Köy Enstitüleri Kendi Müfredat Programlarını Tartışıyor
2 Aralık 1945 Pazar
-Nerden çıktı bu Pazar toplantıları, bir pazarımız vardı, ona da göz diktiler.
-Eskiden pazar günleri dersler vardı!
-Ama o zaman da cuma günleri dinleniliyordu.
-Ne dinlenmesi, cuma günleri de namazlar vardı.
Bu tür konuşmaları sevmememe karşın ben de karıştım:
-Cuma günleri seyre çıkmak da vardı, şarkılarda söyleniyor: Çifte yaşmakla bu cuma seyre çık!
-Hadi şarkısını da söyle! diyenler oldu. Söyler-söyleyemez konuşmaları arasında niçin söylemeyeceğimi ekledim:
-Bugün cuma değil ki, şarkısını söyleyeyim.
Başkan Hasan Yılmaz oradaymış açıklama yaptı:
-Bu toplantı için daha önce karar alınmış, Dergide çıkan İş Eğitimi Sözlüğü bölümleri topluca gözden geçirilecek. Tüm yeni yazılan kitaplar son kez bir uzman tarafından inceleniyormuş. Bunu, biz kendimiz yapacağız. Dergide çıkan sözler okunacak, beğenilenler geçilip üstünde durulması gerekenler işaretlenecek.
Sabri Taşkın:
-Onu Dergiciler neden yapmıyor? Mehmet Toydemir:
-Dergiciler kendi yazılarını bile düzeltemiyor! Gülenler oldu. Bekir Semerci açıklama yaptı:
-Bu, Genel Müdürümüzün fikri, özellikle öğretmenleri ilgilendiren maddelerde tüm arkadaşların o konulara eğilmesini bekliyor. Genel Müdür sözü edilince takılmalar durdu. Ancak fısıltılardan anlaşılacağı üzere gerçek eleştiriler durmamıştı.
Kahvaltıda bizim masada konu bir bakıma sürdü:
- 4. Dergi çıktı, bunları taramak gerekir. Dört dergi çıktı ama ilk iki dergide İş Eğitimi Sözlüğü sözleri çıkmadı, son sayıda çıktı, ikisini taramak yeterli. Dergilere bakmadan havadan inatlaşmalar sürdü. Salona dönünce inadım tuttu soba ile ilgilenmedim, küçük odaya geçip titreme bahasına piyanoya oturdum. Çalıştıkça ısındığımı fark ettim. Bir ara kalkmayı hesaplarken arkadaşlar çıktı geldi. Sanırım Halil Dere’nin fikri, Faik Demir, Muzaffer Kayhan, Hasan Özden, Şükrü Koç, Niyazi Başkaya, Kemal Karadeniz. Şimdiye dek Şükrü Koç ile Hasan Özden gelmemişti. Ötekiler tek tek geliyordu ama böyle toplu oluşun bir nedeni olmalıydı. Ezberimdeki parçalardan Beethoven, Für Elise, Menuet, Mozart Türk Marşı, Schubert Moment Müzikal’den başka seveceklerini umduğum İzmir’in Kavakları adlı Efe şarkısını çaldım. Çok hoşnut olarak ayrıldılar. Ayrılırken Hasan Özden çıtlattı:
-Hep bir arada oturalım! Onlar gidince bir süre düşündüm, Derginin son sayısı yanımdaydı, kalkıp karıştırdım. İş Eğitimi Sözlüğü başlığına aklım takıldı; iş eğitimi ne demek? İş, genel bir söz, insanların bir kazanç için harcadığı emek, güç anlamı taşımaktadır. Bunun eğitimi söz konusu olamaz. Bireyin yapmaya kalktığı işe yatkın olması için o işe hazır olmasıdır söz konusu olay. Ağaç kesmek bir iştir, birey burada ağaç kesme işini değil ağacı ustaca kesmeyi öğrenmek zorundadır. Acemi kesiciler ormana girip ağaçları devirirler ama, ağacın işe yarar taraflarını da berbat ederler. Babam ara sıra ağabeylerimi bu konuda eleştirirdi:
-Mahmut (ağabeyim) ormanı kesse baltasına bir sap çıkaramaz! Ya da Ali kavağı kesse keseri gene sapsız kalır! türü şakalı takılmalar yapar. Bu sözlerde hep bir iş görülüyor ama yapılanlar, yarardan çok zarar veriyor. Öyleyse yapılacak öğrenim işten çok işe sarılma, iş yapacak beceriyi kazanma olmalıdır. Eğitim zaten insanın bedeni ile ilgili bir değişim olayı içermektedir. Söz gelimi beden eğitimi olayı bunu doğrulamaktadır. Beden eğitimi, insana bedenini daha düzgün kullanmayı öğretir ya da alıştırır. Futbol ya da voleybol oynayanlar, topa vurunca bir hedefe nişan alırlar. O nişan alış, bir iş değil ustalıktır, bir eğitim ister. Avcılar da öyle, rastgele atış bir iştir, ancak av vurmak bir beceri ister, o beceri de eğitimle kazanılır. Bunları düşünerek, hazırlanacak sözlüğün başlığına takıldım.
İkinci takıntım da M. Montessori oldu. M. Montessori, genel sunumdaki listede yok, sonradan eklenmiş, neden? Üstelik M. Montessori doğru anlatılmamış. Ayrıca, M. Montessori çalışmaları ile Köy Enstitüleri’nin bir ilgisi yok gibidir. Eğer bir eğitimci olarak anılacaksa o zaman onun gibi Çocuk Eğitimine emek veren sayısız değerli eğitimci sözlüğe alınmalıydı. Örneğin, Fredrich Fröbel’den söz etmeden M. Montessori’yi anlatmak büyük bir çelişkidir. Ön hazırlık listesine baktım, M. Montessori dengi saydığım bir çok eğitimci alınmamış. Üstelik, M. Montessori alınmış ama yaptıkları gerçeğine uygun anlatılmadığı gibi, övülen yanları kadar yerilen yanlarından söz ediliyor. Böylesi yararsız bir model ortaya getirenin öncelikle ele alınması neden? Ayrıca, M. Montessori’nin konusu okul öncesi küçük çocuklardır. Bunların da özellikle fabrikalarda çalışan işçi aileleri çocuklarıdır. Oysa Köy Enstitüleri, köylerde yetişmiş, ayrıca sınavlarla seçilmiş sağlıklı gençler denecek yaştakilerdir. Onlar, öğretmen olduklarında da kendileri gibi belli bir aile yuvasında büyümüş öğrencilerle karşılaşacaklardır. Bu nedenle M. Montessori ile onun Casa dei Bambini’leri Köy Enstitüleri için ivedi bir konu sayılmamalıdır.
Fredrich Fröbel Maria Montessori
Eğer M. Montessori, gerçekten tanıtılmak isteniyorsa onu, çocuklardaki zekâ testleri konusu işlenirken benzerleri ile birlikte anılırsa daha anlamlı olur. Çünkü M. Montessori, beden gelişmesinden çok, zekâ gelişmesi üzerinde durmuştur.
Takıldığım bir başka olay da Ali Dündar’ın geçmiş dergideki bir yazısını bahane ederek Çifteler Köy Enstitüsü müdürü Osman Ülkümen’in kendi fikrini araya sıkıştırması oldu. Ali Dündar bir öğrenci, yazı yazmaktan çok yazabileceklerinin denemesini yapıyor. Belki de o yazıyı okuduğu Kayseri/Pazarören’de yazmıştı. Burada olanak bulunca dergiye verdi. Gökteki yıldızlardan birini seçer gibi bir kimseyi seçmiş, anlatmış. Seçilen kişi gerçekten anlatmaya değer olabilir. Tüm roman ya da hikâye kahramanları gibi okuyucuda bir etki bırakabilir. Bir yazar ya da yazı denemesine kalkışanların yapabileceği, olağan sayılan olaylardır. Bu açıdan bakınca ben Ali Dündar’ın eleştirecek yanlarını deşelemek istemiyorum. Örneğin, küçük bir evde kıt kanat geçinen insanların, oturduğu yerle tek tarlası arasında 2 saatlik uzaklığın ölçüsüz olduğunu düşünüyorum. Çünkü benim tanıdığım benim köyümün çevresini, ilçem Lüleburgaz’ın tüm köylerini biliyorum. Bu köyler hemen hemen hepsi bir saat uzaklıkta kurulmuştur. Bir saat için geçerli ölçü Piyade yürüyüşü denen genel ölçek 5 km. Benim köyümü çevreleyen 5 köy vardır, Hamitabat, Kumrular, Erikleryurdu, Kavaklı, Deveçatak. Hamitabat 4 km. Onu geçip 5 km. daha yürüyünce Ayvalı köyüne girilir. Bu duruma göre Ali Dündar’ın kahramanı tarlasına gitmek için her seferinde bir köy aşıyor olmalı. Ne var ki, Trakya’da görülen bu düzgünlüğün Anadolu’nun her yanında olduğu söylenemez, bunu biliyorum. Ayrıca, Anadolu insanı, hâlâ kağnı dönemini yaşamaktadır. O kahraman dört saatlik yere her gün nasıl gidip geliyor? Bu da benim ilgimi çekti. Gene de yazar Ali Dündar’ı sorgulamak niyetinde değilim. Olsaydım, yazı 3. Dergide çıkınca okudum, o zaman konu ederdim. Benim dikkatimi çeken bu yazıyı konu edip, bir bakıma tamamına yakınını alıp, bir noktadan girerek kendi fikrini sergilemek isteyen Osman Ülkümen’dir. Osman Ülkümen bir Köy Enstitüsü’nde müdürdür. Belli ki eli kalem tutuyor. Köy Enstitüleri’nde yönetici olduğuna göre onların sorumluluk sınırlarını da iyi bilmesi beklenilir. Tüm yurtta ilgi uyandıran bir yasa çıkmış, tartışmaları neredeyse bir yıldır yurt çapında sürmektedir. Yasayı beğenenler, açık açık övmüşler. Örneğin Yaşar Nabi Nayır, (Varlık Dergisi, 15 Şubat 1945- sayı 238) (Toprak Kanunu) Bir Temel Atılırken başlıklı yazısında bu yasaya büyük umutlarla sarıldığını yazmıştır. İşte bir örnek:
BİR TEMEL ATILIRKEN
Yaşar Nabi Nayır
Cumhuriyet devrinin en güzel eserlerinden biri diye tarihe geçeceğine şüphe etmediğimiz bir tasavvur gerçekleşmek üzeredir. En ileri bir zihniyetin mahsulü olarak hazırlanan Toprak Kanunun Büyük Millet Meclisi tezgâhında dokunuyor.
Bu Toprak Kanunu, Türk köylüsünün hayat hakkın ve hakiki hürriyetine kavuşması demek olacaktır. Çünkü bugün hep bildiğimiz bir hakikat var ki o da köylümüz içinde büyük bir kalabalığın topraksız bulunduğudur. Bu hakikat, bilhassa memleket içinde doğuya ve güneye doğru yol aldığımız ölçüde gözlerimizde bütün çıplaklığı ve acılığı ile kendini hissettirir.
Adam oğlunun beşiği, mezarı, barındırıcısı ve doyurucusu olan toprak ana üzerin de fert mülkiyet ve keyfine dar sınırlar çizen ve toprağı onu sevip işleyecek, onunla yoğrulacak olanlara veren bu kanun tasarısı, İnkılâpçılık, Devletçilik ve Halkçılık prensiplerimizin ruhuna uygun ve Köylü bu memleketin efendisidir demiş olan Atatürk’ün ruhunu şad edecek bir inkılâp, yeni bir çağ dönümü olacaktır.
Kim bilir hangi derebeylik imtiyazlarının bir neticesi olarak sahibi olduğu alabildiğine geniş toprakların büyük bir kısmı kanunla elinden alınacak hiçbir vatandaş, bir millî mesuliyet duygusu v vicdan taşıyorsa kendini gadre uğramış sayamaz. Bahusus ki o toprakların bedeli de kendisine makul bir esas üzerinden ödenecektir.
Bir yan dan köylüyü okutmak ve bilgiye sahip kılmak için memleket dar bütçesinden en ağır fedakârlıklara katlanırken bir yandan da onu, işlediği topraklar üzerinde yerleşik, hür ve efendi yapmak için girişilen bu yeni inkılâp hareketi, bu vatanın manzarasını kısa zamanda değiştirecek, refah ve medeniyeti en kestirme yoldan getirecek bir ana eserdir. Dünya, en korkunç ve kanlı bir boğuşma ve yıkışma içinde yanıp kavrulurken Türk yurdunda başarılan bu yapıcı ve kurucu eser önünde saygı ile, sevgi ile eğilelim!
Söz konusu olay bu denli önemliyken, kenarda köşede kem küm etmenin ne anlamı olur!
Başka örnekler de verebilirim. Oysa Osman Ülkümen, bir öğrencinin yazısına sarılarak neredeyse gizleniyor dedirtecek ölçüde sinerek köylülerin çilelerinden dem vuruyor. Kendisi de biliyor, Türkiye’de 40. 000 köyden söz ediliyor. Az önce değindiğim Trakya köyleri bir yana, söz konusu derginin bir önceki sayısında, öğrencisi Süleyman Karagöz de köylerden söz etti. Oradaki köylerde muhtarlar lise bitirmiş aydın insanlar, Süleyman Karagöz’ün diliyle okulların, öğretmenlerin birçok sorununu çözmüş durumda. Madalyonun bir tarafı böyleyken tek bir hikâyeye sarılarak ah, vah etmenin anlamı nedir? Ne olacak? Ya kişisel saplantı, ya da belli bir amaca yönelik saptırma! Bunu ben demesem bile birileri (bizim karşımızdakiler) kesinlikle diyor. Böylece Köy Enstitüleri gün günden değer kaybediyor. Süleyman Karagözün anlattığı Edremit köyleri, Lüleburgaz ya da tüm Trakya’daki köy okulları böyle de Ege Bölgesi’nin köyleri Ali Dündar’ın köyü gibi mi? Çıkardığımız dergiyi oradaki insanlar da okuyor. Osman Ülkümen hiç değilse Ali Dündar’ın yapmadığı belki de yapmayı düşünemediği bir noktaya değinip birkaç söz söyleyebilirdi. Bir de ilginç, ek başlık konmuş, “Açıklayıcı ve çözümleyici!” sözleri eklenmiş; neyi çözümlediğini sanırım kendisi de düşünmemiştir. Hikâye kahramanının sözü de çok önemsenmiş, yazarın dediği tekrarlanıyor. İşlenen bir cinayet için teselli edici görülüyor herhalde:
-Başka çare kalmamıştı ki!
Başka çare dediği de cinayet!
Çareler tükenmez, önemli olan onları düşünmek, sabırla arayıp bulmaktır! öğütleri içinde şarkılar söylenen Köy Enstitüleri dergisine en son girmesi gereken bir anlayış!
Toplantıda, gerçekten Dergi yazıları ya da bu tür konular tartışılacaksa bunları söylemeyi tasarladım.
Yemekte arkadaşlara da az da olsa bu yöndeki fikrimi açıklayacaktım. Oysa arkadaşlar, söz birliği edip toplantıya gitmeme önerisi getirdiler. Yemek boyunca da bu konuşuldu. “İki arada bir derede!” deyimi durumuna düşerim, daha önce gelen arkadaşlar gitmeyi, üstelik gitme yanında söz alarak etkilemeyi isterken, onlardan ayrılıp yan çizmeye kalkışmam bana ters geldi. “Bir aydır, yöneticilerin gözü önünde durduğumdan yokluğumu kolay saptarlar!” deyip arkadaşlardan özür diledim. Görevli olduğum bir ayda, onlar benim sahiden yöneticilerle sık sık karşılaştığımı sandıklarından, beni haklı buldular. Onların da verdikleri karara uymayacaklarını bile bile inanmış görünerek, kararlarını alkışlar göründüm. Yemekten sonra bir süre Kitaplıkta toplandık. Herkesin elinde bir dergi, herkes kendine göre bir kusur bulmuş onu ortaya dökmek hevesinde. Sabri Taşkın ise derginin arkasına eklenmiş Haftalık Konuşmalar listesine takılmış, soruyor:
-Burada söylenenlere listelerdeki kitaplar uyuyor mu?
Öğretim yılı başından beri Yüksek Köy Enstitüsü’nde “Hafta Konuşmaları” adı altında bir konuşma serisi açılmıştır. Haftada bir kere olmak üzere, ayda dört kere konuşma yapılmaktadır. Hafta içinde konuşmaların gün ve saatini Yüksek Köy Enstitüsü öğrencileri arasından seçilmiş Dergi Kolu ayarlar.
Sabri soruyor:
-Hafta arası hangi konuşmalardan söz ediliyor?
-Sen farkında değilsin, senin bu konuşmanı da onlar ayarlıyor! Onlar olmasa şimdi bunları konuşacak mı idin?
Konuşmaları seçerken arkadaşların istek ve düşüncelerini göz önünde tutar.
Hafta konuşmaları iki yönden gelişmektedir.
1. Kitap tanıtmaları,
2. Bilimsel bir konunun işlenmesi.
Kitap özetleri yapılırken şunlar göz önünde tutulmaktadır.
a) Özetlenecek kitabın aktüalite ile yakından ilgili olması,
b) Bizim, köy ve enstitü hayatımızla yakından ilgili olması,
c) Yüksek Köy Enstitüsü’nde yapılan derslere yardımcı olması,
d) Bilimsel bir değeri olması,
e) Her arkadaşın bütçe ve zaman darlığından ötürü alıp okuyamayacağı kadar pahalı veya geniş olmaması,
Bilimsel bir konu ele alınırken ise:
a) Konuşulacak konunun derslerle yakın ilgisi olması,
b) Enstitü ve köy hayatıyla ilgili olması,
c) Aktüalite ile ilgisi olması,
d) Yakın hayatımızla ilgisi olması, göz önüne alınır.
Konuşulan konu Konuşanın adı
------------------- …………………. .
Demokrasi ve Sosyalizm Şükrü Koç Kitap Tanıtma
Yeni Dünya Bekir Semerci Kitap Tanıtma
Freudizm İsa Öztürk Konferans
Felsefe Nedir Yunus Kâzım Köni Konferans
Milliyetçilik, Lâiklik İnkılâpçılık Prof. Enver Ziya Karal Konferans
İnsanlığın Kurtuluşu Haşim Kanar Kitap Tanıtma
Tiyatronun önemi ve İrlanda Tiyatrosu Saffet Korkut. Konferans
Sabri soruyor:
-Bunların hangisi söylendiği gibi gerçekleşti? Prof. Enver Ziya Karal geldi, ne konuştu? Burada konu nedir? Yunus Kâzım öğretmen kime konferans verdi? İsa Öztürk’ün anlattığı Freudizmle köyün, Köy Enstitülerinin nasıl bir ilgisi var? Yüksek Okul öğrencisi olarak derslerde bile okumadığımız Psikanalizin konferans konusu edilmesinin ne anlamı olur? Bunlar okunamaz demiyorum, Dergi Kolu, dediğini yapabiliyor mu, sorun bu!
Sabri Taşkın yatıştırıldı:
-Böyle çıkışma olursa, sorun çözülmez, Genel Müdür karşımıza çıkar. Amacımız, çatışma değil, düşüncelerimizi benimsetme. Önce basit yanlışları, onların da benimseyeceği eksiklikleri öne sürelim. Şükrü Koç, kendini örnek verdi:
-O kitabı ben teklif ettim. Kitap dünya çapında etkili olmuş bir kitap. Koskoca İngiltere imparatorluğu içinde, yüz yıllardır iktidarda olan Muhafazakârları, Liberalleri halkın gözünden düşürerek İşçi Partisini iktidar yaptırmıştır. Bizim halkımız da böyle bir değişim için kıpırdanmaya başlamıştır.
Şükrü Koç daha sonra eski Başbakanlardan Celâl Bayar’dan söz etti. Atatürk’ün son başbakanı oluşu nedeniyle halkça çok sevildiğini, gazetelerin de ona saygı duyduğunu anlattı. Toprak Yasasına karşı çıkanların onun çevresinde toplandıklarını, yeni parti kuracaklarını anlattı. Şükrü Koç’un anlattıklarını sanırım en son ben duymuşum, herkes başıyla, gözüyle sözleri onaylar durumdaydı. Gene de sevindim, ben de çıngar çıkararak değil, doğruyu doğru olarak yerinde tutmak, iş beceremeyenleri ise yerinden etmek ilkesine bağlı kalarak direnmek taraftarıyım. Birilerin, başka birilerinin gölgesinde horozlanmasına karşıyım. Görevini yapamayan birisine sırtını dayayıp makam doldurmamalı. Bunu ben değil, birkaç ay önce konuştuğumuz eski öğretmenlerimizden İlhan Görkey açık açık söyledi:
- Birileri, Genel Müdürün beğenisini kazanmış, çevresindekileri kesip biçiyor.
Kimdir bu birileri? İşte asıl sorun bu! Fikret Madaralı öğretmenin bir gece burada kalmasına katlanamayanların, seni beni bir süre sonra nasıl karşılayacakları kuşkulu. Bu mu birlik beraberlik? Birlik ve beraberlik sözlerinin en güzelini biz, 1941 yılında buraya göçtüğümüzde Samsun/Lâdik Köy Enstitüsü müdürü Nurettin Biriz’den dinlemiştik. Kepirtepe’den birer battaniye ile buraya geldiğimizde, salt okuldan değil kendi köylerimizden de kopmuş gibiydik. Nurettin Biriz, öylesine etkilemişti ki yaz boyunca onu anmıştık. Bir süre sonra öğrendik ki Nurettin Biriz başarısız sayılarak Köy Enstitülerinden uzaklaştırılmış. Kendi müdürümüz derecesinde ona da üzülmüştük.
Sözlerim, Kızılçullu çıkışlı arkadaşları duygulandırdı. Bir iki uyarıdan sonra Büyük Salona geçtik. “Gitmesek ne olur?” türü konuşma yapanların tamamı gelmişti. Az sonra her zamanki gibi Hürrem Arman, yanında öğrenci Başkanı Hasan Yılmaz’dan başka eski başkan Hüseyin Atmaca ile geldi. Hüseyin Atmaca genellikle sevilen bir arkadaşımız. Ancak Hürrem Arman’la birlikte olunca o denli sevimli olamıyor. Şimdi burada öğretmen, “Gel!” deyince “Gelmem!” demesi beklenemez. İlk bakışta gereksiz gibi görünmesine karşın gene de bulunmasını yararlı görenler var.
Eğitimbaşı Hürrem Arman:
-Müdürümüz kendileri de gelecekti, ani olarak kıramayacağı konukları geldi. Kesin söz verdi, gelecek toplantıda bizimle olacak! Arkasından Hasan Yılmaz’a konuşulacak maddeleri sıralattı. Hasan Yılmaz uzunca bir liste okudu. Listede İş Eğitimi Sözlüğü’ne girecek maddeler vardı. Daha önce duyurulan listede olmayan maddeler varmış, tartışma çıktı. Listenin bulunduğu dergi çıkarılarak maddeler teker teker okundu. Listenin çoğaltılarak dağıtılması istendi. Bu da tartışmaya yol açtı:
-Dergi herkese dağıtıldı, açıp okunması istendi. Hüseyin Atmaca, liste çoğaltılmasına söz verdi, ancak bu listelerin gelecek toplantıya yetişebileceğini öne sürdü. Bu kez, dergiden okunarak çalışmaların sürdürülmesi istendi.
Dergide genellikle, Yüksek Köy Enstitüsü’nü oluşturan sekiz bölümden dengeli sayıda yazılar çıkmadığı öne sürüldü. Bekir Semerci:
-Bu arkadaşlara biz de katılıyoruz; nedense her bölümde sayısal yakınlıkta yazı gelmiyor! dedi
Elimde dergi olduğu için ben önemsediğim iki madde üzerinde durmak istedim:
Dergide çıkan M. Montessori tanıtması yeterli olmamıştır. Bu örnek alınınca benzer maddeler de eksik olacaktır. O nedenle, o maddelerin Yüksek Köy Enstitüsü öğrencilerince hazırlanması gerekir. Değişmesi gereken maddeler:
1. Fenelon, Pazarören Köy Enstitüsü,
2. France, Beşikdüzü,
3. Geometri, Düziçi,
4. Montaigne, Cılavuz,
5. Psikopati, Pulur,
6. J. J. Rousseau, Bunlar hemen saptadıklarım, başkaları da olabilir. Bunlar özel çalışma ister. Oradaki öğretmenlerin durumunu bilmiyoruz. Bunları öğrenciler hazırlarsa, onlar da M. Montessori durumuna girer. Örneğin Montaigne’i iki yıldır inceliyoruz, bizim vereceğimiz bilgileri Cılavuz Köy Enstitüsü verebilir mi? Geometri maddesi Haruniye’den isteniyor. Haruniye’den gelen arkadaşlar söylesin, orada branş öğretmeni matematikçi var mı?
Bunu söyleyince kıpırdanmalar oldu. Kadir Aytekin sordu:
-Dersleri boş mu geçiyor diyorsun? Ben de ona sordum:
-Benim son üç yıl matematik, son dört yıl fizik, beş yıl da kimya okumadığımı sen de bilmiyorsun! Burada kendi kendimize konuşuyoruz, yanlışlarımızı düzelterek doğrulara yaklaşıyor bir ölçüde de ulaşıyoruz ama dergide çıkan yazılar kalıcı olacağından, onları kimse düzeltemeyecek! Bu bilgiler, tüm insanların bilmesi gereken bilgilerdir, bu nedenle herkes yakından ilgilenecektir. Konumuz çocuk, çocuğun yetişmesi üstünedir. Biz, öğretmenler olarak bunların doğrusunu doğru olarak veremezsek öteki yazdıklarımıza da kimse inanmaz!
Hürrem Arman uyardı:
-Karşılıklı konuşmayalım, efendim; bu konuyu bir daha soruşturabiliriz. Belki yazanlar soruşturmuştur, onları da bir dinleyelim. Hasan Özden söz istedi.
-Arkadaş, bir madde üzerinde durdu, benzeri bir maddeye de ben takıldım; hiçbir Enstitüde Montaigne üstünde bizim kadar durulmamıştır; o maddeyi niçin başka bir yerden istemişler, anlayamadım. Atalarımız “İşi erbabına vermeli!” demiştir.
Hürrem Arman Hüseyin Atmaca’ya baktı. Atmaca:
-Bekir Semerci’nin bu konuda bilgisi vardır; soralım! deyince Bekir Semerci:
-Biz, bize gelen yazıları, kendi süzgecimizden geçirip baskıya veriyoruz. Bize öyle söylendi. Gelen yazıların hepsini inceden inceye nasıl inceleyebiliriz?
Hürrem Arman, Bekir Semerci’nin verdiği karşılığı yeterli bulmuş olacak, bana bakarak “Buna ne diyeceksin?” diye sorunca ben:
-Dergi Kolundaki arkadaşlar birer uzman değil, bilmeyebilirler. Ancak bu konuda bilenlerin olduğunu düşünebilirdiler. Örnek verdiğim M. Montessori Çocuk Eğitimi konusunda tüm öğretmenlerin bir ölçüde bilmesi gereken konuları ortaya sermiş. Ancak, bizim tüm ilk okullarımızdaki çalışmaları yönlendirici Müfredat Programımız vardır. Bu programda esas alınan öğretimde dört esaslı basamak büyük bir eğitimci Herbart’tan olduğu gibi alınmıştır. Herbart, aynı zamanda Pestalozzi ile çalışmış, Pestalozzi’nin düşüncelerini uygulanır duruma getirmiş bir eğitimcidir. Ayrıca bir başka Eğitimci de Kerschenstiner’dir. Onun da öğretimde 7 basamak kuralı 1928 yılından beri ilkokullar Müfredat programımızdan aynen uygulanmaktadır. Bunlar geriye bırakılarak bu sıra değiştirme neden yapılmıştır? Adlar, harf sırasına göre yapılsaydı bu öncelik haksız yere başkasına verilmeyecekti!
Hürrem Arman, alnını kırıştırarak gülümsedi, Bekir Semerci’ye bakarak:
-Bunları Hakkı Beye aktaralım! dedi. Bu, düpedüz, eleştirileri sınırlamak, hiç değilse eleştiri dozlarını düşürmek için bir kurnazlıktı. Süleyman Karagöz parmak kaldırdı. Hürrem Arman az düşünür gibi, durdu, işaret verdi. Süleyman Karagöz:
-Efendim, biz hepimiz öğrenciyiz, her bilginin doğusu öğrenmek için okuyoruz. Kendimize özgü düşünce ve duyguları da yazmayı deniyoruz. Arkadaşlar beğendikleri maddeleri seçsin, bir de onlar yazsın. Sözgelimi Pulur Köy Enstitüsü’nden gelen yazıyı, İş Eğitimi Sözlüğüne koymak zorunluğu yoktur. Dergi Kolu’ndaki arkadaşlar doğru olanı dergiye alsınlar!
Hürrem Arman gülümseyerek:
-Değil mi efendim! der demez Mehmet Kocaefe:
-Tartışmamız zaten Dergi Kolu’nun düzensiz çalışması değil midir? İşi gene onlara bırakınca ne değişecektir? Hüseyin Atmaca izin istedi:
-Dergi Kolu konusunda biliyorsunuz Genel Müdürümüze verilmiş sözümüz var. O nedenle şimdiki çalışan arkadaşlara yardım edecek bir gönüllü grubu seçelim, onlar Dergi Kolu’na yardımcı olsun. Böylece Dergi Kolu, Köy Enstitüleri’nden gelecek yazılardan sorumlu tutulmasın.
Hürrem Arman, hoşnut bir tavırla:
-İşte bu kadar! deyip doğrudan karşısındaki Mehmet Kocaefe’ye baktı. Kocaefe teşekkür etti. Bu kez de Mehmet Toydemir söz istedi:
-Bu arkadaşları kim seçecek? Hüseyin Atmaca:
-Bunları, seçimle ayırmayalım, çalışmak isteyenler, (Başkan Hasan Yılmaz’ı göstererek) Öğrenci Başkanlığına adını yazdırsın. Başkanlık katılacak gönüllülerin sayısına göre onlarla toplantı yaparak iş bölümü yapsın. Seçim son şeklini alınca da tüm arkadaşlara duyuru yapılsın.
Hüseyin Atmaca’nın önerisi beğenildi. Hürrem Arman Atmaca’ya teşekkür etti, deneyimli biri olarak bu işin takibini istedi. Söz isteyen olmayınca Hürrem Arman:
- Eski bir sözden vardır; “Muhavere-i efkârdan barika-i hakikat doğar! deyip güldü, arkasından da sordu:
-Doğru söyledim mi? Devamla:
-Sözler de konuşulmaya konuşulmaya unutuluyor.
Mestan Yapıcı arkadaşımız meraklıdır, hemen sordu:
-Türkçesi nasıldır efendim? Hürrem Arman gülümsedi:
-Bu söylediğim de Türkçedir. Söylenmeye söylenmeye unutuluyor. Bu sıralar bu çok tartışılan bir konu; siz bu işin dışında kalın; halk ne derse o olur. Bazı gençler yanlış düşünüyor; Türkçe-Öztürkçe tartışması bundan. Biz öğretmenler halkın yanında olmalıyız.
Mustafa Parlar, Şükrü Koç, Kemal Güngör söz istedi. Hürrem Arman Mustafa Parlar’a işaret edince Parlar:
-Burada bir tezat olmuyor mu efendim; bizler halka doğruyu öğretmek için yetişiyoruz. Tartışmalardan uzak durursak halkımıza doğruyu nasıl götürürüz?
Hürrem Arman sözü hiç duymamış gibi başını döndürüp Kemal Güngör’e baktı. Kemal Güngör:
-Ben çok okuyanlardan biri değilim, ancak okuyan arkadaşlardan duyduğuma göre, Öztürkçe taraftarı dergiler ötekilerden çok okunuyor. Edebiyat Derslerinde öğrendiğimize göre Serveti Fününcular da Genç Kalemlere direnmişler ama sonunda yenilmişler. Üstelik Genç Kalemler bir dergi olarak bayraktarlık etmiş, şimdilerde sayısız dergi yenilikçi.
Hürrem Arman gene başını döndürüp Şükrü Koç’a baktı. Şükrü Koç:
-Bu konuda fazla söyleyecek durumda değilim, arkadaşın unutmuş olacağını düşündüğüm bir ek yapmak istiyorum; bugünkü tartışmalarda Türkiye Cumhuriyeti de Devlet olarak yenilikçileri destekliyor. Atatürk’ün özellikle kurduğu kuruluş, dilimizin, Osmanlılarda olduğu gibi devlet zoruyla halktan uzaklaştırılması gayretinin tersine halkın konuşmasına yaklaştırmaya çalışıyor.
Hürrem Arman gülümsedi, “Sanırım bir yanlış anlama var; ben bir tabir kullandım, tabirler, ataların yadigârıdır. Onların korunmasını kastettim” deyip durunca tabir’in deyim olduğu söylendi.
-Öyle miiii? diye uzatarak gülümsedi. Arkasından da:
-Sahi bir Dil İnkılâbımız da var! diyerek geçiştirmek istedi.
Böylece, Hürrem Arman’ın bu konudaki duyarsızlığı iyice ortaya çıkmıştı. Gerçekte T. D. A. K’nin 1935 baskılı Osmanlıca’dan Türkçe’ye Cep Kılavuzu 144. sayfada İnkılap DEVRİM, aynı Kılavuz’un 503. sayfasında Tabir= DEYİM olarak gösteriliyordu.
Hürrem Arman, sanırım içine düştüğü durumu sezinler gibi oldu; Hüseyin Atmaca’ya dönerek:
-Biz sözü uzattık, öteki konumuza geçelim mi? diye sordu. Gerçekte Hüseyin Atmaca da zor durumda kalmıştı, arkadaşlar konuşurken hep onu gözledim, belli ki bulunduğu durumdan hoşnut değildi. Başkanlıktan ayrılınca birkaç kez konuşmuştuk. Hasanoğlan’da kaldığından mutlu sanıyordum; oysa değilmiş. Bir keresinde:
-Burada kalmamın nedeni, bir fırsat yakalayıp, yan değiştirmektir. Yan değiştirmekten amacı Köy Enstitüsü öğretmenliğini aşan bir görevdi. Bu fikri ona Sabahattin Eyuboğlu öğretmen öğütlemiş:
-Sen zeki, çalışkan bir yaratılıştasın, çalışmayı seviyorsun, Üniversite şansını dene! demiş. Atmaca bu nedenle, Sabahattin Öğretmenin yakınında duruyordu. İlk işi de bir an önce askerliğini atlatıp, gerçek yoluna çıkmaktı. Bunları bildiğim için onun sabırla Hürrem Arman yanında oturmasına şaşmadım. “Köprüyü geçene dek …’ya dayı derler”miş. Kendime pay çıkardım…
Hürrem Arman’ın uyarısı üzerine Hüseyin Atmaca:
-Hakkı Bey’in üzerinde durduğu en önemli konulardan biri de, Enstitülere dağılan arkadaşlarla yapılan temaslardan edinilen olumlu-olumsuz bilgileri topluca değerlendirmek. Örneğin, şimdiki durumlarda aksayan dersler, aksama nedenleri, bunların giderilmesi için öneriler. İkinci bir ricası da geçen yaz geçirilen Müfettişlik stajı esnasından karşılaşılan aksaklıkların en göze batanlarının tartışılıp, topluca bir sonuca varma, bunlardan ders çıkarma , bunları gerekirse bir rapora bağlama. Çok sık tekrarladığı bir konu da hepimizin bildiği gibi Dergi’nin tüm arkadaşlarca benimsenip yazı çeşitlerinin daha da renklenmesi. Biliyorsunuz, çıkan dört sayıda çoğunlukla kendi sorunlarımız üstünde duruldu. Örneğin tarım alanına, köylerin herkesçe bilinen dertlerine değinildi. Bunları köyde çalışan arkadaşlarımız kesinlikle okuyup yararlanıyordur. Ancak, bizim çalışmalarımızı izleyen büyük kitlenin ilgisini çekecek konulara da yer verilse, bizi tanıyanlar gün günden çoğalacaktır. Tüm arkadaşların, bu konuya eğilmesini Genel Müdürümüz beklemektedir.
Hürrem Arman:
-Atmaca’nın sözlerine katacak söz bence hakikati çok güzel anlattı. Hürrem Arman bir kez daha Dil Devrimi’nden habersizliğini kanıtlamıştı. Yukarda değinilen Cep Kılavuzu’nun 102. sayfasında hakikat=GERÇEK olarak benimsenmiştir.
Köy Enstitüleri’nde çalışanlarla mektuplaşmadığım için söyleyecek bir sözüm yoktu. Ancak, Hasanoğlan’da çalışan tüm öğretmenleri bildiğim için söyleyecek birkaç söz bulabilirdim. Önce öteki arkadaşları dinlemeyi yeğledim. Erzurum Pulur Köy Enstitüsü’nden gelen haberler konuşuldu. Öğrenciler, bizden giden arkadaşlara yakınlık gösteriyormuş. Bunu doğru bulmayan öteki öğretmenler gerginlik yaratıyormuş. Bir süre bu tartışıldı. Tartışıldı diyorum ama çok dar açıdan ele alındı. İstemeyerek söz aldım:
-Bu tartışmayı salt bu noktadan ele alırsak bir çözüm bulamayız. Çünkü bu ayırım zaten var. Bu ayırım tüm Köy Enstitülerinde olduğu gibi köylerde çalışan arkadaşlar arasında da var. Bu ayırım, daha Köy Enstitüsü’ne ilk ayak bastığında önce öğrencilere aşılanıyor. “Öğretmen Okulu çıkışlılar başarısız, biz başarılı olacağız!” Söz burada da kalmıyor, yakından tanık olduğum bir örnek vereceğim. Kepirtepe Köy Enstitüsü’nü bitiren yeğenim İsmet, atanır atanmaz başöğretmen yapıldı. Oysa o köyde on yıldır çok başarılı, İsmet dahil, köyün birçok gencini yetiştirmiş karı-koca çalışan Başöğretmen vardı. Bunu bir yana bıraksak bile burada kalan arkadaşlarımız da öteki öğretmenlerle sıcak bir bağlantı kuramıyor. Öğrencilerin onlara yaklaşımı hoş görülebilir ama, insanların kafalarına yerleştirilen ayırıcı tutum olunca bunu iyiye yormaz.
Hürrem Aman dikkat kesildi, sözümü bitirince sordu:
-Burada öyle bir durum var mı?
-Böyle bir durum olup olmadığını ben nasıl söylerim? Öteki Enstitülerde olanın burada olamayacağını düşünenler açıklasın! Niçin olamaz?
Kurnaz Atmaca hemen konuştu:
-Arkadaş genelleme yapıyor, bu doğru da olabilir; ancak günümüzde burada böyle bir gerginlik yok! Hürrem Arman:
-Ben de öyle biliyorum.
Sabri Taşkın söz istedi, kısaca:
-Bu konuşulan olayın benzerini benim hemşerim, Nusret Ökmen, bana da yazdı, isteyene mektubu gösterebilirim. Kendilerine yakınlık gösteren öğrenciler eski öğretmenlerce horlanıyormuş!
Hürrem Arman:
-Bu münferit bir hadise de olabilir. Gene de tahkik etmemizde fayda var. Mektuplaşan arkadaşlar, öyle münferit hadiseleri toplasın bunları bir başka toplantıda ele alalım! deyip Hüseyin Atmaca’ya baktı. Daha sonra Sabri Taşkın’a sordu:
-Hemşerini benim de tanımam lâzım, hatırlayamadım. Sabri Taşkın’dan önce Hüseyin Armaca, Nusret Ökmen’i anlattı:
-Sessiz, sakin bir arkadaştır, sekiz yıldır birlikteyiz, hiçbir disiplin olayına karışmamıştır, çalışkandır. Olayları abartmaz. Belli ki çok üzülmüş! dedi. Hürrem Arman:
-İşte bu tür şikâyetleri, toplayıp bir toplantımızda konuşalım. Bunları, gene de münferit sayıp çok mühimsemeyelim! deyip Atmaca’ya baktı. Atmaca:
-Müfredat Programını konuşacaktık! derken saati gösterdi. Hürrem Arman da zaten bunu bekler gibiydi, gülümseyerek:
-Gelecek toplantımızda bunu da konuşalım! deyip teşekkür ederek kalktı.
Onlar gidince, ortalığa sorumsuzca konuşanlar oldu. Ali Yücel, doğrudan bana:
-Müzikçi arkadaşım sen ne çok şeyler biliyorsun! dedi. Arkasından Azmi Erdoğan:
-O, çok bilgiçtir! diye ekledi. Mehmet Kocaefe beni savundu:
-Gazetelerde yazılan haberleri söylemek bilgiçlik midir? diye sordu. Arkasından da:
-Günlük gazeteleri okuyan bilgiç oluyorsa onu bile okumayanlara ne diyeceksiniz? diye sordu. Kısa bir sessizlikten sonra Halil Dere:
-Bakar kör kimlere denir? diye sordu. Tartışmanın uzamaması için kalkarak karşılıklı atışmaya gerek olmadığını, söylediklerimin de bilgiçlik sayılamayacağını, bir hafta önce toplanan Millî Eğitim Şurasında Türkçe üstüne tartışıldığını, ayrıca Dil Kurultayı toplandığını, bunları Hasanoğlan Köy Enstitüsü yönetimine gelen Ulus, Cumhuriyet gazetelerinin tekrar tekrar yazdığını, Yaşar Nabi Nayır’ın bu konuyu Varlık Dergisi’nde defalarca ele aldığını, ayrıca iki gün önce Cumhuriyet gazetesinde Prof. dr. Ziyaettin Fahri Fındıkoğlu’nun Cumhuriyet Gazetesi’nin iki sayfasını dolduracak boyutta bunları yazdığını anlattım. Birilerinin somurtuk bakışlarına karşın çoğunluk teşekkür ederek kalktı.
Akşam yemeğinde, gündüz geçen tartışmalar unutuldu; öğretmenler tam kadro gelmiş, “Şimdi ne olacak?” Faik Canselen öğretmen ödev, Süleyman Güler öğretmen kafa sesi- gırtlak sesi, Şükrü Arseven öğretmen keman ses tınılarının berraklaşmasını istiyor. Mahir Canova öğretmense kendi kişiliğimizi bir an bırakıp bir başkası olmamızı istiyor. Bunlara ek olarak benim payıma bir başka ödev, Selçuk öğretmen, 4 el çalışmada uyum istiyor. Ayrıca Bölüm Başkanımızın istedikleri var. Arkadaşlara takıldım:
-Şükrü Arseven öğretmeni çok seviyorum, bir o benden bir şey istemiyor! deyince bir süre yüzüme baktılar. Arkası geldi; Selçuk Öğretmen de onlardan bir şey istemiyormuş!
-Bütün öğretmenler öyle olsa…
-Öğrencilikten kurtulunca öyle olacak!
-Nerde o günler?
-Yedi ay sonra! İbrahim Kavasoğlu anımsattı:
-Geçen yıl bu günler Mehmet Yelaldı da böyle konuşuyordu. (Sınıfta da kalınabileceğini anımsattı)
-Ağzından hayırlı söz çıksın!
-Buna şom ağızlılık denir!
Soğuk falan dinlemeden salona döndüm, kimseler yok, salondaki piyanoyu açıp bir süre çalıştım. Kalkınca, konuşmaları anımsayarak:
-Hiç değilse Selçuk Öğretmenle aramızda bir sorun olmayacağına sevinerek yatakhaneye döndüm.
3 Aralık 1945 Pazartesi
Geçen bir ayın alışkanlığını üstümden atamamışım, kalkınca gözlerim arkadaşların yataklarında; kalkıp gidenlerin bazıları hemen öyle kapatıp gitmiş. İrfan Özgül yanımdan geçti, üzüldüm. Yatağını düzeltmediği için onu üzmüştüm. Sanırım onu unutmayacak, hep ters ters bakıyor. Oysa üç gün sonra bir çok arkadaş birer İrfan Özgül olup çıktı. Üzüldüm. Koşar adımla salona gidip sobayı ateşledim. Mahir Canova öğretmen gelince sevinecektir.
Kahvaltıda, arkadaşlar olasılıklar öne sürdüler:
-Rolleri tekrarlatacak!
-Hayır, Tiyatro Tarihi’ndeki oyun sahnelerini tekrarlatacak. En sevimsizleri de Çin Tiyatrosu örnekleri. Onlarda sahneye giriş çıkışlar, yapmacık hareketler olduğundan şekil değiştirmek oldukça zor oluyor. Bunları konuşarak salona döndük. Mahir Canova öğretmeni beklerken Süleyman Güler öğretmen geldi. Derslerin yerlerini bugünlük değişmişler. Öğretmen gelir gelmez:
-Dersimin erken saatlerde olmasını isterdim. Erken saatler şan çalışması için daha yararlıdır! deyip bir aryaya başladı. Ses olarak anımsadım ama sözlerini pek anlamadığım için adını söyleyemedim. Mozart, Figaro’nun Düğünü’ndenmiş. Önce piyanoya oturdu, bir dizi arkadaşa, ses sordu;do-mi-sol-do. Önce ince sonra do-mi-sol do (kalın do) arkasındn do-mi, do-s ol-, do-do! İnce do’dan geri dönüşler. Ben de söyleneni yaptım. Piyano gene işime yaradı, öğretmen beni piyanoya geçirdi. Do major dizisi içinde sesleri bir süre tekrarladım. Bir yandan da arkadaşları izledim; kahvaltı masasında horoz gibi gıgıldayanlar, nasıl da eziliyorlar! Sevinmedim ama üzüldüm de diyemem. Oldukça dikkatli bir ses çalışması yapıldı. Öğretmen daha sonra şarkıları tekrarlattı, mimik çalışması yaptırdı. Ben, Faik Canselen öğretmenin bestesi olan İleri Marşı’nı söyledim. Marşın ilk sözü “Yürü, bu yol, şeref, zafer yolu!” derken yüzümü asıyormuşum, öğretmen gülümsememi öyledi. Bir kaç kez tekrarlattı.
Mahir Canova öğretmeni ilgiyle bekledik. Öğretmen gelince durum anlaşıldı. Abdullah Ön öğretmen, Enstitü bölümünde bir sınıfa piyes hazırlatmış. (Abdullah Ön, bu yıl okulu bitirip Hasanoğlan’da kalmıştı.) Bir örnek çalışma olarak bizim görmemizi istemiş. Öğretmenle birlikte gittik. Enstitü 4. sınıf öğrencileri. Kendi aralarında bir konu bulup oyunlaştırmışlar. Bir köyde geçiyor. Oyunun adı, Konservatuvar Tatbikat Sahnesinde oynanan Amerikalı yazar Thornton Wilder’in Bizim Şehir adından esinlenerek Bizim Köy konmuştur. Oyun daha önce Köy Enstitüleri Dergisi 3. sayısından çıktığından buraya yazmıyorum. Buna benzer oyunlar Köy Enstitülerinde hep oynadı. Kurnaz insanlar, saf köylüler, tahsildarlar, jandarmalar, kendine güvenen öğretmenler falan filan. Ancak bu kez daha derli toplu, oldukça da kalabalık bir oyunla karşılaştık. Bunda Abdullah Ön’ün payı olduğu belli. Bahar ya da yaz aylarında Açıkhava sahnesinde oynanınca daha çekici olacağı belli. Ancak, işin içine uzun süredir çıktı-çıkacak diye söylenen Toprak Kanunu üstüne yorumların ya da varsayımların gerçeğe uygunluğu, söylemlerin, yerine oturup oturmadığı tartışılabilir.
Oyun bitince salona döndük, ancak vakit geciktiğinden Mahir Öğretmen oyun üstüne yapılacak konuşmaları haftaya bıraktığını söyleyip ayrıldı.
Yemekte yeni bir konumuz oldu:
-İşte biz, bu tür uğraşlarla ömür tüketeceğiz. Nihat Şengül güldü:
-Aklımdan bile böyle bir çalışmayı geçirmem! Kamil Yıldırım:
-Bunca yazılmış oyun varka yeni bir şey uydurmaya neden kalkayım? Ekrem Bilgin:
-Ortaklar Köy Enstitüsü’nde Shakespeare mi oynatacaksın?
-Ortaklar Köy Enstitüsü’ne düşsem, başım üstüne, Shakespeare de oynatırım, Pazarören’de ne oynatırım? Halil Koçyiğit güldü:
-Aklını oynatırsın!
Sabredemedim, konuştum:
-Biz tiyatro dersi falan görmeden, Faruk Nafiz Çamlıbel’in Akın piyesini Lüleburgaz’da oynadık. Lüleburgaz, İstanbul’a yakın, halkı İstanbul’a sık sık gidiyor. İstanbul’daki tiyatrolar sık sık Lüleurgaz’da temsiller veriyor. O nedenle halk tiyatro hakkında bir fikir sahibi. Öyleyken bizin piyesi göklere çıkardılar. Bu nedenle, Kepirtepe’de çalışacaklar istediği oyunu oynatabilirler. Hemşerim Kadir fikrini söyledi:
-Vallahi, nerede olursam olayım, tiyatro falan oynatmam. Hele muhtarları falan dilime almam. Benim Köyümün muhtarları, o tip adamlar değil. Toprağı az köylüm var. Köy kurulurken dağıtılan topraklar, kardeşler çoğaldıkça azalmış. Hiç kimsenin elinde öyle bol toprak yok. Kadir bana dönerek sordu:
-Sen de biliyorsun abi, senin köyünde dağıtılacak toprak var mı? Kadir’e değil tüm arkadaşlara Kars/Cılavuz Köy Enstitüsü müdürü Halit Ağanoğlu’nun sözünü anımsattım:
-Trakya, Doğu Andolu köylerine göre tam 50 yıl ilerdedir!
Faik Canselen öğretmeni, bizi bekler bulduk. Derse başlarken sordu:
-İstiklâl Marşı notalarınız vardı değil mi? Vardı, çıkardık. İstiklâl Marşı’nın çok seslendirilişini inceledik. Faik Öğretmen piyanoda, zaman zaman çalarak ikinci üçüncü sesleri sordu. Bu arada başka Millî Marşlardan da söz etti. Alman Milli Marşı Josef Haydn’ın bir kuartetinden alınmış, kuartetin o bölümünü çalmıştım. Fransız, İngiliz Amerikan Marşlarının notaları da vardı. İngiliz, Amerikan Marşları Beringer metodumda, Fransız marşınınsa özel notası vardı. Bunları anımsatınca Faik Öğretmen açtırıp çaldırdı. Fransız Millî marşı dışındakileri kusursuz çaldım. Faik Öğretmen çok hoşnut oldu:
-İbrahim, bana çok yardımcı oluyor. Öteki sınıflarda şimdilik yardımcım yok gibi… diyerek güldü. Faik Canselen Öğretmen: “İstiklâl Marşı’mız oldukça zor söyleniyor. Biz okullarda bu zorluğu yaşıyoruz Oysa bu marşların halkça söylenmesi önemli. Bunu bizim halkımıza söyletme olanağı hemen hemen yok gibi… Bakın, 10. Yıl Marşı, basit gibi ama hem anlamlı hem de halkın söyleyebileceği gibi sade; halkımız onu benimsediği için düğünlerde, bayramlarda çalıp söylüyor.” Öğretmen, belki bizi yoklamak için:
-İstiklâl Marşı’mızı değiştirmek elimizde değil, çünkü o, Kurtuluş Savaşımızın bir simgesi, ayrıca T. B. M. M. onu bir yasayla kabul etmiştir. Ancak biz bu konuda kendi fikirlerimiz için marşlarımızdan daha uygun birini seçebiliriz. Böylece marşlarımızı da gözden geçirmiş olursunuz! deyip ayrıldı. İstiklâl Marşı’mız bize özgü bir marş. Öteki ülkelerin marşları zaten Milli Marşlardır. Bizde de neden bir Millî Marş olmasın? Bakın bütün kurumların özel marşları var. Marş türü ülkemizde sevilen bir türdür.
Faik Öğretmenin ardından hepimizde bir ilgi uyandı, marşlar sayılırken öğretmenler geldi. Selçuk Öğretmen gelince, Küçük odaya geçtik. İlk olarak, Mozart, 4’el sonatı tekrarladık, sonra gene Beethoven 4’el sonatın, ben Schuler, öğretmen Lehrer bölümlerini ayı ayrı çaldık. Birlikte bir deneme yaptık ama ben ayak uyduramadım. Selçuk Öğretmen hoş gördü:
-İlk çalışmalar böyle olur. Bunu olgunlaştıracağız! deyip, ayrıldı. Öğretmen gidince tüm dikkatimle Beethoven sonatın Schuler bölümünü çalıştım.
Akşam yemeğinde Bizim Köy, tartışma yarattı; beğenen var, beğenmeyen var. Bense öğrencilerin yaptıklarını değil ele aldıkları konuyu küçümsediğimi söyledim. Belli ki bu konuyu öğrenciler seçmemiş. Üstüne üslük sanırım kopya da verilmiş. Verilnmiş ama yanlış verilmiş. Gerçek köylerin özelliğinin başında hanelerde bulunan insan sayısıdır. Köylüler doğurgandır. 150 hanelik bir köyde 500 değil 1000 insan bulunur. Her evde bir çocuk düşünülemediği gibi kardeşler, anne-babalar hatta dedeler nineler olabilir. Benim köyüm 66 hanedir, yıllardan beri sık sık sayarım, çobanıyla, çırağıyla 400 dolaylarında insan yaşamaktadır. Öte yandan, Jandarma olayı da pek gerçeğe uygun değil, Jandarma komutanı, oldukça insancıl davranıyor. Oysa halk jandarma görünce bucak bucak kaçmaya çalışır. Burada, olaylarda gerçek değil olması gereken yansıtılmaya çalışılıyor! Söylediklerime karşı olanlar çıktı. Halil Yıldırım, haklı olarak, tiyatro bilgisine dayanarak:
-Tiyatroda amaç, halka olması gerekeni göstermek değil midir?
-Burada amaç, köyün gerçeklerini öğretmen adaylarına göstermektir. Olay gerçek tiyatro değil, bizim çalışma alanlarımızın gerçeğidir. Arkadaşlar ikiye bölündü; tartışma uzadı. Sabahattin Öğretmenin geldiği duyurulunca tartışma gene sürdü ama konusu değişti:
-Sabahattin Öğretmen ne yapacak? Son günlerde bir fısıltı dolaşmıştı: Geçen yıl sınıfta kalanların çoğu, Sabahattin Öğretmenin dersindenmiş. Mehmet Yelaldı da sözde Denizli’de karşılaştığı arkadaşlarına böyle söylemiş. Birden bellekler geriye doğru işlemeye başladı:
-Karaağaçlar Altında kitabının özeti? Montaigne öğretmen ne demişti? İşi biraz şaklabanlığa dökerek masadan kalktık. Bugünkü derslerimin iyi geçtiğine, özellikle Selçuk Öğretmenin beğenisini kazandığıma sevinerek büyük Salona gittim. Şükrü Koç’un deyimiyle bizin koloni bir araya toplanmış, gazete haberlerini tartışıyordu.
Önlerinde gazeteler, kısık seslerle, olasılıklardan söz ediliyordu. Cumhuriyet Gazetesi’nde bir haber, bir resim. Resim eski Başbakan Celâl Bayar, haber de yeni parti kuracağı… İlgimi çekti:
-Bu nasıl olur? Daha önce kurulan bir partiden, Fethi Bey’in Serbest Fırkası’ndan babam çok söz eder. Kurulmuş, kapatılmış. Gene de sustum.
Cumhuriyet Gazetesi 1 Aralık 1945
Arkadaşların tavırlarından anladığım kadarıyla, kendi bölgelerinde bir parti kurulmasını isteyenler çokmuş. Serbest Fırka da en çok ilgiyi Ege Bölgesi’nde uyandırmışmış. Kubilay olayını anlatırken bunlar sık sık söyleniyordu.
Yatınca bir süre düşündüm, Celâl Bayar için güzel sözler söylenmiyordu. Oğlunun biri, devleti dolandırmış, yakalanınca da intihar etmiş. Gerçekte kendinin yaptığı işlerde babasının da parmağı varmış, babasını korumak için kendini fedâ etmiş. Belki de bu söylentiler doğru değildir, böyle olsa o baba kalkıp parti kurar mı, kim gider onun ardından?
4 Aralık 1945 Salı
Uyanınca Sabahattin Öğretmenin incelememizi önerdiği kişileri anımsamaya çalıştım, Don Kişot, Robenson Kruzo, Efraim Cabot, Baba Karamozof, (Aleksey F. Karamozof) Sokrates, Heathcliff, Jean Valjean derken birden aklıma takıldı; bunlara Don Juan neden eklenmesin? Bununla da kalmadım, Don Juan’ı öne geçirerek operanın konusunu iyice öğrenmeye karar verdim. En kolay da onu anlatabilirim. Don Juan anlatmak için daha kolay, çapkın gencin biri, yaptığı olayları sıralamak o kadar zor değil. Sefiller, Karamozof Kardeşler ya da Rüzgârlı Bayır gibi karmaşıklık yok. Üstelik Türkçe konusunun özeti de var, okumuştum. Ancak nerede okuduğumu unutmuşum bir süre anımsamaya çalıştım. Hayat Ansiklopedisi olabilir!
Kahvaltıda, arkadaşlar başka konulardan söz ettiler. Kırmızı Kedi (Bağ içindeki çayevi) sabah kahvaltısı veriyormuş, simit, peynir zeytin bulunuyormuş. Peynir, zeytin anladım ama simit nasıl olur? Nihat Şengül gitmiş, anlattı:
-Adam, bildiğin gibi değil açıkgöz, akşam treniyle getirtip, sabah, taze numarasıyla satıyor. Isıttığı için taze gibi yeniyor.
Gitmeye karar verdik. Ancak, bir noktada anlaşamadık, Okul Müdürü işleticiye karşı olmuş, Enstitü Bölümünden oraya kimse gidemiyormuş. Bizim gidişimizi hoş görür mü? Okul Müdürü Rauf İnan’la yıldızlarımızın barışık olmadığını düşünerek, toptan gitme yerine ara ara gitmeye karar verdik. Masadaki kişi sayısı, bir iki azalırsa dikkat çekmez, ancak tüm masa boşalırsa ilgi çeker. Kırmızı Kedi için kimisi Kırmızı Tilki diyor. Binanın kırmızılıkla bir ilgisi yok, bu ad ya da adlar neden verilmiş, anlayamadım.
Sabahattin Öğretmen gülümseyerek geldi. Gelir gelmez de:
-Dersimiz, öteki dersler gibi hep biteviye giden derslerden değildir. Konuşmak, dinlemek gibi aynı zamanda okumaktır. Bugün de böyle yapalım! dedikten sonra Fatma Ersan ile Düriye Aran’a bakarak:
-Sizden rica edeyim, şu dolaptan sıra ile kitapları alın, gene sıra ile arkadaşlara birer tane dağıtın! dedikten sonra açıkladı:
-Şansınıza çıkacak kitabı, bir saat okuyacaksınız. Dersimizin 2. saatinde okuduğunuz yerleri konuşacağız. Hepinize sıra düşmeyecek ama konuşanlar okudukları kitabı kısmen tanıtmış olacaklar.
Yan gözle baktım, herkesin yüzünde neşe belirtileri var. Gene de kaygı egemen:
-Bunun sonunda ne var? Bana, okuduğum, ayrıca Mahir Öğretmenin defalarca konu ettiği Sofokles’in Antigone’u düştü. Bu kez şansımın yardım ettiğine inandım. Antigone ile yazarı Sofokles için rahat konuşabilirim. Okumaya başlayınca daha kendimi konuşmaya hazırladım. Tanıdığım bir kitap bildiğim bir olay olduğu için rahat okudum. Neredeyse bitirecektim, öğretmen okumyı kestirdi, kitaplar toplandı, yerine kondu. Öğretmen:
-Önce gönüllüleri dinleyelim! deyip yüzlerimize baktı. Hemen hemen sınıfın çoğunluğu parmak kaldırdı. Öğretmenin dikkatini çekmiş olmalı, arkadaşımız Mustafa Saatçi, derslerde yok gibidir. Kepirtepe’de de öyleydi. Onun bir kez olsun derslerde gönüllü kalktığına tanık olmamıştık. Arkadaşa Voltaire’in Candide kitabı düşmüş. Mustafa Saatçi kalkınca önce özür diledi, kitapta çok yabancı adlar olduğundan anlayamadığını söyledi. Sabahattin Öğretmen:
-Adları söylemeden salt olayı ya da olayları anlatsan, bizim için yeterli olacak! deyince Mustafa Saatçi sustu. Sabahattin Öğretmen başını çevirdi. Parmak kaldıranlar oldu. Sabahattin Öğretmen:
-Sizi dinleyelim! dedi. O arkadaş da Mustafa Acar’dı. Öğretmen adını sorunca Mustafa Acar okuduğu kitabı söyledi: Aristoteles, Atinalıların Devleti.
Mustafa Acar, okuduğu bölümde geçen adları tam ezberleyemediğini, ancak tarih derslerinde adını duyduğu Yunan Filozofu Solon’un Atina devleti için yaptığı bir kanuna göre Atina’da yaşayanların gruplara ayrıldığını anlattı: “Devlet düzeninde kimlerin görev alacağını, kimlerin vergi vereceğini ayrı ayrı göstermiştir. Bu kanunun 100 yıl bir süre denenmesini…” derken öğretmen kestirdi. Hiç bir şey söylemeden yüzlerimize bakarak:
-Başka Mustafa’lar da vardı? diye baktı. Mustafa Top, Mustafa Aydoğan, Mustafa Parlar parmak kaldırdı. Şükrü Koç da kımıldayarak sordu:
-Mustafa adımı kullanmıyorum ama, benim adımda da Mustafa var deyince öğretmen gülümseyerek:
-Yalnız Mustafa’lar da yetecek, seni katmayalım deyip Mustafa Acar’a baktı. Mustafa Acar, Balzac’ın Kedi Sokağı kitabını okuduğunu söyledi. Öğretmen başıyla konuşmasını işaret etti. Mustafa Acar:
-Kentin birinde bir dükkânın penceresinde bir kedi resmi varmış. Bu kedi resimli dükkânda çalışanların başlarından bir çok olaylar geçmiş! deyince öğretmen başını çevirip Mustafa Aydoğan’a baktı. Mustafa Aydoğan, Sokrates’in Savunması deyince öğretmen onu hep biliyoruz diyerek Mustafa Parlar’a baktı. Mustafa Parlar, Ezop Masallarını okuduğunu, masallar kısa kısa olduğu için anlatmakta zorlanacağını, izin verilirse demin bir arkadaşın anlatmadığı Voltaire’nin Candide’ini anlatabileceğini söyledi. Öğretmen gülümseyerek işaret etti. Mustafa Parlar, önce Voltaire üstüne konuştu. Voltaire’nin yaşadığı dönemi kısaca özetledi: :
-Büyük Fransız İhtilâli öncesi, Fransa’da öteki Avrupa ülkelerine göre yeni bir Rönesans belirtileri başlamıştı. Ancak bu yenileşme sarayların, kiliselerin buyruğunda değil, halkın uyanması biçimindeydi. Fransızların, hatta tüm Avrupalıların Büyük Kral dediği 14. Louis 72 yıl gibi uzun bir süre krallık yapmıştı. “Devlet Benim!” diyecek kadar bencil bir kral olduğu için halk için için kaynıyordu. Öbür yandan, halk arasından da düşünce alanında yeni buluşlar oluşturuluyordu. Örneğin Rene Descartes, Blaise Pascal gibi kendisinden sonra yetişenlere ışık tutan bilginler bu dönemde yaşamıştır.
Rene Descartes Blaise Pascal
Bunların da etkisiyle bir kuşak sonra (14. Louis’nin krallığı 1640-1712) doğanlar, 15. Louis döneminde (1712- 1777) yetişenler salt matematik, felsefe değil, özellikle Edebiyat, sosyal bilgiler alanında halkı aydınlatmak için çaba gösterdi. Bu sıralar yaşayan Montesquieu, J. J. Rousseau, Denis Diderot arasında Voltaire de vardı. Hatta onu, ötekilerin önünde sayanlar bile vardır. Onun, büyük bir yazar olması yanında bir filozof olduğunu, yaşadığı dönemlerde ünlenen kimseleri, örneğin J. J. Rousseau’yu eleştirdiği gibi kendisinden önceki filozofları da eleştiren eserler yazdığını, Candide’in de Alman Filozofu Leibniz’in İyimserlik üstüne görüşlerini eleştiren bir eser olduğunu, Candide’in bir kişi olduğunu, adının da saflık, iyi niyetlilik anlamına geldiğini, Candide’in sahiden, Almanya’da bir şatoda yaşadığını, inancı gereği herkesin iyiliğine koştuğunu anlatırken öğretmen Mustafa Parlar’a teşekkür etti. Aisopos’u (Ezop’u) alıp okumasını önerdi. Öğretmen hepimize bakarak:
-Bu da bir yoklama türü sayılabilir. Kitap okuyan insanların çoğu kitabı eline alınca yeterince ilgi göstermezler. Bu durumun yararsızlığını bilmeyenler, kitabın sonuna doğru gözlerini açsalar da ipin ucu kaçmış olur. Bir çok insanın kitap okumasına karşın o kitaplardan yararlanamaması bundandır. Kitap vardır, gerçek ruhu daha giriş sayfalarındadır. Sabahattin Öğretmen:
-Sizler evlerinizden erken ayrıldınız, belki de size büyükleriniz, o klasik söz “Oku!” direktifini vermemişlerdir. Gene de bilirsiniz, Kutsal Kitabımızın buyruğudur: “OKU!”
Sabahattin Öğretmen gülümseyerek ayrıldı.
Birileri daha önce kararlaştırmışlar, Psikoloji Dersinde son kez toplanan Milli Eğitim Şurası için bilgi istenecek, oradan da olanak bulunursa Köy Enstitüleri Müfredat programı üstüne Yunus Kâzım öğretmenin düşünceleri alınacak.
Yunus Kâzım öğretmen, kaşları çatık, sanki istemiyormuş gibi gelip, her zamanki gibi dolu çantasını masaya koyduktan sonra, yerine oturmadan sıraların arasında bir süre dolaştı. Yanından geçtiği arkadaşlar, o yaklaşırken renk değiştirdiler. Sabri Taşkın dayanamadı:
-Siz sözünüze başlamadan bir soru sorabilir miyim? dedi. Öğretmen de sanki bunu beklermiş gibi:
-Buyurun efendim! deyip gülümsedi. Sabri Taşkın, toplanıp iki gün önce dağılan Millî Eğitim Şurası ile Talim Terbiye Kurulunun bir ilişkisi olup olmadığını sordu. Öğretmen Sabri’ye:
-İlişkiden muradın nedir? Doğal olarak var; ancak bu ilişki karşılıklı işbirliği falan gibi bir ilişki değildir. Öncelikle Şura üyelerini öğrenelim; bunlar atama ya da sürekli görevli kimseler değildir. Şura konusu üstüne bilgi ve deneyimlerinden yararlanılacağı umulan kimseler çağılır. Ele alınan konu ortaya konur, enine boyuna tartışılır. Bu tartışma belli bir süre içinde olur. Tartışmaları konunun uzmanları tarafından özetlenerek, konunun uygulama alanı olan bakanlığa sunulur. O bakanlık da bu konudaki uzmanlık gruplarına sonucu sunar. İşte bu Şurada konu Millî Eğitim Bakanlığı içindi. Millî Eğitimin konusu okullar, çocukların eğitimidir. Bu Şurada da konu okullar, dolayısiyle öğrencilerin yetişme yöntemleriydi. Şuraya yurt düzeyine dağılmış öğretmenlerden, okul yöneticileriyle bu alanda çalışanlar başka yetkili yöneticilerden seçilen bir grup çağırıldı. Bunlar uygulanan programların eksik- tamam yanlarını, başarılı- başarısız taraflarını konuşup, eklenmesi gereken fikirleri önerdiler. Onların verdiği kararları bir uzman gubundan geçtikten sonra uygulanmak üzere, bize, Talim Terbiye Kurulu’na gönderilecek. Evet işte burada biz, yani Talim Terbiye Kurulu halkaya katılıyor. Şu halde Talim Terbiye Kurulu’nun, sonuç itibariyle Şura ile bir bağlantısı var denilebilir. Şuraların bir icraat yetkisi yoktur, onlar tavsiye kararları alırlar. İcraatlar, konuya ilişkin Bakanlıklar tarafından yapılır!
Öğretmen önce Sabri’ye sonlara da hepimize bakarak :
-İşte bu kadar! Sonuçlar elimize geçince, önemli bulacağımız yenilikleri de konuşuruz, efendim! Bu kez de Mehmet Toydemir:
-Biz eskisini bilmiyoruz efendim, anlatsanız da karşılaştırma yapamayacağız! Öğretmen gülümsedi:
-Sizin dilinizin altında bir şeyler var, şunu açıklayın da konuşalım. Şükrü Koç parmak kaldırdı. Öğretmen söz verince:
-Bizler Enstitü bölümündeyken bize müfredattan falan söz eden olmadı. Buradaki dersleri de Yüksek Okullarda okutulan dersler sanmışık. Yüksek okullarda okuyan arkadaşlarımızla iletişim kurdukça gördük ki arada farklar var. Örneğin Gazi Eğitim Enstitüsü’ndeki arkadaşlar Psikoloji, Sosyoloji dersi okuyor. Onlar bunları geldikleri okullarda da (Öğretmen Okulu ya da Liselerde) okumuşlar. Bunları sorunca anladık ki onlar eski bilgileri üstüne yeni bilgiler katıyorlar. Biz de burada yeni bilgiler okuyoruz ama bu yeni bilgilerin bizde bir temeli yok!
Şükrü “Yok” dediğinde öğretmen “Efendim” diye söze başlarken Şükrü özür diledi, sözünü tamamlamadığını söyledi, öğretmen gülümseyerek:
-Öyle mi! Buyurun öyleyse! dedi. Şükrü:
-Bir örnek vermek gerekirse bize genel olarak uçan kuşların genel özelliklerini tam olarak anlatmadan, yalnız kırlangıcın ya da karganın özelliklerini anlatıyorlar. Onlara bakarak tüm kuşların onlar gibi uçtuğunu öğrenmiş olacaksınız! diyorlar. Böyle denince biz de şahin ya da kartalın özellikle de turnaların, zaman zaman leyleklerin farklı uçuşlarını görünce aldığımız bilgilerin eksikliğini görüyoruz. İsterseniz bir başka örnek de söyleyebilirim.
Öğretmen kaşlarını çatarak:
-Anladım efendim, yeterince güzel bir örnek verdiniz. Öğretmede ya da öğrenmede genel kayramlar vardır. Genel kavramlar öğretilince onların içinde bulunun özel kavramlar daha rahat öğrenilir. Bu, öğretmenin ya da öğrenmenin ilk prensibidir. Köy Enstitüleri Müfredat Proğramında bu eksiklikler vardır. Ben bunları bu derste değil, gelecek bir derse programla gelip okuyarak açıklamaya çalışacağım.
Öğretmen böyle demesine karşın kendi dersi psikoloji üstünde durdu. Az duraladıktan sonra:
-Kabahatı bütünüyle Müfredat Programına yıkmayalım, bu dersin okullara alınmasının da büyük bir serüveni vardır. Biliyorsunuz, psikoloji dersinin yaygın adı Ruhbilimdir. Yani açıkçası ruh bilgisi gibi bir şey. Oysa ruh denilen mevhumla bir ilişkisi yoktur. Bunları ilk derslerde konuşmuştuk. Konuştuklarımdan anımsarsınız, Psikoloji bilimi yeni bir bilimdir. 1879 yılında Wund’un Psikoloji laboratuvarı açmasıyla başlamıştır. Bakın laboratuvardan söz ediyorum. Aradan bunca yıl geçmesine karşın yurdumuzda böyle bir laboratuvar yoktur. Tarih boyunca sürüp gelen dinsel açıklamalardan kurtulamadığımız için bilimsel söylemlere ulusça yaklaşamıyoruz. O psikoloji okutulduğunu söylediğiniz okullarda da henüz laboratuvar açılmamıştır. Ancak bunları söylerken sizlerin tepkinizi yersiz bulduğumu sanmayın. Bu da bu gecikmenin nedenlerinden biridir.
Öğretmen:
-Devam edeceğiz! deyip ayrıldı. Öğretmen ayrılınca Şükrü Koç’a teşekkür edenler oldu. Bu arada Ali Bayrak:
-Kafam iyice karıştı, şimdi ben bu durumumu açıklamak için ruhum sıkıldı mı diyeceğim, yoksa psikolojim sıkıldı mı? Gülenler arasında:
-Sende o dediklerin var mı ki? diye soranlar oldu. Fakı Yörük:
-Sahtekâr, sen her zaman “Canım sıkıldı!” dersin, canı çıkmayası yalancı! Ali Bayrak bu kez sordu:
-Bu, iyi niyetli bir dilek mi, yoksa beddua mı? Ahmet Allı:
-Sahtekâra sahtekâr dileği!
Fakı Yörük:
-Candan dosta, dostça bir şaka!
Yemekte, akşam için plâk seçimi tartışıldı. Ondan mı olsun bundan mı? derken aklıma geldi, bdn de bir öneride bulundum:
-Kısa ama güzel eserler var, onları topluca dinleyelim. Örneğin Romen Rapsodisi, Horra Stakato, 5 Macar Dansı, 5 Slav Dansı, Dansa Davet, Zigeunerweisen.
Salona dönünce Bölüm Başkanı gene, geçen salı günü uyguladığı programı tekrarladı. Bu kez besteci olarak bizim Türk Beşlilerini anlattı. “Beşi de Cumhuriyet döneminde Avrupa’ya gönderilmiş” dedikten sonra düzeltme yaptı Cemal Reşit Rey, daha önce de Avrupa’da kalmış. Babası Reşit Bey, görevli olarak Fransa’da kaldığı için iki oğlunu da orada okutmuş. Cumhuriyet döneminde ikinci kez gitmiş. İçlerinde müziğin her türünü deneyen Ahmet Adnan Saygun, opera denemesi de yapmış. Taş Bebek, Özsoy operaları vardır. Özsoy Operası’nı Atatürk çok beğenmiş. Besteciye başka denemeler için öğütlerde bulunmuş.
Ahmet Adnan Saygun’un İnci’nin Kitabı adlı piyano parçalarını çaldığımı söyledim. Arkadaşlar şaşırmış gibi yüzüme baktılar. Öğretmen de bu inanamamaları sezmiş olacak bana:
-Hadi bir dinleyelim! deyince kitabı açtım. Ayrıca, kitabın üstünde Faik Öğretmenin yazısı var, onu gösterdim: “Öğretmenimin kitabını öğrencime devrediyorum. Faik Canselen.” Bölüm Başkanı da çok hoşnut oldu. Bir süre öğrenci öğretmen halkalarından söz etti. “Tüm öğretmenlerle öğrencileri arasında bir gönül bağı olur ama müzik öğretmenlerinin bağı daha güçlüdür!” deyince Muttalip Çardak:
- Umarım, bizim de öyle olur inşallah! Bölüm Başkanı:
-Ondan kuşkun olmasın, eğer müzik dersi verirsen kesinlikle böyle olacak.
Daha sonra Ahmet Adnan Saygun’un Ziraat Marşı’nı Cemal Reşit Rey’in 10. Yıl marşını söyledik. Öğretmen kalkınca yay işareti yaparak kemancıları göreve çağırdı. Ben de İnci’nin Kitabı’nı alıp Piyano Odası’na girdim. Küçük kitapçık diye küçümsediğim yalın parçalar çok işime yaradı, parçaların hepsini sıra ile bir daha çaldım. Çaldıkça da hoşlandım.
Kemancılar paydos edince gelenler oldu. İçlerinde hasedi olanları biliyordum, hâlâ inanamamış gibi gelip gelip kapağına bakanlar oldu. Salona geçince tasarladığım plâkları hazırladım. Dansa Davet’le (Weber) başlayıp Romen Rapsodisi (George Enescu) ile bitirmeyi düşünmüştüm. 5 Macar Dansı (Brahms), 5 Slav Dansı (Dvor’ak), Horra Stakato (Grigoras Dinicu-Jascha Heifets) Zigeunerweisen (Pablo de Sarasate)
Yemekte, bizim masada pek konuşulmayan bir konu ortaya getirildi: Başka bir parti kurulursa, bizim Köy Enstitüleri’ni açan C. H. P’ye karşı olacağına göre bize nasıl bakarlar? Fazla düşünmeden olasılıklar öne sürüldü. Söylenenleri toplayıp bir ayırım yapılsa aleyhimize çıkacağı belli idi ama böyleyken kimse açık bir fikir belirtmedi. Gene de okul yaptırılan köylerin karşımızda olacağı kuşkusu gizlenemedi.
Benim köyüm okulunu daha önce yaptığından ben rahat konuştum. Köyümün küçük bir köy ( 66 hane)sayılmasına karşın daha 1934 yılında okulunu yaptı. Faik Üstün adlı bir vali, o zamanki Trakya Genel Valisi General Kâzım Girik’in desteğiyle Kırklareli ilinde tüm köy okulları gibi, Köy Odalarını, köprülerini, yollarını yaptırdı. Yol yapımında ben bile çalışmışımdır. Vali Faik Üstün bizim köye geldiğinde bizim kahvede oturdu. Benim yaşımda oğlu vardı, onu da getirmişti. Oğluna gösteri yapmak için zilli mızıkamı gösterip çalmıştım. Oğlunun adı Emin’di Emin’le hemen arkadaş olmuştuk. Vali bundan hoşnut olmuş olacak, bana 50 metre yol çalışması vermişti. Lüleburgaz-Kırklareli şosesi bizim köyden geçecekti. Kazma işi başlayınca günlerce yolda ben de çalıştım. Köyümüze telefon da o sıralarda geldi. Köylülerin o sıralar sızlandığını hiç duymamıştım. Ayrıca, fidanlar dikildi. İki üç yıl süren bu çalışmalar köyün görünüşünü değiştirmişti. Bir yanının 50 metre yan su yolunu kazdığım o yolda sonraları rahatça yürüyordum.
Ekrem, haklı olarak sordu:
-O zaman jandarma yok muydu?
-Vardı, jandarmalar her zaman vardı, ancak bu işlerde jandarmalık bir olay olmadı. Köyün tek kahvesi bizimdi, ben de her zaman kahvede oluyordum. Kahvede konuşulanları dinliyordum. O zaman kahvede sık sık konuşulan ödenen borçları tekrar tekrar isteyen tahsildarlar ile Tütün Korucuları (Kolcuları) denen özel görevlilerdi. Tahsildarlar ödenen borç için makbus verir, köylüler bu makbusu belli bir yere koyup saklamaz. Bunu bilen ahlaksız tahsildar, seneye geldiğinde kişiye borç gösterir. Kişi makbusunu gösteremez, verdiği parayı bir daha ödemek zorunda kalır. Tütüncüler de, tütün ekenlerin belalısıdır. Tütün ekenlerin tarlaları eksperlerce ölçülür. Zaman zaman denetlenir. Tarla sahibinden bekledikleri kadar tütün ister. Tütünler teslim edildikten sonra tarla sahibinin elinde bir miktar kalır. Tarla sahibi tütün alışkanı olduğundan kalan tütünlerini makineden geçirip içime hazırlar, Sigara kâğıdı satın alıp sigarasını kendi yapar. Böylece, sigara bayilerinin müşterisi azalır. Bunu önlemek için Devlet tütün ekenin kendi ürününden yararlanmasını önlemek ister. Bunun için sırtında martin tüfekleri, altlarında atlar, Kolcular gezer. Kolcular sık sık kahvelere gece baskını yapar. Akşamları karanlık basınca geldiklerinden, zaman zaman kahve yollarına nöbetçi bile dikerler. Çünkü Kolcular gelince önce kahvenin aydınlatıcılarını kırarlar. Bizim kahve Karpit denilen beyaz taşla aydınlatılırdı. Bir keresinde o taşlar birinin yüzüne düşmüş, doktorluk bir olay oldu, dava açıldı. Ancak bir sonuç alınamadı ama bizim aydınlatıcı bir daha kırılmadı. İşin ilginci babam fena halde kızmış, korucular önünde yemin etti:
-Kendi vazifeniz için gelip benim lâmbamı bir daha gelip kıranı, şu kahve ortasında vuracağım, inanıyorum ki Allah’ım beni bu yüzden katil saymayacak; duyduk duymadık demeyin! demişti.
Korucular ise ne polis, ne de gerçek bir Devlet görevlisi, düpedüz köylerden seçilmiş uşaklardı. Hamitabatlı Sait’i köyde herkes tanıyordu. Önce kendi köyünde köy bekçisiydi; zaman zaman bizim köye uğrar, saatlerce kalırdı. Hamitabat tarlaları bizim köyün kuzeyinde, Deveçatak köyüne dek sürer, oralara gidenler çoğunlukla bizim köy içinden geçerler. İşte bu Sait sonraları elinde belki hiç patlatmadığı bir Martin, kahveleri basardı. Tütün gibi üzümler de kontrol edilirdi. Ancak bağlar, tütün gibi gözetim altında değildi ama Bağ Bozumlarından sonra bir gözetlemeden söz ediliyordu. Bunların gözetimi, el altından para ile yaptırıldığı söylentisi vardı. Üzüm satmak serbestti ama suyunu sıkmak yasaktı. Hele suyunu sıkıp saklayan kesinlikle cezalandırılırdı. Bizim bağımız köyde büyük bağlardan biri sayılırdı. Üzüm suyu genellikle pekmez için kullanılır ama şaraba dönüşme de oluyordu. İşte bu yasaktı. Çünkü şarap yapıp içilmesi özellikle de satılması durumunda o zamanki kapitülasyon artığı İnhisarların şaraplarında satış azalırdı. Bunu önlemek için İnhisarlar bekçileri vardı. İşte bunlar resmen Devlet’in jandarmasıyla geziyor, evleri basarak arama yapıyorlardı. Şarap bulduklarında, fıçıları delip akıtıyorlar, para cezası vermiyorlardı. Bizim evde şarap çok yapılırdı. Bizim şaraplar, samanlıkta, saman yığınları altına saklanan fıçılarda korunuyordu. Uzun süre öteki komşuların şarabı dökülürken bizim şaraplar kurtulmuştu. Ancak bir yıl, bizim samanlık basıldı, fıçılar delindi. Samanlık duvarla çevrili olduğu için samanın altında kaldı, aylarca mahalleli şarap kokusu kokladı. O zaman anlaşıldı ki, bunu birileri duyurmuştur. Çünkü bizim samanlık, köydeki ötekiler gibi eğreti, sap örtülü değildi. Hayvanların kaldığı ahırların devamı olduğundan samanlık olduğunu ancak köylüler biliyordu. O eski sömürü artıkları kaldırılınca bu rezaletler bitti ama bu kez de Devlet sıkı önlemler aldı. Ancak Devlet işleri sıkı tuttu, uymayanlara ceza uyguladı, hatta uymayanları hapse atarak, bir dereceye dek önledi. 1940-1943 arası da tüm çalışanları askere alınca bizim köyde bağcılık hemen hemen kalmadı. Çünkü bağcılık özen hizmet isteyen bir olay. İki ağabeyim askere alındığında köyde parayla işe götürülecek kimse kalmamış, 20-40 yaşları arası sağlıklı tüm erkekler asker olmuştu. Üç yıl bakımsız kalan bağlar, kurumamışsa da yozlaşmıştı. Sil yeni baştan gene çalışılıyor ama eski duruma getirilemeyeceği de biliniyor.
Beni sessiz sessiz dinleyen arkadaşlar, sanırım söyleyecek söz bulamadılar. Nihat Şengül ise:
-Kesi Bağlarında bir top gülüm var! diyerek şarkıyı anımsattı. Geçen yılki gezimizde bunu çok söylemiştik. Konya anımsandı.
Öteki arkadaşlara söylememiştik ama, birbirine duyuranlar olmuş, oldukça kalabalıklaştık. Onlarda bir ilgi:
-Ne dinleyeceğiz? Olayı açıkladım:
-Kısa, sevilen parçalar, hemen hemen hepsi radyoda sık sık çalınıyor.
Weber, Dansa Davet. Kemancılar uyuklar gibi dinliyorlar. Dansların ikisinin de beşerli grup oluşturduğunu söyledim. Horra Stakato, çok bilinen bir eser, Harre, James’i hiç unutmuyorlar. Zigeunerweisen az dinlenmesine karşın ilginç bir keman parçası. Romen Rapsodisi’ni ara ara çaldığımız için zaten beğenilenler arasındaydı. Romen Rapsodisi gibi Bela Bartok’un Romen Dansları da arkadaşların sevdiği eserlerdi. Sonuçta, herkes hoşnut kaldı. Arkadaşlar kendi beğenilerine göre dinlenen eserleri anarak dağıldılar.
Yatınca, arkadaşlara anlattıklarımı düşündüm. Kendi kendime sordum:
-Doğru mu düşünüyorum? Sahiden bizim köylüler öteki köylülerden farklı mı? 1928 yılından beri okulla ilgiliyim. Bu süreçte hiçbir köylümden okul ya da öğretmenler aleyhinde söz işitmedim. Yakın köyümüz Hamitabat okuluna kaydımı yaptırıp gitmeye başlayınca hemen arkamdan bir arkadaş katıldı. İkinci yıl 5 arkadaşım olmuştu. ben 5. sınıfı bitirince gidenlerin sayısı 10 olmuştu. Daha sonraları da köye gidince hep gözledim, Eğitmen Mustafa Ağabey 10. yılını doldurdu. Son gördüğümde de ilk yılki gibi herkesin saygısının sürdüğüne tanık oldum. Dinlediklerimle gördüklerimin bu denli farklı olmasının nedenlerini düşünürken uyudum.
5 Aralık 1945 Çarşamba
Geçen hafta çarşamba günü tatil olarak geçmişti. Bu hafta kesinlikle öğretmen kendi programını uygulayacaktır. Ben böyle düşünüyorum. Ancak Burhan Güvenir’e çatmak isteyenler dilediklerini söylüyor:
-Doç. senin Çeltikçi’de tiftik keçisi yok mu? Burhan Güvenir:
-Var, tiftik mi alacaksın?
-Alırsan sana bedava veririm! Birkaç kişi birden:
-Neden bedava?
-Susması için! Ahmet Allı:
-Olmayan şeye neden “Var!” diyorsun, hemşerim? Burhan Güvenir:
- O ne bilir tiftiği? Başka bir hayvan tüyü verir de dilinden kurtulurum.
Kahvaltıda da söz edildi; sabah çatışmalarını hep belli kimseler yapıyor. Bunların sesleri derslerde pek çıkmıyor. Bu da bir psikoloji konusu olabilir mi? Bunu bir süre konuştuk; biz de bunu bir derste öğretmene soracağız. Ancak öğretmen örnekler isterse ne söyleyebiliriz? Konuşanların adlarını veremeyiz. Öğretmen kesinlikle örnek ister. Sabah kalkınca insanlar konuşur, söz gelimi her sabah “Günaydın!” diyen bir kişinin bu alışkanlığı neden konu olsun? Bir süre tartıştıktan sonra kararımızdan caydık.
Doç. İbrahim Yasa, paltosunu çıkarmadan geldi, özür diledi, hafif soğuk algınlığı varmış. Arkadaşlar bunu duyunca, sessizce sözün sonunu beklediler. Öğretmen, önündeki kâğıtlara bakarak:
-Bu hafta da Anadolu’ya yayılan atalarımızın yerleşim şekillerini konuşalım. Günümüzde düzensiz yerleşmiş köylerin asıl kusurları nerelere dek uzanıyor? Bu, neden böyle olmuş?
Öğretmen önce Malazgirt Savaşı tarihini sordu. Malazgirt’in yeri saptandı. Van dolaylarında yerleşimleri, giderek batıya yayılan göçmenlerin hangi yörelerde yerleştiklerini anlattı. Daha sonra, Selçukluların kurduğu devletin çatısını anlattı. Selçuklular dağılınca oluşan Beylikleri saydı. Aynı kökten gelen insanların neden birleşemediği konusu üzerinde durdu. Bu ayrılımın nedenlerini tahminî olarak söylediğini vurguladı. Bu ayrılıkları Osmanlı Devleti güçlenince zorla kendisine kattığını, ancak kültürel yönden içine sindiremediği için yaygın alandaki köylerin bu kez de bir önceki, ora halklarının etkisinde kalarak, geleneklerinden de kopmalar olduğunu, bu kopuklukların tarikatlar aracılığıyla giderek arttığını, Osmanlı Devleti güç kaybedince türeyen Celâlilerin bu ayırımı tetiklediğini anlattı. Kendisinin Hasanoğlan üstüne yaptığı kısa bir soruşturmadan, köyün eskiliğine karşın, insanların eski ile ilgili ilgilerinin hemen hemen olmadığını sezdiğini söyledi. Bütün söylenenlerin ancak yüz yıllık bir ömrü olduğunu, oysa buraların Yıldırım Bayezit-Timur savaşından önce bizim olduğunu tarihin net olarak yazdığını anlattı.
Öğretmen bundan sonra Dergide çıkan Hasanoğlan Köyü ile ilgili yazıları sordu. Yazıların görünen ya da çok bilinen olayları aldığını, tarihin derinliğine irdelenmediğini, işte bu yüzden bilinenden öteye gidilemediğini anlattı: “Kaynakta oturanlar oturduğu yer hakkında bilgisiz olunca araştırıcılar ne yapsın? ‘Kısa kes Aydın havası olsun!’ hesabı olur!” dedi. Öğretmen az duraksayınca Harun Özçelik parmak kaldırdı. Harun:
-Öyleyse bizim Trakya’daki köyler buralara göre daha şanslı, en eskisinin 150 yıllık geçmişi vardır. Bunların hiç değilse mezarlıklarında taşlara yazılmış tarihler var.
Öğretmen neredeyse hoplayacak gibi toparlanarak:
-Elbette, çok iyi söyledin, bu önemli; bakın Hasanoğlan mezarlığındaki taşların tarihi son 100 yıl içindedir. Oysa, çevrede elden geçtiği açık açık görülen kalıntılar çok eskileri söyler gibidir. Dergide Tahir Erdem’in yazdıklarını okudum. Doğal olarak Hasanoğlan, çevresi, bu çevrede insanlar vardı. Gerçekten o zamanlar da adı, Hasanoğlan olarak anılmış olabilir. Bizim konumuz, bir düzen içinde yaşayan insanlardır. Göçebe toplulukları konuşurken buna da değiniriz. Bizim köyümüz yerleşik düzene geçip oturmuş topluluklardır. İşte size en güzel örnek Hasanoğlan’dır. Bir yandan 500 yıllık geçmişinden söz ediliyor, öte yandan, o mekânın adıyla anılan kimliği belirsiz insanlardan. Toprak her zaman bir değerdir, kiracıya verilir, kirası alınır. Bunlar vergi sistemi içinde hep kayıtlara geçer. Ancak işleyenlerin bir köy oluşturup oluşturmadığı bizim konumuza girmektedir. Bu kesin kayıtsızlık Anadolu’nun geniş bir alanında vardır. Bu nedenle ben, söze başlarken “Köylerimizin ilk konumlarının kusurlu oluşu, günümüze dek gelmiştir!” diyerek söze başlamıştım. Gene tarihe dönelim; Selçuklu Birliği dağıldıktan sonra 10 dolayında devlet kurulmuştu. Nelerdi onlar? Menteşoğulları! Günümüz Orta Anadolu’su, Sivas yöreleri. 100 yıl kadar süren bir süreç. Devlet, kendine özgü bir düzen kurdu, ortaya yasalar koydu. Sınırlarını dışarıyla keserek insanları dilediğince yönlendirdi. Bu yönlendirmede konuşulan dilde bile ayrıcalıklar belirdi. Örneğin Konya çevresinde Karaman Beyliği kuruldu. Bunun ömrü daha biraz daha uzun oldu. Sanırım o da ancak 200 yıl yaşadı. Bu Beylikte olan bir olay hep anılır. Bir Karaman Beyi, bir buyruk yayınlar:
-Bundan böyle Türkçe konuşulup Türkçe yazılacaktır! Demekki, ora halkının daha önce dili bile Türkçe değilmiş. Fatih Sultan Mehmet, Karaman Beyinin kızı ile evlendirildiğine göre bu beylik 1440’larda vardı. Osmanlı Beyliği 1300 yılında kurulduğua göre söz konusu devlet en az 140 yıl yaşamış olmalı.
İşte bu ayrılıklar, köy toplumlarını etkilediğinden bizler beklediğimiz benzerliği bulamıyoruz. Çünkü Osmanlılar, bu parça buçuk kendine özgu kurumları birleştirici bir duruma kalkışmadı. Üstelik daha karmaşık bir durum yarattı. Az önce arkadaşınızın değindiği gibi çöküş döneminde kaybedilen yerlerden gelen göçmenler, geldikleri yerlerdeki yaşamlarını sürdürecek biçimde birer birim olarak göçüp Anadolu’ya yerleştiler. Kafkaslara inen Ruslardan kaçanlar, Orta Anadolu yörelerinde özellikle Eskişehir dolaylarında kendi özelliklerini taşıyacak kurumlar oluşturdu. Balkanlardan gelenler de oradaki gelenekleriyle gelip Trakya’ya yerleşti. Bitmedi, 1071’de başlayan göçler zaman zaman hep sürdü. Sonradan Yörük diye adlandırılan bu tür göçmenler 19. yüzyıla dek Güney Anadolu’da gönlünce dolaştı. Tanzimat’la başlayan uygarlaşma girişimi nedeniyle Güney Anadolu’daki Yörükler yerleşime zorlandı. Uzunca bir didişmeden sonra bu konu da yeni bir yerleşim biçimi ortaya çıkardı. Yörükler olayını çağrıştıran Dadaloğlu’nu bilirsiniz:
Kalktı göç eyledi Avşar elleri,Ağır ağır giden eller bizimdir.Arap atlar yakın eder uzağı,Yüce dağdan aşan yollar bizimdir. Belimizde kılıcımız Kirmanî,Taşı deler mızrağımızın temreni,Hakkımızda devlet etmiş fermanı,Ferman Padişanın dağlar bizimdir. Dadaloğlu yarın kavga kurulur,Palar tüfek, davlumbazlar vurulur,Nice koç yiğitler yere serilir,Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir. Dadaloğlu
Bu sözler bir gerçeği yansıtmaktadır. İşte bütün bu nedenlerle toprağa yerleşme yurdumuzda bir sosyolojik birliğe pek uymamaktır. Gene de biz onlara birleştirici bir gözle bakıp ortak noktalarını ele almaya çalışacağız. Amerika’da kurulan toplumsal birimler için de benzer bir kargaşa görmüştük. Onlar, bizimkilerden farklı göçmenler olduğundan değişimlere kolay uydular. Tabanları oluşturan katmanların kültürel farklılıkları bizim işimizi zorlaştırıyor. Menteşoğulları ya da Karaman Beyliğini örnek verirken üstünde pek durmadım. 100, 150 yıldan söz etmiştik. Devlet anlayışının halk üzerindeki etkisine bir örnek olarak kendimize bakabiliriz. Cumhuriyet kurulalı şunun şurasında henüz 20 yıl geçti. 20 yıl önce okullarda böyle mi konuşuluyordu sanıyorsunuz? Bir takım köşe yazarları sızlanıp duruyor:
-Çocuklarımızla anlaşamıyoruz! diyorlar. Menteşoğlu Beyliği içindeki Kayserili ile Karamanoğlu Beyliğinde kalan Niğnelilerin, 40 yıl sonra farklı konuşmadığını nasıl söyleriz? Tarih bilgilerimiz ışığı altında bu konuyu biraz daha irdeleyip, şekillendirirsek, olaya daha bilinçli yaklaşacağız!
Öğretmen gülümseyerek ayrıldı. Öğrtmenin ardından kalkanlar, sessizce oturdular. Sakallı Ahmet sessizliği bozdu:
-Şimdi iyice anladım, Egeliler neden Zeybek, Konyalılar Kaşık Oyunu oynuyorlar. Gülenler oldu. Kadir Aytekin, her zamanki gibi Konyalılara karşı oldu:
-Konyalılar kaşığı sever, boğazlarına düşkündür! Karşılığını çabuk aldı. Muttalip Çardak:
- Gene kafayı buldun afyonlu keş! deyince kahkalar yükseldi.
Bölüm Başkanının tembihini bildiğimiz için koşuşarak salona döndük, Gerçekten bekleniyormuşuz, kısa bir konuşmadan sonra hep birlikte Enstitü Bölümüne gittik. Bugün, Enstitü 3. sınıftayız. Ali Kuş arkadaşımız ders yapacak. Arkadaş, atak değildir ama sakin olmasına karşın dirençlidir. Bana göre çok rahat olarak derse başladı. Öğrencilerin çoğu benim mandolin grubumdan, onları tanıyorum. Ali Kuş, kendiliğinden mandolin çalışanları sordu. Yarısı parmak kaldırınca, sevindiğini söyleyerek mandolini alıp şarkı melodilerini sorarak öğrencilerin ilgisini topladı. Kendisi de mandolini oldukça iyi kullandığından karşılıklı ilgiyle dersin havasını belli bir noktaya yükselttikten sonra ara ara sorular yöneltti. Öğrenciler neredeyse yarışa hazırlanır gibi tetikte etkinliğe katıldılar. Bu kez de mandolin çalışmamışları sordu. Onlar, o sınıfa daha sonra katıldıklarından, bu farklılık doğmuş, çocuklar hevesli, çalışmak istediklerini söylediler. Ali Kuş onlara da söz verdi, haftanın bir gününde kendilerine yardım edecek. İkinci ders daha canlı geçti. Ali Kuş gerçekten bir öğretmen gibi öğrencilerin isteğine uyuyormuş gibi davranarak programını uyguladı. Şarkıların, türkülerin, gerektiğinde kusurlarını söyleyip düzeltmeler yaptı. Özellikle marşlardaki anlamsız ses yaymalara dikkat çekti.
Sahiden geçen iki saatin çok verimli kullanıldığına inanarak derslikten döndük. Dönünce Bölüm Başkanı, Ali Kuş’a takıldı. “Buradaki derslerde de bu canlılığı bekliyoruz!” dedikten sonra arkadaşlara bakarak:
-Değil mi? diyerek sordu. Bu soru, başka sorulara neden oldu: Bölüm Başkanı bunu neden sordu?
-Beğenmediği taraf vardıysa neden açık açık söylemiyor?
Bence, bu sözün, bu dersle ilgisi yoktur. Ali Kuş arkadaşın keman çalışmasını yetersiz bulduğunu söylemek istemiştir. Çünkü iki saat boyunca Bölüm Başkanı güleç bir yüzle arkadaşı izlemişti. Bu nedenle:
-Ali, iyisin, ancak aksayan tarafını unutma! diyemez mi?
Yemek boyunca konu bu oldu. Ali Kuş bizim masada olmadığı için zaman zaman yerildi de. Ancak, genelde arkadaşımız, hepimizin sevgisini kazanmış durumda, söylenen sözler, çoğunlukla övgüye yönelikti.
Salona dönerken, beklemediğimiz durumla karşılaştık, yağmurla kar arası bir çiselti. Kendi salonumuza girince pencerelerden karşıya bakınca gördük ki Lalabel Yokuşu görülmüyor. Oraları zaten karlı idi ama yer yer kara da bulunuyordu. Arkadaşlar:
-Ooo, mooo! diye ünlemleşirken ben, 1941 Aralık ayını anımsadım. Daha önce Kepirtepe’ye döneceğimiz bir kaç kez duyurulmuş, ancak söylenenler gerçekleşmemişti. Bu kez kesinkes 4 Aralık günü verilmişti. 2 Aralık günü gene gecikmeden söz edilince sabrımız tükenmiş olacak, Mustafa Saatçı, Cavit Kafkas, Hasan Gülümser, Süleyman Gege, yeğenim İsmet’le ben, kaçıp gitmeye karar vermiştik. Ancak, o sıralar göz gözü görmeyecek bir kapalı havada kar yağmaya başladı. Biz kaçmaktan vazgeçtik ama bu sıra küçükler ağlaşmaya başladılar. Namık Öğretmen’le Hidayet Gülen Öğretmenler, bizimle konuştu, gidileceği üstüne kesin söz verdiler. Gene de kuşku ile karşıladık ama dışarda yağan karı görünce iyice çaresiz kalmıştık. Selçuk Korol öğretmen bu iş için Ankara’ya gitmişti, dönünce muştuladı:
-Yarın hazırlanıp ertesi gün gidiyoruz! O geceyi hiç unutmuyorum, çok uzun bir süre gözlerim açık, sabahı beklemiştim. Gerçekten 4 Aralık 1941 sabahı yola çıkmıştık.
Bölüm Başkanı, kemancıları toplayınca Küçük Oda’daki piyanoya oturdum. Ara ara yan pencereden karşılara bakıyorum, Daha önce kararmış durumdaki hava giderek aydınlandı. Ancak göz gözü görmüyor. Kendi kendime değerlendirdim: Önce yağmurla karışık yağan kar giderek salt kara dönünce renk değiştirdi.
Kendimi çalışmaya kaptırınca kuruntular dağılıyor. Salonda gürültü başlayınca aynı zaman da kapılar da açılıp kapanmaya başlıyor. Belli ki toplu çalışma paydos edilmiş. Tüm yakınmalarına karşın kemancı arkadaşların çoğu kendini sıkarak çalışamıyor. Özellikle sigara tiryakileri, Bölüm Başkanı ayrılır ayrılma cızlamı çekiyor. Bunları düşünerek bir süre daha çalıştım. Kalkınca baktım ki yalnız ben kalmışım. Etraf aydınlık. Binaların üstü dahil her yer kar. Aydınlık da kar aydınlığı. Gene 1941’i anımsadım, o zaman da böyle olmuştu. Arkadaşlar çoktan oturmuş, Halil Yıldırım takıldı:
-Kusura bakma, karı görünce yolu şaşırdın sandık! Arkadaşın şakasını fırsat sayıp 1941 olayını anlattım. Salih Baydemir geldi:
-Kepirliler, bizim salonda toplanacağız!
Salonda başkaları da var ama bir köşeye sıkıştık. Sami Akıncı’dan Mustafa Saatçi’ye, Yusuf Asıl’dan Harun Özçelik’e mektup gelmiş, onlardan iyi haberler aldık. Sami Akıncı’nın ciğerleri lekesiz çıkmış, çok sevinçliymiş. Yusuf Asıl da öğretmenliği sevmiş, kendi köyüne atama yaptırabilirse, buraya dönmekten vazgeçebilirmiş. Bir süre onları konuştuk. Ancak Yusuf’un bu anlamlı vazgeçiş olayı içimize kurt düşürdü; rahatsızlığı belki sürüyor, geçici bir iyilik sürecindedir. Halil Basutçu tanık olmuştu, Yusuf’un olayını bir kez daha anlattı. Ona göre:
-Çok basit bir rahatsızlığın sürüncemede bırakılarak uzatılması arkadaşı bu duruma düşürdü! Arkadaşların bellekleri uyandı; Ruşen Baksi’nin ölümü anıldı. Arkadaş öldükten sonra doktor geldi. Kamyona atılıp doktora yetiştirilseydi belki kurtulacaktı. Bir başka olayı, Eğitimbaşı Kemal Üstün’den dinlemiştik. Kemal Üstün ayıflanarak:
-Bir arkadaşımızı aniden kaybettik! demişti. Harun Özçelik dayanamadı:
-Yalancı, bir arkadaşımızı diyor, daha önce de bir arkadaşı harcadılar. Onunki ise iyice ihmal. Çoğumuz duymamış, küçük sınıflardaki kızlardan biri rahatsızlaşmış, aldıran olmamış, bir süre sonra, tedavi gecikmesi yüzünden kız ölmüş. Çok cici de bir kızmış, Sabriye Turan, tanıyanlar günlerce arkasından ağlamış.
Arkadaşlar bu kez:
-Hep acıları anmayalım, içinde bulunduğumuz koşulları giderek daha iyi öğreniyoruz. Yeni parti kurulursa karşımızdakiler iyice azacak. Bizler Köy Enstitülerinde olacağımız için belki bir ölçüde korunacağız ama köylerdeki arkadaşlarımız daha fazla acı çekecekler.
Konuşmalar sürdükçe kendimize gene de pay çıkardık:
-Bizim Trakya bu bakımdan daha iyi, gezip gördük, arkadaşlarımız oldukça rahat. Ayrıca Trakya’da okul seferberliği öteki yöreler gibi yaygın değil. Ben bizim Lüleburgaz’da hiçbir sorun olmadığını anlattım. Kırklareli çevresindeki arkadaşların hemen hemen hergün Kırklareli parkında olduklarını söyledim. Kamil Varlık, Naci Aydın, Haydar Mandacı, İsmet Yanar, Numan Bayazıt, Mehmet Özeren’den söz ettim. Arkadaşlar da gözlemlerini anlattılar. Konuştukça oldukça rahatlamış olarak dağıldık.
Yatınca yeni bir karar verdim, bu konuları bir süre düşünmeyeceğim. Düşündükçe işin içine daha derinlemesine giriyorum. Oysa benim önümde oldukça emek isteyecek bir bitirme tez konum var! Çenem açılabildiğince gerilerek esnedim. sanırım hemen uyudum.
6 Aralık 1945 Perşembe
Hamdi Öğretmen adı geçti. Gelmiş mi? Geldiği akşam söylendi. Gene de kuşkuyla dinledim. Gelmiş, bir başka olaydan ötürü anılmışmış. Tembel bir kardeşi varmış, yıllardır, fakülteyi bitirememiş. Oysa kendisi çok onurlu, çalışma konusunda titizmiş, tembelliği sevmezmiş. Kardeşi nasıl böyle olurmuş? Bunu duyunca ben de şaştım. Ama ben Hamdi Keskin öğretmenin kardeşi için böyle konuşmasına şaştım. O, bunu geçen yıl bize de anlatmıştı. Ancak ben onu bir başkasına örnek olsun diye (güven vermek için) kendini seçtiğini sanmıştım. Demek ki ben, Hamdi Keskin öğretmeni tam olarak değerlendirememişim. Gerçekten, geçen yıl nasılsa çalışmayan öğrencilerden söz edilirken öğretmen de öğretmenlik sürecinde değişik anlayışta öğrenci gördüğünü, ancak bunların hepsi için tembel diyemediğini, çoğunun kendi yöntemleriyle çalışırken kimi kez olumsuzluklarla karşılaştıklarını anlatırken, kardeşini tembel olarak değil, çalışma yöntemi olarak örneklemişti. Kardeşi sınav günleri kitabı açmaz, başını dinlendirirmiş. Kendisi de ağabey olarak ona yöntem öğretmeye kalkışmazmış. Sınav sonunda kardeşi başarılı olurmuş. Kardeşinin yöntemi, sınav kapısında durup çıkan arkadaşından sorulan soruları öğrenmekmiş. Kendisine sıra gelince girer, başarılı olarak çıkarmış. Ancak Hamdi Keskin öğretmen kardeşinin yıllarca sınıflarda beklediğinden söz etmemişti. Böyle konuşanlar bence haksızlık ediyorlar. Ayrıca öğretmen kardeşi için, “O şimdi bir Hukukçu olarak çalışmaktadır!” demişti.
Kahvaltıda oldukça üşüme numarası gözledik. Hava gerçekten soğuk. Hamdi Keskin öğretmen geçen derste:
-Turumuzu tamamlayıp, günümüz Edebiyatçıları üzerinde duracağız! demişti. Arkadaşlar, öğretmenin kişiler üzerinde durduğunu bildiği için tartışmaya kalkıştılar. Ekrem Bilgin erkenci:
-Yahya Kemal Beyatlı, Kamil Yıldırım, Reşat Nuri Güntekin! dedi. Benim aklımdan Ömer Seyfettin geçti ama söylemedim. Bu arada Ziya Gökalp adı da geçti.
Salona dönünce, sahiden onlar konuşulacakmış gibi onları anımsamaya çalıştım. Reşat Ruri Güntekin’den çok okumuş, okuduklarımın da özetlerini çıkarmıştım. Bir an Halit Ziya Uşaklıgil’i düşündüm. Onun Mai ile Siyah’ını da okumuştum. Derken Hamdi keskin öğretmen geldi. Önce Orta Anadolu soğuklarının zaman zaman sert geçtiğinden söz etti. Ancak bu sertiğin uzun sürmediğini söyledi. Gülümseyerek:
-Kış Baba! masalları okunuşsunuzdur. Kış Baba insanlara bir göz dağı verip kendisine bağladıktan sonra alıştıra alıştıra normal kurallarını sürdürürmüş. Biz de onun kuralına uyacağız! deyip gülümsedi.
Öğretmen daha sonra,
-Şimdiye dek (bu yıl için), hep kişilerden söz ettik. Tanzimat’la başlayan Batılılaşma sonunda yurdumuzda da topluluklar oluşmuş, Edebiyat alanında kişilerden çok bu topluluklar anılır olmuştur. Geçen yıl bir nebze Serveti Fünunu’dan söz etmiştik, onun gibi. Serveti Fünun dışında kalan gençler (o zamanın gençleri) Ziya Gökalp, Ali Ulvi (Elöve), Ömer Seyfettin Genç Kalemler etrafında toplanıp yeni bir anlayış getirmişlerdi. Tıpkı Serveti Fünun’da olduğu gibi bu yazarlara da Genç Kalemler adı verilmiştir. İşte bugün bu topluluğu tanımaya çalışacağız. Bunlardan Ömer Seyfettin’i hepinizin tanıdığını bilir gibiyim. Keza Ziya Gökalp için de öyle diyeceğim. Ali Ulvi o denli derinlemesine bir etki yapmamasına rağmen o günlere göre çok duru diliyle halka kadar inmiş bir şanslı şairimizdir. Kendisi öğretmen olduğunda çocuklara şarkı sözleriyle yaklaşıp unutulmazlar arasına girmeyi başarmıştır. Bildiğiniz gibi Atatürk Samsun’dan Anadolu’ya çıkarken onun sözleriyle bestelenmiş Gençlik Marşı’nı söylemiştir. Oysa Ali Ulvi de Atatürk’le yaşıttır. Buradan anlıyoruz ki Ali Ulvi, özellikle o günlerin gençleri üzerinde etkili bir kalemmiş! Ömer Seyfettin’i genel olarak tanıdığınızı sanıyorum. Ömer Seyfettin, Genç Kalemleri ortaya attı. Öz Türkçe kuralına tam anlamıyla bağlı kalmış, o yolda hikâyeler yazmıştır. Neydi onların amacı? Serveti Fünuncularda gördüğümüz gibi, halktan kopmuş bir dille halka uygarlığı anlatmak (!) Bunun olmayacağını onlar da biliyordu ama, akımlara kapılanlar, yollarından kolay dönememektedir. Gnç Kalemler için bir Edebiyat Akımı demek kolay değildir. Ancak büyük bir ön seziyle onlar, gelecekte kurulacak Cumhuriyet dönemine büyük bir kapı açmıştır. Gerçekte, halkın anlayacağı dille yazmak başkaları tarafından da savunulmuştur. Örneğin Mehmet Emin Yurdakul, Mehmet Akif, Rıza Tevfik Bölükbaşı bu konuda bireysel olarak direnmişlerdir. Ancak Genç Kalemler, bir birlik olarak çıkış yapınca, Yenilikçilik sıfatı onlara yakıştırılmıştır. Genç Kalemler’in çıkış yeri Selânik’tir. Tüm Osmanlı kalem erbabı İstanbul’da iken onların Selânik’ten çıkışını düşünelim; kentlerin kendine özgü kültür birikimi olur. Ordu bakımından da dikkatinizden kaçmamıştır, yenileşmelerde Selânik anılır. Müstebit olarak anılan padişah 2. Abdülhamit, Selânik’ten gelen Hareket Ordusu zoruyla tahttan indirildi. Atatürk ve yaşdaşı uyanık subayların orada odaklandığını biliyoruz. İşte Genç Kalemler de uyanık toplumların desteğiyle bir tür başkaldırdılar. Bunlardan çok öne çıkmış biri ikisi üzerinde duracağız. Özellikle Fikir Hayatımız açısından çok önemli bir yeri olan Ziya Gökalp’in Edebiyatçı olarak da bizim kültürümüzde önemli yeri vardır. Dikkat ederseniz bizim kültürümüzde sözümü bastırarak söylüyorum. Bizim Kültürümüz, henüz emekleme düzeyinde sayılır. Bakın Dünya Kültüründe yarışanlar var. Giderek önemsenen Nobel Ödülünü almak için yarışanlar var. Biliyorsunuz, Nobel Ödülü, dünya çapında yankı yapan kitap yazarlarına verilmektedir.
Mehmet Gönül parmak kaldırdı:
-Efendim, biz hep duyuyoruz ama bu Nobel Ödülü’nun ne olduğunu doğrusu, bilmiyoruz. Öğretmen az düşünür gibi durduktan sonra, “Öyleyse özetliyeyim!” deyip:
-İsveçli bir yol mühendisi, dağları taşları aşan yollar yaparken, daha çok taş yığınlarında zorlanır. Sonunda büyük taş kitlelerini barut gücüyle parçalama fikrine saplanır. Yıllar geçen uğraşı sonunda dinamit dediğimiz buluşu sayesinde emeline ulaşır. Yol yapımında bu büyük bir kolaylık getirir. Mühendis Nobel, İsveçlidir ama iş alanı tüm Rusya gibi, Avrupa’nın öteki ülkelerine de yayılır. Uçsuz budaksız Rus steplerini, Kafkas Dağlarını aşan tren yollarını açmasının ötesinde; başta İtalya, Fransa, Almanya neredeyse 10’un üstünde ülke onun iş alanıdır. Ancak dinamit kullanma zorlu bir iştir, bu işte çalışanlardan yüzlerce, hatta binlercesi yaralanır, ölür. İşler daha da genişleyince ölümlerin artması, Alferd Nobel’in vicdanını depreştirir, işlediği günahları düşünerek tüm insanlığın ilgisini çekecek bir ödül kurar.
Alfred Nobel
Bu ödül, sanat ve bilim dallarında olmak kaydıyla beş alanda verilir. Benim izleyebildiklerim Edebiyat alanındakilerdir. 1895’te vasiyet edilen bu ödüllerin verilmesine 1901’de başlandı. Ödüle kişiler kendileri katılamaz. Ödüller için değişmez kurallar konmuştur. O yıl içinde yazılması gerekmez; sürekli, sanat değeri olan yazılar yazıp bunları kitaplaştıran yazarlar, dünyanın her yanında kurulmuş Nobel Ödülü görevlilerince izlenip İsveç merkezine bildirilir. Orada bulunan sürekli Nobel Ödülü bürosu, gelenleri inceletip Seçim bürosuna bildirir. Buradaki sürekli seçim görevlileri aralarında anlaşarak o yılın ödül sahibini tüm dünyaya duyururlar. Ödül alan kitaplar gibi yazarları da uluslararası bir ün kazanarak dünya basınında yankılanır. Seçilen eserler genellikle tüm insanlığı ilgilendiren konuları işleyen eserlerden olur. Bu nedenle kazanan yazarları tüm dünya okurları tanırlar. Anatole France, Pearl Buck, İvan Bunin, Selma Lagerlöf, İbsen, Tagore gibi… Biri Fransız, biri Amerikalı, biri Rus, biri İsveçli, biri Norveçli, biri Hintlidir.
Rabindranath Tagore Selma Lagerlöf Henrik İbsen
Pearl Buck İvan Bunin Anatole France
Anatole France, (1921) Thais, Penguen Adaları,
Pearl Buck, (1938) Sarı Eesirler, Ana,
Ivan Bunin, (1933) Gece, Mitya’nın Aşkı,
Selma Lagerlöf, (1909) Gösta Berlin, Romalı Kanı,
Henrik İbsen, (1902-1904-1906) (Üç kez aday gösterilmiş) Hedda Gabler, Nora-Bir Bebek Evi,
Tagore, (1913) Aşk Armağanı, Acıkan Taşlar.
Bakın aralarında bizden biri yok. Biz ancak kendimizi toparlamaya çalışıyoruz. Umutsuzlaşmayalım, bir gün bizden de birileri o listede yer alacaktır.
Öğretmen, bize dönerek:
-Bu anlattıklarımı bir çok kaynaktan sizde öğrenebilirsiniz. Özellikle de sonbaharda (çünkü ödül, aralık ayında verilmektedir) gazetelere dikkat ederseniz, bu konuda çeşitli bilgilerle karşılaşırsınız.
Öğretmen daha sonra Ziya Gökalp’ten Ahlâk şiirini okudu.
AhlâkAhlâk yolu pek dardır,Tetik bas, önün dardır.Sakın hakkım var. deme,Hak yok, vazife vardır. Hak milletin, şan onun,Gövde senin, can onun,Sen öl ki, o yaşasın,Dökülecek kan onun. Ben, sen yokuz. biz varız,Hem Oğan, hem kullarız,Biz demek bir demektir,Ben, sen ona taparız. Ne derece hürmetin,varsa odur hizmetin.Kıymetin var, deme kiGerçek ola kıymetin. Bir şiirdir Türkili,Müz’ine bağlı beli.Bu Müz bir ahlâktır ki,Baş vermektir temeli. Millete ver canını,Ocağını, şanını,Bir âşık olcan bile,Fedâ et cananını… Ziya Gökalp
Oğan, kutsal olan, tapılan. Müz, ilâhi güzellik, insana ilham veren duygular.
Öğretmen sordu:
-Açıklamaya gerek var mı? Kimseden ses çıkmayınca:
-Devam edeceğiz! deyip ayrıldı
Şiiri ezber bilenler varmı,ş bir şiir yarışı başladı. Arada bir:
-Sen öl ki ben yaşayam! sözü sırıttı. Arkasında da “Çüş!” sesleri yükseldi.
Almanca dersimiz için biz ayrıldık. Kitaplıkta doç, Niyazi Çitakoğlu’nu bekler bulduk. Kitaplık gerçekten çok soğuktu. Bizim salonun boş olduğunu anımsayıp önerdik. Sahiden boşmuş. Öğretmen çok sevindi. Ancak benden piyano istedi. Arkadaşlar da bunu bekliyormuş. Bir süre onlara parçalar çaldım. Her parça sonunda Doç Niyazi Çitakoğlu bestecisini sordu. İşin ilginci her söylediğim bestecinin başka eserlerinden söz etti. Öğretmen konuştukça bizim Kepirli arkadaşlar şaşkın şaşkın bakıştılar. Belli ki onların dünyasında böyle bir bilgi yığma dertleri yoktu.
Öğretmen plâklara baktı. Don Juan Operası plâklarını görünce, bu kez de:
-Beynelmiler Hovarda! diyerek operaya konu olan Don Juan’ı anlattı. Don Juan’ın ayrıca tiyatrosu varmış. Sonunda da şaka olarak belirttikten sonra Don Juan’ın Türk ya da bi Müslüman olabileceğini, çünkü bıu tip olayların kaynaklarının hep İspanya’nın Sevilla bölgelerinden çıktığını anlattı. Sözü Endülüs Emevî Devletine bağladı. Abdülhak Hamit’in Tarık eserini okuyup okumadığımızı sordu. Benden başka okuyan çıkmayınca bana özetletti. Tarık’ın, yenik kral Rodrigo’nun görkemli sarayına girince söylediklerini anımsatınca öğretmen:
-İşte bakın, ayağı çıplak insanlar böyle bir lüksle karşılaşınca Don Juanlaşır! diyerek güldü.
Biz konuşurken gelenler oldu. 1. sınıflar da derslerini kısa kesmiş girince, öğretmen:
-Biz de bu kez öyle yapalım! “Aydın Havası olsun!” deyip ayrıldı. Öteki arkadaşlar da gidince biz bir süre çalıştık.
Yemekte tüm arkadaşlar soğuktan yakındılar. İşin ayırdında değiliz, kışın en şiddetli günlerine girdik. Hemşerim Kadir gene bir yanlış söz söyledi:
-1941 yılında bu kadar soğuk olmamıştı.
Benden önce Abdullah Erçetin “hık” etti. Bundan huylanan Kadir:
-Ne var, yanlış mı söyledim? Başını bana döndürünce:
-1941/ 8 Aralığında köye gitmiştik. Bizim orası da karlı idi ama bu denli üşümüyordum! diyerek çıkacak bir tartışmayı önledim.
Yemekte, yeni bir tartışma konusu:
-Malik Aksel öğretmen yarın gelir mi? Nihat Şengül vaatte bulundu: Gelmez diyenlere Kırmızı Tilki’de çay içirecekmiş. Ekrem karşı koydu:
-Orada şimdi çay içilir mi, neden Öğretmenler lokalinde değil? Halil Yıldırım:
-Orada olunca hepimizin “Gelmez!” diyeceğimizi biliyor.
Çay may diyerek kendi salonumuzun yolunu tuttuk. Hiç beklemediğimiz bir olay, Bölüm Başkanı gelmedi. Ancak, “Gelir” beklentisi içinde söz ederken, saatleri lâklâka ile geçirdik. Geç de olsa küçük odaya geçerek bir süre piyano çalıştım. Sevdiğim kimi parçaları tekrarlarken aksaklarımı görüyorum. Bir süre onları sıraya koyup tekrarladım. Baştan beri en çok uğraştıran, Mozart kv. 331 6. bölüm gene karşıma çıktı. Neredeyse sonuna dek iyi giderken son es’li üçlemelerle dörtlemelere gelinceye dek yorulan parmaklar, burada açık açık zorlanıyorlar. Gene de üstüne üstüne varınca, bir ölçüde olduruyorum. Hiç değilse ben öyle sanıp teselli buluyorum.
Kv 331
Bakarken dikkatimi çekti, o takıldığım vuruşlar, bir bölüm sonra geçilecek marş bölümünün başlangıcını hazırlıyor. Örneğin esli, essiz vuruşlar marş girişinde dörtlü olarak başlayıp sürüyor. Gerçekte Mozart sonatlarının bir çoğunda böyle, gelecek bölümlere hazırlık yapılmaktadır. Çalarken pek farkedilmese de, parçanın bütünü ezberlenince bu durum kendiliğinden ortaya çıkıyor. Belki de bu özelliğinden ötürü varyasyon deniyor. Ses genişlemesi, bir tür tekrar. Ancak ton ya da renk değiştirerek tekrar. Faik Öğretmen, sanırım sık sık bunun için der:
-Müzik, üstünde çok çalışanlara açılır; eğreti bakanlara kendini kolay kolay kaptırmaz.
Masada herkes, erken yatmaktan söz etti. Yatınca uyumak olası değil, böyle akşamlarda konuşmalar, ötekilere göre daha geçe kadar sürüyor. Yatıp kendimi aldatmak istemiyorum.
Yemekte herkes erken yatmaktan söz etti; ben de buna şaşıyorum; yatınca uyunuyor mu ki? Yatarken tartışanların gürültüsünden uyunmuyor.
Kararsızlık içinde masadan kalktım, Başkan Hasan Yılmaz, her zaman bekleyeceğini söylüyordu, uğradım. Gölköy çıkışlı arkadaşları vardı. Rasim Köktürk, Cemal Türkmen. Cemal Tükmen’le pek konuşmamıştım. Konuşkan biri olduğunu biliyordum ama bu denli övüngenliğini bilmiyordum. Öğretmenleri Bedri Akalın’ın kitabından bir şarkı gösterdi, o bestelemiş. Gerçekten kitapta adı geçiyor ama. bestelediği üstüne kesin bir bilgi verilmiyor. Gene de Cemal Türkmen’i ilgiyle dinledim. Ancak Cemal Türkmen, arkadaşlar arasındaki zıtlaşmaları biraz abartarak anlatıyor. Bunları dışarlarda da böyle anlatırsa, yanlış anlamalara yol açabilir. Ad vermedi ama “Birileri!” diyerek, onlar için şöyle bir söz söyledi:
-Soy adlarındaki Türk sözlerinden utananlar var, bunu açık açık söylüyorlar. (*) Az ötemizde Rasim oturuyordu, güldü, arkasından da:
-Hadi canım sen de; böyle anlamsız söylentilere inanıyor musun?
Hasan Yılmaz, konuyu değiştirdi. Konu değişti ama Cemal Türkmen’in dediği kafama takıldı. Benim Kepirli arkadaşım Emrullah Öztürk, böyle bir saçma söz söyler mi? Bizim, Kepirli bir arkadaşımız daha var, Recep Türköz. Öztürk, Türköz, farklı değil. O, böyle bir söz söyler mi?
Ben bunları düşünürken Cemal Türkmen ayrıldı. Cemal’in soyadına takıldım; onun adında da Türk var, o nedenle mi bu konuya takıldı? Hasan Yılmaz’a sordum. Hasan Yılmaz, sözü önemsemediğini söyledi. Cemal Türkmen için de:
-Arkadaş zaman zaman heyecanlanır, o anlar biraz düşüncesiz konuşur! deyip geçti. Hasan Yılmaz’ın yakın arkadaşlarından biri de Mehmet Öztürk. Böyle bir ciddî söylenti olsa onlar duyarlar. Hasan Yılmaz, benim böyle olayları yakından izlemediğimi söyledikten sonra uyardı:
-Abi, bizim okulun dışında bu tür olayların ne boyutlara vardığını izlemiyorsun! deyip çekmesinden bir gazeteyi bana verdi 5 Aralık tarihli Cumhuriyet. Baş sayfada kocaman bir başlık:
-İstanbul Üniversitesi öğrencileri dün büyük bir gösteri yaptı.
Haber şöyle devam etti: Üniversite Gençlerinin dünkü nümayişleri! Tan ve Yenidünya gazeteleri ile Görüşler dergisinin matbaaları ve iki kitabevi nümayiş esnasında tahrip edildi.
Altında koca bir resim, eli sopalı insan kalabalığı… Yazı şöyle devam ediyor:
-Hadisenin tafsilâtı, gençlerin ellerinde, “İspanya kardeş kavgasını içimizde yaratmak isteyen kızıllar kahrolsun!” ibareli levhalar vardı…
Olay çoktan arkadaşlarca duyulmuş, masalar etrafında kümeleşerek bunu konuşuyorlarmış. Çok şaşırmama karşın hiç etkilenmemiş gibi durdum. Daha doğrusu olayı tam olarak kavrayamadım. İki yıldan beri bu kızıl sıfatı dolaşıyordu ama bunun bu denli yaygınlaştığından habersizmişim. İstanbul’da bunca insanı bir araya getiren bu olayı duyunca iyice şaşırdım.