Dışımızda Kotarılan Gerçek Dışı Olumsuz Söylentilerin Bize Yansıyan Esintileri
25 Şubat 1945 Pazar
Yattığımda konuşmalar vardı, gözlerimi açtım konuşmalar sürüyor. Aynı insanlar değil ama sanki öyleymiş gibi bazı zaman sinirleniyorum. Zaman zaman da seviniyorum, iyi ki yatağım kapıya yakın. Çoğunlukla konuşanlar, kapıdan uzak, karanlık köşelerdekiler. Konuşanlar da belli kişiler. Son sınıflardan Enver Ötnü. Gerçekte tatlı dilli, herkesle canım ciğerim konuşur. En çok kullandığı söz de Enişte’dir. Onun şakalarından kimse incinmez. Ancak konuşma açılmasın neden olduğu için çoğu kavgaların da başlangıcı ona yıkılır. Rüstem Gündüz, konuşma başlatmaz ama söze karışırsa kesinlikle olayı saptırır. Bazı kurnaz konuşmacılar, Rüstem Gündüz’ün sevdiği konuları bilerek açarlar. Rüstem, sözün nereye gideceğini anlarsa kesinlikle sataşmaları duymaz. Kimi açıkgözler Rüstem Gündüz’ü uyarınca o, birden üslenmez, sözü tekrar ettirir, arkasından da sorar:
-Sen ne diyorsun? Rüstem’e takılanın sözü bir başkası tarafından tekrar edilince Rüstem söyleyeceğini ilk söyleyene değil taşıyıcıya söyler. Bu da olaylarda tarafsız kalabilen arkadaşların çok hoşuna gider, kahkahalarla gülünür. Arkasından da:
-Zaloğlu Rüstem, işini bilir! söylemiyle çok kez konu kapanır.
Bu sabah kahvaltıda bizim masada da sabah kalkışları konu oldu. Kamil Yıldırım:
-Son sınıflar ayrılınca sabahları daha rahat olacağız. Dikkat ediyorum bütün tartışmalar onlardan başlıyor. Halil Yıldırım:
-Öyle olması doğal. Çünkü onlar, başlangıçta yalnızdılar. Nasıl başladılarsa öyle sürdürüyorlar. Biz geldiğimizde onlara uyduk, bu alışkanlığı sürdürüyoruz. Yeni gelenler de öyle! Son sınıflar gidince önümüz açılacağı için belli olmaz; belki de bizimkiler daha fazla azıtacaktır.
Son sınıflardan çok konuşanlar anıldı:
Enver Ötnü, İhsan Güvenç, Rüstem Gündüz, Hüseyin Sezgin, Rahim Ünüvar, Musa Çınar, Satılmış Aslantaş, Abdullah Ön, Orhan Doğan, Fahri Yücel, Rahmi Özdemir!.... Bizim sınıftan?
Hasan Gülel, başta sayıldı. Kadir Aytekin, Ali Bayrak, Ahmet Allı, Ali Yücel, Numan Köseoğlu, Mestan Yapıcı, Mehmet Kocaefe, Mehmet Toydemir, Sabri Taşkın, Azmi Erdoğan, Veli Demiröz........
Yenilerden?
Hasan Ayaz, Haşim Kanar, Mehmet Gökdemir, İbrahim Toprak, Osman Darıcı, Mehmet Ali Şengül, Fahri Özçelik, Veli Dalak, Süleyman Varlı, Cemal Türkmen, Ziya Altıntaş, Cesarettin Ateş, Cemal Yıldırım.....
Arkadaşlar yenileri sayınca biraz şaşırdım. Ben bunları her gün görüyor hatta söylendiğine göre seslerini de duyuyorum ama kim kimdir? Çoğunu ayıramıyorum. İçlerinde tek tanıdığım Veli Dalak. Haşim Kanar’ı da bir askerlik dersinde tanımıştım. Osman Darıcı şiir okuyor, onu biliyorum. İşin ilginci, içlerinde bizim Kepirtepeli kimse yok. Bunu, hayra mı yormalı yoksa pısırıklığa mı?
Kahvaltıdan sonra topluca salona gittik. Salon sıcak, oldukça aydınlık. Mehmet Zeybek piyanoya oturmuş. O çalışınca bana alt odaya inmek düşüyor. Öyle yaptım. Czerny’leri tekrarlayıp Kitaplığa gittim. Biraz soğuk ama başkalarının da olduğunu görünce oturdum. Julie III'de işler biraz daha karıştı. Gizli olan aşk giderek aşikâr olmaya başladı. Bir plak şarkısını anımsadım:
-Gizli sevdamız aşikâr oldu! diye başlayıp sürüyordu. Madam D’Orbe işin içine girdi.Daha doğrusu Kuzin Claire ortadan çekildi, Madam D’Orbe olarak otaya çıktı. Belli ki yakında Julie de evlenecek. Sıkılır gibi olmuştum, Halil Dere imdadıma yetişti, birlikte bizim kantine inip satranç oynadık. Halil Basutçu görmüş, geldi. Halil bizim köye gelmişti. Bizim kahveyi bildiğinden bana takıldı:
-Burası senin kahveden farksız, neden buraya sık sık gelmiyorsun? Buna da Halil Dere şaşırdı:
-Sahi mi? Sen kahveye gider miydin?
dedikten sonra sordu:
-Sen alışkanlıklarından nasıl sıyrılıyorsun? Bu soru bana ilginç geldi. Kahveye gitmek bir alışkanlık mı? Ben alışkanlığı başka türlü biliyorum. Alışkanlık, isteyerek yapılan bir hareketi iyice benimseyip, kendiliğinden olacak düzeye gelmesini sağlamaktır. Çalışa çalışa ayaklarına topa vurmayı öğretirsin, ayakların alışınca topu kolayca kaleye atar. Ellerini alıştırırsın, onlar da yapacaklarını rahatlıkla yapar. Sigara içmek, şarap içmek bir alışkanlık değildir. Hele kahveye gitmenin alışkanlıkla hiç bir ilgisi yoktur! Beş yaşımdan beri kahveye giderim ama, kahve olmadığı yerde yaşarken kahveye gitmeyi hiç düşünmedim. Kepirtepe’den Lüleburgaz’a inince tanıdığım kahvelerin önünden geçerken ayaklarım beni alıp götürmedi. Basutçu beni övdü:
-Arkadaşın iradesi kuvvetlidir!
Arkadaşın söylediği irade sözü üstünde durdum:
-İrade, bir tür inat şekli mi acaba? Bana çocukluğumdan beri, bizim evdekiler, başta büyük ablam olmak üzere herkes:
-Sen çok inatçısın! derdi. Neydi inatçılığım? Bunu hep düşündüm, büyüklerimin yapma dediğini hiç bir zaman yapmadım, yalan söylemedim. İnatçılığımı, çevremdekiler, onların zor sandığı işleri yapmama yordular. Okuyacağım! dedim, Hamitabat köyüne iki yıl, yılmadan gittim. İşin ilginci 5. Sınıfta tek bir gün bile devamsızlığım yoktu. Ablacığım bunu, benim inadıma yoruyordu. Bağda üzümler olmaya başladığında kuşların zararından söz edildiğinde bekleyebileceğimi söyledim, gerçekten iki yazımı bağda geçirdim. Köy Öğretmen Okuluna baş vurduğumda hep dediler:
-O, çok inatçıdır, dediğini yapar. Dediğini yapmak hep inatçılık sayıldı. Kepirtepe’de müzik çalışmalarım da bu tür inattı. Kime karşı? Belli ki çevremdekiler irade olayından habersiz.
Olayı, bir başka örneğe aktarırsak daha iyi anlaşılacaktır:
- Atatürk, inadına yenilerek Samsun’a çıktı. Gene inadı yüzünden Sivas’a, oradan da Erzurum’a geçti. Bir türlü inadından kurtulamadığı için Ankara’ya gelip Cumhuriyet’i kurdu. Yunanlıları yurttan kovması da bu inadındandı. Ne çok inatçıymış, 600 yıllık Osmanlı saltanatını da kaldırdı. Bu görkemli inat giderek, Türk insanını modern insan kılığına döndürdü, erkekleri, bostan korkuluğu gibi sarıklı başlardan, bayanları, yarasalar gibi gece hayranıymışçasına karalara bürünmek zorunda kaldıkları çarşaflardan çıkardı. Bu da yetmedi, yurdun tüm doğal gelirini acımasızca hortumlayan Kapitülasyon denilen canavardan kurtarması da bu inadı yüzündendi. İşin bir başka ilginç yanı da inatçı Atatürk. Nasılsa kendisi gibi bir inatçıyı bularak Lozan’a gönderdi. O da yaman inatçıymış, yüz yıllardır, Osmanlının (inat minat etmeden) mülâyim davrandığı Düveli Muazzama’ya Lozan anlaşmasını kabul ettirip, tarihe bir inatçı belgesi bağışladı.
İkisini de sevdiğim Halil arkadaşlar bana okşayıcı sözler söylediler. Halil Basutçu köyümüze geldiğini, babamı, kahvemizi, köylülerin bana karşı davranışlarını anlattı. Halil Dere de önümüzdeki yaz çalışması sonunda okula dönerken uğrayacağını söyleyerek beni sevindirdi.
Yemekte, öğretmenlerin geldiği duyuruldu. Faik Öğretmenin gelebileceğini düşünerek kaşığı biraz çabukça gezdirip kalktım. Arkadaşların arkamdan acımsarca baktığını duyumsar gibi oldum. İçimden de :
-İnsanlar böyledir işte. Kendilerini ancak aynada gerçeğiyle görürler. Öteki zamanlarda hep kendilerinden başkalarıdır, gözlerinde....
Faik Canselen Öğretmen çok neşeliydi. Sanırım biraz da konuşmuş olmak için tiyatroyu sordu. Tiyatrodan zevk alıp almamayı çok görmeye bağladığını anlattı.
Ben konuşurken Czerny’leri açtı. Gülerek 8 numara pişmişse ötekiler kıvamında sayılır! deyip güldü. Nedense önce kendi çaldı. Öğretmen çalınca azıcık bozuldum ama kendimi toparladım. Umduğumun tersine öğretmen çalışımı beğendi. No 9'un başını çalıp sayfayı çevirdi. 10 numarayı göstererek:
-Tembel solu biraz canlandıralım deyip 10 numaralı etüdü işaretledi. Önce ağır çalışmamı, sonra sonra hızlanmamı önerdi.
Öğretmenle birlikte Öğretmen Lokaline dek gittim, ayrılınca kitaplıkta bir süre 3. Kitaptan okudum. Julie yalnız değilmiş anne babası ortaya çıktı. Ancak Sainte Preux’un sanırım havası bozulacak!. Kitaplıkta kimse kalmayınca ben de kalkıp yatakhaneye çıktım.
Konuşanları dinleyerek düşünceye dalmamaya çalıştım. Öylece uyumuşum.
26 Şubat 1945 Pazartesi
Piyano dersimin öne alınmasına giderek alıştım, ayrıca da seviniyorum. Gece oluşundan mı yoksa yalnız oluşumdan mı derslerden sıkılmıyorum da! Sağ olsun Faik Öğretmen de sanırım bana hemşerilik yapıyor. Gerçi geçen yazın bir iki kez azıcık sertleşti ama, onu da ben hak etmiştim. Gene de büyüklük gösterdi, bana “Gelme!” diyebilirdi. Anımsayınca ürperdim. Öyle olsaydı tüm fiyakam bozulacaktı. İçimden “Dikkat!" çektim kendime. Akşam iki Halil’lere anlattığım hikâyeyi unutmamaya karar verdim: "İbrahim, sen doğuştan bir inatçısın. Ablaların, ağabeylerin, onların çevreleri seni nasıl tanıyorsa o huyunu sürdür. Sakın bu inatçılığı bırakma!"
Kahvaltıda Aydın Gün Öğretmenden arya istemeye karar verdik. Hangi operadan olsun? Opera olarak gerçekte, Satılmış Nişanlı, Fidelio, Figaro’nun Düğünü bir de plaktan dinlediğimiz Mozart Don Juan’ı biliyoruz. "Hıg!,, diye güldüm, Titüs operasını neden ortaya getirmeyeyim? sorusunu içimden geçirdim. Mozart, Titüs ya da Clamence!
Rol sahipleri ezberlemişler, hindi gibi kuruluyorlar. Benim de rolüm var. Sahnede oturuyorum ama bana söz düşmüyor. Kasabanın eşrafındanmışım(eski Rus soylularından). Oidipus’ta da rolüm var. "Hayırlı haberler getirdim!" diyorum. Ne biçim hayırlı haberse biraz sonra kraliçe İokaste kendini asıyor, kral Oidipus ise gözlerini kör ediyor. Zaman zaman rollerime gülüyorum.
*
Aydın Öğretmen gülümseyerek geldi. Çok ciddi bir tavır takınarak sordu:
-Sizce bahar gelecek mi? Muttalip Çardak soruyu soruyla karşıladı. Gelmeyeceği üstüne bir kuşkunuz mu var öğretmenim? Aydın öğretmen:
-Bir kuşkum yok, yok ama sanırım sabrım azaldı. Sizinkileri öğrenmek istedim.
Aydın Öğretmen birden değişti, Figaro’nun Düğünü operasından bir arya söyledi. (Figaro, sözde Konta meydan okuyacakmış!) Opera sözü geçince fırsatı kaçırmadım Mozart’ın Titüs operasından da söyler misiniz? diye sordum. Aydın Öğretmen gülümsedi:
-Beni sigaya mı çekiyorsunuz. Benim opera repertuvarım sınırlıdır. Satılmış Nişanlı, Fidelio, Don Juan, Figaro, şimdiler de bir de Tosca eklendi. Ancak başka operaların metinlerini incelemişliğim var. Tito’nun konusunu biliyorum ama henüz aryalarına göz atmadım! dedi. Özür dileyip öğrenmek istediğimi öğrendim! deyince Aydın Öğretmen sordu:
-Neymiş o öğrenmek istediğin? Olayı olduğu gibi baştan sona anlatınca Aydın Öğretmen bir “Bravo!,, çekti. Öğretmen bu kez genel bilgi olarak opera tarihinden söz etti. Özellikle Handel’le başlayan Tarih olaylarını sahneye koyma Gluck’la sürmüş; sonraları Mozart da bunu denemiş. Mozart’ın Mitridates ile Titus operaları bunlardanmış. Bunlar, Roma tarihinde gerçekten olduğu söylenen olaylardan alınmış operalarmış. Aydın Öğretmen Handel’in Jül Sezar operasının, Gluck’un İfigenie operasının, Mozart’ın Titüs operasının olaylarını anlattı. Jül Sezar olayını yuvarlak olarak bilioruz. Aydın öğretmen tarih olarak sordu. Ben Jül Sezar’i tarih olarak bilmekten başka Shakespeare’in Jül Sezar’ını da okuduğumu söyledim. Öğretmen öyleyse sen bize onu ana hatlarıyla anlat! dedi. Jül Sezar İ.Ö 100 yılında doğdu, güçlü bir Romalı kanadından geliyordu, iyi yetiştirildi, savaşçı oldu. Kendi taraftarlarının desteğiyle büyük işler başardı. Daha sonra karşı kanatta olanlarla politik tartışmalara girdi, üç arkadaşla birleşerek 1.Triyumvirliği kurdu. Britanya Adalarını işgal etti. Triumvirliği bozup arkadaşlarını erkin dışında bıraktı. Roma’nın tek güçlü adamı olmuştu. Tüm güçleri elinde toplayınca Roma Cumhuriyeti ortadan kalkmış oldu. Kendisini kıskanan ya da görünüşte Cumhuriyeti kurtarmak isteyenler pusu kurarak Sezar’ı bıçakladılar. Ancak Sezar taraftarları, Sezar’ın oğulluğunu başa geçirip Roma’yı bu kez gerçekten İmparatorluk durumuna getirdiler. Sezar İ.Ö 44 yılında 56 yaşında öldü.
Öğretmen bana teşekkür etti. Arkasından da Operaların tarih olaylarını tıpkısı olarak sahneye getirmedikleri söyleyip Handel’in Sezar’ını, kişileri de anarak anlattı. Aydın Öğretmen bana:
-Senin anlattığından farklı değil; o dediğin üçlü (triyumvirlik) dönemindeki arkadaşlarıyla bozuşan Sezar, üçlüden biriyle, Pompeus’la kanlı bıçaklı olup, savaşırlar. Sezar kazanır, Pompeus Mısır’a kaçar. İşte opera olayın burasını almıştır. Pompeus öldürülür, eşi, çocuğu kalmıştır. Sezar onları koruma altına alır. Aynı zamanda Mısır kraliçesi Kleopatra olaya karışır. İşte opera onların söylediği karşılıklı aryalardan oluşur.
Operanın kendi önemine göre getirdiği yenilikleri sıraladı. Sonunda da:
- Zaman zaman beni bu konular üstünde böyle konuşmaya zorlayın! dedi.
Bizim genel kültür olarak bunları duymamız gerektiğine inandığını, istersek metinleri alıp okuyabileceğimizi, bunun bizim bileceğimiz bir konu olduğunu ancak kapıyı açacak anahtarı onun göstermesi gerektiğinin bilincinde olduğunu, bu görevi yaptığı sürece daha mutlu olacağını söyledi.
George Friedrich Handel
Mahir Öğretmen gelince Aydın Öğretmen gülerek:
- Bugün de bu kadar, haftaya da siz konuşacaksınız! deyip ayrıldı.
Mahir Öğretmen:
-Aydın Öğretmeni konuşturduğunuza göre dinlendiniz, haydi biraz hareket edelim! deyip. Toplanmamızı işaret etti. Toplanınca, tiyatroda, özellikle de filmlerde figüran olaylarını anlattı. Tavanı göstererek:
-Havadan uçak geçiyor, uçakların bomba atacağını duydunuz, bombaları bekliyorsunuz! deyip parmağıyla tavanı gösterdi. Gülenler oldu. Öğretmen duymazdan geldi. Şimdi de, uçaktan çiçek atıldığını gördünüz! Tamam! dedikten sonra yerlerimize oturduk. Öğretmenin bir şey söyleyeceğini bekliyorduk. Öğretmen hiç bir şey söylemeyince Azmi Erdoğan duramadı, sordu. Azmi’nin sorusuna karşılık olarak Öğretmen:
-Anlamadınız mı? İnsanlar olayların durumuna göre yüzlerine bir şekil verir, kendisi bunu göremez ama karşısındakiler görür. Ben sizin korkulu, sevinçli yüzlerinizi gördüm. Yapmacıksız baktınız. Bana da bu gerekliydi. Öğretmen birden değişti:
-Hoş görülüyüm ama bu kadarı da fazla! iki de bir karşımda burnunu karıştırana katlanamam! dedi. Hepimiz şaşırdık. İçimizden “Kim acaba?" sorusunu geçirirken birden öğretmen arkasını sobaya dönerek:
-Sen! dedi. Hepimiz şaşırdık. Öğretmen gülümseyerek:
-İnsanların normal yüz haritaları vardır, buna maske de denir. Zaman zaman bu maskeleri takınırlar. İşte bu maskeler tiyatroda çok gereklidir. En çok maskesi olan tiyatroda kazançlı çıkar. Yeterli değildir ama işi kolaylaştırır. Öğretmen bundan sonra bizi konuşturdu. Giden birini durdurmak için seslendik. Meğer böyle bir durumun ortak işareti yokmuş, hepimiz başka bir işaret uydurduk. "İşt, hey, pış, bana bak!" gibi uyarılar yaptık. Her defasında öğretmenden çok kendimiz kendimize güldük.
Mahir Öğretmen daha sonra Müfettiş piyesinin iki sahnesini (Kızların olmadığı) tekrarlatıp ayrıldı.
Yemekte konumuz tiyatro dersi idi. Burnu ile oynayanın kim olacağını düşünenler açıkladılar. Bununla da kalınmadı, kim, kimin olduğunu düşünmüştür? Ben, Azmi Erdoğan olacağını düşünmüşüm (!), yedi arkadaşın dördü, benim böyle düşündüğünü açıklayınca irkildim. Demek arkadaşlar beni, Azmi Erdoğan’a düşman gözüyle baktığım inancındalar. Onlar güldü geçti ama ben derinlemesine düşündüm. Neden böyle bir kanı uyansın? Oysa benim aklımdan hiç kimse geçmemişti. Azmi ile sık sık tartışırız ama böylesine kin tutacak bir derinliğine sorunumuz olmamıştır. Bende olmadığı gibi Azmi Erdoğan’da da olacağını sanmıyorum. Üstelik beni üzen Azmi’de böyle bir saplantının olup olmaması değil, onda olabilir de! Arkadaşlardaki bu, benim adıma saplantı neden? İçlerinde hemşerim Kadir Pekgöz de var. Ona sormayı düşündümse de vazgeçtim; üstünde durmaya değmez. Azmi Erdoğan’la ilişkimi gözden geçirmem daha yerinde olur.
*
Faik Canselen Öğretmen, ödevlerimize baktı. Armoni ödevimi beğendi. Sesleri çoğunlukla 5’liler üstüne yığmamı eleştirdi. Dakapo da 2. ciyi ince seste bırakmamamı önerdi. Bitirişler kalın seste kalmalıymış. Azmi Erdoğan’ın ödevini de beğendi. Bana da Azmi’nin ödevini piyanoda çalarak seslendirmemi tembihledi. Buna sevindim. Azmi’nin nabzını böylece yoklarım umuduna kapıldım. Faik Öğretmen tüm arkadaşların ödevlerini, piyanoda çalarak eleştirdiği için dersimiz oldukça sıkıntısız geçti. Zaten ders bitmeden Mahir öğretmenle Aydın Öğretmen geldiler. Onlar gelince Faik Öğretmen sözü uzatmadan:
Kanonları bir daha gözden geçirin! deyip ayrıldı.
Kalan zamanı salondaki piyanoda çalışarak geçirdim. Salonun genişliği, piyanonun daha yoğun sesi çaldıklarıma bir başkalık kazandırıyor sanısına kapılarak daha candan çalıyorum. Nedense İnadım tuttu, tüm parçaları tekrarladım
Yemekte, Mahir Canova Öğretmenin şakaları sürdü. Biraz basitleştirmekle birlikte gene de güldük. "Gözüme bak!”, Kulağını dik! Kafanı eğ, Elimi öp! Ayağa kalk! Yere yat! türü komutları tekrarlayarak masadan kalktık.
Kitabımı özlemişim hemen okumaya başladım. Gizli aşk sözde gizliliğini sürdürmekle birlikte Ferhat’la Şirin ya da Leyla ,ile Mecnun gibi ayrılık çanları da çalmaya başladı. Julie, anne-baba çizgisinden dışarı çıkmama kararında. Kitabı Werther’e bir kez daha benzettim. Julie, bu kez Charlotte oldu gibi. Bakalım Sainte Preux, Werther olacak mı?
Yatınca Werther romanını anımsamaya çalıştım. Orada Charlotte’nin eşi gençti. O nasıl kıskanmamıştı Charlotte’u? Film gibi bir şey, unuttum gitti. Eşi başkalarına takılırsa dışlanan nasıl sessiz kalır? Anna Karenina da örneği var. Kont Karenin, eşi Anna’ya askıntılık eden Kont Vronsky’yi düelloya davet etmişti. Hele hele Puşkin, düpedüz eş kıskançlığı yüzünden düello etmiş yaşamını karartmıştı.
Yatınca bir süre köydeki benzer dedikoduları anımsadım. Komşu köyümüz Deveçatak’ta benzer bir olay olmuştu. Evli sevgilisine gece giden bir aşık, yakalanarak öldürülmüş, getirilip evinin bahçesine atılmıştı. Sık sık anılan bu olayın, gerçek suçlularının bulunamadığı söyleniyordu. Yıllar sonra bir gün tanıştığım benim yaşımdaki bir arkadaşın, öldürülen kişinin oğlu olduğunu öğrenince duyduğum üzüntüyü uzun süre üstümden atamamıştım. Arkadaş, o denli arkadaş canlısıydı ki, babasının da öyle olacağını varsayarak üzüntüm kat kat artmıştı.
Deveçatak, ablalarımın doğduğu köy. Ceviz ağaçlarını görür gibi kuruntular içinde arkadaşlarım Moçuk Veli’yi, Kobak Aziz’i, Dağlı Ali’yi, Çorbacı Veli Ağabeyi, kardeşi güzel Hatice’yi düşledim. Deveçatak, sözü küçüklüğümden beri ilgimi çekiyordu. Oradan bize gelenler çok olduğundan sürekli olarak adı anılıyordu. Devenin bir hayvan olduğunu öğrendikten sonra "çatak"ın ne olduğunu kendim bulmuştum. Koyun otlatılan merada Göksu diye bir akarsu vardır. Orada iki su birleşir.Bu birleşen yerin adı da Göksu Çatağıdır. Ayrıca Kınalıbayır denilen yerde iki yol kesişir, oraya da Kınalıbayır çatağı denir. Akıl yordamıyla bunu bulmuştum:
-Çatak demek kesişen yer demektir. Ancak Deveçatak deyince duraksıyordum; develer kesişir mi? İlkokul 3. Sınıftayken öğretmenimiz Hasan Bey (O zaman soyadı yoktu) bizi yakın köylere götürür o köyün öğrencileriyle tanıştırırdı. Yakın köyler Hamitabat, Kumrular köylerinden sonra bizi, Deveçatak köyüne de götürmüştü. Köye gidince arkadaşlara bilgiç bilgiç deveden çok çatak ütüne bilgi vermiştim. Bir ara konuk olduğumuz okul öğretmeni genel bilgi verdikten sonra köyün adının nereden geldiğini söyledi.
-Köy kurulmadan önce burada bir yol durağı varmış. Eskiler buna kervansaray falan derler ama bu, olsa olsa küçük bir barınaktır. Köyün bulunduğu yer, Kırklareli ile Lüleburgaz yolunun tam ortasıdır. O dönemlerde taşımacılık develerle yapılırdı. Kırklareli- Lüleburgaz arası taşımacılık yapan deve kervanları bu noktada mola verir, dinlenirlermiş. Develeri de uzaklaşmamaları için birbirine bağlayıp önlerine yiyeceklerini atarlarmış. Develerin rahat hareket etmeleri için bağlarını uzatıp birbirine bağlanırmış. İşte bu bağlanışa o zaman çatma deniyormuş. Yani develerin birbirine bağlanışları bu noktada yapıldığından buranın adı, develerin bir birine çatıldığı yer anlamında (kısaltılarak) Deveçatak yeri olmuş. Yörenin adı uzun süre böyle anıldığından çok sonraları kurulan köyün adı da Deveçatak olmuş. Develerin başlarının birbirine bağlandığı yer.
Bunu duyunca sevineceğim yerde utanmıştım. Sanki benim yanlışımı herkes duymuştu. Yıllar sonra bu bilgi benim işime yaradı. Fikret Madaralı Öğretmen Türkçe derslerinde hikâyeler okur, sorular sorar. Bir keresinde Ömer Seyfettin’in Deve hikâyesini okumuştuk. Oradaki olayda deve geçerdi. Trakya’da deve olup olmadığından söz edilince ben, bir zamanlar olduğunu söylemiş, bu olayı anlatmıştım. Fikret Madaralı Öğretmen o pek az söylediği sözü söylemişti:
-Aferin, okuduklarından yararlanmayı kavradın; bunu sürdürebilirsen başarı yollarını rahatça açacaksın! demişti.
Acaba bunu sürdürebiliyor muyum? Sanırım, zaman zaman da denediğim bu. Gerçi şimdilerde kimse Fikret Madaralı Öğretmenin dediğini demiyor ama benzer tarafları olan sözleri ara ara duyar gibi oluyorum.
27 Şubat 1945 Salı
Uyanınca, ad tartışmasıyla karşılaştım. İçimizde Sabahattin adlı kimse yokmuş. Sahiden, ben başka zaman da bu adda bir kimse ile karşılaşmadım. Belleğimi yokladım, Kepirtepe Köy Enstitüsü’nde var mıydı? Düşündükçe karşıma Sabahattin Ali çıktı. Bir de besteci Sabahattin Kalender'i anımsadım. Bu ad, padişahlarda olmadığı gibi beylerde, paşalarda da yok. Sabahattin Ali, Sabahattin Eyuboğlu, Sabahattin Kalender.
Kahvaltıda da konuşuldu. Bizim Kepirtepe’deki öğrenciler arasında olmadığını söyledim. Kızılçullu Köy Enstitüsü’nde öğrenci çok. Arkadaşlar var ya da yok diyemediler. Bu söz nereden ya da niçin ortaya sürüldü? Bir süre de o konuşuldu.
Aklımdan geçti. Bir insanın adı anılırsa onun kulakları çınlarmış. Bunları düşünürken Sabahattin Öğretmen yanında Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca ile birlikte geldi. Hüseyin Atmaca'nın elinde bir paket, öğretmenin yanında durdu. Duruşunda bir değişiklik, yüzünde bir suskunluk vardı.
Sabahattin Öğretmen:
-Zaman zaman benden sordunuz: Yazılı yoklama yapmayacak mısınız? Yapmayacağımı söyledim. Gene de yazılı yoklama yapmayacağım. Yazılı yoklama da neymiş? Ancak verdiklerimin hesabını sorma diyorsanız, onları soracağım. İşte bu gün onlardan birini siftalayacağız. Asistanım, sizlere birer kağıt dağıtacak. O kağıtların iki tarafını geçmeyecek ölçüde yazınızı uzatabilirsiniz. Zaman olarak da ders süremiz. Yazmaya başlayınca karşılıklı konuşma olmayacak.
İşaret verince Hüseyin Atmaca hepimize birer kağıt verdi. Kağıtlar damgalı.
Sabahattin Öğretmen gülümseyerek:
- Soruları bekliyorsunuz; soru falan yok. Biliyorsunuz uzun uzadıya Montaigne üzerinde durduk. Onun değişik konularda görüşlerini öğrendik. Onlardan edindiğimiz ilkelere göre okuduğumuz bir başka kitap Karaağaçlar Altında, bir aile dramını da inceledik. İşte Montaigne Öğretmenimizin ilkeleri doğrultusunda Karaağaçlar Altındaki aile dramında iki büyük oğulun sorumluluğu üstüne düşüncelerini yazın!
Sabahattin Öğretmen yerine oturduktan az sonra bir ses:
-Neydi o adamın adı yahu? Sabahattin Öğretmen gülümseyerek:
-Eksik bıraktığım önemli bir noktayı anımsattın: Adları yazmak zorunda değilsiniz. Ancak okuyana kolaylık olsun diye, şunu yapabilirsiniz; kişileri harflerle tanıtmak. Kaç kişi yazacaksınız? Söz gelimi, baba iki oğul. Baba, A, büyük oğul, B, ikinci oğul, C.... başkaları da varsa onları da harfle gösterebilirsiniz.(Konuşanın Kadir Aytekin olduğunu sonradan öğrendim)
Babanın adını biliyordum. Ephraim! Kendi adımı andırıyordu. Halil Dere zaman zaman bu adı tekrarlıyordu; sözde benim adım İngilizce öyle yazılıyormuş. Cabot’u ise Romeo Jüliet eserindeki Capolet’ten anımsıyordum. İki büyük oğulu anımsayamadığüım için A, B, küçük oğulla suç ortağını da C, D ile gösterdim.
Karaağaçlar Altında Olaya giriş. Ephraim Cabot, çok kötü koşullar altında bir çocukluk dönemi geçirmiştir. Bunu bir başka roman kişisiyle karşılaştırmak gerekirse, tıpkı Rüzgârlı Bayır’daki Heathcliff gibi. Gene onun gibi çalıştı, Ancak onun gibi birilerine kin tutarak değil, mal-mülk sahibi olmak, çevresinde tanınmak tutkusuna kapıldı. Çalıştıkça kazandı, kazandıkça da kendini daha büyük görme tutkusunu gemleyemedi. Çevresine tepeden bakma, onu giderek ailesine de yabancılaştırdı. Eşini de çocuklarını da el düzeyinde değerlendirdi. İlk eşine karşı umursamazlığı 2. eşinde çıkar hesaplarına dönüştü. Gözü sürekli kazançta olduğundan bu kez, 3. oğlu ile özdeşleştirdiği 2. eşinin kalıtlarını iki büyük oğluna karşı bir silah olarak kullanmaya kalkıştı. Olayın bu kadarını Dostoyevski’nin Karamazof Kardeşler romanıyla karşılaştırabiliriz. Orada da ailesine, çocuklarına sırt çeviren dahası çocukların haklarını yiyen sevgililerine göz koyan bir baba vardır. Fiodor Karamazof, çocuklarına karşı acımasızlıkta Ephraim Cabot’tan kat kat kötüdür. Ephraim Cabot, çocuklarını umursamaz ama onların haklarına da göz koymamıştır. Oysa Pioor Karamazof, oğullarının paralarını rllerinden almak için binbir dalavere çevirir. Üstelik oğlunun sevgilisini elinden almak için inanılmaz şeytanlıklar düşünür. Bu tavırlarından dolayı oğullarının gözünden düşmüştür ama oğulları, el birliği edip onu terk etmezler. Oysa Ephraim Cabot’un iki oğlu, babalarını, kendilerine pay ayırmayacağı kuşkusuyla terk etme planları kurarlar. Bu noktadan bakarak iki büyük oğulu sorumlu tutuyorum. Bir baba, çocuklarına, onların istediği ölçüde kazanç bırakmak zorunda değildir. Bir baba, babasından aldığı düzenli bir aileyi, hiç değilse o düzende sürdürmek sorumluluğunu taşır. Böyle bir mutluluğa kavuşmamış çileli babalar, kendi güçleriyle bir şeyler toparlamışsa ondan öteki mutlu baba tavrını beklemek acımasızlık olur. Söz gelimi, Ephraim Cabot’un çekip giden iki oğlu gelecekte nasıl bir yuva kuracaklar? Madende çalışan insanların kuracağı yuva, mutlu çocuklar yetiştirir mi? Bunları düşünmeden salt gençliğin verdiği geçici güçle evlerini terk ettikleri için onları suçlu buluyorum. Evlerinde kalıp sonuna dek direnselerdi kesinlikle Karaağaçlar altında karşılaşılan dram böyle bitmeyecekti. Onların varlıkları, olayların akışının yönünü değiştirecekti.
Tıpatıp değilse de benzer düşünceleri sıralayarak doldurduğum kağıdımı masaya bırakıp çıktım. Çıkan arkadaşlar, birer bülbül, şakıyorlar. Kağıdı yetmeyenler de var. Oysa benim kağıdın bir tarafı bile dolmadı.
Büyük salona geçtim. Kimseyle konuşmak istemiyorum. Yazdıklarım yanlış değil ama, belli bir düzende anlatıp anlatmadığımı da kestiremiyorum.
*
.Yunus Kazım Öğretmen oldukça neşeli geldi. Belli ki aklından güzel şeyler geçiyordu. Bu da onun sözlerinden biri:
-Efendim, insanın aklından neşeli olaylar geçiyorsa yüzü tatlılaşır. Bunun tersi ise o güler yüzü, buruklaştırır. Bu nasıl olur efendim? Nasıl olacak efendim, beynimiz, çok yönlü çalışır. Örneğin, yürürken, koruma mekanizması egemen durumdadır. Ancak bu tüm beynin buna katıldığı anlamına gelmez, düşünce mekanizmamız bir yandan öne aldığı konu üzerinde etkinliğini sürdürür! Ata binmiş bir insan tüm dikkatiyle at üzerinde durmaya çalışır. Ancak o kimsenin akıl mekanizması da buna bağlı kalmaz. Bakarsın, at üstündeki kişi şarkı söylüyor ya da avdadır, avını gözetliyor!
Yunus Kazım Öğretmen düşünür gibi bir süre gülümseyerek durdu. “Ne düşünüyor acaba?" demeye kalmadı, onu gülümseten şeyin ne olduğu ortaya çıktı. Başını kaldırıp tüm salonu tepeden gözler gibi bakarak:
- Sizlere kazandırmaya çalıştığım konularının ne kadarında başarı sağladığımı öğrenmek için bir tür sorular soracağım. Sorularım doğrudan konuştuğumuz konular içinden olmayabilir. Ancak belli çağrışımla çözülecek boyutlar içinde kalacaktır. Hatırlayacaksınız, geçmiş derslerimizde konuşmuştuk, sizlerle öteki okullardaki gibi kitaplarda yazılanları basma kalıp alma yerine onların öğretmesi gerekeni kavrama mekanizmamızı geliştirmeye çalışacağız! demiştim. İşte bunda bir başarı sağlayıp sağlayamama gerçeğini belirleme denemesi olacak. Örneğin, konuşurken çağrışımı kullanıyoruz. Algılamanın tanımı doğru yapılıyor. Bu iki kavramı halk da kullanıyor. Ancak halk, kavramların ayrıntılarını bilmeden kullanıyor. Halk, algılama ile düşünceyi rahatça birbirinin yerine kullanıyor. Oysa biz her ne kadar algılama ile düşünce arasında yaklaşık bir görevsel benzerlik olmasına karşın onların farklı şeyler olduğunu bileceğiz! Örneğin, Kristof Kolomb Amerika Kıtasına ilk çıkan kaptan. Kristof Kolomb iki kez gelmiş gitmiş ama çıktığı yerin Hindistan olduğu inancından öteye geçememiş. Oysa oraya daha sonra çıkan bir başka kaptan, karaya çıkar çıkmaz:
-Burası yeni kıta! dediği için yeni kıtaya onun adı verilmiş; Amerigo Vespoçi! Bunu halka sorsan, alacağın cevap belli:
-Akıl edememiş, yani düşünememiş! Oysa bunun doğrudan düşünceyle ilgisi yok, ya da farklı. Burada bir algılama eksikliği var. Algılama ile düşünceyi karşılaştırmak istersek belki, genel olarak şöyle diyebiliriz: Düşünce, bir konuda belki algılamanın ayrıntılı oluşması, algı da düşüncenin hızlı kavranması olarak tanımlanabilir. Atatürk’ün Büyük Zafer öncesi:
-Ordular, hedefiniz, Akdeniz’dir, ileri! Emri, bir genel düşüncenin süzülmüş biçimidir. Kuşkusuz algılamanın da doruğudur!
Öğretmen bundan sonra da çağrışım için açıklamalar yaptı. Halkın, çağrışımı da kullandığını, bu olaya bir de ad taktığını, "Hatırlama!” Bir olayı hatırlamaya çalışırken ayırdında olmadan çağrışım çizgisini kullandığı halde, bunun ayrıntısına inemediğini:
- Ahmet’i görünce Mehmet’i hatırladım! der. Oysa bu bir çağrışım olayıdır.
Öğretmen sonunda sorusunu sordu:
-Ayasofya üstüne konuşmanızı istesem, bu konuşmalarıma uygun neler söyleyebilirsiniz?
Söz isteyenlerden arasından Sabri Taşkın’ı seçti. Sabri daha ilk söze, bana göre bir yanlışla girdi:
-Ayasofya bana şunları anımsatıyor! Bu kez de ben elimi kaldırdım. Sabri beni görünce sözünü kesti. O susunca öğretmen bana söz verdi. Ben:
-Psikoloji bir bilimdir, bilimsel sözler üzerinde dururken halkın kullandığı her yana kayan sözlerini neden kullanıyoruz? Anımsama, sınırı çok geniş bir sözcük bir kavram değil. Ayasofya bana, kubbesi nedeniyle Edirne’deki Selimiye Camisini anımsatabilir. Bu çok kişisel bir ilişkidir. Oysa Ayasofya’nın hepimizde ortak çağrışımları vardır. Önemli olan bunları uyandırmaktır.
Yunus Kazım Öğretmen Sabrı Taşkın’a sordu:
-Ne dersin? Sabri yerine oturdu.
Öğretmen bu kez, kelime-söz, tedai-çağrışım, şuur-bilinç, idrak-ilksezi, iptidai-ilkel- mefhum-kavram sözleri üzerinde durdu.
Bir ara gene Osman Pazarlı’nın Felsefe Sözlüğü’nü önerdi. Bununla da kalmadı, çantasını açıp kitabı çıkararak, maddeler okudu.
Şükrü Koç, Psikoloji konularını yazan dergi olup olmadığını sordu. Öğretmen İstanbul Üniversitesi’nin sınırlı bir yayını olduğunu, Sabri Esat Siyavuşgil’le arkadaşlarının bu konuda sürekli yazıları çıktığını söyledi. Sabri Esat için:
-O edebiyatçı değil mi? diye soranlar olunca öğretmen güldü:
-Edebiyat, edebiyatçıların inhisarında mı? Edebiyat alanında ünlü kişilerin hemen hemen hepsinin başka mesleği vardır. deyince elimi kaldırdım:
-Sizin de şiirlerinizi, Edebiyat hakkındaki görüşlerinizi okuyoruz! dedim. Öğretmen, biraz dudak bükerce, "nerede?" diye sordu. Bu kez ben:
- Yazılar bende var, getirebilirim! diye direttim. Arkadaşlardan:
-Getir! diyenler oldu. Öğretmen:
-Bak istiyorlar, getirip, onlara okursun! deyip bir bakıma, benim önümü kesti. Çünkü benim amacım derste okumaktı.
Öğretmen çıkınca istekler çoğaldı:
-Gelecek derse getir, gır gıra alalım! Gır gıra almak, dersin boş geçmesi için kullanılan bir söz.
Yemekte de bizim masadakiler takıldı:
-Sahiden Yunus Kazım Öğretmenin şiiri, dergilerde yazısı çıkıyor mu? Onlara söz verdim. Varlık Dergisi 15 Ocak 1943 -247 sayısı ile 15 Ocak 1945-277 sayılarını saklamıştım.
Genellikle salı akşamları plak dinliyoruz. Plak dinleme tartışmaları akşam yemeklerinde yapılırken birden ortaya geldi. Eser çeşitleri çoğaltılamaz mı? Çoğaltılırsa neler alınabilir? Okulun plaklarına Sivas Millet Vekili Reşat Şemsettin’in bağışladığı plakları anımsattım. İsterseniz bizler de plak alıp bağışlayalım. Arkadaşlar birden plak konusunu kapattılar. Gerekçe de:
-Almak istesek de, alacağımız plakları nerede buluruz? Ayrıca istediğimiz eserlerin plakları var mıdır? Ben de kestirdim attım:
-Hadi oradan mızıkçılar, insan isterse aradığını bulur! Böyle dedim ama ben arkadaşların kıvırganlığına kızdığım için dedim. Doğrusu, plak satılıp satılmadığını bile bilmiyordum. Geçen yıl, orkestra nefesli sazlar grubundan Koplinger adlı Alman’ın plaklarını almamız söz konusu olduğunda Öztekin Öğretmen çok sevinmişti. O sıra konuşmalar arasında Öztekin Öğretmen, İstanbul’da plak satan yerlerin olduğunu, özellikle gemicilerin parça bölük plaklar getirip belli yerlerde sattırdıklarını, ayrıca azınlıkların da az kullanılmış plaklarını sattıklarını söylemişti.
Yazıdan başlayıp plakla sürdürdüğümüz tartışmaları kesip salona döndük.
Öztekin Öğretmen’in çok önemsediği Müzik İmlâsı için yerlerimize oturduk. Öğretmen bana işaret etti, piyanoya geçtim. Tam oturdum, arkama döndüğümde arkadaşlar ayağa kalktı; baktım, kapıda bir grup insan var. Ben de ayağa kalktım, piyanonun önünde durdum. Gelenlerin arasında Öğretmenlerimiz Sabahattin Eyuboğlu ile Yunus Kazım Köni de vardı. Gelenlerin arasında daha saygın insanlar olduğunu öğretmenlerin duruşundan sezer gibi oldum. Öztekin Öğretmen de içlerinden birini seçer gibi, sanki söylediklerini ona söylermişçesine konuştu. Onun kim olduğunu sonradan öğrendik. Onun adını ben çok duymuştum, Nafi Atıf Kansu, bizim Kırklareli, ilinin Millet Vekiliydi. Ancak hiç görmemiştim. Bu kişi aynı zamanda C.H.P Genel Sekreteri, aynı zamanda da bizim Genel Müdürümüz İsmail Hakkı Tonguç’un bacanağı imiş.
Öğretmen arkadaşlara işaret edince arkadaşlar sobaya yakın köşeye sandalye sıraladılar. Bizim öğretmenlerle birlikte on kişi olduğunu, gözlerimle saydım. Öztekin Öğretmen bize işaret verdi, koro düzenine girip beklerken öğretmen onlara açıklama yaptı. Sınıfımızda on dört öğrenci bulunduğunu, asıl koromuzun öteki sınıflarla daha güçlendiğini anlattıktan sonra söylenecekleri açıklayarak konuklara bilgi verdi:
-Besteci Ziya Aydıntan’ın Köy Yolu, Musa Süreyya’nın Mülkiye Marşı, Johannes Brahms’tan Ninni, Ahmet Adnan Saygun’un Ziraat Marşı! v.b. dedikten sonra "sizlere enstrüman durumumuzu da göstermek isterdik ama, orkestramız tamam değil. Ancak bir piyano resitali dinletebiliriz!" deyip bana işaret etti. Piyanoya oturunca Beethoven’den Für Elise, Schubert’ten Moment Müzikal 3, Mozart Kv. 331 sonatın ilk 3 bölümü ile sondaki Marş allaturka’yı çaldım. Konuklar alkışladılar. Aralarında konuştular, kalktılar, başarılar dileyip yürüdüler. Kapıdan çıkarken Yunus Kazım Köni Öğretmen döndü, bana çok teşekkür etti. Mozart müziğini seviyor musun? diye sordu. Ben, karşılık veremeden kendisi:
-Sevmesen bu kadar candan çalabilir misin? dedikten sonra kendisinin de Mozart müziğini sevdiğini, bunu bir hikayesinde de dile getirdiğini anlattı. Sonra da:
-Bana hatırlat, o hikâyemi vereyim, oku; böylece ödeşelim! deyip ayrıldı.
Öztekin Öğretmen önce "baskına uğradık, bu bizim başımıza her zaman gelecektir!" deyince ben, geçen yaz, Harp Okulu öğrencilerinin gelişini anlattım.
Öztekin Öğretmen olaydan çok hoşnut olduğunu belli etmişti, bizi serbest bıraktı. Belli etmedim ama asıl hoşnut olan bendim, Yunus Kazım Öğretmen bana yazdığı hikâyeyi verecek! Bu benim için büyük bir onur! İzleyemedim ama benim piyano çalışım Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen üzerinde de olumlu etki bırakmıştır. Geçen yıl, Bella’yı getirdiğinde piyano çalışıyordum. O zaman müziği sevdiğini, ancak dinleme sınırları içinde kaldığını söylemişti.
Uçarak alt odaya inip bir süre:
-Şunu da çalsaydım, bunu da çalsaydım! diyerek çoktandır bıraktığım parçaları, Bach, Wachet auf, Menuet, Beethoven Menuet, Pathetique Sonat’ın hiç değilse Rondo bölümünü çalabilirdim!
Yemekte konu gelen konuklardı. Arkadaşlar, bazılarını öğrenmişler. İçlerinde benim daha önce gördüğüm yüzler vardı sanırım. Ancak ben onları çoğunlukla yazın görmüştüm; kışlık giysiler insanları çok değiştirdiği için tanımak zorlaşıyor. Zaten çok dikkatli de bakamamıştım. İçlerinde Eski Konservatuvar Müdürü Tevfik Ararat, Talim Terbiye Kurulu Başkanı Kadri Yörükoğlu da varmış. Onları seçmem gerekirdi. Kızılçullulu arkadaşlar birini tanımışlar Müfettiş Hikmet Türk. Onların sevgili müdürleri Emin Soysal’ı yerinden eden oymuş.
Yemekten sonra Julie, 2. Kitabı bitirdim. Ancak kapatamadım. Okudum geçtim ama, geçince aklım takıldı Julie’nin aşıkından Madam d’Orbe’ye yazılan 23. Mektup ilgimi başka bir noktaya çekti. Mektup Paris Operasını anlatıyor ama sanki daha başka şeyler söylüyor. Paris Operası 1760 yıllarında hangi bestecilerin operaları oynuyordu acaba? Opera binasını Fransızların büyük kralları XIV. Louis yaptırmış. XIV. Louis (1640-1712) yılları arasında yaşadığına göre, demek ki Paris Operası 1600’lü yıllarda yapılmış, iki yüz elli yıllık bina. O dönemlerde yaşayan ünlü bestecilerden bir kaçı... Johann Sebastian Bach, Georg Philipp Telemann, Georg Friedrch Handel, Jean Philippe Rameau, Antonio Vivaldi, Jean Marie Leclair, François Couperin, Christoph Willibald Gluck v.b. bu dönemde yaşadığına göre operaları da Paris Operasında gösterilmiştir.
Not: Yetersiz tarih bilgime karşın bunları biliyorum; 1640-1712 yılları arası Osmanlı İmparatorluğu opera değil Celâli oyunları sahnesiydi. Ardından da 2.Viyana Kuşatması yıkımı geldi. XIV. Louis saltanatı sürecinde beş padişah tahtından edilmiş 6.cısı da edilmek üzere bir süre yerinde bırakılmıştır. Deli İbrahim, 4. Mehmet, 2.Ahnet, 2.Süleyman, 2 Mustafa, ardından da 3. Ahmet.(1730 da katledildi)
Kederlenir gibi oldum; insanlar, özellikle uygarlaşmış insanlar bizlerden çok mu farklı yaşıyorlar? Belki de bunun için okuduğum mektuplarda anlatılanların bir çoğuna yabancı kalıyorum. Anası-babası olan Julie nasıl böyle sevgilisiyle cebelleşir?
C’yi anımsadım, babası, iç güveyisi getirdi, o da boynunu büküp razı oldu...
Çeşmekolu köyü, Paris!.... Gülmeden edemedim; Paris’i görenlerin karşısında nasıl siniyoruz! Paris onları, bize benzer özlerinden sıyırıp başkalaştırıyor besbelli!
28 Şubat 1945 Çarşamba
İbrahim Yasa öğretmenin sorusu tekrarlandı:
Dinsel yaptırımlar, ahlaksal yaptırımlar? Aralarındaki farklar soruldu. Mustafa Barış, arkadaşlarının dikkatini çekti:
-Görüyor musunuz, bunları bize hiç sormadı! Fakı Yörük:
-Ne var bunda? O zaman o da bilmiyordu, öğrendi şimdi bize soruyor. Mustafa Barış çok ılımlı bir arkadaş, tartışmadan çok, yolunca anlaşma taraftarı:
-İyi be, hemşerim ama daha öğrenciyiz, sınavlarda sorarsa? Süleyman Karagöz söz verdi:
-Korkma hemşerim, ben not tutuyorum, veririm okursun! Birden bir gürültü koptu:
-Ne oluyor bu Afyonlulara sabah sabah!
-Afyonlu olduklarından onlarda zaman kavramı olmaz!
-Hep Konyalılar mı konuşacak?
-Çifteler çatladı!
-Çifteler çatlamaz patlar!
Sonunda Abdullah Ön konuştu:
-Nedir bu söz oyunları, bunları bilen var mı? Afyon, afyonlu, Çifteler, çifte tüfekler. Nerde bizim şairler?
Bir sözün iki anlam da kullanıldığını biliyorum ama birden adını anımsayamadım. Çok istememe karşın atışmalara bulaşmadan sıvıştım. Üzüldüm! Üzülmem tartışmaya katılamadığımdan değil, ona zaten katılmak istemem. Ancak bildiğimi sandığımı bilememek ağırıma gitti. Örnek maniler bulup yazmıştım. Bir söz iki anlama da geliyordu.”Madem çoban değilsin arkandaki sürü ne?
Beni yârden ayıran sürüm sürüm sürüne! Olmadı, bu değildi!
Söylenerek Kahvaltıya gittim. Otururken kendi uydurduğum bir sözü anımsadım:
-Kapısında yazıyorsa bakkal, durma, gir içeri bakkal! Gene olmadı...
Sağ olsun Ekrem Bilgin, böyle bilmecemsi sözlere ilgi duyuyor, bana sordu:
-İki anlama gelen sözlerin bir adı vardı, biliyor musun? Nasıl sıkıldımsa birden bir maniyi anımsadım:
-Ses geliyor kuleden, o ses, o göz değil mi? Beni sana kul eden? Sözler buldum ama gene de benim istediğim bunlar değildi. Afyonlu, Afyon ilinden olan, afyonlu ise afyon yemiş ya da içmiş olandı.
Bilmişle bilememiş arasında sıkışık kalarak salona gittim.
Halil Dere yerimi tutmuş, rahatlayarak oturdum. Fakı Yörük de az ilerimdeydi. Ona bakınca gene aklıma Afyon, afyonlu sözleri geldi. Ancak bunları düşünmeye dalmadan Doç. İbrahim Yasa geldi. Piposunu temizleyip kapıdan girdi. Gülümseyerek selam verdi yerine oturup parmaklarını masaya vurur gibi bir süre oynattıktan sonra kalktı. Köylerinizin toprak dağılımı üzerinde durdunuz mu diye sordu. Bir çok parmak kalktı. Parmak kaldıranların yörelerini sordu. Bizim Trakya grubundan parmak kaldıran olmamıştı. Çoğunluğun Çifteler çıkışlı olduğunu öğrenince nedeni üstünde durmak istediğini söyledi. Kepirtepeli deyince ben kalktım. Trakya halkı göçmen olarak gelmiş, kontrollü bir yerleşim geçirdiği, ayrıç üst üste savaş geçirdiğinden fazla gelişemediğini, böylece az toprakla geçinmek zorunda kaldığını anlatım. Kendi köyümde en çok topraklı benim ailemin olduğunu, toplam olarak 300 dönüm toprağımız bulunduğunu, onun da iki amcamın savaşlarda,(Biri Balkan, biri Çanakkale) şehit oldukları için paylarının babama kalması nedeniyle çoğaldığını anlattım.
Benden sonra özellikle Konyalı arkadaşlar çok değişik görüşler ortaya getirdiler. Eşitsizliklerin nedenleri sıralandı. Köylerin eskiliği, ağalık sisteminin daha Selçuklulardan bu yana sürdüğünü, din adamlarının etkileri anlatıldı. Ayrıca, Cumhuriyet sonrası azınlıkların ayrılması sonunda onların arazilerinin belli insanların elinde toplanması dengeyi iyice bozduğu öne sürüldü. Öğretmen bunları sabırla dinledikten sonra:
-İyi işte, sizlere bu konuda çok iş düşecek, hazırlıklı olun! dedi. Ancak arkadaşlar direndiler. Bekir Semerci sordu:
-Bizim topumuz tüfeğimiz mi var ki onlarla savaşacağız, onlar devletten bile korkmuyorlar! deyince öğretmen dönüş yaptı:
-Yok yok, onu demek istemedim! Öğretmenler kimseyle savaşmaz, ancak arabuluculuk yapabilir. Öğretmen daha sonra tüm dünyada bu toprak sorunun çözülemediğini, A.B.D'de bunun büyük sorun olduğunu, orada hâlâ zenciler köle olarak çalıştırıldığı için toprak sahiplerinin giderek iştahının kabardığını anlattı. Parmak kaldıranlar oldu. Şükrü Koç doğrudan:
-Öğretmenim bir soru sorabilir miyim? deyince öğretmen ona söz verdi. Şükrü Koç:
-Siz, bize sorup, ortaya konu getiriyorsunuz ama kendiniz susuyorsunuz. Toprak Ağaları ile, kim nasıl savaşabilir? Bu konuda sizin düşüncenizi öğrenmek istiyoruz! Öğretmen gülümsedi, kendisinin gerçekte bu konularda bilgisinin yeterli olmadığını, bildiklerini de henüz sağlıklı bir noktaya getiremediğini, ancak bu konuda bilimsel çalışmalar yapmak istediğini anlattı. Bu konunun henüz uygar ülkelerde bile çözülemediğini, işin bir ucunun özgürlüklere dayandığını, çalışkan insanların kazançlarını toprağa yatırmasını önlemek bir bakıma o insanlar için yurttaşlık hakkına engel olmak sayıldığını, tembel insanlar toprağını yeterince işlemezken işleyene engel olmanın da devletlerin işine gelmediğini anlattı. Sözü devlet yönetimine getirerek devletin vergilerle ayakta durduğunu, vergileri ise genelde kazancı olanların verdiğini anlattı. Öğretmen son olarak:
-Bu konuda çıkmaza girdik! şeklinde düşünmeyelim, bunun da çıkar yolları var. Bakın "yolları" diyorum. İşte o yollardan en doğrusunu bulmak önemli. Biz bunu bulmaya çalışacağız. Bizimki uygulama değil, uygulayacakları uyarma. Kimseye bir zararı olmaz. İsteyen uygular, istemeyen uygulamaz. Bilimsel çalışma da zaten buna denmektedir. Öğretmen, ele aldığımız olayların sürüp gelen olaylar olduğunu, insanların bu konuda uyum içinde yaşadığını, ancak aradaki haksızlıklardan onların da yakındıklarını, bizlerin bir görevli olarak gücümüz yettiğince yeni haksızlıklara neden olmamak için olayların püf noktalarını bilmemiz gerektiğini anlattı. Öğretmen:
-Osmanlılar döneminde halkın yakındığı mültezimlerdi. Mültezimler Kapitülasyonların halkın içine giren uçlarıydı; bu nedenle halk onlara sırtını çevirmişti. Cumhuriyet yönetimi, onları kaldırdı. Şimdi halkın içine giren devletin görevlileri, bu görevliler halkla kaynaşırsa daha ılımlı bir ilişki kurulur; insanlar daha güven içinde yaşarlar. Biz bunların yollarını araştıracağız. Doğru yoldayız, yolumuza devam edeceğiz! deyip ayrıldı.
*
Doç. Halil Dermircioğlu ağır çantasını masaya koyunca hepimizi gözlerce baktıktan sonra:
-Genel tarihe oldukça fazla sarıldık. Bir bakıma iyi oldu, Devrim Tarihi’mizi nereye oturtacağımızı bileceğiz. Devrim Tarihi’mizin savaş sürecini konuşmuştuk. Ancak savaşları konuşmak, bir devletin kuruluşunun sağlıklı olup olmadığını anlatmaz. Savaş başka, devletin işlerliğini sağlayan çatısı başkadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin çatısı Lozan Barış anlaşmasıyla gerçekleşmiştir.
Öğretmen, Lozan Barış anlaşmasının değerini kavramak için önce Büyük Savaş’a bakmamızı, 4 yıl savaştıktan sonra nasıl perişan duruma düştüğümüzü anımsattı. Savaş öncesi haritalarda Arnavutluk’tan Yemen’e kadar Osmanlı İmparatorluğu olarak gösterilen yerlerin tamamı elden gitmiş, Anadolu’da el içi kadar bir yöre düşman görmemiş, ancak onlar da her an düşman bekler durumdadır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Sodom ve Gomore kitabında anlattığı gibi İngiliz subayları Osmanlı Sarayı’nı Beyoğlu’ndaki Perapalas’la Tokatlıyan Otellerinden yönetmektedir. İşte bu hazin durumdan Mustafa Kemal ve bir avuç arkadaşı baş kaldırıp direnmiş, daha önce konuştuğumuz badireleri atlatarak Anadolu’yu kurtarmıştır. Kimden? Osmanlı’nın teslim olduğu Düvel-i Muazzama’dan.
Kimdir bu Düvel-i Muazzama? İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Belçika, Hollanda ile onlara kol kanat gererek destekleyen Amerika (A.B.D.)
Savaşlar sonunda kazananlar, kaybedenlere her zaman istediğini yaptırıp yaptırımları belgelere geçirir. Düvel-i Muazzama da Sevr’de Osmanlı’ya bunu yaptırmıştır. Sonuç nedir? Osmanlı İmparatorluğu haritadan silindiği gibi halkının çoğunluğu Türk olan Anadolu yarım adasının sahilleri ile Trakya tümüyle elden çıkmış, Osmanlı’nın Dersaadet’i, Bizans’ın Kostantinopolis’i kozmopolit bir ortak kent yapılmıştır. Gerçek olan şudur:
Sevr belgesi bir savaş sonu belgesi değil önce yağmalanan yerlerin sonradan belgeye bağlanmasıdır. Sevr’den önce Trakya Yunanlılarca, Akdeniz kıyıları, İtalyanlarca, Güney-Doğu Anadolu Fransızlarca, Karadeniz kıyıları İngilizlerce kapatılmıştır. Ayrıca Kapitülasyonlar sil baştan eskisi gibi devam edecektir. Böylece, Avusturya, Almanya da sömürüsünü sürdürecektir. Mustafa Kemal’le arkadaşları bu belgeyi yırttı, Anadolu ile Trakya’nın Türklerin çoğunlukta olduğu bölgelerini kurtarıp dayattı. Bu bir zaferdi. Zaferi kazanan dilediği belgeyi kaybedenlere imzalattı. İşte bunun için "Lozan Kurtuluş Savaşımızın bir Zafer Belgesi’dir" diyoruz.
Öğretmen, Lozan öncesi tartışmaları anlattı. Lozan’da toplanan karşımızdaki devlet temsilcilerinin bir takım numaralar çevirmeye kalktığını, bunu gören temsilcilerimizin resti çekip savaşa devam işareti verince gene toplanıldığını, bundan sonra da gene kaypak oyunlara kalkışıldığını ancak hakkımız olan davamıza inancımız ve çetin direnmemiz sonunda zaferimizin tamamlandığını, böylece Osmanlı defterinin kapanıp genç, dinç Türkiye Cumhuriyeti’nin dünya tarihine 24 Temmuz 1923 tarihinde tescili yapıldığını anlattı. Öğretmen Barış belgesine imza atan devletleri de sıraladı: İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, İsviçre, Yunanistan, Romanya, Sırbistan (O zamanki adıyla Sırp, Sloven ve Hırvat Krallığı)
Öğretmen "Lozan anlaşmasının belli başlı maddelerini de gözden geçirelim" deyip ayrıldı.
Öğretmen çıkınca sorular ortaya atıldı, Amerika neden yok.Ya Rusya? Rusya için karşılık verildi:
-Rusya o zaman yok olmuştu! Arkasından da:
-Yok olsun! sesleri geldi...
Yemekte konu önemini sürdürdü:
-Sevr neden Fransa’da oldu da Lozan İsviçre’de?
-İsviçre tarafsız bir ülke olduğu için Atatürk orasını istedi. Sevr Fransa’da. Fransa taraf olduğuna göre oraya gidecek heyet huzursuz edilebilir.
Ben bilgiçliğimi gösterdim:
-Napolyon Bonapart anlaşmak için bir İngiliz gemisine gitmişti. Gemiye biner binmez gemi bilinmeyen bir yöne doğruldu, koca Napolyon yalnız başına tutuklu sayıldı, bir daha da memleketine dönemedi. İngilizler aynı numarayı Mustafa Kemal Paşa’ya da yapmak istediler. Zonguldak dolaylarında bekleyen bir gemiye çağırdılar. Ancak Mustafa Kemal Paşa, reddetti. Ekrem Bilgin bunu ilk kez duyuyormuş,"Eyvah!" dedi. Eyvahı meyvahı yok! İngilizler böylesi insanlar. Bunu ben değil, Beyaz Zambaklar Memleketi yazarı Snelman gibi Ziya Gökalp de yazıyor:
-İngilizlere güvenmeyin!
*
Öğleden sonra Bölüm Başkanı güler yüzle:
-Dünkü başarımızı doğru dürüst konuşamadık. İstersek bunu daha da ileri götürebiliriz. Başarıda hepimizin payı var. Elbirliği edince başarı kolaylaşır. Kusurlarımız yok mu? Elbet var, istersek onları birer birer ortadan kaldırırız! deyip hepimize teşekkür etti. Arkasından da:
-Bakın İbrahim’i yalnız bıraktık. Niçin? Ona bir keman katılsaydı daha güzel olmaz mıydı? dedikten sonra benden küçük nota albümlerini çıkarmamı istedi. Gerçekten dolapta ince nota kitapları vardı. Zaman zaman bakıyordum ama doğrudan piyano için olmadıklarından üstünde durmuyordum. Öğretmen kimilerini karıştırıp gösterdi, Barok müziklerden Tamburi, Gavot, Menuet, Allaman, saraband başlıklı parçalar. Bir sayfa, iki sayfa. İlginç ilginç besteciler de var. Martini,Tartini, Corelli, Palestirini, Pursell, Skarlatti, Jossec, Antonini adları vardı Öğretmen onları arkadaşlara geçici olarak verip parça seçmelerini istedi. Nota kitaplarını arkadaşlara yazarak verdim. Hepsi yeni, içlerinde ilk kez açılanlar da vardı.
Öğretmen, ad olarak arkadaşlardan beşini sıraya koyup odasına çağırdı. Zaman zaman bunu yapıyordu. Bizler serbest kaldık. Alt odaya geçip çalıştım. Czerny 10’u ağır ağır denedim. Tek el çalışması gibi bir şey. Faik Öğretmen bilerek benim sol elimi canlandırmak istiyor. Zaman zaman da Hanon havası estiriyor.
*
Yemekte neşeli bir hava esti, arkadaşlar seçtiği parçaları anlattılar. Onların böyle canlanması beni de mutlu etti. Bir süre kitap karıştırdım. İsmail Habip’in kitaplarında Yunus Emre ile Pir Sultan Abdal’ın şiirlerini aradım. İsmail Habip Yunus Emre ile Pir Sultan’ı görmezden gelmiş olacak bir şey bulamadım. Sağolsun Agah Sırrı, onun Liseler için Edebiyat Tarihi Dersleri kitabından iki şiir aldım.
Şiirin başlığı yoktu.
Yunus Emre’den:
Ben yürürüm yane yane Aşk boyadı beni kane Ne akilim ne divane Gel gör beni aşk neyledi Gah eserim yeller gibi Gah tozarım beller gibi Gah çağlarım seller gibi Gel gör beni aşk neyledi Ben yürürüm elden ele Dost sorarım dilden dile Gurbette halim kim bile Gel gör beni aşk neyledi Gurbet elinde yürürüm Dostu düşümde görürüm Uyanır melül olurum Gel gör beni aşk neyledi Benzim sarı gözlerim yaş Bağrım yara ciğerim taş Halim bilen dertli kardaş Gel gör beni aşk neyledi Aşkın beni mest eyledi Aldı gözüm hast’eyledi Öldürmeye kasteyledi Gel gör beni aşk neyledi Ben Yunus’u biçareyim Aşk elinden avareyim Baştan ayağa yâreyim Gel gör beni aşk neyledi
Yunus Emre (Agâh Sırrı-Edebiyat Tarihi Dersleri)
Pir Sultan Abdal:
Nefes Güzel aşık cevrimizi Çekemezsin demedim mi Bu bir rıza lokmasıdır Yiyemezsin demedim mi Yemeyenler kalır naçar Gözlerinden kanlar saçar Bu bir demdir gelir geçer Duyamazsın demedim mi Çıkalım meydan yerine Girelim Ali seyrine Canû başı Hak yoluna Koyamazsın demedim mi Pir Sultan Abdal şahımız Hakka ulaşır yolumuz On iki imam katarımız Uyamazsın demedim mi
Pir Sultan Abdal ( Agâh Sırrı-Edebiyat Tarihi Dersleri)
Şiirleri yazınca bir süre de Julie’yi okudum. Julie evlendi. Mektuplar sürüyor. Julie’nin çevresindekiler de Sainte Preux’tan geçemiyor. Sanki o bir kahraman, Mylord Edouard ise bir kurtarıcı. O olmasa Sainte Preux ya çıldırır ya da kaçıp gider.
3. kitap bir olayla kapandı. Julie çocuklarıyla gölde gezinti yaparken çocuğu suya düştü, çaresiz kalan Julie çocuğunu kurtarmak için suya atladı. Oldukça zorlanmasına karşın çocuğu kurtardı. Kurtarmasına kurtardı ama alışmadığı bir durumla karşılaştığı için umulandan çok hırpalandı. Bunu Sainte Preux’un Mylord Edouard’a yazdığı mektuptan öğreniyoruz.
*
Yemekte soru:
-Hamdi Keskin Öğretmen yazılı yapar mı? Neden yapmasın? Günlerce bir şeyler anlatan insan bir gün "Neler anlattım, neler yerine ulaştı?" merakıyla yazılı ya da sözlü yapmaz mı? Geçen yılkilere yapmamış. Buna da ben karşı çıktım:
-Geçen yılkiler dedikleriniz yarı yıla dek öğrenci bile değildi; deneme için alınmıştılar. Sonradan karar verilip Yüksek Bölüm açılınca onları da öğrenim yılının yarısından sonra öğrenci saydılar. Öğretmen bulup dersler başlayana dek mayıs ayı geldi. Mayıs sonunda da üçer beşer Köy Enstitüleri’ne dağıldılar. Arkadaşlar güldü. "Sahi öyle mi oldu?" diyen de çıktı. Gerçek buydu. Onlar, Sabahattin Öğretmen için de "yazılı yoklama yapmaz!" diyorlardı. Gördük işte, bakın yapıverdi.
Arkadaşlara böyle dedim ama gerçekte kendimi tetikledim, yemekten sonra gene kitaplığa gidip, kendi kitaplarıma baktım. Prof. Fuat Köprülü ile Necmettin Halil Onan’ın kitaplarını baştan sona karıştırdım. İyi de etmişim, Necmettin Halil Onan’ın kitabında Nef’i’nin şiirlerini karıştırırken sözlerin iki anlamda kullanılmasına Tevriye dendiğini öğrendim. (İzahlı Divan Şiiri Antolojisi, sayfa 268.)
Nef’i’nin beyiti.
Nice bir dil gam-ı zülfünle perişan olsun Göreyim zülfünü kim hâk ile yeksân olsun
Gönlüm, yıllardır saçının (Zülüflerinin) kederiyle yerlerde sürünüyor.
Bari, bir gün saçının da (Zülüflerinin) yerlere değdiğini görebilsem.
Yatınca bir süre gene Divan şiiri aklıma takıldı. Nef’i’nin dörtlüklerini ezberlemiştim. Necmettin Halil kitabına almamış ama ben Nef’inin olduğunu biliyorum. Örneğin:
Tahir Efendi bana kelb demiş Bu sözü bence zahirdir Malikî mezhebindenim zira İtikadımca kelb tahirdir
Tahir efendi bir insan, ancak adını andıran sözü adının yerine kullanarak Nef’i, Tahir Efendi’yi kelb yerine koyuyor. Tam olmasa bile ip ucu yakalamış durumdayım. Sevinerek gözlerimi kapadım.
1 Mart 1945 Perşembe
Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır. Kim dedi bunu? İhsan Güvenç karşılık verdi:
-Bırakın şu koca karı sözlerini. Kitap okuyun arkadaşlar kitap! Hasan Gülel sordu:
-Hangi kitabı okuyacağımızı da söyler misin? İhsan Güvenç, kitap adları saydı: Yeni Dünya, Altın Zincir, Kuyucaklı Yusuf! deyip duraksayınca başka kitaplar söylendi:
-Söz Söyleme ve İş Başarma Sanatı, Şahika...
Birisi de "18 Kıratlık Bakire!" dedi. Sayılanların içinde tek aklımda kalan Kuyucaklı Yusuf. Kitapların hiç birisi için küçümseyici bir söz söylenmemesi ilgimi çekti. İçlerinde başka okuduğum da olabilir ama kesinlikle okumadığım biri dilime takıldı:
- Altın Zincir.
Kahvaltıda gene Hamdi Keskin Öğretmenin sınavı açıldı. Sorsa ne sorar? Sayısız yazar adı geçti, hiç birisi üstünde durmadı; şiirleri okudu geçti. Sorsa ne sorabilir? Nihat Şengül konuştu:
-Bizim konuşmalarımı duysa adamcağız derse bile gelmez!
Gülüşerek salona gittik.
Salona en az giren bizim bölüm. Öteki bölümler daha sık gittiğinden köşe bucak yer bellemişler. Halil Dere yer ayırmasa besbelli ortalıkta kalacağım.
Hamdi Keskin Öğretmen gülümseyerek geldi. Ne kadar olumsuzluk yükleseler de mart ayı umutlarla geldi. Burada, Orta Anadolu’yu kastediyorum, ağırdan alsa da batılarda, deniz kıyılarında geldiğini saklamaz! dedi. Arkasından da sordu: Mart ayı girince neyi beklersiniz? Mehmet Toydemir:
-Koca karı soğuklarını! Hamdi Öğretmen yüzünü ekşitti:
-Biz ciddi olmazsak aylar da bize öyle bakar! deyip, "martın gelişme basamakları vardır, onları beklersek mart bizim için daha sevimli olur" dedikten sonra cemreleri sordu. Getirdiği kitaplardan birini açıp şiir okudu.
Câmid nazarlarıyle, soğuk çehresiyle kış Ayrılmak istiyor, fakat ayrılmıyor gibi; Örter, açar, bakar, yine örter sehaibi... Bir çok sürer bu reng-i tereddüt, bu nazlanış. Kuşlar, zavallı yavrucağızlar bu cilveden Sersemlenir, tahassun edereler saçaklara; Her lâhza bir tahavvül-i bâridle manzara Bir lâhza önce aldanarak inkişâf eden Ezhâra dehşet-âver olur; şimdi mübtesim Bir nazra, şimdi giryeli bir çehre-yi melâl; Bir ân-ı ferd içinde meserret ü infiâl. Çirkin değil, fakat acı bir yüz ki mürtesim En nazlı hatlarında huşânet alâimi... Hırçın, sinirli bir kadının hâl-i daimi.
Tevfik Fikret
Öğretmen şiirin de şairin de adını vermedi. İlk iki dizeyi tekrar okuduktan sonra sordu:
-Çatık yüzlü kış, gitmek üzere ama pek gitmeye de niyetli değil! Hangi ayı kastediyor şair?
"Mart!" karşılığı verilince öğretmen bu kez şiirin Tevfik Fikret’in Mart adlı şiiri olduğunu açıkladı. Şiiri daha önce de okuduğumu anımsar gibi olmuştum ama cesaret edip söyleyemedim.Öğretmen, şiirin üstünde durmadan bir şiir daha okudu:
Çiçekli bir dala konmuş kanatlı bir hülyâ... Kalem, bahârı bu tasvîr-i sâde- nakşiyle Hülâsa eylemek ister; ve nâ- gehân peydâ Vüreykalardaki şerm-ende bir tehâşiyle Eder bu cür’et-i âvâresinden istihyâ. Hakîkaten o ne hengâme-yi teceddüttür Ki dallarıyle, semâsiyle, kuşlarıyla bütün Şu köhne toprağı tervih eder, kışın daha dün Elinde hırpalanırken, bakarsınız bugün Bir inbisât-ı müzehherle hep tabiat pür. Sular akar, kuzular oynaşır; sefâsından Hayâl raks ediyor zannedersiniz, eshâr Olur tele’lü-i bârân içinde hande- feşân... Bu ibtisâm ile gûyâ, şûgüfte rûhi bahâr, Lebinde bir sarı nîlüferin doğar nisan.
Tevfik Fikret
Öğretmen gülümseyerek baktı. Pek bir şey anlamadığımızı bildiği besbelliydi. Sanırım bu konuda bir açıklama yapacaktı. Arkalardan bir parmak kalktı. Mestan Yapıcı, oldukça heyecanlı, (doğal olarak sesi biraz kısık, pürüzlü) ilginç sesiyle oldukça da yüksek tonda sordu:
-Yazılı sınav yapacak mısınız öğretmenim? Hamdi Keskin Öğretmenin yüzü birden değişti. Mestan Yapıcı’ya bakarak konuştu ama hepimize söylediği belliydi:
-Hayır, yazılı ya da sözlü sınav yapmayacağım. Bu tür şiirleri okuyorum, bunları anlamadığınız için sınavlardan çekiniyorsunuz, biliyorum. Bunda haklı da olabilirsiniz. Biz burada Edebiyat Dersi yapmıyor, Edebiyat hakkında bilgimizi arttırmaya çalışıyoruz. Edebiyat Dersi böyle olmaz. Onun başka türlü yöntemleri vardır. Kültür tarihimizde derinliğine bir Edebiyat geçmişimiz bulunmaktadır. Bunun olduğunu bilmek başka, bu alana girip onlardan yararlanmak başkadır. Anladığım kadarıyla çoğunluğa yakın bölümünüz okumayı geçici bir süreç olarak benimsemişsiniz. Böyle olmasaydınız, bu soruyu bana sormayı aklınızdan geçirmezdiniz!
Öğretmen Mestan’a bakarak:
-Soruyu sen sordun ama, yalnız değilsin. Sayısız gözün bunu benden sormak için gözlerime takıldığını hep hissettim. Ancak sizden şunu beklerdim, bu işi kurcalamadan, sezmek! Sezmek için elinizde uyarıcı kaynak var. Besbelli kendinizi yakından ilgilendiren yaptırımları da incelemiyorsunuz. Köy Enstitüleri’nde okudunuz; buradan sonra da oralarda görev alacaksınız. Köy Enstitüleri’nin bir Müfredat Programı vardır. Bu program Köy Enstitüleri’ndeki eğitimin temelini oluşturur. Onu okursanız görecektiniz, orada Edebiyat sözü geçmez. Bunu görseydiniz kendinize bir pay çıkarabilirdiniz. Edebiyat sözü edilmeyen bir okulda çalışacaksınız. Kaldı ki hepinizin ayrı birer branşı var. Öyleyse sizden kim Nef’i ya da Fuzuli’nin gazel ya da kasidelerini isteyecektir? Sizler, onların yaşadığını, kültürümüzdeki paylarını bileceksiniz. Bakın bu anlaşmazlık Tevfik Fikret’in şiirinden çıktı. Onu da anlamıyoruz; bundan kesinlikle gocunmayalım. Kristof Kolomb’un Amerika’yı bulduğunu bilmek, onu bilenin Amerika’ ya gitmesini zorlamadığı gibi Tevfik Fikret’in Mart şiirini bilince de onu yazıldığı günkü düzeyde anlamak zorunda değiliz. Bakın olay, mevsim olarak Mart ayına girişimizden başladı. Mart, bir mevsim başlangıcıdır. Bundan gelmiş geçmiş insanlar hep etkilenmiştir. Biz de Tevfik Fikret’in bu konudaki tepkisini okuduk. Şimdi ben size "Çıkarın kâğıtları, bu ne anlatıyor?" mu demeliyim? Hayır, hayır! Ben size bunları sormayacağım. Kutup Yıldızını bilmeniz gibi bir durum bu. Nasıl Kutup Yıldızını bilmenin yararlarını düşünerek onu aklımızda tutuyorsak, geçmiş dönemlerin kültüründen de genel hatlarıyla haberli olacağız. Bunun bir adı da genel kültürdür!
Öğretmen bu kez, 2. şiiri, Nisan şiirini açıklayarak okudu. Ancak sözler üzerinde durmadan şiirin konusunu hikâye ettiğini söyledi:
-Sanki dallara çiçekli hayaller konmuş, bu güzel görüntüyü kalemle anlatmak oldukça zor,(Anlatılamaz) Belki kısaca açıklanabilir: Gerçekten çok güzel bir görüntü, çiçekli dallar semanın rengiyle de uyum içinde. Daha dün sessiz gibi duran toprakta da büyük bir canlanma var. O durgun topraktan ummazken, bakarsınız böyle güzellikler fışkırır. Salt çiçekler değil, kuzular oynaşır, dereler akar, sanki tüm hayat dansa kalkmış gibidir. İşte bahar gelince her yanda bir canlılık olur. Sanılır ki, nisan ayı bir nilüfer çiçeğinin dudakları arasından çıkmış!,
Öğretmen bu kez gülümseyerek:
-Geçmişte kendi dilleriyle güzellikleri anlatanların söyledikleri anlamadığımız için onlara yaklaşamıyoruz. Kendimizi azıcık sıkıp zorlasak onlarda hiç değilse bu kadar bir güzellik bulabiliriz.
Tevfik Fikret
Bakın Tevfik Fikret onca dolambaçlı sözler arasında bunları anlatmak istemiş! Okuyanın:
-Ey koca şair, bunu neden böyle dolambaçlı söyledin!diyesi geliyor! deyip şiirin açıklamasını bir daha tekrarladı.
"Sanki dallara çiçekli hayaller konmuş, bu güzel görüntüyü kalemle anlatmak oldukça zor, (Anlatılamaz) Belki kısaca açıklanabilir. Gerçekten çok güzel bir görüntü, çiçekli dallar semanın rengiyle de uyum içinde. Daha dün sessiz gibi duran toprak ta da büyük bir canlanma var. O durgun topraktan ummazken, bakarsınız böyle güzellikler fışkırır. Salt çiçekler değil, kuzular oynaşır, dereler akar. sanki tüm hayat dansa kalkmış gibidir. İşte bahar gelince her yanda bir canlılık olur. Sanılır ki, nisan ayı bir nilüfer çiçeğinin dudakları arasından çıkıyor!"
Öğretmen ayrılınca birden salon karıştı, Mestan Yapıcı’ya çatanların yanında kutlayanlar da oldu. Hamdi Keskin Öğretmenin sınav yapmaması büyük bir sevinç havası estirdi.
Yemek boyunca bu konuşuldu. Sanat Tarihi dile dolandı:
-O da böyle olsa!
En çok sevinenlerin başında hemşerim Kadir’le Abdullah Erçetin göründü.. Abdullah geçen yıl bir ödev üstlenmiş, onu yerine getirmemişti. O yandan bu yana Hamdi Keskin Öğretmenin kendisine yan baktığından yakınıyordu. İçinin rahatladığını söyledi. Ben kendimi yokladım, kendimde bir değişiklik sezmedim. Yazdıklarımı kendim için yazıyorum. Bir bakıma sınav olmamasına ben de sevindim. Çünkü bu derste ele alınan konuları derinliğine işlemediğimizi sezmiştim. Gene de kıskançlık damarım tuttu; haylazlar, düğün bayram ettiler. Kamil Yıldırım, Halil Yıldırım sevinçten oynayacaklarını, Ekrem Bilgin eve gidince bir horoz keseceğini söyledi.
Neşeli bir hava içinde salona döndük. Öztekin Öğretmen oldukça geç geldi; gelir gelmez de müzik imlası yaptırdı. Bir süre piyanoda ben oturdum.Öztekin Öğretmen çalınacak notaları daha önce kendisi yazmış. Notaların biri Beethoven’in 9. Senfonisi’nin coral bölümünden. Ancak, ton ya da bölüm belirtilmemiş, aralıkla notalar yazıldı. Öğretmen yazılanların gözden geçirilmesini istedi. Abdullah Erçetin Beethoven dizisini sezmiş. Anımsattığını söyleyince Öztekin Öğretmen coşarca bağırdı:
-Yetiş be Abdullah! Sabrım beni çatlatacak! Nasıl böyle dikkatsiz olunur! İnsan önüne konan notayı gözle de olsa seslendirmez mi? deyip bir süre konuştu. Yemekteki neşe pır edip uçtu. Herkes somurttu. Arkasından da birer birer tahtaya kalkıp yazanlar oldu.Tahtaya kalkanların yazamadığı görüldü. Öztekin Öğretmen, imla çalışmalarını hızlandıralım! deyip, kemancıları birer birer odasına çağırmaya başladı. Nedense olumsuz havadan ben de etkilendim. Gerçekte ben de kulaklarıma güvenmiyorum. Piyano çalışım durumu kurtarıyor ama gerçek olumsuz. Kitaplığa gittim. Yönetim kapısından geçerken Md. Yardımcısı Tahir Erdem’le karşılaştım. Selam verdim, durdu, dikkatli dikkatli baktıktan sonra:
-Seninkinin kadrosu geldi, haber verebilirsin! dedi, güldü. Seninki dediği Bella idi. Bella, benimki falan değildi ama Tahir Erdem’in öyle deyişi çok hoşuma gitti. Bella bir iki ay yönetim işlerinde çalışırken yanına gelip gitmiştim, Tahir Erdem’in gözünden kaçmamış. Birden üstümdeki durgunluk kalktı. Dora Abla duymuştur ama gene de gidip söylemeyi kurdum.
Julie IV’ü açıp okudum. İlginçtir, Julie’yi hiç kişileştirmemiştim birden onu Bella’ya benzettim. Bella, iki çocuk annesi!.... Kitaba Bella görüntüsü içinde başladım ama durum pek uygun düşmedi. Ortalıkta Julie yok, adı ya da hayali dolaşıyorsa da Mylord Edouard, aşık Sainte Preux’u uslandırmaya çalışıyor. Arka arkaya gelen üç mektuptan oldukça sıkıldım.
Yemekte arkadaşlarla buluştuk. İçlerinde en rahatı bendim. Çekinerek Sanat Tarihi konusunu açtım. Hiç de sandığım gibi değilmiş, Malik Aksel Öğretmen de işlediği konuların üstünde önemle durmuyormuş, onun da yazılı ya da sözlü yapması söz konusu olamazmış. Sevindiğimi söyledim. Gene de okuduğumuz bölümlerden bir şeyler anımsamaya çalıştık. El Greco, Goya, Rembrandt, Rafaello ya da Rafael, Dürer diye adları sıraladık, Prado, Louvre, Ermitage müzelerini andık. Mona Lisa’nın Lady Fa’nın bakışlarını, Musa, Davut heykellerini, Atina Okulu, Adem’le Havva tablolarını görür gibi olduk.
Kitaplığa geçip sakin sakin kitabımı okudum. Lord Bramson ya da Mylord Edouard gittikçe ilgimi çekti. Julie ile Sainte Preux, kuzin Claire birer gençti, evlenip Madam de Wolmar, Madam de O’rbe olup çocuk doğurdular, neredeyse yaşlandılar oysa Mylord Edouard hepsine ders vermeyi sürdürüyor. Dayanamadım, hiç yapmadığımı yaptım, sıra gelmeden kitabın arkasına baktım. Julie’nin öldüğünü görünce kitabı atasım geldi. Çok üzüldüm. Doğrusu ben, yaşlı Kond de Wolmar’ın öleceğini sanıyordum. Sevgililer sonunda ancak öyle bir birine kavuşacaklardı. Az kalmıştı, keşki bakmasaydım! diyerek yatakhaneye gittim.
Yatsam bile uyuyamayacağımı düşünürken seslerin gittikçe azaldığını duyar gibi oldum, uyumuşum!
2 Mart 1945 Cuma
Son sınıflar arasında patırtı koptu. Bakanlıklarda staja gitme sıraları bozulmuş. Numara sırasını daha önce bozmuşlar. Geri kalanlar, havaların iyice ısınmasını bekliyor. "Açık gözler", "akıllılar" sıfatları ortalıkta dolaştı. Bunların kim olduğunu anlamadık ama, kesinlikle böyleleri var. İhsan Güvenç orta yolu bulmak istedi:
-Sayı doldurmak istiyorsanız 2. kez gidebilirim! Ona da karşı olanlar oldu:
-Vay açıkgöz vay!
İhsan Güvenç yüksek sesle direndi:
-Dalavere çevirenleri görmezden gelip sorunu çözmeye yardımcı olan bana “Açıkgöz!” derseniz size kimse el uzatma kendi dalganızda boğulursunuz. Oyunu ta baştan bozanlar da sizlersiniz! deyip yürüdü. Abdullah Ön duramadı, sordu:
-Kardaş, sen şimdi kime söyledin bu sözü? İhsan Güvenç ayrıldığı için karşılık verilmedi. Kapıdan çıkarken Şevki Aydın’a rastladım. Şevki Aydın anlattı:
-İlk hevesle herkes gitmek istedi, gruplaşıp gittiler. Umduklarını bulamadıkları için giderek iş angarya havasına dönüştü. Şimdilerde ilgi Bakanlık değil orası bahanesiyle Ankara’da dolaşmak!
Kahvaltıda bizim masanın konusu oldu. Arkadaşlar şimdiden numara sıralarını saptayıp kimin ne zaman gideceğini hesapladılar. Oysa ben bunu olayı ilk duyunca yapmıştım. Numaram nedense en sonlarda. Nedense diyorum ama nedeni belli. Bizim sınıf 3 Enstitüden gelen öğrencilerden oluşmuştu. Kızılçullu, Çifteler, Kepirtepe. Numaralarımızı bu sıraya göre yazmışlar. O nedenle de Kepirtepe sona kalmış. Böylece bizim topumuz 1946 nisan-mayıs aylarına geliyor. Kızılçullu grubu azıcık buruklaştı. Hemen hemen hepsi kasım, aralık aylarında gideceklerini anladılar.
Ne tuhaf, bizim dışımızda olan bir numara sıralamasının bizim yararımıza olduğu anlaşılınca arkadaşların bakışları bile değişti. Halil Yıldırım bana:
-Her zaman haklısın! diye yuvarlak bir söz söyledi. Kendimi tutamadım:
-Her zaman haklı olmak isterim ama olamayınca da suçu kimseye yüklemem, küsersem kendi şansıma küserim!
Biraz buruk olarak salona döndük. Soba yanıyor. Bu hafta nöbetçi sınıfta çalışkan öğrenci Hasan Tekin. Aksatmadan soba düzenli yakıldı.
Malik Aksel Öğretmen gelir gelme sobaya baktı, gülümsedi. Yerine oturunca önce çantasını açtı. Bir kitap çıkardı. Kitap okuyacak sandık. Oysa yerinden kalktı, masaya arkasını dayayarak:
-Dinimizin resim sanatını men ettiği söyleniyor. Bunun aslı astarı yok olsa gerek. Asya ortalarında yaşayan Türk boylarında resim olduğunu Batılı araştırmacılar belgelemişler. Mantık olarak da buna inanmak gerekiyor. Çin-Türk ilişkileri tarih boyunca olduğuna göre Çin resmi olur da Türk resmi olmaz mı?
Öğretmen böyle deyip bir süre durdu. Daha sonra sözü İran’a çevirdi. İran Tarihi’nin çok eski olduğunu İsa öncesi 7.y.yıldan beri bilindiğini, özellikle Yunanistan’ savaşlarını anımsattı. Yunan’da olanın onlarda olamayacağını söylemek gerçeğe ters düşer, toplumlar bir birini hep etkilemiştir! dedikten sonra sözü Büyük İskender’e getirdi:
- Büyük İskender, İran halkını uygarlaştırmak için İranlı kızlarla Makedonyalı askerleri evlendirdi, Yunam kentleri düzeyinde kentler kurdurdu, İran’da, Yunanistan düzeyinde tiyatrolar yaptırdı, bunların kalıntılarının günümüzde de durmaktadır. Özellikle Perslerin o dönemdeki ünlü kenti Persepolis kenti kalıntılarındaki Aslan heykellerinin ayakta olanları günümüze dek gelmiştir. Ancak Arapların oraları işgalinde bunların tahrip edildiği bilinmektedir. Sonuç olarak, resim hatta tüm güzel sanatların hor görülmesi Müslümanlıktan değil çöl Araplarının yaşam anlayışından kaynaklanmıştır Özellikle de Arapların bir boyunun günümüzde de mezarlara bile izin vermediği, bunun, başka hiç bir dinde olmayan bir anlayış olduğu bilinmektedir. Özellikle Arap Yarımadası burnu dibinde olan Mısır, resmi kutsal sayarken göçebe Arapların sığ felsefelerinin eseri olduğu apaçıktır. Hazreti Muhammet’ten önce Arapların yazıya da yan baktıkları bir gerçektir. Kutsal Kitap Kur’an’da oku buyruğu bunun açıkça kanıtlamaktadır! dedi. Türklerin müzik gibi resme de sürekli sahip çıktığını, bunu yarı kapalı el işlemelerinde, süslü yazılarda sürdürdüğünü, bazı yörelerde bunu mezar taşlarında büst denemesi şeklinde yaşattıklarını anlattı. Çok önemli bir olay olarak da Azınlıkların bu konudaki çalışmalarına halkın bir tepki göstermediğini tersine destekledikleri belirtti. Öğretmen:
-Osmanlıların, din adamlarının etkisinde kalarak amansız bir resim düşmanlığına karşın azınlıkların eğilimine uyarak dışardan gelen ressamlara sempatiyle yaklaşmaları sonunda özellikle de Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra Padişah 2.Mahmut’un hoşgörülü yönetimi sürecinde başlayan Batılılaşma kıpırdanmaları, dışardan gelen ressamların ilgisini çekerek, resim sanatı Osmanlı yasaklarına karşın gelmiş, iyi de bir ortam bulmuştur. Özellikle Ordunun modernleşmesi için düzenlenen asker okullarının programlarına konan resim dersleri, gençleri bu alana özendirmiş, asker ressamlar yolunu açmıştır. Resim tarihimize bakılınca değerli ressam subaylarımızla karşılaşılır. Tanzimatla birlikte basının da ortaya çıkması, resmin kısmen halka inmesini kolaylaştırmıştır. İşin ilginç bir yanı da din adına resmi yasaklayan Halifelik, Padişah adına ferman çıkarır. Oysa padişahlardan resim severler çıkmıştır. Örneğin Fatih Sultan Mehmet resminin yapılmasına izin vermiştir. Çok uzağa gitmeye gerek yok,Padişah Abdülaziz resim çalışmış oğlu Son Halife Abdülmecit Efendi’nin ise boy boy yağlıboya tabloları sergi salonlarını süslemektedir.
Bu kez daha önce hazırladığı kitabı alarak adlar okudu.
Osman Hamdi Bey,
Şeker Ahmet Paşa,
Halil Paşa,
Hüseyin Zekâi Paşa
Osman Nuri Paşa adlı ressamları sıraladı.
Osman Hamdi Bey için:
-Ressamlığı yanında resim toplama, resim sergileme konusunda öncülük etmiş, müze kurulmasını sağladığı için de gerçek Türk Resim Sanatı’nın simgesi payesini kazanmıştır.
Osman Hamdi Bey
Öğretmen, yurdumuza gelip çalışmalar yapan yabancılar da olmuştur. Bunlardan Ayvazovski, Zonaro, Pasini, Mango daha başkaları da var, bunları da analım! derken çantasını topladı:
-Bir süre de bunları konuşacağız! deyip ayrıldı.
Veysel Öğretmen de bu koz büyükçe bir çantayla geldi. Günaydın! dedikten sonra çantasından yığınla kağıtlar çıkardı. Cetvel genişliğinde renkli kağıtları(Karton kalınlığında) hepimize en az onar tane dağıttı. Önce anlayamadık, tuhaf tuhaf bakıştık. Öğretmen gök kuşağından söz etti; bizden de elimizdeki renklerle gökkuşağı yapmamızı istedi. Gökkuşağı renklerini biliyordum sanırdım, bir türlü dengeleyemedim. Öğretmen Abdullah Erçetin’in dizisini beğendi. Bir süre düşündüm, gökkuşağını Abdullah benim kadar gözlememiştir, nasıl oluyor da o uyduruyor? Kafam iyice karıştı. Kırmızı renkten başkalarını seçemez oldum. Bir ara da kaygılandım; gözlerimde mi bir bozukluk var? Öğretmen Newton Çarkını anımsattı. Renkler doğal sırasına göre dizilirse hızlı hareket edince tüm renkler beyaza dönüşürmüş. Newton çarkı sözü beni 1941 yazı haziran ayına götürdü. Çok sıcak bir gündü. Hasanoğlan’a geldiğimizden beri ders yapmamıştık. “Bakan, Hasan Ali Yücel gelecekmiş!,, sözü yayıldı. Sınıfımız ikiye bölündü; yarısı işe gitti, yarısı çadırda ders yapmaya başladı. Ben, ders grubuna düşmüştüm. On beş arkadaş büyükçe bir çadıra yakındaki ilkokuldan sıra taşıdık. Sözde dersimiz coğrafya idi. Öğretmen de Reşat Tekinay. Reşat Tekinay bize hiç derse gelmemişti. Ancak nöbetlerinde bizim dersliğe gelince tatlı tatlı öğrencilik anılarını anlatıyordu. Anılarının en ilginci, Öğretmen Okulunda öğrenciyken Okul Müdürü Reşat Tardu’nun baldızı Nurefşan’a aşık olmasıydı. Reşat Tardu’yu tanımazdık ama kötü bir anısı bizi bir zaman rahatsız etmişti. O Edirne Öğretmen Okullunda yöneticiyken bizim okul Karaağaç’ta yeni açılmıştı. İlk giysilerimizi alırken kasketlerimize Öğretmen okulları simge rengi olan eflâtun şerit takılmayınca direnmiştik. O zaman nasılsa bir dedikodu yayıldı. Bizim okul henüz ortaokul düzeyinde olduğu için Edirne Öğretmen Okulu Reşat Tardu, Müdürler toplantısında karşı olmuş. Bu nedenle bizde gizli gizli bir Reşat Tardu zıtlığı sürüyordu. Reşat Tekinay olayını bu yüzden ilgiyle izliyorduk. O gün dersimize gelince oldukça da sevinmiştik. Ancak biz, ders olarak birinci sınıfta yarım yıl kadar coğrafya okumuştuk. Reşar Tekinay da coğrafya öğretmeni değildi. Bu nedenle bir süre Hasanoğlan’ın çevresini konuştuk; Hasan Dağı, İdris Dağı batısında, Elma Dağları doğusunda dedikten sonra gene öğretmenin anılarına dönmüştük ki Hasan Ali Yücel geldi. Hasan Ali Yücel olayları bildiği için olacak dersin adını bile sormadı. Arkadaşımız Sami Akıncı’nın sırasındaki kitaplardan birini alıp açtı. Kitap kendisinin yazdığı Mantık Kitabıydı. Bakan ilgiyle sordu:
-Siz kaçıncı sınıftasınız? Orta 3. sınıf olduğumuzu söyleyince, o kitabı ilerde okuyacağımızı, kitap içindeki konuları gelecek yıllarda göreceğimizi söylerken açtığı sayfada Newton çarkı çıktı. O kitabı okumadık ama Newton Çarkı üstüne bilgilerimiz vardı. Sorular sordu, karşılıklarını aldı. Daha önceleri çok anlattığım bu olayda Gökkuşağı da geçmişti. Bunları düşünürken bir olaya da üzüldüm. Çok sonraları öğrendik ki, bizim kasket şeritlerine engel olan Reşat Tardu değil bir başka Tardu, Bedii Tardu imiş. O zaman Edirne Öğretmen okulu müdürü Reşat Tardu değilmiş.
Dalgın dalgın dururken Veysel Öğretmen geldi, benim dizdiğim renkleri değiştirdi. Sonra da sordu:
-Böyle daha farklı görünüyor değil mi? Zoraki olarak, yalandan bir “Evet!,, dedim. Veysel Öğretmen renkli kağıtları topladı, haftaya gelemeyeceğini sonraki hafta ise Hidayet Gülen Öğretmenin İş Atölyesinde çalışacağımızı söyledi. Haftaya gelmeyeceğine sevineceğimiz yerde ondan sonraki hafta ne yapacağımızın merakı içinde yemeğe gittik.
Yemekte de konu bu oldu.
Oysa ben, ne yapacağımızı bilmemekle birlikte Hidayet Öğretmenin İş Atölyesini bildiğimden az çok bir şeyler kestirmiştim:
-Kesinlikle el işleri, küçük aletlerle yapılan işler. Hidayet Öğretmen bunlara “El Sanatları!,, diyor. Evdeki el sanatı işleri hep düşünürdüm; bunları, kimler nerelerde yapıyor? Köy Enstitüsünde beş yıl marangozluk işlerinde oldukça önemli işlerde çalıştım. Büyük bina dahil, öteki binaların da çatı işlerinde payım vardır. Böyleyken eve gittikçe ablalarımın işlerine bakıp, onların kullandığı araç-gereç beni uzun süre düşündürmüştü. Örneğin dokuma tezgâhlarında kullanılan mekik dedikleri boy boy tahta gereçleri kim yapıyordu? Çıkrık dedikleri, öreke dedikleri, elcek dedikleri, ığ, tığ dedikleri daha başka bir çok işlevi olan ağaç gereçler, kasabalardan sağlanıyor. Bunu biliyorum ama kasabada bunları kimler yapıyordu? Bir gün ablamın elinin bir parmağında bir siyah nesne görmüştüm. Ablam dikiş dikiyordu. O siyah nesneli parmakla iğneyi dürtüklüyordu. Ablama sordum:
-Bu ne?
-Yüksük!
-Ne işe yarar?
-İğneyi iteklemeye yarar! deyip eliyle tekrarlayarak göstermişti. Sert kumaştan iğne ancak iteklemekle geçermiş.
Hidayet Gülen Öğretmen Kepirtepe Köy Enstitüsü’ne geldikten sonra bu bilinmez saydığım iş alanı az da olsa aydınlanmıştı. Çünkü Hidayet Öğretmen sık sık Marangozluk atölyesine gelir kimi kez bıçak biler, kimi kez de küçük küçük ağaç parçaları keserdi. Sonra sonra onların Karagöz Oyunu için gereksinim olduğunu öğrenmiştik. Özellikle sevdiği öğrencilerinden birinin inatlaşırken arkadaşının mandolininin kırılmasına neden olunca Hidayet Öğretmenin kırılan mandolini eski duruma getirmesine şaşmıştık.
Hidayet Öğretmen şimdi bu atölyeyi genişletti, olağanüstü oyma iş örnekleri üretti.
Yemekte Hidayet Öğretmeni neden bu kadar övdüğüm soruldu.Ben de sanki böyle bir soru sorulmasını bekliyormuş gibi Harun Özçelik’i de tanık göstererek anlatmaya başladım. Gene Harun Özçelik’e güvenerek atölyesini gezdirmeyi bile göze aldım.
Salona dönünce Bölüm Başkanı müjdeledi, akşam tiyatroya gidiyoruz. Kamyon işini garantiledik. Halkevi’nde Kahvehaneyi göreceğiz. Hava fazla soğuk değil, kamyon için söz aldım sıcağı sıcağına bu işi uygulamaya koyalım! Kahvehane’yi görmeme karşın sevindim. Gördüm diyorum ama neyi gördüm? Sorsalar, ortalıkta gezen insanları, bir de çok değişik kılıklarından başka anımsadığım bir şey yok.
Önce koro çalışması yaptık, arkasından müzik imlâsı, daha sonra da enstrüman çalışması. Uzunca bir süre piyano çalıştım. Grup olarak, çoktandır sözü edilmesine karşın kamyonla Ankara’ya ilk kez gideceğiz. Ne zaman yola çıkacağız, orada duracağımız, dönüş nasıl olacak soruları uzadı gitti. Geçen yazın gittiğimi söyledim ama ben hazırlanmış kamyona atlayıp gitmiştim. Nerede indiğimi, nerede nasıl bindiğim ayırdında bile olmadım. Bana sorunca bunları tekrarlıyorum. Söylediklerimin doğruluğuna karşın bana inanmıyorlar. Normal sürecinde yemeklerimizi yedik, Kamyon bizim bina önüne geldi, yerleştik. Kamyonun üstü kapalı, yola çıktık. Üşümüyoruz ama ilk yolculuğun verdiği kuşkulu durum, Halkevi’ne varasıya sürdü. Halkevi karşısında kamyondan rahatça indiğimizde ancak sevinç duymaya başladık.
İzleyiciler gelmeye başlamış, biz de onlar gibi kapıdan girdik. Tek fark biz topluca balkona biletsiz çıktık. Halkevi’ne bu benim beşinci gelişim. Ancak ötedekilerinde hep gündüz gelmiştim. Yanlışlıklar Komedisi, Satılmış Nişanlı (iki kez), Kahvehane....
Bu kez oyunu daha iyi anlamaya çalıştım. Gene de karıştırdığım taraflar oldu ama yuvarlak olarak (Biraz da okuduğum yazının yardımıyla) bir şeyler anladım.
Piyes sonunda topluca çıktık, kamyon hemen karşı yolda hazırmış, atlayıp yola çıktık.Ben üşümedim, kimi arkadaşlar yarı şaka yarı ciddi bir iki “Hıtıtı!” yaptılar ama sanırım fazla bir şey olmadı, sessizce yataklarımıza döndük. (Saat 01:00 sularında) Böylece uzun süredir beklediğimiz kamyonla Ankara yolculukları da başlamış oldu..
3 Mart 1945 Cumartesi
Bari, gelmeseydiniz gene gideceğinize göre neden geldiniz? Soruları arasında uyandım. Akıl verenler oldu:
-İstasyonda bekleseydiniz, orası sıcak olur.
-Sabahçı kahveleri vardır, oraya gidin! Rüstem Gündüz ise Bendderesi’ni önerdi.
Arkadaşların şakaları bir yana gerçekten böyle durumlarda Ankara’da kalmak daha iyi olacak! Zaten Bölüm Başkanı okul ayarladım! demişti.
Kahvaltıda bunu tartıştık. Okulda kaldığımızda kalkınca ne yapacağız?
Çay-simitle kahvaltı etmekten söz ettik. Neredeyse yeni bir dönem başlamış gibi iyimser olarak tren durağına indik. Bölüm Başkanı durakta yoktu,”Gelmeyecek!” diyenler oldu.”Gelmezse gelmesin biz gideriz!” derken Bölüm Başkanı koşar adımla geldi.Gelir gelmez de:
-Bu böyle olmayacak, biz en iyisi gece gittiğimizde orada kalalım, havalar ısınacak. Biz zaten daha on onbeş gün gece gidemeyeceğiz. Programda bir opera var. O da ancak 20 günde bize sıra verir.
Tren geldi.Trende genellikle akşamki tiyatro konuşuldu. Adamların dalavereleri, kadınların aldatılmaları... Oynayanların kim olduklarına bir türlü doğru tanı koyamadık. Ben, Muazzez İlginle, gerçek kocası (burada da öyle) Ertuğrul İlgin’i tanıdım. Kimi arkadaşlar çok rahatlar:
-Kim kimmiş bana ne, ben oynarken bakarım, o yeter bana! deyip geçiyor. Belki de onlar haklı. Ben, belki de doğru olmayanı yapıyorum. Ancak öylesi içimi rahatlatıyor.
Faik Öğretmen bizi kapıda karşıladı, alt odalardan birine aldı.Gülümseyerek:
-Bugün yabancı yok, iyice tanımaya başladığımız Viyana klasikleri, Haydn, Mozart, Beethoven. Bugün, söylediğimin ad sırası değişik ama pek farketmez, onlar hep o üslüpların kahramanları.Önce Beeethoven’den bir uvertür. Beethoven, yazdıklarını pek beğenmeyen bir titiz kimseymiş. Faik Öğretmen gülümseyerek başını kaldırdı:
-Bu belki de bir kurnazlık da olabilir. Sözde bir uvertür bestelemiş, beğenmemiş, ama beğenmediğini ortadan kaldırmamış bir yenisini bestelemiş. Bunu da beğenmemiş, bu kez bir üçüncüsünün bestelemiş. Leonore adlarını taşıyan bu üç ad kardeşi uvertürler, yarış halinde konserlerde çalınıyorlar. Bugün dinleyeceğimiz bu kardeşlerin 3.cüsüdür. Beethoven’in bilinen karakteri bunda da doruğa çıkmaktadır.İkinci eser Josef Haydn’ın Viyolonsel Konçertosudur. Haydn’ın iki viyolonsel konçertosunun en çok çalınanı budur. Do majör. Genç bir Çellistimiz çalacaktır. Nusret Kayar. Beğeneceğinizi umuyorum. Mozart’ın kırk dolayında senfonisi vardır. Bunu elliye hatta daha yukarı çıkaranlar da bulunur. Konserlerde çalınanları numaralıdır. Ancak Mozart’ın senfonileri besteleniş sırasına göre gruplandırılırlar. Mozart genç ölmüş olmasına karşın ona göre son eserleri olgunluk çağı anlamında daha ağır eserler olarak anılır. İşte bu senfoni de onlardan dır. 40.senfoni güzel bir senfonidir. Neşeli olarak girer. Ancak geliştikçe çok şeyler anlatır.
Öğretmen sözü burada kesecek diye beklerken kesmedi, genel olarak Viyana müziğinin ne olduğunu, neden Viyana’nın özel bir müziği olduğunu anlattı. Kilisenin müziğe çok önem vermesi nedeniyle tüm Hıristiyanların kulak dolgunluğu nedeniyle bir müzik aşinalığı olduğunu. Martin Luther’in dini biraz laikleştirmesi sonunda bu müzik yatkınlığının Protestan kanadında iyice özgürleştiğini. Özellikle Almanya’nın kuzey kesimlerinde dinsel müziklerin de insancıllaştırıldığını anlattı. Sözü, Telemenn’a, Handel’e, Johann Sebastian Bach’a getirerek; onların hem kilise hem de halk arasında eşdeğerde sayıldığını anlattı. Bu arada, bizde de plâğı olan Bach’ın Kahve Kantatını örnek gösterdi. Kantat bir dinsel müzik olarak algılanagelirken bunun Bach sonrası Kiliseden dışarıya taştığını özellikle Bach’ın Kahve Kantatı için:
- Düpedüz bir opera dekoru içince bir aile gösterisi durumuna geldiğini, bu da halkın gözünde müziğin iyi bir iletişim sanatı olduğu bilincini uyandırdığını, Protestanların başlattığı bu girişimi Katoliklerin de benimsemesi giderek yaygınlaşınca müzik adeta Avrupa insanının bir kuzey-güney yarış aracı olduğunu. Bu yarışta iki ucun da büyük emeği bulunduğunu ancak kuzeyin daha baskın çıktığını, özellikle Katolik olmalarına karşın Doğu Almanya sayılan Viyana’nın bu yarışta öne geçtiğini anlattı. Öğretmen, öne geçti, sözünü neden söylediğini de açıkladı:
-Çünkü, Viyana müzikle ilgilenen tek kent değildi, Kuzey Almanya da başka kentler de bu yarışta bir süre:
-Biz de varız! dediler. Dresden, Hamburg, özellikle Hannover, Mannheim özellikle de Mannheim,bu yarışta Viyana’ya oldukça direndi. Günümüzde unutulmuş gibi görünen Mannheim’in muhteşem bir müzik geçmişi vardır. Josef Haydn, Mozart’ın babası Leopold Mozart, Mannheim okulundan çok etkilenmiştir. Ayrıca Bach’ın dört oğlunun dördü de Mannheim okulunu desteklemişlerdi. Günümüz konser programlarının şekillenmelerinde Mannheim oklunun rolü büyüktür. Özellikle Mannheim’e damgasını vuran baba-oğul Stamitsler, Viyana klasikleri olarak saydığımız Haydn, Mozart, Beethoven adlarından hemen sonra anılırlar. Konserlere hazır gelen günümüz müzik şekillerinin oluşunda onların payı büyüktür. Senfoni, konserto, Kuartet, triyo, sonat, birimlerinin günümüzdeki şekillerinin oluşmasında Mannheim okulunun payı büyüktür. Öğretmen daha sonra gene Viyana’ya dönerek:
- Viyana’nın salt müzikte değil uzunca bir süre politikada hatta bilimsel çalışmalarda da bayrağı taşıdığını söyledi. Biraz acımsı gülümseyerek:
-Atalarımızın gidip gidip Viyana kapıların dayanması belki de bundandı, Viyanalıların eğlenceleri, zenginlikleri, onların iştahını kabartmıştı! dedi.
Öğretmen, dikkatli dinlemeler dileyerek ayrıldı.
Konservatuvardan çıkınca Yıldız sinemaya gitmek istediğini söyledi. Onu kıramazdım ama, ben de Dora Ablayı görmek istedim. Md. Yardımcısı Tahir Erdem’in haberini söylersem hiç değilse ilgilendiğime inanır. İzin alıp Milli Eğitim Bakanlığına gittim. Dora Abla yerinde yoktu, uzun süre bekledim, çalışma masası açık. Bakanlık görevlilerinde de gelen oldu. Onlara sordum:
-Gitmiş olamaz! dediler. "Gitmedi, gitmedi, burada" diyerek geldi. Bella’yı söyledim, biliyormuş, ancak hazirandan önce gelemeyecekmiş. Görevimi yapmış olarak döndüm. Yıldız da annesi ile telefon konuşması yapmış, sevinçli. Bu telefon konuşmasını hep merak ediyordum, annesi bunu nasıl kotardı. Meğer çok kolaymış, annesi Arifiye Köy Enstitüsü’nde çalışıyor. Okul Müdürü Süleyman Edip Balkır’ın özel izniyle istediği zaman konuşabiliyormuş.
Yıldız çocukluğundan beri köpekleri seviyormuş, yolda giderken durup durup bunu anlattı. Yıldız anlattıkça Halise ters bakarak “ııığııı!”dediyse de Yıldız köpekli filme girmekte direndi. Tavukçu’da yemek yeyip Yeni Sinemaya girdik. Sinema tıklım tıklım doluydu. Geçmiş günlerden aldığım ders nedeniyle onları rahat yerlere oturttum. Önce bir savaş filmi gösterildi. Sanırım geçmiş büyük Dünya Savaşındandı, siyah beyaz, deryalarda gemiler battı.
Lassie ile Liz Taylor
İkinci film başlar başlamaz, kuşkuya kapıldım, köpekle film çevrilir mi?
Film başlar başlamaz hükmümü verdi:
- Bu bir film değil, köpeğin çeşitli zamanlarda yaptığı ilgi çekici hareketlerini filme alıp birleştirmişler, olmuş bir film. Sinemadaki izleyicilerin büyük bir bölümü çocuklar, çocuklu bayanlardı. Umarım bu filmi gördükten sonra insanlar köpeklere daha başka gözle bakacaklar. Belki de bu film insanlarla köpekleri bir birine daha çok yaklaştıracak. Filmi gören her çocuk düşe kapılıp bir köpek seçerse kimse şaşmasın! İçimden içimden güldüm:
- Neden olmasın?
Böyle alayımsı tavır takınmakla birlikte girdiğime pişman olmadım. Hiç değilse insanların hayvanları nasıl temiz tuttuğunu gördüm. Bizim de köpeğimiz vardır. Öyle ki bizim köpekler gerçek kurtlarla savaşırlar. Bizim Karaman, tam bir kahramandır. Bizim çoban bir kez sürünün önüne düşmüş karanlıkta köye yaklaşırken sürünün arkasında bir koyunu kurt tutuğu gibi sürüden ayırıp yandaki çatağa sürüklemiş. Karaman bunu görünce kurda dalıp koyunu kurtarmış. Koyun sersemlemiş, bu arada da sürü de avluya girmiş. Çobanın hiç bir şeyden haberi yok. Çoban yemeğe oturunca her akşam köpeklere yiyecek veren ablam Karaman’ın olmadığını görünce sormuş. Çobanın telaşı, sonuç olarak olay kahvedeki ağabeylerimin kulağına gelince hemen sürünün geldiği yerler aranmaya başlanmış. Bir de görmüşler ki yaralı koyun yatıyor, Karaman da yanında öylece bekleşiyorlar. Gidenler, koyunu sırtlayıp eve dönmüşler. Koyunun çevresinde toplaşanların konuşmalarını duymazdan gelen Karaman, hiç bir şey olmamış gibi ya da olanlardan habersizmiş gibi duruyordu. Belki de insanların heyecan heyecanlı konuşmalarına şaşıyor:
-Ne var yani, kurttan koyunu kurtarmak salt insanların yaptığı bir kahramanlık mı? der gibiydi!
Lassie'ye baktıkça Karaman’ı anımsadım ama üzüldüm. Onca kahramanlığına karşın ona kimse elini sürmüyordu; sevilmediğinden değil, köpek olduğu için!
Ben bunları anımsadım ancak çıkınca Lassie’nin numaralarının, neredeyse tamamı Yıldız tarafından bellenmiş, yolda, durup durup onları sordu:
-Şunu nasıl yaptı, bunu nasıl buldu?
Konsere yetiştik.
Alkışlar arasında şef. Prof. Ernest Praetorius çıktı. Kısa bir sustan sonra bir “Bommmmm!” duyuldu. Yanlış mı oldu yoksa? diye düşünmeye başlamıştım. Değilmiş. Praetorius ellerini sallıyordu. Sallama da değil bir elini ileri uzatıp çekiyor, sonra öteki eli aynı hareketi yapıyordu. Yavaş yavaş sesler yükseldi. Şef, sanki sesleri elle çekermiş gibi uzattı çekti. Üflemeli çalgılar ara ara yükseldi.
Arkasından uzunca bir süre sert vuruşlar geldi. vuruşlar bir süre arka arkaya geldi. Zaman zaman flüt sesleri duyuldu. Arkasından gene akorlu gümlemeler geldi. Güçlü akorlarla flütler bir süre konuştu. Arkasından tüm orkestra canlandı.
Öyle sürecek sanırken alkışlar başladı. Alkışlar arasında şef arka kapıya gitti. Viyolonselli ile birlikte döndü. Fazla ara vermeden konserto başladı. Bizde plağı olduğu için konsertoyu tanıdığımı sanıyordum. Oysa orkestranın sesi plaktan çok farklı, neredeyse plakların verdiği seslerin büyütülmüşü gibi yansıyor. Konsertonun girişi değil de sonraki bölümleri daha iyi anımsıyorum, dikkatle bekledim. Orasıydı, burasıydı derken konserto bitti. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü çok alkışladı .O alkışlayınca tüm izleyenler alkışlarla ona katıldı. Benim aklım bir olaya takıldı:
-İsmet İnönü çalınanı beğendiğinden mi, yoksa alkışlamasının bir başka nedeni mi var? Hemen gerekçemi buldum:
-İsmet İnönü Kepirtepe’ye 2. kez geldiğinde tam bayrak töreni yapılıyordu. Bayrak töreninde İstiklâl Marşını ben akordeonla söyletmiştim. İsmet İnönü yemekhaneye geçip oturduğunda beni çağırttı, sorular sordu:
- Müzik öğretmeniniz yok, akordeonu nasıl öğrendin? Nasıl öğrendiğimi anlattığımda kendisi de viyolonsel çalıştığını, ancak bir türlü ilerleyemediğini anlatmıştı. Çalgı olarak viyolonseli seçtiğine göre demek ki viyolonsele karşı bir sevgisi var. Öyleyse bugünkü alkışın bir bölümü de bu sevgi içindir.
Arada bunu arkadaşlara söylemeyi tasarladım ama, kalkmak üzereyken Mahmut Ragıp Öğretmen sordu:
-Konsertoyu beğendin mi? Ben karşılık veremeden o konuşmasını sürdürdü:
-Örneklerinin en iyisidir. Sonalite yerinde! deyince duraksadım, böyle bir söz duydum mu? Duymuş olsam bile şu anda anlamış değilim. O konuşurken bunu düşündüm. Sonalite ne olabilir? Armoni derslerinde hiç geçmedi. Öyleyse bu armoniyi ilgilendiren bir söz değil. İsmet İnönü’nün viyolonsel sevgisini düşünürken Sonalite’ye takıldım. Konu değişti, tezimle ilgili sorular sordum. Kimlerle konuşmam gerektiği üstüne bana bir ad listesi vereceğini söyledi.
Konserin 2. bölümünde daha dikkatli olmaya karar verdim. 40. senfoniyi daha önce dinlemiştim. Girişinin anımsıyorum ama senfoni salt giriş değil ki...
Başladı, triram, triram,triram, tammm...... Bu senfoni, bir senfoninin nasıl ses geliştirdiğini anlama bakımında yardımcı oluyor. Ses örgüsü bozulmadan değişik güçte sürekli duyuluyor. Çok dikkatle izleyebiliyorum. Mozart’ın olgunluk çağı senfonisiymiş. Mozart 35 yaşında ölmüş, olgunluk çağı neresinde bunun? Derken Franz Schubert’i anımsadım, Schubert, 31 yaşında ölmüş, onun da olgunluk çağı benim yaşlarım olsa gerek. Bu duruma göre onlar çocukluk yapmamışlar, sokaklara çıkmamışlar, sokaklarda kavga edip, "Anne, baba!" diye bağırmamışlar, başkalarının bahçesindeki meyve ağaçlarına taş atmamışlardır. Senfoninin sonunu gene kaçırdım, alkışlar başlayınca kendimi toparladım. Mahmut Ragıp Öğretmeni selamlayıp ayrıldım. Biliyorum o ağırdan alıp sonlarda çıkıyor.
Çıkınca Yıldız’ın konserden söz etmesini bekliyordum, ilk sözü bana teşekkür etmek oldu. Niçinini sormadan Lassie’den söz açtı. Hava oldukça ılıktı büyükçe bir grup olarak Ulus Meydanı’na indik. Çoğunluk Kızılırmak Kıraathanesine girdi, bizim yerimiz İstanbul Pasta salonu olmuş gibi. Orada bir Haymanalı tanıdık (!) var, biz girer girmez sorup taze çay getiriyor. Başka tatlılar, pastalar var ama nedense onlardan söz etmiyor. Paramızın olmadığını düşünüyor olmalı. Oysa biz oradan çıkınca Akman’a uğrayıp kazandibi, muhallebi türü tatlılardan yiyoruz. Ancak orada bunları yiyenler hemen kalkıp gittiğinden, bizim de gitmemiz gerekecek gibi düşündüğünüzden uzun oturmak için oturma bölümüne geçiyoruz. Böyle alıştık. Zaman zaman başka bayanlar da geliyor. O nedenle kızlar oraya rahat giriyor. Onlar da bunun ayırdında, Halise sık sık tekrarlıyor:
-Burası olmasaydı biz ne yapacaktık?. Necmiye’nin cevabı hazır:
-Ben konserlere gelmezdim! Bunlar konuşulurken Yıldız’ın söylediği ise umursamazca:
-İbrahim Ağabey, bir çaresini bulurdu! Gülümsüyorum ama içimden de düşünüyorum, gerçekten bir çare bulabilir mi idim? Kesinlikle bir çözüm bulamıyorum. Tek bulduğum istasyondaki çayhane. Orası da açık havada. Bayanlar da geliyor ama, soğuk havalarda nasıl oturulur, orasını bilemiyorum. Tren bekleyenler oluyor, her zaman insan var ama onların rahatlık dereceleri hakkında bir fikrim yok. Burasını da bir istek nedeniyle bir arkadaşım, Mehmet Yelaldı’ nın iteklemesiyle keşfetmiştim. Yoldan gelip geçerken içerde Falih Rıfkı Atay’ı görüyordum. Bir gün Mehmet Yelaldı ile geçerken gene Falih Rıfkı Atay’ı görünce Mehmet Yelaldı’ya Falih Rıfkı Atay’la nasıl konuşacağımı sordum. O da şaka eder gibi:
-Ben seni tanıştırırım! dedi. İnanmadım ama gene de sevineceğimi söyledim. Mehmet Yelaldı, kolumdan tutup beni kapıdan içeri soktu. Falih Rıfkı Atay’ın yakınındaki sandalyelere oturduk. Biz bir şey demeden nargile içmekte olan Falih Rıfkı Atay, sordu:
-Öğrenci misiniz? Öğrenci olduğumuzu söyledik. Okulu söyleyince sorular sordu. Sonraki zamanlarda da yakından geçerken selam verdim, o da zaman zaman başıyla zaman zaman da eliyle karşılık verdi. Böylece tanışmış olduk. Geçen yaz Hasanoğlan’a gelince de iki ikiye konuştuk.
Pastanede otururken konserden söz açtım. Özellikle Viyolonsel Konçertosunu sordum. Fazla bir ilgi duyulmamış, anlatmak istediğimi anlatmanın beklediğim sonuca ulaşamayacağını anlayınca vazgeçtim. Doğan Güney’le Ahmet Yol geldi. Onlar sınıf arkadaşları olduğu için daha yakınlık duyuyorlar. Halise ile Necmiye onların konuşmalarına katıyor. Konser monser derken vakit geldi, İstasyona indik. Trene binince görevimin sona erdiğine inanıyorum.
*
Yemekte günün olayları özetlendi. Hemen hemen herkesin günü iyi geçmiş. Ancak konser sözü edilmedi. Konsere gittik, güzel eserler dinledik, bunlar unutuldu, tavlada yenenler kahraman, yenilenler mahkûm sayıldı da, konser es geçildi.Benim de buna aklım yatmıyor. Sıcağı sıcağına bir iki söz edilse daha yararlı olmaz mı?
Yemekten sonra, Jülie yahut Yeni Heloise’i bir daha gözden geçirip özetine son şeklini vermeyi tasarladım. Kitabın adı ilgi çekiyor. Julie anladık, bir addır. Yeni Heloise ne oluyor? diyen var. Bunun kısaca özeti:
-Uzun yıllar önce, Kilise insanlarına aşk, hatta bay- bayan konuşmasının yasak olduğu dönemlerde, yakılmaları bahasına bir birini seven iki insan yaşamış. Sevgi yoksunu din yobazları bunları yakmış. Birbirini sevmenin cezası yanmak! Bunların aşkları, bizim tarihimizdeki, Ferhat ile Şirin, Arzu ile kamber ya da Kerem ile Aslı gibi dillere destan olmuş. Bu tür gelenekleri bilen Rousseau bir aşk kitabı olan kendi eserine de bu adı eklemiş Julie yahut eski Heloise’e benzer bir olay! demek istemiş.
Yatınca, konuşanlardan duydum: Pazar, öğleden sonra toplantı varmış. Duyuru öğle yemeğinde yapıldığından bizim haberimiz olmadı. Niçin acaba? Konuşmamak için kimseye sormadım. Toplantı, denince büyük bir güvensizlik duygusuna kapılıyorum. Hemen hemen katıldığım hiç bir toplantıdan olumlu bir karar çıkmadı ya da alınan karar uygulanmadı. Verilmiş kararların sonuçları hep ileriye bırakılıyor. İlerisi, dedikleri neresi acaba? İçimden güldüm:-Faik Öğretmen bunu bildiği için mi marşının adını "İleri" koymuş:
Yürü, bu yol şeref, zafer yolu, karşında bekliyor seni tan yeriYürü, atıl, devir karanlığı, durma yürü, haydi ileri!Bizim toplantılarda da yürüyor gibiyiz ama bir karanlık nokta kalıyor, işte o karanlık noktayı, sanıyorum, deviremiyoruz.
4 Mart 1945 Pazar
Benim gibi duymayanlar varmış, sormaya başlayınca toplantı konusu açıldı. Okul Müdürü, önümüzdeki dönemlerde yapılacak işler için açıklama yapacakmış. "Gene mi inşaat?" sorusu soruldu. Yapı Kolu’ndan İsmail Koralay:
-Bildiğim kadarıyla inşaat değil, okul binaları arasında yollar, bahçeler için düşünülen bir takım projeler var, okulun görüntüsünün daha bir şekle girmesi söz konusu, belki onları anlatacak! Sakallı Ahmet (Ahmet Özken) konuştu:
-Anlat sen benim külâhıma! İşin ucunca çalışma olmasa, Rauf İnan, düşündüğünü hemen yaptırır, bunu bizim ruhumuz bile duymaz. Mehmet Yelaldı:
-İki yıldır yalvarıyoruz, bizim binanın altına bölmeler yapılacaktı, işin içinde onlar varsa çalışırız! Birden parlayanlar oldu:
-İşe başlayınca kaçamak yapanlar işe talip oluyor! Mehmet Yelaldı, şaşırdı:
Ne oluyoruz? İş olursa dedim, hemen karşı olmanızı da anlamadım! Deyip sustu. Ekrem Ula:
-Sabah sabah beni söyleteceksiniz, ne okul süslemesi, ne bahçesi! 5 yıldır binaların dış sıvaları yapılmadı. Kullanılan tuğlaların havaya, suya dayanma gücü bile bilinmiyor, kaç yıl dayanacak! Onlarla bile ilgilenmeyen zihniyet bahçe düzenlemesi düşünür mü? Kim bilir ne kişisel çıkar düşüncesiyle iş icat etmişlerdir. Unutmayın hep birlikte bir Ahmet Emin Yalman katakullisini yaşadık. Kendinizi yormayın, dört-beş saat sonra nasıl olsa kendileri söyleyecek! deyip ayrıldı. Kimseden ses çıkmadı.
Kahvaltıda da öğleden sonraki toplantı konu oldu. Kızılçullu grubu arkadaşları kendi Köy Enstitüsü dönemlerini andılar. İlk müdürleri Emin Soysal toplantılarda çok konuşurmuş ama olur olmaz da toplantı yapmazmış, onun yerine gelen onların Kalas dediği Hamdi Akman, Emin Soysal’ın aksine belli belirsiz zamanlarda toplar, aynı sözleri tekrarlayarak saatlerce konuşurmuş. Hamdi Akman onlara Eskişehir Milli Eğitim Müdürlüğünden gelmiş. Gülüşerek:
-Bundan ders almıştır şeklinde bir tanı koydular. Ben gene olayın bir başka tarafına takıldım. Hamdi Akman tek değil, bir başkası da Milli Eğitim Müdürlüğünü bırakıp Köy Enstitüsü müdürlüğüne geldi. İhsan Kalabay,Trabzon Milli Eğitim Müdürlüğünü bırakıp Kepirtepe Köy Enstitüsü Müdürü oldu. Bir bakıma İlin Valisi ile iş görürken kendi bir ilçe kaymakamının bir bakıma yönetimi altına girdiği gibi, kendisi gibi bir Milli Eğitim Müdürü olan Kırklareli Milli Eğitim Müdürünün buyruğu altına girdi. Hamdi Akman da öyle. Eskişehir Milli Eğitim Müdürü, İzmir Milli Eğitim Müdürü’nün buyruğunu nasıl kabul etti? Köy Enstitüsü Müdürlüğünde daha mı çok çıkar var? Üstelik Kepirtepe’ye gelen İhsan Kalabay, iki kızını okutmak için her sabah at arabasıyla Lüleburgaz’a gönderdi. Bunu demek varmış, arkadaşlar hepsi birden gülerek:
-Avanta var, hesap kitap meselesi! deyip güldüler.
*
Bir grup olarak banyoya gittik. Konu, öğleden sonra yapılacak toplantı. Daha çok da Yüksek Bölüm yöneticisi görüntüsündeki Hürrem Arman’ın gölge adam olması. Geçen yıl Tahsin Türkbay’ı küçümsüyorduk. O, düpedüz ilkokul öğretmeniydi, hem de ortaokul üstüne bir yıl okumuş takımından. Tıpkı Hüsnü Baykoca, Ferit Oğuz Bayır gibi.. Öyleyken kendine özgü bir kişiliği vardı, biz de ona saygı duyuyorduk. Hürrem Arman, yüksek öğrenim gördüğünü her sözünde çaktırmasına karşın yöneticilikte yok gibi. Kendisi gibi Köy Enstitüsü müdürlüğü dışında bir başarısı olmayan Rauf İnan’ın gölgesinde ne yaptığı belli değil. Yüksek Bölümle ilgili bütün işleri Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca’ya bırakmış. Hüseyin Atmaca yorulduğunu söyleyip seçime gitmek istemesine karşın Hürrem Artman seçimi geciktiriyormuş. Buna da şaştım. Ben çok sevmeme karşın Hüseyin Atmaca’nın seçimden kaçmasına kızıyordum. Oysa işin içinde başka işler varmış!
Dedikodulu konuşmaları bırakarak Müzik Salonuna gittim. Toplantı uzun sürebilir, hiç değilse yemeğe kadar piyano çalışırım! O, oymuş, bu, buymuş lafları her zaman söylenir. Czerny’leri tekrarladım. Czerny 10 numaranın sol eli, bana göre iyice pişti. Kendime bir de tanık buldum, Doğan Güney. Onun kulağına güvendiğimden söyledikleri önemsiyorum. Doğan Güney elini topaç yapıp iyi işareti verince tam olmasa bile bir rahatlama duyuyorum. Gene öyle oldu:
-Daha ne olacak be yahu! deyişi benim için, tam değilse bile tama yakın bir güven.
*
Yemekte de sabahkilere benzer konuşmalar oldu. Bu arada Mehmet Yelaldı da payına düşeni aldı:
-Kim oluyor da, gönüllü çalışacağımız üstüne söz veriyor? Mehmet Yelaldı’yı bir çok bakımlardan beğenirim, doğrudan değilse bile dolaylı olarak savundum:
-Keman çalışmaları için odalar bölünecek. Kemanların salondan gitmesi benim işime yaradığı için ben gönüllü olarak çalışırım. Çalışmamı kim engelleyebilir? Bunu yaparsan hayırlı bir iş yaptığımın bilincindeyim, tersini kim savunabilir? Kimse karşılık vermedi. Nihat Şengül:
-Yormayın kendinizi, ne o bölmeler yapılır ne de bize kimse "Çalışın!" der. Biz bir yıl daha buralarda fazla bir değişiklik olmadan yuvarlanırız! deyip güldü. O gülünç yüzlerde bir yumuşama oldu. Kamyonun Cuma akşamları bizi Ankara’ya götürmesinden söz edildi. Temsili hazırladığımızda bizim de Ankara Halkevi’nde gösteri yapıp yapamayacağımızdan dem vuruldu. Varsayımlarda ortak yanlarımızın çokluğundan kolayca anlaşıyoruz. Konuşa konuşa önce kendi salonumuza gittik, kısa bir çalışmadan sonra Toplantı salonuna döndük. Herkes kendi havasında.
Okul Müdürü duyuru saatinde geldi. Nedense yanında tam takım, Enstitü yönetim kadrosu da vardı. Sanatbaşı Mustafa Güneri, Eğitimbaşı Şeref Tarlan, Müd.Yardımcıı Tahir Erdem, Tarımbaşı İzzet Palamar, bizim Bölüm Başkanımız, aynı zamanda Enstitü bölümünün de Müzik Başı, o, ve de bizim Eğitimbaşımız Hürrem Arman, geldiler. Ne ilginç, Yükek Bölüm öğrencileriyle yapılan toplantıda ilgisi olmayanlar var. Bizim Eğitimbaşı onların yanında neredeyse süklüm püklüm. Müdür Rauf İnan ortalığa sordu:
-Hepimiz burada mıyız? Hürrem Arkan kafasını kaldırıp Hüseyin Atmaca'yı aradı. Nasılsa Hüseyin Atmaca gelmemiş. Hürrem Arman bu kez onu sordu. Neyse ki tam bu sıra Hüseyin Atmaca geldi, üç kişinin hasta olduğu için gelemediğini söyledi. Böylece yoklama yapılmış oldu.
Okul Müdürü Rauf İnan, üç kolun bir arada oluşunun sakıncalarını saydı döktü. Özellikle Sağlık Koluna Türkiye’nin en uzak yörelerin öğrenci geldiğini, onların kendine has sorunları olduğunu, görevli doktorların çok özverili olmalarına karşın eğitim açısından farklı düşündükleri, özellikle de tıbbın pratik yanını kolay kolay kabul etmediklerinden bazı sıkıntılar yaşandığını anlattı. Bir de örnek verdi:
-Bizim eğitimcilerde de böylelerinin olduğunu, Pedagoji demagojisi altında Köy Enstitüsü atılımlarını engellemeye kalkıştıklarını, ancak yapılan büyük hamleler karşısında susmaya mahkûm olduklarını, doktorların da bir süre sonra uygulanması olanaksız kuru bilgilerin yerine, bizim pratik çözüm yöntemlerimize yanaşacaklarını, böylece köye yetecek bilgilerle donanmış sağlık görevlilerinin yurt köşelerine dağılacağını anlattı.
Okul Müdürü, yakın zamanda Genel Müdürümüzle görüştüğünü, onun isteklerini Hürrem Arman’ın az sonra söyleyeceğini belirtti. Kendisi, Hasanoğlan Köy Enstitüsünde bir çok noksanların olduğunu, bunları bir plân dahilinde peyderpey gidereceğini, bunların en önemlisinin iyi yetişmiş öğretmensizlikten kaynaklandığını, bunun da yakında aramızdan ayrılacak olan, bizden, özden yetişmiş elemanlarca doldurulacağını muştuladı. Belli belirsiz sayı da verdi: Beş on arkadaşın katılması, takibeden yıl da bir o kadar aramıza katılınca göreceksiniz burası tanınmayacak bir kurum olacak! deyip sözü Hürrem Arman’a bıraktı. Hürrem Arman da Genel Müdürle son konuşmasında Genel Müdürün kendisinden tamamlanması beklenen Eğitim Ansiklopedisi çalışmalarını sorduğunu kendisinin de yakında bir döküm yapacaklarını söylediğini, anlattı. Arkasından da Hüseyin Atmaca’ya işaret edip bir dosya gösterdi. Arkadaşımız yapılanları dosyalıyor, henüz vermemiş olanlar da verirlerse fasikül tamamlanacak! dedi. Mustafa Güneri, Enstitü öğrencilerini de katsak bir yararı olur mu? diye sordu. İzzet Palamar, tarım konusunda herkese açık olduklarını söyledi. Eğitimbaşı Şeref Tarlan, çıkacak kitabın kapasitesini sordu. Md. Yardımcısı Tahir Erdem, maliyetini karşılayıp karşılamayacağından söz etti.
Sonunda Müdür Rauf İnan:
-Görüyorsunuz işte, bu tür işler, tek elle olmuyor. Üstelik bizim işlerin bir de Maliye Bakanlığı süzgeci var, bizim bütçemize konan parayı bile onlar kısabiliyor! deyip önüne açtığı kağıtları topladı. Kısa zamanda bu konuştuklarımızın meyvesini göreceğiz, deyip kalktı.
Yöneticiler çıkınca konuşmalar başladı:
-Meyvesini göreceğiz arkadaşlar!
-Meyve görmek bir iş mi, yiyeceğiz desen ya şuna!
-Sen yemeyeceksin ki desin, o yiyecek!
-Yiyeceğini mi söylesin?
-Ayıp ayıp, beş on kişi kalacak, bunun biri olmaya çalış, o zaman meyve de yersin!
-Sen kal da ye onu!
-Sen ye onu!
-Ne yiyorsunuz böyle arkadaşlar?
-Hepimiz ayvayı yiyoruz!
Hüseyin Atmaca dosyayı göstererek:
-Adı bu dosyada yazılı olanlar, üslendikleri görevleri lütfen cuma gününe dek versinler! Rüstem Gündüz sordu:
-Bak, bak, bak! O dosya boş muydu? Hüseyin Atmaca sinirlendi:
-Menfilik yapmayalım arkadaşlar, çoğunluk vermiş. Alın bakın. Eksikler için söyledim...
Hüseyin Atmaca gidince, sözler ona döndü:
-Rauf İnan’ın gözüne girecek!
-Girsin, vallahi layıktır....
Faik Öğretmeni anımsayıp koşar adımla piyanoya döndüm. Çalışırken Okul müdürünün sözleri aklımdan geçti:
On kadar arkadaş bu yıl, on kadar da gelecek yıl burada kalırsa ben kesinlikle kalırım. Okul Müdüründen bana ne? Bölüm Başkanımla anlaşır, kendi işimi doğru dürüst sürdürürsem neden kalmayayım? Dedim ama Rauf İnan’ın da inadını biliyorum. Milli oyunlar için davulsuz olmaz dedi tutturdu. Uzun süre bunda direndi. Hasan Çakı Efe akordeonu yeterli bulunca sustu ama, bir gün gene eski fikrine dönebilir. Geziye gittiğimizde çok çalıştığını duyduğumuz Pazarören Köy Enstitüsü müdürü Şevket Gedikoğlu, yazın oradan gelen ekibi görmek için gelmişti. Sabah oyunlarında bir sabah yanımıza geldi, çok memnun oldu. Efe Hasan Çakı’yı Kızılçullu’dan tanıyormuş.(Şevket Gedikoğlu, müdür olmadan önce orada öğretmenmiş.) Senli benli konuştuktan sonra beni, okulu bitirince Pazarören’e beklediğini söyledi. Buraya kadar tamam. Arkasından da çok iyi iki davulcusunun olduğunu ekledi. Hasan Çakı Efe güldü. Bunun üzerine Şevket Gedikoğlu ile davul istemediğimin nedenleri üstüne tartıştık. Gene de onun gönlünü almak için, eğer onun okuluna gelirsem (Kura çekilip oraya düşersem) onun davulcularını değil, orkestrada çalınan davullardan aldırıp, onu çalacak bir öğrenci yetiştirerek beraber olabileceğimi söyleyince Şevket Gedikoğlu bana:
-Onun ne anlamı kalır? Benim amacım ata yadigârı davulun kulağımda gümlemesi! demişti. Bunu unutmadığım için, böyle bir tepki, Rauf İnan’dan da her zaman beklenebilir. Bakarsın bir gün çifte bir davul zurna oyun meydanına gelir dayanır. Kafamın içinde davul-zurna, parmaklarımın ucunda tuşlar, kulağımda Czerny etütler.
Doğan Güney geldi, ellerime baktı. Benim ellerimin piyano için yaratıldığını söyledi. Ben de ona Kepirtepe’de o ellerin planya, balta, keser, kazma kürek kullandığımı, o küçük sınıflarda olduğundan (Ben 6. sınıfken Doğan 4. sınıftaydı, iki yıl sanat çalışmalarına katılmamıştı) bilmeyebilirdi; bir süre bunları anlattım. Özellikle de 1941 yazında Hasanoğlan’daki beş büyük binanın çatı kesimlerini makine başında benim kestiğimi anımsattım. Köydeki çalışmalarım ayrı bir konu. Öyleyken ellerimi korumuşum. Belki de akordeonu çok sevdiklerinden öyle canlı kalmışlardır.
*
Akşam yemeğinde, toplantı konuşuldu. Son sınıflardan kimler burada kalabilir? Ben Hüseyin Atmaca dışında başka bir aday gösteremedim. Kızılçullu çıkışlılar oldukça kinci olduklarından bizim bölümdeki Abdullah Ön, Fahri Yücel, Orhan Doğan’ı aday gösterdiler. Oysa ben, Fahri Yücel’i sildim. Onun geçen yaz başından geçenleri anımsattım. O olayın içinde olan Rauf İnan, Fahri’yi seçmez. Sıra bizim sınıfa geldi. Beni başta saydılar. Onlar öyle deyince nedense kendimi daha umutsuz saydım. Neyse ki Faik Öğretmenin geldiği duyuruldu, kalkıp salona indim.
Faik Öğretmen bu defa gelir gelmez salondaki piyanoya oturdu. Öğretmeni görünce gelen arkadaşlar geri döndü ya da bir kenara çekilip başka işle ilgilendiler. Çok rahat bir sınav verdim. Czerny 10 numarayı beğenen öğretmen:
-Bir kez daha deyip Czerny 5 ile 6’yı çaldırdı. Haydi sırayı bozmayalım! deyip 8’le 9’u birlikte verdi. Haftaya da dinlemeyeceğini söyledi. Öğretmen, 8 numarayı çaldığımı unuttu mu, yoksa olmamıştı da tekrarlatmak mı istedi? Sormadım. Belki de 5 numaradan 10 numaraya dek hepsini çalmamı söyledi.
Öğretmen kalkınca öteki arkadaşlarla da konuştu, onların kulübüne dönerken kemancıların ayrı ayrı çalışamamalarının acınasılığından söz etti:
-Müzik parçası bütünüyle belleğe girerse kalıcı olur. Kulak parazit sesleri ayırıp isteneni beyne gönderemez. Senin şansın, ayrı bir piyano odası olması, ne belliyorsan orada oluyor.
Öğretmenden ayrılınca büyük salon gittim. Kümeleşmiş gruplar, ara ara birbirlerine söz atarak bir şeyler konuşuyor. Halil Dere, işaret edince onlara katıldım. Onlar, doğrudan Müdür Rauf İnan’ın karşısında. Açık açık, Yüksek Köy Enstitüsü müdürlüğü yapmıyor, yapmadığı gibi yapılmasını da istemiyor. Dikkat ettim, benim de aklımın takıldığı noktayı eleştirdiler:
-Sağlık koluna derse giren doktorlar için söyledikleri. Doktorların pratiği yokmuş, köylüye yaklaşamıyormuş. Sağlıklı köylüye yaklaşması ne ola ki? Hastalıkların köylüsü kentlisi mi var? Doktorların köylere gidip hasta araması mı isteniyor? Buna benzer bir dizi soru öne sürüldü. Dikkat ettim, arkadaşların bazıları bu konuda oldukça inandırıcı sözler söylüyorlar. Konuşmalar giderek toplantıdaki konuşmalara kaydı. Okulu bitirenlerden burada kimler kalacak? Benim beklentime hiç uymayan adlar sayıldı. Onlar Müdür Rauf İnan’ın güven duyduğu arkadaşlarmış. İçlerinde bizim bölümden yalnız Hüseyin Çakar var. Hüseyin Çakar’ın çalışkanlığından söz edecek oldum, beni durdurdular:
-Sen işin çok ciddi tarafındasın; Hüseyin Çakar, sizin Bölüm Başkanı ile anlaşamadığı için burada kalacak, bölüm Başkanınızın karşısına çıkarılacak. Hüseyin Atmaca? Hüseyin Atmaca da sevildiğinden değil iyice karşılarına geçmesin diye geçici olarak tutulur gibi yakınlık gösteriliyor. Durumu biraz anlar gibi oldum. Müdür Rauf İnan, Ahmet Emin Yalman olayında kendine tam pay ayırmıştı. Ahmet Emin’i hem Çifteler’e hem de Hasanoğlan’a çağırıp kendisinden söz ettirmişti. Yusuf Asıl olayında da hırsız Durmuş Ali’yi kayırdıktan sonra yakayı ele vereceğini anlayınca Yusuf’la ilişki kurup yakınındaymışçasına tavırlar takınmıştı. Nerde şimdi o tavırlar? Yusuf Asıl nasıl yaşıyor? Nereden o eski ilgi? Yusuf Asıl unutuldu ama Durmuş Ali Uğur el üstünde tutuluyor Köy Enstitüleri Dergisi’nin ilk sayısında bilimsel incelemesi yayınlandı. Gülenler oldu. Hızını alamayanlar da o yazıyı, Durmuş Ali adına başkaları yazmış olabilir. Eğer tepki gösterilmeseydi, öteki sayılarda da yazısı çıkacak, Durmuş Ali gelip yarım kalan öğrenimini tamamlayacaktı. Biraz şaşırmış olmakla birlikte konuşmaları dinledim. Komünistlikle mahkemelere düşenlerin saklanmasını da Müdür Rauf İnan’a yüklediklerini duyunca, bu komünistlik olayını sordum. İşin içinde Sabahattin Ali’nin de olduğunu duymuştum. Onu da anlattılar:
Sabahattin Ali’nin arkadaşlarından birisi (Nihal Atsız) ile arası bozulunca arkadaşı Sabahattin Ali için komünist! demiş. İki arkadaşın dalaşması mahkemelere dek gitmiş. Sabahattin Ali’ye kızan arkadaşı işi iyice sokağa döktüğü gibi, Sabahattin Ali’yi görevinden de etmeye kalmış. Sabahattin Ali, konservatuvarda, bir yanıyla öğretmen. Öyleyse Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, Sabahattin Ali’yi görevinden atmalı! deyip orada burada yazılar yazmış, yazdırmış. Bir öğretmenin görevden uzaklaştırılması için yazılan yazıların yeterli olmadığını, hatta haksız yere yazıldığını düşünen Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel de bu kavga içine sokulmuş. Olay burada durmamış, Kızılçullu Kurucu Müdürü Emin Soysal, kendisini görevden aldığını bildiği bizim Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç için ileri geri konuşurken giderek Hasan Ali Yücel’i de dil dolamış. İki koldan olumuz yayın yapan karşıcılar başka savlar da bularak ya da uydurarak geniş çaplı bir yaylım ateşi başlatmışlar. İşte bu yaylım ateşi içinde Çifteler Köy Enstitüsü’ndeki komünistlik olayı da yerine oturtulmuş. Bir tarafta iftira ya da çok kişisel çıkarlar, öbür tarafta kimseye karşı bir kin ya da iftira yok ama ne olursa olsun bir gizlilik, bir çekingenlik tavrı içinde oldukları sezilenler gizlenemeyecek ölçüde ortaya çıkmış durumdaymış. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye güvenen Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’le, ona (Yalnız ona değil, aynı zamanda bacanağı olan Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreteri Nafi Atıf Kansu’ya) dayanan İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç da karşıcıların hedefi durumdaymış. İstanbul Üniversitesi ile Ankara’daki yüksek okul öğrencilerinde de bu tür gruplaşmalar varmış. İşte bizden bir grup Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde birileriyle sık sık görüşüyormuş.
Oldukça şaşkın olmama karşın bunları duyduğuma bir bakıma sevindim. Çevremde neler dönüyor!
Yatınca düşünmeye çalıştım. Okullar, Müdürler! Birileri istemeden ordan oraya sürülüyor. Fikret Madaralı Öğretmen Kepirtepe’den ayrılırken ayaküstü konuşmuştuk. Nedense ona sormuştum; siz uzaklara gönderiliyorsunuz, oysa İlhan Görkey Öğretmen geldiği yere, Kırklareli’ye döndü, siz Lüleburgaz’da kalamaz mıydınız? Madaralı Öğretmen gülmüş:
-Kalırdım, kalırdım ama benim de Milli Eğitim Bakanlığında sözü geçen bir arkadaşım olsaydı, bu olurdu. “Onun arkasında da şimdilik güçlü bir arkadaşı var! demişti. Sonradan öğrendim ki İlhan Görkey’in arkadaşı Ferit Oğuz Bayır’mış. Ferit Oğuz Bayır, her taşın altından çıkıyor! Bu sözü hep duyarım, ne demekse? Babam bunu pek hayıra yormazdı......