Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

21 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Okuliçi Etkinliklere İlgi - Görev Paylaşımlarına Katılım

 

10 Ekim 1940  Perşembe

 

Kültür derslerimizin 1 Ekim 1940  tarihinde  başlayacağı söyleniyordu. Öyle oldu, böyle oldu  derken 7 Ekim tarihine bırakıldı. Ne rastlantı, o gün de sayıma gittik! Bugün 10 Ekim; sanırım bugün  doğru dürüst bir ders yapacağız. O da olsa olsa bir saat olacak: Türkçe dersi. Müzik dersi ile Resim dersi boş geçeceği  daha önceden söylendiği  için onlar üstüne bir beklentimiz yok. Hüseyin Orhan, “Almanca  diyordun, bugün  üç saatimiz boş, istersen çalışalım!” dedi. Buna sevindim. Kahvaltıda Fikret Madaralı Öğretmeni gördüm, yeni giysilerle gelmiş, kravatına uygun mendili de üst cebinde. O mendil sürekli cebinde bulunuyor. Bizim için yabancı sayılan öğretmenlere, kahvaltı boyunca, kırk yıllık tanıdık gibi bir şeyler anlattı. Kahvaltıdan sonra tüm arkadaşlar öğretmeni bekledik. İçimizden kimileri oldukça kaygılı. Ötekiler de öğretmene karşı saygılı ama verilen ödevleri yerine getirmedikleri için, başlarına gelebilecekleri düşünüp belli etmeden suskun bir bekleyiş içinde öyle duruyorlar. İlk derste öğretmenin ödev istemeyeceğini biliyorum. Gene de fırsat bekliyorum, sorarsa yaptıklarımı anlatacağım.

Öğretmen gülümseyerek kapıda durdu: “Yolunuzun ortası sayılır. Bu kadar bir zaman daha sabrederseniz öğretmenliğin kapısını aralayacaksınız!” Bir, iki, üç! diyerek saydı. Arkasından da: “Resmen Ortaokul son sınıf öğrencisisiniz!”  dedi az içeri girdi. “Günaydın!” dedikten sonra, elini ileriye uzatarak avucunu yukarıya döndürüp  başparmağı ile küçük parmağını kıstıktan sonra üç parmağını gösterdi. Gülerek öbür eliyle de  bir, iki, üç diye saydı. Bir süre yüzlerimize baktı. Hiç bir söz söylemedi ama besbelli içimizden birilerimizi öğretmenliğe pek uygun görmedi. Ya da ben öyle algıladım. Bana da sorsalar, bu kanımı rahatça söyleyebilirim. İşin ilginç yanı arkadaşların  birkaç tanesini ad vererek, “Bunlar, düpedüz yeyip içip yatıyorlar, kitap okumadıkları gibi, okudukları okuma parçalarından geçen yalınkat bilgileri bile kavrayamıyorlar!” diyebilirim. Bunlardan biri bizim köye öğretmen olarak gitse iki gün sonra kaçmak zorunda kalır. Ya Hamitabat’a gitseler, Hamitabatlılar kesinlikle onları delirtir.

Öğretmen çantasından İlköğretim dergilerini çıkarıp masanın üstüne koydu. Dergiye benzeyen katlı bir desteyi bana uzattı. Koşup aldım: Kırklareli’de çıkan Yeşil Yurt  Gazetesi. Başlığa bakıp öylece sıra üstüne koydum. Öğretmen bir başka dergiyi açıp bir süre baktı. Sonra, “Unutmamışsınızdır, sizinle ilk heves olarak Edirne de kooperatif derslerine başlamıştık. Arkadan gelen göçler bizim bu girişimimizi de  etkiledi. Kaldığımız yerlerde alış veriş yapacak bir durum yaratamadık. İşte şimdi bu fırsatı yakaladık. Bir çok kuruluşun kendi  insanına  yararlı olmak için kurduğu kooperatiflerden birini de biz kuracağız. Bizim kooperatifimiz belki küçük çaplı olacak ama kooperatif ruhunun halkımıza aşılanması için, bizim bu konuda, deneyim kazanmamıza, iyi bir kooperatifçi olarak yetişmemize  büyük yardımı olacaktır!” dedikten sonra  “sınıfınız otuz kişidir, otuzunuz da  üye olmalısınız. Ortak üyelik ödentileri 50 krş. 100 krş’tur. Bu paralarınız, sizin adınıza yazılı olarak deftere işlenecek, okulu bitirince ayrılırken getirdiği artışlarla birlikte size geri verilecektir!” Öğretmenin konuşmasından sonra arkadaşlar sorular sordular. Öğretmen, Milli Eğitim Bakanlığının bu konudaki yazısını okudu. Arkadaşlar üye olacaklarını bildirdiler. Öğretmen Harun Özçelik’e, bu işle ilgilenmesini söyledi.

Dersimiz bittiğinde arkadaşların hepsi kurulacak kooperatifin üyesi olmuş gibiydi. Bir kez daha şaşırdım: İzmir-Kızılçullu’dan arkadaşın mektubundan, sonra da O okul için yazılmış yazıdan kooperatif bölümlerini okuduğumda sınıfın yarıdan çoğu “Öyle şey olmaz, bizim burada böyle şeyler sökmez!” deyip karşı durmuşlardı. Şimdi benden önce üye oldular. Öğretmen kooperatifin nasıl yönetileceği üstüne de açıklamalar yaptı. Birileri hemen kooperatifin kimlerce yönetilmesi gerektiğini de  ortaya getirdiler. “Sami Akıncı bu konuda deneyimli, o yanına istediği arkadaşları alıp kooperatifi kurmalı, ilerde onun yanında yetişenlere devretmeli!” Bu önerilere İsmet Yanar karşı koydu.  “Sami Akıncı kooperatifçiliği nereden öğrendi?” Sorunun yanıtını kimse üslenmedi. Bu kez İsmet, “Sami nasıl hiç bilmezken girip yaptıysa bu kez seçilenler de onun yöntemlerini deneyerek en az onun kadar yaparlar. Üstelik Sami tek olarak çalıştı, bu kez en az beş arkadaş ekip olarak bir birlerini destekleyerek çalışacak!” “Bu beş kişinin hepsi bizim sınıftan olmayacak ama!” diyenler oldu. Onlara da yanıt verildi.  “Okulda bizden başka daha 220 öğrenci var. Kooperatif gerçekte onların parasıyla kuruluyor… Onlar sayıca neredeyse bizden  yedi kat fazlalar. Onlar niçin girmesin?” Durum biraz karışır gibi oldu. Arkadaşların bir bölümü daha güleç bakarken küçük bir azınlığın bakışları kararır gibi oldu. Öteki sınıfların düşüncelerini iyi bildiğim için konuşmalara katılmadım. Üstelik, olayın içinde öğretmenler olduğu gibi Okul Müdürü de bu işle ilgileniyor. Sami Akıncı’yı savunanlar, bu kez özellikle öteki sınıflara hiçbir etki yapamayacaklar. Sami Akıncı seçilse bile eskisi gibi kooperatife kapanıp, iş derslerinden kurtulamayacak. Çünkü kooperatif yönetmeliği çalışma koşullarını bir takım esaslara bağlamış. Beş kişilik yönetim kurulunda bulunanlara ayrı ayrı görevler vermiş, bu görevler doğrultusunda hareket etmek zorunda kalacaklar.

Dersten sonra bir süre kooperatif tartışması sürdü. Sonunda arkadaşların çoğunluğu, derslikte sessizlik isteyince konu şimdilik kapandı. Bir ara benden akordiyon çalmamı isteyenler oldu, kesinlikle dersliğe akordiyon getirmeyeceğimi çünkü akordiyon sesinin çok olduğunu, herkesin çok ses dinlemek istemeyebileceğini, bu nedenle arkadaşların huzurunu bozmak istemediğimi anlattım. “İsteyen olursa çalışırken gelir nasıl çalıştığımı görür!” deyip kestim. Sami Akıncı başta olmak üzere onun çevresindeki birkaç arkadaş beni haklı buldular. Ben zaten bunların istemediğini tahmin ediyordum. Böylece onlar, kendilerini sözde beni savunuyormuş numarası yaparak düşüncelerini söylemiş oldular. Öğleyi yaptık. Bir saat dersle bir günümüz daha geçti. Öğleden sonra Tarım binası kapılarını temizleyip, takılacak duruma getirdik. Arkadaşlar da kalan kiremit işini bitirdiler. Namık Öğretmenin belirleyeceği bir gün de kapılarla pencereler takılacak. Paydostan sonra akordiyon çalışırken Abdullah Erçetin, İdris Destan, İsmet Yanar, Mehmet Aygün geldiler. Zil çalana dek kaldılar. Bildiğim parçaları çaldım, yanlarında yeni parçalara çalıştım. Sabırla beni dinlediler. Zille birlikte dersliğe gittik.

Okuma saatinde, Fikret Madaralı Öğretmenin verdiği Yeşil Yurt gazetelerini okudum. Vahit Dede’nin yazıları vardı,  Bektaşi Nefesleri üstüne geçmişte yazdığı yazılardan söz ediyor, Bektaşi Nefeslerinin müzikleri üstüne bilgiler veriyor. Bir de şiiri var, yeni yazmış: Öğrencileri anlatıyor. Daha sonra da İlköğretim Dergilerini karıştırdım. Daha önceki dergilerin birinde okuduğum yazısını hiç beğenmediğim birisi, Hıfzırrahman Raşit Öymen bu kez daha güzel yazmış. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel Kızılçullu Köy Enstitüsü’ne gitmiş, orada uzunca kalmış. Kısacası Milli Eğitim Bakanı bize  geldiği gibi öğrencilerin yüzlerine bakıp gitmemiş. Geçen yıl bize de gelmişti. Lüleburgaz ilkokulu bahçesinde çalışırken geldi, iki soru sorup gitmişti. İşte bu yazıdan öğrendiğime göre Hasan Ali Yücel Kızılçullu’da çok kalmış, Bu yazıdan öğrendiğim bir başka olay da bu okulların başlangıcı olan bizim eski okulumuzu esas kuran eski bakan Saffet Arıkan’mış. Yazar ona özellikle teşekkür ediyor. Aynı dergide bir başka yazı da Trabzon İlköğretim Müfettişi Kemal Üstün’ün yazısı. O da Kızılçullu’ya gitmiş. Yazar orada çok kalmış, değişik çalışmaları görmüş. Çalışmalar bizimkilere benziyor ama söylediğine göre o okulda bize benzemeyen bir taraf var, bunu duyunca ben çok üzüldüm. Kızılçullu’da Türkçe, Tarih, Coğrafya dersleri kendi özel odalarında, müzik dersleri ise Müzik Salonunda yapılıyormuş. Ayrıca dersleri zayıf olan öğrencilere, özel olarak  yetiştirilmek üzere tekrar aynı dersleri okutuluyormuş. Yazar, okulu, okuldaki çalışmaları özellikle de öğrencileri o denli beğenmiş ki yazısını “Ey Kızılçullu’da çalışan kardeşler! Size selam ve sevgiler…” diye bitirmiş. Yazar bir de Okul Müdürü Emin Soysal’ın, okul hakkında kitabı olduğunu duyuruyor. Bizim Okul Müdürümüz de orada çalışmış, orada yapılanları hep biliyordur ama belki koşulları elverişli olmadığı için burada fazla bir şey yapamıyordur. Belki de, yaptıklarıyla kimi işleri niçin yapamadığını bir gün o da yazacaktır.

Yemekten sonra ders çalışma saatinde fazlaca gürültü yapmışız Faik Öğretmen geldi. Biraz buruk gülerek  “Ağabeyler, gelip sizin başınızda mı oturayım yoksa gidip kardeşlerinizin başında mı?” diye sordu. Ön sıralarda oturanlar,  “Onların başında oturun!” dediler. Öğretmen,  “Peki öyleyse!”  deyip döndü. Bekir Temuçin öndeydi, durumu hepimize açıkladı, sustuk. Yat ziline dek kimseden çıt çıkmadı. Yat zilinden sonra bir süre bu konuşuldu,  “Nasıl oldu da bizim arkadaşlar böyle bir uyarıya bu denli uydular?” Sessizlikten yararlanarak Tabiat Bilgisi kitabımın yarısını okudum. Tabiat Bilgisi hiç hoşuma gitmedi. Çoğu yılan, çıyan üstüne. Bir de soyu tükenmişler var. Onları neden okuyoruz ki?  “Nedense yılanları hiç sevmem. Korktuğumdan değil ama, yılanlar bana sevimsiz geliyor. Arkadaşlarla derelerde, göllerde balık tutarken su yılanı görünce çoğunlukla ben yakalardım. Arkadaşlara karşı bir cesaret gösterisi oluyordu ama içimden de hep pişmanlık duyardım. Kitapta bu konuyu okurken de aynı duyguların etkisinde kaldım. Bu derse öğretmen gelmezse Tabiat Bilgisi kitabımı bir daha kesinlikle açmayacağım.

Vahit Dede’nin şirini bir daha okudum. Ortaokul öğrencilerinin, okullarına gidişini anlatıyor. Vahit Dede’yi Kırklareli’ye gittiğimde bulamadım. Buna çok üzüldüm. Vahit Dede Polos’a Bucak Müdürü olarak gitmiş. Daha doğrusu  eski işinden  ayrılmak zorunda kalmış. Vali İhsan Aksoy’a karşı olunca, il merkezinde kalmak istemediğinden emeklilik sürecini doldurmak üzere   Bucak Müdürlüğüyle yetinmiş. Kendisini sevenler buna çok üzülmüş ama o,  “Bu da geçer” deyip dizeler sıralıyormuş. Arada çıkıp gezmesine karşın il merkezine pek uğramazmış. Kitaplarını yazmak için bulunduğu yeri daha uygun bulduğunu söyleyip sevenlerini teselli etmeye çalışıyormuş. Vahit Dedecik, sık sık Kepirtepe’ye gelip benimle ilgilenecekti. Daha doğru çalışıp çalışmadığımı izleyecekti. İki kerecik geldi, onun da birinde merhabadan fazla konuşamadık. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü okul önünde az duraklayıp gelip geçmişti (12 Haziran 1939) Cumhurbaşkanı gidince tüm gelenler onunla birlikte takılıp gitmişti. Öteki gelişinde bir süre konuşmuş, Fikret Madaralı Öğretmenle yaptığı görüşmede benden iyi izlenimler aldığını söyleyerek  teşekkür etmişti. Ayrılırken Fikret Madaralı Öğretmene de : “Senin baba  yurdu Madara Efsanesi’ni bilir misin?diye sormuştu. Öğremen bilmediğini söyleyince de: “Güzel bir aşk efsanesidir, bir başka gelişimde anlatırım!”, demişti. Öğretmen de ara ara  benden sordu durdu: “Senin Dede beni merakta bıraktı;nedir bu bizim Madara’nın efsanesi, öğrenemedik!”. Gittiğimde Kırklareli’de olsaydı  elini öpecek öğretmenin sorusunu da anımsatacaktım Herkesin dostu Vahit Lütfü Salcı, benim Vahit Dedem. Güleç yüzlü, ak saçlı  bilge insan!…Onu düşünerek uykuya yattım. Özel olarak da rüyamda görmek istedim…

 

13  Ekim  1940  Pazar

 

İki gündür aralıksız yağmur yağıyor. Yemekhane ile okul arası dışındaki yollardan çıkılmıyor. Yağmur nedeniyle cumartesi günü çalışma yapmadık. Tarım binasının kiremidi döşenmişti ama kapılarla pencereler takılmamıştı. Revir binası için yağmurun kesilmesini bekliyoruz. Atölye öğretmenlerimizin üçünün de geldiğini görünce topluca atölyeye gittik. Öğretmenler bize  “Biz sizi çağırmadık, neden geldiniz?”  dediler. Yusuf Asıl,  “Geldiğinizi görünce çağırılacağımızı düşünerek, geldik. ” dedi. Naci Öğretmen,  “Yooo, biz sizi çağırmayacaktık, bizim başka bir işimiz var onun için geldik!” dedi. Bu kez arkadaşlar, Hamdi Öğretmene sordu, “Revir duvarları çoktan bitmişti, çatının çatılması neden geciktirildi?”  Hamdi Bağ Öğretmen,  “Bunu bilmiyor musunuz? Revir tamamlanırsa hastalar çoğalır, sonra öteki işleri  kim yapacak?” diye sordu. Sonra da “Siz nedenini biliyorsunuz, planda yapılan bir değişiklikten dolayı duvarların bitirilmesi uzadı. Planın düzeltilmesi beklenirken de Tarım binası araya girdi!” Gülerek, “Bu arada yağmur da erkenden başladı, hepsi bu kadar. Üzülmeyin havalar birkaç gün içinde açılacak, daha sıcak günler olacak, güzel bir günde Cumhuriyet Bayramımızı kutlayacağız!” Birden bana dönerek, “ Abi, bu kaçıncı Cumhuriyet bayramı kutlamamız olacak?”  diye sordu. Önce duraksadım, arkasından 23 der demez 17’ye çevirdim, bir kez daha 17 dedim. Öğretmen  “Aman ha, 23 deyince telaşlandım, doğru söylemeseydin seni çamurda koşturacaktım!” dedi. Açıklama yaptım, “23, Cumhuriyet’in başlangıcı olduğu için anımsamak için söyledim!” dedim. Yusuf Asıl gülerek,  “Ben olsaydım, 23’ü söylemezdim!” dedi. Arkasından bir şey söylenmesini bekledi. Az sonra öğretmen Yusuf Asıl’a  “Sen başkasın canım, bunu ben çok iyi biliyorum, senin 17’yi de söylemeyeceğini bildiğim için senden sormadım!” deyince hepimiz güldük. Yusuf biraz duraksar gibi yaptı, anladı.  “Sorsaydınız bilecektim!” dedi. Öğretmen, gene gülerek, “Bunu unutma, seneye sana soracağım, ancak 23’ü söylemek şöyle dursun aklından bile geçirmeyeceksin, söz mü?”  diye sordu. Yusuf gülerek,  “Söz!” deyince arkadaşlar gene güldüler. Yusuf  biraz  alınır gibi oldu“Ne var, neden gülüyorsunuz?”  diye sorunca Recep Kocaman yanıtladı,  “1923’ü düşünmezsen Cumhuriyet’in kaçıncı yılı olduğunu nasıl bulacaksın?”  diye sordu. Yusuf bu kez kızdı,  “Yani, sizin şimdi şu yaptığınız ne yani?” diye sorunca hepimiz sözleşmiş gibi  “Şaka!” dedik. Naci Öğretmenle İrfan Evren Öğretmenler de gülerek, Yusuf’a  “Ama sen bunu hak ettin!” dediler.

Öğretmenler Müdür Beyle görüşmek üzere gidince biz, dersliğe varsayımlar öne sürerek döndük. Okul Müdürü bu yağmurlu günde öğretmenleri neden çağırdı?  “Yok yok, Müdür çağırmadı, onlar tenha bir zamanda Okul Müdürü ile görüşmek istediler!”  “Hayır hayır, öğretmenler, bu çocukları, cumartesi öğleden sonra özellikle de pazar günleri işte çalıştırmayalım!” diyecekler. Bunların hiç birisi değil, öğretmenler  “Müdür Bey, izin ver de gece çalışması yapalım!” diyecekler…. Kendi kendimizi neşelendirmek için daha bir sürü, saçmalığını kendimiz de bildiğimiz uydurma olasılıkları sıraladık… Yağmur ara ara hep yağdı. Asfalt yolun nehir gibi su akıttığını unutmuşuz, biraz şaşarak baktık. Özellikle “ Araçlar geçerken  suların saçılması, o sıralarda yolda yaya  gideceklere korkunç  dakikalar yaşatır! “  diyerek yolda olanlara sabırlar diledik. Derslikte kimsenin bulunmaması önce dikkatimizden kaçtı: kendi aramızda konuşurken birden boşluğun nedenini soruşturmaya başladık. Bu sıra Sami Akıncı geldi, “Arkadaşlar Tarım binasında çalışıyorlar, ben kooperatif hesaplarını hazırlamak üzere izin aldım!” dedi. Bu kez de yapıcı arkadaşlar çalışıyorsa bir neden serbest kaldık? sorusuna takıldık. Çok geçmeden İrfan Öğretmen geri geldi, bizi atölyeye gönderdi.  “Biz de az sonra orada olacağız!” dedi. Bu kez yeni varsayımlar daha çoğaldı: Müdür Bey,  “O çocukları neden bıraktınız, hemen onlara işbaşı yaptırın! “ Bu eksik bence:  “ Onları böyle serbest bırakırsanız tembelleşirler. Onları hep işte tutun ki, dinlenmenin ne olduğunu öğrenmesinler. Dinlenmeyi öğrenirlerse sonra hep dinlenmek isterler! “Birimiz böyle söylüyor ötekiler alabildiğine gülüyor. Bir süre de böyle geçirdik.

Öğretmenler yemek zili çalarken geldiler, “Yemekten sonra bir süre çalışacağız!” deyip neşeli neşeli konuşarak yemekhaneye yürüdüler. Arkalarından biz de gittik. İşin ilginç tarafı, yapıcı arkadaşlar da çok neşeli konuşmalarla geldiler. Onların yolu çok çamur, çamurda yürümeleri onlara göre gülme konusuymuş. Herkes, kendini bir yana bırakıp ötekilerin çamurlu durumunu anlatmaya kalkışıyor. Yemekten sonra atölyeye dönünce bütün varsayımlarımız yağmur sularıyla birlikte aktı gitti. Okul Müdürü, öğretmenlerden rica etmiş,  “Tarım, İş atölyeleri ile yatakhane girişlerine gene tahta yollar yapılsın!” Bu kez Madara hattı değil, kirişler tahta ile kapatılacak. Atölyeye iner inmez başladık. Yatakhane ile okul arasına aralıklı bir metre eninde iki sıra tamamladık. Atölyelere tek sıra vardı, bir sıra daha yapılacak. Bayrak töreni başlamak üzereyken hızlı bir yağmur başladı. Hidayet Öğretmen bana gülerek,  “Hadi bugün töreni sen yap!” dedi. Koşarak gidip bayrağı indirdim. Oldukça ıslandım. Hidayet Öğretmen gülerek,  “Oldu mu ya, hazır inmişken bir de marşı söyleseydin!” dedi.  “Yağmur kesilince inip söylerim!” Hidayet Öğretmen,  “Bu cevabı hak ettim!” deyip güldü. Dersliğe oldukça ıslanmış olarak girdim. Arkadaşlar sorunca,  “Sizi ıslatmamak için ben ıslandım!” Yemekte üşür gibi oldum. Üstümü değiştirmek için izin alıp yatakhaneye gittim. Yatakhane buradan taşınalı beri yalnız olarak hiç gitmemiştim. Nöbetçiler var, sıkı gözetim yapıyorlar. Akordiyonumu burada rahatça bırakabilirim diye düşündüm. Ancak açık değil gene de bir dolapta kapalı olmalı. Ahmet Ağabey izinden döndü, dolap işimi sonlandırmalıyım.

Dersliğe kurumuş olarak döndüm: Okuma kitabımı açıp parçaları okudum. Türkçe Öğretmeni perşembe günü kooperatif üzerinde durdu, yarın kesin olarak  derste sorular soracaktır. Bir yolunu bulup Ana kitabını soracağım. Kişiler var ama adsız. Aradan  zaman geçince o kitaptan aklımızda  bir şey kalacak mı? Okuduğum kitaplardan aklımda kalanlar hep adlarla ilgili. Adlarsız ancak çok büyük olaylar unutulmuyor. Oysa bu kitapta öyle çok büyük denecek olay da yok! Halil yavaş bir sesle sordu,  “Kooperatife girmek istiyor musun?”  “Anlamadım, kooperatif binası mı var ki gireyim?” diye ben de ona sordum. Arkadaş gülerek,  “ Hayır hayır, yeni kooperatifi  beş kişi yönetecekmiş, bunlar arasında sen de olacak mısın?” dedi. Konuyu anladığım halde anlamazdan gelip sordum, “O nasıl olacak ki?”  Halil anlattı: Tüm üyeler toplanıp, aralarından beş öğrenci seçeceklermiş. O beş öğrenci kendi aralarında işbölümü yapıp ortaklaşa çalışacaklarmış. İçlerinden biri başkan olacakmış. “Sen belki başkan olursun!” dedi. Ben, gülerek: “Başkan Sami Akıncı gibi öğleden sonraları orada oturacaksa olurum. Hem de ne güzel olur, iki yıl da ben orada ders çalışırım!” deyince arkadaş,  “Hayır hayır, iki yıl kalamayacaksın, kooperatif yönetimleri iki ayda bir değişecekmiş!” deyince  “ O zaman ben yokum, iki, ay için neden gireyim? Bu iki ayda zaten dersler boş geçiyor, kooperatifte çalışmaya gerek yok!” Halil sonunda, dilinin altındakini çıkardı:  “Senin seçileceğini söylüyorlar. Ayrıca bu işi öteden beri senin kurcaladığını da  fiskoslarla  yayıyorlar!” dedi. “Fikret Madaralı Öğretmen elindeki dergiden  kooperatif yönetmeliği okudu, İlköğretim dergisi Kızılçullu’daki kooperatifi anlattı. Onları da ben mi hazırladım?”  Halil,  “Onlar bu dediklerini okumuyor, söylenenleri de unutuyorlar. Onların istediği senin bu işte olmamandır!” “Bu kez  tavrımı değiştiriyorum, öyleyse seçilirsem severek gireceğim, bir görev verirlerse onu da severek yapacağım. Arkadan konuşmayı sürdürenlerin birer birer hesabını da göreceğim. İstersen bunları da onlara söyle!” Halil:  “Hayır, yanlış anlama, ben onlar gibi düşünmüyorum. Onlar bu tür konuşmalar yapıyor, haberin olsun diye söyledim!”

Yatınca konuyu enine boyuna düşündüm: Okul Müdürü beni çağırıp çalışmamı istiyor, Fikret Madaralı Öğretmen,  “Birlikte çalışacağız!” diyor. Hüseyin Serin, Mustafa Saatçı, Fettah Biricik, Sami Akıncı ile bir iki yandaşı için görevden mi kaçacağım! Kararımı verdim: Sabah dersliğe gidince açık açık yeni kooperatifte görev almak istediğimi herkese duyuracağım. Verdiğim yeni karar sonunda rahatlamış olarak gerinip esnedim, uyudum….

 

14  Ekim  1940  Pazartesi

 

Guten Morgen sesini duyuyorum ama, toparlanamıyorum: Rüya  olabilir mi? diye düşünürken bu kez, aynı ses   “Guten Tag!”  deyince gözlerimi açtım. Hüseyin Orhan gülüyor. Arkadaşa  söyledim, “gözlerini açmadın, öğretmence söyleyince gözlerin açıldı. Bundan böyle ben sana hep öğretmence  Guten Tag!  diyeceğim. ” Hazırlanıp birlikte çıktık. Yağmur kesilmiş, gök yüzü gene bulutsuz. Yeni yolumuzdan yürüdük. Yürüdüğümüz yolun yarısını  birlikte yapmıştık.   “Mimar Sinan, köprü, cami yaptı ise biz de yol yaptık!”  diyerek dersliğe girdik. Mehmet Yücel arkadaşımız rahatsız olmuş, doktora gitmek üzere yazılmış. Ona çok üzüldüm. Rengi sararmış,   “Tüm bedenimde bir kırgınlık var!”  diyor. Sıtma mı, yoksa başka bir  durum mu var?   Arkadaş daha önce de birkaç kez gitmişti. Hilmi Altınsoy, Yakup Tanrıkulu, Bekir Temuçin, İdris Destan, Sami Akıncı, sık sık rahatsız olan  arkadaşlarımızdır.

Mehmet Yücel arkadaşla konuşurken, akşamki kararımı uygulayamadım. Kahvaltıya  birlikte gittik. Hüsnü Baykoca Mehmet Yücel’i rahatsız görünce ilgilendi, doktora hemen göndereceğini  söyledi. Birlikte okul binasına döndüler. Kahvaltıda Fikret Madaralı Öğretmen yoktu. İçime bir kuşku düştü:   Yoksa o da mı gelmedi?   Ders zili çalınca öğretmenin geldiğini gördüm, sevindim. Hiç değilse iki ders yapalım!  Öğretmen tam zamanında gülerek geldi. Gelir gelmez de,  “Bu sıralar neler okuyorsunuz bakalım?”  diye sordu. Bekir Temuçin,   Dağları Bekleyen Kız romanını söyledi. Öğretmen, gülerek   “Eeee, anlat bakalım o kız hangi dağları bekliyormuş, biz de öğrenelim?”  dedi. Bekir bir süre anlattı. Öğretmen, yeterli görüp Bekir’e, “Öteki arkadaşlarını da dinleyelim, sen gene devam edersin!” dedi. Ben hazırlanmıştım. Parmak kaldırdım. Okuduğum kitabı sordu. “Ana!” deyince öğretmen gülerek  “Anaaaaaa!” diye uzattı. Gülerek “Bu, halk arasında çok söylenen bir ünlemdir. Korkan da söyler, şaşıran da, haykıran da! Sen bunu bir başka anlamda söyledin. Kim yazmış bu kitabı? Ben duydum ama henüz okumadım, bizim kitaplıkta var mı anımsamadım!” dedi. Hasan yeni geldiğini, benim ilk okuyanlardan olduğumu anlattı. Öğretmen bana  “Ben o kitabı hemen okuyacağım, gelecek derste sen de anlatırsın!” deyip beni oturttu.

Öğretmen, kapıdan neşeli girmişti. Bekir konuşurken, gülümseyerek dinledi. Bana da şakalı sözlerle söz verip geçmişti. Arkadaşlara sorular sordukça gerginleşti, Giderek sert sözler söylemeye başladı. İlk dersimizden bu yana çok sinirlenince sık sık söylediği sözü tekrarlamaya başladı:  “Sarsak!” Hüseyin Serin’e kitap okuyup okumadığı sordu. Hüseyin Serin, çok sessiz, ürkek bir sesle okuyamadığını söyledi. Öğretmen bu kez öbür tarafa dönüp Fettah Biricik’e sordu. Fettah az önce Hüseyin Serin’e ses çıkarmadığı için kendisine de bir şey denmeyeceğini sanarak biraz canlıca  “Okuyamadım öğretmenim!” dedi. Öğretmen, patladı: “Sarsak! Okumamayı, saptırıp okuyamama şekline getirince suçunu örteceğini mi sanıyorsun? Ne demek okuyamamak? Niçin okuyamıyorsun?” Fettah’ı tahtaya kaldırdı. Geçen yıl yazılarını okuduğumuz yazarlardan beş tanesinin adını tahtaya yazmasını istedi. Fettah Biricik tahtaya kalktı, tebeşiri alıp yazmaya başladı. Yahya Kemal Bayatlı. Ahmet Haşim Muftuoğlu. Reşat Nuri Karaosmanlı. Ömer S. . de durdu. Öğretmen tahtaya baktı, gene  “Sarsak!” dedi. Zil çalar çalmaz, Fettah’a otur bile demeden çıktı. Arkadaşlar öğretmen çıkarken ayağa kalkıp gene oturdular. Ne konuşan oldu ne de dışarı çıkan. Öylece öğretmeni bekledik. Fettah’a düzeltme fısıltıları yapıldı, bir takım düzeltmeler yapıldı ama Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun noktaları gene konmamıştı. Öğretmen bu kez, Fettah’a,  “Bir Sarsak bir Sarsak’a Haşim’le Hikmet’i değiştirtmiş ama Müftünün noktalarını o da görememiş.  Bozacının destekçisi sirkeci olunca böyle olur!” deyip, Fettah’ı yerine oturttu. Yanında getirdiği bir kitaptan yolculuk yazıları okudu. Reşat Nuri Güntekin yazmış. İçinde Faruk Nafiz Çamlıbel adı geçiyor. Faruk Nafiz Çamlıbel de bir zamanlar o yoldan gitmiş, Han Duvarları şiirini yolculuğunda yazmış. Okuyup okumadığımızı sordu. Geçen yıl, o şiiri öğretmenin kendisinin okuduğunu anımsattık. Çantasından bir başka kitap çıkararak gene kendisi okudu. Şiirin uzun olması nedeniyle ders olarak üstünde durmadığını, isteyenlerin alıp kendisi yazabileceğini söyledi. Bu kez, Reşat Nuri Güntekin’den bir kitap okumamızı, Faruk Nafiz Çamlıbel’den de bir şiir bulup, şiiri yazıyla anlatmamızı istedi. Örnek olarak, Ahmet Haşim’in Merdiven şiirini okudu, şiiri kendisi anlattı. Konu şiir açıklama değil, şiirdeki olay anlatılacak. Dersten sonra arkadaşlardan bir bölümü oldukça durgundu. Fikret Madaralı Öğretmen, “Zaten cahil bırakılmış köylere buralardan çıkarılacak cahilleri gönderirsek çalışmalarımızın ne anlamı kalacak? Cahiller sürüsüne bir cahil çobanın ne yararı olur. Buna göz yumarsak halkın bize verdiği paralar helal olmaz. Halk deyimiyle bir haram yemiş oluz. Bilmiyorsanız öğrenin haram yiyenlere Harami derler. Biz buradaki öğretmenler Harami değiliz. Aklınızı başınıza toplayın, gelecek günlerinizi burada iyi değerlendirin!” dedi. Bastıra bastıra söylediği bu sözler tembel takımını oldukça etkiledi. Yüzler gergin gergin, bakışları değişti. Aralarında zaman zaman tartıştığımız, özellikle bana karşı ilk günden beri olumsuz çıkışlar yapan Fettah Biricik’in de bulunmasına karşın gene de onlar adına üzüldüm. İçimden “Ne olur azıcık gayret gösterseler, biraz olsun heveslenip verilen ödevleri yapsalar, hiç değilse ders kitaplarını karıştırsalar bu derece boynu bükük duruma düşmezler!” diye düşündüm. Ayrı ayrı uyarıp, gerekirse onların seçecekleri konularda birlikte çalışmaya hazır olduğumu söylemeye karar verdim. Fizik dersinde Sami Akıncı, daha önce birkaç kez tekrarladığı “Fizik dersini yapabildiğimiz kadarıyla sözbirliği edip sürdürelim!” önerisini gene ortaya attı. Halil Basutçu, Mehmet Başaran, İsmet Yanar’la benden başka kimse olumlu karşılık vermedi. Birinci derste sessizlik sürdüyse de 2. derste derslik, gene eski durumuna dönüştü. Öğle yemeğinde tatilden döneli beri tabaklarımızda görmediğimiz revani tatlısı yedik. Savaş kısıtlamaları başlamış. Aşçıbaşı,  “Ne yapalım, büyük makinemiz bozuldu, elimizdeki makine küçük. O yüzden lokmalar küçük oldu!” demiş. Biz de ağzımızı doldura doldura, aşçıbaşı için,  “Yalancı, elimizde kalan eski ölçülere uygun olarak, Aşçıbaşı koca bir yalancı!” Kendimiz söyledik, kendimiz güldük.

Öğleden sonra Tarım bölümünün kapılarını, iki penceresini taktık. Aslında beş pencere var. Üçünü eski barakadan sökecektik. Ancak verilen yeni bir karara göre eski baraka sökülmeyecek. Eksik kalan üç pencereyi ivedi olarak yapacağız. Paydosla okuma saati arasında akordiyon çalarken bir grup 7. sınıflı öğrenci geldi. Cavit, Hasan Gülümser, Ali Ergin, Musa Güner, Haydar, Mehmet Yücel’in kardeşi Namık, Benim küçüklüğünden beri tanıdığım 9 Mehmet, İrfan Taşkın, yeni tanıdığım Süleyman Gege. Hem akordiyon dinlediler hem de pazar günü yapılması kararlaştırılmış kooperatif toplantısını haber verdiler. Bizim sınıftan benimle birlikte üç kişi seçmeye karar vermişler. Bana,  “Çalışacağın sınıf arkadaşlarını sen seç!” dediler. Kooperatif seçimini izleyen cumartesi günü de gene bir eğlence yapmaya hazırlanıyorlarmış. Ben,  “İsterseniz on parça bile çalarım!” deyince çok sevindiler. Onlara Çardaş Früstin, Gülnihal, Tuna Dalgaları, Volga Volga ile Rıza Tevfik Zeybek’ini çaldım. Çok hoşnut oldular. Onların arkasından dersliğe geçtim. Bizim arkadaşlardan görenler olmuş, 7. sınıfların neden geldiğini merak etmişler. Yapılacak eğlenceyi anlattım. “Her derslik 20 dakikalık gösteri yapacak.  Bizim sınıftan da 20 dakikalık gösteri istiyorlar!” dedim.  “İyi işte, sen armonika çalarsın!” diyen oldu. Baktım, konuşan Fettah Biricik:  “Gene sen ha?” dedikten sonra arkadaşların taktığı sıfatları sıraladım, arkasında da birkaç kez SK’lı küfür savurduktan sonra “daha istiyor musun?” diye sordum. Sırasına çöktü kaldı. İyi de oldu. Başka soru soran olmadığı gibi herkes kendi işine daldı. Ya da dalmış gibi göründü. Gerek yemekte gerekse çalışma saatinde derslikte yüksek sesle konuşma olmadı. Yat zili çalınca Halil Basutçu bana, yavaşça,  “Sen, ara sıra böyle çıkış yap, sessizlik iyi oluyor!” dedi. Bunu, Hüsnü Yalçın da onayladı. Yatınca, yatak komşum Hüseyin Orhan da aynı sözleri söyledi,  “Çok iyi yaptın, hem bir iş yapmıyorlar hem de başkalarını kullanmaya kalkıyorlar. Bunlar, iş derslerinde de böyle!” dedi. Uykuya dalmadan bir daha düşündüm: Bu çıkışı küfretmeden de paylayabilirdim. Küfürler çirkin kaçtı. Öğretmenler duysa küfrettiğim için beni ayıplayacaklar. Belki de haklı olduğum halde salt küfrettiğim için haksız duruma düşeceğim. Bir süre kendimi yargıladım: Küfretmekle bir hak kazanmadım tersine haklı olduğum bir olayda hakkımı, işi küfre dökerek kaybettim. Bu da bana unutamayacağım bir ders olsun!

 

19 Ekim 1940 Cumartesi

 

Kalk zili çalmış olmalı, biraz silik olarak duyar gibi oldum. Ancak arkadaşların yüksek sesle konuşmaları zil çaldığını kanıtlıyor. Örneğin yan altımızdaki Kadir Pekgöz dünkü bal olayından dolayı birilerini bağıra çağıra suçlamayı sürdürüyor. Söylediğine göre onun bulunduğu gruba az bal düşmüş.  Oysa bal olayı, bana göre doyumluk değil tadımlıktı. Üstelik tüm sınıf için verilmiş bir söz bile değildi. Bal sözü bize, birkaç arkadaşa verilmişti. Biz onu uzata uzata tüm sınıfa yaydık. Otuz öğrenci 5 öğretmen otuz beş insana bal yalatılınca bu bir tabakla değil kazanla gerçekleşebilir. Salih Ziya Öğretmen koca bir kap bal çıkardı. Hepimiz tabaklarda bal yedik. Seninki az, benimki çok nasıl denir? Petek yığılı kaptan tabaklara belli bir ölçekle koyanlardan biri bendim. Bal koyduğum tabakların kime gideceğini bilmeme de olanak yoktu. Ben bal koydum, Arif tabakları karşı masaya uzattı, oradan da arkadaşlar aldılar. Zaten bir tadımlık bal. Azı çoğu üstünde durmak anlamsız! Ben bunları söylerken Hüseyin Orhan üst ranzadan aşağıya baktı, bana eliyle işaret etti,  “Dinleyen var!” Susmadım,  “Dinleyen dinlesin, dinlesin ki doğrusunu öğrensin!” Neyse aşağılardan bir yanıt gelmedi. Zaten biraz sinirliydim, birileri karşı dursaydı rahatça kavga ederdim. Bunu söyleyince arkadaşlar, bendeki sinir nedenini kolay buldular:  Bugün Askerlik dersi var, gene Yaşar Binbaşı gelecekmiş. Geçen hafta 7. sınıflara derse girmiş, bizim derse gelmeden gitmiş. 7. sınıflara tıpkı bize yaptığı gibi sert davranmış. Cavit Kafkas soru sormak istemiş, azarlayıp yerine oturtmuş. Alman askerlerini övmüş. Asker olmayan ulusların topyekün yıkılacağını öne sürmüş. Fazlasını dinlemek istemedim. Kahvaltıda başka sözler de edildi ama duymazdan geldim.  Ben dersimi çalışırsan Binbaşı neden benimle uğraşsın?  diye kendime sordum. Zaten geçen yıl ilk derslerde bir tatsızlık oldu ama ondan sonra benim için sadece sözde bir binbaşı sorunu ortada kaldı. Ona bakarsam Beden Eğitimi dersinde de benzer bir durum olmuştu. O da geldi geçti.

Almanca dersimiz boştu, bu süreçte Askerlik Dersleri kitabımı yarıya dek okudum. Olaylar çok dağınık olarak anlatılmakla birlikte tekrarlanınca insan konulara bir yakınlık duyuyor. Sınıfları, rütbeleri tekrarladım. Asker sınıflarının genel görevlerini, muharip sınıfların savaştaki ödevlerini anımsadım. Deniz Kuvvetlerinin kullandığı deniz araçlarına yabancılık duydum ama bir iki gemi adı aklımda kaldı. Denizaltı, Destroyer, Zırhlı, Hücumbotu, Çıkarma Gemisi vb. Başımı kaldırıp sıralara baktım, hiçbir sırada askerlik dersi kitabı açık değil. Arkama yaslandım, içimden: “Yaşar Binbaşı arasın da benim gibi öğrenci bulsun!’ dedim. Sözüm biterken ders zili çaldı. Az sonra da Yaşar Binbaşı asık bir yüzle dersliğe girdi. Ayaklarını bir birine vurarak, yüksek sesle  “Merkaşlar!”  gibilerde bir söz söyledi. Akıl yordamıyla bunun merhaba arkadaşlar olabileceğini düşünerek, biz de  “Savul!” sözüne yakın bir ses çarpıtması şeklinde sözde  “Sağol!” dedik. Sağ elini yukardan aşağıya bileğinden kırarak oturma işareti verdi. Oturduk. İlk önemli uyarısı, dik oturmamız için oldu. Orta sıranın sol tarafını sıra ile kaldırıp oturttu. Halil benim sağımda oturuyor. Halil’i iki kez kaldırıp oturttu. Nedense gülmek istedim. Gülmeye korkuyorum, ancak gülmezsem çatlayacağım. Yaşar Binbaşı gördü, parmağını dikerek  “Sen, sen, sen!” dedi. Rap diye ayağa kalktım,  “Emredin Öğretmenim” dedim. Binbaşı bu kez, “bak, bak, bak baaak!” dedikten sonra yumuşayan bir sesle,  “Emret!  dedikten sonra bari komutanım deseydin, biliyorsun ki öğretmenler emretmezler, buyurun! derler. Beni öğretmen sayıyorsan, buyurun, subay olarak görüyorsan emret, diyeceksin!” Ben hiç düşünmeden bu kez  “Emret komutanım!” dedim. Az düşündü.  “Sen bu  Emret komutanım! buyruğuna kendini alıştırmışsın, senin hevesini kırmayalım, sen bundan böyle benim derslerimde kapıda beni karşılayıp  Dikkat! çektikten sonra, otur, dememi bekleyeceksin. Ben,  Otur! deyince  Emret komutanım! deyip, yerine oturacaksın!” Ben, gene “Emret komutanım!” dedim. Otur, işareti verince oturdum. Bu kargaşalı durumdan  kurtulduğuma oldukça sevindim ama doğrusu yapılanlardan hiç bir şey anlamamıştım. Bu söylenenler, az sonra ikinci derste de geçerli miydi, bunu nasıl soracaktım? Kara kara düşünürken Binbaşı, bana baktı, “bu seremoni ara derslerde yok, biliyorsun değil mi?”  dedi. Seremoni nedir bilmiyorum ama, dikkat çekmeyeceğimi anladım. Esas duruma geçip rahat bir  “Baaşüstüne komutanım!” dedim. Binbaşı gidince benden çok arkadaşlar şaşırdılar. Geçen yıl binbaşı beni paylayınca, teselli edenlerin başında İdris Destan’la Hilmi Altınsoy geliyordu. Bu kez onlar,  “Sen ne yaptın da bu adamı yumuşattın?”  diye sormaya başladılar. Halil Basutçu ise,  “Yumuşama falan yok, adam bir zayıf tarafını yakalamak için fırsat arıyor. Küçük bir hatasını bulunca gene yapacağını yapacak!” dedi. Bu benim de aklımdan geçmişti. Zil çaldı, sustuk. Uzun bir süre bekledik Yaşar Binbaşı ikinci derse gelmedi. Ders bitmek üzereyken, aklıma esti, gittim, Hüsnü Baykoca Öğretmenden sordum. Binbaşı gitmiş. Bir gerçeği de böylece öğrenmiş oldum. Binbaşının o saatte kendi alayında önemli bir işi varmış. Derslerinin gününün değiştirilmesini istemiş. Ders değiştirilinceye dek de yerine gene bir üsteğmen gönderecekmiş. Sevinerek dersliğe döndüm. Öğrendiğim bilgileri kimseye söylemedim. Türlü olasılıklar öne sürüldü.  “Bize ne, koskoca Binbaşı, ne yapacağını bizden iyi bilir!” deyip, kestim.

Yemekler gecikmiş. Önce bayrak töreni yapıldı. Hüsnü Baykoca haftalık programlarda yapılan değişiklikleri okudu. Yarın yapılacak kooperatif toplantısı saatini, yerini söyledi. 6. sınıfların elbise ölçüsü verecek, bildirilen saatte orada olmayanların ölçüleri alınamazsa giysi işleri gecikebilir. Ayrıca,  hava güzel, her yer çamur, dersliklerde oturulabilineceğini ancak, kapalı yerlerde oturma koşullarına uyulmak zorunluluğu olduğunu anımsattı. Sonunda da önemsiz bir habermiş gibi, “8. sınıflar, yemekten sonra atölyelerinde toplanacaklar!” dedi. Törenden sonra dersliğe uğradık. Nedense Binbaşının bana görev vermesi kimilerine göne çok şaşırtıcı olmuş. Güldüm: Bana sorulsa, sanırım buna en şaşıranın ben olduğumu rahatça söyleyebilirdim. Ancak başkalarının diline pelesenk olması da canımı sıkmaktadır. Bu kez ben de Halil arkadaşın uyarısını öne sürüp savunma yapmaya başladım.  “Kusurumu buluncaya dek ayak uydurmaya çalışırım. Bir gün  Tamam! derse boynumu büker otururum!” Böyle deyince konuşmalar durdu. Bundan şöyle bir sonuç çıkardım.  Binbaşının bana yakınlık göstermesini bir özellik olarak sayıp şımaracağımı hesaplayanlar var. Bunu yapmayacağımı anlayınca, rahatladılar. Hep aynı arkadaşlar. Bunlar kooperatif olayında da, mektup, ders çalışma hatta iş atölyelerindeki işlerde de böylesi bir takım karşıtlık sürdürüyorlar. Öğle yemeğinde son karpuzları yediğimiz söylendi. Karpuzlar gene kara karpuz. Tekirdağ tarafından gelmiş. Tatları fena değil, severek yedik. Bizim köyün karpuzları gene anıldı ama özel olarak alınmadan burada yenilemeyeceği kesinleşti.  Ağabeylerim  Mart 1941’den önce askerden köye dönebilirse gelecek yıl okula bir araba karpuz getireceğime söz verdim. Konuşmalarımızı dinleyen öteki sınıflar da bu sözlerimi alkışladılar. Söylediklerimi öğretmenlere de söylemişler. Hidayet Öğretmen,  “Söz verdiğin karpuz da olsa bir adaktır, söyledinse bundan vazgeçemesin! Adak da bir nedene bağlanır. Senin nedenin var mı?”  diye sordu.  “Var öğretmenim, ikinci askerliğe bir yıl önce alınmış silah altında iki ağabeyim var. Onlar, önümüzdeki mart ayından önce terhis olurlarsa, eve dönecek, bostan ekimlerini rahatça yapacaklar. O nedenle karpuz çoğalacak!” Hidayet Öğretmen,  “Aaa şöyle, adak yolunca adandı, bize de beklemek düştü. İnşallah yağmurlar uygun gider, ağabeylerin gibi tüm ağabeyler, babalar, kazasız belasız yuvalarına döner. Biz de, güle oynaya, helalından karpuz paylarımızı yeriz!” Hidayet Gülen Öğretmen bir söze karışınca sonunu her zaman çok güzel bitiriyor. Sözleri inandırıcı nedenlere bağlamasını da çok iyi biliyor. Atölyede bizim karpuz hikayesi bir süre konuşuldu.  “Bir araba karpuz bu kadar insana yeter mi?”  Arkadaşların çoğu  “Yetmez!” dedi. Sordum, “Okulda kaç insan var?” 250 öğrenci. Diyelim ki, 50 de öğretmen, başka görevliler. Karpuz verildiği zaman kişi başına en fazla ne kadar karpuz veriliyor? Bir dilim. Verilen o dilimlerin kaçı bir karpuz eder? 6 dilim. Öyleyse, benim söylediğim, verilenlerin dört katı olacak. Bir araba karpuz, bizde büyükçe boy 200 karpuzdur. Yarıya bölersen 400 parça eder. 200 karpuzu altı parçaya bölersek 1200 dilim olur. 1200 dilimi 300’e bölünce her kişiye 4 dilim düşecektir. Aşçı başı isterse bunu dört defada da verebilir. Arkadaşlar şaşırdılar. Onların bu denli merakla sorgulamaya kalkmaları bende birden karar değişikliğine neden oldu.  “Merak etmeyin, bir araba karpuz her zaman 200 karpuz almaz. Örneğin bizim atlı arabamız genellikle 100 karpuz almaktadır. Belki ben de at arabasıyla getirtirim!” Biz konuşurken Hamdi Bağ Öğretmen geldi, gülerek  “Bu ağabey size gene neler anlatıyor?”  diye sordu. Yusuf karpuz olayını anlattı. Koşulumu öğrenince bana,  “Kuzum, iyi dileklerimiz pek yerine gelmeyeceğe benziyor. Baksana savaş giderek tırmanıyor. Umutsuzluğa düşmeyelim ama hayallere de kendimizi pek kaptırmayalım. Almanya bu kez, dünyaya meydan okuyor, yakın zamanda tökezlemez, aldığı yerlerin hazineleriyle daha da güçlenirse kolay kolay durdurulamayacak bir güç olacak. Bize, dost olarak baktığını söylüyor. İnşallah öyle kalır, Amerika, Rusya gibi devlerle kapışıp bize savaş açmaya fırsat bulamaz. Ancak, biz tetikte durmak zorundayız. Bu nedenle ben ağabeyin karpuzlarından pek umutlu değilim!” Az sonra Yusuf Asıl’a,  “Elinden karpuzu alınmış gibi bana öyle bakma, ağabey sana özel olarak bir karpuz gene getirir, ondan bir dilim de bana verirsin, adak gene makbule geçer, bir karpuz için bir birimize küsmeyelim!” Arkadaşlar gülerek “Küsmüyoruz öğretmenim!” dediler. Biz, Tarım binası pencerelerini yapmaya başladık. Öteki arkadaşlar Revir çatısının parçalarını seçmeyi sürdürdüler. Cumartesi olduğu için paydos zili çalınmadı. Öğretmen saatine bakarak bize  “Paydos!” dedi.

Arkadaşlar gidince, eğlencede çalacağım parçaları seçmeye başladım. Kolay, çok ses veren parçalar olsun istiyorum. Gülnihal bir numara. Tuna Dalgalarını radyo çok çalıyor. Ona biraz daha çalışacağım. Şamlı İskender Kutmani’nin,  “Bunu çal, bu çok sevilir!”  dediği Sirto var, onu da seçeceğim. Oyun havası gibi bir şey. Alpullu’da okuyan arkadaşların  hep bildiği  Kır At şarkısını çalacağım. Hidayet Öğretmenin Kafkas müziğini de düşünüyorum, onu Hidayet Öğretmenin öğrencileri çok seviyorlar. Bir de kurnazlık aklıma geldi. Herkesin yarım yamalak da olsa bildiği ya da duyduğu Yalancı Çocuk şarkısını sol elle basta çalacağım. Baslar daha gürültülü ses çıkarıyor. Müzikten anlamayan takımı yaptığımı bir marifet sanıp ağızları açık dinleyecekler. Soran olursa,  “Tüm parçaları sol elle de çalıyorum. Ancak çok gürültülü olduğu için kapalı yerlerde çalmıyorum!” diyeceğim. Yemek zili çalınca doğrudan yemekhaneye yöneldim. Kapıdan girerken bizim arkadaşlarla karşılaştım. Hüseyin Orhan “Biz ayrılalı beri hep atölyede mi çalıştın?”  diye sordu. Ben,  “Evet!” deyince, arkamdan gelen İsmet,  “Vay anasını!” ünlemini yüksek sesle çekti. Ben şaşırdım, biraz geveze olduğunu bildiğim yeğenimin, benim çalışkanlığım üzerine bir öğücü söz söyleyeceğini varsayıp beklerken İsmet,  “Ben şimdi bunlara  Eşek mi diyeyim yoksa bunlara saman verip büyüten babalarını da yanlarına katıp eşşoğlu eşek mi ?” Önce duraksadım, ancak  çamura girmemek için sırada olduğumuzdan İsmet’le dönüp konuşamadan yemek salonuna girdim. Yakın masada öğretmenler olduğu için susup yerime oturdum. Masa arkadaşım açıkladı. Beni derslikte göremeyen birileri,  “O şimdi öteki sınıfları ayartıyordur!” demişler. Açıkçası, yarınki kooperatif toplantısı için sözde öteki derslikleri dolaşıyormuşum.  “Ayartıyor!” sözü dilime takıldı,  “Ben öteki sınıfları değil gerçekte öteki sınıftakiler beni ayarttı!” dedim, güldüm.

Dersliğe dönünce olayı kurcalamadım. Daha önce İlköğretim Dergisinde okuduğumuz yazıyı çıkardım. Dergiyi elimde görünce önce Halil sonra da Hüsnü Yalçın döndü. Kooperatif üstüne konuşurken, Edirne-Karaağaç’ta başladığımız kooperatif derslerinden anımsadıklarımızı tekrarladık. Pancar kooperatifleri, Tarım kooperatifleri, Memurların tüketim kooperatifleri. Dergideki yazıyı bir daha okuduk. (*) Halil birden heyecanlandı, dergiyi eline alıp kalktı,  “Size bir yazıdan bir parça okuyacağım, hepinizi ilgilendiren bir yazı!” Arkadaşlar birden sustular. Yazı İzmir-Kızılçullu okulundaki kooperatifle ilgiliydi. Halil bir bölümünü okudu. Kooperatif öğrenciler tarafından yönetiliyormuş. Ancak yönetici öğrenciler, seçimle görev alıp kooperatifte iki ay çalışabiliyormuş. Halil,  “Bizim kooperatif için de sanırım iki ayda bir seçim yapılacak. Bu nedenle fazla sen ben yapmaya gerek yok, okulu bitirinceye dek hepimize sıra gelecektir!” Derslikte bir süre sessizlik oldu. İsmet sessizliği bozdu. Bana dönerek,  “Dayı sen bu yazıyı daha önce okudun mu?”  diye sordu. Okuduğumu, dergiyi tatile gitmeden önce Yakup Tanrıkulu’dan aldığımı, aynı yazıyı birkaç kez arkadaşlara da okumaya kalkıştığımı, ancak çoğunluğun dinlemediğini tekrarladım. İsmet bu kez  “İşte ben böylesine eşek, diyorum. Bu yazıyı okuyan insan kendini seçtirmek için  küçük sınıflara gider mi? İki ay kooperatifte çalışsa ne olacak? Hele şimdi kurulacak bir kooperatifte çalışmak kime ne kazandıracak? Aptallar, bundan sonra da kooperatifte çalışanların, Sami Akıncı gibi yıllarca atölye çalışmalarından kurtulacağını, herkes işlerde çalışırken yan gelip yatacaklarını sanıyorlar. İşte yarın seçim olacak, seçilin de yan gelip yatın bakalım!” Hafif tertip homurdanmalar olmuşsa da derli toplu kimse karşı bir söz söylemedi. Sami Akıncı bir düzeltme yaptı,  “Müdür Beyin söylediğine göre, bizim kooperatif için seçimler dört aylık olacak!” dedi. Bu konuda tartışmalara hiç karışmayan Mehmet Yücel, Sami Akıncı’ya dönerek  “Neden açık konuşmuyoruz be arkadaşım, sen Okul Müdürüyle gidip konuşuyorsun, konuştuklarını gelip bize hiç duyurmuyorsun. Olaylardan habersiz bizler de burada bir birimize sataşıp duruyoruz!” Sami Akıncı sakin sakin Mehmet Yücel’e sordu,  “Benim burada ne suçum var?”  Mehmet Yücel, biraz sinirli,  “Daha ne olacak? Derslikte bulunmayan bir arkadaşın nerede olduğu hep bilindiği halde, kooperatif için derslikleri dolaşıyor, dendi. Bunu duyan bir arkadaş, böyle konuşanlara, eşek, eşşekoğlu eşek, dedi. Sen Müdür Beyin söylediğini söyleseydin, bunların hiç birisi olmayacaktı!” Derslikte bir kargaşa başladı:Amaç  Kooperatif  değil,  Sami Akıncı’nın iş derslerinden  bir süre daha kurtarılması!

Konuşmalar böyle biraz kargaşa içinde sürerken 7. sınıflardan bir grup geldi. İçlerinde Cavit Kafkas da vardı. Onlar kapıdan girince ilk sıralarda oturan Bekir Temuçin gelenlere,  “Kooperatif için mi geldiniz?”  diye sordu. Cavit Kafkas,  “Biz kooperatif işini hallettik, haftaya bir eğlence düzenlemeye çalışıyoruz!” deyince, ilgiyle bakanlar oldu. En sessiz arkadaşlarımızdan tarafsızlığı herkesçe bilinen Arif Kalkan,  “Kooperatif işi nasıl halloldu, seçim yapılmayacak mı?”  diye sordu. Cavit,  “Seçim yapılacak ama biz sayı olarak çokluk olduğumuzdan kimi seçeceğimizi kararlaştırdık, isterseniz onu da söyleyebilirim: Sizin sınıftan üç ağabey, birini biz saptadık, (beni göstererek) İbrahim Ağabey, öteki ikisini o kendisi seçecek!” Bütün başlar bana döndü. Birden Cavit Kafkas’a,  “Doğru söyle ben sizinle bu konuda hiç konuştum mu?” Cavit, başını atarak,  “Hayır ne sen bizimle ne de biz seninle konuştuk. Ama, biz, Fikret Madaralı Öğretmenden sorduk, o seni önerdi, Okul Müdürüne seni söyledik, o da önerimizi çok olumlu buldu. Böylece kararımızı verdik. ” Derslikte derin bir sessizlik oldu. Gelen çocuklar, arkadaşların genel durumunan hoşnut olmadıkları için, bana  “Yarın akşam konuşalım!” deyip gittiler. Mehmet Yücel, herkesin duyabileceği bir sesle  “Ne demişler?  Bu dünya, etme bulma dünyasıdır!”  Arkasından İsmet,  “Oh yaaaa!” dedi. Halil gülerek, bana “Bunu da başardın. Nasıl başardığını sormuyorum, ama iki arkadaşı ne zaman seçeceksin?” diye sordu. Benim seçileceğimi şimdi duyduğumu, hele iki arkadaş olayına ise şaşırdığımı, ancak, söylendiği gibi olacaksa, el yazıları güzel olan arkadaşlardan dört beş arkadaşı aday göstereceğim, ikisini onların seçmesini söyledim. Halil’in de yardımıyla Harun Özçelik, Salih Baydemir, Abdullah Erçetin, Recep Kocaman, Hüseyin Orhan olarak sıraladık. Konuşmalarımızı arkadaşlar hep duydu. Abdullah Erçetin çalışmak istemediğini, daha doğrusu Fikret Madaralı Öğretmenden korktuğunu öne sürerek isteksizliğini belirtti. Öteki dört adayı saptadım. Kendileri de çalışmak istediklerini açıkladılar. Gerginlik giderek azaldı. Bu kez konuşmalar, yapılacak eğlence üstüne döndü. . Bana sordular. Böylece ben,  “Bundan da haberli değilim. Haberli olsam da etkilemem olası değil onlar kendilerince öğretmenlerle ilişki kurup istediklerini yaptırıyorlar. ” Geçen defa da böyle olduğunu söyledim. Kimileri sustu kimileri de daha yumuşak tavırlar takınarak, bizim  arkadaşların genel tutumunu eleştirmeye başladılar.  “Biz büyük sınıfız diye her şeye egemen olacağımızı sanıyoruz ama yanılıyoruz!” diyenler oldu.

Yat zilini böyle bir hava içinde karşılayıp yataklarımıza döndük. Lavaboda gene öteki sınıfların konuşmaları egemendi. Bizdeki suskunluk sürdü. Yatarken Hüseyin Orhan, “Schlafen sie Gut mu yoksa Gut Sclafen sie mi?” diye sordu. Oldukça ilerde yatan Sami Akıncı, duymuş düzeltme yaptı, “Ahtunk!… Guten Tag, Guten Morgen, Guten Abend, wie Guten Schlafen!” Biz de  “Guten Schlafen!” dedik. Bir birimizi kırmadan, kıskanmadan çalışsak ne iyi olacak! Sami’nin çalışmasını ben çok görmüyorum. Çalışıyor, aklını kullanıyor, iyi notlar alıyor. Bunlarda hiç gözüm yok. Ancak ben, ben inşaatlarda, atölyelerde vakit harcarken Sami, o dört saatlik zamanda ödevlerini rahatça yetiştirip derse giriyor. Öğretmenler de bunu hiç dikkate almadan ona tam numara verip, alkışlıyorlar. 3. yıla başladık bu hep böyle oldu. Geçen yıl Okul Müdürümüze dek bunu duyurduk.  Oldu, olacak, derken bugüne gelip dayandı. Bakalım yarın durum değişecek mi?? Geçen yıl Okul Müdürümüz,  “Kooperatifte kimsenin parası yok, okul muhasibinin verdiği 50 lira ile defter, kalem alınıyor. Buna söz söylemeye kimsenin hakkı olamaz!” demişmiş. Dedi mi, demedi mi orası da belli değil. Oysa şimdi, ilk partide öğrencilerden 200 lira toplanmış. Böylece kooperatif eskiye göre dört kat büyüyecek, demektir. İch Schlafe, ben uyuyorum. du Schlafts, sen uyuyorsun, sie Schlafen , o uyuyor. O kim ki? Ona desem de duymayacak, duysa da anlamayacak.

 

20   Ekim  1940  Pazar

 

Kadir Pekgöz, Hüseyin Orhan’ın bir altında tüm konuşmalarımızı dinliyor ama işine gelmediklerini hep duymazdan geliyor. Bu huyunu da Orhan’la ikimiz de seviyoruz. Akşamkileri de duymuş olacak  Bana “Guten Morgen Herr Kaufmann!” dedi.  “Danke Schönn!” dedim. Tıpkı akşamki gibi Sami gene duymuş, uyardı. Bu kez Türkçe olarak,  “Kooperatifçilik, tüccarlık değildir!” Gülüşerek yatakhaneden çıktık.  İstesek gözünü başını yara yara Almanca konuşabiliriz! Kahvaltıda bu kez Süleyman Gege geldi, kulağıma bir şeyler söyledi.  “Peki!” dedim ama ne söylediğini pek anlamadım. İçimden,  “Çıkınca sorar, öğrenirim!” dedim. Kahvaltıda güzel şeylerden söz edildi. Ahmet Güner’e Edirne Köprüsü’ne ek olarak başka şarkılar eklemesi önerildi. Yusuf Asıl duramadı, Edirne Köprüsü’ne ek olarak Sinanlı Köprüsü’nü önerdi. Ahmet iyi niyetle karşıladı,  “Yok öyle bir şey!” Bu kez Yusuf,  “Nasıl yok dersin, kaç kez üstünden geçtiğin köprüyü unuttun mu?”  deyince Ahmet Güner, gayet yumuşak bir sesle  “Onu da sen çık söyle!”  yanıtını verdi. Öteki arkadaşlar başladılar, Yusuf Asıl eğlence gecesi için özel bir şarkı bestelemiş, adı Sinanlı Köprüsü. Ahmet Güner, az önceki yumuşaklığını bırakıp, Yusuf’a “Sırıklı’yı da yanına al, bir sırıkla bir bücür iyi uyarsınız!” dedi. Bu kez ben, Ahmet’e  “Hani ad takmayı kaldırmıştık ne oldu?”  dedim. Ahmet “Ne ad kaldırması, yeni gelen kızların hepsine birer ikişer ad takıldı!” dedi. Saymaya başladı, Sazan, Madam, Anaç, Bebek, Artis diyerek başka bir takım yakıştırmalar sıraladı. Ben kestirdim:  “Kime ne dendiğini öğrenmek istemiyorum. Böyle adlandırılmasını da hiç doğru bulmuyorum. Onlar bu adlardan hoşlanmazlarsa, yaşamları boyu böyle anılacaklarını düşünerek çok üzüleceklerdir!” dedim.

Böyle konuşa konuşa dersliğe gittik. Derslikte de aynı konu açılmış, Sazan dedikleri kız: “Bunu bana yakıştırana Allah akıllar versin, benim nerem balık ben gereğinden çok şişman bir insanım!”  deyip geçmiş. Herkes böyle karşılar mı?  Biz bunları konuşurken bir öğrenci beni Fikret Madaralı Öğretmenin çağırdığını söyledi. Kooperatif için olduğunu sanıp heyecanlandım. Oysa öğretmen kitaplığa gelmiş, daha önce Halil Basutçu’yu, Mehmet Başaran’ı, Hasan Üneri de çağırmış.  “Günaydın!” deyip yaklaştım.  “Toplantıya kadar, burasını düzeltelim, sen de yardımcı ol!” dedi. Bu ara Ana kitabını okumuş, çok güzel bulduğunu söyledi.  “Bu bir macera romanı değil, bu tip kitaplarda insan aklına hançerle yazılır gibi derinliğine iz bırakmazlar ama onlarda da unutulmayacak sahneler vardır. Buradaki ana tipi işte onlardan biridir. Burada Ana, Çalı Kuşu romanındaki Feride gibi değil, hele Kuyucaklı Yusuf ya da Yaban’daki kişiler gibi bize tanıdık bir tip hiç değil. Bu biraz da bizim Çin insanına yabancı oluşumuzdan ileri gelmektedir. Çin geleneklerini, oradaki insan ilişkilerini bilsek Ana bize daha çok sevimli, gelecekti”! Öğretmeni dikkatle dinledim. Kitaplık oldukça karışmış, olabildiğince topladık. Hasan Üner, Sinanlı’daki kitapları sordu, “Onlar daha getirilmeyecek mi?” Öğretmen,  “Sahi bizim orada kitaplarımız da var, değil mi, onları getirtelim. Şimdiye dek kaç kez söylendiyse yersizlik öne sürülüyordu. İşte yerimiz oldu!”  dedi, arkasından bize bakarak sordu, “değil mi?”  Duvarları göstererek  “Buralara dolaplar sıralarsak bunların birkaç katı kitap alır!”  Ansiklopedi ile sözlük gereğine değindi. Sonra da ne düşündüyse,  “İsteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü kara  derler. İki yüzü karalardan zırnık koparmak da kolay değil!” Dikkat ettim, öğretmen bir süre sonra yapılacak toplantıdan nedense hiç söz etmedi. Bir ara acaba Müdür Beyle aralarında bir olay oldu da öğretmen bu işten sıyrıldı mı acaba diye düşünmeye başladım.

Yemek ziline dek kitaplıkta çalıştık. Kapıdan çıkarken, gülerek  “Haydi bakalım İbrahim, şu kitaplığı düzelttiğimiz gibi bir de kooperatifi düzene sokalım. Çocuklar okul gereksinimlerini buradan sağlayabilsin. Ucuzluğu bir yana kooperatifçilik konusunda  sağlıklı bir fikir edinsin!” Birden içim serinledi, “sayenizde öğretmenim!” dedim. Öğretmen elini omzuma koyarak:  “Benim sayemde değil, kendi gayretlerinizle bunu başaracaksınız. Öyle, kalem efendileri gibi sayeye, sayvana sığınma yok, Yahudi çocukları gibi kuruşları değerlendirip ticareti öğreneceksiniz. Bu da ancak yaparak olacaktır. Müdür Beyden bir kooperatif yeri kopardık. İnşallah tasarılarımızı gerçekleştirerek herkesi memnun edeceğiz!” Öğretmen bizimle yemek salonuna dek konuşarak geldi. Arkadaşlar bizim kitaplıkta olduğumuzu bilmiyorlarmış. Hemen sordular,  “Hepiniz mi kooperatifçi oldunuz?”  Bu kez ben,  “Ne kooperatifi, biz kitaplığı düzelttik. ” Mehmet Başaran, “Ağabey, susup söylemeseydin de  bunları biraz işletseydik!” dedi. Ben hemen,  “Ben zaten şaka söyledim, sen doğrusunu anlat!” dedim. Karşılıklı atışmalarla bir süre gülüştük. Yemekte tekrar duyuru yapıldı. Saat 13’de zil çalacak, yemek salonunda toplanılacak. Herkes kendi yemek masasına oturacak! Giderek heyecanlanmaya başladım. Hele yemekten sonra iyice titremeye başladım.

Zil çalınca birden bir rahatlama duydum, eğlencede müzik çalmaya çıktığımdaki gibi bir rahatlamaydı bu. Oradan sonrası, sanki ben orada yokmuşum gibi çok doğal geçti. Fikret Madaralı Öğretmen konuştu. Ayrıca “Okul Müdürümüz bugün, rahatsız olan Trakya Genel Valisi General Kazım Dirik’e, Trakya’daki valiler, kaymakamlar, öteki görevlilerle birlikte, hepimiz adına geçmiş olsuna gitti. Giderken de iyi işler yapacağımıza güvendiğini de söyledi!” dedikten sonra seçimin yapılma şeklini anlattı. Tahtaya adlar yazıldı. Adlar yazıldıktan sonra numara sırasıyla çağrı yapılarak ayağa kalkan kişi tahtadaki adlardan biri çizdirdi. Tahtada yapılan işlemi hemen tahta yanında oturan iki görevli ayrıca hazırlanmış imzalı kağıtlara da çizdi. Yazıcılar da benim tanıdığım iki arkadaş. Ali Kıpçak, Hasan Arabacı. Seçim başladı. Tahtanın bir yanında benim adımın bulunduğu sekiz ad var öbür tarafta da Sami Akıncı’yla birlikte başka sekiz ad. Sami’nin listesini Bekir Temuçin’le Mustafa Saatçı’nın hazırladığını burada öğrendim. İbrahim Ertur-Bekir Temuçin Sami Akıncı’ya yardımcı. Numaralar okunmaya başladı. İlk numaraların çoğu bizim sınıfın, aralarda başka sınıflar var. Bizim sınıf bittiğinde, az farkla ben öndeyim. Bizim sınıfın yarıdan çoğu Sami Akıncı listesini desteklediler. Ancak 80 numaradan sonra uzun süre tüm çizgiler bizim tarafa çizildi. Yeni gelen 6. sınıfları da yarı yarıya bölüştük. 7. sınıflar yüzün üstünde çizgiyi bizim tarafa çizdirdiler. Tahtanın bizim tarafı çizgi doldu. Saymaya geçilirken Fikret Madaralı Öğretmen  “Durum belli oldu, az tarafı sayarsak durum anlaşılacak!” dedi. O tarafı saydılar. Tahtada çizici Hasan Gülümser idi. O tarafa 62 yazdı. Bu arada kağıda çizenler iki tarafı da söylediler: 64’e karşı 166. Bizim listenin kazandığı söylendi. Öğretmen daha önce kağıtlar hazırlatmış, adayları, kazananları yazdırdı. Harun Özçelik, Salih Baydemir, Bekir Temuçin öğretmenle birlikte Müdür Odasına gittiler. Seçim böylece bitti. Ben bir süre, öğretmen çağırabilir, diyerek ortalıkta dolaştım. Gerçekten öğretmen çağırdı ama bir iş için değil,  “Yarın öğleden sonra toplayıp, bir çalışma programı hazırlayacağız. O program çerçevesinde çalışmaya başlayacağız!”  deyip ayrıldı. Öğretmen belki biraz kalıp bir şeyler anlatacaktı ama o sıra bir fayton geldi, bir veli getirmiş, geri dönerken öğretmen, fırsatı değerlendirdi.

Ben atölyeye koşup çalışmaya başladım. Az sonra bizim takım geldi. Onlar büyük sevinç duyuyorlar. Ben de sevindim ama kendi arkadaşlarıma karşı kazandığımı fazla bir kazanç sayamıyorum. Onlarla konuşmaktan çok, yeni parçalar çalmayı yeğledim. Parçaları beğenip beğenmediklerini sordum. Onlar çok iyi niyetli, hangisini çalsam beğeniyorlar. Haftaya hazır olduğumu da söyleyince sevinçlerinden uçtular. Eğlence gecesini sanki ben dolduracakmışım gibi. Oysa ben çalsam çalsam beş parça çalacağım, bu da ancak on dakika sürer. Sonrası onların. Bu kez 2 kişilik değil daha çok kişisi olan bir oyun hazırlamışlar: Reşat Nuri Güntekin’in bir perdelik İstiklal piyesi. Bir süre sonra onlar ayrıldılar. Bayrak töreni yaklaştığı için ben de dersliğe döndüm. Arkadaşlar hiçbir şey olmamış gibi gene güldürücü konulardan söz ediyorlar. İbrahim Ertur’la bir ara bakıştık. Onun, bu seçimde karşımda olacağını düşünmüyordum. İki yıl önce subay olan ağabeyi geldiğinde kısa zamanda benimle arkadaş olmuştu. O nedenle adaşım İbrahim, bana hep yakınlık gösteriyordu. Bugün bu çıkışı neden yaptı.  Acaba ayırdında olmadan onu kırdım mı? Ben bunu düşünürken arkadaş yanıma geldi. “Sami kendisi söyleyince hayır diyemedim, kusura bakma!” dedi. Yanıma oturdu, ağabeyinden söz ettik. Edirne dolaylarında kıta subaylığı yapıyormuş. Aklıma geldi, orada ağabeyim, eniştem var, belki yakın birliklerdedirler. Adresini aldım, mektup yazarım, ağabeyimin, eniştemin birliklerini bildiririm, izin almalarına yardımcı olur. Böyle deyince adaşım darılmadığımı anladı, sevindi, ayrıldık. Gerçekten Mahmut Ağabeyime yakın bir yerde olursa İbrahim’in Ağabeyi Mahmut Ağabeyime yardım edebilir. Sanki yardım sağlanmış gibi sevindim. Bu kez de Bektaş Ağabeyime yakın olacağını sandığım Ahmet Gürsel Öğretmeni anımsadım. Bektaş Ağabeyim, Kırklareli-Kavaklı yakınlarında, Ahmet Gürsel Öğretmen de oralardaymış. Belki onlar da çok yakındır! Bu varsayımlarımın fazla bir değeri olmadığını gene kendim düşündüm. Sıkı asker disiplini altındaki insanlar birbirine nasıl yardım ederler ki? Devletin kurumlarına halktan olanlar nasıl giremiyorsa onlarda da rütbesizler rütbelilerin yanına yaklaşamıyordur. Bizim okula bile halktan kimse giremiyor. Yeni Bedir köyü Muhtarı Kamber Uzun Amcam da gelmese, okulumuzun köy adını taşımasına karşın kapısından içeri bir köylü bile girememiş olacak!

Halil’in uyarısıyla Ahmet Gürsel Öğretmene, mektubunu alır almaz hemen cevap yazmamıştım. Oldukça zaman geçti, bu günlerde yazacağım. İki de sorum var: Biri geometri, biri aritmetik. Yatınca bir süre bunları düşündüm. Okul Müdürümüz toplantımızda bulunamadı. Genel Vali Kazım Dirik rahatsızmış. Trakya’daki tüm valiler, kaymakamlar, okul müdürleri ona  “Geçmiş olsun!” demeye gitmiş. Geçen yıl İsmet İnönü okulumuz önünden geçti. Yanında büyük bir kalabalık vardı. Büyük adamlar hep kalabalıklar içinde yaşıyor galiba! Kırklareli eski valisi Faik Üstün dört beş kez bizim köye gelmişti. Nedense o hep yalnız geziyordu. Bir keresinde de oğlunu getirmişti. Oğlu, arabadan inmedi ama hep bize baktı. Halam oğlu Hilmi ile biz de bir süre ona bakmıştık. Sonunda ben zilli mızıkamı çıkarıp çalmaya başladım. Valinin oğlu arabadan indi, yanımıza geldi bir süre baktıktan sonra mızıkamı istemişti. Çocuğun oldukça kalın bir sesi vardı. Vali Bey kahveden çıktığında oğlunu bizimle görünce,  “Emin, istiyorsan burada kal, yarım saat içinde biz gidip döneceğiz. Gideceğimiz köy çok yakın!” dedi. Emin az düşününce,  “O köyü ben de görmek istiyorum!” deyip kalmaktan vazgeçmişti. Vali oğlu Emin bizim için bir süre konu oldu. Kalsaydı onunla anlaşabilecek miydik? Mızıkaya ilgiyle baktığına göre belki de iyi mızıka çalıyordu. Belki de böyle mızıka görmemişti. Hilmi buna karşı koymuştu,  O, Vali oğlu, böyle mızıka nasıl görmez? Bense,  “O mızıka bana İstanbul’dan geldi!” gibilerde böbürlenmiştim. Bizi dinleyen, Hilmi’nin babası Salim Eniştem gülerek,  “İstanbul çok büyük bir kent, kim olursa olsun her köşesini gezip dolaşamaz. Buna karşın her köşesinde başka başka satış yerleri vardır. Buralarda hep değişik eşyalar satılmaktadır. O nedenle Vali Bey oğluna ona benzer bir mızıka almamış olabilir!” Salim Eniştemin beni savunan konuşmasını dinleyince Hilmi’ye nasıl baktığımı hiç unutmuyorum. Onunla yaptığımız tartışmalardan çoğunu Hilmi kazandığı için buradaki başarım bende unutulmaz bir iz bırakmıştı. Vali oğlu o sıralarda bizim boyumuzdaydı. Belki de aynı yaşlardayız. Okuyorsa şimdilerde liseyi bitirmiş olmalı. Ben beş yıl ara verdiğim halde şimdi orta 3. sınıftayım. Emin ara vermeden sınıf geçtiyse şimdi yüksek öğrenimini sürdürüyordur. Yedi yıl sonra bir daha karşılaşsak, ben bu kez akordiyon çalar olacağım, Emin neler yapıyor kim bilir? Arka arkaya gelen esnemeler düşlerimi gölgelemeye başlayınca örtümü başıma çektim…

 

21 Ekim 1940 Pazartesi

 

Guten Morgen Herr İbrahim! Guten Morgen Herr Orhan… Gülüyoruz. Kadir aşağıdan bağırıyor:  Herr Kaufmann! Nein, kein ich Kaufmann…. . Sami gene gülüyor: Falsch, falsch, falsch!. Nöbetçi öğretmeni sözü edilince yatakhaneyi ivedi boşaltıyoruz. Hava güzel, kahvaltıda bir süre kooperatifte neler satılacağı konuşuldu. Ben önce söze karışmadım. Konuşmalar kooperatifle hiç ilgisi olmayan bir yöne dökülünce:  “Hepiniz ortak olduğunuza göre sizin vereceğimiz kararlara uyulacak, çoğunluk ne isterse onlar satılacak!” dedim. Hilmi Altınsoy gülerek, onu nasıl saptayacağımızı sordu.  “Satışlar başlayınca en çok satılanları saptayarak bulabiliriz!” dedim. Hilmi bu kez de:  “Siz onu dört ayda saptayamazsınız!” deyip güldü. Dilinin altında olumsuz bir söz olduğu belliydi. Bunu anladığımdan yanıtımı ona göre verdim. “Bu dört ayda kooperatifi kurup çalışır duruma getirmeyi amaçlayacağız. Kuracağımız düzen bizden sonrakilerce de sürdürülecekse, o dediklerin çok rahat olacaktır! Belki de bunu senin nöbetinde arkadaşlarınla sen yapacaksın. Kooperatif benim babamın dükkanı değil okulun kooperatifi, el birliğiyle yapılacak!” Hilmi sorusundan alındığımı anladı,  “Yanlış anladın” dedi. Bu kez de “Sen söylediğini bir daha düşün, dikkat edince göreceksin, ben, senin söylediğini çok iyi anlamışım, o nedenle de yanıtım çok doğru verişmiştir bunu sen bir daha düşün!” Konu, yeni gelen kızlara döndürülerek kapandı.

Derslikte büyük bir sessizlik var. Geçen hafta Fikret Madaralı Öğretmen sert davranmıştı. Arkadaşlar, onun etkisinden kendilerini kurtaramamışlar Birbirlerine  “Hey sarsak, bana bak, ya da bana bak sarsak!” türünden çağrışımlarla bir tür rahatlama denemesi yapıyorlar. Bu arada ben:  “Boşuna kendinizi yormayın biraz sonra nasıl olsa onların gerçeğini duyacağız!” dedim. Benim sözümü kimse üslenmedi ama o tür şakalaşmayı da sürdürmediler. Öğretmen her zamanki gibi dakik olarak derse girdi. Ahmet Haşim’den bir parça okudu. Bu parçanın bir bölümünü daha önce okumuştuk. Daha doğrusu parça yazarın Frankfurt Seyahatnamesinden alınmış bir bölümdü. Öğretmen, bu dönemde geçen yıllardan farklı bir yöntem uygulayacağımızı, okuduğumuz parçadan çok yazarı tanıyacağımızı, yazarın, okuduğumuz parçasından başka yazılarını da inceleyip yaşam öykülerinden çok yapıtlarıyla tanımaya çalışacağımızı, bunun için de yazarla ilgili notlar tutmamız gerektiğini anlattı. “Örneğin  Ahmet Haşim, geçen yıllar da parçalarını okuduğumuz bir yazar, aynı zamanda bir şair. Düz yazıları kadar şiirleriyle de tanındığı için şiirlerini de inceleyeceğiz. Bu nedenle Türkçe defterinizde yazara ayrılan bölümde birkaç şiiri de bulunacak!” Öğretmen bunları söyledikten sonra, yazarın kısa yazılarından Hasta, Bir Zihniyet Farkı, Sincaplar, Kuşlar, vesaire, Dilenci Estetiği parçalarını okudu. Ayrıca O Belde, Bahar, Yaz, Sonbahar, Kış şiirlerini okuyup açıkladı. Bunları defterlerimize yazacağız. Yazılar okunaklı olacak, öğretmen defterlerimizi de notla değerlendirecek. Şiirlerde geçen eski Türkçe sözcüklerin Türkçe anlamları yazılacak. Böylece sözlük kullanma alışkanlığımız artacak. “Öğretmen sözleri nereden bulacaksınız?” diye sordu. Ben,  Cep kılavuzunu kaldırdım,  “Burada var!” dedim. Öğretmen,  “O zaman sen boş derslerinizde tahtaya yaz!” dedi, gülerek,  “Al sana büyük bir iş! Ama çok yararına olacak. Çünkü yazarken kendin de öğrenmiş olacaksın!” dedi. Ahmet Haşim adlı kitabı bana verdi. Çoğumuzun beklentisinin tersine 2 saatlik Türkçe dersimiz çok zevkli geçti. Ahmet Haşim’i daha önce de tanımıştık ama, öğrenememiştik. Daha önce Kargalar, Gazi parçalarını okumuş, anlatışını beğenmiştik. Bu kez şiirlerindeki bilinmeyen sözcükler bizi şaşırttı ama, bilinmeyen sözcükleri bilinenlerle değiştirince seveceğimizi de sezinlemiş durumdayız. Hiç değilse ben öyle düşünüyorum. Fizik dersine gelen olur düşüncesiyle bir süre bekledim. Bu arada Kış şiirinin bilinmeyen sözlerini saptayıp tahtaya yazarken, arkadaşlar beni uyardılar.  “Bunları şimdi değil, akşam son çalışma saatında yaz!” dediler. Onları haklı buldum, yazmaktan vazgeçtim. Bu kez Halil Basutçu ile öteki sözleri saptadık. Ancak kavafil-i evrak ile Ufk-i pür-ıstırap ü nevmide’yi bulamadık.  Şimdi ne yapacağız  diye düşünürken arkadaşlardan öneri geldi,  “Gidin Salih Ziya Büyükaksoy öğretmenden sorun!” Gitmeye ne gerek var, Çarşamba günü sorarız. Bu işi, Halil de sevdi. Bulabildiklerimizi yazıp hazırladık, bulamadıklarımızı da sorulacaklar listesine ekledik. Gerçi Kılavuzda bir nevmid var,  umutsuz diyor ama, nevmide belki başka anlam taşıyabilir.  “Kendimize rahat bir iş bulduk!” deyip gülüşerek bir süre çalıştık. Yemek zili çalarken biz, tersten başlayarak, Kış, Sonbahar, Yaz şiirlerini tamamlamıştık. Bir İlkbahar kaldı, bir de tahtaya yazılması. Tahtaya çarşamba günü akşamı yazacağım. Zaten Türkçe dersi Perşembe günü…Yemeğe Ahmet Haşim üstüne konuşmalarla girdik. Adamın çocukluğu bizimkilerden de zor geçmiş. Evlerinde ayı yavruları, karaca, sansar, tilki yavruları bulunuyormuş. Bahçede ayılar taş atar, kartallar kanat çırparmış. Hepsinden ilginci de yazarın anlattığı Venedik’teki kadın. San Marco meydanında hayvanlarla fotoğraf çektirmek bir gelenekmiş. Ancak fotoğraf çektirmek isteyenin yanına güvercinler yaklaşır, bu sıra fotoğraflar çekilirmiş. Böyle bir resim çektirmek isteyen şişman bir kadın uzun süre beklemiş ama güvercinler yanına yaklaşmamışlar. Şişman kadın buna çok üzülmüş. Şakacı Mehmet Yücel arkadaşımıza sürekli takılanlardan ikisi Abdullah Erçetin’le Hilmi Altınsoy’dur. Mehmet Yücel de onları pek rahat bırakmaz. Öğretmen bu öyküyü okuduktan sonra Mehmet Yücel, ikisini birden uyardı,  “Sakın Venedik’e gitmeyin, gitseniz bile güvercinlerle fotoğraf çektirmeye kalkmayın, güvercinler sizi de o şişman madam gibi refüze ederler!” Kahkahalar, kırılasıya gülmeler. Arkasından da  “Ya sen, ya sen!”

Yemeğe girerken Fikret Madaralı Öğretmen beni çağırdı, seçilen arkadaşlarla kitaplıkta toplanacağımızı söyledi. Harun Özçelik’le Salih Baydemir bunu daha dün öğrenmişler,  “Hazırız!” dediler. Yemekten sonra birlikte gittik. Hamdi Bağ Öğretmenle karşılaştık.  Öğretmen  “Eyvah eyvah, eyvah, bizim atölyeyi çökerttiniz, siz olmayınca biz ne yapacağız?”  dedi. Sonra da gene o ses tonuyla  “Şaka şaka şaka!” diyerek, “işinizi rahat görün, biz sizin yokluğunuzu kapatmaya çalışırız!” deyip geçti. Kitaplık önünde öteki öğrenciler bekliyormuş. Rüştü Güvenç, Ali Kıpçak, Cavit Kafkas, Hasan Arabacı, Fevzi Üner, Salih Baydemir, Harun Özçelik. Üç bizim sınıftan, bir yeni gelen 6. sınıftan 4 arkadaş da 7. sınıflardan. Öğretmen geldi. Hepimize başarılar diledi. Kooperatif konusunda açıklamalar yaptı. Kendi çalışma ilkelerini sıraladı. Kooperatif işlerinin derslerden de önemli olduğunu vurguladı. İşbölümü üstüne bilgi verdi. Yönetim kurulu başkanı benim olacağımı, kendisiyle sürekli ilişki kurmam gerekeceğini anlattı. Benim yardımcım için Cavit Kafkas’ı düşündüğünü, bu devre böyle çalışıp gelecek dönemlerde usta bir başkan olabileceğini açıkladı. Harun Özçelik için Muhasipliği, Salih Baydemir için veznedarlığı önerdi. Elindeki kooperatif yönetmeliğini bir daha okudu. Orada da dört aktif görevli dört de yedek yazıyordu. Biz öğretmeni dinledik. Harun konuşulanları yazdı, adlarımızın yanlarını imzaladık. Öğretmen hepimize birer ödev yazısı verdi. Başkan neler yapar. Muhasip neler yapar, veznedar neler yapar, bunlar birer birer yazılıydı. Harun Özçelik’e ayrıca okul muhasibi Hikmet Özsan’ı, Salih Baydemir’e de okul satın alma yetkilisi Asaf Amca’yı rehber olarak gösterdi. İlk ay içinde tüm alımlarda muhasip, veznedarla kendisinin de beraber olacağını ondan sonraki zamanlarda herkesin kendi işini yürüteceğini anlattı. Cumartesi gününe dek kooperatif yeri düzenlenecek, raflar hazırlanacak. İlk alımlar cumartesi günü beraber yapılacak. Bundan sonra öğretmen kendi kooperatif çalışmalarını anlattı. Defterler iyi tutulursa, çalışanın bir sorumluluğu olamayacağını, defterler aksak tutulursa çalışanın her zaman sorumlu olacağını örnekleriyle anlattı. Kendisi okulda bulunduğu sürece bunları izleyeceğini, kayıtların sağlıklı tutulacağına güvendiğini, hepimizi tanıdığı, o nedenle bizi seçtiğini de ekledi.  “Siz çok çalışacaksınız ama, sağlam temelli bir kooperatif kuracaksınız!” dedi. Öğrenmek istediklerimiz olup olmadığını, sordu. Ben soracaktım, Cavit benden önce davrandı, “Kooperatif başkanı ile başkan yardımcısı doğrudan para ya da mal alımıyla ilgili değil, mal çürüklüğü ya da pahalı alışlardan sorumlu olacak mı?” Öğretmen gülerek bana baktı,  “Güzel bir soru!” dedi. Yanıt olarak da,  “Para eksikliklerinden, doğrudan doğruya muhasip sorumludur. Başkan, başkan yardımcısı zaman zaman hesapları denetler, açık varsa uyarısını yapar. Bunu yapmaz da para eksilmelerine göz yumarsa sorumluluğa katılmış olur. Denetler de eksiklikleri belirtirse zaten görevi budur, bu kez görevini yapmış, sorumluyu ortaya çıkarmıştır. Zaten görevi de budur. Muhasebe konusunda başkanın görev ihmali sorumluluğu vardır. Bu durumdan aynı zamanda ilgili öğretmen de sorumludur. Çürük mal, pahalı mal konusunda da böyle bir sorumluluğu vardır. Sözgelimi kooperatifimizde kalem, defter, silgi satılıyor. Kooperatifte 10 kuruşa satılan kalem çarşıda 5 kuruşa satılıyorsa bundan başkan da öğretmen olarak ben de sorumlu olacağız. Demek bizim satın alan arkadaşımız fazla incelemiyor, önüne gelen yerden alış veriş yapıyor. Bu nedenle satın almaları hep birlikte başlatıp arkadaşlarımızı yönlendirdikten sonra kendi hallerine bırakacağız. Burada, görünürdeki sorumluluk suçluluktan ziyade kurumun geleceğe yönelik güvenirliliğiyle ilgilidir. Çürük mal, pahalı mal satılırsa müşteri kaybeder, ortakların güveni kalmaz. Arkadaşlarınız az-çok para yatırdı, bu paralarının işletilerek artmasını da bekleyeceklerdir. Bu nedenle şunu aklınızdan çıkarmayın, bizim kooperatifimiz, geçen yılların kooperatifi değildir. Bundan önce sanırım hiç biriniz, kooperatiften aldığınız kalemin dışarıdaki fiyatını soruşturmadınız. Zaten soruşturamazdınız. Çünkü sizin orayla bir bağlantınız yoktu. Ama şimdi var. İki ay sonra bir arkadaşınız sizden çalışmalarınız hakkında bilgi edinmek isterse, oturup ona tüm etkinliklerinizi açıklayacaksınız.  Sana ne benim işimden demek hakkına sahip değilsiniz!”

Öğretmen o denli güzel anlattı, o denli kolay anladım ki hiçbir tasam kalmadı. Lüleburgaz’a daha sık ineceğim, ilgili dükkanlara daha sık uğrayacağım, defterleri her hafta gözden geçireceğim. Takıldığım bir durum olunca da öğretmene yansıtacağım. Çok iyi anladığım bir başka gerçek de kooperatif bundan böyle Sami Akıncı’nın yaptığı gibi dinlenme yeri değil daha çok çalışma yeri. Öğretmen ayrılınca bir süre aramızda konuştuk. Yedek medek demeden hep birlikte çalışalım. İmza atacaklar gene sorumlular olsun. Ancak alımlarda bulunalım. Ne oldu ne gitti bilelim. Böyle böyle olanı biteni daha yakından öğreniriz. Buna herkes sevindi, yarın akşam toplanmak üzere dağıldık. Biz üçümüz atölyeye gittik. Öğretmenler bizi biraz alaycı sözlerle karşıladılar. Neler yeyip içtiğimizi sordular. Yeme konusunda neler getirmeye karar verdiğimizi, veresiye satış yapıp yapmayacağımızı sordular. Hamdi Öğretmen “daha fazlasını istemeyelim, sonra bize satış yasağı koyarlar!” dedi. Bir süre sustuk. Oysa daha önce Fikret Madaralı Öğretmen kooperatif için raf, dolap, masa istemiş, arkadaşlar yapmaya bile başlamışlar. Biz de bunları yapmak için onlara katıldık. Arkadaşlar:  “Size çalışıyoruz!” dediler, Yusuf Asıl,  “Siz de Salih Ziya Öğretmenin yaptığını yapın!” dedi. Ben pek anlayamadığım için yanıt vermedim. Salih Baydemir karşılığını verdi.  “Salih Ziya Öğretmenin,  Arı gibi çalışan! arıları var, biz kendimiz arı gibi çalışırsak ancak kendimizi kurtaracağız. O nedenle bizden parasız bir şey istemeyin!” Naci İnan Öğretmen gülerek, “bak bak bak, daha bismillah derken usta bir tüccar gibi konuşuyor!” dedi. Öteki öğretmenler de güldüler. İrfan öğretmen “Haydi hayırlısı!” dedi. Okul Müdürümüz daha önce kooperatif için bir oda vereceğini söylemişti. Bugün Fikret Madaralı Öğretmen de öyle demişti. Oysa burada işin değiştiğini öğrendik. Kooperatif olarak şimdilik alt koridorda okul kileri olarak kullanılan yerin kapısı kapatılarak yapılacak bölme ile kazanılacak yer kullanılacakmış. Kilerin yemekhane tarafına açılan bir dış kapısı daha var, böylece bizimle ilgisi olmayacakmış. Bunu duyunca üzüldüm ama fazlaca da üzerinde durmadım. Eskisine göre daha geniş bir yer olması bize yeterli olacaktır. Bugünkü konuşmalarımız hep kooperatif üzerine oldu. Meğer öğretmenler de kooperatif özlemi çekiyorlarmış.  “Okul olan yerde, okul gereksinimlerinin satılması kadar doğal bir şey olmaz, bu şimdiye dek eksikti!” dediler durdular. Paydosa yakın hepimiz gidip  kooperatif yerini birlikte gördük. İrfan Öğretmen duvarları ölçtü, raf yerlerini işaretledi. Giriş-çıkış olarak iki kapı ile uzun bir tezgah çizimleri üzerinde bize açıklamalar yaptı.  “Yarın bunları tamamlarız!” deyip ayrıldılar.

Derslikte önemli konu, önümüzdeki cumartesi akşamı sınıf olarak ne yapacağız? Her kafadan bir öneri geliyor ama,  “Ben de bunu yapayım!” gibi bir söz ortalığa çıkmıyor. Çoğunluk, kendisinden başkasına ödev yükler durumda. Bir süre sonra 4 Mehmet Aygün arkadaşımız,  “En iyisi biz, sınıfça sahneye çıkalım, herkesin önünde gene böyle kavga edelim!” dedi. Bu öneriye kimimiz gülerken kimimiz de sinirlendi. Dört gönüllü arkadaş, 20 dakika dolduracak bir program yapmak üzere görev üslendiler. Ancak onlar da önce bana, 10 dakikalık bölümü yüklemeye kalkıştılar. Benim genel programda görevim olduğunu, sınıf için ayrıca çıkamayacağımı söyleyince şaşırdılar. Bu kez Sami Akıncı, görev alacağını ama ne yapacağını yarın söyleyeceğini söyledi. Ahmet Güner bilinen Edirne Köprüsü ile Alişim’i söyleyeceğini açıkladı Uzun bir diretmeden sonra da Mehmet Başaran yazdığı şiirlerden iki şiir okumaya razı oldu. Bu arada Bekir Temuçin de şiir okumak istediğini söyleyince görünüş olarak konu kapandı. Ancak kimi arkadaşlar, “öteki sınıflardan da şiir okuyacaklar varsa, hep şiir mi dinleyeceğiz” deyince Mehmet Başaran bu sözlerden alındı, adını sildirdi. Bu kez Bekir Temuçin de şiir okumaktan vazgeçti. Ben de Halil Basutçu arkadaş için “ya şiir okusun ya da şarkı söylesin, onun güzel bir şarkısı var,  Akasyalar Açarken!” dedim. Halil,  “Olmaz!” dedi ise de arkadaşlar çok diretip  olur dedirttiler. Uzun tartışmalardan sonra, sınıf olarak bu kez de en kolay şekilde öteki sınıflarla işbirliğinden kaçınmış olduk. Ne var ki bu durumu kimi arkadaşlar pek beğenmediler: “Madem ki biz büyük sınıfız, onlara örnek olacak bir temsil yapmalıyız. ” Yarım bırakılan Mavi Yıldırım anımsatıldı. Pek benimsenmedi. Hasan Üner, Mehmet Başaran, İsmet Yanar bir okul piyesi seçmek üzere görevlendirildi. En kısa zamanda üç piyes seçip sınıfa getirecekler. Piyes seçmeye başka gönüllüler de çıktı. Meğer arkadaşlar, ilkokullarında ne çok piyesler oynamışlar (!) Adlarını doğu dürüst söyleyen pek çıkmadı. Bu arada ben de bir piyesten söz ettim. Pancarın Öyküsü. “Bir arkadaş pancar, bir arkadaş çapa, bir arkadaş araba, bir arkadaş kantar, bir arkadaş bıçak oldu. Böylece tarladaki pancar fabrikaya gitti!” dedim. Ben gerçekten yaptığımız oyunu anlattım. Birileri bana kızdı,  “Alay ediyorsun!” diyenler oldu. Oysa gerçekten alay falan değil ilkokuldan aklımda kalan buydu. Sanırım çoğu arkadaşınkiler de bu tür çocuksu şeyler ama, onlar kalkıp bunları oynanacak piyes olarak ortaya getiriyorlar. Okul temsilleri konusunu arkadaşların çoğundan daha iyi bildiğimi sanıyorum. Yeni Adam dergisinde iki yıldır bu konuda çok yazı çıktı. İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu bu konuda çok yazılar yazdı. Hatta kendisini eleştiren Tiyatrocu Ertuğrul Muhsin’le karşılıklı yazıştılar. Bu da yetmedi, bizim, Fikret Madaralı Öğretmenimiz İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu tarafını tutarak Ertuğrul Muhsin’e karşı iki yazı yazdı. Ben bu yazıları okudum. İyi biliyorum ki sınıfımızdan hiç kimse bu yazıları okumadı. Hem benden başka Yeni Adam’ı alan yok, hem de okumak için benden kimse istemedi. Yarınki tarih dersini anımsayıp kitabı açtım. Öğretmen,  “Kaybettiğimiz savaşların bir çoğu günümüzde de anılmaktadır. Bunlar üstüne yakılan türkülerimiz vardır. Bunlardan duyduklarınızı, anılardan dinlediklerinizi, anımsayın, derslerde konuşalım!” demişti. Plevne Savaşına ait babamın anlattıklarını, Tuna Nehri şarkısını anlatacak derecede biliyorum. Ayrıca daha önceleri yapılmış bir savaştan kalan Vidin türküsünü, Kırım’dan gelirim adım Sinan, Sivastopol Önünde Sıra sıra gemiler, türkülerinin yarım da olsa bir çok sözünü biliyorum.  Vidin’in içinde müftü kızıydım-Annemin babamın bir kuzusuydum. . Sivastopol önünde sıra sıra gemiler-Kumandanın yaralı inim inim iniler. Aman padişahım izin ver bize-Eğer izin vermezsen at bizi denize…. . Öğretmen sorarsa, az da olsa bunlar üstüne bazı bilgilerim var. Çoğunu okuduğum Ömer Seyfettin öyküleri de savaşlarda yitirdiklerimizi açık açık anlatmaktadır. Hele Beyaz Lale öyküsü ile Ömer Seyfettin’in kendi tutukluluk günlerini anlatan Ruznamesi savaşların acıklı taraflarını açık açık anlatmaktadır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban romanı ile küçük savaş öyküleri de bize savaşların acıklı taraflarını anlatmaktadır. Bakalım Selçuk Korol Öğretmen derslerde bunları konuşturacak mı?

Tarih kitabımın yarısına yakınını okudum. Avrupa devletlerinin savaşları da ilginç. Hele Fransa’da olanlar. D’artanyan’ın, Argos’un Fransa’sı kana bulanmış durumda. Yeni D’artanyan Napolyon Bonapart diye biri çıkmış ortaya. Bir kaç kez okursam daha iyi anlayacağımı umuyorum. Tarihi seviyorum. Olaylar da aklımda iyi kalıyor. Geçen yıldan kalan tarih bilgilerimi sıraladım. Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşu. Rumeli’ye geçiş. İstanbul’un alınışı. Yavuz Sultan Selim, Mısır’a dek güney ülkelerinin alınışı. Kanuni Sultan Süleyman, Avrupa içlerine dek gitme. 1526 Mohaç zaferi, Macaristan’ın topraklarımıza katılması. Yüz yıl kadar duraklama, bocalama, iç kavgalar, kanlı kargaşalar. 1683 Viyana’yı ikinci kez kuşatma, başarısızlık, geriye dönüş. İşte kendi tarihimizden özet olarak bildiklerim. Padişahlar: Osman, Orhan, 1. Murat, Yıldırım Beyazıt, 1. Mehmet, 2. Murat, 2. Mehmet (Fatih), 2. Beyazıt, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, 2. Selim, 3. Murat, 3. Mehmet, 1. Ahmet, 1. Mustafa, 2. Osman, 1. Mustafa (2. Kez) 4. Murat, Deli İbrahim, 4. Mehmet, 2. Süleyman, 2. Ahmet, 2. Mustafa, 3. Ahmet, 1. Mahmut, 3. Osman, 3. Mustafa, 1. Abdülhamit, 3. Selim, 4. Mustafa, 2. Mahmut…. . Padişahları şiir ezberler gibi ezberlersem, onların zamanlarındaki olayları kolay anımsayınca, öteki bilgileri de toparlayabilirim. Geçen yıllar, Roma tarihini okurken bunu denedim. Marius, Sula, Pompeyus, Sezar, Oktavyus, Tiberyüs, Titüs, Neron sıralamaları oldukça işime yaradı. Derken Oktavyüs’ü öteki adıyla Ogüst’ü anımsamam canımı sıktı. Roma tarihi de gerilerde kaldı, Ancak padişahları, önemli özelliklerinden anımsayabilirim: Osman, besbelli, Osmanlı Devleti kurucusu. Orhan, Bursa’yı aldı, 1. Murat Kosova’da şehit oldu. Yıldırım, Ankara savaşında esir oldu. 1. Mehmet, devleti yeniden birleştirdi. 2. Murat Varna savaşını kazandı. 2. Mehmet İstanbul’u alarak peygamberimizin dileğini yerine getirdi, Fatih oldu. 2. Beyazıt hem kardeşi hem de oğlu ile savaştı: Kardeşini yendi ama oğluna yenilerek tahtını terk etti. Yavuz Sultan Selim, babasını tahttan indiren, halifeliği Osmanlı İmparatorluğuna getiren, Kanuni Sultan Süleyman, hem çok savaş yapan, hem de en çok tahtta kalan (46 yıl) padişah. 2. Selim, Edirne’deki camiyi yaptıran padişah. 3. Murat, en çok çocuğu olan, eğlence düşkünü, Yeniçeri ocağına da kural dışı aday alan padişah. Bu on iki padişah sıralaması bir bakıma şiire de benziyor.

Osman, Orhan, Murat,

Bayezit, Mehmet, Murat,

Mehmet, Bayezit, Selim,

Süleyman, Selim, Murat!

Üç dize de Murat’la bitiyor. Öteki adların sıralamasında böyle bir düzen yok. Bunlar yükseliş dönemi padişahları. Yoksa bu ad sıralaması ile yükselişin bir ilişkisi mi var? Bunu ilerde araştıracağım. Olanak bulunca da öğretmenden soracağım.

Dalgın dalgın yatmaya hazırlanırken  Guten Abend seslerini duydum. Hüseyin Orhan’ın önerisine Kadir Pekgöz de katılmaya karar vermiş. Yatarken kalkarken Almanca konuşacağız. Güzel uykular, nasıl diyeceğiz? Ya da iyi uykular. Schlafen sie gut. Schlafen sie schönn. Sami Akıncı gelmemiş, bizi duyup yanlışımızı düzeltmedi. “Bu gece de böyle olsun!” deyip yatıyoruz. Düşünmeye başladım, Sami Akıncı da Almanca çalışmaya bizimle başladı. Çok çalıştığı için bizden çok şeyler öğrendi. Şimdi de bize bilgiçlik taslıyor. Yeni öğrendiklerini o nereden öğreniyor? Almanca lügat varmış, bir lügat almaya karar verdim. Kırtasiyeci Gültekin’e ısmarlayıp, bedelinin birazını da verirsem, bir hafta içinde getiriyormuş. Almanca öğretmenimiz Ömer Uzgil gitmeden önce yazdırmıştı: Ragıp Rıfkı Özgürel- Almanca-Türkçe Büyük Lügat= Grosses Deutsch-Türkisches, WÖRTERBUCH… Cumartesi günü nasıl olsa öğretmenle birlikte gideceğiz, bunu o zaman yazdıracağım. İşte bir örnek: Groses, burada büyük yerine kullanılmış. Oysa ben, Türkçedeki büyük karşılığını Almanca gross olarak öğrendim. Ben bu değişiklikleri bir türlü kavrayamıyorum. Gross burada neden grosses oldu? Daha önce buna benzer sözler geçmişti. Örneğin gut iyi, günaydın karşılığı Guten Morgen’de gut, neden guten oluyor. Kimi kez Schön de değişiyor. Schönn, schönes olup çıkıyor. Bunları düşünürken uykum kaçtı. Arkadaşlar hep uyudular. Uyurken hırıltı çıkaranlar var. Yavaşça kalkıp yeğenim İsmet’in yanına gittim. Ablam, İsmet için  “Uyurken ses çıkarıyor!” demişti. Baktım İsmet sessiz, sakin uyuyor. Abdullah Erçetin, Ali Önol, Hilmi Altınsoy, horlaya horlaya uyuyorlar. Fettah Biricik’in horladığını arkadaşları söylüyordu. Onu dinlemedim Dinlesem de ona bir şey söylemem. Zaten benim her hareketimden bir anlam çıkarmaya kalkışan arkadaş, bundan söz edersem, kıyametleri koparır. Herkesten önce yatıp uyurken bu gece böyle uyanık kalmama şaştım, gözlerimi yumarak bir süre uyku bekledim…

 

26 Ekim 1940 Cumartesi

 

Dünkü çok yorucu, aynı zamanda kargaşalı günden sonra akşam nasıl yattığımı bile anımsayamadım. Buna karşın dinlenmiş olarak uyandım. Öteki işler arasında kooperatif odasını düzeltmek günümüzün büyük bir bölümünü almıştı. Akordiyon çalışmaya bile zaman ayıramadım. Neyse ki temsil gecesi için seçtiğim parçaları daha önceden hazırlamıştım. Hele Binbaşının derse geleceğini hiç beklemiyordum, ansızın çıktı geldi. Elim ayağım titreyerek, “Dikkat, hazırol!” diye bağırdım. Gene de göz ucuyla arkadaşların yüzlerini gözledim: Herkesin yüzü gergin, bana gülen olmadı. Binbaşı ise “İlk tekmil vermen bu, kusurlarını bağışlıyorum, ama bunun da bir estetiği vardır, zamanla bunu da öğreneceksin!” dedi. Kusur neydi, neyi bağışladı, anlamadım ama görevimi yerine getirdiğim inancı içinde yerime oturdum. Bir ölçüde de bu sınavı azarlanmadan geçiştirdiğim için gururlandım. Elimde olmayarak gülümsediğimi gören Binbaşının buna sessiz kalmasına ise şaşırdım. Etrafıma baktım, arkadaşların hiç birisi benim gibi rahat değil. Binbaşı,  “Savaş burnumuzun dibinde, savaşın içinde değiliz ama dışında da değiliz!” dedikten sonra “modern savaşlar eski savaşlardan çok farklı” diyerek, özellikle Alman Ordusunun savaş taktikleri anlattı. Avusturya’yı nasıl almış, Fransa’yı nasıl yenmiş, İngiltere’de neden duraksamış, eğer cidden İngiliz imparatorluğunu yıkmak istiyorsa nasıl savaşması gerekiyormuş, saydı döktü. Bu arada İtalya, Arnavutluk, Yunanistan savaşlarına da değindi.  İtalya daha önce Arnavutluk’a girmişti. “Demek ki girememiş, bir daha girmeye kalktığına göre bu kez de giremeyeceği besbelli, Ancak kendine acındırarak Almanya’dan yardım isteyip, oraların da Almanya’ya katılmasına neden olacak, yaaa!” deyip sözünü bitirirken de  “Almanya, önünde sonunda Rusya ile kapışacak, işte o zaman dananın kuyruğu kopacak!” deyip söylediği söze bizden çok kendisi güldü.

Dersten sonra sırada bir süre oturup gerindim. Atölyede yorulduğum sıralardaki gibi bir gevşekliğim vardı. Zil çalınca toparlanıp bayrağı çıkardım. Öğretmenler arasında Fikret Madaralı Öğretmeni görünce Lüleburgaz’a gideceğimi anımsayıp hazırlandım. Yemekten sonra öğretmen bizi toplayıp, yapacaklarımızı bir daha özetledi. Okul kamyonunun gidişine rastlatırsak kamyonla, bunu sağlayamazsak Lüleburgaz’a yaya olarak gideceğiz. Dönüşümüz kamyonla olacak. Halkevi önünde buluşacağız. Üç arkadaşımız gelmekten vazgeçti. Biz beş arkadaş, Fevzi Üner, Cavit Kafkas, Salih Baydemir, Harun Özçelik olmak üzere yola çıktık. En küçüğümüz Fevzi ama hepimizden önde yürüdü, koştu. Çok sevinçli. Kararlaştırdığımız gibi Çal Eczanesi önünde öğretmenle buluştuk. Önce kırtasiye işimizi çözdük. Aynı zamanda gazetecilik de yapan Arda Kırtasiye ile anlaştık. İstanbul alışına az bir kar ekleyerek bize sürekli okul gereksinimlerini getirebileceğini, buna göre biz okulda, ondan daha ucuza satabileceğimiz hesaplanarak sözlü anlaşma yapıldı. Saptadığımız ölçülere uygun olarak paketler hazırlandı. Yiyecek olarak, helva, lokum, değişik cinste şeker, kuru üzüm saptamıştık. Bunlar için bir hayli dolaştık. Helvayı, helvacıyla, ötekilerini de iki bakkalla anlaştık. Helvacı çok anlayış gösterdi.  “Siz çocuklara helvayı sevdirin, ben size her hafta bir karavana (O leğen diye, bir çınko kap göstererek)  parasız vereceğim!” demesi çok hoşumuza gitti. Kararlaştırdıklarımızı aldık ama Lüleburgaz içinde aynı yerlere en az onar kez girdik çıktık. Sonunda Fikret Madaralı Öğretmen,  “Eh, insaf çocuklar, bu bir başlangıç diye sizinle dolaştım, sakın başka zaman da dolaşacağımı sanmayın. Bundan sonra bu dolaşmalar size kalıyor!” dedi. Öteki yerlerden aldıklarımızı Kırtasiyeci önüne taşıdık. Bu arada ben Almanca büyük lügatı da ısmarladım. Almanca-Türkçe Büyük Lügat, Ragıp Rıfkı Özgürel (Kanaat Kitapevi) Haftaya cumartesi günü gelmiş olacak. Oradan aldıklarımızı da ekleyerek bir yığın eşya ile beklerken karşıdan Okul Müdürümüz geldi, Gülerek  “Hayırlı olsun!” dedi. Öğretmenle bir süre konuştular. Müdür Bey ayrılırken  “Aferin çocuklar, bu işler böyle başlar, gayretle sürdürünce de kesinlikle mükemmelliğe ulaşır. Size güveniyorum!” dedi. Az sonra kamyon geldi, biz yükümüzü kamyona taşıdık, öğretmen bizi uğurladı, çok geç kalmadan okula geldik. İlk merak ile, paketleri açıp bir yerlere dizmeye başladık. Biz, o, bu derken yemek zili çaldı, hiç birimiz elimizdeki işi bırakmak istemiyoruz. Sonunda olduğu gibi bırakıp kapıyı kilitledik. Satın alıcı Salih Baydemir, anahtar onda kalacak. Salih  “Ben anahtarı kaybederim!” deyip almak istemedi. İlk çatışma böylece başladı. Sonunda Salih razı oldu.

Ucu ucuna yemek yeyip temsil hazırlığına yetiştik. Neyse ki İstiklal piyesi için sahne hazırlığı biraz zaman kazandırdı, ben bir kez daha çalacaklarını denedim. İlginç olan on kadar öğretmenin Lüleburgaz’dan gecemize gelmesiydi. Onların gelişi hepimizi sevindirdi. Bu gece de geçen defaki eğlence gibi gene Hidayet Gülen Öğretmenin gözetimindeydi. Hidayet Gülen o sınıflara derse gittiği için kolay yönlendiriyor. Öğrenciler onun uyarılarını olduğu gibi benimseyip o doğrultuda çalışıyorlar.  “O türkü kalsın, şu söylensin!” deyince  “Niçin” ya da “neden?” türünden karşılık vermek söz konusu değil. İstiklal piyesinin rollerini ikişer kişi ezberlemiş. Öğretmen,  “Sen, sen, sen oyna” dedi, ötekiler sessizce çekildiler. Öğretmen “Bir başka zaman siz oynayacaksınız, hazırlıklı olmanız için rollerinizi sakın unutmayın!” tembihini yaptı. Çocuklar buna sevinerek ortadan çekildiler. Şarkılar da, türkülerde de böyle oldu.  “Bu kez şu üçünü söyleyin, ya da bu kez tek bir grup söylesin!” dedi, öyle yapıldı. Böylece ilk temsil gecesinden çok farklı bir durum ortaya çıktı ama, görev alanlar pek değişmedi. Şarkıcılar, türkücüler hemen hemen aynı gruplardı. Piyestekiler yeni katılmıştı. Mandolin grubu daha iyi etki bıraktı. Bunları da Hidayet Öğretmen yetiştirmiş. Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun Yeğenim monoloğu çok alkışlandı. Benim parçalarımı da alkışladılar ama, bu alkışlar bence akordiyonun güzel sesineydi. Bakışların daha çok akordiyona olduğunu gözledim. İçimden “Olsun, akordiyon benim elimde seslendiğine göre, ister istemez insanlar, bana da bir pay ayıracaklar. ” Sezinlediğim kadarıyla bizi izleyen öğretmenler memnun kaldılar. Küçük sınıflar zaten olayın yapılışından hoşnut, eleştirme söz konusu değil. Bu nedenle ben eleştiriyi salt bizim arkadaşlardan bekliyorum. Beklentimin tersi oldu, her gece derslikten yatmaya gidilirken olduğu yarın  yapılacaklardan söz edildi. Bu arada öğretmenlerin kahkahalarla gülmeleri, şarkılar söylenirken konuşmuş olmaları dillendi. Az da olsa “Onlar sinemayı bırakıp da nasıl geldiler?” diye soran da oldu. Neyse ki arkadaşımız Mehmet Yücel gülerek: “Bilmiyormuş gibi konuşmayın, Lüleburgaz’da tek sinema var, onda da onbeş günde bir film değişiyor. Her gece aynı filme mi gidecek bu insanlar?” diyerek konuşanları susturdu. Yatınca bir süre gene düşündüm, bu konuşanlar kendilerini hiç düşünmezler mi?  “Onlar bunu yapmaya çalışıyor ama yapamıyorlar, oysa ben bunu daha güzel yaparım!” diye mi düşünüyorlar, yoksa hiç düşünmeden, tavuk gıdaklaması gibi ortalığa laf mı bırakıyorlar? Konuşanları birer birer gözümün önüne getiriyorum: Tarih dersinde bu, Türkçe dersinde bu, bu bu, geçmiş yıllarda o, bu, şu tahtaya kalkınca ne durumlara düşmüşlerdi! Düşündüklerimi düşündüğüm için kendimi kınadım, bana ne? Ezberimdeki şiirleri tekrarlamaya çalıştım. Hiç birini rahatça okuyamadım. Sözde unutmayacağıma söz verdiğim Röslein’ı bile okuyamayınca kendimden utandım: Röslein, Röslein, Röslein rot-Röslein auf der Hayden!İbrahim auf der Bett! Nein, İbrahim auf Ranza und beim schlafen sprechen! Gut Schlafen!

 

27 Ekim 1940 Pazar

 

Konuşmalardan uyandım. Orhan daha önce kalkmış, gülerek: “Herr İbrahim, seni bekliyordum!” dedi. Akşam kutlayamamış, özellikle de benim çalışımı beğenmişmiş. Teşekkür ettim. Ancak arkadaşın bu kutlamayı neden sabaha bıraktığını düşünmek gereğini duydum. Bunu da o saat iki nedene bağladım: Ya arkadaşların suskunluğu karşısından onlardan ayrı düşmemek istemesi, ya da akşam yatınca tıpkı benim gibi bir süre düşündükten sonra sürekli olarak birlikte çalıştığımızı anımsayıp doğabilecek bir zıtlaşmayı göze alamaması. Bir başka olasılık düşünemedim. İkinci olasılığı yeğleyerek arkadaşın tavrını doğal karşıladım Gerçekten de başka bir yol, benim için de geçerli olmayacaktı. Güldüm, teşekkür ettim: “Çalışıyorum işte, öğretmensiz, kendi çabamla ancak bu kadar yapabiliyorum!” dedim. Konuşa konuşa dersliğe gittik. Bizi bir arada gören Kadir Pekgöz geldi. Kadir de akşam çaldıklarımı beğendiğini söyledi. Oysa Kadir, akşam hemen arkamdan Mehmet Başaran’la Uzunköprü köprüsünü konuşarak gelmişti. Üstelik konuştukları da yanlıştı. Sözde köprüyü Mimar Sinan yapmışmış. Onlar beni görmezden gelince ben de aldırmadan yürüdüm. Bu kez Kadir tavır değiştirince ben de biraz kasıtlı olarak akşamki yanlışlarını düzelttim.  “Uzunköprü Mimar Sinan’dan 150 yıl önce yapılmıştır. Mimar Sinan o köprüyü inceleyip çalışmalarında ondan yararlanmıştır!” dedim. Bunları konuşarak kahvaltıya gittik. Kahvaltıda, akşamki görevli arkadaşlardan, Recep, Tevfik, Musa, Rafet, Hasan geldi, yeni hazırlıklardan söz ettiler. Onların sevinçli tasarılarına bizimkiler salt gözleriyle katıldı. Onlar ayrılınca Hilmi Altınsoy ötekilerin düşüncelerini de açıkladı : “Yaa bu çocuklar delirmiş mi ne? Tiyatrocu mu olacak bunlar?”  Hilmi önce ortalığa söylemişti. İkinci kez sorusunu doğrudan bana sordu: “Bunlar tiyatrocu mu olacaklar?”  Önce omuz silktim sonra da:  “Belki tiyatrocu olmak istiyorlar. Olurlar olamazlar bilmem ama kesinlikle bir şey olma istekleri var. Belki de tiyatroculuğu da aşıp film çevirecekler. Filmler ne güzel, bir yığın beceriksiz insan samanlıklardan bozulmuş yerlere doluşup ağzını açıp  duvarlara bakıyor. Kolay kazanç değil mi?”  diye bu kez Hilmi’ye soruyu ben sordum. Hilmi az durduktan sonra  “Abi sen beni gene yanlış anladın, ben kötü bir şey demedim!” Yanıtım kısa oldu:  “Ben de kötü bir şey demedim, dünya avanak insanla dolu, bunların bir kısmı tembel, çalışmıyor, çalışmaktan kaçmayı bir akıllılık sayıyor. Böylelerini oyalamak için birileri de tiyatroculuk yapıyor! Ben de bunu demek istedim. Bunun, seninle ne ilgisi olabilir ki?”

Salih Baydemir “Kalkalım arkadaşlar bizim işimiz var!” dedi. Salih Baydemir, Harun Özçelik öteki kooperatifçiler, Cavit Kafkas’la Fevzi Üner bizi bekliyormuş onlarla birlikte dükkanımıza gittik (Kooperatife biz,  Bizim Dükkan  adını taktık) Az sonra Sami Akıncı geldi, hepimize başarılar diledi. Daha çok Salih Baydemir’le konuştu, Satışlarda önemsenmesi gereken noktalara dikkatini çekti. Yedeklerimizden Fevzi Üner de geldi. Fevzi’yi nöbetten tanıyordum, çok çalışkan olduğunu biliyorum. Arkadaşlarımızdan Hasan Üner’in hemşerisiymiş. Soyadı benzerliğinden akraba olabileceklerini kestirmiştim, öyleymiş. Bu kez ona, Salih Baydemir’e yardımcı olmasını önerdim. İkisi de Tekirdağlı, anlaştılar. Önemli günlerde birlikte çalışacaklar. Salih, Fevzi, Harun bundan böyle çoğunlukla kooperatifte bulunacaklar. Harun da, Salih de, derslikteki gürültülerden kurtuldukları için seviniyorlar. Onlardan ayrılıp atölyeye gittim. Akşam Hidayet Öğretmen İstiklal Marşı için ses istedi. İstiklal Marşının başlangıç sesini biraz ince verdim. Hidayet Öğretmen uyardı,  “Biraz daha kalına al!”  dedi. Bugün seslerin değişmesi sonucu öteki sesleri de saptayacağım. İstiklal Marşına değişik başlangıçlardan girerek çalmam gerekiyor. İstiklal Marşını özünü ezberleyip değişik seslerden çalmalıyım. Do-fa uygun değilse si bemol-mi bemol seslerinden  ya da la-re neden olmasın? İşte bunları iyice çalışmalıyım. Önce gamlarını çalışıp ellerimi alıştıracağım sonra da notaları sıralayacağım. Do majör  dışındakileri bakmadan çalamıyorum. Bakarak çalmayı da hiç istemiyorum.

Öğle yemeğinden sonra derslikte Ahmet Gürsel öğretmene mektup yazmaya çalıştım. Halil nedense ortak mektup yazmaya yanaşmadı.  “Sen ayrı yaz, problemlerini sor, aralarda gene birlikte yazarız!” diyerek geri çekildi. Ben yazacağım. Çok söz söylemeden derslerimizin boş geçtiğini yazdıktan sonra problemlerin çözümünü soracağım. Arkadaşlar başıma  gelip kooperatifi sormağa başladılar,  Ne zaman açılacak?  Ben “kooperatif açıldı, isterseniz gidip alış veriş edersiniz!” dedim. Önce inanmadılar, gidip gelenler oldu. Onlardan da  “Sahiden açık, Kara Salih satış yapıyor” deyince, kalkıp grupça gittiler. Gidenler birer ikişer döndüler, beğenenler oldu, eleştirenler çıktı. Eleştirenler kooperatiften çok Salih Baydemir’in o işi yapamayacağını öne sürdü. Ben, hiç duraksamadan,  “İki yıldır hiç biriniz kooperatif satış yerine girmeden bir arkadaşın bu işi çok iyi yaptığını söylediniz. Şimdi ise kooperatife rahatça giriyorsunuz, içerde ne var ne yok görüyorsunuz. Onları görmezden gelip satıcının yapamayacağını söylüyorsunuz. Salih arkadaşımız, hangi işte bizim herhangi birimizden geri kaldı? Onun bu işi yapamayacağını neye göre söylüyorsunuz?” Konuşanlar sustu. Ben konuşmamı sürdürdüm.  “Kooperatiften sorumlu öğretmen Fikret Madaralı, Salih Baydemir’le Harun Özçelik’i o kendisi seçtirdi. Onlara öyle güveniyor ki,  “Siz bu kooperatifi sağlam kayıtlar üstüne oturtacaksınız. Bundan sonra gelenler, sizin temeliniz üzerine bina kuracaklar!” diyor. ” Kimseden çıt çıkmadı. Salih’in yalnız olmadığını, Fevzi Üner’in de ona yardım edeceğini açıkladım.  “Fevzi Üner zaten köyünde bakkal dükkanında çalışmış!” dedim. Böyle bir şey duymadım ama salt arkadaşların gereksiz kaygılarını azaltmak için böyle bir yapay etiket ekledim. Bundsan sonra da arkadaşların çoğu kooperatife gitti geldi. Konuşmalar giderek olumlu yana dönmeye  başladı.

Bu kez ben konuyu akşamki eğlenceye çevirdim, “Hani biz de sınıf olarak bir gece hazırlayacaktık? Piyesler seçilecekti?” Meğer piyes seçecek arkadaşlar çalışma yapıyormuş, hemen açıkladılar: Beş piyes seçmişler, Atilla, Mete, Akın, Hülleci, Hançer…Yazarlarını yazmamışlar. Yazarlarını bilmeden piyes seçmelerini eleştirdim. Bu kez sınıfça yardımlaşarak yazarlar eklendi: Atilla, Behçet Kemal Çağlar-Mete, Yaşar Nabi Nayır-Akın, Faruk Nafiz Çamlıbel-Hülleci ile Hançer, Reşat Nuri Güntekin. Bunları nasıl bulacaklarını da bilmiyorlar. Onlar da bana sorunca;  de İstanbul’dan nasıl getirtilebileceğini anlattım. Bunları konuşurken, kimi arkadaşların küçük sınıfları önemsemeyen tavır içinde olduklarını gördüm. Bu kez,  yeni yeni tanıdığım 6. 7. öğrencileri arasında çok çalışkan çocukların olduğunu, bunları küçümseyenlerin er geç yanıldıklarını anlayacaklarını söyledim. “Örneğin, Tevfik Uğurlu, Recep Türköz, İsmet Özcan, Rafet Topuz, Hasan Arabacı, Haydar Mandacı, Hasan Gülümser, Nazmi Üstündağ, Mehmet Yüce, Naci Aydın, Ahmet Baştürk adlı öğrencilerin bizlerden pek farkı yok, sanırım onlar bizden daha ciddi çalışıyor, kuşkusuz, daha çok okuyorlar. İçlerinde onla gibi daha başka çok çocuk var. Bence, verilen rolleri kısa zamanda ezberlemeleri, bunu gösteriyor!” Rafet’i, Recep’i tanıyanlar varmış, başta onlar olmak üzere ötekilerin de bir çoğu övüldü. Konuşmalar yaygınlaşınca, bu kez herkes kendi tanıdıklarının özelliklerini saydı döktü. Zil çaldı. Bayrak törenine çıkarken başımıza yağmur damlaları düştü. Yağmurdan değil de çamurdan yıldığımız için hepimiz yağmura karşı gibiyiz. Yarın bizim sınıf Lüleburgaz’a gidecekti. Cumhuriyet Bayramı geçit provalarına katılacağımız söylenmiş. Hava yağmurlu olursa ne yapacağız? Lüleburgazlıların hepsi evlerine koşup korunacak. Biz, öylece ortalıkta kalacağız. Neyse, Bayrak töreninde ıslanacak ölçüde yağmur düşmeden dersliğe girdik. Bütün ilgiler yarınki tören provasına gidip gitmeyeceğimiz üstünde toplandı. Türkçe dersinden kaçmak isteyenler, gitme taraftarı. Dersten korkmayan bir kaç kişi de yağmurdan sakındığı için  “Gidilmesin!” deyip, ötekilerin sinirini bozuyoruz. Bir ara Ömer Uzgil Öğretmeni andık. O okulda kaldığı için okul işlerini daha sıkı izliyordu. Yerine gelen Hüsnü Baykoca ise Okul Müdürümüz gibi Lüleburgaz’da kalıyor. Bunun için bir çok olayı son dakikaya dek öğrenemiyoruz. Örneğin, yarın tören provalarına katılacak mıyız, katılamayacak mıyız? Geçen yıl katıldığımızı söyleyenlere değişik yanıtlar hazır:  Okul, geçen yılki okul değil, artık Köy Enstitüsü oldu! Bu tür yanıtları iki de bir İsmet Yanar veriyor.  İyi mi? yoksa kötü mü? Oldu diyenlere ise,  “Yerine göre iyi, yerine göre kötü. Kısacası işimize gelirse iyi, gelmezse kötü!”

Bu günkü tartışmalarımız koridora taşmış, Hamdi Bağ Öğretmen geldi.  “Sizi özledim, kimler nerede oturuyor yakından görmek istedim!” dedi. Yer değiştirmiş arkadaşlar vardı. Bu sözün bir uyarı olduğunu anladılar. Yusuf Asıl, İsmet Yanar, Bekir Temuçin, Abdullah Erçetin hemen yer değiştirdiler. Yanına gittikleri sırada deftersiz, kitapsız oturuyorlardı. Gerçekte konuşanlar da çoğunlukla onlardı. Sessizce yerlerine döndüler ama. Öğretmen gülerek,  “Ne o yerlerinizden memnun değil miydiniz, neden kalktınız?”  dedi. Aynı soruyu bu kez Yusuf Asıl’a sordu. Yusuf,  “Niçin kalktığımızı siz çok iyi biliyorsunuz, öğretmenim!” deyince öğretmen,  “Ben çok iyi biliyorum, bu doğru, merak ettiğim bunu sizin de doğru anlamanızdır!” Birden herkes dikkat kesildi. Bu sessizliği öğretmen bozdu: Arkadaşımız Mehmet Yücel’e  “Voleybol oynayamıyoruz, ne olacak böyle?”  dedi. Mehmet Yücel, “havalar düzelince gene oynayacağız. Öğretmenler çoğaldı, takım kurun maç yapalım!” dedi. Öğretmenin konuşmasından cesaretlenerek, geçen yıl gelen Beden Eğitimi öğretmeninin gelip gelmeyeceğini sordular. Öğretmen, “Eşinin birliği buradan gittiği için gelemeyecek!” dedi. Gülerek,  “Gelemediğine üzüldünüz mü?”  diye sordu. Mustafa Saatçı,  “Üzülen de var, sevinen de!” derken başını bana çevirdi. Mustafa Saatçı bana böyle anlamlı bakınca ben,  “Ne var neden bana baktın?”  diye sordum. Öğretmen benden önce yanıt verdi,  “Hayır, arkadaşınızın öyle düşüneceğini sanmıyorum, Rükiye Öğretmen arkadaşınızdan çok memnundu, bunu defalarca konuşuk. Ancak. öğretmeni böyle olumlu düşünürken öğrencinin öğretmeni aleyhinde olması çok yanlış bir davranış olur!” Bana dönerek,  “Sen ne diyorsun?”  diye sordu. Ben,  “Başlangıçta öğretmeni üzmüştüm, arkadaş olayın yalnız orası anımsıyor, sanıyorum. Ders yılı sonunda, beni affettiğini biliyorum, bu nedenle ben gelmesini isterim!” Öğretmen,  “Ben de öyle anımsıyordum. Yanılmamışım, buna sevindim!” Öğretmen yat zili çalana dek dersliğimizde kaldı. Tam kapıdan çıkarken, Harun Özçelik’le Salih Baydemir geldiler. Öğretmen onlara, nereden geldiklerini sordu. Kooperatiften geldiklerini söyleyince, onlara  “Siz, atölyeye de böyle son zilde mi geleceksiniz?”  diye sordu. Salih Baydemir, biraz yüksek sesle  “Hayır ilk zilde geleceğiz!” deyince Hamdi Öğretmen “Adamın şakası makası yok, tepeden tırnağa asker doğmuş!” dedi.

Öğretmenin ardından biz de çıktık, çisilti gibi bir nemlilik vardı. Yağmur yağacak, yağmur yağarsa gitmeyiz diyerek yataklara girdik. Yatınca birden anımsadım, yarın Lüleburgaz pazarı, bizim köyden gelenler olur, bizi kesinlikle gören olacaktır. Aklı başında birileri görse de köye güzel haber verse. Kimi anlayışsızlar sap yerine saman deyip, köydekileri yanıltabilirler. İki yıl önce ilkokul bahçesinde çalışıyorduk. Marangozluk tezgahlarımız, elektrik nedeniyle orada kurulmuştu. Bizi uzaktan gören birisi köye gidince, “Demir kapılı bir bahçeye kapatmışlar, orada gün boyu çalıştırıyorlar!” demiş. Köye gidince sordum,  “Sen benimle konuştun mu?”  Yanıt: Hayır! “Kapıdan içeri girmek istedin mi?”  Hayır! “Peki benim orada kapalı olduğumu nereden anladın?”  Kapılar kapalıydı! Bu yanıta kahvedeki herkes güldü ama, o konuştuğu zaman da aynı insanlar onun dediklerini dikkatle dinlemişlerdi. Bu tür sözlere ben aldırmıyorum ancak babam bu tür söylentileri duyunca içinden içinden üzülüyordur diye düşündüğümden böylesi saptırmalara meydan verilsin istemiyorum. Yarın oralarda bekletecekler. Askerlerin yanında görünce,  “Askere almışlar!” bile diyebilirler…

 

28 Ekim 1940 Pazartesi

 

Kuşkular içinde uyumuştum, yorgun gibi kalktım. Kimseye bir şey demeden kendimi dışarıya attım. Hayret, hava pırıl pırıl, hafif serin bir rüzgar esiyor. Bu havada gidersek daha çok sevineceğim. Ama arkadaşları kızdırmamak için konuya hiç girmemeye dikkat edeceğim. Yatakhaneden çıkan seviniyor. Çoğunluk dersliğe gitmeden yemekhane önünde kümeleşerek bekliyor. En doğru haber kamyondan çıkacak. Çünkü Hüsnü Baykoca Öğretmen kamyonla gelecek. Sonunda beklenen kamyon geldi. Okul önünde duran arkadaşlara Hüsnü Baykoca Öğretmen sormuş:  “Hazırlanmadınız mı?” Haber hemen iletildi. Koşarak gidip giyinerek. kahvaltıya  yetiştik. Akşamki tartışmaların tersine  gittiğimize hrkes seviniyor. Aklıma geldi, Fikret Madaralı Öğretmene baktım, ortalıkta yok. Dersimizin olmadığını öğrenip gelmemiş olabilir. Kahvaltıdan bir süre sonra, Namık Öğretmen geldi, “Sizinle birlikteyiz. Yolları iyi bildiğimi söyleyerek bu işi bana bıraktılar!” dedi. Öğretmen az kaldıktan sonra gitti, Giderken de “Uzaklara ayrılmayın, hemen yola çıkabiliriz!” dedi.

Bir saat kadar derslikte oturduk Sonunda yola çıktık. Lüleburgaz’a girerken İstasyon yol kavşağında kamyondan indik. Çarşıya dek yol dolmuş. Çiftçiler, sanatkarlar, birlikler, sporcular, askerler. Bir hayli yürüdükten sonra yerimizi bulduk. Ortaokul Müdürü Yalçın Bilgüvar bize onların önünde yer gösterdi. Bando çalmadan yürüdü. Biz de onları izledik. Öylesi kalabalığın gürültü etmeden arka arkaya yürümesine biraş şaşırarak baktık. Biz, Hükümet meydanından sola dönerek, cami arkasından İstasyon yoluna döndük. Geçit provamız bitti. Bugün yürüyüşten çok, katılanların boyutu ölçülmek istenmiş. Halkevi önüne gelince Namık Öğretmen bize bir saat izin verdi. Bir saat sonra ayni yerde toplanacağız. Biz gene gruplar oluşturarak fotoğrafçı Gültekin Ağabeye gittik. Benim iki üç tane değişik resmim camlı dolabında duruyor. Onları neden koyduğunu sordum. Gültekin Ağabey “İyi müşterilerin  fotoğraflarını böyle sergilemek bizim meslekte bir tür gelenektir”  dedi. Masasının camındaki bir başka resmi gösterdi, Sefer Tunca arkadaşla çektirdiğimiz resimdi.  Bunu burada kim görüyor ki?  dediğimizde gülerek, “Ben görüyorum, bu yetmez mi? diye bize sordu.  “Resimlerinizi cumartesi gününe hazırlarım!” deyince sevinerek oradan ayıldık. Pazar yerinden dolaşıp Halkevi önüne döndük. Pazar yerinde köyden dört beş komşu gördüm. Bizden kimse gelmemiş. Bektaş Ağabeyim izinliydi, henüz kıtasına dönmemiş. Buna çok sevindim. Öğle yemeğine yetiştik. Öbür sınıflar bize ilgiyle bakıyorlar. Sayımızın azlığı, derli toplu hareket etmemizi kolaylaştırdığı için dışardan bakanlar bizi çok düzenli görüyorlar. Oysa kendi aramızda sürekli didişiyoruz. Bugün sevinerek döndüğümüz tören provasına gidip gitmeme konusunda dün kavga ettiğimizi kimse aklından bile geçirmiyordur. Örneğin onların oynadığı İstiklal piyesi için bizim sınıftan 5-6 kişiyi bir araya getirip sahnelemek olası değildir. 5 kişi anlaşsa bile ötekiler onları rahat bırakmazlar.

Yemekte arkadaşlar gururlu bir görüntü içinde yemeklerini yerken ben bunları düşündüm. Yemekten sonra yatakhaneye giderek, çabuk tarafından giysilerimizi değiştirip, atölyeye gittik. Hamdi Öğretmen, Yusuf Asıl’la HasanÜner’e takıldı: “Arkada kalmıştınız, sizi gördüm, yetişmekte zorluk çekiyordunuz!” dedi. Yusuf,  “Hayır öğretmenim, biz yetişememekten değil, dalgınlıkla önümüzdekileri ezmemek için biraz geriden gidiyoruz!” deyince öğretmenler “İşte bu çok güzel bir yanıt, Nasrettin Hoca bile bunu yapamaz!” diyerek güldüler. Tüm hazırlıklarımızı yaptık, Revir binasının üstünü kapatıyoruz. Eski 7. sınıftan 10 arkadaş bize yardıma geldi. Çatı bağlantısı için eski çatıdan bir bölümünü dikkatle açtık. Naci Öğretmen sık sık bulutların yönüne bakıyor.  “Yeniyi yapmaya çalışırken eskiyi bozmayalım!” diyor. Çatının açılan yeri kapanmadan yağmur gelirse yatakhanenin bir bölümü su basabilir. Tez elden ilk iki makası dikip eski diziye ekledik. Bir yandan kiremit altları, arkasından kiremitler, alttan da ek destekler, daha sonra tavan. Revir bölümünün bir odalık çatısını tamamladık. Tamamladığımız bölüm doktor odası mı olsun, hemşire odası mı? Tartışma, değişik söylemler altında paydosa dek sürdü. Sonunda, bu ayırımın bina tamamlanınca yapılmasına karar verildi. Hastasız doktorun, doktorsuz hemşirenin fazla bir yararı olmayacağı kanısı öne sürülerek çatıdan inildi. Çatıdan inince varsayımlar yapıldı: Gene böyle 20 kişi çalışırsa, günde iki makas ekleyerek cumartesi günü tamamlayacağımız öne sürüldü. Salih Baydemir,  “Yarın yok, onu saymayın, törenden geç gelebiliriz!” dedi. İrfan Öğretmen,  “Yapmayın, pazar gününe sarkıtmayalım şu işi!” deyince. Hamdi Öğretmen,  “Üzülmeyin, biraz uzatmalı çalışarak cumartesi bitiririz. Hiç değilse kapatırız. Ötesi de can sağlığı!” diyerek son sözü etti. Tozu dumana katarak bu beş gün çatıdayız. Bu çatıyı kapatınca da bu kış başka çatı yok. Hep çatı altında çalışacağız. Elimizdeki araçları yerlerine bırakıp dışarıya çıkarken, Hamdi Öğretmen bana “yarın giderseniz, anahtarı bana bırak!” dedi.

Onlar gidince akordiyonu açıp gamları çalıştım. Do majör, Sol majör, Re majör, Mi majör gamlarını arka arkaya sıraladım. Diyezsiz do ile tek diyez Sol majör hatta 2 diyezli Re majörde zorlanmadım ama 4 diyezli Mi majörde yüzük parmağım biraz tembel davranıyor. Bu nedenle beş parmak çalışması yaptım: 100 kez do-re-mi-fa-sol, sol, fa, mi, re, do…. Bu kez bileğim yoruldu, sesler uzayıp kısalmaya başladı. Gam yaparken 1, 2, 3, 1, 2, 3, 4, 5 sıralamasında baş parmağımın doğru olarak yerini bulması hoşuma gitti. Elimin alıştığını duyumsayarak sevindim. İstiklal Marşını çalıştım. Bakmadan parmaklarımın doğru yerleri bulması gerekiyor. Özellikle  “dir, o benim!” derken bakmadan ince sesi tutturmam çok önemli. Küçük parmağı cesaretle ince sola bastırmak gerekiyor. Yaptığım denemelerde 2/3 oranında la ya da fa sesleri çıkınca kendi kendime kızıyorum. Sonunda tam bir sonuç almadan çalışmayı bıraktım.  Düne göre bugün daha iyiyim deyip kendimi teselli etmeye çalıştım.

Derslikte herkes yarınki yürüyüşü konuşuyor. Hemen askerlerin arkasından yürümemiz, herkesçe iyi karşılanıyor.  “Halk, askerden hemen sonra geçtiğimiz için bize zorunlu bakar!” diyenler var. Böylece bizim düzenli, disiplinli durumumuzu görmüş olacaklarmış. Bu tür konuşmalardan çabuk sıkılıyorum. Ahmet Gürsel Öğretmene yazmaya başladığım mektubu çıkarıp düzeltmeler yaptım. Bu mektupta da problem sormamaya karar verdim. Yalnız olarak yazdığım mektuba da yanıt verirse o zaman cesaretlenip sorular soracağım. Şimdi öylesine yazıyorum. Derslerimizin boş geçtiğini, iş derslerinin eskisi gibi sürdüğünü, akordiyon aldığımı, kendi kendime çalıştığımı, matematik kitaplarımızı okuduğumu, kimi konuları iyi anlayamadığımı belirttim. Ahmet Gökay Ağabeyin, Muhasebeci Hikmet Özsan Beyin selamlarını, ayrıca tüm arkadaşların saygılarını ekledim. Yarın törenden sonra kendim atmak üzere zarfı kapattım. Nedense mektubu kapatınca büyük bir rahatlık duydum. Sanki mektup öğretmenin eline geçmiş, öğretmen bundan çok memnun olmuş, bu memnunluğunu bana duyurmuş gibi sevinçliyim. Ya öğretmen hiç yanıt vermezse? Buna çok üzüleceğim. Ama şimdiden bu varsayım için üzülmeme de gerek yok. Yazacağımı yazdım, bir tür ödevimi yaptım, onun rahatlığını duyuyorum. Halil geldi, kitaplıktaymış. Piyes kitapları işine o da katılmış.  “Kararlı iseniz, kitapları yarın kırtasiyeciye ısmarlayalım!” dedim. Almanca lügati nasıl ısmarladığımı anlattım. Az da olsa biraz para veriliyor, kalan borç, kitap alırken ödenecek. Bilgiççe konuşmak kimi zaman çok hoşuma gidiyor. Hele derslerine hakkıyla çalışmadıkları halde ders dışı zamanlarda horozlananlara bilgi vermeyi kendime bir görev sayıyorum. Hüsnü Yalçın’a mektup gelmiş, ağabey dediği hemşerisi Hasan Hepyılmaz’dan. Benden selam yazmıştı. O da bana selam göndermiş, sevindim. Hüsnü arkadaşın çok sevdiği iki arkadaşı var: Biri Halil Kocabalkan, öteki Hasan Hepyılmaz. İkisini de görmedim ama sanki görmüş, konuşmuş, uzun zaman bir arada kalmış gibi tanıyorum. Halil’le konuşurken, Hüsnü Yalçın’la Emrullah Öztürk’ün durumlarına üzüldüğümü söyledim. “Bizim ailemiz de bir zaman onlar gibi yurtlarını bırakıp buralara gelmişler” dedim. Halil,  “Sen burada doğdun değil mi?” diye sordu. Parmağıyla sayarak daha dört arkadaşın başka ülkede doğup da küçük yaşlarında Türkiye’ye geldiklerini söyledi. Şaşırdım, “Kimler?” diye soramadım. İkisini saptar gibi oldumsa da üstünde duramadım. Uzun süre de bu konu üstünde durmamak üzere konuyu kapattım. Arkadaş da  “şu, şu, şu!” diye söylemedi. Ablalarımın acı anıları burnumu sızlattı. Balkan savaşında biri 3 yaşında biri yeni doğmuş. Balıkesir ilinin bir köyüne sığınmışlar. Şamlı. Birinin 0-3, birinin 3-6 yaş araları yokluk içinde sığıntı olarak yaşamışlar. Baba asker, dede yaşlı. 3 yıl sonra tamtakır evlerine dönebilmişler. Ondan sonraki yılları da uzun bir süre böyle gitmiş. Onların anlattıklarını düşününce göçmenliği yaşamış gibi tüm gerçeğiyle duyumsuyorum. Yarın Cumhuriyet Bayramı, Cumhuriyet’imizin 17. bayramını kutlayacağız. Neşeli olmalıyız! Yat zili çalınca böyle diyerek yatakhane yolunu tuttum. Yatakhane yolumuz biraz engellendi. Çatı nedeniyle yol kenarları hatıllar, kirişler, tahtalar, az ileride kiremit yığınları. Gerçi, geçici ışıklarla aydınlatılmış ama gene de dikkatle yürümek zorundayız. Yatarken Halil’in söylediği dört arkadaşı gene anımsadım: Bunlar kimlerdir? Numara sırasıyla tüm arkadaşları gözden geçirdim. 16 Sefer Tunca, 76 Arif Kalkan, 72 Hüseyin Orhan, 11 Recep Kocaman olabilirler. Hüseyin Orhan bir konuşmasında böyle bir söz söylemişti. Bir başka zaman da gene bir arkadaş, Hüseyin Orhan daha önce bir yabancı dille öğrenim yapmaya başladığı için Almancayı kolay öğreniyor denmişti. Onu anladım ama ötekilerin herhangi bir ip ucunu yakalayamadım. Ancak onlar da Hüseyin Orhan gibi çok yumuşak arkadaşlar. Kimsenin incinmesini istemiyorlar. Bunların dördü ile de iyi arkadaş olduğuma sevindim.

 

29 Ekim 1940 Salı

 

Konuşmalarla uyandım. Kahvaltı erkene alınmış. Bunu duyunca bir an kendime sordum,  “Neden acaba?”  Arkadaşların birer ikişer sıvışmasını görünce anımsadım, bugün Cumhuriyet Bayramı, törene katılıyoruz. Yepyeni ayakkabılarımı giydim.  Yağmur yağmasa bari! Kapıdan çıkınca merdivende göğe baktım, gök yüzü masmavi. Kahvaltıda gene pekmez. Arkadaşlardan yüksünenler var.  “Olsun, pekmez daha besleyiciymiş, Hüsnü Baykoca Öğretmen öyle söyledi!” diyecek oldum. Mehmet Yücel,  “Doğrudur, pekmez insanları şişmanlatıyormuş. Tombul Teyze pekmezle şişmanlamış!” dedi. İdris Destan,  “Hani ad takma yoktu!” diyecek oldu. Birkaç kişi birden bağırdı: “Şimdi burada ad takma diye konuşan var mı?” Meğer İdris Destan daha önce bir olaya tanık olmuş. 6. sınıflardaki kızlardan birine önce Sazan adı takılmış. Kız bunu duyunca, gülmüş,  “Ne varmış bunda, sazan da bir balık değil mi?  Varsın desinler, umurumda değil gibilerde konuşmuş. Bu kez ad koyucular,  Madem ki Sazan adı tutmadı, biz de ona bundan sonra Tombul Teyze deyip öyle sürdürürüz” gibilerde konuşma yapılmış. Bunu bilen İdris Destan Tombul Teyze sözünü işitince soruşturmaya gerek duymadan ortaya atılmış. İyi ki atılmış, böylece olayı biz de duymuş olduk. Tombul Teyze çok yaygın olarak bilinen bir ad. Öğrenciye de hiç yakışmayacak. Hem Sazan o denli şişman da değil. Hepimiz gülerek,  “Bırakın öyle kalsın!” dedik.

Namık Ergin Öğretmen,  “Yolcular, Yolcu yolunda gerek’miş!” dedi. Toparlanıp kamyona doluştuk. İstasyon yolu keseğinde inip yerimizi aldık. Dünkü dizide bir değişim yok ama, önümüzdeki askerlerin sayısı artmış. Bando durmadan çalıyor. Arkamıza takılacak arabalar, eski İstanbul yolunda sıralanmış. Çok uzun bir kuyruk. Arabalarda neler yok ki? Kınalı kuzular, sünnet çocukları, bahçe fidanları, bahçe gülleri, çalışan ayakkabıcılar, makine çalıştıran terziler, her meslekten görüntüler. Halkevi etkinliklerinin ayrı ayrı grupları, damızlık hayvanlar, özellikle atlar…Geç kalmamak için koşturmuştuk ama orada en az iki saat bekledik. Sonunda emirler verildi. Bando yürüdü. Arkasından, Pazar meydanı önünden tekerli asker grupları çıktı. Arkalarından bizim önümüzdeki askerler yürüdü. Onların arkasına biz takıldık. Askerlerin yanında biz çok küçük bir grup kaldık ama gene de düzgün yürüdük. İnsanlar bize de dikkatle baktılar. Ortaokul Müdürü, Yalçın Beyle, Müdür Yardımcısı Hasan Bey de bizim yanımızda yürüdü. Halkın bize dikkatle bakmasına biraz da onlar neden oldu. Halk onları tanıyor, onlara bakarken bizi de gördüler. Sağa baktığım sürece Yalçın Beyi izledim, ona bakanlar bana da baktı.

Tören yürüyüşü bitince Eski caminin solundan ortaokullularla birlikte, konuşa konuşa Atatürk ilkokulu arkasına çıktık. Bizim köylü Emin Özdil de katılmıştı, yolda konuştuk. Biz konuşurken Emin’in öğretmeni Hasan Bey, bana  “Aynı köyden misiniz?”  diye sordu. Sonra da Emin için,  “Matematiği zayıf, senin nasıl?”  dedi. “Matematik derslerimiz boş geçiyor, nasıl iyi diyebilirim?”  dedim. Hasan Bey  “Haklısın, ben zaten Emin’e takılmak için öyle söyledim. Zaten matematiği zayıf değildir. Onların matematik derslerini ben okutuyorum, zayıf olsaydı, böyle konuşmazdım!” dedi. Hasan Bey ayrıldıktan sonra Emin anlattı. Matematik öğretmenlerinden çok memnunlarmış. Şakacıymış ama dersi güzel anlatıp konuları kolay kavratıyormuş, tatlı dilliymiş. Oysa ben Hasan Beyi Beden Eğitimi öğretmeni sanıyordum. Geçen yıl birkaç kez bizim okula gelip arkadaşlarla futbol oynamıştı. Meğer, esas branşı matematik olmasına karşın sporu çok sevdiğinden Beden Eğitimi derslerine de giriyormuş.

Halkevi bahçesinde toplandık. Namık Öğretmen saatine baktı,  “Kalıp biraz dolaşmak istiyorsanız, çay-simitle idare edip karnınızı doyurun, yemek için gitmek istiyorsanız, arabayı bekleyelim!” önerisinde bulundu. Hep birlikte kalmak istediğimizi söyledik. Gene saatine bakarak, bize iki saat zaman bıraktı,  “İki saat sonra burada olmayan, hem yolu yürümek zorunda kalır, hem de cezalı duruma düşer!” dedi. Sevinerek çarşı yönüne doğru yürüdük. Her zamanki gibi grupçuklar oluşturarak belli yönlere dağıldık. Çarşı bayraklarla donatılmış ama dükkanların hiç birisi açık değil. Küçük parkta bir süre oturduk. Simit alıp yiyenler oldu. Çay simit yiyenleri ayıplayanlar oldu. Bayram seyran bir yana derslikteki tartışmalara benzer inatlaşmalar burada da bir süre tekrarlandı. Sefer Tunca ile çektirdiğimiz fotoğrafı, fotoğrafçının masasında gördüğümü anlatmıştım. Bu kez Mehmet Yücel, onunla da fotoğraf çektirmemizi önerdi. Fotoğrafçıya giderken, Hasan Üner de bize katılmak istediğini söyleyerek geldi. Üçümüz hem birlikte hem de ayrı ayrı fotoğraf çektirdik.

 

 

Mehmet  Yücel- Hasan  Üner’le 

 

Mehmet Yücel bir köylüsü ile karşılaştı, onunla dolaşmak istedi. Ben önce Postaneye uğrayıp mektubumu attım. Sonra da Halkevi salonuna uğradım. Hasan Üner de benimle geldi. Halkevi salonunda akşam yapılacak balo için hazırlanan bir grup vardı. Çalışmaları yöneten kişi bizi içeri almak istemedi. Daha önce gittiğimde beni karşılayan arkadaş, beni yanına alıp çalıştırıcıya götürdü, ona, “Kurken’in arkadaşı, eskiden buraya gelip çalışırdı!” dedi. Elinde küçük bir çubuk tutan genç bana yer gösterdi, oturdum. Bu kez beni içeri aldıran, Hasan Üner’i de getirip yanıma oturttu. Eli sopalı genç, o grubun şefiymiş. Parçaları söyleyip tekrar tekrar çaldırıyor. Çaldırdıkları parçaların kimilerinin adlarını duymuştum. La Paloma ile La Cumparsita’nin notaları da vardı ama üstünde durmamıştım. Bunların dans için çalındığını Hasan Amcam anlatmıştı. Bugün burada iyiden iyiye öğrendim. Özellikle La Cumparsita’yı o denli tekrarladılar ki, kolayca çalabileceğimi düşünmeye başladım. Çifte Telli, Trakya Hora’sı (Onlar buna Bulgar havası diyorlar). Ara verdikleri zaman, şeflik yapan genç yanımıza oturdu, ne çaldığımızı sordu. Ben Akordiyon deyince, inanmadı mı ne? Akordiyonun markasını, bas sayısını sordu. Skandali, 80 bas! deyince,  “İtalyan, güzel bir marka, ama ben gene de Alman Hohnner’leri tutarım!” dedi. Bu kez ben de onların özelliklerini sordum. Anlattı: Daha renkli ses verirmiş, kaliteliymiş. Daha sonra da her cumartesi öğleden sonra burada çalıştıklarını, istersem gelebileceğimi, Halkevine kaydımı yaptırırsam, çalışmalara katılabileceğimi söyledi. Onlar tekrar çalışmaya dönünce biz de dışarı çıktık. Arkadaşlar hep toplanmış, kamyonu beklemeye başlamışlar. Az kalsın cezalı duruma düşecekmişiz. Hasan’la bakışıp gülüştük.  Şansımız varmış! Dönerken bir çok arkadaş,  “Keşke kalmasaydık, dükkanlar kapalı, kalmamızın ne anlamı kaldı?”  dediler. Bense,  “Kaldığıma çok sevindim, La Cumparsita’yı öğrendim, bundan sonra onu da çalacağım!” dedim. Susunca Fettah Biricik arkadaşın fısıltılı konuşmasını duydum:  “Görüyor musun bak, arkadaş her durumdan kendine yararlı bir pay çıkarabiliyor!” Fettah’ın bu günkü fiskosuna kızmadım. Çünkü, hem söylediği doğruydu hem de söyleyiş biçimi incitici değildi. Gerçekten ben, önüme gelen olanaklardan yararlanmaya çalışıyorum. Bunu bir başkasının söylemesine neden kızayım? Ben, bu yaptığımı bir suç ya da kusur gibi göstermeye kalkışanları sorguluyorum.

Okula döndük. Paydos olmamış ama yakın. Dersliğe girdik.  Ne olur ne olmaz  çağrılabiliriz kuşkuları içinde otururken paydos zili çaldı. Daha rahat olarak konuşmaya başladık.  “Yarın dört saatimiz de boş!” diyenleri Sami Akıncı. uyardı,  “İki saati kimya bu boş ama öteki iki saati Salih Ziya Öğretmen doldurabilir!” Arkadaş böyle söyleyince ben Ahmet Haşim’in şiirlerindeki eski sözleri  bir kağıda yazmaya başladım. Şems- mesada, tüyur-i pür naliş, tehi, gumumiyle, kavafil-i evrak, mütemadi, ufk-i pür-ıstırab ü nevmide, Natüvan ü nalende, Yar-i şuhü sehhar…natüvan, ikad, bad , hulul , zeheb, nalende, aramiş, sehhar, gülgun…… Halil görünce bir insaf çekti.  “Öğretmenin tüm zamanını sen mi alacaksın?”  diye sorunca,  “Sen mi değil, biz mi? demen gerekir, hani soruları birlikte hazırlayacaktık?” Halil:  “Sen ya da biz, fark etmez, öteki arkadaşların da soru sorma hakları vardır!” O böyle söyleyince  “Peki öyleyse, ben soru sormayacağım, ancak kimse soru sormaz, öğretmen de soracak sorunuz var mı? derse o zaman kendim için soru sorarım. Böylece sen soru hakkını arkadaşlara devretmiş oluyorsun!” Küçük bir suskunluktan sonra konu değiştirerek başka sorunlarımızı konuştuk. Ancak ben buraya bir mim koydum. Salih Ziya Öğretmenden soru sorma fikri Halil’den gelmişti. Öteki arkadaşların sorup sormayacağı da bizi hiç ilgilendirmezdi. Türkçe öğretmeni ödev verdi, bir takım sorular var. Ben bunları araştırırken başkalarını neden düşüneyim? Biraz alındım, giderek de kendi kendime sorular sorarak alınganlığımı oldukça arttırdım.  Neden? Halil bunu niçin söyledi?  Hasan Üner, geldi,  “Abi, tarihi sevdiğini söylüyorsun, al sana bir tarih kitabı: M. Turan Tan-Devrilen Kazan. Kazan mazan dediğine bakma, tarihte olmuş bir olayı anlatıyor. Yeniçeri Ocağı’nın bozulması, isyanlar, sonunda ocağın kaldırılması. ”  Kalınca bir kitap ama okuyabilirim! Aldım, hemen okumaya başladım. Bir bakıma bu iyi oldu, çevremdekilerle bir süre konuşmamak için haklı bir neden:  İlginç bir kitap okuyorum! Bunu ilk olarak Halil’e söyledim.  İlginç bir kitap!

Ben bunu konu saptırmak için söylemiştim ama gerçekten de kitap ilginçmiş. Üstelik bizim ailemizle ilgili bir söylentiyi de doğrular gibi bir durum var. Yeniçeri Ocağı’nın dağılması. Ocak dağılınca tüm ocaklılar yok edildi mi? Kaçanlar ne oldu? Az da olsa kaçıp kurtulanlar oldu mu? Kitabı bitirmeden son sayfaları karıştırıp okudum. Halkın hıncı karşında Yeniçeri ocağı batmış, ikide bir kaldırdıkları kazan bu kez bir daha kalkmamak üzere devrilmiş ama, türlü nedenlerle olay sırasında İstanbul’da bulunmayanlarla, İstanbul’da olmasına karşın, ayağı çevik bir takım ocaklılar, ivedi olarak taşraya çıkabilmiştir. Ne var ki, Yeniçerililerin bedenlerinde özel bir damga olduğundan nasıl olsa yakalanacağı düşüncesiyle ilgililer, kaçakları yakalamak konusunda biraz ağır davranmışlardır. Vak’ayı Hayriye’den sonra halk arasındaki türlü rivayetler dolaşmaya başlamıştır. Örneğin, izini kaybettirip başarılı ticaret işleri kıvıranlar gibi aile yuvası kuranlar da olmuş. İşte bizim aileye böyle bir kişi karışmış, babamın büyük dedesi, benim de dedemin dedesi günlerinden bu yana bu öykü anlatılmaktaymış. Ailemiz oldukça genişmiş. Kendi toprakları içinde bir türbe bile varmış. O zaman türbeler, devlet gözetiminde olduğundan oldukça geniş dokunulmazlık hakkına sahipmiş. Söz konusu, türbenin, Osmanlıların Rumeli’yi aldığı zamanlara dayanan bir geçmişi varmış. Geniş bir çevresi olduğundan, özel günlerde adaklar adanır, mumlar yakılırmış. Ayrıca, o günlerin geleneklerine göre, konuklar ağırlanır, uzun yol gariplerine yardımda bulunuluyormuş. Darülfünün öğretimi görmüş yine Darülfününda Müderreslik etmiş (1933’de emekli edilmiş) babamın bir büyük ağabeyi Ahmet Amcamın anlatılarına göre 1828-29 yılları arasında bir garip bu türbeye sığınmış. Terbiyeli, uyanık biriymiş. ama, mal mülk sevdalısı değilmiş. O günün ilgilileri bunu türbede görevlendirmişler. Kısa zamanda halkla iyi ilişkiler kurmuş, kendini sevdirmiş. Güvenilirliğini giderek arttırınca, kendisini sevenler önayak olarak onu türbeye yerleştirdikleri gibi evlenmesini de sağlarmışlar. Ancak evlilik türbedarın ya da damadın bir sırrını açığa çıkarmış.  Damat damgalı! İnsan bedeninde yapay bir damga ise o dönemlerde salt Yeniçerilere özgü bir simgeymiş. Böylece damadın gizi, gizlikten çıkmıştır ama damgalı kişi dürüstlüğünü, insanlara karşı görevlerini örnek olacak düzeyde sürdürmekten de geri kalmamış. Bir oğlu olunca. adını Mahmut koydurmuş. Soranlara, Padişah 2. Mahmut’u çok sevdiği için, oğluna onun adını verdiğini, Allah izin verirse oğlundan sonra gelecek erkeklerden birinin adını Mahmut koymalarını vasiyet edeceğini söylemiş. İlgililer, bu konuşmaları dinleyince, kendisinden kuşkulandıkları için bir bakıma utanmışlar:  “Ocaktan kaçma olsa, Yeniçeri Ocağını toz eden padişah 2. Mahmut’u bu denli sevmesi olanaksız!” demişler. Şimdi ihbar edilse belki de yakalanıp asılacaktır. Çevresindekilerin, daha doğrusu kendisini sevenlerin kaygılarına karşın bu denli serinkanlı davranması da şaşırtıcı görülür. Sonunda o kaygı verici damga kendisinden sorulur. O da, bedenindeki bu damga için, inandırıcı bir öykü anlatır. Çocukluğunda onu da Yeniçeri Ocağına verilmek üzere toplananlar arasına katmışlardır. . Ancak birilerinin yardımıyla bir yolunu bulup kaçmış. Çocukluğu sürecinde bu damga hiç sorun olmamış ama Ocak kaldırılınca durum değişmiş. O da, ihbarcılığı bir kazanç kapısı yapan gammazların ağına düşmemek için İstanbul’dan uzaklaşmayı yeğlemiş. Öyküsünü inandırıcı bulan, aralarına katıldığı aile gibi, çevresindekiler de ona karşı güvenlerini sürdürmüşler. Kendisi yaşlanıp olgunlaştıkça ünü de köylerden kentlere yayılmış. Devlet görevlilerine ne denli yardım ediyorsa haksızlığa uğrayanlara da o denli yol gösteriyormuş. O sıralar, padişah 2. Mahmut Devlet-Halk ilişkilerini düzenlemek için bir düzine yenilik arasında bir de, halkla ilgili sorunları yerinde çözmek amacıyla Kır Beylikleri adı altında yeni bir görevli düzeni kurmuş. Kır Beyleri, halka yardımcı olacağı için, halkın sevdiği kimseler arasından seçiliyormuş. Türbedar, dürüstlüğü gibi çalışkan da olduğundan yöresinin Kır Beyi olarak seçilmiş. Halk, Kısa bir süre içinde Kır Beyi’nden çok memnun kalmış, Kır Beyinin ünü gittikçe yayılıyormuş. Padişah 2. Mahmut 1837 yılında Tuna yöresini gezmeye çıktığında halkın kısaca Damgalı Bey olarak ünlediği Kır Beyinin görev alanından geçtiği gibi, iki gece de o yörede konuk kalmış. Kır Beyi ise bu süreçte hiç sakınmadan padişahın huzuruna çıkmış, verilen görevleri başarıyla yapmış, padişahın sözlü takdirlerini aldığı gibi, o günlerde geçerli olan  Üstün Görev Nişanı  da almış. Padişah gelip gittikten sonra ünü bir kat daha artan Damgalı Bey, Kır Beylikleri kaldırılana dek görev alanını genişleterek çalışmış. Görevi sonunda aralarına katıldığı ailenin öteki bireyleri gibi geleneksel çiftlik işlerine dönmüş. O günlerde aileler lakaplarla anılırmış. Kır Beyi, ailesine yeni bir lakap katmış: Damgalı! Sağlığında ilk torunu olunca, kendi vasiyetini kendi uygulamış, ilk oğlu gibi ilk torunun da adı Mahmut olmuş. Bu vasiyete üç kuşak boyunca uyulduğu gibi 4. kuşak da bu geleneğe uymuş. Bulgaristan’dan göç edilince yeni yerleşim ailede şekil değişimine de neden olmuş. Babam daha Bulgaristan’da askerliğini tamamladığından sonraki savaş süreçlerinde askerlik sorunu çıkmamış. Bu durum, öteki aileler gibi parasal durumunu fazla sarsmamış giderek de köyün ağası durumuna gelmiş. Bu kez de aile lakabı Mahmut Ağalar, olmuş. Babam sık sık bir eski mühür gösterir. Mühürde Mahmut bin Mahmut yazılıdır. Babamın adı Mahmut. Babam bu mührü Mahmut Ağabeyime verdi. Doğuş sıralarına göre 3. oğluna Mahmut adını vermiş. Büyük oğlu Ali Ağabeyimin tek çocuğu oldu kız. O aile geleneğini sürdürme şansını kaybetti. Öteki ağabeylerim çocuklarına başka ad verdiler. Düşünüyorum, üstünde yaşanan topraklar değişince aileler de değişiyor mu yoksa? Müderris Ahmet Amcam oğluna Zeki adı vermiş. Bizim köydeki Mehmet Amcam da oğullarına Hasan, Abbas adlarını koymuş. Mahmut ad geleneğini babamla Kamber Amcam sürdürmüş. Yeni Bedir köyü muhtarı olan  Kamber Amcamın büyük oğlu geniş ailemizde şimdi en küçük Mahmut. Sanırım bu gelenek sürmeyecek. Devrilen kazan 115 yıl sonra bizim ailede de devrilecek mi acaba? Ali Amcam, eşi, çocukları ile ailece Balkan Savaşı sırasında, Tekirdağ-Ereğli açıklarında batan vapurda gitmiş. Bektaş Amcam, evlenir evlenmez askere alınmış, şehit olmuş. İki halamların biri torununa, (Yeni Bedir muhtarı Kamber Amcamın oğlu) Mahmut adını vermiş. Gittiğimde Mahmut’la konuşuyorum. Henüz okula gitmiyor ama, Kamber Amcam okutacağını söylüyor. Kamber Amca, okumuş insanların çok yakınlarında bulunduğu için, okumanın değerini çok iyi anladığını sık sık tekrarlıyor. Bu ilgisinden dolayı yeni yazıyı kendi kendine öğrenmiş, günlük gazeteleri okuyabildiğine seviniyor. İlkokulu bitirmiş kimi gençlerin birkaç yıl sonra okuyup yazmayı unutmalarına da akıl erdiremediğini de üzülerek söylüyor. Bizim okula sık sık uğraması, Okul Müdürümüz başta olmak üzere bir çok öğretmenle yakınlık kurması belki de bu hevesinin bir sonucudur. Hüsnü Baykoca Öğretmenle yakınlıkları daha eski köylerine dayanırmış. Demek Kamber Amcamın okullara, okullarla ilgili işlere yaklaşımı buraya gelmeden de varmış. Kepirtepe’deki okul bir rastlantı olmuş ama Kamber Amca bu rastlantıdan büyük mutluluk duyuyor

Kafam Yeniçeri Ocağına takıldı. Yeniçerililer, koca bir ordu. Nesi bozuluyor, nasıl bozuluyor? Koca Osmanlı İmparatorluğunun kurulmasında onlar büyük başarılar kazanıyor. Büyük başarılar ünlü padişahlar zamanında olmuş. Padişahlar, ünsüzleşince, Yeniçeriler de bozulmuş. Tarih kitabımıza göre duraklama, sonra da yıkılma sürecinde padişahlar tahtlarında hep kısa kısa kalmış. Kuruluş- Yükseliş süreçleri 300 yıl. Bu 300 yılda 12 padişah saltanat sürmüş, yuvarlak olarak her padişaha 25 yıl düşüyor. Duraklama ile gerileme dönemleri de 300 yıl. Oysa bu süreçte 24 padişah gelmiş geçmiş. Ortalama her padişaha 12 yıl düşüyor. Üstelik çoğu çocuk yaşta padişah olmuş, çoğu da yetişkinliğe ulaşmadan ya öldürülmüş ya da ölmüş…Tarihimizin bu tarafını iyi öğrenmek istiyorum. Ama nasıl öğreneceğim? Dersimize gelen iki öğretmen de tarih öğretmeni olmadıklarını, ayrıntılara girmediklerini söylüyor.  “Biz de bildiklerimizin çoğunu kendimiz öğrendik!” diyorlar. Onlar kadar öğrensem belki bana da yetecek.

 

30 Ekim 1940 Çarşamba

 

“Guten Morgen Herr Orhan!”   “Guten Morgen herr İbrahim!” bizi dinleyenler gülüyor. Kadir Pekgöz’ün nazı ikimize de geçiyor. Benim hemşerim, Orhan’ın da en iyi arkadaşı. Buna dayanarak, ikide bir sözlerimize karışıyor. Çoğu zaman  uygun düşmeyen bir Almanca sözcük söyleyip gülüyor. Bu sabah ise,  “Gösteriş yapmayın!” dedi. Ben,  “Almanca söylemezsen cevap vermeyiz!” dedim. Gücendi. Tamam dedim içimden akşam Halil, bugün Kadir. Biri, durup dururken,  “Öğretmene soruları hep sen mi soracaksın?”  diyor. Biri de hem oyunumuza katılmıyor hem de oyun bozanlığı yapmaya kalkıyor. Kısa kısa da olsa biz Almanca sözleri tekrarlamaya karar verdik. Uyabildiğimiz sürece tekrarlayacağız. Kendi kendime söylenerek çıktım. Yanılmışım, Kadir yemekhane kapısı önünde koluma girdi,  Akordiyon çalışmamı sordu. Belki de sonradan düşündü, kendisini haksız bulup dönüş yaptı. Dilerim Halil de böyle bir dönüş yapar. Yoksa bir süre uzak duracağım. Kahvaltıya gelen öğretmenler arasında Salih Ziya Öğretmen de var. Benim arkam öğretmenler masasına dönük, yüzlerini tam göremiyorum. Bir nöbetçi öğrenci geldi,  “Seni Tarım Öğretmeni çağırdı!” dedi. Koştum. Öğretmen “Son iki saatinizde sizinle derslikte konuşacağız!” dedi.  “Peki!” deyip ayrıldım. Halil’in yanından geçerken, o bana baktı,  “Haydi gözün aydın!” dedi.  “Neden?”  deyip başında durdum. Kızdığımı anladı, önüne baktı, sustu. Yerime oturdum, ama söylendim. Dersliğe gidince de hiç oralı olmadım. Soracağım sözcükleri yazdığım kağıdı sıranın üstüne koydum. Az sonra  “İşt, ne oluyoruz?”  dedi. Konuştuk. Gücendiğimi söyledim. Bir süre öyle susuştuk. Ben Devrilen Kazan’ı okudum. Arkadaşlar, Salih Ziya Öğretmenin öğleden sonra dört saat dersi varken şimdi de derse gelmesini haksız bulduklarını konuştular. Öbür okullarda gruplar olarak birbirlerine çalışmaya gittiklerini söyledim. Fettah Biricik gene duramadı,  “Böyle haberleri hep sen duyuyorsun!” dedi. Ben de gülerek,  “Çalışmaya yönelik işleri, herkes duyuyor da nedense bir sen duyamıyorsun!” dedim. Elimdeki İlköğretim sayısının o sayfasını gösterdim.  “Kaldır kafanı da bir oku!” dedim. Hilmi Altınsoy,  “Oku da biz de duyalım!” dedi. Okudum, Eskişehir-Çiftelerden bir grup Arifiye Köy Enstitüsüne gidip bir ay inşaatta çalışmışlar, bir ay sonunda da okullarına dönmüşler.  Derslikte bir süre  “Vay anasını, vay babası” gibi homurtular oldu. Bu kez İsmet, beni savunucu öneride bulundu.  “İşi sevmeyenler, böyle sessiz sessiz karşı olacağına okulu terk etmeli. Fikret Madaralı Öğretmen çıkan yeni yasayı okudu, bize de “kendinizde bir değil birkaç kez okumalısınız!” dedi. Öğretmen olunca da bizler işlerde çalışacağız. Bize aylık bile verilmeyecek. Üç ayda bir verilecek para sigara ya da kahve paramızı bile karşılamayacak. “Bunları göze almayanlar köylerde nasıl çalışacaklar?”  diye sordu.

Konuşmalar sürerken Salih Ziya Öğretmen geldi, gülerek: “Ne o, ağalar, (Salih Ziya Öğretmen zaman zaman bizi köylü olarak düşler, konuşurken üstümüze gelince böyle der) muhabbetinizi mi kestim?”  dedi. Çantasından bir dergi çıkardı. Milli Eğitim Bakanlığı’nın Tarım dersleri için gönderdiği tarım çalışmalarının nasıl yapılması gerektiğini açıklayan buyruklar. Öğretmen kendisi okudu. İki ders süren okuma ile öğretmenin açıklamalarından anladığımız kadarıyla, bundan böyle tarım derslerinde göstermelik çalışma değil, arkadaşların kimilerinin söylediği gibi tam işçi olarak çalışma isteniyor.  “Öğrenciler, okulların beslenme gereksinimlerini üreteceklerdir!” gibi kesin buyruklar var. Çıt çıkarmadan dinledik. Bir kaç kez Fettah Biricik’in yüzüne baktım, kırmızı yüzü mosmor olmuştu. Bu kez hoş görmek yok. Ders biter bitmez karşısına dikilip:  “Bana söylediklerini öğretmene neden söylemedin? O halde senin amacın bana çatmak, öyleyse çat!” deyip azıcık tartaklayacağım. Arkadaşım Sefer bu kez araya girmeyecek. Çünkü hemşerisi düpedüz haksız. Her zaman olduğu gibi öğretmen ders sonunda,  “Benden öğrenmek istediğiniz ivedi bir şeyler var mı?”  deyince kalktım:  “Türkçe dersimle ilgili var, izin verirseniz onları soracağım!” Öğretmen gülerek, “Onları Türkçe öğretmeninizden soracaksınız, beni karıştırmayın!” dedi. Açıkladım: Öğretmen, “Bu sözleri araştırın, soruşturun!” dedi, deyince öğretmen bu kez arkadaşlara sordu,  “Öyle mi?”  Arkadaşlar,  “Evet!” deyince öğretmen sözleri sıra ile açıkladı.  Sema-yi sakin ü gülguni sözü ile Ufk-i pür-ıstırab ü nevmide sözlerini gülerek: “Bunlar bir söz değil iki anlamı içermektedir. Siz, buradaki ü harfinin görevini bilmediğiniz için durumu kavrayamamışsınız. Ü harfi eski dilde bugünkü ve görevinde kullanılırdı. Daha doğrusu sessiz bir harfle biten sözden sonra kullanılacak ve yerine ü kullanılırdı. Eğer ön sözcük sesli ile biterse o zaman ve, vü şekline girerdi. O nedenle burada, Ufk-i pür-ıstırab dizisi ayrı, nevmide sözü ayrıdır. Sema-yi sakin ile gülguni sözleri de öyle. Ufk-i pür-ıstırab, Istıraplı ufuklar, buna acı çeken ufuklar da diyebiliriz. İşte şimdi burada öteki söz de işin içine girmektedir. Ufk-i –pür ü nevmide, Istıraplı ve ümisiz ufuklar. Demek, nevmide-ümitsizlik anlamına geliyormuş. Sema-yi sakin, sakin, sessiz semalar, gökyüzü ve gülgün, gül rengi. Birlikte söylersek, Sema-yi sakin ü gülgün, Gök yüzünün ya da şafağın sakin ve gülrengi olma durumu…Yar-i şuh ü sehhar. Yar, bildiğimiz, günümüzde de şarkılarda çok geçen sevgili, şuh sözü de günümüzde kullanılır. Daha çok genç kızlar, kadınlar için yakıştırılan bir sıfattır. Ü-Ve ile devam ediyoruz, sehhar, o da şuh gibi kullanılır bir güzellik sıfatıdır. Etkileyici, insanın ilgisini çekecek ölçüde güzel. Birleştirirsek, Şuh ve büyüleyici anlamı ortaya çıkar. Öğretmen bunları anlattıktan sonra gülerek,  “Ne o siz gene eski dile mi döndünüz? Nereden çıkardınız bu ağdalı terkipleri?”  diye sordu. “Ahmet Haşim’in şiirlerinden!” yanıtı verilince, öğretmen “tamam tamam, eski şiirlerin zorluğu kadar zevkli tarafları da vardır, çalışırsanız giderek bu zevki tadarsınız!” dedi. Öğretmen konuşurken sürekli not tuttum. Galiba Sami Akıncı’dan başka da kimse not tutmadı. Öğretmen, bana “söylediklerimin hepsini yazabildin mi?”  diye sordu. Yazdığımı söyledim. Sanırım öğretmen bundan da memnun oldu,  “Allahaısmarladık!” derken gözleri bendeydi. Ben de bundan büyük bir sevinç duydum.

Ben defterlerimi toplarken Fettah sıvışmış, arkasından gittim ama öteki sınıflardan da çocukların bulunduğu bir yerde olduğu için kendimi dizginledim. Bir şey yapacaksam kendi sınıfımda yapmalıyım, arkadaşlar da tanık olmalı. Yemeğe bu hesaplar içinde girdim. Sanırım öğleden sonra fidanlıkta dalaşacak çok zamanımız olacak. Yemekten hemen sonra Tarım binasına gittik, kazma, kürek, bel seçimi var. Fettah’ı gözetledim, o ne alırsa ben de onu alacağım. Fettah bel seçti, hemen bir bel aldım. Öğretmeni bekledik. İki öğretmen birlikte geldi. Naci Birkök Öğretmen,  “Bir bel, bir kürek bir kazma!” dedikten sonra bana baktı, arkasından İsmet’e daha sonra da Sefer Tunca’ya baktı:  “Siz benimle gelin!” deyip yürüdü. Okul önüne yakın asfalt köşesine derin kuyular kazılacakmış, öğretmen “bu onur sizin olsun, birlikte buraya çukurlar açacağız, sonra da buralara çam dikeceğiz!” dedi. Ben, babamın konuşmalarını anımsadım. Babamın dediğine göre çam, dikerek yetişmezmiş. Babam çok denemiş ama tutturma başarısını gösterememiş. Bunu Naci Öğretmene söyledim. Öğretmen,  “Baban haklı, biz de çamın çok nazlı olduğunu biliyoruz ama biz dağdan fidan seçmeyeceğiz, devlet çiftliklerinde yetiştirilen fidanlar getirteceğiz. Bu Ankara Gazi Çiftliğinde denendi. Orası şimdi koca bir çam ormanı oldu. Atatürk’ün dirayetli önderliğinde çam ormanı da yetiştirdik. Aynı dikkatle çalışırsak biz de yetiştiririz. Atatürk’e layık gençler olarak bunu başarmalıyız!” Naci Öğretmen ölçerek daireler çizdi. O daireleri düzgün şekilde açmaya başladık. Sıra ile kazıp toprakları etrafa yayıyoruz. Aynı topraklar fidan dikildikten sonra kullanılmayacak. Çamlar için kumla karışımlı topraklar kullanılacakmış. Naci Öğretmen,  “Burada yaptıklarımızın tuttuğunu görünce babana sürpriz yaparsın!” dedi. Arkadaşlar az ilerideki fidanlığı kazdılar, arada gelip bize bakanlar oldu. Aralıksız çalışarak 4 kuyu hazırladık. Paydosta Naci Öğretmen bize ayrıca teşekkür etti. “Buraya ilk çamları siz dikeceksiniz, bu çamlara bizim dördümüzün adı yazılacak!” dedi. Sevinerek dersliğe gittik. Bir süre derslik penceresinden bakarak, okulun hemen önünde dört büyük çam ağacının büyümüş durumunu düşüncelerimizde canlandırmaya çalıştık. Ben, benim çamımı çok yükseklere büyümüş olarak söyledim. Gözlerim yumuk  “Büyüyor, büyüyor, büyüyor!” diyorum. İsmet birden,  “Vay canına, benim çamı kestiler!”  diye bağırdı. Güldük.  “Ne oluyorsun, daha ortada fol yok, yumurta yok!” dedik. İsmet,  “Ben bu okulu bitireceğimi bile düşünemiyorum, onun hayalini nasıl kurayım?”  deyip oyunumuzu bozdu. Bu kez Sefer, İsmet’e “Senin çam kesilince benim çamı da devirdi!” diyerek yerine oturdu. Üçümüzün de elleri bir süre yandı.  “Ellerimiz kazma tutmayı unutmuş!” diyerek gülüştük.

Ben yarınki Türkçe ödevimi yapmanın kıvancı içinde atölyeye gidip, La Komparsitayi çalmaya başladım. Parçanın kendisini çaldığımı sanıyorum. Ancak devamı gibi bir eki var. İnce, küçük notalarla ölçüsüz gibi gidiyor. Orası nedir? Notaları da küçük, orasını çalamıyorum. La Paloma güzel, ağır. Onu kolay hallettim. Bunlarla dans ediliyormuş. Her halde çok ağır dans ediyorlar. Cumartesi günleri gidersem bunları öğreneceğim. Okuma saatinde padişah 2. Mahmut çıkarılmış olan koca kazanı devirdi, kazan taşıyıcıların çoğu öteki dünyayı boyladı. Ben de koca kitabı devirdim. Burada adı geçen kazan böyle daha önceleri de meydanlara çıkmış 5-6 padişahın, sayısız sadrazamın, yüzlerce devlet yetkilisinin başlarını uçurmuş. Sonunda işte böyle taşıyıcıları paçalarını kurtarmak için çil yavrusu gibi dağılmış, koca kazan da meydanlarda tamtakır kalmış. Daha önceki benzer başkaldırıları da okumak için arayacağım. İbret alacak olaylar var. Bu yıl okuyacağımız tarih dersi için tamamlayıcı bilgi olacak. Yemekten sonra, Harun Özçelik, Salih Baydemir, Cavit Kafkas bir araya gelip kooperatifin durumunu gözden geçirdik. Yarın öğretmen bilgi isteyebilir, hazırlıklı bulunmalıyız. Kendi açımızdan kooperatifi tıkır tıkır işler bir duruma soktuk. Sınıfımızın iki tertipli arkadaşı Salih Baydemir ile Harun Özçelik bu işi sevdiler. Zaten Fikret Madaralı Öğretmen bu özelliklerinden dolayı onları seçtirdi. Ben kendi adıma bunu bir şans sayıyorum. Okuma saatı dışında kooperatifte toplanmamıza izin var. Okuma saatinde derslikte olmak zorundayız. Adı okuma saati ama çoğunluğun okuduğu yok. Yatarken bunları düşündüm. Okuma saatinde öğretmen bulunacaktı. Şimdiye dek tek bir öğretmen geldi, Namık Ergin. Ötekiler gelse bile hemen gitti. Sorduğumuzda öğretmenler bir gerekçe gösteriyorlar. Öğretmenler Lüleburgaz’da oturmak zorundadır. Okul onlara yer göstermedikçe de orada oturacaklar. Nöbetlerinde okulda kalan bekar öğretmenlere nöbet devri yapıyorlar. Bekar öğretmenler de dört kişi. Geceleri sürekli nöbetçi durumda o dört öğretmen. Onlardan biri Hidayet Gülen Öğretmen. O zaten kendi sınıfında oturup gözetimini de yapıyor. Namık Ergin Öğretmenle Hamdi Bağ Öğretmen de iki sınıfı gözetiyor. Bizim derslik açıkta kalıyor. Biraz da bize, okulun eski öğrencisi olduğumuzdan dolayı hoş görüyle bakıyorlar. Böylece bizim okuma saatlerimiz, okumama saati olarak sürüp gidiyor. Arkadaşların büyük bir bölümü derslere başladığımız süreçte tek kitap okumadığı gibi, ders kitaplarını bile açıp karıştırmadı. Ama onların da bir okuma saatleri var. . Türkçe dersinde öğretmene soracağım: Nevmid, ufk, sehhar, naliş sözleri benim Cep kılavuzumda var ama örneğin gülgun, kavafil, tuyur yok. Bunları nereden bulabilirim, daha geniş bilgi veren Cep Kılavuzları var mı? Cep Kılavuzu deyince geçmiş günleri anımsadım. Cep Kılavuzunu Fikret Madaralı Öğretmen bana vermişti. Bu uzun süre sorun yapılmıştı.  Neden Sami Akıncı’ya verilmedi de ona verildi? Sınıf birincisi Sami Akıncıymış. Gerçekten Fikret Madaralı Öğretmenin dediği gibi sarsak insanlar var.  Size ne Sami Akıncı’nın birinciliğinden? Siz kendinizin kaçıncılığına baksanız daha iyi olmaz mı?

 

31 Ekim 1940 Perşembe

 

Öğleye dek tek dersimiz Türkçe. Türkçe dersine iyi hazırlanıyorum. Öğretmen sorarsa Devrilen Kazan’ı anlatacağım. Öğretmen, izin verirse, “Edirne-Karaağaç’a ilk gittiğimde kaydım yapılırken Vahit Dede bizim aileden söz ederken, babam için  “Beş kuşaktır aynı mührü kullanırlar!” demişti.  Mahmut bin Mahmut! Bin’in anlamını arkadaşlara anlatacağım. Az da olsa bu kitapla bir ilgisini de kuruyorum!” diyeceğim. Kimi arkadaşlar gene homurdanacak ama, ben kitap okuduğumu, az da olsa kitaplarla ilgili düşünce bağlantıları kurmaya çalıştığımı kanıtlamış olacağım. Öğretmenin de bizden istediği buna benzer etkinliklerdi. Neşeli olarak kahvaltıya gittim. Gene demek istemiyorum, aralıksız pekmez suyu ile kahvaltı yapıyoruz. Arkadaşlar, konuşurken durumu Hüsnü Baykoca Öğretmene söylediler. Hüsnü Baykoca Öğretmen arkadaşlara,  “Benden duymuş olmayın!” (Baykuşlar gibi olumsuz haberler vermeyi sevmezmiş) dedikten sonra elinin ucuyla ağzını kapatarak:  “Hükümet hububat alım satımlarını durdurdu. Bu hayra alamet değil, gittikçe savaş kısıtlamalarına giriyoruz. Siz bunu ne olduğunu bilmezsiniz ama benim çocukluğum böyle zamanlarda geçti. İstemem siz de aynı günleri yaşayasınız, aynı acıları çekesiniz. Azıcık sabırlı olun, umarım yakında gene iyi şeyler yiyeceğiz!” dedi. Güler yüzle soru soran arkadaşların yüzleri bir karış oldu.

Fikret Madaralı Öğretmen geldi.  “Günaydın!” dedikten sonra,  “Ne o, tatsız bir durum mu var?”  diye sordu. Arkadaşlar olayı anlattılar. Fikret Madaralı Öğretmen değişik bir sesle:  “Yazık ki dünyanın durumu giderek bizi de savaşın içine çekeceğe benziyor. Savaşta başarı, savaş başlamadan alınacak önlemlerle kazanılır. Devletimiz sanırım bunu yapıyor. Ulusumuzun katlandıklarına katlanacağız. Savaş acıları çekmekle kalmayacağız, atalarımızın yaptıklarını yılmadan onlara yakışacak şekilde yapacağız. Düşman bize saldırırsa boyunun ölçüsünü alacaktır. Biz, kendi toprağımızda kendi ülkemiz için öleceğiz. Düşmanın böyle bir haklı nedeni varsa buyursun, onunla ölesiye savaşacağız. Hepimiz böyle düşünüp ortaya atılırsak, bize düşman müşman sökmeyecektir. böyle düşünelim, buna hazır olalım, kendimize güvenelim!” dedikten sonra saldırgan İtalyanların başarısızlığından söz etti.  “Ancak Düztaban Makarnacılar Almanya’yı kışkırttılar. Hitler bunu fırsat sayıp şimdi Balkanlara, tam burnumuzun dibine inecek. Savaşa girmesek bile savaş içindeymişiz gibi yaşayacağız, gelecek günlerimiz bu nedenle sıkıntılı geçeceğe benziyor!” diyerek bir önceki sözlerini tekrarladıktan sonra kürsüden çantasını açıp bir kitap çıkardı. Arka arkaya üç öykü okudu. Bir süre bize baktı, “bu öyküler Kurtuluş Savaşında insanların çektiği acıları anlatıyor. O insanlar bu acılara karşın, düşmanları yurdumuzdan attı, bize özgür bir vatan bıraktı!” dedikten sonra  “Haydi bakalım, kahramanlık yapmadan önce kahramanlık öykülerini ilgiyle dinleyebiliyor muyuz bunu deneyelim!” derken daha Bekir Temuçin parmak kaldırdı. Öğretmen gülümsedi, anlatması için başıyla işaret verdi. Bekir Temuçin öyküyü iyi dinlemiş, önce anlatılan olayı sonra da çevredeki insanların inançlarını anlattı. Öğretmen hiç ses çıkarmadan Bekir’e oturmasını söyledi. İkinci öykü: Hüseyin Çavuş. Öğretmen “kim konuşmak istiyor?” diye sordu. Birinci soruda Bekir’den başka kimse kimse parmak kaldırmamıştı. İkinci soruda da gene hiç parmak kalkmadı. Öğretmen ikinci kez sorunca Sami Akıncı, arkasından İsmet Yanar, arkasından ben üç parmak kalktı. Üçümüze de bakarak parmaklarımızı indirmemizi söyledi. Bu kez kitaptan öyküyü açıp bir kez de Bekir Temuçin’e okuttu. Arkasından bir daha  “Kim konuşmak istiyor?”  diye sordu. Bu kez gene önce üç kişi, ben, Sami, İsmet, arkasından Bekir, Halil Basutçu parmak kaldırdı. Öğretmen gülerek “Öykünün girişinde bir Hüseyin Çavuş var ya işte siz o Hüseyin Çavuş gibisiniz. Sizi harekete geçirmek için sarsıcı bir güç gerekli. Hüseyin Çavuş’u harekete ne geçirmişti?”  diye Fettah’a sordu. Fettah sustu. Bu kez bana sordu, “Savaş sözü, uzun yıllar savaşmış çavuşun geçmişe yönelik duygularının depreşmesi, savaş olayını konuştuklarıyla paylaşmış olması…” Öğretmen,  “Değil mi ya, bu kadarı da mı yok be birader? Keşke, sizinle ben de bir ortaklık noktası bulsam da bazı bazı anlaşsak. ” Fettah’ın başına gitti. “Senin kulakların duyuyor mu?” diye sordu. Fettah duyduğunu söyledi.  “Öyleyse bir de sen anlat!” dedi. Fettah tam anlamıyla korkmuş durumda olduğundan titriyor ama konuşamıyordu. Öğretmen arkasını dönüp dersliğin ortasına gitti. Fettah öyle boynu bükük dururken zil çaldı. Öğretmen Fettah’a “Önümüzdeki derse 4. öyküye hazırlan, onu anlat!” dedi. Öğretmen çıkınca derslikte bir sessizlik oldu. Arkadaşların gözleri bana döndü. Fettah’a bir söyleyeceğim olup olmadığını bile sordular. Anlamadım,  “Fettah’a ne sorayım ki, öğretmen ona yeteri kadar sordu!” dedim. “Böylece bir öcüm varsa, zaten o alınmıştır. Benim Fettah arkadaşla zaten bir önemli sorunum yok. Ben çalıştığım için o bana çatıyor. O çalışmadığı için de öğretmenler ona gereken yanıtı veriyorlar. Böylece ödeşiyoruz!” dedim. Fettah Biricik bir kere daha sıkıntılı bir ders geçirdi. Hem de bu kez tam geçirmiş sayılamaz. Çünkü öğretmen nedense ona  “4. öyküye hazırlan!” dedi. Oysa dördüncü bir öykü okunmadı. Öğretmen yanlışlıkla üç yerine dört demez. Öyleyse başka bir şey söylemek istedi. Fettah şimdi gidip sorarsa öğretmen sıcağı sıcağına ona öğütler verecek. Gidip sormazsa öğretmen bu kez de  “Neden gelip sormadın” deyip gene öğütler verecek. (!) Bu kez arkadaşlar başladı: “Sahi 4. bir öykü okunmadı, o halde öğretmen neden 4. öykü dedi?” Ben üzüldüm, kendi soracaklarımı soramadım. “Gelecek derste sorarım” deyip kitaplarımı topladım. Almanca lügatım gelince Almancaya bu kez daha ciddi sarılacağım. Türkçe Büyük Kılavuz bulurlarsa onu da getirecekler.

Müzik defteri tutmaya başladım. Akordiyondaki notaları gam sırasına göre deftere yazıyorum. Do majör iki bütün bir yarım, üç bütün bir yarım… Bu kalıba göre sol majörde fa diyez oluyor. Öyleyse do-sol arası 5 sestir. Solden sonra 5. re, reden sonra 5. ses la. böylece do, diyezsiz, sol, bir diyezli, re, iki diyezli, la 3 diyezli, mi, 4 diyezli, si 5 diyezli olarak sürüyor. Diyezleri sıraya koydum: Fa-do-sol-re-la-mi-si… Bir notalı parçanın sol anahtarından sonra tek diyez varsa o fa diyez olur. Parçanın ses tonu sol majördür. Söz gelimi bir diyez değil de dört diyez varsa o parça mi majör gamıdır. Bemollerin de bunun tersi, yani si-mi-la-re-sol-do-fa. İlk bemol si, Fa majör, ikinci bemol mi…kısaca diyezlerin tersi olarak sıralanıyor. Ben de onları üşenmeden birer birer yazıyorum. Fa-do-sol-re-la-mi-si diyez, tersi de, si-mi-la-re-sol-do-fa bemol sıralaması. Halil bakıp bakıp şaşıyor benim çalışmama… Müzik dersi gibi resim dersinde de nota yazdım.

Öğleden sonra revir pencere, kapı kasalarını yerleştirdik. İrfan Öğretmen bize  “Artık bu işler size basit gelmeye başladı, neyi nereye koyacağınızı biliyorsunuz. Buna biz de seviniyoruz, sizlerin doğru yapacağınıza güvenimiz tam!” dedi. Sıvacı grubu duvarları sıvamaya başlamış. 7. sınıflardan onlarda da kalabalık bir grup var. Halil o grupta ustabaşı, Namık Öğretmen, Halil’e  “Halil Usta!” diyerek onu onurlandırıyor. Revir binası işleri önümüzdeki hafta tamam olacak. Bizim grupta tartışma başladı, revirde önce kim yatacak? Mehmet Başaran önce sordu,  “Kim yatacak?”  İlk kez Yusuf Asıl bağırdı  “Ben! “Yusuf’a “anlamadın, hastanede kim yatacak?” Yusuf tekrarladı “Ben yatacağım!” İrfan Öğretmen “Bu soğuk bir şaka, insanlar, salt yatmak için hasta olmak istemezler. Ne zaman istiyorsanız size bir günlük yatma izni veririz!” dedi. Paydos zili çalınca kooperatife gittim, Salih Baydemir bir süre yalnız satış yaptı. Sonra Fevzi geldi. İkisi olunca sıkışma olmuyor. Kırk yıllık kooperatifçiymişiz gibi işleri düzenleyip yoluna koyduk. Fevzi Üner, benim onun için  Fevzi daha önce dükkanda çalışmış dediğimi duymuş, buna seviniyor. Seviniyor ama nedense soruyor:  “Neden öyle dedin Abi?” Nedenini söylemedim. Ancak “ben kendi babamın dükkanında yıllarca çalıştım. Dükkan işlerini az çok biliyorum, çalışan herkes bu işi yapar. Sen akıllı bir çocuksun, benim yaptığımı sen daha iyi yaparsın!” Verdiğim yanıt Fevzi’nin sorusunun yanıtı değildi ama söylediklerim daha onurlandırıcı olduğu için Fevzi onu yanıt olarak aldı. Hasan Üner’i düşüncelerimde eleştirdim. Okula geldiğimiz ilk gün ilk karşılaşmada İsmet’le akrabalığımızın yakınlık derecesini anlattık. Hasan Üner’le Fevzi Üner de akraba ama yakınlığı nedir? Hasan ağzını açıp bir söz söylemiyor. Soy adlarının bir olması, belki de daha yakın akraba oldukları kuşkusunu bile uyandırıyor. Hasan bu konuda nedense konuşmuyor.

 

2 Kasım 1940 Cumartesi

 

 

Bu cumartesi öğleye dek bir ders yapacağız, o da askerlik dersi diye düşünürken, Okul Müdürümüz geldi,  “Yahu çocuklar, dersleriniz hep boş geçiyor. Size öğretmen istiyoruz, geldi gelecek derken çoğu buraya uğramadan çekilip askere alınıyor. Bari zaman zaman ben geleyim de genel konularda biraz konuşalım. Yurttaşlık konuları hepimizin bilmesi zorunlu konular. Hepsine olmasa da arada sırada Yurttaşlık Bilgisi dersinize ben gelebilirim!” dedikten sonra bir Yurttaşlık Bilgisi kitabı istedi. Arkadaşlar yurttaşlık kitabı verdiler. Kitabı karıştırdı. En önde oturan arkadaşlarımızdan Bekir Temuçin,  “Bu dersimiz Almanca, Yurttaşlık Bilgisi saatimiz cuma günü” dedi. Müdür Bey,  “Biliyorum, ancak ben haftada bir gün, sizinle benim boş günlerimde uyuşan saatlerde gelmeyi düşünüyorum. O nedenl bugün dersten çok sohbet edeceğiz, dedim ya!” diyerek, kitabı elinden bıraktı. Okulumuzun, açıldığı ilk günden 1940 Nisan ayı ortalarına dek geçirdiği evreleri anlattı. “Geçen nisandan sonra bir değişiklik oldu, bu değişikliğin güç dayanağı” dedikten sonra, bir süre duraladı, arkasından yasaların geçerliliği üstüne örnekler verdi.  “Tüm yasaların da en büyük güç kaynağı Anayasadır!” derken zil çaldı. “İşte gelecek bir saatte gene buluşup, Anayasa konusunu irdeleyeceğiz!” deyip ayrıldı. Biraz şaşırdık, biraz da sevindik. Müdür Bey olayları karışık gibi anlattı ama çok şeyi de bize anımsattı. . Bundan sonra her hafta günün bir saatinde Müdür Beyi dersliğimizde göreceğiz, buna hepimiz sevindik. Yurttaşlık konularını karıştırıp karıştırıp konuştuk.

Ben zamanın geçtiğini unutmuşum, İsmet uyardı,  “Dayı, ders zili çaldı!” deyince birden ayaklandım, kapıya çıktım ki Binbaşı rap, rap, rap geliyor. Az geriye çekilip geçen gün yaptığımdan daha rahat bir  “Dikkat, hazırol!” çektim. Binbaşının kolunun altında kocaman bir çanta vardı. Çantayı bana uzattı, alıp geri çekildim. Bunu yapmam gerektiğini hiç düşünmemiş, korkumdan öyle yapmıştım. Binbaşı,  “Aferin, bak yavaş yavaş öğreniyorsun. Değil mi ya, buraya değil de şuraya çekilseydin, benim görüş alanımı daraltacaktın. Haklı olarak ben de sana o zaman kızacaktım. İyi düşündün, benim alanıma tecavüz etmedin, ben de senden takdirlerimi esirgemedim. ” Arkadaşlar ayakta dimdik dururken bu konuşmaları dinlediler. Nihayet onlara  Rahat! komutu çıktı, yerlerine oturdular. Binbaşı çantayı açtı, içinden büyük bir harita çıkardı, birlikte onu tahtaya astık. Teşekkür etti, kuşkulu bir şekilde  “Sağol!” dedim. O da bana bu kez “sen de sağol!” dedi, yerime oturdum. Harita Balkan Yarımadası haritasıydı. İtalya ile Arnavutluk-Yunanistan savaşının nedenlerini anlattı. Birinci dersimiz çok yararlı oldu. İkinci derse Binbaşı çok geç geldi, radyo dinlediğini, İtalyanların bozulduğunu, bu savaşı sürdüremeyeceklerinin anlaşıldığını tekrarladı. “Ancak Almanlar gelip oraları alacaklar, bu kaçınılmaz. Onlar almazsa, bu kez de İngilizler çıkacak. İşte bu bizim için kaçınılmaz bir savaşa teyakkuzu olacak. Çünkü savaş tam anlamıyla bizim sınırlarımıza gelecek. Değil mi ya, Almanlar İngilizleri orada katiyen istemeyecekler!” Böylece biz yeni bir yorum duymuş olduk: İngiltere Yunanistan’ı işgal eder. Oysa biz İngiltere’yi yıkılmak üzere sanıyorduk, gelip Yunanistan’ı nasıl alacaktır? Binbaşı yanlış düşünüyor kanısına vardık. Üstelik İngiltere o denli güçlü ise gitsin İtalya’yı işgal etsin. Binbaşı gittikten sonra oldukça eleştirildi. Ayrıca bir de söz yakıştırmışlar. 7. sınıflarda ders anlatırken, bizim ordumuzu çok övmüş. Çocuklardan biri,  “Bu kadar çok güçlüydük de Yunanlılar, Anadolu ortalarına dek niçin girdiler?”  demiş. Binbaşı buna kısa bir yanıt vermiş.  “Geldiler ama onların analarını s. k. . ” demiş. Kızlar yüzlerini kapatmışlar. Binbaşı hiç oralı olmamış, Yunan ordusunu denize nasıl döktüğümüzü anlatmaya devam etmiş. Binbaşının sk’li sözü öğretmenlere dek iletilmiş. Bayrak törenimize bu kez Binbaşı da katıldı. Onu nedense sevmiyoruz ama, sert fakat çevik bedenli bir insan, babamın sözüyle  “Çakı gibi!” Bana karşı değişik bir yakınlık gösterdiği için olacak onu sevmeye başladım. Yüreğinde kötülük olsa, beni hiç affetmezdi. Öğle yemeğine kaldı, Namık Ergin, Hamdi Bağ Öğretmenlerle konuştu. Onlarla çok neşeli konuşabildiğine göre aralarında bir yakınlaşma var demektir. Uygun bir zamanda Hamdi Bağ Öğretmenden soracağım.  “Beni, Sınıf Çavuşu olarak seçti, hata yaparsam acaba fazla cezalandırır mı?”

Öğleden sonra Revir tavanlarını çaktık, saçakları kapattık. , kapı, pencere kasalarını taktık. Sıvacılar bitirir bitirmez kapıları, pencereleri takacağız. Atölyeye dönünce konuşmalar oldu. Yusuf Asıl Hamdi Bağ Öğretmenden sordu, “Revirde yatınca da üç katlı ranzalarda mı yatacağız?” Hamdi Öğretmen  “Evet, üç katlı ranzada yatacaksınız. İnsan nasıl alışırsa öyle yatmalı. Aynı zamanda nasıl yerde yatarken hastalanırsa öyle yerde tedavi görmeli ki, bedeni durumu yadırgamasın. ” Yusuf kurnazlık düşündü. “Ya hep üstte yatanlar birden hastalanırsa, revirde o kadar üst olamayacağına göre, o zaman ne yapılacak?” Hamdi Öğretmen hiç gülmeden, “Onun da kolayı var, o üst katta yatıp da hasta olanlar yerlerinde yatacaklar, biz revir levhasını onların katına asarız böylece sorun çözülür. O tür hastalara uyabilecek revir böylece yapılmış olur. ” Yusuf diretmeye çalıştı ama olmadı, İrfan Öğretmen,  “Kazma kuyuyu kendin düşersin! Senin kurguladığını yutacak geniş kapsamlı bir kurgu getirildi!” dedi. Naci Öğretmen gülerek, Yusuf’a  “Etme bulma dünyası! Sen kendine göre bir kurnazlık düşündün, karşındakiler de senin yöntemlerine uygun karşılık verdiler. Bunda gocunacak bir durum yok. Etmeseydin bulmayacaktın. Biz söylediklerimizi Ata yadigarı sözlerle kanıtlamaya çalışıyoruz. Sen senin sözünü güçlendirecek bir destek Atasözü söyleyebilir misin?”  Yusuf düşündü, baktı, güldü. Sonra da hem güldü hem de söylemeye çalıştı. Daha döğrusu aklından geçirdiği sözü, gülmekten doğru dürüst söyleyemedi. Ancak biz anladık.  “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar!” Naci İnan Öğretmen gülmekten yerlere yattı. İrfan Evren Öğretmen,  “Ah şöyle çizgiye gel!” dedi. Hamdi Bağ Öğretmense hepimize dönerek  “Ayıptır, parmak kadar çocuğa hepinizin birden karşı durmanız anlaşılır gibi değil. Çocuk hastalanmak istiyor. Belki çok yorgundur, yorgun argın ranzanın üçüncü katına çıkmak istemiyor. Bırakın alt katta yatsın!” Yusuf başta olmak üzere hepimiz güldük. Yusuf toparlanarak,  “Hayır, ben hastalanmak istemiyorum, yorgun da değilim!” diyerek karşılığını sürdürürken paydos zili çaldı. Hüseyin Orhan’la Recep Kocaman Yusuf’u,  “Haydi haydi uzatma, bu tartışmada yalnız kaldın, kaybettin!” diyerek aralarına alıp dışarıya çıktılar. Öğretmenler de gülüşerek, Yusuf Asıl için  “Kaybetmeye bir türlü razı olamıyor, yaşı daha çok küçük, böyle böyle o da yetişecek!” diye söyleşerek ayrıldılar.

Ben okuma saatine dek kalıp 1-2 -3-4 diyezli gamlara çalıştım. Elim iyice alıştı, bakmadan iki oktav yapabiliyorum. İki oktavı iyice pişirirsem elime bakmadan İstiklal Marşını rahat çalabileceğim. Şimdilerde ara sıra bakarak çalıyorum. Ancak törene çıkınca karşımdakilere bakacağım için elimin iyi alışması, doğru yeri kendisi bulması gerekiyor. Oysa şimdilerde ince solu tam yakalamak için hala bocalıyorum. La Cumparsita’da da böyle bir ara var. Bu arayı tutturamayınca parça acayip şekle dönüşüyor. Üstelik burada sesler uzadığı için yanlış alabildiğine ortaya çıkıyor. Bu nedenle salt orasını elimin öğrenmesi için tekrar tekrar çalıyorum…. La-la-la-laaa-lala-la…. . la-la-la-laa-laa-laaaa. . sesleri yanlış yerden çıkınca akordiyonu sırtımdan atasım geliyor. Yemek ziline dek terleyesiye çalıştım. Bu arada aklıma geldi Dumlupınar Marşı’nı da çalmaya başladım. Bu marşı da 7. sınıflar güzel söylüyorlar. 6. sınıftan iki kız, dün önümde giderken durup, akordiyonu çok sevdiklerini söylediler. Ben de,  “Şarkı söylerseniz, sizin şarkılarınızı çalarım!” yanıtını verdim. Feride, Melahat. Feride türkü de söylüyormuş. Arkadaşlarıyla konuşup grup oluşturacaklar. Onların sınıfından Recep Türköz’ü tanıyorum, bir de Rüştü Güvenç var: Kırıkköylü, 7. sınıftaki Gülfize Atay’ın akrabasıymış. Gerçekten akraba oldukları, yüzlerinden belli, yüzleri birbirlerini andırıyor. Bunlarla konuştukça ötekileri de tanıyacağım. Yemeğe bizim sınıftan önce gittim. Recep Türköz nöbetçiymiş, gülerek beni karşıladı,  “Buyur abi!” dedi. . O bunu doğal bir şekilde yaptı ama ben yadırgadım, alay ediyor sandım. Yerime oturunca düşündüm: Benimle niçin alay etsin? Arkadaşlar gelirken kapıya baktım, bizim arkadaşların hepsine aynı davranışı yapıyor. Gelen arkadaşlar Recep Türköz’ü övmeye başladılar.  Çok terbiyeliymiş!  “Terbiyeli olduğunu nereden anladınız?”  diye sordum. Bana yanıt vermeden, onlar da benden sordu:  “Sen terbiyesiz bir davranışını mı gördün?”  Ben konuşmayı biraz saptırma yolunu tuttum.  “Şimdi, kapıdan girerken beni, buyur etti. Eğer bu tavrı terbiyelilikse, şimdiye dek bu kapıdan girerken bana  Buyur demeyenlerin hepsi terbiyesiz mi oluyor?” dedim. Arkadaşlar şaşırdılar.  “Aaa, olur mu!”  gibilerde ünlemler çıkardılar. Ancak konuşmayı sürdürmediler. Kimisi Recep Türköz’ün sınıfına göre yaşlı olduğunu, o sınıfta bulunan kimi çocukların adlarını sayarak,  örneğin Melahat Erkan’dan, Nuri Altınseven’den, Rüştü Güvenç’ten en az on yaş büyük olabileceğini öne sürdüler. Böylece yaş büyüklüğü ile terbiyeli olma arasında da bağlantı kurulur gibi oldu. Bu kez ben,  “O halde içimizde en yaşlı kimse en terbiyeli de odur!” dedim. Yusuf Asıl’la Hilmi Altınsoy, söz birliği etmişçe aynı anda, ikisi de  “Ben!” dediler. En yaşlı onlarmış. Onlara,  “Kaç kez nöbetinizde yemekhaneye girenlere  Buyur! dediniz?” diye soruldu. Recep Türköz’ü ben daha önce tanımıştım. Böylece tanımamış arkadaşlar da biraz olsun tanıdılar . Biz kalkmak üzereyken bir rastlantı Recep bizim masaya geldi, bu kez  “Afiyet olsun abiler!” dedi. Böylece, Yusuf Asıl, Hasan Üner, yani bizim sınıfın minikleri ağabey de oldular. Recep Türköz’ün değerlendirmesinin yaşla ilgili olmadığı, içinde bulunduğu duruma göre geçerli olabileceği yapmaya çalıştığı, insan ilişkileri bakımından belki en doğruyu yaptığı tartışmasız benimsendi. Onun yaptığını yapmanın kibarlık değilse bile bir insanlık, bir arkadaşlık görevi olduğu, yapmamanın ise kuşkusuz bir kabalık sayılabileceği görüşünde birleştik.

Dersliğe gidince, Yusuf Asıl tüm arkadaşlara,  “Küçük sınıflar bize örnek davranışlar konusunda ders veriyorlar. Bizse onları, küçük, bir şey bilmiyorlar, gözüyle görmeye kalkışıyoruz. Bundan böyle onlardan birileri dersliğimize girince onlara daha yakın davranalım, hatırlarını soralım. Böyle yaparsak onların gözünde daha büyümüş olacağız!” dedi. İdris Destan, hemen yanıtladı, “Elin kızına  Sırıklı  adını taktırdın, şimdi günahını affettirmek için küçük sınıflara kibar davranılmasını istiyorsun!” Arkadaşların çoğu sözün nereden kaynaklandığını bilmedikleri için söylenenlere güldüler.  Hasan Üner, İdris Destan’a karşı durdu. “Konu, kız, erkek ya da ad sorunu değil!” dedikten sonra Recep Türköz olayını anlattı. Recep Türköz’ü daha önce tanımış olan Arif Kalkan’la, Yakup Yanrıkulu da Recep’in çok iyi bir arkadaş olduğunu açıkladılar. Daha ilk nöbetinde Recep’le arkadaş olan Hüseyin Orhan da onun çalışmalarını övdü Böylece, Recep Türköz, 6. sınıfta hepimizin iyi tanıdığı biri olarak anılma onurunu kazanmış oldu. Yatarken her gece kendime bir konu bulur kimi zaman uykumu kaçırırım, kimi zaman da mutlu olarak uyurum. Bu gece, ne o, ne de o! Recep Türköz’ün kapıda bana söylediği  “Buyur abi!”  sözünü önemseyip ortaya atmasaydım böyle bir tartışma olacak mıydı?  Recep Türköz’ü böyle övgülere sürüklemeye neden olmam bana ne kazandırdı? Ya Recep’in görünmeyen bir tarafı var da bir gün o ortaya çıkarsa, bu sözler o zaman nasıl silinecek? Sonuçta kendimi sorumlu tuttum: “ Çevrendekileri kendin tanı, kendin değerlendir;yanılırsan salt kendin yanılmış ol. Başkalarını yanıltacak davranışlardan kaçın!” diyerek kendimi payladım. Galiba sıkılmışım, birden esnemeye başladım…

 

3 Kasım 1940 Pazar

 

Uyanınca yatak-kat komşum Orhan’a Guten Morgen demeye hazırlanırken, anımsadım. Ben sözde dün, yani cumartesi günü Lüleburgaz’a gidip Almanca lügatimi alacaktım. Dün iş olduğu için gidemedim. Kırtasiyeci aynı zamanda gazeteci olduğu için pazar günleri de açıktı, bugün gider alırım. Ben bunları tasarlarken Orhan  “Guten Morgen herr komşu!” dedi. Herr komşu sözü hoşuma gitti. Ancak konuşmalarımızı ilgiyle izleyen Sami Akıncı komşu sözünü hemen düzeltti, Komşu: der Nachbar.  Yakın demek istiyorsanız. Nah…. Nah sözünü duyanlar gülmeye başladılar. Mustafa Saatçı gelip geçenlere herr nah, sözünü  Bay nah! şekline çevirip takılmaya başladı. İdris Destan’a  “İdris, sizin köy Mehmet Yücelin köyüne Nah mı?” diye sorunca Mehmet Yücel sinirlendi, Mustafa Saatçı’ya,  “Senin bu şakaların, şakadan çok kakaya nah!” deyince hepimiz gülmeye başladık. İsmet, Hilmi, Yakup başladılar, Saatçı’nın şakası kakaya nah! Kahvaltıya bu tartışmalarla gittik. İzin almak için Nöbetçi öğretmeni arıyorum. Kahvaltıya hiç öğretmen gelmedi. Biz çıkarken Nahide Öğretmen geldi. Nöbetçi sandım, selam verip izin istedim. Nöbetçi olmadığını söyledi ama “Hemen gidip döneceksen, gidebilirsin!” dedi. Sevindim. Giyinip yola çıktım. Arkamdan İsmet koşarak geldi.  “Sen izinli olduğuna göre ben de izinli sayılırım!” diyerek bana takıldı.

 

Konuşa konuşa Lüleburgaz’a ulaştık. Pazar günleri Lüleburgaz çok tenha olur, biliyoruz ama gene de insanlar ortalıkta dolaşıyor. Parklar dolu, çocuklar koşuyor, satıcılar çığrışıyorlar. Kırtasiyeciye uğradık. Gültekin kendisi daha gelmemiş, tezgahtaki çocuk paketi buldu ancak vermek istemedi.  “Gültekin Ağabey az sonra gelecek, kendisi versin!” dedi. Hükümet meydanına dek yürüyüp döndük. Gültekin Ağabey gelmiş, borcumu ödeyip lügatı aldım. Büyük boy bir kitap. ciltli, ağır. Türkçe lügat sordum, yok.  O da ısmarlama olacak. “Ancak onu bulmak çok zor, onun arayıcısı bir hayli çok. Bulursak getirteceğiz. Onun için para almayacağız. Geldikçe sorarsın!” Müzik kitabı yazdırdım. Şekerciden şeker alıp geri döndük. Hava güzel gibi ama gene de güven vermiyor, arada bir kara bulut üstümüze gelir gibi alçalıyor. İsmet’le yalnız kalınca akraba olarak iyi anlaşıyoruz da arkadaşlarla olunca sanki uzakmışız gibi nedense bir birimize karşı biraz çekingen duruyoruz. Paketlerle dersliğe girince arkadaşlar şeker istediler. İsmet elindeki paketi açtı, birer şeker verdi. Yusuf Asıl İsmet’in verdiği şekeri az buldu.  “Senin minicik şekerini istemem, dayın paketi açınca daha çoğunu ondan alırım!” dedi. İsmet Yusuf’u azıcık ta kışkırttı: “Dayımın şeker paketinin büyüklüğüne aldanm, a o kolay kolay adama şeker vermez!” dedi. Yusuf birlikte çalıştığımıza güvenerek, İsmet’i umursamaz bir tavırla,  “Ne Şam’ın şekeri ne de Arap’ın yüzü!” deyip uzaklaştı. Onları dinleyenler bu kez bana,  “E, hadi aç şu paketi!” dediler. Ben hiç bir tepki göstermeden paketi açıp Almanca Lügati sıranın üstüne koydum.  “İyi koruma koşuluyla herkes kullanabilir!” dedim. Yusuf Asıl başta olmak üzere herkes güldü. Yusuf İsmet’e,  “Hadi şimdi dayının hakkını da bana vereceksin” deyip, koluna yapıştı. Almanca lügata herkesten çok Sami Akıncı sevindi. Aldı baktı. İstediği zaman alabileceğini söyleyince ise derecesiz sevindi.

Öğle yemeğine bu neşeli konuşmalarımızla girdik. Yemekte, biz konuşurken Melahat’la Feride bizim masaya geldi, Melahat yazılı bir kağıdı uzattı bana. Ne olduğunu bildiğim için alıp cebim koydum. Teşekkür ettim. Onlar gidince, bizimkiler hemen  “Mektup getirdi!”  dediler. Bu kez kimden olabileceği tartışması başladı. Hilmi Altınsoy,  olsa olsa, Nahide Öğretmenin ara sıra gelen ablası Nafı’a Hanımdan olabileceğini söyledi. Ben başta olmak üzere buna uzun uzun güldük. Ondan sonra öteki adaylar sıralandı. Yusuf çöpçatan olarak düşünüldü, hemşerisi Sırıklı üzerinde duruldu. Akordiyon çaldığım için birlikte şakır, düşüncesiyle Nachtigall ortaya sürüldü. Kimlere ad takılmışsa hepsi anıldı. Gerçek adları bilinmediği, bilinenler de duyulur diye söylenmediği için kapalı olarak uzun süre etrafa bakıp gülündü. Ne deseler beni kızdıramayacaklarını söyleyerek kalktılar. Derslikte de bir süre konuşulduktan sonra ben “mektubun kimden geldiğini bilemediniz” deyip kağıdı okudum. 1-Sarı Kurdelem, 2-Drama Köprüsü-3-Alişim, 4-Kızılırmak, 5-Yörükler Yaylası, 6-Tuna Nehri, 7-Tunca, Arda, Güzel Meriç, 8-Maya Dağı, 9-Karanfil Oylum Oylum-10-Bursa’nın Ufak Tefek Taşları, Ilgaz…. Herkes şaşırdı: Bunlar türkü adı… Olayı anlattım.  Onlar bu türküleri söyleyebiliyorlarmış. Önümüzdeki eğlence gecelerinde söyleyecekler. Arkadaşların çoğu şaştı.  “Bunları sen mi çalıştıracaksın?”  diye soranlar oldu.  “Kendileri gelip benimle konuştular. Öğretmenlerinden izin almışlar. Daha başka arkadaşları da varmış!” dedim. Mustafa Saatçı, çok ciddi bir tavırla  “Birkaç günlüğüne akordiyonu bana verir misin?”  dedi. Yeni gelenlerden biri ile şarkı söylemek istiyormuş. Biri dediği 6. sınıfların güzel kızlarından S. Şakalar birbirini izledi. Öyle ki, zil sesini duyunca şaşırdık. “Bu ne zili?” diyenler bile oldu. Çocukların ön bahçeye çıktığını görünce tören zamanı geldiğini anladık. Ben, koşarak sirenin önüne indim. Hidayet Öğretmen komut verdi, bayrağı indirdik.

Dersliğe döndüğümüzde herkes şaşkın, koskoca yarım gün aynı konuyu konuşmuşuz. Bunun güzel olduğunu söyleyenlerin yanında büyük bir aptallık olduğunu öne sürenler de oldu. Yarınki Türkçe dersi için kaygılananlar birer ikişer kitapları açmaya başladılar. Ben, Ahmet Haşim şiirlerindeki bilinmeyen sözcükleri seçip Salih Ziya Öğretmenden öğrendim. Türkçe-Osmanlıca lügatı için girişimimi de yaptım. Rahatım. Öğretmen  “İlköğretim Dergisini okuyun!”  demişti. Ekim sayısı yeni geldi, şimdi de onu okuyorum. Upuzun bir yazı var, Antalya-Aksu Köy Enstitüsü öğrencilerine söylenmiş sözler. Antalya Milletvekili Rasih Kaplan söylemiş. Okulu gezmiş, memnun kalmış, hem bunları söylüyor hem de neler beklediklerini açıklıyor. Bizim milletvekillerimiz de buraya gelir bizim çalışmalarımızı anlatırlar. Örneğin Zühtü Akın, Cumhurbaşkanı geçerken geldi ama, sadece görüp geçti. Bir Fuat Umay geldi bir süre kaldı ancak pek memnun kalmadığını söyleyerek ayrıldı. Memnun kalmayışını da biliyorum. Okulu ben gezdirmiştim. Benim gezdirmemden memnun kaldığını söyledi ama galiba o Okul Müdürünün falan gezdirmesini bekliyordu. Bir de yemekhaneye girerken kapıdaki bir çiviye eşarbı ile paltosu takıldı. Çivinin ucu sivriymiş, hızlı çekince ikisi de zedelendi. Buna fena halde sinirlendi, “Ihhh, usta yetiştirecekler (!) bu kapıda bu çivi usta işi mi?” gibilerde sözler söylemişti. Sanırım Fuat Umay bizim okul için Rasih Kaplan’ın gördüklerini görse bile yazmayacaktır. Rasih Kaplan, bizim okulların ilk günlerinden başlayarak övüyor. Bizim okulları açan Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan’mış. Ona teşekkür ederek söze başlıyor. Ayrıca Aksu Köy Enstitüsü’nün kuruluş yeri üstüne bilgiler veriyor. Eski bir uygarlık yeriymiş. Buna da üzüldüm. Ellerin okulları güzel yerlerde kurulmuş, bizimki kuşkonmaz dikenlikleri üstünde kuruldu. Rasih Kaplan gelip burada konuşsaydı ne söyleyecekti acaba? Belki de bizim milletvekilleri bunun için gelmiyor.  “Değerli çocuklar, ne mutlu size ki okulunuz dünyanın en kurak kepirliğine kuruldu, susuzluktan sizin kadar ancak Gobi Çölünde, Büyük Sahrada yolculuk yapanlar yanmış olabilirler. Açık bidonlarla taşınan suları sizin gibi içenler, ancak çöllerde kaybolmuş garibanlarla yavaşlarda bozulmuş ordu artıkları ölmemek için çaresizlikten içebilir!” mi diyecekler? “Yağmur yağdığı zaman çamura batıp çırpınmanız olağanüstü bir başarıdır. Sizin de anne-babalarınız vardır. Ne güzel, onlar buraya gelip bir gece değil, yarım saat kalamıyorlar. Kendilerine uzatılacak bir sandalye bulundurulmuyor. Bundan daha güzel konukseverlik (!) ancak Kırk Haramilerle, Amerika Kızılderililerinde olabilir” mi diyecekler?

Rasih Kaplan Köy Enstitülerine güvenden, onların gelecekteki başarılarından, bu nedenle onlara herkesin yardım yarışında olduğundan söz ediyor. Biz ondan yoksunuz. Çok değil bir yıl önce Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel Lüleburgaz’a geldiğinde, tezgah başında okul çatısı için kirişleri hazırlıyordum. Bakan Hasan Ali Yücel, “Arkadaşların okul inşaatında çalışıyor, sen onlardan neden ayrıldın?” diye sorduğunda ben, “orada henüz elektrik yok, burada elektrikten yararlanıyoruz” deyince Bakan, Lüleburgaz Belediye Başkanı Kemal Çağman’a sormuştu,  “Oraya elektrik verilemiyor mu?” Belediye Başkanı “etüt ettiriyorum, en kısa zamanda netice alacağız!” demişti. İki yıldır etüt bitmedi. İlgililer bizim okullara böyle mi yardım ediyorlar? Yoksa başka yerlerde bu yardım var da bize gelince susuluyor mu? Rasih Kaplan Aksu Köy Enstitüsü öğrencilerine,  “Biz sizi her zaman arayacağız, yakında okunuzda inek bakımı kurumu oluşturulacak, ayrıca Tarım Bakanlığı sebze, meyve yetiştirme konusunda yardımcı olacak!” diyor. Bol yiyecekten söz ediliyor ama biz burada çaylı sudan bile yoksunuz. Sabahları içtiğimiz gerçek pekmez değil pekmez bulaştırılmış ılık su. Kim bilir oralarda belki toprak daha verimlidir. Rasih Kaplan’ın yazdıklarından öğrendiklerim var. Aksu eski bir şehir yerine kurulmuş, Yakınlarında büyük tiyatrolar varmış. Okulun çevresinde geçmiş zamanlarda milyonlarca insan yaşarmış. Onlardan kalan değerli kalıntılar varmış. Yazar soruyor: “Vaktiyle olan bu zenginlik şimdi neden yok?”  Biraz savaşlar biraz da tembellikten. Yazara göre yöneticilerin beceriksizliklerinden. Tarihten öğrendiklerimiz burada da karşımıza çıkıyor… Aynı nedenler. Yöneticiler yönetememiş, halk çalışmamış, düşmanlar yenmiş, topraklar kaybedilmiş. Göçlerle gelen insanlar fakirleşmiş. Bu yıllarca tekrar edilmiş. Düşmanlar kazanmış, biz kaybetmişiz. Babamlar, Plevne savaşından sonra kurulan Bulgaristan koşullarına uyamamış birer araba ile göç etmişler. Biraz toparlanınca yani 12-13 yıl sonra Balkan Savaşı olmuş. Bir kez daha köyü boşaltıp Balıkesir yörelerine gitmişler. 2 yıl sonra geri dönmüşler. Ancak boş tarlalar dışında her şeyleri yanmış, yakılmış. Sil yeni baştan toparlanmaya çalışırken halkımızın Seferberlik dediği 1. Dünya Savaşı başlamış. Bu savaş sonunda bu kez Yunan ordusu tüm Trakya’yı talan etmiş. İnsanlar evlerinde oturmuş ama, ne ekebilmiş, ne de bir kazanç yolu bulabilmiş. Sonunda da işgalci Yunan askerleri ile işbirlikçi Rumlar ortalığı yağmalayıp gitmiş. Bizim ailenin giderek küçülmesinin kısa öyküsü. Tıpkı yurdumuz Türkiye’nin tarihsel durumuna koşuk bir benzeşiklik. En azından Trakya’daki aileler böyle. Anadolu’nun doğusu sanırım farklı değil…

Bunları düşünerek yatmaya gittim. Yatınca Hüseyin Orhan “İch Grüsse dich!” dedi.  “İch, ich, ich!” dedikten sonra durdum. Sordu, “ne araştırıyorsun?”  “Gar kein!” dedim. Güldü. Doğru söylemişim. Sevindim. Guten abend… Aksu Köy Enstitüsü yerini düşledim. Eski bir kent yerine kurulmuş. Binlerce insanın oturduğu tiyatrolar varmış. Benim bildiğim tiyatrolar, panayırlarda çadırlarda yapılır. Ortalıkta bir tiyatro sözü geçiyor ama, aslı astarı nedir tam bilmiyorum. Bu sözü köyde ablam bile söylerdi. Kızı Gülsüm konuşmalarını azıcık cıvıtınca ablam kaşlarını çatar,  “Tiyatro mu oynatıyoruz!” derdi. Tiyatro, tiyatro oynatmak. Okul Müdürümüz bir konuşmasında tiyatroların yararlarından söz etmiş, Hidayet Gülen Öğretmen ise Müdürümüz Nejat İdil’i överken  “O oynadığı zaman tiyatro binası alkıştan sarsılırdı!” dedi. Rasih Kaplan’ın yazısını okuyunca tiyatro benim için biraz karışık bir duruma geldi. Gerçek tiyatrodan söz eden yazılar da okumuştum ama, o zaman üzerinde durmamıştım. İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu geçen yıl Yeni Adam’da tiyatro ile ilgili yazılar yazınca Ertuğrul Muhsin onu eleştirmişti. Türkçe Öğretmenimiz Fikret Madaralı da Ertuğrul Muhsin’e karşı yazı yazdı.  “Siz iyi bir tiyatrocusunuz ama, bu size başkalarını sözlerini küçümseme hakkını vermez” gibilerde bir şeyler yazmıştı. Rasih Kaplan’ın yazısında okuduğum binlerce kişinin toplandığı Perge tiyatrosunu düşlerken uyudum…

 

9 Kasım 1940 Cumartesi

 

Uyanır uyanmaz askerlik dersi aklıma geldi. O dersi anımsayınca da biraz neşem kaçıyor. Gerçi geçen yıla göre durumum çok iyi ama sürekli tedirginlik duyuyorum.  Ya bir hata yaparsam?  Bu kez durumum daha tehlikeye girebilir. Arkadaşların çoğu ise bana,  “Sen ne yaptın ki bu adam seni şimdi el üstünde tutuyor?”  diyorlar. Arkadaşların bu dediğine mi inanayım yoksa Halil Basutçu arkadaşın dediğine mi? O,  “Bu adam seni daha yakından izleyip daha büyük cezaya çarptırmak için böyle yapmış olabilir!” demişti. Öyleyse olabildiğince hata yapmamaya gayret etmeliyim. Tüm dikkatimle askerlik kitabımı okuyup, konuları az çok bilmek, dediklerini yerine gertirmek, ödevlerini tamam tapmak, derste pür dikkat uyanık durmak. Böyle yaparsam sanırım bir süre sonra başka birine içerleyip onunla uğraşmaya başlar, böylece ben iyice kurtulmuş olurum. Zaten şimdilerde 6 Ali Güleren, 53 Ali Önol, 77 Emrullah Öztürk, 74 Mehmet Başaran’a biraz takılmış durumda. 6 Ali Güleren’e geçen sene sonlarında takılmıştı, onu unutmadı. Ötekilere yeni yeni takılmaya başladı. Ali Önol’a derste konuştuğu için, 77 Emrullah Öztürk’e ağır davrandığı için, 74 Mehmet Başaran’a ise yanındaki ile konuştuğu için son ihtarları verdi. Kendimi dengede tutabilmek için askerlik dersi geçinceye dek kimse ile tartışmaya girmemeye çalışıyorum. Hasan bir kitap okumuş,  “Abi okursan seveceğini umuyorum!” deyip bir kitap gösterdi. Aynı yazarın Bahtiyar Prens diye bir başka kitabını okumuş, çok da sevmiştim. Ancak Hasan’a,  “Şimdi sırası değil, kitap mitap düşünecek durumda değilim!” deyince Hasan şaşırdı.  “Kitap önerdimse senin için yaptım bunu, suçsa bir daha söylemem!” deyip duraksadı. Bu kez kendi durumumu anlattım:  “Dersten sonra anlatırım!” deyip gönlünü aldım. Tasalarım boşunaymış, Binbaşı derse gelmedi. 1. dersi ne olur ne olmaz düşüncesi içinde geçirdim ama 2. derste rahatladım. Bayrak töreninden önce bayrak için Hüsnü Baykoca’nın odasına gidince Hüsnü Baykoca Öğretmen bana takıldı,  “Gelmiyorsun Çeşmekollu, küstün mü yoksa!” dedi. Törenden sonra kendisini görmemi söyledi.

Törenden sonra odasına gittim. Yeşilyurt, Ulus gazeteleri bulunan bir dosya verdi.  “İçlerinde sizi ilgilendiren yazılar var, ben dikkatle okuyorum. Sizi de ilgilendiren yazılar var, oku, isteyen arkadaşların okusun, sonra bana getir!” dedi. Dosyayı aldım dersliğe bırakıp yemeğe gittim. Yemekten sonra kooperatif alımları için Lüleburgaz’a gittik. Salih, Harun, Cavit, Fevzi çok iyi anlaşmış olarak bu işi sürdürüyorlar. Fikret Madaralı Öğretmen bana,  “Sen de yardımcı ol!” dediğinden yanlarında bulunuyorum. Onların hepsinin ağabeyi durumunda olmama karşın onlar benden daha girgin olduklarından usta bakkal pişkinliğiyle dükkanlara girip çıkıyorlar. Aradıklarımızın hemen hemen hepsini alıp döndük. Kooperatifteki ortak işlerimizi bitirince dersliğe gittim. Hasan’ın bana vereceği kitabı Mehmet Başaran okumak istemiş, o bitirince de bana verecekmiş. Bu kez Hüsnü Baykoca’nın gazetelerini okumaya başladım. Hüsnü Baykoca Öğretmenin dediği gibi bize gerekli olan yazılar var. Ancak bir tanesi daha çok ilgimi çekti. 29 Ekim 1940 tarihli Ulus gazetesinde,  HEDEFİMİZ, TEK CAHİL VATANDAŞ BIRAKMAMAKTIR! dedikten sonra “Köy Enstitüleri başlı başına Cumhuriyetin en büyük eserlerinden biri sayılmaya layıktır!”  sözleri ekleniyor. Geçen yıl 367 bayan, 250’i bay olmak üzere 617 yeni öğretmen topluluğuna eklenmiş, böylece tüm öğretmen sayısı 14112 olmuş. Bunların 7554’ü kentlerde, 6558’i de köylerde çalışıyormuş. Gene bu yazıdan okuma çağında olanların ancak %28’inin okula gidebildiğini, %72’sinin ise okula gitmediğini öğreniyoruz. Ayrıca, 1938 yılında açılmış bulunan üç Köy öğretmen okulunda 1000 öğrenci okuduğunu, 17 Nisandan sonra bu yıl ise köy enstitülerine 2000 öğrenci alındığını, ayrıca bu sonbaharda da 3000 daha yeni öğrenci alındığını öğrenmiş oluyoruz. Şimdiki durumda Köy Enstitülerinde 6000 öğrenci okumaktadır. 12 Köy Enstitüsü olduğuna göre her köy Enstitüsüne 500 öğrenci düşmektedir. Bizim Kepirtepe 250 olduğuna göre demek bazı enstitülerde öğrenci sayısı daha fazladır. Herhalde İzmir-Kızılçullu ile Eskişehir-Çifteler çok kalabalıktır. Yazı bir gerçeği daha açıklıyor: Biz burada tartışıp duruyoruz, 1940 Ağustosunda gelenler, 1941 Haziranında 8. sınıf olacaklar. Biz 9. sınıf onlar 8. sınıf. Cavit Kafkas’lar da 8. sınıf olacaklar. Söz gelimi Hamitabat İlkokulundan 1939 yılında bitirip diploma alıp gelen A ile 1940 yılında diploma alıp gelen B. 1941 haziran ayında 8. sınıfta buluşacaklar. A isterse  “Diplomam pekiyi idi, çok başarılıydım, bu okulda da başarılıyım!” desin dursun. İşte Cavit Kafkas, daha 5. sınıftayken, 4. sınıflara ağabeylik yapıyordu. Onun sözünden kimse çıkmazdı. 4. sınıfların hepsi ona hayrandı. Hayran olunan ağabey ile hayran olanlar, hiçbir ölçümden geçirmeden Ankara’da oturanların buyruklarıyla bir tutuldular. Gerçekten o çocuklar bir düzeyde mi bir araya geldi? Yoksa o büyük fark yıllarca sürdü mü? Birinde haklılık, üstünlük, ötekinde eksiklik, eksikliğin verdiği yarımlık duygusu! Ya onları yakından dahası candan izleyenlerin verdiği değerlendirmeler?  “Bu büyük bir haksızlıktır, haksızlık bile az ayıptır!” diyen kamu oyu? Bunu Ankara’da koltuklarına gömülmüş duyarsızlar kavrayamıyorlar mı? Köy okullarına %72 oranında gidemeyen köy çocuklarını öne sürüp öğretmensiz dersliklere yalap şap çocukları doldurmak yurt çapında okuma düzeyini yükseltecek mi?

 

Kendi sınıfımdaki arkadaşları düşünüyorum: Üçüncü yılında olmasına karşılık, ne yazısında bir düzeltme yaptı, ne de okumasında. Öğretmenler kaç kez  “Bu durumda sizi köyünüze döndürecekler!” demelerine karşın döndüren falan yok. Onlar da döndürülmeyeceğini anlamış gibi aynı teraneyi sürdürüp gidiyor. Cavit Kafkas’la aynı sınıfa yetiştirilenler arasında arkadaşların takıldığı kimi öğrenciler var, doğru dürüst konuşamıyor bile. Mustafa Saatçı ile onun gibi şakacıların diline düşmüş bu çocukların sınavsız sınıf geçirilmesi gelecek için kaygı verici bir durum. Gazeteye yazı yazanların bunları düşünmemesi, bu uğurda olumlu bazı önerilerde bulunmaması hayret verici bir durum. Hıfsırrahman Raşit Öymen’in öğretmenin köyden kente inmesi üstüne yorum yapmasına karşın bu durumlara değinmemesi olaya içtenlikle sarılmadığının göstergesidir. Kente kaçan öğretmenden çok yetersiz öğretmen bu yurdun insanına zarar verir. Zarar vermese bile yararlı olamaz. Yeşil Yurt gazetesinde de Kepirtepe Köy Enstitüsü ile ilgili haberler var. Artezyen çalışmalarının umut verici olduğu, yapılan yapıların hızla bitirildiği, Trakya Genel Müfettişliği’nin okul fidanlığı için Edirne fidanlığından bağışta bulunduğu, Türkgeldi Çiftliği ile elbirliği yapılarak at, sığır, koyun yetiştirme etkinliklerine girişildiği muştulanmaktadır.

Gazeteleri topladım, dosyayı göstererek arkadaşlara Hüsnü Baykoca’nın önerisini söyledim. İsmet, okumak istediğini söyledi. İsmet bırakınca Harun Özçelik, Salih Baydemir ortak bakacaklar, Hasan Üner’le Mehmet Başaran ortak bakacaklar. Mustafa Saatçı,  “Herkes ortaklaşa bakıyor, ben ortak bulamadığım için çok üzgünüm beni affedin!” dedi. Mustafa Saatçı’dan sonra bir çoğu aynı sözü tekrarladı,  “Kendime eş bulamadığım için okuyamadım!” Sözlere güldük ama, okuma konusundaki duyarsızlığımızın ölçüsü de buydu. Yeni Adam gecikmeli de olsa bana geliyor. İlköğretim Dergisi okula geliyor. Ahmet Gökay Ağabey dosyalıyor ama, önce kitaplığa bırakıyor, yenisi gelince onu alıp yerine yenisini takıyor. Ulus gazetesi Okul Müdürlüğüne, Cumhuriyet gazetesi ise Öğretmen odasına sürekli geliyor. Halil Basutçu ile beraber uzun süre Akşam gazetesini aldık. Tüm bunlara karşın öteki arkadaşlar okuyacak bir şey almadılar, alınanları da okumadılar. Fikret Madaralı Öğretmen sıra ile İlköğretim Dergileri dağıttı,  “Bunları okumanızı istiyorum, sorular soracağım!” demesine karşın, belli arkadaşlar yanıtlar hazırladı, ötekiler, duymamış gibi, olayın unutulmasını beklediler. Ulus Gazetesini çok az okumuştum. Bu kez her tarafını didikledim. Ankara’da çıkıyormuş. Falih Rıfkı Atay’ın yazısı var. Dostluklar üstüne. “Birinci Dünya savaşına dostu, düşmanı iyi seçemeden girdik, kaybettik. İyi seçim için iyi incelemek gerekir, bunun için de aceleciliğin yararı olmaz Savaşlarda dost-düşman ayırımı, bir kez daha tartılmalı. Biz, ilk savaşta, Araplarla olan son ilişkilerimizi hesaba katmadan onlara güvenerek, Arap cephelerinde askerlerimizi dağıttık, dost bildiğimiz Arap bizi cephe gerisinden vurdu, bir bakıma askerimizi uykuda hançerledi!”  diyor. Falih Rıfkı Atay aynı zamanda bir yazar. Geçen yıllar öğretmen ondan bize yazı okudu, okuttu. Geçen yılki kitaplarımızda yazıları da vardı. Ulus Gazetesinin de baş yazarıymış, bunu da öğrendim.

Dosyayı kapatırken Mehmet Başaran geldi, benim okuyacağım kitabı almıştı, çok beğenmiş, yarın bitiriyormuş bana da önerdi. Alıp okuyacağım. Bir ara yarınki törene bizim sınıftan kimsenin katılmaması söz konusu oldu. Kimileri bizi çağırmamalarını eleştirirken kimileri de “Biz kenarda durursak bizi neden çağırsınlar?” diye sordu. Konuşmalara katılmadım. Yat zili çalınca titreyerek yatağa yatınca aynı konuyu ben bile düşünmeye başladım. Benim düşünceme göre, bizim sınıf geçen yıl Hidayet Öğretmenle çalışmaya başladığı Mavi Yıldırım piyesini yarıda bırakınca Hidayet Öğretmen buna alındı, bizim sınıfa bir bakıma küstü. Şimdilerde ise bu tür çalışmaları o yönetiyor. Bu nedenle bizim sınıfa güveni yok. Öteki çocuklar da çok hevesli olduklarından onlarla çalışıyor. Bir önceki eğlence provalarında 7. sınıflar Hidayet Öğretmene benim de katılacağımı söyleyince, Hidayet Öğretmen gülerek,  “Elbette katılabilir, İbrahim isterse, aramızda her zaman yeri vardır!” gibi bir söz söylemişti. Bu sözüyle o, kendini 7. sınıflarla kaynaşmış olarak sayıyor.  “Aramızda yeri var!” sözü bunu kanıtlamaktadır. Sanırım, yarınki tören etkinliklerinde de bu nedenle bizden kimse çağrılmadı. Bizim arkadaşlar ise işin bu yanına hiç değinmiyorlar. Piyes seçmek için grup oluşturulmuştu. Ondan bile söz eden yok. 7. sınıflar Yılbaşı için çalışmaya başladı. Bizde kimsenin aklından yılbaşı mılbaşı geçmiyor. 7. Sınıflar da bizim sınıfın bu konudaki tutumu bildikleri için gelip bir şey söylemiyorlar. Oysa bana daha on gün önce duyurdular. Bundan kendime övünç payı çıkaramıyorum. Tam tersine kendi aralarında anlaşamamış bir sınıfta bulunduğum için üzülüyorum. 7. sınıflar daha kalabalık olmalarına karşın ne güzel anlaşıyorlar. Hidayet Gülen Öğretmenin buradaki katkısı besbelli!

 

10 Kasım 1940 Pazar

 

On Kasım…Atatürk’ün ölümünü üzüntüyle anımsayıp, her günkü cıvıklığımıza düşmemeye çalışıyoruz. Arkadaşlar, her günden farklı, bir birini kışkırtma yerine susmaya çağırıyor. Saat 8:30 da yemekhanede toplanmamız dünden duyurulmuştu. Kahvaltıyı sessizlik içinde yapıp dersliğe geçtik. Bir şeyler oluyor, oluyor ama gerçekte neler olduğunu ben pek anlamış değilim. Geçen sene bugün ne yapmıştık? Arkadaşlara soruyorum. Kime sordumsa, bana kuşkuyla bakıp,  “Unuttun mu?”  diye soruyorlar. Oysa unutan kendileri. Hiç kimse  şunu, şunu yaptık diyemedi. Sonunda kendi notlarımı açtım okudum da ne yapılıp yapılmadığını kendim gene kendimden öğrendim. En güzel yanıtı gene Halil Basutçu verdi.  “Sen başkasına ne soruyorsun? En güzel bilgiler sende, hemen hemen her günü yazdığına göre onu da yazmışsındır, aç oku bize de sen söyle!” Öyle yaptım. Not: Geçen yıl, tören için indiğimiz okul önünde hem çok soğuk hem de çok şiddetli rüzgar nedeniyle bayrağı yarıya kadar çektikten sonra dersliğimize girmişiz. Türkçe öğretmeni Fikret Madaralı bize Atatürk’ü anlatmış, ayrıca eski yönetimin zayıf taraflarını, gerilememizin nedenlerini, Cumhuriyetin özelliklerini anlatmış. Daha sonra zaten dersi varmış, ders süresince de gene Atatürk konuşulmuş, Öğretmen Atatürk’ün Gençliğe Hitabesini arka arkaya birkaç arkadaşa okutmuş. Halil Basutçu ile İsmet Yanar’ın okuyuşlarını beğenmiş. Ben parmak kaldırdığım halde okutmamış. Öğretmen gittikten sonra ben “Benim okuyamayacağımı bildiği için okutmadı!” demişim.

Bu yıl ise: Saat 8:30 da yemekhanede toplandık. Okul Müdürü başta olmak üzere tüm öğretmenler geldi. Benim tanımadığım öğretmenler var. Sormak istedim, vazgeçtim. Öğretmenler yavaş sesle konuşuyorlar. Arada sırada da saatlerine bakıyorlar. Hidayet Gülen Öğretmen son kez baktı, Okul Müdürü ile bakıştıktan sonra hepimize ne yapacağımızı söyledi. Az sonra da dikkat çekti. Söylediği gibi başımızı öne eğip durduk.  “Rahat!” komutundan sonra gene gene Hidayet Öğretmen kısa bir konuşma yaptı. Önce Cavit Kafkas Atatürk’ü anlattı, arkasından adını yeni öğrendiğim Kamil Varlık’la  tanıdığım Tevfik Uğurlu, Rafet Topuz adlı öğrenciler şiir okudular. Selçuk Korol Öğretmen uzunca bir konuşma yaptı. Selçuk Öğretmen sözünü bitirirken alkışlamaya kalkışanları susturdular. Hasan Gülümser Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni okudu. Hidayet Gülen Öğretmen, zil çalınca dersliklerimize gitmemizi, bir süre dersliklerde dinlendikten sonra serbest olacağımızı söyledi. Öyle yaptık. Daha doğrusu bizim derslikte, geçen seneki On Kasım’la, Atatürk’ün öldüğü 1938 10 Kasım gününü, ondan sonra Ankara’ya götürülüşü törenlerini konuşurken o denli tartışılmış ki zil çaldığında, öğle yemeği zili olduğunu şaşırarak öğrendik. Özellikle Edirne-Karaağaç okulumuzda Atatürk’ün Ankara’ya götürülüşünü radyoya ek olarak bize anlatan doktoru hepimiz başka başka görüntüde anımsadık. En çok da buna güldük. Kimisi şişman bir adamdı, kimisi lacivert bir elbise giymişti, kimisi sarışın, kimisi esmerdi, deyip çıktı. Hele  “Hiç konuşmadan kapının yanında ayakta durdu” diyenlerin şaka ettiklerini düşündüm ama şaka değildi. Oysa ben o gün gördüklerimi daha o gün defterime yazmıştım. Bu nedenle onlar kadar yanılmam olası değildir. Yazdıklarımı anımsadığım ölçüde açıkladım: “Okul doktorumuz, sürekli beyaz doktor gömleği giyinen, kırmızı kravatlı, beyaz saçlı, orta boylu yaşlıca bir insandı. Söz konusu günde, radyonun yanında oturdu, hiç durmadan bize radyoda anlatılanları, bir de kendisi açıkladı. Bir ara da gözleri yaşlandı, adamcağız düpedüz ağlamıştı. Savarona adını tane tane söylediği için o güne dek duyduğum halde bir türlü söyleyemediğim Atatürk’ün özel yatının adını o gün doğru olarak öğrenebildim. ”

Ben anlatınca arkadaşların çoğu biraz şaşırarak bana baktılar. Hilmi Altınsoy,  “Öyleyse sen bizi de yazıyorsundur!” dedi. Hilmi Altınsoy’a,  “Ha şunu bilesin, seni inatçı, tembel, derslerine çalışmayan, güreşmediği halde pehlivanlık taslayan biri olarak yazdım bile!” dedim. Hilmi biraz düşündü,  “Alır, o defteri yırtarım!” dedi. Ben de,  “Yırtarsan öteki deftere gene yazarım, üstelik defterimi yırttığını da eklerim!” dedim. Halil Basutçu Hilmiye,  “Sen bunu söylemeden yapabilirdin, şimdi söyledin, defter yırtılırsa sen sorumlu olacaksın!” Hilmi bunu düşünürken Sami Akıncı  Hilmi’ye  Defter yırtacağına, derslerine çalış, güreş sporunu yap, inatçılıktan vazgeç, yazılanlardan başka bir kişi ol, o zaman yazdıklarını kendisi değiştirir!” dedi. Hilmi Sami’nin boynuna sarılarak,  “Sen hepimizden akıllısın!” deyince, ben, sözlerimi sürdürerek:  “Al işte bunları da yaz, Sami Akıncı’nın en akıllımız olduğunu söylediğimi de yaz! diyerek bana dikeldiğini de yazacağım!” deyince, bu kez Mustafa Saatçı bana bakarak,  “İşte burasını yazamaz, çünkü o, bu sınıfta en akıllı kendisini sanıyor!” Mustafa Saatçı sözünü tamamlayamadan, İsmet Yanar ayağa kalktı, Mustafa Saatçı’nın yanına giderek,  “İçimizde en fesat sensin!” diye bağırdı. Birden dalaşmalar başladı. Öteki arkadaşların yatıştırıcı sözleriyle durum sakinleşmeye yüz tutunca, Sami Akıncı da bazı olayları yazdığını söyledi. İlginç bir duyuru oldu bu. Soranlar oldu,  “Sen de doktoru yazmış mıydın?” Sami,  “Ben yeni başladım, okulun temel atılış gününü, İsmet İnönü’nün gelişi, tatile gidişimizi, sayım gününü yazdım!” dedi. Sami’nin bunu niçin söylediğini düşündüm. Ancak yazmadığını, yazdım diye söylemesinin nedenlerini de hemen anladım. Sami hiçbir konuda önderliği bırakmak niyetinde değildi. Bir an için  “Yalan söylüyorsun, hani yazdıklarından bir satır bile gösteremezsin, çünkü yazmadın ama yazdım diye yalan söylüyorsun!” demeyi düşündüm. Sonra vazgeçtim. Bu konuda doğru söylesem bile haksızlık edeceğimi, arkadaşlara göre haksızlık etmiş olacağımı hesaplayarak sustum. Hatta  “İlerde daha geniş yazarsın!” bile dedim. Ancak Sami Akıncı’nın çok farklı biri olduğunu, otuz arkadaş içinde hiç kimseye benzemeyen bir tarafı olduğunu, hiç kimse için özveride bulunamayacak ölçüde bencil düşündüğünü iyice anlamış oldum. Ama niçin?  Benim günlük not tutmamı neden olağan görmedi. Hatta bana  “Ben, seni yazarken gördükçe ders çalışıyorsun sanmıştım!” deyişi bile düşündürücü. O, sürekli çalışıyor, okuyor da ben onun ne yaptığını neden başka bir şey sanmıyorum?

Oturup ders çalışırken bunu düşündüm. Yaban Romanında Yakup Kadri Karaosmanoğlu anlatıyor: Er Ahmet Cemal komutanını gizliden acıyarak memleketine götürür. Ancak ona yakınlığı hep kendi ölçüleri içindedir. Severek götürdüğünü sanan Ahmet Cemal, kendine benzemediği komutanını günü gelince pekala terk edebilir. Arkadaşlıklar da böyle galiba. Hep birine uyarsan arkadaşın olur. Uymayacağın anlaşılırsa senin arkana takılırlar. Hatta önünü kesmek için pusular bile kurulur. Bu pusular yakında da olur uzakta da. Pusu kuranlar tek kişi, de olur çok kişi de. Kuyucaklı Yusuf’un çevresini, kaymakamı bile aralarına alarak nasıl sarmışlardı! Nedense Sami Akıncı’nın  “Ben de yazıyorum!” demesi beni bu denli derinden etkiledi. Kolay unutulamayacak bir ip ucu. Sami rakipsiz bir üstünlük sevdasında. Kooperatif konusunda yenildiğini düşünüyor. Bir de not tuttuğum, önceliğini alırsam oldukça kazançlı sayılacağım. Arkadaşlar arasında bu yeniden bir değerlendirmeye neden olur. İşte bunu önlemek için, hiç değilse  “Ben de yazıyorum” deyip bir eksiğini tamamlamış olacak. Korkarım Sami çok yakında bir de akordiyon alacaktır. Akordiyon sözüne kendim de güldüm. Bu sözü arkadaşlara aktarmam için fırsat kollayacağım. İşte bir fırsat! Bu not tutma işi bir daha derslikte ortaya atılırsa,  “Sami yapar, bence Sami Akıncı yakında bir de akordiyon alıp çalmaya başlayacaktır. Bekleyelim, görelim!” deyip güleceğim. Böyle düşündüğüme içimden üzülüyorum ama, düpe düz anlamazdan gelip avanak avanak bakacağıma elimden geldiği ölçüde kendi haklarımı savunmak benim de kendime karşı görevimdir. Bu görevimi yaptığım sürece kendime olan saygım artacaktır. Her saldırıda geri çekilirsem, o zaman kendime ne diyeceğim? “El güçlü, ben güçsüz!” deyip teselli mi olacağım? Yoksa içimden,  “Güçlü görünce önünde sin, güçsüz görünce çık başına tepin!” deyip sünepe insanlar sınıfına mı gireceğim?  Öyle olacaksam buralarda neden ter döküyorum? Bir marangoz ya da demirci yanına girip keser, çekiç kullanarak aynı sünepeliği yapardım. Bu nedenle kimsenin haksızlık etmesine izin vermeyeceğim. Haklı olduğuma inandıkça, geri durmak yok. Tıpkı babamın dediği gibi “Köpekler bile ağzındaki kemiği kendisinden zayıf olduğunu gördüğü yaratıklara bırakmazlar! Savaşta kaybetmek de var ama, baştan teslim olmak, kendine ihanettir!” Kendime ihanet etmeyeceğim… Bu düşüncelerle yattım. Geçen akşam bir Almanca söze takılan Mustafa Saatçı, Hüseyin Orhan’la konuştuğumuzu duyunca gene şakalaşmaya kalktı. “İch nah, du nah. sie nah” demeye başladı. Başımı kaldırıp: “İch spreche bei dem Freund, …………. . ”, dedim. Sami Akıncı, söylediğimin Türkçesini yavaşça tekrarladı. Konuşmalar giderek kesildi. Birilerinin susuşu anlamlıydı. Sami Akıncı’nın benim sözüme katılmasına şaşırmış olabilirler. Oldukça rahatlamış olarak uyudum…

 

11 Kasım 1940  Pazartesi

 

Çok rahat bir gece geçirdiğimi dinlenmiş olarak kalkışımdan anladım. Türkçe ödevlerim tamam, Fikret Madaralı Öğretmene karşı kusurluluk duygusu taşımadığıma inanıyor, buna seviniyorum. Sanırım bu rahatlığım biraz da bundan ileri geliyor.  Ödevini yap, yüzün ak olsun! Bunu, özlü söz olarak ben uydurdum. Bir öğrencinin mutlu olmasını sağlayacak ilke. Yüz akı deyince Ömer Seyfettin’in öyküsünü anımsadım. Öykü hiç de adına uygun değil. Çobana 50 koyun teslim edilir. Bir süre sonra çoban sürü sahibine bir deri getiriyor. 12 koyunu çalmışlardır. 32’sı kelebek olur. 5’i de kurt kapar. Kalan bir tane de uçurumdan yuvarlanır. İşte onun derisini çoban yanında getirmiştir. Gülünçlüğüne gülünç ama,  Yüz Akı sözcünün gerçek anlamına ters düşen bir olayın başlığı. Çoban 50 koyunu kuzulatıp 100 sayısına çıkarsaydı, yüz akıyla sahibinin karşısına çıkacaktı. Ben, Yüz Akı’nı bu anlamda kullanıyorum… Kahvaltıda Hilmi Altınsoy, Mustafa Saatçı’nın takılmak istediği S’yi gösterdi. Yüzü güzel. Bugün nöbetçiymiş, tam karşımızda bir süre durdu. Sanırım ad takacak türden değil, eli yüzü düzgün, arkadaşlarıyla konuşmaları da rahat gibi geldi bana. Bakalım Mustafa Saatçı ona ne ad bulacak? Fikret Madaralı Öğretmen kahvaltıya gelmedi ama okula gelmiş. Ben onu bekliyorum.

Dersliğe gider gitmez hazırlığımı yaptım. Öğretmen genel olarak sormadan hazırladıklarımı söylemeyeceğim. Bir kaç kez bu hatayı yaptım. Öğretmen sorulan soruyu yanıtlayıp daha geniş bilgi vermeye yöneliyor. Ders süresi böylece dolmuş oluyor. Oysa ben, öğretmenin çalışmayanları yakalamasını istiyorum. Derse girsin, kendi yapacaklarını yapsın. Daha sonra vakit ayırıp sorarsa yaptıklarımı söyleyeceğim… İşte bugün tam istediğim gibi oldu. Öğretmen derse girdi. Hatırımızı sorduktan sonra,  “Geçen hafta Ahmet Haşim’den okumuştuk. Ahmet Haşim, bizim tanıdığımız yazarlardan biridir. Geçen yıllar da ondan parçalar okuduk. Şiirleri için fazla bir bilgi istemiyorum ama şiir özellikleri hakkında genel birkaç söz bilmelisiniz. Ancak düzyazıları için söyleyecek sözünüz olmalıdır!” dedi. Yakup Tanrıkulu’ya baktı.  “Sen ne dersin, Ahmet Haşim üstüne birkaç söz söyleyebilir miyiz?”  diye sordu. Yakup Tanrıkulu ağır hareketlerle ayağa kalktı. Nazlı bir tavır içinde söz söyleyecekmiş gibi bakarken öğretmen bu kez Hüseyin Serin’e “Sen ne dersin?” Hüseyin Serin de Yakup Tanrıkulu gibi ağır ağır ayağa kalktı. Öğretmen onun da söyleyeceğini fazla beklemeden öndeki sıralara bakmaya başladı. Abdullah Erçetin’e “sen bir şeyler söyleyecek misin?” dedi. Abdullah Erçetin davranmadan öğretmen,  “Kalkma kalkma. Söyleyeceğin bir şey yoksa kalkma!” dedi. Güldü. Ayakta duranlara da  “Oturun!” işareti verdi. Sami Akıncı ile Bekir Temuçin parmak kaldırdılar. Öğretmen Bekir Temuçin’i kaldırdı. Bekir Temuçin Kış şiirini defterine yazmış. “Önce şiiri okuyayım!” dedi. Öğretmen başıyla okumasını işaret etti. Bekir şiiri kendine göre okudu. Öğretmen, elindeki kitabı uzatarak açık sayfayı okumasını söyledi. Hasta. Kısa bir yazı. Bekir Temuçin parçayı düzgün okudu. Öğretmen bu kez Sami Akıncı’yı kaldırdı. “Şiirle düz yazıyı karşılaştırsan neler söylersin?”  dedi. Sami Akıncı, gülümseyerek,  “Şiiri anlamadım ama yazıyı anladım, isterseniz anlatayım!” dedi. Öğretmen,  “Gerek yok söylenecek sözü, yeterince söyledin!” dedikten sonra şiiri bir kez daha okudu, açıkladı.  “Ahmet Haşim, şiirlerini eski bir geleneğe göre, aruz ölçülerine uyarak yazar. Belli kalıpları olan bu şiir biçimlerinde sözler, kalıplara uydurulduğundan çoğu kez günlük yaşamdaki konuşmalardan değişik şekillere sokulur. Bu değişiklik, sözcüğün tanınmasını güçleştirdiği gibi anlamını da değiştirebilir. Bu nedenle hem okunması hem de anlaşılması zorlaşır. Oysa düz yazılarda böyle bir kural yoktur. Gene de yazdığı yazıyı anlaşılmaz duruma sokan yazarlar bulunmaktadır. Ancak Ahmet Haşim, süslü yazı yerine kolay anlaşılır, bir bakıma da konuştuğumuz gibi yazmaya özen gösterir. Bu nedenle Ahmet Haşim’in bellenecek özelliği, şiirlerini anlamak zordur ama düz yazıları kolay anlaşılacak yalınlıktadır. ” Birinci derste benim istediğimin yarısı oldu. Birileri tembelliklerinin karşılığını gördüler. İkinci derste öğretmen, “Ahmet Haşim gibi bir şairimiz daha vardır, biz bundan da şiirler okuduk, Yahya Kemal Beyatlı” dedi. Yahya Kemal Beyatlı’dan uzunca bir şiir okudu.

 

Açık Deniz…

Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum-

Her lahza bir alev gibi hasretti duyduğum. -

Kalbimde vardı  Byron’u bedbaht eden melal-

Gezdim o yaşta dağları, hülyam içinde lal-

Aldım Rakofça kırlarının hür havasını-

Duydum akıncı cetlerimin ihtirasını-

Her yaz, şimale doğru asırlarca bir koşu-

Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu…-

Mağlupken ordu, yaslı dururken bütün vatan-

Rüyama girdi her gece bir fatihana zan………

………………………………………. .

 

Öğretmen şiiri bitirince dize dize tekrar okuyup hepimize sorarak açıklatmayı yeğledi. İlk dizede hepimiz konuştuk. Çocukluğu Balkanlarda geçmiş. Bu arada, doğduğu yer, Üsküp de söylendi. Özlem duyduğunu söyledik ama her lahza lavın anlamında sustuk. Üçüncü dizede de sustuk. Çocukluğunda oralarda gezdiğini söyledik ama, Hülyam içinde lal, bizi susturdu. Dördüncü dizedeki Rakofça ile Karlofça’yı karıştıran arkadaşlar oldu. Ben, bunların ayrı olduğunu, Karlofça’nın ülkemiz dışında kaldığını oysa Rakofça’nın şairin çocukluğunda bizim ülkesinde olduğunu, öyleyse Üsküp dolaylarında bir yer olabileceğini söyledim. Bundan bir  “Aferin!” aldım. Son iki dizeyi Sami Akıncı açıkladı, o da bir  “Aferin!” aldı. Bundan sonrasında öğretmen kendisi dizeleri okuyarak açıklamalar yaptı. Yahya Kemal Beyatlı’nın geçen yıllar okuduğumuz şiirlerini sordu. Akıncı, Mohaç Türküsü… Öğretmen bu şiirleri zaman zaman okumamızı tekrar söyledi. Tekrar Açık Deniz’e dönerek sorduğumuz sözcükleri yazdırdı. Az duraksayınca Türkçe –Osmanlıca lügat sordum.  Öğretmen,  “Ben sana ne verdim?”  diye sordu. “Türkçe-Osmanlıca kılavuz verdiniz ama, bir çok söz onda yok!” dedim. Kırtasiyecinin söylediğini de anlattım. Öğretmen gülümseyerek,  “Şimdilik benim söyleyeceğim de bu kadar. Satılan lügatlar var ama, onları da İstanbul’da aramak gerekiyor. Yeni çıkacaklar olacak, onları bekliyoruz!” dedi. Öğretmen Ahmet Haşim konusunda fazla durmayınca hazırladıklarımı ortaya getiremedim. Ancak öğretmenin zaman zaman geriye dönerek soruşturma yaptığını bildiğim için üzülmedim. Kesinlikle bir gün gene Ahmet Haşim’den söz edecek, o zaman yaptıklarımın karşılığını alacağım…

Fizik dersimiz boş, bu süre içinde Açık Deniz’in bilmediğim sözlerini Türkçe-Osmanlıca kılavuzdan buldum. Med dışında sözcüklerin hepsini yazdım. Med’i de med, cezir olayından biliyordum.  Bu günkü işini yarına bırakma! Atasözünü bu günkü çalışmamda uyguladım. Öğle yemeğinde Mustafa Saatçı’nın beğendiği kıza baktım. Hem çocuk hem de çok kısa boylu. Mustafa Saatçı o kızı gerçekten severse bu okulda onunla nasıl konuşacak? Duyulursa öğretmenler ne diyecek? Mustafa adına üzüldüm: Başına dert açacağa benziyor. Şaka bile olsa, duyulup yayılınca öğretmenlerin kulağına gidecektir. İsmet’in Alpullu’daki Benli kız şakası bile Hamdi Bağ Öğretmenin kulağına gitmişti. Öğretmen benden sordu,  “Kesinlikle arkadaşların şakası, İsmet’in ailece peylenmiş gelin adayı var, İsmet’in ondan vazgeçmesi olanaksızdır!” diyerek öğretmeni inandırmıştım.

Ahmet Gürsel Öğretmenden mektup aldım. Buna çok sevindim.  “Şimdilik burada rahatım, bol zamanım da var, sorularına rahatlıkla yanıt verebilirim!” diyor. Ayrıca “Matematik dersleriniz boş geçeceğe benziyor, size yardıma hazırım. Bu nedenle, evden kitaplarımı getirtmeyi düşünüyorum. Böylece ben de arayı soğutmamış olurum!” diyor, bana teşekkür ediyor. Önümüzdeki bayramı Edirne’de geçirecekmiş, “Bayramdan sonra mektubunu, sorularını bekliyorum!” demesine önce inanamadım, mektubun orasını tekrar tekrar okudum.

Atölyede yeni bir çalışma konumuz çıktı: Revir için özel dolaplar. dört dolap 160 boy, 140 en, beyaz boyanmış dört dolap. Naci Öğretmen,  “Haydi bakalım, marangozluk, daha doğrusu sizin yapacağınız marangozluk asıl şimdi başlıyor. Siz öğretmen olarak zaten çatılarda çalışacak değilsiniz. Böyle bir iş hayatınızda ya bir ya da iki kez çıkabilir. Burada yaptıklarımız da geçici işlerdir. Ama, dolap, kanepe, masa, sıra, özellikle de sıra, raf türünden işler her gün karşınıza çıkacaktır. Zaten öğrenci çalışmalarında bunlar ön planda tutulmaktadır. İki yıl sonra gelecek çocuklar belki çatı çalışması hiç görmeyeceklerdir. Onların işleri hep bu tür gereksinimleri hazırlamakla geçecektir. İşte siz de şimdi böyle bir çalışmaya başlıyorsunuz!” Öğretmen çizimleri tezgahın üstüne yaydı. Tahta kalınlıklarından, çivilenmesine, geçmesine, kilidine dek açıklama yaptı. Ayrıca seçilecek tahtaların budak durumlarını önemsememizi, budaksız seçim yapmamızı anımsattı. En düzgün tahtalardan, budaksız konçlardan seçeceğimizi seçip, önce kesimleri sonra da planyada temizlemeyi yaptık. Salih, Harun, Orhan, Recep çizimci. Çizimleri öğretmenler gözden geçirdikten sonra lamba açmalara başlayacağız.

Paydostan sonra okuma saatine dek akordiyon çalıştım. Melahat’ın verdiği listedeki şarkıları çıkarmayı denedim. Okul şarkılarını kolay çıkarıyorum ama, türküleri hiç beceremiyorum. Alişimin Kaşları türküsünü ses yerini bile bulduramadım. Ancak Ilgaz, Tunca, Arda güzel Meriç, bir de babamın söylediği Tuna Nehri’ni bir ölçüde seslendirebiliyorum. Son olarak hoşuma giden La Cumparsita (Komparsita okuyorum) ile Sirto’yu çok çalıyorum. Bir de Hidayet Öğretmenin Kazaskasını… Akordiyonla kazaska kolay oluyor ama girişteki ilk çırpma mandolindeki gibi güzel olmuyor. Harmandalını da güzel çalmaya başladım. Daha doğrusu ezberlediklerimi çok çalarsam güzelleşiyor. İyi bilmediklerimi ürkek çalmaya kalkışırsam önce kendim beğenmiyorum. Bunları başkasına çalsam kesinlikle beğenilmez. Bu inançla çalmaya başladıklarımı belki yüzlerce kez tekrarlıyorum. Yakup Tanrıkulu’un oyunu Trakya Horasını iyice pişirdim. İstiklal Marşı da tamamlanmış gibi, Küçük parmağım oktavı rahatça buluyor. Sağ elimi iyi çalıştırmak için sürekli gam yapıyorum. Parmaklarım iyice alıştı. Do, re, mi, sol, la majörler iyi gidiyor. fa majör ise biraz ters geliyor. Dördüncü parmağımı rahat kullanamıyorum. Yemekte Salih Baydemir sevinç içinde anlattı. Az önce Okul Müdürü kooperatife gelmiş, Salih’le Cavit varmış. Hesapları topluyorlarmış. Müdür Bey yanlarına oturup sorular sormuş: Silgiden deftere, helvadan mürekkebe her şeyle ilgilenmiş sonra da  “Haydi Karaoğlanlar, size güveniyorum, başlattığınız bu kooperatif, ilerde çok gelişip okulun tüm gereksinimlerini karşılayacak, daha sonra da bu tüm Trakya’yı kucaklayan bir kurum olacak. Beklentimiz budur, bunu bilerek görevinizin önemini hiçbir zaman küçümsemeyin, öğretmen olarak da köylerde bu duyguyu yayacaksınız!” demiş. Salih heyecandan yemek yiyemedi.  “Okul Müdürümüzü bu denli yakınımda hiç görmedim. Yanıma oturdu, kolu koluma deydi. Konuşurken de bana azizim, dostum gibi sözler söyledi!” deyip sevincini anlatmaya çalışıyordu. Arkadaşların çoğu Salih’e “Ne varmış bunda?”  dercesine bakmış olsa bile ben de Salih gibi çok önemsedim, onun sevincine katıldım. Yemekten sonra kooperatifte kısa bir görüşme yaptık. Açık olma saatlerini aksatmayacağız. Öğrenci gereksinimlerinin bitmesini beklemeden karşılayacağız. Dersliğe geçtik. Salih Baydemir’in anlattıkları hemen yayılmış. Sami Akıncı,  “Dikkat edin Müdür Bey kooperatife sık sık hep uğrar!” dedi. Halil gülerek “Sami size bir şey söylüyor ama nedir tam anlayamıyorum, siz anlamaya çalışın!” dedi. Ben anladığımı söyledim: “O bize değil sizlere, tüm arkadaşlara söylüyor. Kısaca,  Kooperatif şimdi ne ise eskiden de oydu. O zaman kooperatifi ben yönetiyordum. Şimdi ile o zaman arasında bir fark yok!” diyor dedim. Gülüştük. Gerçekten kooperatif gene kooperatif ama, yer genişlemiş, işlev genişlemiş, şekil değişmiş, çalışma yöntemleri yeni kurallara uydurulmuş, kısacası kişisel çıkarları bir tarafa bırakan bir kurum olmuştur. Halil Sami için,  “Çok kurnaz bir arkadaş, çıkarını korumasını çok iyi biliyor!” dedi. Ben de aynı düşüncedeyim. Ancak içimizde en az on kadar arkadaş bunu bilmiyor, öğrenmeye de niyetleri yok.  Kendileri bilirler!

Yarın tarih, Osmanlı Devletinin gerileyiş nedenlerini incelemeye devam edeceğiz. Ben padişahları sıraladım ama öğretmen değişik olaylar anlatıyor. Devrilen Kazan bakalım işime yarayacak mı? Padişah 3. Selim böyle bir kazan kaldırma sonucu devrilmiş, acıklı bir olay. Keşke o zaman padişah yerine kazan devrilseydi. Hem o zaman hazır yetişmiş yeni askerimiz olacaktı. Mustafa Saatçı yeni bir sevindirici haber verdi. Bundan böyle düzenli radyo haberleri dinleyecekmişiz. Okulun iki tarafına da hoparlör takmışlar, yarın deneme yapılıp, sürekli kullanılmasına geçilecekmiş. Haberlerle cumartesi, pazar günleri şarkılar, türküler dinlenecekmiş. Mehmet Yücel kötümser,  “Bir hafta sonra gene kaldırırlar!” dedi. Mustafa Saatçı’ya göre bu kez emir Milli Eğitim Bakanlığından gelmiş.  “Müzik dinlersek ne iyi olur!” diye düşünüyorum. Bunu hemen beklenti durumuna soktum. Yat zili vurunca içimden  “Tamam!” dedim, bu gece de kafamı karıştıracak bir olay,  “Radyoda müzik dinlemek!” Gerçekten de yatağıma uzanınca radyoda dinleyeceğim müzikleri kuruntulamaya başladım. Orhan nedense geç geldi. Kadir’le fısıltı ettiler. Orhan benim için “Uyumuş!” deyince, aleyhimde konuşacaklar, gibi bir kuşkuya kapıldım. Bekledim. Konuşma kesildi. Orhan yatar yatmaz uyudu. Ondan, aleyhime konuşacağı kuşkusuna kapıldığım için kendimi kınadım. Orhan’ın, şimdiye dek ne benim ne de bir başkasının arkasından konuşmadığını bildiğim halde neden böyle bir kuşkuya kapıldığımı da anlayamadım. Bu kuruntulardan kurtulmak için tarih dersini anımsayıp Nizam-ı Cedit olayını düşünürken son esneyişim bugünün bitimi oldu.

 

12  Kasım 1940 Salı

 

 

Zil sesiyle uyandım. Orhan  “Guten Morgen!” dedikten sonra  “Akşam erken uyudun, iyi geceler, diyemedim!” dedi. İrkilir gibi oldum. Arkadaş bana iyi geceler diyemediği için üzülüyor. Bense arkamdan konuşacağını umarak sinmiştim. Kendimi toparlayıp açık vermeden arkadaşın konuşmasına uydum. Atölyede de Almanca konuşmamızı tekrarlayacağız. Çok değil kimi araçların adlarını, saat, paydos, yemek gibi konuların sözcüklerini kullanacağız. Önce benim büyük lügatten sözleri saptayıp belli bir sıraya koyup uygulamaya geçeceğiz. Hemen bugünkü boş derslerde bu işe başlayacağız. İlk iki ders matematik, boş. Tamam. Kahvaltıdan hemen sonra çalışmamıza başladık. Görenler gelip soruyor,  “Siz ne yapıyorsunuz?”  “Almanca çalışıyoruz” deyince de kuşkuyla yüzümüze bakıp,  “Bunun bir nedeni, olmasa durup dururken siz Almanca çalışmazdınız. Herhalde Almanca öğretmeni geleceğini duydunuz!” gibilerde varsayımlar yapıyorlar. Biz de  “Savaş çıkar da esir düşersek işimize yarar diye Almanca öğrenmeye karar verdik!” diyoruz. Onlar gülüyor, onlarla biz de gülüyoruz. Ha, ha, ha, haaaaa!. 20 dolayında sözcük seçtik: Das Bild-schön-was-Was ist das? -und-der Garten-die Schule-gross-grün-ver-neu-rot-Wer ist das? der Lehrer-der Schuler-die Schülerin-hier-offen-das Fenster-wie-geschlossen-wie ist das? die klasse-das Heft-das Buch-die Tafel-die Tafel-die kreide-weiss-das Haus-die Bank- die Wand-der Mann-der Junge-das Stück-das Ledsestück-die Frage-die Antwort-das Wort-das Subsantiv

Tarih dersinde Selçuk Öğretmen, İtalya-Yunanistan çatışmalarına değindi. Savaşları başlangıçta hem güçlülerin kazandığını, ancak halk ayaklanmaları başlayınca insan güçlerinin olayları hep ters yüz ettiğini bizim Kurtuluş Savaşımızı örnek vererek anlattı.  “Sonunda Yunan komşumuz da İtalyanları geri püskürtecek!” dedi. 3. Selim’in tahta çıkış yıllarında Avrupa devletlerinin durumunu özetledi. Avrupa’da, Avusturya-Prusya çatışmalarını, Fransa’da ayaklanmaları, Rusya’nın sınırsız toprak kazanmış olmasını birer birer saydı döktü. İşte bu sıra 3. Selim’in yenilik yapmaya kalkıştığını, ancak bozulmuş bulunan Yeniçeri ocağının ihanetine uğradığını anlattı. “Yeniçeriler kazan kaldırdı” deyince, parmağımı kaldırarak Devrilen Kazanı anımsattım. Öğretmen kitabı okumuş,  “Aaaa, evet!” deyip “18 yıl sonra olacak olan devrilme keşke o günler olsaydı” diye hayıflandı. Üzülmedim ama istediğim gibi kalkıp anlatamadığım için azıcık burkuldum. Fransız Devrimine kısaca değindikten sonra Cezzar Ahmet Paşa’nın Akka kalesi önünde General Napolyon Bonapart’ı yenmesini ballandıra ballandıra anlatarak hem bizi memnun etti, hem de dersi bir zaferle bitirmiş olduk. Ancak bunu neresinin zafer olduğunu da ben anlayamamıştım. Çünkü General Bonapart Mısır’ı almış, yerine bir vekil bırakıp memleketine dönmüştü. Yani Mısır bizim elimizden gitmişti. Ayrıca Cezzar Ahmet Paşa’ya İngilizler yardım etmiş, girdikleri yerlerden onlar da çıkıp gitmemişlerdi. Bundan sonra da oralarda İngilizlerle Fransızlar sürekli çatışmış, bizim olduğunu sandığımız yerlere onlar itiş kakış el koymuşlardı. Öğretmen önümüzdeki derslerde Napolyon Bonapart savaşlarını konuşacağız deyip ayrıldı. Dersten sonra da biz Almanca söz aramayı sürdürdük. Almanca 3. sınıf ders kitabımızı hiç sevmedim. Yazılar Arap yazısına benziyor. Neyse sözlük bölümündekiler okunacak şekilde yazılmış. Kimi sözleri oradan buluyoruz. Orhan arkadaşların  yorumlarına şaşıyor.  “İnsan kendi kendine karar verip çalışamaz mı?”  diye soruyor. “Sami Akıncı’nın çalışmasını görmüyorlar mı? Senin müzik çalışmanı neden görmezden geliyorlar?”  diye söyleniyor.

Atölyede işimizi sürdürdük. Parçalar temizlendi, biz Hasan Üner’le lambaları tamamladık, zıvanalara başladık. Makinede zıvanalar kolay açılıyor. Ya da biz, bu konuda ustalaştık. Biz çalışırken bir ara öğretmenler gittiler. Genellikle gittiklerinde içlerinden birinin hemen geri geldiğini bildiğimizden, onlar gidince fazla bir serbestlik havasına girmeyiz. Bu kez de kendi kendimize uzun bir süre çalıştık. Öğretmenlerden gelen giden olmayınca Yusuf Asıl tarih dersinden yakınmaya başladı. Ona göre öğretmen kendi anlatarak, bizi uyutuyormuş. Yusuf derste uyumamak için dişlerini sıkıyormuş. Harun Özçelik, öğretmenin ders anlatışını beğeniyormuş. Yusuf Asıl’la Harun Özçelik genellikle karşı karşıya gelmezler. Belki de bizim sınıfta en iyi arkadaş sözü onlara yakışmaktadır. Ancak bu konuda azıcık zıtlaştılar. Sonunda başka arkadaşlar da söze karıştı. Bu ara ben, “Fikret Öğretmen daha mı iyi anlatıyordu?” diye sordum. Hepsi birden  “Aman aman!” dediler. Şaşırdım. Meğer onun dersinde hepsi korkuyormuş, dersi korku içinde geçiriyorlarmış. Şimdi hiç olmazsa bir korku duymuyorlarmış. Türkçe dersi için ne düşündüklerini sordum. Türkçe için memnun olduklarını, tarihi sevmedikleri için çalışamadıklarını, çalışamadıkları için de derse hazırlıksız girdiklerini anlattılar. Şimdi de aynı durumdaymışlar ama Selçuk Öğretmenden fazla bir korkuları yokmuş. Tarih dersini sevmemelerini, tarih konularını anlamamalarını ise ben anlayamadım. Uzun uzun düşündüm. Tarih nasıl sevilmez, tarihte olmuş olaylar neden anlaşılmaz? Bu kez Hasan Üner’e sordum, “Sen de tarihi sevmiyor musun?” Hasan: “Ben tarih dersine önem vermediğim için okumuyorum, okusam ben de severim. Ben kitap okumakla vakit tükettiğim için öteki dersleri de ihmal ediyorum. Gerçekte anlamamak falan değil benimki önem vermemek. Roman okuduğum gibi dikkatli okusam tarihi de anlarım, anlatırım. Çok kitap okuduğumu bildiği için Fikret Madaralı Öğretmen beni tarih dersinde hep kolladı. Bu nedenle ben biraz işi gevşek tuttum. Bu yıl işim tarih dersi bakımından biraz zor, çalışmak zorunda kalacağım!”

Bir de coğrafya dersimiz vardı. Sabit Soysal öğretmenle ne güzel başlamıştık coğrafya dersine. “Yakından uzağa giderek Dünya Coğrafyasını öğreneceğiz!” diyordu. Yakından başladık, Trakya’yı öğrendik, onunla da kaldık. Yurdumuzun bir çok yerini, deprem oldukça ya da başka bir olay oldukça duyup, araştırıp öğreniyoruz. Erzurum, Sabit Soysal öğretmenin memleketi, Elazığ, Latif Yurtçu Öğretmenin memleketi. Ömer Uzgil Öğretmen Isparta’ya gitti. Ahmet Korkut Öğretmenim Erzurum’a gitti. İzmir’den arkadaş edindim. Eskişehir’de Çifteler Köy Enstitüsü var. Antalya-Aksu’da Köy Enstitüsü olduğunu Rasih Kaplan’ın yazısından okudum. Hatay’ın yurdumuza katıldığını gazetelerden öğrendim. Erzincan’ı büyük depremden unutulmayacak acılarla öğrendim. Kırklareli kendi ilim. Edirne’yi iyi bir rastlantı sonunda görüp tanıyabildim. İstanbul’u da gördüm sayıyorum ama bir daha gitsem her halde gittiğim Sirkeci ile Beyazıt’tan başka yere uzaklaşamam. Adını duyarak öğrendiğim daha başka iller de var ama bunları coğrafya derslerinde öğrenseydim, daha sağlıklı bilgi sahibi olacaktım. Boş geçen fizik dersinden ise neler kaybettiğimi bile bilmiyorum. Kitapta bildiğim araçlardan, uzaktan yakından duyup gördüğüm maddelerden söz ediliyor ama onların özellikleri de belirtiliyor. Bunları algılamak oldukça zor. Bu nedenle okuyarak öğrenmeyi bir türlü göze alamadım. Bu yılki kimya dersi de tıpkı fizik dersi gibi yabancımız olacağa benziyor. Geçen yıl, boş geçecek dersler için sorduğumuzda “İlerde öğretmen gelince boş geçen günleri karşılamak üzere ek dersler konacak” denmişti. Müzik iki yıl boş kaldı. Bu ders için ek ders nasıl konacak? Yabancı dil, Tabiat Bilgisi, Resim derslerimiz de bu yıl boş geçiyor. Bunlar için ne zaman ek ders yapılacak? Bunlara bu yıl bir de matematik eklendi. Biz galiba ilerde, bize “hangi okulda okudun?” diye soranlara,  “Boş Dersler Okulu’nda” demek zorunda kalacağız. BOŞ DERSLER OKULU! Bunu duyanlar bir süre şaşkın şaşkın bakacaklardır sanırım. Çünkü onlar o güne dek böyle bir okul adı duymamışlardır. Kendi kendime böyle şeyler düşünüp kimi kez de kendi bulup yakıştırdıklarıma gülüyorum ama, hiç kimseye bir şey söylemiyorum. Söylesem, sanırım kısa zamanda yöneticilere dek ulaştırırlar. Derslerin boş geçmesinden bir çok arkadaş memnun oluyor. Onlara şaşıyorum: “Ne olursa olsun, burasını bitirip köylerimize dönelim!” düşüncesindeler. Oysa ben bilgili yetişip başka okullara gitmek istiyorum. Başka okullara geçmek için de sınavlara girmek zorunda kalacağım. O zaman bilgisizliğin acısıyla karşılaşacağım. İşte bu acıyı şimdiden duyar gibiyim. Bu nedenle hiç değilse iki dersi çok iyi öğrenip, onlara güvenmek beni umutlandıracaktır. Bir de Ahmet Gürsel Öğretmenden olabildiğince yararlanırsam umudum daha da artacaktır. Almanca’ya kendim çalışacağım. Ahmet Gürsel Öğretmenin mektubu beni çok umutlandırdı. Tarih dersi ile Türkçe dersini pekiyi derecede tutacağım. Uyku saatleri dışında boş durmak olmayacak. Atölye çalışmaları dışındaki zamanlarda çene çalarak vakit tüketmek yok! Kendime, kendim tarafından verilmiş yeminli sözler tutulacak. Sevdiğim tüm öğretmenlerimin verdiği öğüt budur. Çalışırsan, başarırsın. Başarılar, çalışmaların sonucudur. Bunları tekrarlaya tekrarlaya gözlerimi yumdum. Umutla yatacağım, sevinçle kalkacağım, bilinçli çalışıp başarılı olacağım!.

 

(*) Besim Erdem/ İLKÖĞRETİM  DERGİSİ    13 Mayıs…

 

 

 

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ