdüğünü, götürüş nedenin de bir gün öğrencilere mandolin çalıştırırken dinleyip memnun olduğunu söylemesi sonucu bu daveti yaptığını gece konseri olduğu için kendi jipini gönderip beni aldırdığını, konseri birlikte izlediğimizi, konserden sonra evinde beni konuk ettiğini anlatmış, onlar da gıpta ile beni dinlemişlerdi. O eski olayları anlatmama karşın yeni olmuş gibi yüzüme bakmalarına şaştım.
Başka arkadaşlar gelince konu değişti. Mandolin çalışmalarının sürüp sürmeyeceği soruldu. Bölüm Başkanı kestirmezse, Cuma günü son bulacağını anlattım. Dersler başlayınca belirlenecek programa göre gene çalışma yapılacağını ancak bu çalışmanın Enstitü bölümü pogramına göre saptanacağını da belirttim.
Yeni gelen arkadaşlar, piyanoyu görünce kesinlikle bir çığlık atıyor. Bana soranlara dilimin döndüğü kadar gerçek olayı anlatıyorum. Ancak benim dışımdaki konuşmalardan araya yama sözler eklendiğini sezer gibi oluyorum. Özellikle bu Eski Bakan, Yeni Bakan söylemlerine sinirlenmeye başladım. Eski Bakan dedikleri kişi, özel olarak Almanya, Berlin Büyükelçiliği yapmış, Almanya ile kurduğu iyi ilişkiler nedeniyle çılgın Adolf Hitler’in önünü keserek bizi savaşın dışında tutmuş, T, B, M. M’nin 2. döneminden başlayarak sürekli mebus, Milli Savunma, Milli Eğitim Bakanlıkları yapmış değerli bir insan, çok değerli bir subay. Harpokulunu bitiri bitirmez Yemen savaşlarına katılmış, Yemen ordusunun Kurmay Başkanı olmuş, Çanakkale Savaşlarına katılmış, Kurtuluş Savaşında Batı Güçlerinin kurmay başkanıymış. Almanya’dan yeni dönmüş, gelecek günlerde gene değerli görev yükleneceği sanılan bir kişiye “Eski Bakan” demenin bir anlamı olmasa gerek. Yeni bakan sözü de anlamsız, Yeni bakan dedikleri de 6- 7 yıllık bakan!
Giderek konuşmalardan sıkılmaya başladım. Önce bir “oooo, moooo!” deniyor sonra sonra, anlamlı anlamsız sorular başlıyor. İşin ilginci en mantıklı sandığım arkadaşlar bile bir bit yeniği arar gibi tavır içinde görünüyor. Sorunun biri! “Hediyeyi niçin hediye etsin?” Buna da şu karşılığı verdim:
-Senin gibi düşünmediği için?
-Ben nasıl düşünüyorum?
-Seni tam bilmiyorum ama sayısız insan hep almayı düşündüğünden, kendisinin kapamadığı bir bağışa kıskançlık duyar; içinden içinden keşke bana verseydi! der. İşte böyle düşünenler, dilenci ruhlu insanlardır. Bunlar boy boydur, kıskancı olur, haseti olur, hayini olur. Kıskanan, sadece kıskanır, sinirlenir, isteklerini içinde tutar. Haset ise ucundan ucundan karşısındakini kızdırmaya çalışır. Hayini en zalimidir, kendini ortaya atar, zarar verme yolları arar, bir yolunu bulur zarar vererek doyum sağlar. Bunların üçü de ruh sağlığını yitirmiş kimselerdir. Bunlar bizim yaşımızda pek belirgin olmayabilir ama giderek namus ya da namussuzluk basamaklarında yerleri alırlar.
Akşam yemeğinde yeni bir grup geldi. İçlerinde Yıldız da vardı. Yıldız, sanki büyümüş gibi, uzaktan el salladı. Saçlarının şeklini değiştirmiş. Bella, Yıldız’ı tanımıştı. Bir gün adı geçince onu beğenmediğini söylemişti. Sorduğumda:
-Kendine bakmasını bilmiyor. O istese daha güzel görünebilir? Bella’ya Yıldız’ı kardeş olarak bellediğimi, ama onun dediği gibi güzel görünmesine yardımcı olmasını istediğimde kurnaz Bella:
-Yaaa, ona öğreteyim de bana rakip mi olsun istiyorsun? demişti. Aslında Yıldız’ın çok daha güçlü bir güzellik uzmanı öğreticisi var, Müjde Ablası!
Yemekten sonra salona inmedim, Muğla grubu gelmiş, Ziya Fikri’yi uzaktan gördüm, Halil Dere gelmiştir, yatakhaneye gittim, neredeyse arkadaşların tamamı gelmiş, aç olmadıklarından yemekhaneye gitmemişler. Bizim Kepirlilerden Harun Özçelik’le Salih Baydemir dışında hepsi gelmiş. Oldukça büyük bir kargaşa, gürültü içinde uyumuşum.
3 Ekim 1945 Çarşamba
Hiç ara verilmemiş gibi, Basutçu takıldı:
-Bizi bırakıp gelmişsin arkadaş, ne işler çevirdin burada? Kaç gündür gelenin dilinde dolanan piyano olayını kastetti sandım, birden irkildim:
-Benim söylediğime sanmam inanasın o nedenle ne duydunsa anlatacaklarım da odur! deyince arkadaşım duraksadı:
-Ne dediğini anlamadım, ben senden seni soruyorum elâlemle ne işim ola ki?
Anladım, arkadaş gerçekten beni soruyor.
-Gitmeden önce Bölüm Başkanının çağıracağını söylediğini, bildiğin gibi orada da doğru dürüst bir iş yapılmadığını görünce neredense çağrılmamı bekler olmuştum. Bölüm Başkanı Kepirtepe Müdürlüğüne resmi yazıyla gönderilmemi bildirince koşarak geldim. Geldiğimden beri de çalışıyorum. Bütün düşüncem, Bölüm Başkanının gözüne girip burada kalmak. Kepirtepe’yi gördük işte! Ötekileri de bilir gibiyiz. Severek çalıştığım piyanoyu bırakıp onsuz bir okulda müzik öğretmenliğimi düşünemiyorum; bütün düşüncem bu. Bölüm Başkanı iyi karşıladı, geldiğim günden beri de oldukça başarılı çalışmalar yaptım.
Halil arkadaş güldü:
-İşte bu kadar, beklediğim de buydu; neden birden tepki gösterdin anlayamadım! Ben de:
-Sözüm bitmedi, ancak hele sen başkalarıyla konuş bakalım; ondan sonrası için soracağın olursa nden öyle çıkış yapığımı anlayacaksın! Arkadaş:
-Hayda! İş gene karıştı! dedi ama konuyu değiştirdik. Harun ya evlenmiş ya da o çizgiye gelmiş. Belki de o nedenle biraz gecikecekmiş. Tatili iyi geçmiş, Edirne’yi bir kez daha gezmiş. Bunları konuşarak kahvaltıya gittik. Abdullah’ı masada gördüm. Bizim masa tamamlandı. İbrahim Şen, Ekrem Bilgin, Halil Yıldırım tamamız. Konu, sınıfımıza katılan Halil Koçyiğit. Halil Koçyiğit Kızılçullu çıkışlı, onun da bizim masaya gelmesini istiyorlar. Ancak genellikle masalar sekiz kişilik. Ben bunu öne sürdüm. Ekrem inceleme yaptığını, on kişilik masalar da olduğunu söyledi. Biz doğrudan karşı değiliz ama açık açık da tarafçılık yapılmasını istemiyoruz. Tüm arkadaşlar geldiğinde bir ayarlama yaparız! deyip sözü kestik. Bakışlarda bir değişiklik olunca alınganlık gösterdim:
-Ben, pekalâ herhangi bir masaya gidebilirim. Zaten iki yıldır, sizler yokken göçebe olarak masa dolaştım durdum! dedim. Öylece masadan kalktık.
Salona gidince, Yıldız benim için övücü sözler söyledi. Olayı nereden duymuş, yanındakilere de gerçeğine uygun anlattı. Daha sonra da bana annesinden, Müjde ablasından selamlar getirdiğini söyledi. Özellikle Müjde Ablasının okulunu bitirdiğini, Arifiye Köy Enstitüsü’nde çalışmak istediğini, bunun için Millî Eğitim Bakanlığına başvurduğunu anlattı. Yıldız’ın bu ayrıntılı anlatışı kimi arkadaşın dikkatinden kaçmadı. Yıldız ayrılınca Nihat Şengül:
-Arkadaş, gizli kapaklı birşeyler çeviriyorsun, bizim ruhumuz duymuyor. Böyleyken bizlerle alay ederce bu konularla ilgilenmediğini söylüyorsun!
Arkadaşın sözlerinden gururlanır gibi oluyorum ama içimden de utanıyorum. Çünkü gerçekte yok öyle bir şey. Kendimi yokluyorum, boş teneke gibiyim, ona buna bakıyorum konuştuğum da oluyor ama içimden bir bağlantım yok. Var sandığım Nebahat için bile günden güne soğuyorum. O anasının babasının derdinde, evliliğinden onlar memnun kalacak mı? Benimse bunlar aklımdan bile geçiyor. Onları sevmediğimden değil, sevdiğimi, babamı sevmeye nasıl zorlarım? Zorlamayınca onun benim babamdan hoşnut olmasını nasıl beklerim? Babam benim beğendiğimi beğenir mi? Bunu nasıl düşünebilirim. Ayşe yengemi sevdi mi? Fatma yengemi benimsedi mi? İkisi için de “doğurduğu çocuklarına bakmaktan acizler!” dediğini kaç kez duydum. Biliyorum babam benim evimde kalmayacak belki böyle konuşması için bir gerekçe olmayacak ama, bunları düşünerek ben evliliğimde babamın fikrini ya da düşüncelerini neden ön plâna alayım? Nebahat’ın düşüncesi bunlar. Sanki benden:
- Seninle evlenmem için önce benim annemin babamın gönlünü hoş tutacağına söz ver! der gibi bir hava içinde. Ana babadan geçtim işin içinde enişte, teyze de var gibi. Yıldız için böyle bir şey düşünmüyorum ama annesinin tüm düşüncesi, damadının kendisine uyan biri olması! Bunun ölçüsü nedir? Bir başka yandan bakıyorsun, kentlerde yaşamalıymış. Buna nasıl söz veririm? Fikret Madaralı öğretmen, mutlu edeceğini söyleyerek evlenmiş. Birkaç yıllığına, deyip Samsun Çukurbük köyünde tam yedi yıl kalmış. Yedi yıl sonra “Oh, nihayet kurtulduk!” diyerek Edirne’ye atandığında sevinmişler. Dört ay sonra okul Alpullu’ya taşındı. Alpullu bir kent bile değil, Şeker Fabrikası çalışanlarının çocukları için yapılmış okulda kaldık. Madaralı Öğretmen, Sinanlı köyünde ev tutmak zorunda kaldı. Evini gördük, bizim köydeki evimiz ondan daha sevimliydi. Bir yıl sonra Lüleburgaz’a göçünce doğru dürüst bir eve çıktılar. Üç yıl sonra Kayseri/ Pazarören’e verildi. Orası Sinanlı köyünden daha da sevimsizdi. Sonra, Samsun/Lâdik, Balıkesir/Savaştepe Köy Enstitülerini dolaştı. Madaralı Yenge aradığını buldu mu?Ahmet Gürsel Öğretmen Kepirtepe’den Çifteler’e sürülünce Lüleburgaz’da öğretmen olan eşini götürmedi. Götürmedi ama her ay Eskişehir Lüleburgaz arasını arşınladı. Onun çektiği sıkıntıları kimse bilmez. Bu işleri yapanların acımasızlığı, sürüp gidecektir. Ben evlenince eşimin de benimle gönüllü olarak gelmesini bekleyeceğim, bunu açık açık konuşup söz alacağım. Böylesi kesin kararlı birinin gözü, kaşı, deyip evlenmesi akıl işi değil. Ben bunu yapmayacağım. Kısa bir süre Bedeneğitimi dersimize gelen Rukiye Dökmen Öğretmeni anımsadım. Beden Eğitimi öğretmeni, bir subayla evlenmiş. Subay, Lüleburgaz’a yakın Bedirköy yakınlarında birlikte kalıyor. Başka subaylar gibi onlar da çadır yaşamı sürüyorlar. Bizim okula yakın olduklarından Rukiye Öğretmen bizim derslerimize geliyordu. Bizler işlerde falan çalışıyoruz ama, çalıştığımız işlerde ne denli başarılıyız, bunun ayırdında değiliz. Ne var ki birileri bizi pohpohluyor, biz de kendimizi bir şey sanıyoruz. Bedia Öğretmen sporun ne olduğunu biliyor, bizden de onu istiyor. Gel gör ki biz sıkıntıya gelmeye yanaşmıyoruz. Yapamadığımız hareketleri yaptım deyip direniyoruz. Birkaç arkadaşımız dışındakiler, ben de aralarında:
- Bizden bu kadar! derce direniyoruz. Rukiye Öğretmen bir gün ağzından baklayı çıkardı:
-Benimki de akıl işi mi yani, gelmiş bu Allah’ın kırında, dünyadan habersiz kimselere standart hareketler yaptırmaya çalıştyorum, göster karşı tepeleri, çal düdüğü koyunlar gelsinler! demişti. O zaman bu söze ilk tepkiyi ben göstermiştim. Sonra sonra bu olayı düşündüm; Rukiye Öğretmennin bu sözü söylemeye hakkı yok. Nedeni de şu:
-O evlenirken bu sözü söyleme hakkını yitirmiş. Bir subayla evlenen bir bayanın başına daha da büyük sorunlar çıkabilir! Rukiye Öğretmen önce benim tepkime çok kızmış, bana not vermemekle tehdit etmişti. Olayı duyan Hamdi Bağ öğretmen onların dostuydu, beni de korumak istemişti, arabulmak için araya girince ben kendimi böyle söyleyip savununca Rukiye Öğretmen gülmüş, beni affettiğini söylemişmiş.
Evlenmeyi bu açıdan gözetmeden yapacak arkadaşların çok sıkıntıları olacaktır. Böyle düşündüğüm için olayın eni konu üstünde durduğum gibi, acele etmeye de niyetli değilim. Nebahat’a yalan söylemiş değilim, koşullu konuşuyorum; Ankara’da kalırsam, ikimizin de isteği yerine gelir. Çünkü ben Ankara’da (Hasanoğlan’da) kalırsam, değişik bir yol deneyeceğim. Bölüm Başkanımız gibi Pedagoji okuyup yol değiştireceğim. Bunda başarılı olursam o zaman Köy Enstitüsü sayfası kapanmış olacak.
Yemekte gene masada 9 kişi olma konusu tartışıldı. Hüseyin Atmaca geldi, olay ona da iletilmiş. Atmaca, ilgilenmemişçesine:
-Ne var canım on dakikalık yemek için üstünde durmaya değer mi, gelsin bizim masada otursun! dedi. Oysa az önce Halil Yıldırım Atmaca’nın 9 kişi olabileceğini söylediğinden söz etmişti. Kadir bunu anımsatınca Kızılçullular hep birden Kadir’in yanlış anladığını, böyle bir söz söylenmediğini, Atmaca, isterse 9 kişi yaptırabilir dendiği söylendi. Durum anlaşıldı, bundan sonra masada dokuz kişi olacağız! deyip dersimi bahane edip kalktım. Öğrenciler gelmişti. Kimse gelmedi. Tahtadaki dizileri tekrarladık. Bilek çalışması yaptık.
Öğrenciler gidince gelenler oldu. Önce Halil Yıldırım gülerek tahtayı gösterdi:
-Bunlar ne yahu? Nihat Şengül karşıladı: “Söylense anlayacak mısın ki?” Bir tartışma başladı. Silgiyi alıp sildim. Öğrenciler tebeşir ziyan etmişler! Sinirlendiğimi görünce aralarında konuştular, İbrahim Şen:
-Piyano ile ilgili bir şeydir. Nihat Şengül anlattı:
-Yok yahu bizim hiç görmediğimiz bir çalışma yapıyor. Bu kez yeni piyanonun sesini duymak istediklerini söylediler. Koşulları anlattıktan sonra açıp birkaç parça çaldım.
Daha sonra kemancılar yayları çekmeye başladı, notalarımı alıp yan odaya gittim. Alt odanın boşaldığını söyledim, birkaç kişi birden kemanı alıp indi. Bir bakıma sevindim, küçük odada çalışmak daha güzel, kimse gelmiyor. Sesler kesilince kalktım, yemek saati gelmiş, gittim. Herkes ne iş yaptığını anlattı. Ekrem iki yeni okul denetlemiş, birinin çatısı çatılıp bayrak çekilmiş, ötekinin de duvarları bitmiş. Kamil Yıldırım, dört okul yaptırdığını söyledi. Halil Yıldırım sekiz okul yaptırdığını söyleyince İbrahim Şen okul yaptırmaktan saymaya vakit bulamadığını söyledince makaralar çözüldü. Okul mokul yaptırtan yok, onları da bizim gibi acayip şekilde karşılamışlar. Üstelik onlar da bir başka gelgit yaşamışlar, Kızılçullu ikiye bölündüğünden Kızılçullu, Ortaklar! O ona göndermiş o ötekine. Onlar da kendi ilçelerine çekilip kendilerine iş bulmuşlar (!)
Halil Dere geldi, “Hani mektuplar?” diye sordu. Adresi unuttuğumu söyledim. Sabri’nin sorduğunu anlattım. Bir süre Sabri’i çekiştirip gülüştük.
Fazla gürültü olmasına karşın erken yattım, gürültüler ninni gibi geldi, uyudum.
4 Ekim 1945 Perşembe
Son serbest günümüz; Bölüm Başkanımızın:
-Kimse gelmese de biz dersimize başlarız dediğine göre kemancılar salonu dolduracak. Ben gene rahatım. Sanırım, ilk derslerde Müzik İmlâsı falan diye ya da nota okutmaz. Onca elleri hamlaşmış insan dururken beni araya katmaz. Güldüm, bu konuda da şanslıyım; kulak alıştırmalarda falan yeni piyanoda çalacağım.
Kahvaltıya giderken arkamdan bir ince ses:
-İbrahim Abi! dedi. Melahat Erkan, Kepirtepe’den üç kişi, Celil Altın, Recep Türköz gelmişler. Üçünü de tanıyorum. Recep Türköz’ü yadırgar gibi oldumsa da seçildiğine göre bana fazla söz düşmez. Melahat Erkan kararlı, bizim bölüme gelecek. Benden yardım beklediğini söyledi. Piyanoya ayrılmasını önerdim. Sevindi. Celil Altın’ın gelişine sevindim, saygılı bir arkadaştı. Çok atak değildi ama iş çalışmalarında verilen görevleri dikkatle yapıyordu.
Kahvaltıda konu oldu; bizim Kepirliler, gelenlerin üçünü de benimsemediler. Abdullah Erçetin Necmiye’yi bekliyormuş. Erkek olarak da Nuri Altınsever’le Rüştü Güvenç’i. Rüştü Güvenç’i ben de severdim, hemşerim sayılır, yakın köylerdeniz. Nuri Altınsever’i de iyi tanırım saygılı çocuktur. Necmiye için çekimserim, dedim. Sami Akıncı ile adı çıkmıştı.
Salona gittiğimizde bir yığın yeni öğrenci geldi gitti, kendilerine yer arıyorlarmış. Bu bölümü neden istediklerini sorduğumda verdikleri karşılık ilgimi çekti:
-Kolaymış, zaten mandolin çalıyorlarmış, az bir çaba ile keman ya da piyano öğrenirlermiş. Nota da biliyorlarmış. İçimden güldüm. ”Hele bir seçin, görüşürüz!”
Bölüm Başkanı geldi, gelir gelmez keman başı yaptırdı. Küçük odada çalışıp çalışamayacağımı sordum. Öğretmen:
-Elbette! deyip, gülümsedi.
Bir yandan kemancıları izlerken bir yandan da Rapsodi. 2 numarayı çekiçledim. Pazartesi günü yeni piyano öğretmenini nasıl karşılayacağımı da zaman zaman düşündüm. Selçuk Uraz, gerçekten o benim dinlediğim Selçuk Evrenosoğlu mu? Tekrar tekrar gözümde canlandırdım, güzel bir bayan, benim yaşımda belki benden de küçük. Faik Canselen Öğretmenin anlattıklarını anımsadım:
-Sanatta yaş söz konusu değil, ben, kendimden küçük yaşta olan armoni öğretmenimle yıllarca çalıştım! Bunları düşünerek kendimi yatıştırmaya çalıştımsa da içimde bir huzursuzluk giderek boy atmaya başladı. Yüzük parmaklarımın tembelliğini o da görecek! Rapsodiyi kaldırıp Hanon’u açtım. Hanon tek parmak üzerinde durmuyor, tüm parmakları çalıştırıyor. Czerny etütleri karıştırdım. Bir yandan da kulaklarım kemancılarda. Birden yüksek konuşma sesleri gelmeye başladı. Belli ki öğretmen gitti. Az sonra kapı açıldı, arkasından :
-Vay, vay, vay! İmtiyazlı!
-Ne imtiyazı, yeni piyano öğretmeni gelecek, sizin başınızdaki durum benim de başıma gelecek. Faik Öğretmen, öğretmenlikten yetişme olduğu için titizlik göstermiyordu, gelecek kimse öğretmen değil bir piyanist!
Arkadaşlara bunu sıradan bir söz gibi söyledim ama bana öyle dokundu ki az kalsın ağlayacaktım.
Yemekte, değişik konular ortaya getirildi. Kızılçullu grubunun konusu Okul Müdürleri. Hami Kalas, daha da kalaslaşmış, öğrencilere düpedüz küfrediyormuş. lan, yahu, işt! gibi ünlemleri giderek çoğaltmış. Onlar anlattı, biz güldük. Öğrencilere İzmir kesinlikle yasak edilmiş. Öğretmenler hep değişmiş. Yemekte gülerken kendimi topladım, daha güvenli olarak salona döndüm. Öğrenciler de son çalışmalar nedeniyle daha dikkatli. Eski çalışmaları tekrarladık. Tek notaları, bilek çalışmalarıyla tekrar tekrar denedik. Yeni bir sözcük öğrendiler, Tremole! Sözü tekrar tekrar söylettim. Tremole unutulursa yapılması da unutulur, Tremoleyi bilmeyen bir kimse mandolin çalamaz! Tremole tüm yaylı, perdeli çalgılarda vardır. Ancak mandolinlerde hepsinden fazla gereklidir. Notalı parçalarda bunun işareti vardır, o işarete uymadan çalan o parçayı çalmış olmaz. Bunları tekrarlayarak çalıştık. Öğrenciler, “Bir günümüz kaldı!” diye hayıflanarak ayrıldılar. Yeni bir programla gene çalışacağımızı anlattım. Sevinerek gidişleri beni mutlu etti. Kapıda bekleyenler varmış, öğrencilerin neşeli bir hava içinde gidişleri dikkatlerini çekmiş, hemen bir gerekçe buldular:
-Seçilmiş, istekli öğrenciler! Ben de buna sinirleniyorum, seçilmiş, istekli öğrencilere yaklaşmazsan onlarda istek kalır mı? İkinci öğrenim yılına geçen arkadaşlarımız, tahtada tremole sözünü görünce sordular:
-Bu nedir? Karşılık verildi, “Titreşim!” Hemen düzeltme yaptım:
-Kemanda titreşim diyebilirsin ama mandolinde bunu demek yeterli değil. Mandolinde sözün sözlük anlamı değil işlevini kavratmak önemli. Öğrenci sağ elinin bileğini çalıştıramıyorsa sen ona istersen Tremole öğret, o söz , sözde kalır.
Salon, yeni gelenlerin gelip gidişi nedeniyle kargaşa alanına döndüğünden Yönetim Binasındaki piyanoya gittim. Melâhat oradaymış geldi. Yıldız’ın daha önce muştuladığı Arifiye Köy Enstitüsü’nden Nebahat da gelmiş, o da geldi. Bizim bölüme kesin karar vermişler. Piyanoya ayrılmayı sordular. Piyanoya ayrılmanın iyi, zor taraflarını anlattım. Ben başarılı oldum (ötekilere göre) ancak her dakikamı piyanoya ayırdım. Kız arkadaşların bunu zor yapacağını düşündüğümü söyledim. Piyanolar belli yerlerde, çalışmak için oraya gitmek zorundasın. Oysa kemanda bu sıkıntı yok, kemanını her zaman yanında bulundurabilirsin. Benim ayrıca bir akordiyon çalışmam var. Biz konuşurken Melahat’ın Pakize Abla dediği Aksulu geldi, beni övdü, güzel piyano çaldığımı söyledi. Ben de takıldım:
-Nereden biliyorsun, sen daha benim güzel piyanoyu çaldığımı görmedin ki? Pakize anlamadı dikkat kesildi, kuyruklu piyano olayını anlatım. İlk fırsatta dinleyeceğini söyledi. Böylece bir yaklaşım başladı. Başkaları gelince hep sustular, ben de benim çok tekrarladığım parçaları çaldım. Kızların çalışma yeri, piyano odasının tam karşısı, bir engel çıkmazsa sık sık gidip orada çalışacağım. Yıldız’ın Arifiye’den gelecek kız için “Güzel!” deyişine şaştım. Müjde Ablası’na da güzel demişti. Müjde’yi görünce Yıldız’ın güzellik ölçüsünü beğenmiştim. Bu kez şaştım; güzel dediği Müjde’nin yanında sıfırla on arasında ancak bir numarada durabilir. Kimbilir, Yıldız’ı kandıran başka meziyetleri vardır. Yüzünün göze batacak ölçüde çilli olmasından hoşlanmadım belki; haksız da olabilirim. Şimdiye dek müzik çalışması yapmamış. Ahmet Emin Yalman’ı bir daha anımsadım; Arifiye için neler yazmamıştı! Dört sesli korolar, keman orkestraları falan filan. Oysa çıka çıka ordan bir Ahmet Yol çıktı. O da birkaç şarkıyla sınırlı kaldı. Sesi, gerçekten düzgün, söylediği şarkıları güzel söylüyor. Ne var ki şarkıları iki üç arasında sıkışmış kalmış.
Ben ne dersem diyeyim, Bizim Melahat’la Nebahat şimdiden sıkı fıkı olmuşlar. Melâhat benimle rahat konuşuyor:
-Nebahat gelmeseydi burada çok yalnız olacaktım! dedi. Bu nasıl anlaşma merak ettim, daha dün bir bugün iki! Bella görünürde yok, Ankara’ya gitmiş olabilir mi? Merdivenden inince karşılaştık, Tahir Amca yazı yazdırmış. Cumartesi Ankara’ya gidip pazar günü gelecekmiş. Bana sordu; takıldım:
-Birlikte gidip yalnız dönmek istemediğimden bu hafta gitmeyeceğim! dedim. Güldü:
-Haftaya birlikte döneceğini yarın da götürebilirsin! dedi. İçimden:
-Kurnaz Musevi, hiç söz altında kalmıyor! dedim. Gülümseyince ne düşündüğümü sordu. Doğrusunu söyledim:
-Söylenenleri ya da söylenmek istenenleri hiç üzerine almıyorsun! Bella:
-Öyleyimdir, fazla kurnaz değilim, deyip yürüdü. Arkam dönük olduğu için farkedememiştim, meğer karşıdan Okul Müdürü geliyormuş. Görmezden gelip karşı kapıdan çıkarak kendi salonumuza döndüm. Abdülkadir Ariç, Bayram Bayrak, Doğan Güney plâk dinlemek istediklerini söylediler. Başka isteyecekler de olabileceğini düşünerek karar verdik, yemekte duyuru yapılacak.
Badana döneminde plâklar biraz sıkıştırılmıştı, Doğan’la onları eski duruma getirdik. Salon hemen hemen eski şeklini almıştı. Tam o sıra Halise, Pakize, Fatma, ellerinde bir bohça geldiler, piyanoya örtü dikilmiş. Birden irkildim. Asker kumaşından sandım! Uzaktan rengi, onu andırıyor. (Ben öyle algılamışım) Oysa renk bej, kumaş kadife imiş. Kızlar övdüler. Yerleşince gerçekten güzel oldu. Onurlarına kapağını da açıp çaldım. Alkışlayanlar olduğu gibi, hasetimsi bakanlar da oldu. Muttalip Çardak çakmağı çaktı:
-Bir örtü de biz mi getirsek ne yapsak? deyince gülenler oldu. Düşündüm, insanlar böyle işte, piyanoyu görünce herkesin sevineceğini sanmıştım. Oysa giderek benim için hüzün verici durumlar oluyor. Fazla alıngan mıyım, yoksa gerçek mi, kimi arkadaşlar, piyanoya baktıkça bana kin besliyorlar duygusuna kapılıyorum. Bunu daha çok Çifteler çıkışlıların yaptığına da iyice inanmaya başladım. Gerçekten hiç birisi bu konuda ne soru sordu ne de doğrudan sözünü etti! Edenler de az öne Muttalip arkadaşın yaptığı gibi kinayeli sözler söyledi. Azmi Erdoğan:
-O adam bir daha gelişinde bize keman getirecekmiş! deyip güldü. Keman getirmesi için iyi fena bir bir iki keman parçası çalman gerekir, ne haber iki yıldır daha Seybold metodu’nun birincisindesin, hani 2. 3. 4. 5. 6. diyesim geldi. Piyano falan derken şimdi de bir de örtü ortaya çıktı: Kadife örtü. Gidip gidip ellerini sürdüklerini görünce sanki bana dokunuluyormuş duygusuna kapılıyorum. Yeni piyano öğretmeni gelince sanırım hava değişcektir.
Yemekte konu, plâklar, konserler oldu. Salona inince, herkes özlemiş, sessiz sakin oturup konan plâklar dinlendi. Hiç kimse de, plâk adı söylemedi. Belki de seçilen plâkların etkisinden arkadaşlar geldikleri gibi dağıldılar. Beethoven keman konçertosu, Mozart iki piyanolu konçertosunu dinledik. Yarın gece gene dinleyelim! dilekleriyle dağılındı. Buna da sevindim, iç değilse büyük salonda ya da kitaplıkta anlamsız tartışmalardan uzak kalmış olacaktık.
Oldukça geç olmasına karşın grup grup konuşmalar, tartışmalar sürdü. Dersler başlayınca sanırım bu hava düzelir. Bizim sınıftakiler, tarihle, askerlik derslerinin kalkmasından memnunlar. Askerliği anladım ama Devrim Tarihi’inden kurtulmaları ne anlama geliyor? Askerlik dersi zaten yok gibiydi, ilk yıl Binbaşı Neri Teoman düzenli gelmiş haftada iki saat gerçek ders yapılmıştı. Geçen yıl, askerlik dersi haftalık programda bile yoktu, yüzbaşı Sıtkı Ulay geldikçe toplanılıyordu. Devrim Tarihi saatine Eğitim Tarihi dersi konacakmış. O derse de Eğitimbaşı Hürrem Arman gelecekmiş. Bir süre gülenler oldu:
-Hüseyin Atmaca bu işi de mi yapacak? Hüseyin Atmaca, neredeyse dört aydır öğretmen; buna karşın Öğrenci Başkanlığını sürdürüyor. Kimseden ses çıkmıyor ama bunun doğru olmadığında herkes hemfikir. Bahane tatil, falan. Gerçek ise, Hürrem Arman, ne iş yaptığı pek bilinmemekle birlikte onları Hüseyin Atmaca’ya yaptırıyor. Hüseyin Atmaca da maaşallah, becerikli, Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenin de asistanı olduğunu söylüyor. Nasıl bir asistanlıksa, sözü sürüp gidiyor. Hüseyin Atmaca bizim yatakhaneden ayrılalı beri bunlar yüksek sesle konuşuluyor. Burada konuşacağınıza çağrınızı yapın, seçim yapılsın! diyesim geldi ama, yerine kimin geleceği belli olur gibi olduğundan vazgeçtim. Kesinlikle bir Çiftelerli Rauf İnan hayranı gelir. Sanırım başkaları da bunu sezdiklerinden (Kızılçullu çıkışlılar) Atmaca’yı eleştiriyor ama, “Gelen gideni aratır!” sözünü anımsayarak, susuyorlar.
Bu gece de Hüseyin Atmaca ile uyuyacağım. Gene 1941 yazına kaydım. Hasanoğlan Köy Enstitüsü kuruluşuna katkıda bulunmak üzere her enstitüden ekipler geleceği söylenince ilk beklentim Kızılçullu olmuştu. Çünkü orada daha önce mektuplaştığım Ziya Fikri Özden arkadaşım vardı. Onun ağabeyi olduğunu da biliyordu. İkisinden biri gelir umudundaydım. Nedense Kızılçullu ekibi biraz geççe geldi. Gelenler arasında arkadaşım ya da ağabeyi yoktu ama gelenlerin hepri sorduklarıma candan karşılık verdi; bir Ziya Fikri imiş gibi davrandılar. Akordiyon çalan biri ile hemen tanıştık. Akordiyonumu verebilmiştim. (Yaşar Özgüç) Ekip öğretmeni Ömer Beyle de (Ömer Hepçim) Namık Öğretmen hemen kaynaşmıştı. Öğrenciler içinde Hüseyin Atmaca öne çıkmış durumdaydı. Soyadı da ilginçti. Atmaca! Atmaca, bizim oralarda, açık göz, girgin, becerikli insanlar için kullanılan bir sıfattı. “Atmaca gibi!” sözü, olumlu becerikli kimser için çok söyleniyordu. Öteki ekiplerin deneyimsiz durumlarının yanında Kızılçullu sahiden becerikli bir ekipti. İşte Hüseyin Atmaca bu ekibin öğrenci sözcüsüydü. O nasıl Ekip öğretmeninin güvenin sağlamışsa ben de bizim öğretmenimiz Namık Ergin’le Ali Yılmaz Demirbilek öğretmenin, ayrıca tüm inşaatin genel kontrolörü Sili Ustanın güven duyduğu bir öğrenciydim. İş ilişkileri nedeniyle tanışmıştık, dost olarak ayrıldık. Buraya geldiğimde karşılaşınca eski dostluğumuz öylece sürdü. Kendisinde gocunduğum bir durum yok ancak, söylenegelen kurallar, gerçekten kuralsa, Hüseyin Atmaca’nın hemen Öğrenci Başkanlığı’nı bırakması gerekir kanısındayım. Bu onun elinde, başkasının sözüne bakıp, kötü bir örnek olmamalıydı. Birilerinin işine yardım ediyorsa, etsin. Birine yardım için Öğrenci Başkanı olması mı gerekir?
5 Ekim 1945 Cuma
Konuşmalarla uyandım. Ancak sanki bir eksiklik var, gibi. Rüstem Gündüz’ü anımsadım. Anımsadım ama üzüntüyle. O koca Rüstem Gündüz sınıfta kalmış. Bizim bölümden Mehmet Yelaldı da! Mehmet Zeybek kalabilirdi ama Mehmet Yelaldı’nın kalması beni şaşırtmıştı. Rüstem Gündüz de öyle. Tam bu sıra Halil Dere geldi, düşüncemi ona da söyledim. Halil Dere de bu konuda oldukça gerginmiş, benim önemsemediğim ya da pek yakından tanımadığım adlar verdi:
Vacir Akyol, Bayram Soğancı, Remzi Ertem…
İşin gerçeği bu işte, bu duruma düşmemek! Halil Dere onları daha iyi tanıyor, Rüstem Gündüz için gülümseyerek:
-O zaten bile bile tembellik ediyordu. Ötekiler ise bunu hiç düşünmüyordu. Sen Mehmet Yelaldı, diyorsun onu hepimiz iyi tanırız, onun kalması, hepimizi kaygılandırıyor. Kalmalar, çalışkanlıktan, falan değil “Kaldı!” dedirtmek için rastgele bırakıldığı kanısındayım, bu nedenle ben de korkuyorum!
Halil Dere’ye çıkışır gibi yaptım:
-Hadi oradan, öyle rastgele yapılır mı? Kim yapar bunu? Genel Müdür mü? Okul Müdürü mü? Bunlar, olsa olsa Sabahattin Eyuboğlu öğretmenin yazılı sınavından olabilir. Çünkü orada, yazılı bir belge var, beğenilmeyince bahane öne sürülür. Halil Dere bu sözüme katılır gibi oldu:
-Rüstem için bu geçerli olabilir, ancak Mehmet Yelaldı, derli toplu konuşan, düzgün yazan bir arkadaş, Kızılçullu’da toplantılarda sürekli konuşan bir ağabeyimizdi, burada mı cahilleşti? Konuyu birbirimize açıklayamadan kahvaltıya oturduk.
Kahvaltıda yeni bir haber, Dergi çıkmış, dağıtılacakmış. Dün bir bugün iki, ne çabuk çıkardılar? diyecek oldum, cevabını aldım; arka masadan Talip Apaydın duymuş, muştuladı:
-Dergi, haziranda hazırlanmıştı, temmuzda basılmış, tatil nedeniyle şimdi dağıtılıyor! Bizim masada fısıltı sürdü, ilgilenenler biliyor, dergi onların, neden bilmesinler?
-Şiir yazmışlardır.
-Ne şiiri, saçmalıyorlar!
-Saçma olur mu, yeni şiir!
-Yeni şiir mi görmedik?
-Yağmur yağdı çaktı şimşek…!
-Dergiyi görmeden böyle konuşmayalım, haksızlık etmiş oluruz! Konu değiştirmek için sordum:
-Yeni gelecek kızları nasıl buluyorsunuz? Halil Yıldırım:
-Kastamunu, Gölköylü yaman!
Ben görmedim, şaka sandım:
-Gölköy’den kız gelir mi? Orası, Bayram Bayrak gibi Sepetçioğulları memleketi! Öteki arkadaşlar doğruladı, sahiden Kastamonu, Gölköy’den bir kız gelmiş. Adını da söylediler. (Aydın) Aydın Gün öğretmeni anımsadım; Aydın, erkek adıdır! Arkadaşlar güldü:
-Belki de erkektir de biz karıştırmışızdır.
Aynı konu üstünde bir süre konuştuk. Salona gittiğimizde Bölüm Başkanını orada bulduk. Bölüm Başkanı bana:
-İbrahim, saat 11:00’de burada bulun, o saate dek serbestsin. Salondan çıktım. Az duraladıktan sonra kitaplığa gittim, Dergi belki orada dağıtılır. Doğru tahmin etmişim, Bekir Semerci, Haşim Kanar, Rasim Köktürk oradalar, önlerinde yığınla dergi. Bekir Semerci anımsadı, özür diledi:
-Arkadaş senin yazını koyamadık. Rıza Dönmez bir itirazda bulundu:
-Hasanoğlan Köy Enstitüsünü kuran öğrenciler değil, asıl kurucular öğretmenlerdir. O öğretmenlerden ikisi burada, onlardan sorup en doğrusu yazılsın. Mustafa Güneri, Hidayet Gülen öğretmenlerden bilgi alınacak! Arkadaşın sözlerinden pek bir şey anlamadım ama gene de fikrimi söyledim:
-Hasanoğlan Köy Enstitüsünü kuranlar arasında bulundum. Benim bildiklerimi, bilip de yazınızda yanlış gördüklerimi öğretmenler bilmeyebilir. Belki de bildiği halde dorulamayabilir. Örneğin müdür olarak atandığı söylenen Mehmet Tuğrul’un Hasanoğlan’dan kaçışını onlar nereden bilecek? Onlar onu izinli gitti sanırlar. Rıza Dönmez de böylesi kimselerden somuş olacak, adamın müdürlüğünü aylarca uzatıyor. Rıza Dönmez bu müdür öğrenci karşıtlığı nedeniyle Millî Etitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in geldiğini nereden bilecek? Rıza Dönmez yazısında Kepirtepe’den gelen öğretmenler arasında Hüsnü Baykoca’nın da olduğunu yazıyor. Hüsnü Baykoca Kepirtepe Köy Enstitüsü Md. Yardımcısı idi. Buraya da Müdür yerine imza yetkisiyle geldi. Oysa Rıza dönmez bunları yazmıyor. Hüsnü Baykoca tüm parasal harcamaları imzalamasına karşın neden Md. yardımcısı olarak gösterilmiyor? Bu, büyük bir haksızlık değil mi? Mustafa Güneri resmen Sanat başı olarak atandı. Gerçek Müdür yardımcısı varken, Md. Yardımcısı gibi çalıştı. Bunun nedeni olmalı. İşte bunun nedeni:
-İncitici konuşmaları yüzünden tüm öğrencilerle ters düşen yeni müdürle iş birliği yapınca öğrenciler de onu aforoz ettiler. Bunu Bakanlık yetkilileri, bizzat bakan Hasan Ali Yücel öğrenince, böyle bir formül bulup müdürü geri aldı, işbirlikçi md. yardımcısını da odasına kapatarak öğrencileri yatıştırdı. Bunları anlatacak değilim, ancak bunları bilen biri olarak öteki, sıradan yanlışları düzeltmek istedim. Kepirden buraya gelmemiş öğretmenleri, kim nasıl getirmiştir? 20 kişilik bir yıllık öğrenciler bir bina yapıp dönüyorlar. Bunu okuyanların inanacağı mı sanılıyor? Nasrettin Hoca’nın kedi-et fıkrası gibi. Hoca bir gün, bir okka but alıp getirmiş. Eşi yemek yapıp keyifle yiyecek. Akşan etsiz yemek önüne gelince sormuş:
-Hanım! hani et almıştım? Hanımı bir iki mırın kırından sonra eti kedinin yediğini söylemiş. Hoca kalkıp kediyi tartmış. Kedi tam bir okka gelmiş. Hoca sormuş:
-Hanım, ben bir okka et almıştım, bunu kedi yediyse iki okka gelmesi gerekir. Bu tarttığım kediyse et nerede? Yok , bu et diyorsan kedi nerede? Rıza Dönmez, gelen ekiplerin birer bina yapıp gittiğini yazıyor. Yapılan bina tam olarak altıdır. Bunu Rız böyle diyor. Bu altı binayı da Kepirtepelilerin yapıp okullarına döndüğünü söylüyor. Şu anda bile işlevsel olarak bu altı bina dışında geçen yıl bizim yaptığımız bina dışında yemekhane ile Yönetim binaları var. Öteki barakalar zaten geçici depo falan olarak kullanılıyor. Öyleyse o, on iki ekibin yaptığı görkemli binalar nerede? Bunu ben değil o yazıyı okuyanlar soracak. Onları duymayacaksınız ama okuyanlar bunu öteki sözlerin sağlığı açısından da değerlendirecekler.
Bekir Semerci:
-Arkadaşım, vallahi yerden göğe dek haklısın!Ancak ben, tek başıma değilim. Sen tek başına değilsin ama ben tek başımayım, bu konuda kararlıyım, dergiye bundan böyle bakarsam bu açıdan bakacağım:
-Et bu ise kedi nerede? diye soracağım. Dergiyi alıp gösterdim:
-Okurken o anlattıklarım aklımdayken tarafsız kalıp rahat okumam beklenilemez. En ufak kurulara o anlattıklarım eklenecek. Bu tür yanlışlar uzayıp giderse bir gün bu işe son verilecek. Salt ben böyle olsam önemli sayılmayabilir. Ancak “yanlışlar düzeltilemez” inadı sürerse bu da başarı yollarını kapar!
Dergiyi alıp oturdum. Gerçekten eleştirel bir gözle karıştırmaya başladım. Yazarını sevmeme karşın, çok özel bir konuyu meslek konusunu bir öğrenci dergisine koyduğu için Ali Yılmaz’ı eleştirdim. Arkasından Dergi yönetim grubunu da kınadım. Köy Enstitüleri üstüne konuşulurken ilk söz, öğrenciler ezberden korunacak! Nasıl? Nasılı yok, bol bol bunun tekrarı var:
-Köy Enstitüleri ezberciliği terketmiştir. Yaparak öğrenme, İş eğitimi falan filan. İş eğitimini falan bırakalım, eğitim olayı kavratılıyor mu? Arsız Otlar deyip bir öğrenci dergisinde 15 sayfa, üstelik kendi dilinde adı bile olmayan arsız ot anlatılırsa bunun neresi ezbercilikten kaçma olur? Bu konu üstünde bilinçle duracağım.
Geldiğim bir bakıma iyi oldu, hem saati 11:00 yaptım hem de söyleyeceğimi söyledim. Salona döndüğümde on kadar yeni öğrenci, heyecanla bekliyordu. Bölüm Başkanı piyanoyu açtı. Hazırladığı notalı kağıtları piyanonun kapağına koydu, bana da:
-İşaretlediklerimi tınılarsın! dedi.
Piyanoya oturdum. Önce kızları sıraladı. Ne ilginç, kahvaltıda varlığından habersiz olduğumu söylediğim Aydın Şahin (o, soyadının Şahinoğlu olduğunu söyledi) geldi, önce raloklı bir do major gamı yaptı. Arkasından do, mi, sol, do! Öğretmen sorular sordu. Bir teksir sayfa okudu. Arkasından sorular sordu. Bu bölümde başka okuyacağı dersleri anlattı. Tiyatro çalışmalarında rol almak zorunda olduğunu isterse yıl sonunda isterse ayrılabileceğini söyledi. Köşeyi gösterdi. 2. Fatma Toksoy, Kars/Cılavuz. ( Halise Sarıkaya’nın okulu) Çok zarif bir bayan, bu kez öğretmen önce sorular sordu. Önceki notları okuttu, arkasından tekir yazısını okuttu. O da karşıya geçti. Sırada bizim Kepirli Melâhat vardı. Ona da önce notaları okuttu. Arkasından sesleri sordu. Melâhat sesleri ayırdedemedi. Bu kez Aydın’ı arkasından Fatma’yı çağırıp sesleri sordu. Onlar da bilemeyince, Melâhat’ı da karşıya gönderdi. Bu kez kendisi piyanoya oturup, değişik bir yöntem uyguladı. Samsun/Lâdikli Fatma geldi. Tuşlara basarak ses aldı. Fatma pek başarılı olmadı. Kullanmak istediği çalgıyı sordu. Fatma piyano! deyince Bölüm Başkanı, kızlar için piyano düşünmediğini söyleyip bu Fatma’yı da karşıya gönderdi. Nebahat geldi. Nebahat’ı daha önce tanıtmışlar. Arifiye’deki müzik çalışmalarını sordu. Bir şarkı söylemesini istedi. Nebahat bir şarkı söylemeye başlarken durdurup ses verdi; “bu ses üzerinden söyle!” dedi. Nebahat başaramadı. Nebahat’tan sonra ara vererek:
-Yemekten sonra devam edeceğiz! deyip piyanoyu kapattı. Herkes gittikten sonra:
-Bunları alalım, Mahir Bey, sevinsin, onun işine yarayacaklar. Hepsi güzel zarif, naif kızlar ama bunların Köy Enstitülerinde Müzik öğretmenliği yapacağına kani değilim. Hep böyle kalmayacaklar, yaşamın bir başka tarafı da var! Onlar işin cakasında ama, “Kazın ayağı öyle değil!”
Ayrılırken öğretmene mandolin çalışmamızın olduğunu anımsattım. Öğretmen geç geleceğini söyledi; çalışmanı yap! dedi. Öğrenciler gelince kapıya bir kağıt asmayı düşündüm. Yeniler neyse de bizim arkadaşlar gocunacaktır. Yemekte duyurmayı düşündüm öyle de yaptım. “Son çalışmamız olacak!” Gene de kapıya bir yazı koydum. Son gün olduğu için öğrenciler daha duyarlı, pür dikkat beni dinlediler. Bu ilgileri sürerse hepsi mandolin çalmasını öğrenecekler. Bir süre toplu çalıştıktan sonra onlara Johannes Brahms’ın Ninnisini önce piyanoda sonra da mandolinle çaldım. Biraz da abartarak birilerinin de aynı parçayı böyle çaldığını söyleyerek tek tek vurarak gösterdim. Bir kez daha istediğim gibi çaldım. Topluca Ziraat Marşını çaldırdım. Ninni’nin notasını istediler yazdırdım. Böylece, kısa da olsa bir dönemi kapattık. Onlar ne denli yararlandılar bilmem ama ben oldukça bir deneyim kazandım. Kendim, önce akordiyonda sonra da piyanoda edindiğim deneyimlerimden bir nebzesini öğrencilerime yansıttım. Piyanoda Faik Canselen Öğretmn uzun süre parça çalmama izin vermemişti. Ancak çok usta bir piyanist olan Oskar Beringer piyano metodunu bir yerden sonra kısa parçalarla süslemiş, böylece parça kapısını izlediğim metot açınca ancak parça çalabildim. Birileri mandolini alır almaz parça çalmaya kalkışıyor. 30 öğrencimin 20’si bu kurala uysa bunu kazanç sayacağım.
Öğrenciler çıkınca gelenler oldu. “Çok şükür, salonumuz bize kaldı!” diyenlerle tartışmaya kalkışmadım, zaten Bölüm Başkanımız geldi, çalışmaya kaldığı yerden başladı. Öğretmen kendisi piyanoya oturdu. Belli ki o da öğrenciliğinde, bugün eleştirdiklerini yaşamış. Erkeklerde o denli titiz durmadı. Konuştukları hep mandolin çaldığını söyledi. Çaldıkları parçalar da bir birine yakın, Menekşe Buldum Derede, Timurağa, Tininini tininam ya da Ziraat Marşı. Hepsi de benim umduğum gibi, tellere tek tek vurarak. Öğretmen hepsine öğütte bulundu:
-Kemana başlayınca mandolini tümden bırakmayın. keman çalmanız çok zaman alacak, bir yıl sonra Köy Enstitülerine staja gidince gene mandolin yardımınıza koşacak, ihmal ederseniz zorluk çekersiniz! Şimdilik başvuran altısı kız beşi erkek on bir kişi. Öğretmen gülümseyerek:
-Şunu eşit yapalım, istekli olursa gönderin gelsin! dedi.
Öğretmen ayrılınca bu söz bir süre konuşma konusu oldu:
-Öğretmen, kızlara eş arıyor, kızıl saçlıya ben talibim başkasını aramasın! Kepirliye ben talibim, Arifiyeliye ben talibim gibi takılmalar oldu. Arkadaşlar şakalarını sürdüürken ben, pazartesi gelecek piyano öğretmenini anımsayıp küçük odadaki piyanoya geçtim. Bu kez Beringer metodumu açıp tüm parçaları, eksersizleri sıraladım. Beringer’de üç önemli sonat var, Beethoven, Mozart, Weber. Beethoven’le Mozart’ı Faik Öğretmenle çalmıştık. Weber bana çok yabancı geldi, atlamış olabiliriz. Çünkü Faik Öğretmen kimi kez:
-Bunu sen kendin çalış! derdi. Ya yeni öğretmen onun üstünde durursa? Weber başıma dert oldu, oldukça da zor geldi; inadım inat yemek saatine dek onunla didiştim. Yemekten sonrası için plâk dinleme vardı, keşke ona söz vermeseydim diyerek yemeğe gittim.
Yemekte konu gene kızların paylaşımı. Bu kez işin içine eskiler de katılmış. Baktım Yıldız’ın adı hiç geçmiyor. Gelenlerin çoğundan onun daha güzel olduğunu söyleyince güldüler. Halil Yıldırım en açık yüreklileriymiş:
-Arkadaş o senin hakkın, bunca koruman boşuna mı? deyiverdi. Ben de, hiç duraksamadan “Koruyuculuk yapacaksam Kepirtepeli için yaparım!” dedim. Meğer Kepirtepeli’yi Kamil Yıldırım peylemişmiş:
-Şansızlığa bak! deyip yüzüme baktı. Kamil’i sevdiğimi herkes biliyor, bu kez sözü ciddileştirerek:
-Gerçek niyetin oysa, yardımcı olurum, hiç değilse karşı durmam! Böylece ilk yakıştırma yapıldı.
Plâk dinlemeye arkadaşların hepsi katıldı, yanlarında yeni adaylardan da gelenler oldu. Bach 3 numaralı Süitle, Vivaldi Mevsimleri dinledik. Kimse anmadı ama herkesin aklından geçtiği biliniyordu:
-Kızlar plâk dinlemek istemiyor mu? Bunu sezerce ben açıkladım. Ahmet Yol’ a Arifiyeliler çok güvenirler, o isterse bayan arakadaşları da davet edebiliriz! Birden sevinç belirtişleri ortayı sardı:
-Onlar mahrum kalmasın! Geçen yıl bunu neden düşünmediniz? diyesim geldi ama sustum. Bu konuda Bölüm Başkanının suskunluğu da önemliydi. Belki gece oluşu nedeniyle sakıncalı bulmuştu. Bu yıl sayıları artınca fikir değiştirmiş olabilir.
Yatınca da bir süre bunu düşündüm, bu yıl, neredeyse on kız olacaklar, neden gelip gitmesinler! Yıldız olayına takıldım, arkadaşlar şaka mı ediyorlar, yoksa davranışlarımda mı bir acayiplik görüyorlar! Böye bir durum varsa bunu nasıl silerim? Acaba böyle bir seziş Yıldız!da da var mı? Olsa nasıl olur da Müjde Ablasını benim önüme çıkarıp duruyor? Yoksa beni yoklamak için mi? Kuşkulu sorulara karşılık yetiştirmeye çabalarken uyudum.
6 Ekim 1945 Cumartesi
Ankara’ya gideceklerin hemen hemen hepsinin yanında bir yenisi var. Doğan Celil Altın’a sahip çıkmış. Celil’i bir göçmen çocuğu olarak anımsardım. Çoğunlukla satranç oynarken yanıma gelirdi. İş günlerinde de benim grubumda olurdu. O nedenle çok olumlu bir izlenim bırakmış olacak, gelişine sevindim. Bunları konuşurken bir yandan da aklım Bella’da, giderken konuşabilecek miyim? Ablasına nasıl olsa uğrayacağım, o da uğrayacak mı? Ne olacaksa, birlikte gitmek istiyorum.
Kahvaltıya bu karışık duygularla indim. Hemşerim Kadir de geliyormuş, O, köylüsü İsmet Akın sevdasında, akrabalarından, dostlarından haberler getirmiş. Bir bakıma seviniyorum, birlikte olmamız kimi zaman sorun yaratıyor, onunla sık sık ters düşmek istemiyorum. Biliyorum çok affedici ama, olsun, bir gün onun da canına “Tak” der, sonra onarımı olanaksız küsüşürüz. Yaşayacaksak, gelecekte çok sık karşılaşacağız. Geçmişten söz ederken mahcup olacağım bir durum anımsamak istemem. Sanırım o da böyle düşünüyor, sık sık küser gibi oluyor, ardından bir bahaneyle gene yaklaşıyor.
Durakta grup grup bekleyenler var. Bella yalnız. Yıldız’lara yaklaşınca takıldım:
-Öğretmeninizi neden aranıza almadınız? Yıldız:
-Tanışmıyoruz! dedi. Bella’ya işaret ettim, gülümsedi, gidip getirdim:
-Bak öğrencilerin tanışmak istiyorlar! Bella gülümsedi, filmlerdeki yıldızlar gibi dizlerini kırarak “Mersi!” dedi, sonra da teşekkür etti. Bir gün toplantı yaparak tanışma yapacağını, derslerin başlamasını beklediğini anlattı. Hemen eski hikâyesini tekrarladı:
Geçen yıl atandığını, öğrenci sayısının azlığı nedeniyle önce başka iş verildiğini, o da öğretmenliği sevdiği için geçici olarak ayrılıp İstanbul’a gittiğini daha sonra, Sabahattin Öğretmenin çağrısıyla gene geldiğini anlattı, “Bu yıl yeteri kadar arkadaş geldi, sevinçliyim!” dedi. Melâhat olaya çok ilgi duydu, sordu:
-Böyle bir Bölüm mü açılacak? Bella olayı ince ince anlattı;
-Bir branş olarak düşünülmüyor ama uygar dünyanın benimsediği salon dansları hakkında bilgi vermeye, o tür sanatçıların nasıl yetiştiğini anlatmaya çalışacağını tekrarladı.
İyi etmiş de çağırmışım, istasyonda indikten sonra Ulus’a dek kızlarla konuştu. Ulus’ta izin isteyerek Bella ile birlikte Millî Eğitim Bakanlığı’na gittik. O ablasına gitti, ben de, daha önceki konuşmamız üzere Yaşar Nabi Nayır’ın çalıştığı bölüme gittim. Kendisi gelmemiş, üzülerek dönerken bir bayan adımı sordu, söyleyince bir paketim olduğunu söyledi. Güzelce sarılmış oldukça büyük bir paket, sevinerek aldım, teşekkür ederek ayrıldım. Paket elimde Dora Ablaya uğradım. Dora Abla bana özel olarak teşekkür etti, benden bunları beklediğini tekrarladı:
-Benim nazlı kardeşim bu işleri bilmez, ben de bilmiyordum ama çaresiz öğrendim, o da öğrenecek, sizler yardım ederseniz işlerini daha rahat yapacaktır, kendi alanında yetenekli olduğunu biliyorum. Tek sıkıntısı muhite yabancılığı, bugünkü yardımını hemen anlattı, teşekkür ederim, bu yakınlığı her zaman bekliyorum! dedi, tekrar tekrar teşekkür etti. Bella ise:
-Arkadaşların var onlarla gezeceksin, paketi Pazar akşamı ben getirebilirim! deyip elimden aldı. Dora Abla:
-Ne var, istasyona dek onu götürüyoruz, bir yük olmaz! deyince paketi bırakıp ayrıldım. Uzaktan Ahmet Yol’u gördüm. Aile bahçesi önünde beni gözlüyormuş, işaretleştiler. Yıldız’lar gelince sinemaya gitme konuşuldu. En yakın sinema Yeni, orada oynayan filmin yarısını görmüştüm; tamamını görmüş gibi, biraz da överce anlattım. Razı oldular, tam da film baştan başlayacakmış, girdik. Film çoğunlukla Mısır’da geçiyor. İngilizce olduğu için doğru anlamadığımı bile bile azıcık ip uçları verdim. Yıldız Ahmet Yol için:
-Ahmet Abi ingilizce biliyor, açıklar! deyince sustum. Ancak Ahmet Yol:
-Aman aman, şaka etme, film çevirecek kadar ingilizcem olduğunu ben bilmiyorum! deyince ben gene de fısıldadım. Şarkıcı güzel bayan, birilerinin himayesinde. O birileri çok esrarengiz kimseler. Şarkıcıyı çok koruyorlar. Şarkıcı çok güzel, biraz da çok açık olduğu için arkasına düşenler hep kaybediyorlar. Şarkıcı bir Amerikalıdır. Gene Amerikalı gazeteci de şarkıcı ile ilişki kurmaya çalışır. Şarkıcının çok korunduğunu anlayınca onun Alman Gestapo teşkilatı tarafından korunduğu kanısına saplanır. Gene de gönül kaptırmıştır yaklaşmaya çalışır. Şarkıcı korunduğunu bildiğinden gazetecinin bu denli yaklaşmasından kuşkulanıp onun bir gestapo casusu olduğu kanısına varır. Onlar birbiri ardında dolaşırken gemileri batar. Güzel Bayan gece kulüplerinde şarkılarını söyler, Mısır’daki kargaşalı yaşam anlatılır. Bir yanda güzel şarkıcı ya da onun gibilerin şarkıları dinlenirken bir yanda da en ilkel kılıklarla fesli, sarıklı insanlar erkek erkeğe kemer altlarında toplanıp yalelli söylerler.
Bir eğlence görüntüsü-1942(Bilgisayar eklemesi)
Sonunda ise birbirinden kuşkulanan yakışıklı gazeteci (Robert Young) ile güzel şarkıcı (Jeanette Mac Donald) anlaşıp yuvalarını kurarlar. Alt yazıları, oldum olasıya izlemediğim için bakmıyorum bile. Filmin sonunda nasıl olsa olması gereken olacak! deyip olanları izlemeye çalışıyorum. Sonuç olarak nasıl olsa, izlediğim bir filmdir, gerçk bir olay değil!
Sinemadan çıkınca, otobüse binip Kızılay’a indik. Az sonra da Hemşerim Kadir’le buluştuk. İsmet Akın onu evine götürmüş. Kadir eliyle evi gösterdi:
-Hemen karşıdaki sıra apartmanların üçüncüsü! dedi. Ne olduysa, birden:
-Hayır, hayır üçüncüsü! diye düzeltme yaptı. Sessiz, sakin duran Ahmet Yol, birden:
-Nasıl olsa biz gidemeyeceğiz, telaşlanma, yeter ki sen gittiğinde yanlış yere girme! deyince hep güldük.
Bir süre Güven Park kanepelerinde oturduk. Karşımda Arifiye’den gelen Nebahat oturuyor. Adı bana Nebahat’ı çağrıştırdı. Aynı adı taşıyorlar ama gerçekte ne büyük farkları var. Melahat sık sık Nebahat! dedikçe aklım bana göre Nebahat’a gittiğinden yanımdakini bir türlü benimsemedim. Nedense soyadını sordum. Kaya imiş, içimden:
-Olmadı! deyip güldüm. Soy adıyla çağıracaktım. Oldukça cici bir kıza “Kaya!” demek gülünç geldi, kendi kendime güldüm. Yıldız gülmeme takıldı:
-Neden güldün? Nasıl açıklayayım, hemen bir yalan yakışırdım:
-Yolda giden bayanlar vardı, yanlarında çocukları var; sözde çocukların biri birden annesinin elini bırakıp geri gitmişmiş. Anne telaşlanmış, çocuğu tartaklamış. Benim yalan makbule geçti, önce Ahmet Yol da çocukluğunda benzer bir hareket yapıp bir güzel tartaklandığını anlattı. Hemşerim de benzer bir anısını anlatınca Yıldız bana sordu:
-Senin böyle bir anın yok mu? Boş bulundum, bilinçsizce:
-Ben annesiz büyüdüğüm için o tür anılarım yok! deyince birden hava değişti. Kalkıp Bakanlıklara doğu yürüdük. Bakanlıklar adı konmuş ama daha birkaç bakanlık oraya gelmiş. Bizim Bakanlık, Dışişleri, bakanlıkları Ulus’ta. Az sonra dönüp Ulus’a yürüdük.
Ulus’ta anımsadım, bir yağmurlu gün Yıldız’la İstanbul Pastanesine girip oturmuştuk. Daha önce ben başkalarının özellikle Mehmet Yelaldı’nın çağrısı ile girmiştim; bu kezse kendi cesaretimle! Ondan sonra rahatça girdim çıktım. Melahat’la Nebahat’ı da alıştırayım, deyip doğruldum. Onlara bir köşeyi gösterip satış bölümüne dönünce hemen önümde Reşat Nuri Güntekin’le Yaşar Nabi Nayır’ı gördüm. Yaşar Nabi hemen karşımdaydı. beni tanımaz ya da tanımazdan gelir, önünde bir yazı, elini vura vura birşeyler anlatıyordu; ne olur ne olmaz düşünceşiyle başımla selâm verdim. Yaşar Nabi konuşmasını keserek “Merhaba, paketi bırakmıştım. Vahit’in bir yazısını bastığımız son iki sayı yanlışlarla dolu çıktığı için satışa sunmadık. mektup yazarsan bunu bildir!” Paketi aldığımı söyleyip ayrıldım. Geri döndüm, Haymanalı görevli geldi, isteyeceklerimizi istedik. Yaşar Nabi’nin beni tanıması hoşuma gitti ama ona karşı nasıl bir tavır aldım, ben Yaşar Nabi’yi dinlerken Reşat Nuri Güntekin yan gözle beni süzüyordu, nasıl bir izlenim bıraktım, bir an içinde bunları düşündüm. Geri döndüğümde Yıldız yaramı deşti:
-O adam sana ne söyledi, tanıdığın mıydı? Suçlu gibi onu dinledin! deyince aklımdan geçen bütün olumsuzluklar katmerli olarak tekrar depreşti. Gene de olayı anlattım, Varlık Dergisinden söz ettim. Ancak neşem kaçmıştı. Sanki İstanbul Pastanesi suçluymuşçasına bir tedirginlik duydum. Dışarı çıkınca rahatlar gibi oldum. Yıldız beni izlemiş, tekrar sordu, “Konuştuğun adam seni üzen bir şey mi söyledi?” Gene yalana sarıldım:
-Tam tersine onun beni tanımasına sevindim, yanındaki Çalıkuşu romanının yazarı Reşat Nuri Güntekin, ona bir şey söyleyemediğim için üzüldüm. Yıldız:
-Aman sen de, bun neden üzülüyorsun, bir başka zaman görünce konuşursun! gibilerde teselli etti. İçimden bir sözü anımsadım; genç biri kendisinden yaşlısına akıl vermeye kalkınca sık sık söylenir:
-Yumurta tavuğa akıl veremez! bunu Yıldız’a nasıl söylerim? Konuyu değiştirip Nebahat’la Melâhat’a Ankara’yı nasıl bulduklarını sorduk. Konu filme kaydı; Konserlere başlayınca bol bol sinemalara gidileceği söylendi. Saati doldurunca trene atladık. Yaz günleri tren çok rahat, aydınlıkta Hasanoğlan’a gidiyoruz, aralık, ocak aylarında zifiri karanlıkta titreyerek dönmekten söz etmedik.
Yemekte arkadaşlar, yeni öğretmenlerden, yeni derslerden söz ettiler. Faik Canselen Öğretmen armoni dersleri ile konserlerde çalınan eserleri tanıtmayı sürdürecek. Mahir Öğretmen Tiyatro dersini gene kitaptan sürdürüp orada adı geçen yazarları tanıtacak. Malik Aksel Öğretmen ne yapacağımızı söylemişti. Veysel Erüstün Öğretmen de neler yapılacağını anlatmıştı Keman Öğretmeni malum çoğalan kemancıların bir bölümü ile gıy gıya devam. Şan Öğretmeni ! deyip durduk. Aydın Öğretmen’in yerini kim doldurur? Kim Karacağlan’ın “Büsbütün dünyayı değer gözlerin!” dizelerini onun gibi seslendirebilir?
Söz sözü açtı, öteki genel dersler için hiç kimse olumlu bir söz söyleyemedi. Psikoloji öğretmeni ıkınıp sıkınıyor ama sözleri hep sözde kalıyor. Söylediklerini değişik kitplatrdan öğrenmiş, topunu bir arada anlatan kitap yok. Edebiyat için bulabiliyoruz. Metin alıştırma tam anlamıyla “Rastgele!” Sınavda tam şans. Anımsadığımız bir metin çıkarsa dereyi geçersin! Son sınıfta bir de Eğitim Tarihi okunacakmış. Kim okutacak? Genel Müdür gelecekmiş.
-Genel Müdür derse nasıl gelir, yerine biri girer! Şaka ama gene de sinirden güldük. Hürrem Arman ne güne duruyor, adam doğma büyüme pedagog! Peda çocuk demek, gog ne ki? Gülerek karşılık verdim:
-Küçük çocuklar sözleri hep yanlış seslendirir, yok yerine gog derler. Biz de öyle deriz. Peda(çocuk) gog (yok) Yani çocuk konusunda doğru dürüst bilgi alamayacağız. Eski tartışmaları anımsattım:
-Köy Enstitüleri Müfredat programında da çocukla ilgili yeterli bilgi gerektirecek bir istek yok. Psikoloji adı geçiyor ama psikoloji dersi yok. İş sosyolojisi deniyor ama sosyolojinin kendisi yok. Oysa Genel Müdürümüzün bizlere dağıttığı Canlandırılacak Köy kitabında bu derslerin okutulduğu yazılıyor. Müfredat programı gibi Canlandırılacak Köy kitabı da okunmadığından okunmayanlar kitaplarda olanlar da öğrenilmeden seneler geçiyor: “Kenlem kenlem layem fa!”