Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

29 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Düş Tünelimizin Daraldığı Süreç- Okulu Bitirme Sınavları

 

23 Temmuz 1943 Cuma

 

Gözümü açar açmaz saate baktım. Kalk ziline beş dakika kalmış. Benim saat zaten beş dakika ileridir. Öyleyse on dakika sonra zil çalacak. Verdiğim kararı uygulayacağımı anladığım için sevindim. Ranzayı sarsmadan indim. Halil Basutçu gözlerini açmadan sordu:

-Niçin erken kalktın? Kulağına eğilerek yavaşça:

-Sonra anlatırım! Yürüdüm. Sami Akıncı yerine oturmuş, kendi kendisiyle konuşuyordu. Matematik dışındaki dersleri konuşarak daha iyi öğreniyormuş. Tarih dersi dışındaki dersleri böyle öğrenince kolay kolay unutmuyormuş. Nedense tarih dersinde geçen tarihleri çabuk unutuyormuş. O da bana sordu:

-Sen tarihleri nasıl ezberliyorsun? Tarihleri ezberlemek için ayrı bir çaba harcamadığımı, ancak yeni öğrendiğim tarihleri daha önce öğrendiğim tarihlere katarken bir kaç kez sıraladığımı, yanlarına da o tarihle ilgili kişileri katarak birlikte andığımı anlattım. Örneğin 1453 Tarihi ile Fatih Sultan Mehmet'i, 1512 Tarhi ile Yavuz Sultan Selim'i, 1520-1526-1535 tarihleri ile Kanuni Sultan Süleyman'ı, 1683 Tarihi ile Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'yı, 1711 Tarihi ile Baltacı Mehmet Paşa'yı, 1718-1730 tarihlerindeki Lale Devri'yle Nevşehirli İbrahim Paşa'yı birlikte düşündüğümü anlattım. Sami güldü:

-Şaka mı ediyorsun? Onları düşünebilsem zaten tarihi öğrenmiş olurum. İşte ben onu yapamıyorum. Matematikte sonsuz sayılar kafamda duruyor da tarihler çabucak kayboluyor. Sen geometriyi de benden daha iyi kavrıyorsun. Cebiri sevmiyor musun? diye sordu.

Önce Halil geldi, erken kalkışımı merak etmiş. Sami'yi örnek aldığımı, hiç değilse sınavlara hazırlanırken sıkı çalışacağımı söyledim. Sami ekledi:

-Okumak istersek, çalışmak zorundayız. Salt bizim sınavlar değil, gideceğimiz yerde yüksek matematik okutuluyormuş. Mehmet Pekgirgin ağabeyimiz çok zorlandıklarını anlattı. Bağırıp çağıran bir matematikçilderi varmış, en çok ondan çekiniyorlarmış. Öteki arkadaşlar gelince konular değişti. Namık Ergin Öğretmen bir olasılıktan söz etmiş, bu sıralar bizim sınıfa bir hafta izin verilecekmiş. Okumayı sürdürmek ya da öğretmenliğe geçmek için ailelerimizin görüşünü almamız düşünülüyormuş. Bu söylenince patırtı koptu:

-Bir hafta çalışmaktan kurtulduk! Söylenen henüz bir olasılık sözü; kurtulmak falan söz konusu değil. Kahvaltıya bu hava içinde gittik. Tekrar tekrar sorulan soru:

-Ne zaman gideriz?

İyice sinirlendim, konuşmalara katılmadım. Yusuf bana katıldı. Arkadaşlara dönerek:

-İzin günü söylenene dek bana bundan söz ederseniz, sizinle konuşmam, bu masaya da gelmem! Yusuf'un sözü önce şakaya alındı. Bu kez de ben çıkıştım:

-Masadan ben neden kaçayım? İnadına gitmeye kalkandan hesabını sorarım. Burada yemek yeniyor. Yemekte tartışma olmaz. Tartışmaya uzanacak konuları ortaya getirmeye kimsenin hakkı yoktur. Böyle bir durumda hakkımı kendi gücümle korursam beni kimse kınayamaz. Herkes sustu. Hilmi Altınsoy kendi kendine övündü:

-Ne kadar anlayışlı bir insanım, o denli dengeli davranmışım ki uzun süredir bu masada yemek yiyorum, kimsenin sillesini yemedim. Önümüzde kalan bu kısacık zamanda da yememeye gayret göstereceğim! dedi. Mehmet Aygün ise Hilm i'ye:

-Sen kendine değil, çevrendeki arkadaşlarına teşekkür et! Onlar senin kusurlarını bugüne dek hep hoş gördüler. Sana kalsaydı kuşkusuz bir eşek yükü sopa yerdin. Herkes güldü. Hilmi bir süre Mehmet Aygün'e baktı. Kendi kendine:

-Tövbe, tövbe! dedi. Recep Kocaman Hilmi Altınsoy'a sorarak konuyu değiştirdi:

-Namık Ergin Öğretmen izin için böyle bir söz söyledi mi? Hilmi duymadığını söyleyince tartışma sil yeni baştan başladı. Hilmi duymadığını söyleyince Salih Baydemir:

-Yapıcıların uydurması! Hilmi gene üstüne aldı:

-Sizin aklınız fikriniz Yapıcılarda, onlara çamur atmak. Hasan Üner gülerek Hilmi'ye:

-Çamur dönemi geride kaldı hemşerim, yapıcılara çamur yerine harç atılabilir. Dikkat et, harç çabuk donar, çamur gibi ıslatınca silinmez, heykele döndürür yapıştığını. Arkadaşlar bu kez değişik sözlerle takıldılar: Betondan bir adam, beton kalıp içinde bir canlı, konuşan heykel! türü sözler sıralandı. Hilmi söylenenleri duymamış gibi, kendi karşısına geçen hemşerisi Hasan Üner için:

-Beton heykeli küçümseme arkadaşım, Dedecik'te (Hasan'ın köyü) senin heykelini betondan yapacaklar. Ne yapsın insanlar, biliyorsun orada mermer yoktur! Yusuf Asıl söz yarışının dışında kalmadı:

-Hemşerin için üzülme, senin heykelin için gelecek mermerlerden gidip insaniyet namına isterler. Hilmi Yusuf'a bakarak:

-Yani sen şimdi benim heykelim mi dikilecek, demek istiyorsun? Buna sevindim. Böyle bir başarı kazanacağımı hiç ummuyordum; sen deyince aklıma yattı. Atalarımızın dediği gibi gelecekte bazı olaylar önceden Aptallara malum olurmuş! Yusuf duraksadı, “Hilmi'den böylesi karşılık umar mıydınız?” der gibi yüzlerimize baktı. Herkes güldü. Ben de bir Atasözüyle yanıt verdim:

-Ummadığın taş, baş yararmış! Hilmi bu kez de bana baktı:

-O umulmayan taş ben miyim? Öyleyse siz beni hiç tanımamışsınız. Hemen yanıtladım:

-Seni gerçekten Hilmi Altınsoy olarak tanıyamadık, Çünkü sen kendini hep bir başkası olarak tanıttın. Bir zamanlar Tekirdağlı Hüseyin Pehlivan havasındaydın. Bir zamanlarda yanımızda mız mızlayan annesinin süt kuzu oldun! deyince arkadaşlar eklediler:

-Aşkları unutulmasın! Hilmi bu kez yavaştan aldı:

-İşin şakası bir yana, ben aşık olmadım, size de bu konuda bir söz söylemedim. Ne söylendiyse siz söylediniz, ben de sizin iyi niyetinize güvenerek göz yumdum. Mehmet Aygün gülerek:

-Yalana bak yalana, söylemedin ama rüyanda sayıkladın! deyince Hilmi birden ayağa kalktı, ne düşündüyse gene oturdu. Sesini yavaşlatarak:

-Sen benim ranzamın ta neresinde yatıyorsun, nasıl duyarsın benim sayıklamalarımı? Mehmet arkadaşlardan duyduğunu söyledi. Bir süre arkadaş adı sayıldı. Bana baktıklarında ellerimi kaldırarak:

-Bana bakmayın, ben öyle birşey ne duydum ne de söyledim. Yemek masasında konuşulanların dışında başka bir bildiğim yok. Öyleyse benim bildiğimi siz de biliyorsunuz. Başkaca bir diyeceğim yok. Tam olarak anlaşamadan kahvaltıdan kalktık.

Atölyede bir ara arkadaşımıza haksızlık yapıp yapmadığımızı irdeledik. Sonuç olarak aşık olma işi dışındakiler çoğunlukla Hilmi'nin hazırladığı olaylar olduğu için onları geçtik. Ancak kızlarla ilgili yakıştırmaları Hilmi hiç bir zaman benimsemedi. Örneğin Nachtigall yakıştırmasına arkadaş hep karşı oldu. Üstelik yakıştırma da akla uygun bir yakıştırma değil takılmak için yapılmıştı. Hilmi'nin tombul ya da şişman oluşuna karşı zayıf; kara kuru biri çıkarılmıştı. Rüya işini ise Mehmet Aygün düpedüz uydurmuştu. Gerçekten Mehmet çok uzakta yatmaktadır. Hilmi zaman zaman horlar gibi solumakta ise de (O, onu benimsemiyor) 5 yıldır çok yakın yatıyoruz, böyle bir konuşma duymadım. Arkadaşlarla en kısa zamanda Hilmi'nin gönlünü almak için planlar kurduk. Yusuf Hasan'ın köyüne gitmek isteyecek. Hasan Yusuf'u çağıracak. Yusuf oralara gitmişken Malkara'yı görmek isteyecek. Hasan Malkara'yı iyi bilmediğini öne sürüp Hilmi'den yardım isteyecek. Bunu konuşa konuşa çalıştık. Salih bir ara ayrılarak Satranç kutuları için çizim yaptı. kutular, satranç taşlarının boyundan az derin olması gerekir. Çizimden sonra üste gelecek tahtaları da hazırladı. Yarın öğlede petekleri bitireceğimiz kesinleşti. Bu hesaba göre satrançları cumartesi öğleye tamamlayacağız. Pek umutlu olmamamıza karşın gene de cumartesi günü atölye ile ilgili bir işimiz kalmasını istemiyoruz. Biz bunları konuşurken Hikmet Özmen Öğretmenle Halis Öğretmen geldi. Halis Öğretmen Petek çerçeveleri göstererek:

-Kovanlarınız hazır, ballardan ne haber? diye sordu. Hikmet Öğretmen:

-Ne balı? Bu kovanlar köy öğretmenlerine verilecek. Balı onlar yaptıracak. Biz neden bal verelim? diye sordu. Bizim bakışlarımızı beğenmedi sanırım;

-Ustalar bal istiyorsa onlara yalatacak kadar balımız var, kovanları getirince paylarını alırlar! Sağ olsunlar onların emeği çok geçti, oturulan binalarda, dikilmiş ağaçlarda, yürüdüğümüz yollarda onların alın teri var, onları nasıl unuturuz? Kepirtepe'nin ilki onlar, Kepirte'yi onlar kurdu, onları hep sevgiyle anacağız, hiç, ama hiç unutmayacağız! Hikmet Öğretmenin sözleri bizi çok etkiledi. Boğazım düğümlendi ses çıkaramadım; öyle baktım. Hasan'la Yusuf “Sağolun Öğretmenin!” dediler. Salih gülümsedi. Öğretmenler ayrılınca ağlamak geldi içimden. Hikmet Öğretmen ne güzel sözler söyledi. O güzel sözlere karşı ben de pekala bir iki söz söyleyebilirdim. Bunu dedim ama kendime sordum: Ne söyleyebilirdim? Bir dizi söz sıraladım:

Ne yaptıksa öğretmenlerimizin yardımıyla yaptık.

Öğretmenlerimiz yönlendirmese biz ne yapabilirdik ki?

Kepirtepe Köy Enstitüsünü, öğretmenlerinin yardımıyla tüm öğrenciler, elbirliğiyle yapmıştır.

Bu tür daha birkaç cümle sıraladım ama hiç birini beğenmedim. Sonunda da söylenen söze karşı yakışmayacak yanıt verme yerine susmayı yeğlemenin daha iyi olduğunu söyleyip sözümü geri aldım. Bu arada da Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'e verdiğim bir karşılığı anımsadım. Hasan Ali Yücel dersimize girmişti. Yer çekimi bulucusu İsaac Newton'un hangi ulustan olduğunu sormuştu. Arkadaşlar sıra ile Fransız, Alman, Rus, İtalyan, dediler. Hasan Ali Yücel gözlerini dikmiş bakıyordu. Söylenenlerin doğru olmadığı anlaşılmıştı. Ben birden:

-İngiliz! diye bağırdım. Gülümseyip “Aferin!” beklerken Hasan Ali Yücel gülerek:

-Başka kim kalmıştı ki? diye sormuştu. Azıcık, haksızlığa uğradığımı anladım, hemen:

-Yanlışı ivedi söylemek yerine doğruyu geç söylemeyi yeğlerim! dedim. Hasan Ali Yücel kaşlarını çatarak sordu:

-Ne dedin, ne dedin? Hiç çekinmeden sözümü tekrarlamıştım:

-Yanlışı ivedi söylemek yerine doğruyu geç söylemeyi yeğlerim. Hasan Ali Yücel gülerek Sami Akıncı'nın sırasındaki Mantık kitabını göstererk,

-Sen bu kitabı okumayı hak ettin! demişti. Olay gerçekte Hasan Ali Yücel'in Liseler için yazdığı Mantık kitabından çıkmıştı. Hasan Ali Yücel dersliğe girince sıraların arasında gezerken Sami Akıncı'nın sırasında kitabı görünce bizim sınıfımızı sormuştu. Orta 3. sınıftan Lise 1. sınıfa geçtiğimiz günlerdi. Hasan Ali Yücel Mantık derslerinin Lise 2. Sınıfta okutulduğunu, bizim için henüz erken olduğunu söylemişti. Daha sonra genel sorular sormuştu. Gece-gündüz yön bulmalar, enlemlerin, boylamların aralıkları; oluşturduğu açılar, Kutup Yılızı, Kutup Yıldızı ile Büyükayı kümesinin uzaklıklarını sormuştu. Bunlara genellikle doğru yanıtlar vermiştik. Gece ışık karartmalarının nedenleri arasında, uzaktan görülen renkler, derken Newton çarkından söz edildi. Böylece Newton'un öteki buluşları ortaya geldi. Sonunda da yukarda anlattığım olay olmuştu. Hasan Ali Yücel ayrıldıktan sonra arkadaşlar arasında benim yanıtım oldukça önemsendi. Öyle ki, bir süre arkadaşlar Hasan Ali Yücel sana kitabından gönderecek, onun için “Sen bu kitabı okuyabilirsin!” dedi, diyerek kitabın geleceğine beni inandırmışlardı. Bu sözleri pek umursamaz gibi davranmama karşın uzun bir süre Mantık kitabı beklemiştim.

Ben düşlerde gezerken arkadaşlar toplandı, paydos zili çoktan çalmış. Salih Baydemir beni göstererek:

-Ona bakmayın, o akordiyonunu çıkarıp çalacak, bizim gitmemizi bekliyor! dedi. Salih'e :

-Öyle değildi ama sen öyle söylediğin için öyle yapacağım! deyerek akordiyonu çıkarıp çalmaya başladım. Tıkırtı oldu, kapıyı açıp baktım:

-Sesi duyunca geldik! dediler. Gelenler hep iyi tanıdığım arkadaşlar. Özellikle Hasanoğlan'daki çalışmalarda onların çok yardımını görmüştüm. Orada bizim okulun çalışmalarına benzemeyen bir çalışma yöntemi uygulanıyordu. 10 ya da 20 kişilik gruplar birinin sorumluluğuna veriliyordu. Marangozluk işlerinde orada kaldığımız 8 ay süresince sürekli sorumlu olan öğrencilerden biri de bendim. Başardığım için bana sorumluluk veriliyordu ama asıl başaranlar da benimle çalışan arkadaşlardı. O yandan bu yana çok zaman geçse de o arkadaşları hep sevdim. Kimileriyle işlerde ya da nöbetlerde gene birlikte olduk, eski çalışmalardan söz ettik. Kimileriyle ise bu tür birliktelik pek olmadı. Ne var ki ben onları uzaktan da olsa görüp geçmişi sık sık anımsadım. Çünkü Hasanoğlan benim kendime güvenimi kazandığım bir süreçti. Salt işlerde değil, çevremde etki bırakacak etkinliklere katılma cesaretimin artmasına neden olmuştu. Çok çalıştım ama beni çalıştıran öğretmenlerimin güvenini kazanmıştım. Öğretmenimiz Ali Yılmaz Demirbilek giderek bana arkadaş gibi davranır olmuştu. Sanatbaşı Mustafa Güneri'nin ayrılırken dediğini hiç unutmayacağım: “Kepirlilerin Hasanoğlan'dan ayrılmasına üzüldüm. Onlar evlerinin, öz yuvalarının özlemini çektiler. Bunu daha uzatmaya kimsenin gönlü razı olmaz. Ancak, bir çalışma arkadaşı olarak içlerinden birini seçmemi isteseler İbrahim'e sarılır bırakmazdım!” deyişi, o koca Sili Ustanın bana “Üslendiği işleri zamanında yapma başarısı gösteren. . . . . ”diye başlayan teşekkür yazısı yazması iyi çalıştığımın belgeleridir. İşte bunlarda bu arkadaşların ayrı ayrı payı vardır.

Onlar kapıda dururken yüzlerinde bakınca bunları elektrik hızıyla belleğimden geçirdim. Onlar belki bunları unutmuşlardır. Haydar Koyuncu, sakin sakin dinleyen biri, Rasim Dereli, Ahmet Has, İsmet Özcan, Cemalettin Mert. Hepsi onurlu, kimsenin zararını istemeyen dengeli arkadaşlar. Özür dileyerek geldiler. Oysa ben onların gelişinden onur duydum. Kolayıma gelen parçalardan çaldım. Çaldığım parçalar üstüne bilgi vermek istedim. Hepsi mandolin heveslileri. Ancak mandolinle parça çalmak oldukça sınırlı. Mandolin sesi az, bunu çoğaltmak için parmak hüneri gerekli. Bu da yıllarca çalışmakla olacak bir aşama. Bunu anlattım, Hidayet Öğretmeni örnek verdim. İsmet Özcan benim akordiyonla şarkıları neden çalmadığımı sordu. Bunun nedenini akordiyonun değişmez ses dizisiyle anlattım. Alişimin Kaşleri kare türküsünün seslerini akordiyonla çalmanın zorluğunu anlattım. Söylerken yapılan ses kaymalarını akordiyon da yapamadığımızı ancak bunların kemanlarda yapılabildiğini anlattım. İsmet Özcan, okuldan ayrılırken akordiyonu kime bırakacağımı sordu. İsmet'in akordiyonla ilgilenmediğini biliyordum. Ancak İsmet'in yakın akrabası olduğu söylenen İlyas Özcan'ın (Keman çalışırdı) akordiyona hevesli olduğunu biliyordum. Yanlış bilgi almamaları için akordiyonun Şevki Aydın öğretmenin sorumluluğunda olduğunu, öteki akordiyon Verdi'nin boşta durduğunu anlattım. Arkadaşlarla birlikte ben de ayrıldım. Dersliğe girerken Şevki Aydın Öğretmenle karşılaştım. Odasında yalnız çalışıyordu. Güzel Sanatlar Bölümü'nün en zor dersi olarak nitelediği Armoni çalışması yapıyormuş, bir süre bana anlattı. Akordiyon sesleri özellikle de akordiyon basları yardımıyla olayı kavrar gibi oldum. Ancak yapılmak istenenin özünü tam kavrayamadım. Şevki Öğretmenin en zor dediği dersin ne olduğunu kavrayamamam, Yüksek Bölümdeki yerimi seçmeden beni kuşkuya düşürdü. Armoni öğrenme türküleri çok sesli yapmaya yarayacakmış. Türkülerin çok sesli olması ne kazandıracak ki? Asım Öğretmen Bülbül, Sonbahar, özellikle de Avcılar parçasını iki sesli söyletmişti. Birileri “Şen boru sesleri!” derken ötekiler “Tralalaylam, tralalaylam!” diyordu. Bu mu armoni acaba?

Dersliğe gidince muştuladılar:

-Seni Eğitimbaşı arattı, hem de nöbetçi iki kez gelip sordu. Koşup nöbetçiyi buldum. Nöbetçi Şerif Özvardar. Eğitimbaşı; ikinci kez derslikte olmadığımı söyleyince Eğitimbaşı:

-Öyleyse gelince o beni arasın, o daha kolay bulur! demiş. Şerif''e sordum:

-Bunları söylerken öfkeli miydi? Şerif başını attı:

-Hayır, öfkeli değildi! Rahatlayıp dersliğe döndüm. Döndüm ama yerime oturunca gene kuşkulandım, acaba bilmediğim bir durum mu var?

Derslikte önümüzdeki hafta tartışması yapılıyordu: Tatil var mı, yok mu? Yoksa bu hafta ne yapacağız? Az sonra Şerif gene geldi, koşarak Eğitimbaşı odasına gittim. Kemal Üstün Öğretmen bu kez:

-Ben seni boşuna aratmışım, Ahmet Bey, iki gün izinliymiş, onunla birlikte yapılacak bir işimiz var, yeni numaraları duyuracağız. Oldukça geciktirilmiş bir iş. Sizin diplomalar onlara göre hazırlanacak. Gelenekler öyledir. Her okul, diploma verdiği öğrencilerini 1 (Bir) numaradan başlatır. Bu kez dersliğe sevinerek döndüm. Neşeli olduğumu görüğnce arkadaşlar sordu:

-Yeni bir haber mi duydun? Haberin yeni olmadığını, alacağımız diplomaların, okulun ilk diplomaları olacağından numaraların değişeceğini söyledim. Arkadaşların beklentisi başka olduğundan birden:

-Ohoooo! çektiler. Onlar onu çoktan öğrenmişlermiş. Onlar böyle söyleyince ben de, onların beklemediği, ancak kolay inanmacakları bir yalan söyledim.

-Eğitimbaşı, sınavlarınız başlamak üzere, beklediğimiz açıklayıcı yazı bugün yarın gelir. Nasıl, sınavlara hazır mısınız? diye sordu. Sonra da dağıtılan kitabı okuyun, sakın ihmal etmeyin, ondan alacağınız çok şey var! dedi. deyince bakışlar değişti. Bu kez de Sami Akıncı:

-Arkadaşlar, isterseniz kitabın önemli bölümlerini birlikte okuyalım! Herkes hazırmış:

-Okuyalım! deyip başlarını kaldırdılar. Sami Akıncı zaten o kitabı okuyormuş. Okuduğu yeri kapatıp başa döndü. Tüm arkadaşlar dikkat kesildi. Sami Türkçe öğretiminin amaçlar bölümünden başladı. Uzunca bir sessizlikten sonra İsmet parmak kaldırarak: (Şaka yollu)

-Öğretmenim, burasını anlayamadım! deyince Sami okumasını kesti, aynı yeri bir daha okudu; “Türkçe dersinde her türlü bilgiyi en iyi anlama ve anlatma yolları üstünde durulacaktır. Türkçe öğretimi, hiç bir ihtisasa bağlı kalmayarak anadilinin her alandaki rolünü gözetmek zorundadır!”

İsmet'in uyarısı yerinde görüldü. açıklandı. 2. parağrafa başlayınca gene soru soruldu. Orada da: Türkçe öğretiminde edebi sanatları amaç tutmak tehlikeli bir yoldur. Amaç şair, yazar, (muharrir) ya da sövlevci (hatip) yetiştirmek olmadığı gibi bunları yetiştirmek de hiç bir öğretmenin elinde değildir. Enstitülerin vereceği bilgi, orta fakat sağlıklı bir anlayış bir gücüdür.

Bir süre tartışılınca Sami Akıncı okumasını sürdü. Bir yerde “Türkçe öğretmeni nasıl bir insan yetiştirmek istediğimizi en iyi bilen öğretmen olmak gerekir!” deyince “Fikret Madaralı Öğretmen! sesleri yükseldi. Arkasından da:

-Hiçbir ders Türkçe dersi kadar zevk, kişlilik (şahsiyet) ve ahlak eğitimine elverişli değildir.

Burda da Sami Akıncı okumasını keserek. öteki derslere haksızlık edildiğini özellikle matematik dersini öven sözler söyledi. Mehmet Yücel de Tarih dersini ekledi. Türkçe dersinde Yöntem (Metot) bölümüne gelince Sami yorulduğunu söylerken zil çaldı.

Yemekte de derslikteki konuları konuştuk. Arkadaşlar konuşurken kendi kendime söylediğim yalanın işe yaradığını düşündüm. Acaba yaptığım doğru mu? Yoksa sonuç ne denli yararlı olursa olsun yalan yalan mıdır? Örneğin derslikte Türkçe mi yoksa Tarih mi? gibi bir tartışma çıksaydı, sonuçta büyük bir olay olsaydı benim yalan neye yol açmış olacaktı? Ya da Eğitimbaşı gelip okuduğumuzu görünce neden okuduğumuzu sorsaydı ben arkadaşların gözünde ne duruma düşecektim? Arada arkadaşların konuşmalarına katılmakla birlikte bunları düşündüm. Mehmet Aygün güzel bir noktaya değindi; kitap öyle söylüyor ama uygulamada o yazılanlara uyuluyor mu? Kitap beş yıl okunur diyor. Oysa bizden sonraki sınıf yıl okuyacak. Salt bizim okulda değil tüm Köy Enstitülerinde öyle. 12 Köy Enstitüsü var; tümü de gelecek yıl, 4 yıllık öğrencileri 5 yıl okumuş olarak öğretmen yapacak. Ayrıca, öğrencilerin iyi seçilmiş kitapları okuması öneriliyor. Nerede o iyi seçilmiş kitaplar? Topu topu seçilmiş kitap olarak Fikret Madaralı Öğretmenle beş kitap (Küçükpaşa-Ebubekir Hazım Tepeyran, Kuyucaklı Yusuf-Sabahattin Ali, Çıkrıklar Durunca-Sadri Ertem, Çalıkuşu-Reşat Nuri Güntekin, Yaban-Yakup Kadri Karaosmanoğlu) Sabahat Öğretmenle de iki kitap (Vurun Kahpeye-Halide Edip Adıvar, Akın-Faruk Nafiz Çamlıbel) olmak üzere beş yılda yedi kitap okuduk.

Dersliğe dönünce bu kez Türkçe dersini oluşturan bölümleri dikkatle okudum. Amaç, metot başlıkları altında toplanmasına karşın okuma, yazma, konuşma gibi ikinci başlıklar daha sonra da; Ders içinde, ders dışında, metin tanımlama, serbest okuma, hazırlıklı konuşma, serbest konuşma türü başlıklar altında açıklanan konuları okudum. Özellikle okuduğum kitapları düşünerek Türkçe Öğretmeni olabileceğimi düşündüm. Bu düşünceyle de kitap okumamı sürdürmeye karar verdim. Okuduklarıma yenilerini eklemek kadar, okuduklarımı da unutmamam gerektine inanarak, çıkardığım özetleri önemsemeye başladım.

Yeşil Gece-Reşat Nuri Güntekin: Çalıkuşu romanında olduğu gibi yazar, romanı bir öğretmen üstüne kurmuştur. Çalıkuşu Feride' yerine bu kez de Şahin Efendi'dir. O da Anadolu'ya öğretmen olarak gönüllü gider. Yöre olarak gene Ege Bölgesi seçilmiştir. Belki de yazarın o bölgeyi iyi bilmesi bu benzerliğin nedenidir. Şahin Efendi kendine güvenen bir gençtir, tuttuğunu başarır. Ancak, görev yaptığı çevrelerin çıkar tutkusu Şahin Efendi'yi önce dizginler sonra da büsb ütün dışlar. Yeşil Gece, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin yenileşme atılımlarını engelleyecek olan ilk sayrılığını sergileyen bir romandır. Şahin Efendi bir birey olarak çalışmaktan yılmaz, ancak kendileri için yapılan savaşa sırt çeviren halkın vurdum duymazlığı nedeniyle Şahin Efendi giriştiği büyük savaşın ilk bölümünü kaybeder.

Nora-Johan Henrik İbsen: Nora, evli çocuk yetiştiren bir annedir. Güzeldir, her güzel gibi nazlıdır. Evine bağlıdır ama işten yana biraz isteksizdir. Açıkçası çalışma bakımından çevresinde tembel olarak tanınmıştır. Kocası ise başarılı bir avukat, ayrıca ünlü bir banka yöneticisidir. Avukat koca ölümcül bir sayrılığa tutulur. Sayrılık uzun bir hava değişimi ile geçecek türdendir. Hekimler Akdeniz ülkelerini önerirler. Norveçliler için Akdeniz ülkelerine gidip uzunca bir süre yaşamak oldukça büyük para gerektirir. Hasta koca bunu göze alamaz, kendini neredeyse ölüme bırakır. Oysa Nora böyle düşünmez. Ona göre: İnsanlar sağlıklı olunca çalışarak para kazanabilirler. Çok para çok çalışmayla kazanılabilir. öyleyse çok çalışır kazanırım! deyip borç para alır. Aldığı paranın borç olduğunu kocasından saklar, babasından istediğini söyler. Akdeniz ülkelerine gidilir. Kocası sağlığına kavuşmuştur. Banka yöteticisi olur, oldukça da varsıllaşmıştır. Nora ise aldığı borcu ödemek için gece gündüz çalışır. Yılbaşı eğlencesi yapılır. Banka yöneticisi koca Nora'ya değerli hediyeler alır, güzel şiirler okur. Nora'yı övmek için elinden geleni yapar. Öyle ki, yaptıklarını eşine dostuna da duyurmaktan geri kalmaz. Tam o sıra Nora'nın borçlusu ortaya çıkar. Borç öyle ödenmeyecek türden değildir. Çünkü Nora gece gündüz çalışarak borcun büyük bir bölümünü ödemiştir. Bir giz olarak Nora'nın sakladığı borç işini Nora bu kez pek önemsemez. Çünkü kocası, iyi olduğu gibi çok kazanmakta, paradan yana aldığı hediyelere bakılınca rahat görünmektedir. Ancak sonuç umulduğuy gibi olmaz. Borcu duyan koca öfkelenir Nora'yı yalancılıkla, kötü niyetli olmakla daha açıkçası kocaya karşı ihanetle suçlar. Bunu duyan Nora hemen kararını verir, çok özel bir iki eşyasını alıp evi terkedeceğini söyleyerek kapıya yönelir. Bu durumu hiç düşünmemiş olan koca bu kez Nora'nın ayaklarına kapanır ama Nora için artık, ne kendisi ne de sözleri hiç bir değer taşımaz. Kapıdan çıkarken kocanın önerdiği tüm olasılıkları bir yana itip gider.

İzlanda Balıkçısı-Piyer Loti: Fransa'nın Atlas Okyanusu kıyılarında yaşayan balıkçılar arasında geçer. Yaşamını denizlere bağlamış balıkçılar avlarını yakalamak için İzlanda Adasına dek giderler. Sayısız insan yaşamını bu işe bağlamıştır. Baba mesleğini sürdüren Yann gururlu bir delikanlıdır. Her delikanlı gibi o da gönlünü bir güzele kaptırmıştır. Ancak Yann'ın gururu bir çok sevenin yaptığı gibi sevgiliye yanıp yakılmasına el vermez. Sorun salt gurur değil aileler arasındaki varsıllık farkı da Yann'ı düşündürür. Çünkü sevgilisi Gaud varsıl bir aile kızıdır. Önceleri varsıllığına güvenen Gaud, Yann'ı dize gertireceğini düşünür. Uzunca bir bekleyişten sonra Gaud, Yann'a yaklaşmak için tıpkı yoksul insanlar gibi çalışmaya başlar. Daha doğrusu Gaud'un ailesi varsıllığını yitirmiştir. Öyleyse Gaud bundan böyle yoksul insanlar gibi çalışacak, bir bakıma ayakları yoksul insanlar gibi yere değecektir. Bir baloda karşılaştığı Gaud ile Yann uzun uzun dansederler. İki sevgilinin birleşmemesi için Yann'ın öne sürdüğü engel kalkmıştır. Güzel Gaud Yann'a koşulsuz olarak yaklaşınca Yann evlenmeye razı olur. İki yoksul genç “İki gönül bir olunca samanlık seyran olur!” sözü uyarınca tanıdıkları bir yoksulun evinde evlenip yoksul ama mutlu bir kış geçirirler. Ancak yıllık geçimi sağlayacağı balık avlama mevsimi gelince Yann balık avına çıkar. Bu av İzlanda adası kıyılarına dek uzayan bir yolculuktur. Bu aynı zamanda Yann'ın da son yolculuğudur. Yann geri dönemez. Oysa yeni bir yaşamı sabırsızlıkla bekleyen Gaud, durmadan çalışmış, kuracakları mutlu yuva için gerekli paraları kazanmıştır. Balıkçılar hep dönerler. Yann aralarında yoktur.

Kazaklar-Leon Tolstoy: Genç Kont içine girdiği, içki, kumar, dans bunların saramalı olan dedikodulu yaşamdan usanmış, değerli işler yapan, düşünen, toplumsal katmanda yükselme düşüncesiyle Rus Ordusunda görev almıştır. Görev yeri olarak Kafkasya gösterilir. Kafkasya'nın Hazer Denizi kuzeyi Volga yakınlarındadır. O yöre yüzyıllar önce Rusya tarafından sömürgeleştirilmiştir. Ancak çok karışık topluluklardan oluşan bölge halkları bir birinde düşürülmüş, “Parçala-yönet ilkesi sonunda düzenli yaşam olanaksız bir duruma gelmiştir. Halklar bir birini yemekle kalmamış, işgalci Rusya'nın zararına eylemler de başlamıştır. Bu nedenle bölgede asker konuşlandırılıp, ordu eliyle yönetilir duruma gelmiştir. İşte roman kişisi Kont Olenin, böyle bir görevle Kafkasya'ya gitmiştir. Ancak Kont Olenin'in görev yeri oldukça küçük bir Kazak köyüdür. Kazak köyü olmasına karşın gene de Tatar, Ermeni, Gürcü, Çerkez, Leh, Kırgız boylarından insanlar vardır. Konuşmalar arasında sık sık, yakınlarda oturan Türklerden de söz edilir. Kont, çev resini inceler, olayları irdeler ama salt gözlemci olarak gördüklerini anlatır. Tüm karışıklıklara karşın insanların gene de mutlu olduklarını görür. Özellikle onların sevgi anlayışlarını, sevdiklerine bağlılıklarını dikkatle izler. Öyle ki, kendi toplumsal konumunu bir yana iterek köyden birine gönül de verir. Ancak kız, (Marianna) onun kontluğunu önemsemez, köydeki sevgilini öne sürüp Kont Olenin'i düş kırıklığına uğratır. Oysa kızın sevgilisi düpedüz bir at hırsızıdır.

Rüzgarlı Bayır-Emily Bronte: Büyük çiftliklerin bulunduğu bir yörede yükseltilerin biri Rüzgarlı Bayır olarak anılıyormuş. Bayırın çevresini çifliğine katan kişi zamanla çifliğinin adını da Rüzgarlı Bayır olarak benimseyip öyle yaymış. Bir kızı ile bir oğlu olan çiftlik sahibi bir süre sonra bir de evlatlık alıp gelmiş. Heathcliff. Ancak evdekiler bu evlatlığı uzun süre benimsememiştir. Kısacası getirilen evlatlık evin babası ile anne-çocuklar arasında bir anlaşmazlık oluşturmuş. Evin büyüğü baba bu durumu sezdikçe çocuğa yaklaşmış. O yaklaştıkça da ötekiler uzaklaşmıştır. Salt duygusal katmanda kalan bu zıtlık, büyüdükçe evlattık üzerinde de etkili olmuş. Evlatlık Heathcliff, kendisini koruyan babaya saygı, ötekilere gizliden gizliye derin bir nefret geliştirir. Çocuk büyüdükçe nefreti de artar. . Çocuk salt işlerde çalışırıldığı için toplumdan uzak, insanlara saygıdan yoksun olarak gelişir. Evin bir bireyidir ama ruhsal olarak evdekilerden çok farklıdır. Gene de evin kızı Catherine özel bir ilgi duyar. Heathcliff'in yüreğinde taşıdığı bu sevgiden kimsenin haberi olmaz. Evin çocukları büyüyüp evlenirler. Anne baba da zamanla ölür. Catherine evlenince Heathcliff bilinmeyen bir yere gider. Daha doğrusu kaçar. Çiftliktekiler kendi sorunlarıyla günlerini geçirirken kişilerin başlarından çok olaylar geçer. Evlenmeler gibi boşanmalar da olur. Özellikle kardeşler arasındaki anlaşmazlıklar parasal sıkıntılar doğurmuştur. Tam bu sıralar günün modasına uygun giyimli kuşamlı Heathcliff çıkar gelir. O artık eski vahşi tavırlı üvey evlat değil her derde deva olacak bir dosttur. Üvey kardeşler arasındaki anlaşmazlıkkları para gücüyle çözer. Kısacası fazla seslendirmeden Rüzgarlı Bayır'ın sahibi olur. Komşu çiftlikden birinin kızıyla evlenip dolaylı olarak çiftliği ikileştirir. Kurduğu evlilik tümüyle bir plan uygulamasıdır. Sonradan aldığı çiftlik sahipleriyle de bir öc alma sorunu vardır. Böylece kızlarına sahip alarak çiftlikten pay kapar. Kurduğu evlilik sürmez. Ne var ki eşi hamile kalmıştır. Heatcliff'in davranışlarına katlanamayan eşi İsabella, onu bırakıp kaçar. Heathcliff bu olayı hiç umursamaz. O gerçek olan büyük planını uygulamaktadır. Karısı kaçmıştırf ama karısının kardeşi hala çiftlikte hak iddia etmektedir. Ayrıca o çiftlikte gelin olan Catherine vardır. Catherne elde edilip paylarına el koymayı düşler. Catherine'le çocukluklarında zaman zaman yakınlaşmaları olmuştu. Heathcliff, özellikle çocukluk aşamasındaki duygusal yakınlığı depreştirip ilişkilerini ilerletir. Catherine hamiledir. Erken doğum yapar. Bir kızı omuştur, onun da adı Catherine olur. Bu arada anne Catherine ölür. Heathcliff, öc alma planını tam uygulayamaz ama bu arada Catherine sırılsıklam aşık olduğunu anlamıştır. Heathcliff karısı İsabella'nın öldüğünü duyar, ondan olan oğlunu yanına alır. Oğlunu da kendisi gibi yetiştirmek ister, acımasız, güçlü, olabildiğince çevresini ters düşen biri olmasını ister. Uzun didişmelerden sonra küçük Catherine'i de yanın alır. Rüzgarlı Bayır'a egemen olmuştur. Ne vargı tüm gaddarlığna karşın yüreği, ölen anne Catherine için yanmaktadır. Onun için kurduğu düşler, özleme dönüşmüş, kendisini kaçırmış olmasına karşın ruhunun geleceği umuduna kapılır. Geceleri Pencereden “Catherine !”diye bağırdığı görülmüştür. Bir bakıma romanın oluşu da bu tür beklentiye dayanmaktadır. Heathcliff'e kahya olan Mr. Lockwood, Heathcliff konağında kaldığı bir gece, geç vakitler pencereden Heathcliff'in Catherine'i yüksek sesle çağırdığını duyar. Buna tanık olan Mr. Lockwood önce bir anlam veremez ama gene de soruşturur. Bu soruşturma sonucu romanda, Heathcliff'in çocukluğundan başlayarak ölümüne dek çevresindekilerle olan ilişkileri anlatılır. Belli ki romanı yazan Emily Bronte, Mr. Lockwood'u anlatıcı olarak kullanmıştır.

Yatınca bir süre Hedathcliff'i düşündüm, o denli katı yürekli adam nasıl olur da böylesi seydaya tutulur? Ayrıca, kardeş çocukları olan kendi oğluyla küçük Catherine'i evlendirmek istemesi çok büyük bir yanlış. Yoksa bizim köyde günah olarak gösterilen bu tür yakın evlilikleri başka ülkelerde yapılıyor mu? Okuduğum başka romanlarda da benzer evlilikler oldu mu? Bunları düşünürken uyumuşum.

 

24 Temmuz 1943 Cumartesi

 

Uyanır uyanmaz saate baktım zile 10 dakika var. Ranzayı titretmeden indim. Titretme sözüne güldüm. Hüsnü Yalçın'ın sözü. Bulgaristan'dan gelince bir çok sözü bizden farklı konuşuyordu. Arkadaşlar takılınca ya da kendisine dokunulunca “Yapma ya da dokunma!” sözleri yerine Hüsnü, “Elleşme!” diyordu. Sırada oturken ya da ranzada yatarken ranzayı sallayan olunca, sallama yerine, “Titretme!”diyordu. Şimdilerde Hüsnü dilini oldukça bize uydurdu, ancak arkadaşı Emrullah hiç değişmedi. Emrullah niçin böyle yapıyor bunu da anlamış değilim. İstese, bence Emrullah Hüsnü’den daha uyumlu olabilir. Sanırım arkadaşların tümüne daha ilk günler kırıldı, bir daha da yakınlaşmak istemedi.

Derslikte Sami Akıncı ile karşılaştım, o da yeni gelmişti. Sami, yeni bir olasılık öne sürdü:

-Bizim sınıfı ya bu hafta ya da gelecek hafta izinli sayacaklar! Böyle bir tevatür daha önce de yayılmıştı. Ancak doğru çıkmamıştı. Bunu düşündüm ama Sami'ye söylemedim. “Bakalım!” deyip geçiştirdim. Salsalar da salmasalar da ben bugün köye gideceğim. Hüsnü ile Halil'e söz vermiştim. Hüsnü Emrullah yüzünden gelmiyor. Halil sözünde durdu, gelecek. Yusuf'a söz vermiştim, Yusuf İsmet'le birlikte gelmek istediğinden onları haftaya ertelemeyi yeğledim. Biz konuşurken Halil de geldi. İlk sözü:

-Gidiyor muyuz? Karpuzlar olmuş mudur? Bize yiyecek kadar olan vardır. Araba ile satışlar bir süre daha gecikir. Bu sabah derslikte Halil'le birlikte oturduk. Geçen yıllar hep aynı sıralarda oturmuştuk. Bu dersliğe geçince arka penceresiz köşeye oturmak istedim. Dersliğin en az uğranılan yeri olduğu için orasını seçmiştim. Halil orasını sıkıcı buldu dersliğin doğu tarafına oturdu. Kapının karşısına geldiğinden kolay girip çıkacakmış. Geçen yıllar benim yanıma bir ara Mehmet Yücel, bir ara da Abdullah Erçetin oturdu geldi. Okulun arka ayrı bölümüne geçince sırada tek olarak oturdum. Ali Güleren okuldan uzaklaştırılınca 29 kişi kaldığımızdan bu kez yanıma kimseyi almadım. Akordiyonu koyacağım, deyip kendimi savundum. Bu sabah Halil yanıma oturunca bunları anımsadım. Arkadaşlar tümüyle gelip çalışıyormuş durumuna girince Halil'e iki kitap uzattım: Çocuk Kalbi ile İsmail Habip Sevük'ün Edebi Bilgileri. Halil kitap okuyamadığını, okusa bile okuduklarını anlayamadığını söyledi. Önceleri başı ağrıdığından yakınırdı. Ancak ben bu illetinin bu denli ilerlediğini bilmiyordum. Bu kez arkadaş adına çok üzüldüm. Baş ağrısı, sonra okuduğunu anlamamak ya da okuma sabrı gösterememek. Kitap okur gibi yaptım ama yan gözle arkadaşı süzdüm. Öyle durdu, karşıda bir yazı okuyormuş gibi usanmadan yazı tahtasına baktı. O baktıkça da ben arkadaşın Akın Piyesindeki rolünü düşündüm. Akın Piyesindeki sözlerin yarıdan çoğu onundu. O zaman birer birer saymıştım 750 ile 800 dize arasıydı. Piyes, şiir olarak (Manzum) yazılmış, genel olarak 7+7=14 hece, 800X14=11200 hece. Ortalama olarak sözleri dört heceli olarak düşünsek 11200 hece, 11200/4=2800 söz eder. Halil'e çaktırmadan okuduğum kitabın bir sayfasındaki sözleri saydım 240 söz var. 2800/240=11. 66. 12 sayfaya yakın yazı ezberlemiş. Bunları ara ara rakamlara dökerken arkadaş sordu:

-Yeni bir çalışma yöntemi mi buldun yoksa? Düpedüz yazı okurken işi matematiğe döküyorsun!” dedi. ”Biraz öyle oluyor!” deyip geçiştirdim. Ancak arkadaşın o piyesi ezberlerken yorulduğu düşüncem giderek güçlenmeye başladı.

Kahvaltıya birlikte gittik. Kahvaltıda Eğitimbaşı gene Zehra Öğretmenle oturdu, neşeli neşeli konuştular. Hatice (Bayındır) da onların hemen yanında, bir istedikleri olursa hemen yetiştirmek için bekledi. Hatice'ye birisiyle (Hasan Gülümser) böyle iki ikiye konuşmak yasak. Aklından kimbilir neler geçiriyordur. Benim aklımdan geçirdiğimi okumuş gibi Mehmet Aygün de benzer sözleri söyledi. Eğitimbaşı yakındaki nöbetçiyi çağırıp duyuru yaptırdı:

-Öğleye dek başlanılmış işlerde çalışılacak, öğleden sonra nöbetçi sınıfın dışındakiler dinlenecek! “İşte buna sevindim!” deyip arkama yaslandım. Törenden sonra çıkarsak rahat rahat yürür erkenden köye varırız. Halil de sevinmiş, karşıdan işaret etti.

Atölyede çalışanlar daha da kalabalıklaştı. Biz tezgahı da boşalttık. Talat Öğretmen için yapılan kaplama dışındakileri boyayıp kurumaya bıraktık. Halis Öğretmen bize biraz fısıltı sayılacak sesle izin verdi. Akordiyonu alıp dersliğe gittim. Halil de derslikteymiş. Ne de olsa yabancı bir yere gidecek, sanırım azıcık tedirgin:

-Geliyorum ama, evdekileri tedirgin edeceğimden çekiniyorum! dedi. Evin durumunu anlattım:

-Herkes işinde gücünde, biz kahveye gideceğiz, bağa, bostana gideceğiz. Yemekleri bile belki kahvede ya da dükkanda yiyeceğiz. Kahveye gelenler olacak, onlarla konuşacağız. Böylece evdekiler bizden rahatsız olmayacaklar. Zaten ağabeylerimin evleri hep ayrı. Birlikte çalışıyorlar ama akşam olunca herkes kendi evine çekiliyor. Halil biraz rahatlar gibi oldu.

Bayrak töreninde Şevki Öğretmen akordiyon çalmamı istedi, neşeli olarak çaldım. Yıllardır akordiyonla çıktığım bu merdivenlere belki de son çıkışımı yapıyorum, diye düşünüyorum. İyi mi ettim kötü mü bilmiyorum ama karşımdaki bu 300 arkadaş beni anarlarsa akordiyonumla anacaklar. . Törenden sonra akordiyonu Şevkli Öğretmenin odasına bıraktım. Şevki Öğretmen:

-Gelince almak üzere anlaşalım, beni yalnız bırakma ha! diye sıkı sıkı tembihte bulundu.

Yemekte arkadaşlar da çok neşeliydiler. Yusuf bir ara yalvarır gibi:

-Ne olur ben de katılayım! dedi. Bunu İsmet duymuş:

-Vay hayin vay! Beni yalnız mı bırakacaksın? diyerek omuzlarından tutup sarstı. Yemekten az sonra okulun önünde kamyonun hazırlanmakta olduğunu gördük. Sürücü Halil'i iyi tanıyor, Lüleburgaz'a mı? diye sordu. Başıyla işaret etti. Muhasebeci Hikmet Bey gidecekmiş, o gelince biz de atladık. Lüleburgaz'da az durakladık. Bizden gelen olup olmadığını sorduk. Ağabeylerimin uğrak yeri olan Dağlı Hasan Amcalara sordum. Hasan Amca:

-İşlerin yoğun olduğu bu günlerde onlar pek gelmezler! dedi. Şekerciden çocuklar için şeker aldım, yola koyulduk. Köye gitmeye alışık olduğum için ben rahat yürüyorum. Halil'in çabuk yorulacağını sanıyordum. Bağlık yokuşunu (Dik, uzun bir yokuş) tırmanırken Halil'e baktım, benden daha rahat yürüyor. Doruğa çıkarken benim cevizi gösterdim. Çok seyrelmiş ceviz ağaçlarından biri. “Benim ceviz ağacı deyince gülümsedi. Daha önce anlatmıştım. Halil anımsadı sandım. Oysa tepedeki yalnız ağacı sahiplenmeme gülmüş. Öyküyü bir kez daha baştan sona anlattım. Sonucuna çok üzüldü. Aynı yolu Halil'le Hamitabat'a gittiğimizde de birlikte (kamyonla) gitmiştik. Kamyondan yollar rahat gözlenemiyor. Hamitabat'ı karşıdan görünce Halil tanıyamadı:

-Köyünüz baya büyükmüş deyince şaşırdım. Mahcup etmemek için, soylediğini anlamamış ya da duymamış gibi tam solumuzda kalan Millet Vekili Zühtü Akın'ın köşkünü gösterdim. “Zühtü Bey geldikçe köyünü buradan gözetiyor! dedim. Köy deresine inince de bizim köy deresinin daha çok su akıttığından söz ederek durumu savuşturdum. Kahveler önünden geçerken tanıdıklar, çağırdı. Her zamanki gibi gene sapmak zorunda kaldım. Çaylar ısmarlandı. Mehmet Özalp'ın babası Osman Amca karşı kahvedeymiş geldi. Bir süre oturmak zorunda kaldık. Bizim okulu en az bizim kadar bilenler var. Halil, Kadir'den söz etti. Kadir üstüne konuşan olmadı. Mehmet Özalp için 9 Mehmet diye anmalarına da Halil şaştı. Kahvedekilerden biri de 9 Mehmet için “Demir kafa!” deyince Mehmet'in tüm çocukluğu anıldı. Babası Osman Amca da anlatılanlara sürekli güldü. Arada da:

-Benim oğlum öyledir! deyip başıyla konuşanları onayladı. Ayrılınca Halil, Hamitabatlıların beni bu denli yakın tanımasına biraz şaştı. Nedenini sordu. Ben de biraz kestirip atmak için, buradan çok geçtiğime yordum. Az sonra bizim köyü gördük. Halil görünüş olarak uzaktan Hamitabat'a benziyor, dedi. Arkadaşın az önce yaptığı dalgınlığı unutmadığını, daha doğrusu benim anlamazdan gelerek kapatmaya çalıştığım yanılgısınıı unutmamış. Tepelerden, tarlalardan söz ederek dereye indik. Bizim köye giriş, gerçekten Hamitabat girişinden güzeldir. Yokuştan doğrudan doğruya yüksek ağaçların gölgesine girilir. Köy kurulduğu zamandan bu yana bu ağaçlar kesilmemiştir. Köyün ortak varlığı sayılan ağaçlara kimse dokunmaz. Ağaçlar, dere boyunca yukarılara dek sürer. Halil hemen sordu:

-Hep böyle ağaçlar altından mı gideceğiz? Demeye kalmadı biz ağaçların altından köye girdik. Köye girişte ilk ev, bizim okula dirip de sonradan ayrılan Ramazan'ların. Ramazan bahçedeydi. Ben Halil'in Ramazan'ı tanıdığını sanıyordum:

-Bak, bizim Ramazan bahçede dedim. Halil biraz duraksadı:

-Hangi Ramazan? Diye sordu. Sonra da:

-O senin köylü müydü? Bak bunu bilmiyordum. deyince yanlışı anladım. Halil okuldaki Ramazan'ı anlamıştı. Aslında bir değil daha iki Ramazan var. Halil, sokulgan biriymiş gibi herkesin yanına yaklaşan, konuşulanları dinleyen, ortaya bir iş çıkınca yok oluveren Ramazan'dan söz ediyordu. Ramazan Korkmaz. Onu çok iyi biliyordum; nöbetlerde yan çizmelerinden tanıyordun. Öteki Ramazan'la pek çalışmadım. Bizim Ramazan, okuldayken 3. Ramazan'dı. Ramazan da bahçeden bizi gördü, yakın olan bahçe kapısına geldi. Bahçedeki köpekler de kuyruklarını sallayarak yaklaşınca Halil, duraksadı. Selamlaşıp geçtikten sonra önce köpekleri anlattım. Sahipler bahçede olmayınca köpekler havlayarak yola dek çıkarlar. Isırmazlar ama ısıracakmış gibi yaygara yaparlar. Korkup kaçanların arkalarından fena halde kızarak koşarlar. Hamitabat okuluna giderken her akşam, her sabah o köpeklerin arasından geçtim, hep havladılar! dedim. Halil sordu:

-Bunlar ölmüyor mu? Güldüm, biri ölse yerine yavruları yetişiyor. Gerçekte onların sürüyle koyunu var. Koyunlar, köye bir saat uzak bir yerde kalıyor. Asıl ısırıcı köpekler orada, onları eve getirmezler. Konuşa konuşa köyü, alt ucundan üst ucuna dek yürüdük. Kahvenin önüne gelince Halil bu kez:

-Tanıdım, bu sizin kahve! deyip güldü. Kahvede kimse yoktu. Babam arka bahçede çiçekler arasında söyleniyordu. Geldiğimizi görmemiş, hem söyleniyor hem de sık sık eğilip kalkıyordu. Bizi görünce gülümsedi. Size çiçek toplamıyorum, çiçeklere hırsızlar dadandı, onlardan kurtarmaya çalışıyorum! dedikten sonra elindeki sepeti bize gösterdi. Sepette yumak olmuş sarı-turuncu arası iplik iplik birşeyler vardı. Babam:

-Siz de bahçede çalışıyorsunuz; böyle şeyler gördünüz mü? diye sordu. Halil'le bakıştık, omuz silkerek görmediğimizi söyledik. Babam:

-Gelin öyleyse bir ders de biz yapalım! deyip bizi az ilerideki yeşil yapraklı bir bitkinin başına götürdü. Henüz çiçek açmamış, tomurcuklu bir filizi saran bir bitkiydi. Saç telinden az kalınca kıvrım kıvrım turuncu teller sarkıyordu. Babam onları tutup tutup kopardı. Onları da sepetine koyunca kahveye döndük. Halil, onları ne yapacağını babama sordu. Babam, olayı çok önemsediği için, onları derin bir çukur kazıp gömeceğini söyledi. O teller, kurusa bile bir yolunu bulup bitkilere tırmanırmış. Babam bu kez büyük ağaçlarda da benzer asalakların olduğunu söyleyince ben toparlandım. Ağaçlardakiler ökse otları. Onları yazları değil de kışın daha rahat görüyoruz. Ağaç yapraklarını döker ama ökseler yeşil yeşil tepelerde yaşarlar. Fikret Madaralı Öğretmenin dersini yapmayanlara söylediği sıfatlardan biri de ökse otudur. Birisi bir başkasının üstünden kazanmaya kalkışınca yaptığı yakıştırma önce ökse otu olur. Hızını alamazsa sülük, safra, tüfeyli sıfatları sıralanır.

Kahveyde geçince babam, Halil'le ilgilendi, sorular sordu. Su almaya gidecekmiş, su kaplarını alıp kuyuya gittim. Ortalıkta kimsecikler yok. Yokuştan köye inerken karşı tarlaların hep sarardığını görmeme karşın orak mevsiminin en yoğun dönemi olduğunu düşünmemiştim. Sudan dönünce, arkadaşlara, dolaylı olarak da Halil'e anlata anlata bitiremediğim gramofonun başına geçip plak çaldım. Halil plaklarla ilgilendi. Edirne/Karaağaç'ta ilk eğlencemizde Halil “Akasyalar açarken” adlı şarkıyı söylemişti. Onu anımsayıp plağını koydum. Hiç aklımdan gitmeyen bir olaydır; Halil o şarkıyı söyleyip yanıma oturunca: Bu şarkının plağı bizde var! dediğimde yanımdakiler bana gülmüştü. O gülüşler öyle içime işlemişti ki niçinini, nedenini çok uzun süre düşünmüştüm. Sonra sonra arkadaşları tanıdıkça üzüntüm geçti. Bu kez de kendime güldüm. Arkadaşlar haklıydı. İçlerinde hiç biri köylerindeki kahvelere çıkmamıştı. Evlerinde gramofon olacak değil ya! Böyle olunca birilerinin karşılarına geçip gramofon olduğundan söz etmesi inandırıcı olmazdı. Bende kalan o ilk etki, bir ölçüde sürüyor ki, Halil'e ilk plak olarak onu çaldım. Hava kararmadan mezarlık yakınındaki bostan tarlasına gittik. Biz oradayken Ali Ağabeyim geldi. Yenilebilecek olgunluğa erişen karpuzları gösterdi. Halil, bostanın bitişiğindeki süpürgelikleri, gündöndüleri, sırık domateslerini ilgiyle izledi.

Döndüğümüzde kahvede oturanlar vardı. Askerden dönenler çoğalınca kahvenin müşterileri artmıştı. Akşam yemeğimizi dükkanda yedik. Bir ara ben eve uğradım. Evde geç yatılıp erken kalkıldığını, rahat uyumamız için kahvede kalmamızı söylediler “Ben de öyle düşünmüştüm, arkadaşa da öyle söyledim!” deyince ablam sabah kahvaltıya eve çağırdı. Kendisi de yarın evdeymiş. Çocukluk arkadaşlarımdan Nebi, Bektaş geldiler. Onların belli anıları var, onları plak gibi tekrarladılar. Bu arada benim hesabıma oldukça ekler yaptılar. Ben köy okulundayken de çok çalışkanmışım falan. Halil de sık sık gene öyle demek zorunda kaldı. Konuşanların bakışlarından Halil'i biraz durgun bulduklarını anladım. İsmet geldikçe çok konuşarak, onları dinlemeye alıştırmıştı. Herkesi öyle sanıyorlar. Oysa Halil bir şey sorulmadan kendiliğinden anlatmıyor. Soru sorulursa usturuplu anlatıyor ama, gereksiz söz eklemiyor. Gelenler gidenler derken saati 24'00 ettik. Babam giderken sabah geç geleceğini söyledi:

-Uyanırsanız, ocağı yakarsınız! deyip ayrıldı.

Okulda da tahta üstünde yatıyoruz ama yataklarımız biraz daha kalın, ya da alıştığımız için bize öyle geliyor. Bunu düşünerek Halil'in altına babamın postekilerini koydum. Halil postekileri sevmedi, kaldırmamı istedi. Anladım ki o, postekilerin ne olduğunu bilmiyor. Alıp kendi altıma koydum. Halil'e horozları duyunca, kulaklarını tıka diye tembihte bulundum. Halil ne demek istediğimi sormadığı için ben de daha fazla açıklama yapmadım. Halil'in yatar yatmaz uyuduğunu anladım. Rahatlamış olarak gözlerimi kapadım. Gözlerim kapandı ama düşüncelerim durmadı. Yusuf gelseydi belki daha iyi olacaktı. Ne de olsa Yusuf konuşma konusu bulacaktı.

 

25 Temmuz 1943 Pazar.

 

Gözlerimi açınca önce yadırgar gibi oldum; çabuk toparlanıp kalktım. Saat 07'00. Ocağı yaktım. Babam, sabah kimsenin gelmediğini söylemişti ama ben gene de çay suyunu ısıttım. Halil de gerinerek uyandı. İlk olarak da bana sordu:

-Ne o uyuyamadın mı? Arkasından da:

-Yatarken horozlardan söz etmiştin, neydi o horozlar? Sabaha doğru horozlar öter. Tüm köydeki horozların sesleri duyulur, sakın şaşırma! demek istemiştim, değince Halil güldü:

-Öyle uyumuşum ki horoz moroz sesi duymadım! deyince daha çok sevindim. Az sonra babam geldi, çayları demledi. Babam, zamanını iyi biliyor, çayı demler demlemez çaycılar geldi. Kolsuz Hamza Amca, Çançik Ali, Köse Mehmet, Arabacı Ali, Melek Mehmet. Hepsi yakın komşular. Melek Mehmet'le uzun süredir görüşmemiştik. O, ötekilerden biraz farklı karşıladı. Ben pek ayırdında değilim ama Melek Mehmet, iki yıldır görüşmediğimizi söyleyip elimi bırakmadan boynuma sarıldı:

-Görüşmeyeli büyümüşsün! dedi. Ötekiler de:

-Gençler büyüyor, yaşlılar geriliyor! türü sözler söylediler. Yan gözle Halil'i gözledim; oldukça şaşırmış bir görüntüsü vardı. Neyse sözü ona çevirdiler, nereli olduğunu, ana-baba durumunu sordular. Süloğlu, deyince hemen konuyu askere getirip azlığını çokluğunu, halka zarar verip vermediğini sordular. Halil fazla birşey demedi. Ancak halkın askerden hoşnut kaldığını söyledi. Bu kez de askerlerin içinde çok dürüst insanlar olduğu gibi kötülerin de bulunduğunu söyledikten sonra herkes kendi askerliğinde karşılaştığı kimi tatsız olaylardan söz etti. Halil'le kalkıp eve çıktık. Ablam kahvaltı hazırlamış, zaman zaman tek olarak karşılaştığımız, bal, süt, tereyağ, yumurta bir arada kahvaltı ettik. Ben ablama daha önce Halil için, okulda en iyi arkadaşım! demiştim. Akşam da bir ara arkadaşın son zamanlarda baş ağrısı çektiğini, bu nedenle biraz neşesiz olduğunu söylemiştim. Ablam bir dizi soru sorduktan sonra:

-Okuldasınız ama gene de gurbette sayılırsınız, yüzdünüz, işte burnuna getirdiniz; Allah'tan hayırlısıyle bitireceksiniz! deyince bu kez Halil gülerek bitirme sevinci arasında bir rahatsızlık duyduğunu anlattı. Ablam bu kez daha çok ilgi gösterdi. Doktora gidip gitmediğini sordu. Halil, doktorun fazla birşey söylemediğini, ders yorgunluğu deyip geçtiğini söyledi. Kahvaltıdan sonra Halil'i bizim bağa götürdüm. Giderken hava o denli sıcak değildi, dönüşte oldukça güneşte yandık. Kahvenin önündeki asma gölgeliği çok serin orada bir süre dinlendik. Kahve iyice boşalınca bir süre plak dinledik. Yemeğe gene eve çıktık. Ablamın konuğu varmış, biz dışarda oturduk. Ablam bize bildim bileli etrafına dizilerek yemek yediğimiz eski siniyi hazırlamış. Tam olarak ölçmedim ama çapı sanırım bir metreye yakın, oldukça rengi kararmış, bindirme geçmeli kalın tahtadan bir sini. Ağabeylerim ayrılmadan önce hep o kuruluyordu. Şimdilerde arada sırada ortaya çıkıyor. Ablam onun için:

-Çok işime yarıyor, yufkaları onda rahat açıyorum. Fırında ekmek yaptığımda da hamurları onun üstünde yuvarlayıveriyorum! dedi. Ablam bize piliç kızartmış, “Karpuzla iyi gider! derken ablamın sözünü keser gibi, içerdeki konuğunun gidip gitmediğini sordum. Ablam, konuğunun yabancı olmadığını söyleyip onu da bizim yanımıza çağırdı. Meğer konuk, benim tanıdığım, köyde Şehri Kadın olarak anılan yaşlı teyzeymiş. Çağırılınca:

-Gençleri rahatsız etmeyeyim! diyerek geldi. Gülümseyerek benim için:

-Maşallah, görmeyeli çok büyümüş! dedi. Teyzenin çocuk doğumları yaptırdığını, ayrıca rahatsız çocukları okuyup üflediğini, onun üflediklerini iyi olduğu türü söylentileri duymuştum. Biz yemek yerken onlar da aralarında komşularla ilgili bir süre konuştular. Ancak teyze okuyup üflemeden söz etmedi ama, birden Halil'e bakarak:

-Baş ağrısının uzun süre geçmemesi iyiye alamet sayılmaz!” gibi sözler söyledi. Sonra da Halil'e inceden ince sorular sordu. Annesi ya da babasında böyle bir durum olup olmadığını, sevmeden yediği yemeklere varana dek soruları çoğaltı. Özellikle anne-babada böyle bir rahatsızlığın olmaması, ayrıca Halil'in çocukluğundan bu güne dek böyle bir rahatsızlık çekmemesini iyiye yorduğunu söyledi. Sonra da, bunu gelip geçici bir rahatsızlık olduğunu, okulunu bitirince hiçbir sıkıntısının kalmayacağını muştuladı. Halil neler düşündü bilmiyorum ama ben pek üstünde durmadım, içimden

-Şehri Kadın ne bilecek böyle rahatsızlıklların nedenleri? deyip geçtim. Kalkınca, dere kıyısında Biberlik dediğimiz bir küçük bahçemiz var, oraya gittik. Hemen bitişiğinde büyük kavaklar, yükseklikte tüm köy sınırları içinde en yüksek onlardır. Konuşmalarda yükseklikten söz edilirse onlar anılır: Kavaklar boyunca, iki kavak boyu, kavakların yarısına kadar, gibi ölçüler verilir. Kavakların altı çok serin, aynı zamanda dere suyu orada derinleşerek göle dönüşür. Suyu çok duru olduğunda balıklar, camdan bakar gibi rahat görünür. Bir süre balıklara baktık. Biber, domates, patlıcan arklarına su döktükten sonra bu kez köyün alt yolundan kahveye döndük. Eğitmen Mustafa Ağabey geldi. Mustafa Ağabey konuşurken:

-İzinli geleceğini duymuştum, Mehmet Salih Arı ile birileri konuşuyordu. Biliyorsunuz hükümet daireleri bu sıra sizinle ilgili çalışmalar yapıyor. Maliyeden, Tapu Dairesinden birileri gelmiş konuşuyorlardı! dedi. Mustafa Ağabey öyle deyince:

-O izin belki daha sonra verilecek, biz şimdi pazar iziniyle geldik, dedim. Halil'in konuşmalara katılmasını sağlamak için Mustafa Ağabey'e Edirne Fidanlığına ikinci kez gidişimizi anımsattım. Bu arada Gümüş Bey'in bize özel olarak gösterdiği Güllüğü Mustafa Ağabeye sordum. Mustafa Ağabey o güllük için ne denli zorluk çektiklerini, o koca tarlayı baştan sona iki kez bellediklerini, Genel Vali Kazım Dirik'in gün aşırı gelişini anlattı. Mustafa Ağabey neşeli insan, anlattığı sıkıntılı anları gülerek anlattıktan sonra bize:

-İşte siz de okulunuzu bitiriyorsunuz, sizin de sıkıntılı günleriniz olmuştur. Biliyor musunuz, onlar arkada kalınca güzel birer anı olup değerleniyor. Gül ekilmeden önce bellediğimiz tarla dedim ya, o tarla benim belleğimden çoktan silinmiş. Oysa Gül bahçesi, terütaze gözümün önünde!

Mustafa Ağabey izin isteyip ayrılınca Halil, Mustafa Ağabeyin bizim köylü olup olmadığını sordu. Besbelli, Musatafa Ağabeyi bizim öteki köylülerden farklı görmüştü. Biz konuşurken Salim Dayım geldi. Salim Dayım konuşma yarışında Mustafa Ağabeyden geri kalmaz. Beni görünce yüksek sesle bir “Oooo! dedikten sonra uzunca bir giriş yaptı. Benim okumaya karar verip köyden gidişimden Arifiye'de karşılaştığımız zamana dek kısacası 1938 Kasım ayından 1941 Aralık ayına dek geçen zamanı özetledi. Halil dikkatle dinledi. Salim Dayım birden sözü Halil'e çevirdi:

-Seni yeni tanıdım ama sözlerim senin için de geçerli, iyi bir okulda okuyorsunuz, öteki okullardan çıkanlar gibi Nane Molla olmayacaksınız! dedikten sonra gene askerliğe dönerek karşılaştığı Yedek Subaylardan örnekler verdi:

-Adam İzmirli, şu bizim Zeybekleriyle övündümüz İzmir'de büyümüş, İzmir Lisesinde okumuş, inanın ki adam tüfeği, yani boş mavzeri eline alırken titriyor, korkak mı korkak. Ata binmesini bilmiyor, küçük bir yokuşa gelince de attan iniyor! deyince kahvedekiler hep güldüler. Salim Dayım konuşmasını sürdürdü:

-Yokuş aşağı bakınca başı dönüyormuş; hay senin başına! deyip iki elini öne doğru gene silkeledi. Bu kez de Halil'e dönerek Askerliğinde Arifiye Köy Enstitüsü yakınındaki köyde kaldığını, okula sık sık indiğini Okul Müdürü Süleyman Edip Balkır'ı tanıdığını, çok sevdiğini, onun çalışkanlığını anlattı:

-Onu tanıyan, onun okulunda okuyup yetişen bir çocuk, atı da bilmem neyi de avucunda oynatır! dedikten sonra Halil'e bakarak:

-Ya, işte böyle dostum, ben sizin okulu görmedim ama (beni göstererek) orada yetiştiğini yakından izlediğim yeğenim, oranın da Arifiye'den farksız olduğu inancımı pekiştiriyor; dedi. Bu kez öteki dinleyenlere dönerek:

-Ben çok konuştum, bağışlayın, askerliğimde Arifiye Köy Enstitüsü okuluna yakın düştüğüme hassaten Allah'ıma dua etmişimdir. Yoksa o küçücük köyde, evimden, çocuklarımdan uzakta işsiz güçsüz iki buçuk yıl nasıl dururdum dedikten sonra gene Halil'e dönerek askerdeki (Kalaycı Köy'deki) görevini anlattı. (Hava gözetleme birliği çavuşu) Ne düşündüyse bu kez de bana:

-O gün sizi nasıl karşılamıştım, Süleyman Edip Bey nasıl bir havada sizi istasyonda bekledi, sen anlat; anlat anlat! diye de diretti. 1941 Aralığının karını bizim köylüler hep anardı. Kasım sonlarında yağan kar, aralıksız 2 ay yerde kalmıştı, kısaca onu anımsattım. Çançik Ali o zaman askerdi, Kavaklı ile Babaeski arasında tipiye tutulmuşlar. Gülerek:

-Koskoca birlik yolu şaşırıp gerisin geriye dönmüştü! diye güldü. Konu uzun kışlara döndü, kahvedekiler hep söze karıştı. Sıkıldığımızı anlayan babam bana iş verdi. Böylece Halil'i sorgulanmaktan, biraz da zoraki dinlemekten kurtardım. Gerçekte yapılacak iş falan yoktu. Babamın çekilmiş kahvesi bitmiş. Kahve az bulunuyordu. Bulunanı da evde ablam kavurup değirmende çekliyordu. Babam bana:

-Kahve varsa birkaç kahvelik getir! dedi. Gidip ablama söyleyince ablam anladı, güldü:

-Babam sizi gezinesiniz diye göndermiş, aylardır bir dirhem kahve yok. Bir ara çavdar, nohuttan, bakladan denediler. Babam:

-40 yıllık kahveciyim, ele karşı nasıl yalan söylerim? deyip ondan da vazgeçti! dedi.

Hava iyice karardı. Araba üstünde oturup yıldızlara baktık. Hasanoğlan'da Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'le yaptığımız tartışmayı anımsattım. Halil olayı anımsıyor ama sanki kendisi orada yokmuş gibi davranınca birden kaygılandım:

-Acaba unutkanlığı, başağrısından mı? Konuşurken olay kendiliğinden açıklandı. O zaman çadırda ders yapıyorduk. Sınıf, 15' er olarak ikiye bölünmüştü. Böyle bölünmeler genellikle numara sırasına göre bir atlayarak olurdu. Numaralarımız Halil'le yan yana olduğundan hep ayrı gruba düşerdik. O gün derste ben olduğuma göre Halil'in olması sözkonu değil. Ancak o günkü derste geçen konuşmalar o denli çok anlatıldı ki derste bulunanlarla derste konuşulanları sonradan dinleyenler neredeyse birleşti. Bu nedenle olacak Halil'le bugün de bu konuda bir ölçüde ayrı düştük. Ancak Samanyolu, Büyükayı, Küçükayı, Kutup Yıldızı o denli net görünüyor ki, bu konuyla biraz ilgisi olan bir bakınca söylenenleri anlar. Bu nedenle karşılıklı konuşarak bir süre yıldızları izledik. Yazları izinli geldiğimde bu arabada yattığımı anlatınca Halil biraz şaşırır gibi oldu: Herkes ortalıktan çekilince korkup korkmadığımı sordu. Küçüklüğümden beri aynı durumu yaşadığımdan korkmadığımı söyledim. Özellikle Kavaklı'ya pancar taşıdığımızda bir çok geceyi yolda geçirdiğimi anlattım. Halil Kavaklı'yı bilmiyor ama duymuş:

-Kavaklı, bizim oradaki değil mi? diye sordu. Oralarda askerlik yapan Mahmut Ağabeyimden öğrenmiştim, Kavaklı, Süloğlu'ya bizden daha yakın. Biz konuşurken Ali Ağabeyim geldi, kahve boşalmış. Sabah yola çıkma saatini sordu. Akşama dek izinli olduğumuzu , erken çıkmamıza gerek olmadığını söyledim. Ali Ağabeyim Halil'e karpuz yeyip yemediğini sordu. Öğlede yemiştik. Orak bitiminde Lüleburgaz'a gene sık gideceğini, Kepirtepe'ye uğrayıp karpuz bırakacağını söyledi. Kahveye geçtik. Babam bizi bekliyormuş. O da erken davranmamıza gerek olmadığını, kısa yollardan rahatça gidebileceğimizi anımsattı. Bu gece yatınca Halil'in bana köy üstüne birşeyler sorabileceğini düşünüyordum. Örneğin kızlar konusunda sorar diye anlatacaklarımı neredeyse hazırlamıştım. C ile ilgimin neresini anlatırım, nerelerini anlatmam gibi ayrımlar bile yapmıştım. Halil hiç oralı olmadı. Yatınca:

-Sizin Eğitmen, bizim öğretmenlerin çoğundan daha hazırlıklı biri! dedi. Az sonra da:

-Salim Dayın Arifiye Müdürünü nasıl da övüyor! deyince dayanamadım:

-Haklı mı haksız mı? dedikten sonra Hasanoğlan'dan dönerken bizi nasıl karşıladığını, orada kaldığımız günlerde hep yanımızda olduğunu anımsattım. Namık Öğretmenin, Mustafa Güneri Öğretmenin o zaman onu nasıl övdüklerini söylerken Halil'in uyuduğunu anladım. Bu kez de içimden:

-İyi ki C ile karşılaşmadım. Karşılaşsaydım, onun bana göstereceği yumuşaklıktan sonra sanırım ağzımdan Halil'e sözler kaçıracaktım. Bu nedenle çok istemiş olmama karşın C ile karşılaşmadığımıza sevindim. Halil bu konularda oldum olası konuşmaz, biliyorum. Ancak ben onun bu suskunluğunu, arkadaşların bu konulardaki tutarsızlıklarına yoruyordum. Arkadaşlar bu tür konuşmaları hemen çığırından çıkarıp alay konusu yapmakta sözbirliği etmiş gibidir. Halil bu tür konuşmalara katılmaz. İyi ama onun katılabileceği konuşulacak kız- erkek ilişkili konular yok mudur? Bunları düşünürken birden aydınlık içinde kaldım. Karpit lambası yandı sandım. Gözümü açıp kapayacak hızla parladı söndü. Köpekler birden havlamaya başladı. Karşı yoldan otomobil gelince farların kahveyi aydınlattığını biliyordum. Öyle biri durum olsa otomobil sesi olur, oysa dışardan öyle ses mes gelmedi. Yoksa ben mi öyle bir yanılgıya düştüm? diye kendi kendime sorarken uyumuşum.

 

26 Temmuz 1943 Pazartesi.

 

Halil benden önce uyanmış. Kalkınca telaşlandım:

-Acaba rahatsız mı oldu? İlk aklıma gelen de akşamki ışık oldu; arkadaş onu gördüyse belki korkup uyuyamamıştır. Çekinerek sorduğum sorulara aldığım yanıtlardan öyle bir durum olmadığını anladım. Az sonra babam geldi. Babam gülerek:

-Yolcu yolunda gerek! diyerek kendi açısından rahat yolculuk yöntemlerinden söz etti. İki kişi için en iyi yolculuk neşeli konularda konuşmanın, tek yolculuklarda şarkı söylemenin yararlarını sıraladı. Halil hemen yanıtladı:

-Oğlun övüdünü tutmuş, dün gelirken yol boyunca konuştu! deyince babam:

-Seni üzmediyse iyi etmiş. Kimi yol arkadaşı da konuşmayı dert dökme olarak anladığından yol boyunca yanındakine dert dinletir! diyerek eski yolculukların zorluğunu anlattı. 10 kez gittiği İstanbul yolculuklarının ilk ikisini yaya olarak yapmış. O zaman İstanbul 40 saat olarak hesaplanırmış. Günde on saatı göze alan dört, sekizde kalanlar beş günde İstanbul'a ulaşıyormuş. Bellibaşlı iki yol varmış. Edirne-Lüleburgaz-İstanbul Aşağı yol olarak anılırmış. İkinci yol gene Edirne'den başlayıp Kırklareli-Saray-İstanbul yönünde gidiyormuş. Bu çevrede bu yola da Yukarı yol denirmiş. Birincisinden gidince 12 köyden, ikincisinden gidince de 9 köyden geçiliyormuş. Bizim köy kurulduğundan 7-8 yıl sonra tren yolu açılmış. İlk yıllar trenle de iki günde gidiliyormuş, sonra sonra hızlanarak bir güne dek inmiş. Halil:

-Şimdi yarım yetiyor! diyecek oldu. Babam gülerek:

-Biliyorum ama bu kez de benim hızım kesildi, bir saate de inse gideceğim yok: Bundan sonra sizler rahat yolculuk yapın, o da bizim için mutluluktur!

Ablam bizim için yol kolaçı yapmış, yanlarında peynir, kaynamış yumurta. Alıp getirdim, açık olanları taze çayla yedik. Ötekileri babam küçük paketler yapıp elimize verdi. Babamın elini öperek ayrıldım. Halil de benim yaptığımı yaptı, yola çıktık. Halil'in ilk sözü:

-Gene o köpekli yoldan mı geçeceğiz? Belli ki arkadaş korkuyor. Hayır! deyip ara yoldan dere yoluna saptım. Saptığımız yol doğrudan köprüye gittiği için köpekli ev (Ramazan'ın evi) oldukça uzakta kaldı. Yokuşa tırmandık. Halil yola çıkınca daha neşelendi. Dönüp köye baktı. Gülerek:

-Sen bu yolu ilkokula giderken hergün nasıl yürüdün? diye sordu. Nasıl yürüdüğümü kısaca tekrarladıktan sonra geçen yıl gece gelip sabah kalk zili çalarken okula döndüğümü anlattım. Olayı o zaman duyduğunu ama inanamadığını, zaten olayı bizim köy olarak değil de Yeni Bedir için söylendiğini anlattı. Köye geldiğimi, babamın beni Lüleburgaz bağlığına dek fenerle getirdiğini anlattım. Halil babamın beni çok sevdiğini söyledi:

-Her hareketinden bu, belli oluyor! dedi. Hamitabat'a yönelince Köyü göstererek buranın çevrece adının neden Domuzormanı olduğunu anlattım. Kahveler önünden geçerken gene çağıranlar oldu ama elimle yolu göstererek selam verip geçtim. Yokuşa çıkarken yemyeşil bahçe içinde Milletvekili Zühtü Akın'ın köşkünü gösterdim. Halil bir süre baktıktan sonra :

-Güzel görünüyor! deyip yürüdü. Lüleburgaz bağlık sırtına dek konuşmadan yürüdük. Arkadaşın konuşmasını bekledim. Nedense arkadaş sustu. Bağlık sırtına çıkınca Lüleburgaz ayak altı gibi yakınlaşır. Gerçekte tam bir saat uzaktadır. Bulunduğumuz yerden geçen yılki kamp yerini gösterdim. Aynı zamanda Balkan Savaşı büyük Lüleburgaz bozgunu olan Saranlı Ovasının savaştan önceki durumunu anlattım. Bulgar toplarının daha önce hazırlanmış çukurluklarını gösterdim. Arkadaş pek ilgilenmedi, onun yerine benim cevizin yerini sordu. Az sonra cevizin yanından inerken gösterdim. Arkadaş bu kez de:

-Senin karpuz tarlasındaki ceviz bundan daha iri değil mi? Yoksa bana mı öyle geldi? dedi. Bostan yerinin sulak olduğunu, oradaki cevizin daha sonra ekilmiş olmasına karşın çok büyüdüğünü anlattım:

-Baksaydın görürdün onun üstünde ekim tarihi vardır! deyince arkadaş:

-Gördüm, tarihini okuyamadım ama yazılı bir teneke olduğunu gördüm! dedi. “Yazılı bir teneke!” sözüne üzüldüm. Lüleburgaz içine girene dek konuşmadık. Kürt Yusuf'un fırını önünden geçerken Yusuf Amca köydekileri sordu:

-Çoktandır görmedim, bir yaramazlık yok ya? dedi. Herkesin selamı olduğunu söyleyince Halil birden:

-Bak şimdi, bu adama kim selam gönderdi? diye sordu. Halil'le tartışmak istemedim:

-Geçen defaki selamları söyleyememiştim, onları şimdi söyledim! dedim. Halil gene:

-Bak şimdi? dedi. İstanbul yoluna çıkarken köyden Karaahmet Ahmet'le karşılaştık. Cami karşısındaki küçük Çay Bahçesinin köşesindeydi. Yakamdan tutup bahçeye çekti:

-Gel birer çay içelim, deminden beri biri gelsin diye yollara bakıyordum. Canım çay istedi, yalnız oturmak da istemedim. O beni çekti, ben de Halil'in elinden tutup çektim. Çay içtik. Pazartesi pazarı olmasına karşın köyden başka hiç kimse yokmuş. “Pazarcı Salim bile gelmemiş!” dedi. Pazarcı Salim'in dün kahvede Arifiye Köy Enstitüsü ile müdürünü öven kişidir! dedim. Karaahmet bu kez de Halil'e “Pazarcı Salim çok gevezedir, onun lafına tutulan rüğzgara tutulmuş gibi kaçmak ister ama kolay kolay kurtulamaz! dedi. Çayları içince hep birlikte kalktık. Biz izin isteyip ayrıldık. Halil bu kez konuştu:

-Önce bu kim? diye konuştu. Mahmut Ağabeyimin ahretliği olduğunu, Ahretliklerin bizim köyde akraba sayıldığını anlattım. Salim Dayımı sordu. Salim Dayımın gerçekte benim akrabam olmadığını anlattım Babamın annemden önceki eşinin yakın akrabası, benim bir büyük ağabeyim ona dayı dediği için ben de dayı demeye başlamışım. O da ağabeylerimden beni ayrı tutmadığı için sevgim -saygım sürüyor! deyince Halil bu kez de Yeni Bedir Muhtarı Kamber Uzun'la akrabalığımı sordu. Kamber Uzun, babamın özbeöz ablasının oğlu, düpedüz kardeş çocuklarıyız. Konuşa konuşa Hükümet Meydanına gidip kamyona baktık. Orada öğrenciler vardı, kamyonun bir saat sonra geleceğini söylediler. Bu kez Halkevi bahçesine giderek paketlerimi açıp yolluklarımızı yedik. Halil oldukça neşelendi. Köyden kurtulduğuna sevindin mi yoksa? diye sordum. Halil benimle geldiğine sevindiğini söyledi:

-Gene de senin kadar rahat olamam, herkes bana yabancı gözüyle bakıyor, bundan çekindim. Bir başka zaman gelsem bu denli çekinmem herhalde! Ancak baban çok bilgili bir insan, o nerede okumuş? diye sordu. Babamın okumadığını, onun okuma çağında Bulgaristan'ın ayrılık savaşı verdiğini, bu sürecin tam 20 yıl sürdüğünü, bu sürecin babamın tüm çocukluk-gençlik yıllarını kapsadığını anlattım. Babamın doğumu, eski tarihle söylediği 1286, bizim tarihin 1868 yılına geliyor. Belki bir iki yıl fark var ama ben, aklımda kalsın diye “68’le 86'yı ters çevirip söylüyorum; çok değil belki bir ya da 2 yıl kayabilir. Babam kesin olarak şimdiki köye 30 yaşında geldiğini söylüyor, demek tam otuz yıl Bulgaristan'da kalmış. Bulgaristan kurulurken oradaki Türkleri angaryelerde çalıştırmışlar. Babam Tuna üstünde gezen bir vapur değirmende uzun yıllar kalmış. Bulgarlar salt oradaki Türkleri değil tüm Bulgar olmayan yabancıları da çalıştırmış. Babamın çalıştığı vapur değirmende (Un fabrikası) Sırp, Yunan, Musevi varmış. Babam onlarla 4 yıl bir arada kalmış. Bu arada onların dillerini öğrenmiş. Sorulduğunda birinin kapısını çalınca ekmek isteyecek kadar bildiğini söylerdi ama köye gelen Musevi tüccarlarla, dükkanlarına uğradığı rumlarla rahatça konuşuyordu. Benim bildiğim hepsine de “Çorbacı!” diye söze başlıyordu. Onlar da babama genel olarak “Ağa” diyordu. Konuşabilmesine karşın babamın okuyup yazması yok. Yalnız eski sayıların yazılışını biliyor, bir de insanların adlarını. Yeni yazıyla da kısa, kolay yazılanları yazıp okuyor. Örneğin Muhittin Eniştemin adını yazarken bana defalarca sormuştur. Köylüler, Muhittin'i zaten bozarak söylemektedir. Muhittin=Mıydın olup çıkmıştır. Babam öyle yazmak istemediğinden doğrusunu yeğler. Babamın ablası olan, Yeni Bedir köyü Muhtarı Kamber Amcamın annesinin adı Nefise'dir. Köylüler onu Nevze çevirmiştir. Tıpkı İbrahim'i İbram'a çevirdikleri gibi. Babam bunların doğrusunu yazmak ister ama yardım almadan yazamaz. Babamın büyük ağabeylerinden biri olan Ahmet Amcamın okuduğunu, uzun yıllarlar Medreselerde öğretmenlik yaptığını daha sonra Darülfün'e geçtiği, orası Üniversiteye dönüştürüldüğünde yaşı gereği emekli edildiğini, emekli olunca da Kırklareli'ye yerleştiğini anlattım. Vaktin geldiğini söyleyip kamyon durağına gittik. İyi ki kalkmışız, kamyon hareket ederken yetiştik. Okul önünde kamyondan inince arkadaşlar karşılaştık. Yusuf Asıl gülerek: Boşuna gittiniz, boşuna geldiniz! diyerek bizi bir hoş karşıladı. İsmet, söze karıştı:

-Ne demek istiyorsun, gelmese miydiler? Hahaha, hihihi arasında yarın tüm sınıfın bir hafta izinli ayrılacağını öğrendik. Böyle bir durumu bekliyorduk ama zamanı saptanmamıştı. Bunun belli oluşuna sevindik. Dersliğe geçtiğimizde arkadaşların bizim çevremizi sarıp sorular soracağını sanıyordum. Daha çok Halil'in izlenimleri için böyle olmasını bekliyordum. Neredeyse dört yıldır konuştuğumuz bu konuda hiç değilse birini gerçekleştirmiştik. Acaba arkadaşın izlenimleri ne olacaktı? Ben Yusuf'un köyünden dönünce uzun süre anılacak konular bulup bilgi vermiştim. Boşuna ummuşum, herkes yarınki yolculuk planları arkasına düşmüş. Benim köyden döndüğümün bile ayırdında olmayanlar var. Bir süre çevremdekilere baktım. Kendi kendime:

-İşte böyle! Üzülme bir ya da iki ay sonra ayrılırken de böyle bir telaş içinde dağılıveceğiz! Yerime oturup, yarın köye dönerken yanımda götürebileceklerimi sıraladım. Köyün durumu belli, beni rahatsız edecek bir pürüz yok, istediğim çalışmayı yapabilirim. Kitaplıktan alabileceğim kitapları tasarladım. Az düşününce de konunun aslını öğrenmeye karar verdim. Bu ara dinlenme niçin veriliyor? Bunu kim bilir? Yanıt hazır: Eğitimbaşı. Geldiğimi söylemek için yanına gidince sorabilirim. Kalkıp gittim. Kapıdan girince Eğitimbaşı:

-Dostum, az sabretseymişsin ya, bak şimdi daha uzun gidecektin! deyince ben:

-O zaman da arkadaşı götüremeyecektim. Yıllardır arkadaşa sözüm vardı, olsun, köyüm yakın! dedim. Eğitimbaşı kendi söyledi:

-2 Ağustos akşamına dek izinlisiniz. Bu bir izin olduğu kadar üç şıklı bir görev aynı zamanda:

1. 7 gün dinlenmiş olacaksınız,

2. Öğretmenlik ya da okumayı sürdürme konusunda, anne-babalarınıza danışmış olacaksınız,

3. 3 Ağustos’ta başlayıp 26 Ağustos'a dek sürecek bitirme sınavlarına hazırlanmış olacaksınız.

Eğitimbaşı gülerek ellerini bir birine vurdu:

-Haydi bakalım, durumu öğrendin şimdi, bu zamanı iyi kullanacağına inanıyorum, şimdiden başarıları kutluyorum! dedi.

Durgun, belki de biraz şaşkın olarak gittiğim Eğitimbaşı Kemal Üstün Öğretmenin yanından sevinerek çıktım. Dersliğe yönelince Kapı karşısında oturan Bekir Temuçin bana sordu:

-Ne o izini mi uzattırdın? Şaşırdım:

-Sınavlar başlayacağına göre izini nasıl uzatabilirim? Duyan arkadaşlar çevremi sardı:

-Ne sınavı? Duraksadım. Arkadaşlar tekrar sorunca anladım ki, Eğitimbaşı bana söylediklerini onlara daha söylememiş. Herkes sustu. Durum aydınlandı, arkadaşlar yarın izinli ayrılabileceklerini öğrenip sevinmişler. Eğitimbaşı, sonra gelip açıklama yapacağını söylemiş, ama daha gelmemiş. Bu kez ben açıklamış olmuşum. Arkadaşlar, karışık bir tepki gösterdi “Aaaa, bu izin sayılmaz, Sonra ne olacak, okuldan ne zaman ayrılacağız? Deyince bu kez Halil'i tanık göstererek bizim köy Eğitmeni Mustafa Ağabeyin anlattığı Maliye, Tapu-İskan memurlarının ilçelerde toplantı yaptıklarını söyledim. Eğitimbaşı geliyor uyarısı yapıldı. Eğitimbaşı güleç bir yüzle:

-Herkes tamam mı? diye sordu. Sami Akıncı ile Harun Özçelik'in olmadığı saptandı. Eğitimbaşı onlara doğru duyuru yapacak arkadaşlarını sordu. Mustafa Saatçı Sami'ye Yusuf Asıl da Harun'a duyuracaklarını söylediler. Eğitimbaşı bana:

-Sanırım arkadaşlarına güzel haberi muştuladın, dedikten sonra beni dinlemeden:

-Bir de ben duyurayım! deyip aynı sözleri tekrarladı. Tek değişiklik sınavların bitiş gününün değişebileceği oldu. Dileyenlerin okulda kalabileceği gibi dileyenler geç gidip erken gelebileceğini de ekledi. Kimsenin aklına mı gelmedi ya da umursamadılar mı soran olmayınca gene ben parmak kaldırıp kitaplıktan kitap alıp alamayacağımızı sordum. Eğitimbaşı gülerek:

-Taşıyabildiğiniz kadar kitap götürebilirsiniz! dedikten sonra:

-Doğal olarak geri getirmek koşuluyla! diyerek ayrıldı. Derslikte bir süre yaygara düzeyinde tartışmalar oldu. Akşam yemeğinde, uzak yol gideceklar tasalarını belirttiler. Çoğunun yol sorunu var. Lüleburgazlılar rahat. Ancak onların araçları tabanvay. Tranvay sözünden esinlenerek yapılmış tabanvay sözü sık sık söyleniyor. Yusuf Asıl, Saray'a otobüsle oradan öte tabanvay, Hasan Üner, İnecik'e kadar otobüs oradan öte tabanvay. Derken Kadir Pekgöz bizim masanın yanından geçerken durdu, arkadaşları dinledikten sonra daha güzelini söyledi:

-Buradan Lüleburgaz'a tabanvayla gideceğim, oradan öte benim de tabanvay! deyip geçti. Kadir Pekgöz'ün sözüne bir süre güldük.

Dersliğe dönünce Halil yanıma geldi, bizim köye gitmiş olduğuna sevindiğini söyledi, evdekilere selamları iletmemi istedi. Bizi gören İsmet, benimle gelip, bizim köyden gideceğini söyleyince, İsmet'e olumlu yanıt vermedim. Salı günü okulda kalacağımı, ancak çarşamba günü köye gideceğimi, neden olarak da babamın Kamber Amcama gönderdiği haberi iletmem gerektiğini öne sürdüm. Oysa böyle bir ileti yoktu. İsmet'in Pınarhisar yolu daha kısa, aynı gün akşam köyünde olacak. Bunu anımsattım. Kırılmadı, beni haklı buldu. Lüleburgaz'dan Pınarhisar'a oradan da Kırklareli yolu üstündeki köyüne, Kızılcıkdere'ye (Kırklareli-İstanbul yolu köyün bitişiğinden geçiyor) gidecek. Lüleburgaz Pınarhisar arasını da arkadaşlarla aynı otobüs ya da kamyonda (O tarafa giden boş araç bulunca binecekler.)

İsmet dışında İdris Destan, Recep Kocaman, Ahmet Güner, Mehmet Başaran, Mehmet Yücel var. İsmet bu kez de yakın hemşeri saydığı İnecelileri ayarmaya kalkıştı:

-Otobüs Kırklareli'ye erken varıyor, İnece Kırklareli'ye çok yakın, akşam evinizde olacaksınız! deyince Arif Kalkan gülerek sordu:

-Yalandan ölen var mı? Bir kaç kişi birden:

-Yoook! deyince Arif Kalkan İsmet'e dönerek:

-Korkma İsmet Yanar, sana da ölüm yok! İneceli Yakup Tanrıkulu söze karıştı:

-Edirne-Kırklareli arabaları çok düzenli çalışır, orada asker çok olduğundan kendilerine göre düzen kurduklarından kamyonlar olsun otobüsler olsun öteki yollar gibi düzensiz değildir! Bu kez de üçüncü İneceli Abdullah'a sordular:

-Doğru mu? Abdullah doğru ya da yanlış demeyince Mehmet Yücel yanıtladı:

-Ne desin çocuk? Nasıl olsa yanında iki bilgiç hemşerisi var, gelip giderken vurur kafayı rahat rahat uyur! Abdullah Mehmet Yücel'e bakarak sordu:

-Şimdi sen bana mı sataştın? Mehmet Yücel işaret parmağıyla Arif Kalkan'ı gösterdi. Arif Kalkan sözü tatlıya bağladı:

-İşaretli konuşmalar sataşma sayılmaz!

Yat ziline uyarak dersliği boşalttık.

Yatınca kendimi dün geceki gibi köyde saydım. Arabada yattığımı yıldızlara baktığımı anlatmıştım. İşte gene bir haftaya yakın orada yatıp yıldızlara bakacağım. Ancak gündüzleri eskisi gibi dolaşma yerine çalışacağım. Yarın okulda kalışım biraz da bunun için. Hangi kitapları götürmen gerekir. Lise 1. 2. sınıf Cebir, Geometri, Tarih kitapları evde. Onlardan çalışmak yeter, Türkçe için Agah Sırrı ile İsmail Habip Sevük'ün lise kitapları burada. Onları götürmem, dönünce burada karıştırırım. Ancak Fuat Baymur'un Türkçe Öğretimi kitabını götüreceğim. Okuduğum kitapları sorarlarsa, hepsinin kısa da olsa özetleri var, hemen hemen hepsini anımsıyorum. Kitaplarda adı geçen kişilerin kendi dillerindeki yazımların çoğunu bilmiyorum. Bunu bir kusur sayacaklarını sanmıyorum. Bir ara kendime sordum, ben yarın burada niçin kalıyorum? Bunun yanıtı bence çok önemli ama buraya yazmayacağım; aklımda kalması yeter, bir başka zaman sanırım yazacağım. Neredeyse horozlar ötecek!

 

27 Temmuz 1943 Salı

 

En rahatlardan biri benim. Zili duydum ama kalkmadım. Yan taraftaki Orhan da öyle:

-Köyüm iki adım ötede, nasıl olsa giderim. Şimdi gündüzler uzun! dedi. Konuştuğumuzu duyan hemşerim Kadir Pekgöz hemen ranzaya tırmandı:

-Ne yatıyorsunuz, tembeller! Orhan yanıtladı:

-Bizim köylerimiz yakın, telaş etmiyoruz! Kadir boş bulundu, kendisinin de yakın olduğunu söyledi. Konuşmaya ben de katıldım. Kadir'e sordum:

-Öyleyse telaşa kapılanlardan biri olduğunu kabul ediyorsun. Kadir yüzüme baktı. Akşamki sözünü anımsattım:

-Lüleburgaz'a dek tabanvayla giriyorsun, Lüleburgaz'dan sonra sen de tabanvayla! Orhan sordu:

-Nasıl düşündün bunu? Kadir'den olumlu bir yanıt beklerden. birden sinirlendiğini görünce şaşırdım. Orhan'a:

-Sen beni aptal mı sanıyorsun? Ne demek nasıl düşündün? Ben düşünemez miyim? deyip ranzadan indi:

-Sizi adam yerine koyan! . . . . . . . . dediğini duyduk. Ben üzüldüm. Orhan aldırmadı:

-Kadir bu, sağı solu belli olmaz; az sonra gelip başka türlü konuşur! dedi.

Derslik boştu. Her sabah görmeye alıştığım Sami Akıncı bile yoktu. Arkadaşlar Sami'nin rahatsız olduğunu söylediler. Nedense Sami'de olan Almanca Büyük Lügati anımsadım. Arkadaş kaç kez:

-Lügatin bende, unutmuyorum, ayrılmadan önce vereceğim, unuttum sanma! Demişti.

Kahvaltıda Sami'yi uzaktan gördüm. Hasan, Yusuf, Salih, Hilmi, Harun beş Tekirdağlı arkadaş bir süre tartıştı: Yusuf'la Harun hep birlikte trenle Muratlı'ya dek birlikte gitmek istiyorlar. Hasan'la Hilmi de doğrudan okul önünden çıkacak bir araçla Muratlı'ya gitmeyi, Yusuf'la Harun'un trene oradan binmesini istiyor. Beşinci kişi Salih ise gülüyor:

-Beni aranıza çekmeye çalışmayın, atlar bir kamyona, yük üstünde bile olsa giderim! diyor. Mehmet Aygün güldü:

-İşte Tekirdağlıların arkadaşlık anlayışları bu kadar! deyince hepsi birden:

-Bunun Tekirdağlılıkla ne ilgisi var? İnsanlar arasında anlaşmazlık çıkmaz mı? Orhan'la ben de söze karıştık:

-Çıkmaz olur mu? Tüm savaşların nedeni anlaşmazlıklardan değil mi? Hilmi hemen ters ters baktı: Kırklarelililer için eğlence çıktı değil mi? Biz tartışırken Kadir Pekgöz geldi, bana:

-Abi ben yola çıkıyorum, bana bir diyeceğin var mı? Okul arkadaşlarına selamını götüreceğim, ayrıca bir diyeceğin var mı? dedi, göz kırptı. Teşekkür ettim, birlikte dönmeyi önerdim. Sevinerek ayrıldı. O gidince Orhan:

-İşte senin hemşerin böyledir. Şimdi sana sarıldı, dikkat et dönünce de bana sarılıp seni görmezden gelecek! Tekirdağlılar bu durumdan yararlandılar:

-İşte biz Tekirdağlılar bunun yapmayız! Masadan kalkarken hepimiz:

-Biz kırk kişiyiz, birbirimizi biliriz! Arkasından da kendi sayımıza çevirerek:

-Biz , 29 kişiyiz, birbirimizi çok iyi biliriz!

Dersliğe gidince Sami, elinde Almanca Lügat, teşekkür etti:

-Okumayı sürdürürsek gene çalışırız, değil mi? diye sordu. Trene yetişecekler koşturarak öteberilerini topladılar. Kamyola binerken de kalanlar onları uğurladı. Hüsnü Yalçın bana:

-İşte biz gidenleri hep böyle uğurlarız! deyince takıldım:

-Herhalde başkalarını uğurlamak hoş bir duygu? Bunu düşündüğüm için bugün ben de kaldım. Bakalım gerçekten güzel bir duygu mu? Hüsnü hemen:

-Çok üzücü! Yanıtını verdi. Ben de:

-Öyleyse yarın bizim köye gidiyoruz! deyince Hüsnü duraksadı. Ne düşündüyse:

-Gidersem yalnız mı döneceğim? Birlikte döneceğimizi, pazar gününe dek bizde kalacağını anlattım. Çok sevinir gibi bir durum takındı. Bu arada Tekirdağlılar anlaşmışlar yola çıktılar. Yolda araç beklerken onlarla birlikte olduk. Bir saat kadar konuştuk. Hüsnü'nün benimle gelmesine hepsi sevindi. Onları uğurlayınca Hüsnü'yü Yeni Bedir' götürdüm. Kamber Amcamla Bulgarca konuştular. Hünü'ye babamla da konuşacağını söyleyince Hüsnü iyice kararını kesinleştirdi. Okula öğle yemeğinde döndük. Son Kırklareli tren grubunu uğurladık. Kitaplığa gidip alacağım kitapları seçtim. Fuat Baymur'un hiç açılmadık yeni gelmiş bir Türkçe Öğretimi kitabını buldum. Hüsnü geleceğine göre zaten fazla çalışamam. Olanak buldukça karşılıklı sorular sorarak bazı konuları toparlarız. Köy Enstitüleri Müfredat Programı ile Türkçe Öğretimini hazırladım. Fahrettin Şen Kitaplık nöbetçisi. Fahrettin Şeni' görünce bizim köye gelen Süt alıcıları anımsıyorum. Fahrettin'in akrabası olduklarını söyleyerek Kepirtepe üstüne bir yığın saçma sapan söz söylemişlerdi. Fahrettin'i tanıdığımı söyleyince de sözlerini geri almak zorunda kalmışlardı. Fahrettin az konuşan, köylüden çok kentli çocuklarını andıran bir yapıda. Fahrettin'in İbrahim Öznal ya da Mehmet Aydemir'le aynı sınıfta olması da ayrı bir konu. Sanırım aralarında 10 yaş fark vardır. Mehmet Aydemir bir yana bir sınıf küçüğü Recep Türköz'le Fahrettin yan yana dursa ağabey kardeş değil neredeyse baba oğul diyecekler çıkar. Recep'in sınıfındaki Nuri Altınseven de öyle; Recep'in yanında ilkokul çocuğu gibi. Fahrettin'e ne okuduğunu sordum. Biraz telaşlandı, sanırım pek okumuyor. Az durduktan sonra Ömer Seyfettin'den, Reşat Nuri Güntekin'den okuduğunu söyledi, bir kaç da ad saydı. Kitaplık serin aynı zamanda sessiz olduğu için orada oturup bir süre okudum. Ben kalınca Fahrettin izin isteyip bir ara ayrıldı, uzun süre de gelmedi. Paydosa yakın kitap kurdu olarak tanınan Tevfik Uğurlu Fahrettin'le birlikte geldi. Sanırım dışarıda benim için konuşmuşlar, gelir gelmez Tevfik, Fahrettin'i bir süre övdü

-Az okur ama okuduğunu sindirerek okur! diye kesin bir yargıda bulundu. Başka gelenler oldu. Hasan Arabacı Fahretin'e seslendi:

-Hey çocuk! Bunu duyunca içimden güldüm. Az önceki düşüncemde haklıydım. Fahrettin görünüş olarak gerçekten Hasan Arabacı'ya göre bile çocuk. Bu kez de kendime güldüm: Bizim sınıfta da aynı olay var, benimle Hasan Üner, Yusuf Asıl belki daha birkaç arkadaş arasında 5-6 yaş fark var. Dışardan görenler bizim için de aynı sözleri söylerler. Nitekim 1939 Haziran ayında Lüleburgaz, Atatürk İlkokulu bahçesinde makine başında çalışırken gelen Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel sormuştu: Kardeş misiniz? Bir çok kardeş arasındaki yaş farkı bir ya da ikidir. Oysa bizim aramızda beş yaş fark vardır.

Arkadaşlar sordu:

-Sen neden gitmedin? Köyden dün geldiğimi, bugün dinleneceğimi söyledim. Kitaplık kalabalaştıkça konuşmalar arttı. Dersliğin daha sessiz olduğunu düşünüp döndüm. Bu kez de Şevki Aydın Öğretmen seslendi:

-Sen gitmedin mi? Yanına gidip durumu anlattım, odasına birlikte girdik:

-Gel sana yeni parçamı dinleteyim! dedi. Parça dediği benim La Paloma, ya da Komparsite gibi baskılı kağıtta ortasında GAVOT yazılı iki sayfa. Şevki Öğretmen önce Gavot'un ne olduğunu anlattı. Çok eskilerde bir dans müziğiymiş. Şimdi ise konserlerde çalınıyormuş. Büyük bestecilerin özenerek bestelediği parçalarmış. Baş tarafındaki ada baktım. TARTİNİ. Tartini adını okuyunca gülümsedim. Neyse ki Şevki Öğretmen neden gülümsediğimi sormadı. Sanırım Tartini adını garipsediğim anlamını çıkardı. Oysa ben Tartini sözünü ilk bakışta Tantili olarak görür gibi oldum. Bizim köyde Kara Hüseyin denilen kişinin bir adı da Tantili'dir. Tantili Hüseyin neşeli bir kişidir. Kahveye gelince çevresini şenlendirir. O bakımdan çok sevilir. Öyle olmasına karşın onun lakabı, kendisinin güldürücülüğünü aşarak kendisine güldürmektedir. İlk duyduğumdan beri Tantili Hüseyin dendiğinde hep güldüm. Oysa o kahveye gelince, konuşmalarını en çok dinleyenlerden biri de benim. O bunu bildiği için köye gittiğimde beni iyi karşılar bana kendi diliyle “Efendi!” der, sorular sorar.

Şevki Öğretmen yayını gerdi, akordunu yaptı. Kolunu bir kaç kez dirsekten oynattıktan sonra çalmaya başladı. İlk izlenimime göre güzel bir parça. Akordiyonla çok rahat çalacağıma inandım. Bu arada, Hasanoğlan'da kısa bir süre bize Müzik çalışması yaptıran Behire Bil Öğretmeni anımsadım. O, kesinlikle akordiyon sevmiyor: Kemanın yanında akordiyonun sözü mü olur? deyip susturuyordu. Bunu bildiğim için Şevki Öğretmene düşüncemi söylemedim. Aklımdan geçenleri okumuş gibi Şevki Öğretmen bana:

-Sen bunu az çalışırsan akordiyonla rahat çalarsın, istersen al, bir gözden geçir! dedi. Teşekkür ettim, köyden dönünce çalışacağımı söyledim.

Derslik bomboş, öyle görünce üzülür gibi oldum. Genellikle gündüzleri bu saatlerde arkadaşlar pencerelere dizilip dışarda gördüklerini içeriye aktarırlardı. Mehmet Yücel'i anımsadım, genellikle kızları yanına alıp okul önüne çıkan Pesent Ilgaz Öğretmeni görünce:

-Kurk, kurk, kurk, yapmaya başlar. O öyle deyince pencerelere üşüşülür. Bakıp yerine dönenlerin konusu kesinlikle CİVCİVLER olur. Arka pencerelere bakanların çoğu öğretmenleri izler. Evlerde oturan öğretmenlerin geliş gidişi oradan iyi görülür. Eve en çok gidip gelen Talat Tarkan Öğretmen olarak saptanmıştır. Pencereden bakan birisi:

-Bu üçüncü! deyince Talat Tarkan Öğretmenden söz edildiği anlaşılır. “GELİYOR!” denince Müdür Bey olduğu bilinir. Eğer öğleden önce ise uyarı başlar:

-Aman ha, dışarı çıkmayın! Çünkü Müdür Bey için daha ilk geldiği günlerde bir rivayet dolaşmıştı. Rivayet de sözde Eşi Leman Öğretmenden çıkmışmış:

-Müdür Bey, sabahları çok asabidir; olur olmaz şeylere kızar! Yatakhane tarafındaki pencerelerden daha çok Revir, Yatakhane, atölyelere giden yollar gözlenir. Ancak bu pencerelere kolay kolay kimse yaklaşmaz. Orası benim köşe tarafı olduğundan önce ben engel olurum. Revir yolu için son zamanlarda Harun Özçelik için sayı başladı. Tıpkı Talat Tarkan Öğretmen gibi: Revir bir ya da revir iki, denince Harun Özçelik'in gidiş gelişi anlaşılır. Öteki taraflara gidip gelenler çok değişken olduğundan genel bir söylemi yoktur. Çok ender olarak Nachtigall, Sırıklı, Sazan, Kınalıyapıncak, (ara ara Suna) Madam, sözleri edilir.

Gidip kendi yerime oturdum. Sıralar hep boş. Hüsnü ile Emrullah'ın olması gerekir. Aldığım kitabın sayfaları açılmamış, cebimdeki küçük tarağımla (Kamptan sonra saç izni çıktığından tarak taşıyorum) sayfaları açtım. Birkaç sayfa okumuştum ki yalnız olarak Emrullah geldi. Emrullah'la yalnız yalnıza kalınca doğrudan onun da bizimle gelmesini söyledim. Emrullah söyleneni kolay anlamayan arkadaşlarımızdandır; hiç değilse ben öyle biliyorum. Oysa Emrullah çok anlayışlı bir tavırla bana:

-Yapma be arkadaşım, bir hafta bizi ne yapacaksın köyünde? Biz zaten huzursuzuz, gelip senin tatilini de mi berbat edelim? Biz, Hüsnü'yle eni konu konuştuk, sonunda onun gitmemesine karar verdik. Bizim bir kararımız daha var; ikimizi de gönderirlerse okumaya gideceğiz. Öğretmen olarak atanmaktan vazgeçtik. Gitmeden önce istersen bir günlüğüne senin köyüne geleceğiz. Bunu ben istedim, Hüsnü de bana uydu. Bu nedenle de Hüsnü'ye kırılma! Biz konuşurken Hüsnü geldi. Ellerini iki yana açarak bakışlarıyla özür diledi. Hiç duymamış gibi öteki kararlarını kutladım. Ben de okumaya gideceğime göre, birlikte daha neşeli olacak deyip, bostanların, üzümlerin o zaman daha bol olacağından söz ederek konuyu kapattım.

Merdiven altından sesler geldi, satranççılar yüksek sesle gülüştüler. Oraya gittim Mehmet Pekgirgin Öğretmen Cavit Kafkas'la satranç oynamış, Cavit'i yenmiş. Şenlik ondanmış. Rafet Kurşun kolumdan çekerek başıyla işaret etti. Rafet çok ağır oynuyor. Sabrım tükendi, ama dişimi sıktım. Benim oynadıklarımdan biri de Hasan Bozkurt. Hasan bana yol gösterdi. Buna kızan Rafet oyunu bozdu. Böylece yenilmekten kurtuldum.

Hüsnü nöbetçilerle konuşmuş, yemeğe geç gittik. Giderek okulda kaldığıma pişman olmaya başlamıştım, neredeyse yemekten vazgeçecektim. Yemek deyince kendi kendime güldüm: İyi ki dün gelirken yiyecek getirmemişim, ablama uyup hazırladıklarını alsaydım şimdi onlara üzülecektim. Ablacığım: İki delikanlı, askerler gibi torbacıkları sırtınıza takar gidersiniz. Yükle görünmek istemezseniz Burgaz (Bizim köyde Lüleburgaz'a herkes kısaltılmış olarak “Burgaz” der) içine girmeden sol kıyıdan yolunuza çıkarsınız! demişti. Neredeyse bize karpuz bile taşıtacaktı.

Derslikte üç kişi kendi kendimize konu bulup bir ara güldük. Hüsnü bir arkadaş seçip yerine oturuyor, kendi gözlemine göre o arkadaşın yaptıklarını yapıyor. Önce 79 Ahmet Güner'den başladı. Ahmet birine sataşmak için önce bakıp ”Şişt!” ediyormuş. Sonra da çenesini ileriye uzatarak göz kırpıyormuş. Bu genel olarak “Yanıma gel!” anlamına geliyormuş. Kendisi gitmek isterse bu kez alnını oynatarak kaşlarını kaldırıyormuş. Bu ise “Geleyim mi?” sorusuymuş. Hüsnü hiç düşünmeden sınıfın en son numarasıyla başladı. Öyle olunca arkasından 78 numara olarak o gelince kendini atladı, bu kez de 77 Emrullah geldi. Hüsnü onu da atlayınca ben karşı durdum: Olmaz öyle şey, madem başladın, kendini de anlat. Bu kez sıra kendisine geleceği için Emrullah araya girdi: Neden numara sırası olsun? Ardından da Hilmi Altınsoy'un adını verdi. Hilmi Altınsoy çalışmayı sevmeyen bir arkadaşımız. Sahiden çalışma saatlerinde sık sık yer değiştirir. Elindeki işi bırakınca önce iki elini sıra üstüne koyup parmaklarıyla sayı sayar gibi sıraya dokunurmuş. O böyle yapmaya başlayınca yanındaki sıradan kalkıp gidermiş. Onu az ileriden izleyen Abdullah Erçetin gelip boş yere otururmuş. Ondan sonra ikisi fiskosa başlarmış. Mustafa Saatçı, en şakacı arkadaşlarımızdan biri. İlk günden beri de sınıfın en çalışkanı olan arkadaşımız Sami Akıncı ile birlikte oturmaktadır. Sami Akıncı'yı sıradan kaldıramadığı için genellikle kendisi kalkıp başkalarını yanına gider. Ancak gideceği yerler bellidir: Mehmet Yücel, İsmet Yanar; Hüseyin Serin, Sefer Tunca, Arif Kalkan. Ancak bu arkadaşların yanlarındakileri kaldırmak kolay olmaz. Mustafa Saatçı onun çaresini bulur. Kalkıp tahtaya bir şeyler yazar. Örneğin Fettah'ın hoşuna girmeyecek bir yazı yazar. Fettah sinirlenip kalkıp silerken Mustafa Saatçı Sefer Tunca'nın yanına oturur. Fettah gelip bir süre kaldırmak için uğraşır. İşte bu süreçte Mustafa Saatçı gönlünü eğlemiş olarak yerine döner. Çok yer değiştirenlerden biri de Bekir Temuçin'dir. Hüsnü onu anınca Emrullah karşı durdu:

-Bırak şu cıbırı, adının anılmasını bile istemiyorum! Nedenini sormadım. Zaten zil çalmıştı, az bekledik yollar tenhalaşınca sessizce yataklarımıza gidip yattık. Sabah erkenden Tarım bölümü tarafından yola çıkmayı düşündüm. Okul önünde önünde öğretmenlerle karşılaşmak istemedim. Görenler, niçinini, nedenini sorarlarsa verecek bir inandırıcı yanıtım yok. Yatınca dün gitmeyişimi eleştirdim. Kalışımın ne anlamı vardı? Kendimi suçlar gibi gözlerimi kapadım.

 

28 Temmuz 1943 Çarşamba

 

Zili duymamışım, Hüsnü uyandırdı:

Kahvaltıya gene biraz geç gideceğiz, dedi. Başımla olur işareti verdim ama kararım başkaydı; Yemekhaneye yaklaşırken Tarım bölününe yönelip tepenin arkdından Lüleburgaz yoluna çıkmak. Emrullah'a Allahaısmarladık bile demeden ayrılsam olur mu? diye düşünürken Emrullah geldi. Çok neşeli, rüya görmüş. Rüyasında Halil Basutçu evlenmişmiş. Halil Basutçu derslikte otururken Eğitimbaşı gelmiş, Halil'e:

-Sen burada neden oturuyorsun? Hadi gelinin yanına! demiş. Emrullah gülerek anlattı. Bir yorum yapamıyoruz. Benim aklıma önce Halil'in rahatsızlığı geldi. Sonra da ürpererek İsmet'i anımsadım: Yoksa biri İsmet'in durumunu mu okul yönetimine bildirdi? Hüsnü rüyaların bilinmezliğinden söz etti. Kendisinin rüyalarında öyle çok evlenmeler gördüğünü, sık sık da kendisinin Bulgaristan'a gittiğini söyledi. Derslikte böyle şeyler konuşarak kahvaltıyı bekledik. Öğrenciler kahvaltıdan çıktıktan biraz sonra biz de gittik. Kapıya dönerken ben özür diledim:

-Masalarda öğretmenler var, onlar benim neden kaldığımı sorarlar. Verecek doğru bir yanıtım yok, hoşça kalın! deyip yürüdüm. Az gidince dönüp baktım. Emrullah'la Hüsnü arkamdan bakıyorlar. İkisi de sağ ellerini kaldırarak salladılar. Bu yürekten bir güle güleydi. Elektrik santralının arkasından yola çıktım. Elim boş gibi, iki ince kitap. Bir saat olarak söylenen Kepirtepe-Lüleburgaz arasını koşar adımlarla yürüdüm Milletvekili Şevket Ödül'ün bahçe köşesinde saate baktım, arkadaşlardan ayrılalı 35 dakika olmuştu. Adımlarımı ağırlaştırarak köyden karpuz getirecekler olabileceğini düşünerek pazar alanına uğradım. Hiç kimsecikler yoktu. Çarşı içindeki Çay Bahçesinde çayla yemek üzre iki simit alıp iç tarafta bir yere oturdum. Karşıdaki Terzi Şükrü görmüş seslendi:

-Dükkanda kimse yok gel!

-Çay söyledim! deyince:

-Çaylar buraya gelir! diyerek çaycılara işaret etti.

Dükkana geçip bir güzel kahvaltı ettim. Şükrü laciverte yakın, içinde ince yeşil çizgisi olan bir kumaş gösterdi. Subayların çok sevdiği bir renkmiş. Özellikle terziye hanımlarını getirip kumaş seçtiriyorlarmış. Bayanlar da bu kumaşı çok istiyormuş. Bu, getirttikleri üçüncü topmuş. Hemen inandım, ölçü vermeye davrandım. Ölçüye gerek görmedi, kemeri örgülü (Kız peliği) giysilerimi yeni dikmişti. Bu, arkası düz, yakalar sivri olacak! Şükrü güldü:

-Bu kumaş zaten ona gider, sen onu bize bırak! dedi. Bir sonraki cumartesi prova yapmak üzere ayrıldım. Çarşıdan geçerken ortalığı çok tenha gördüğümden olacak bir an önce yola çıkmak istedim. İki gün önce Halil'le konuşarak çıktığım yolu bu kez yalnız olarak çıktım. Her yalnız yolculuğumda olduğu gibi gene ezberlediğim şiirleri sıraladım. Röslein'i tökezleyerek okudum. Bu kez de kendi kendime bir karar verdim: Bu şiir bana uğur getirmeyecek! İçimden bir ses böyle diyor. Tam değilse bile içimde böyle bir kuşku var. Ezberlediğim şiirleri kolay kolay unutmazken onu bir türlü baştan sona okuyamıyorum. Ali'yi, At'ı, Çoban Çeşmesi'ni, Mahurdan Gazel'i, Namık Kemal'i, İzmir Yolların'da ya da Fikret'in Mezarında'yı hiç unutmazken Röslein'in ikinci dörtlüğünde tökezleyiveriyorum. Bunu önceleri Almancasını tam bilmediğime yoruyordum. Oysa şimdi Türkçesini çok iyi bilmekteyim. Göllere gelince üzüldüm, ikisinin de suları ya bitmiş ya da çok azalmış, karşıdan görülmüyor. Sabahat Öğretmene verdiğim Göl şiirimi anımsayıp güldüm. Sabahat Öğretmen o şiiri neden beğenmedi? Sabahat Öğretmen ilk geldiği günler bana daha yakınlık gösteriyordu, sonra sonra bu yakınlık azaldı giderek de zıtlaşmaya döndü. İşte bunu bir türlü anlamadım. Bir keresinde biricik oğlu Alpay'ı bile benim yüzümden tartaklamıştı. Çocukçağız tartaklanma denenini anlamadan uzun uzun ağlamıştı. Akordiyon çaldığım için yanıma geliyordu. Kesinlikle akordiyona hevesleniyordu. Beni böyle tanıdığı için akordiyonsuz görünce de gelip elimi tutuyordu. Akın piyesinin provalarında da böyle bir durumunu görünce Sabahat Öğretmen hışımla gelip çocuğu, neredeyse sürükleyerek götürmüştü.

Hamitabat ansızın karşıma çıktı. Sabahat Öğretmen Hamitabat'ta da bana karşı olan tavrını göstermişti. Milletvekili Zühtü Akın'ın Konak bahçesinde otururken evde bulunan benim ilkokul arkadaşım benimle konuştular. Onlar çekindikleri için bahçeye çıkmamışlardı. Onlar içeride ben dışarıda bir süre kapıda konuştuk. Konuştuğumuzu görenlerin ilgisini çekmiş olacağız soranlar oldu. Soranlardan biri de Suna'ydı. (Piyes adı) Sabahat Öğretmen konuştuğumuzu görünce birden sesini değiştirip öğretmenliğini anımsatmıştı.

Kahvelerin önüne gelince gerçek Hamitabat'a geldiğimi anladım. Bu kez çağıran falan olmadı ama ilk kahveye sapıp kendi çayımı içtim. Köy kahvelerinin yaz mevsiminde böyle olduğunu çok iyi biliyorum. Şimdi bizim kahve de böyledir. Köye yönelince de bu kez fazla bir düşünceye saplanmadım. A'yı görebileceğimi ummadığımdan o tarafa bakmadım bile. Köyü görünce de fazla duygulanmadım. Ancak iki gün önce Halil arkadaşın, bizim köyle Hamitabat'ın birmiş gibi bakışına bir kez daha şaştım. Hamitabat'ı önce gördü, içini gezdi. Üstelik tam karşısına çıkıp kuş bakışı saatlerce baktı. Öyleyken tepeden görünce bana:

-İşte köyün göründü demesi şaşırtıcı. Hele de az sonra bizim köyü tepeden görünce:

-A, senin köyün de Hamitabat'a benziyormuş! demesi daha şaşırtıcı. Çünkü bizim köy topu topu 66 hane. Oysa Hamitabat 350 hane. Neredeyse bizim köy gibi 6 köy edecek. Köprüye inince dere boyundan kavaklara dek yürüdüm. Oradan da sanki köyde yürüyormuş gibi kahveye girdim. Babam, beklemediği için önce bir:

-Aaaa! çekti, ne zaman geldiğimi sordu. Kısaca olayı anlattım. Okulumuzun ilk mezun vereceği için kesin emirleri sürekli Milli Eğitim Bakanlığına sorduklarını, oradan gelen emirleri uyguladıklarını anlattım. Babam:

-İyi oldu, geldin şimdi bir hafta yat, dinlen, sen ne karar verirsen onu yap, biz senin işlerine karışmayacağız. Köydeki yaşamı görüyorsun, işler bildiğin gibi değil, devlet bize yardım etmiyor daha çok çalışmalarımızı köstekliyor. 3 yıldır asker olan iki ağabeyin ancak işlerinin başına dönebildi. O da kesin değil. Bu arada bağlarımız bakımsızlıktan bozuldu. Fabrikanın ayağına kendimiz götürdüğümüz pancarın geçen yılkı parasının bir bölümünü daha alamadık. İşte köy, işte köyün durumu. En iyisini sana Mustafa (Eğitmen) anlatır. Çocukcağız ağzıyla kuş tutsa makbule geçmiyor. Okumanı sürdürürsen hiç değilse köydeki bataklıktan kurtulursun. Babamı dinlerken bir hafta izine gerek yok, babam düşüncesini 10 dakikada anlattı. bundan sonraki zamanımı derslerimi çalışmaya ayırmam, iyi bir sonuç alıp Hasanoğlan'a gitmem gerektiğine bir kez daha karar verdim. Babam taze çay getirdi. İsmet'i sordu. Biz ayrıldıktan sonra babam da Halil'in rahatsızlığını öğrenmiş, üzüldüğünü söyledi. Eve çıkarken evinin önünde Küçük Ablamı gördüm. Yeni evine taşınmış. Geçen geldiğimde görememiştim onlara uğradım. Saim sevindi. Bir paket şeker almıştım, ona sevindim. Şekerler oldukça iri, Saim ağızlamakta zorlandı. Ablam yemek durumumu sordu. Aç olduğumu söyleyince yumurta pişirdi, ayranlı yumurtalı bir yemek yedim. Eve geçince evin kapalı olduğunu gördüm. Büyük Ablam tarlaya gitmez, komşuya gitmiş olabilir deyip hayattaki sedire uzanıp kitabımı açtım. Birkaç sayfa ancak okumuştum ablam görünce tıpkı az önceki babam gibi bir:

-Aaaa! çekti. Arkasından, hiç beklemiyorduk, ne oldu? Hayırdır inşallah! dedi. Olayı kısaca anlattım. Ablam da sevindi:

-İyi olmuş, pazar gününe dek yat dinlen, okursan daha çok sıkıntıların olacak, hazırlan! dedi. Yemek durumumu sordu. Ablama uğradığımı anlattım. Ablam:

-Bir saat kadar dinlen, sonra birlikte gidip biberliği sularız! dedi. Kitap okumamı sürdürdüm. Ancak okuduklarım bir türlü aklıma girmedi. Daha ilk sayfada Türkçe Öğretiminin Psikolojik Esaslarında duraksadım. Örneğin:

İşitsel bir tasarım-Devimsel tasarım, Görsel tasarım, Grafik devimsel tasarım ayırımlarını ayrı ayrı anlıyorum da onların birleşme olayı bana biraz karışık geliyor. Bunu yorgunluğuma yorup bıraktım. Kendi kitap sandığımı açıp eski kitapları çıkardım. Kitaplar arasından çıkan Ortaokul 2. sınıf Almanca kitabını görünce yolda takıldığım Röslein şiirini anımsadım. Karıştırarak bulup okudum. Şiiri okuyunca şaşılası bir durulukla şiiri ezber okudum. Başka zaman neden takıldığımı bir türlü çözemedim. Sonra da önemsememeye karar verdim. Daha önce tasarladıklarımı gerçekleştiremediğime göre bundan sonra ezberlesem ne olacak ki? Önemli olan onu geçmişteki günlerde yapmaktı. Bir ara iyice yakınlık kurmuştum. O ilişkilerin sürüp gideceğini sanıyordum. Oysa onların tatili, bizim kamplar, uygulamalar derken bu güne geldik. Bundan sonra sanmam iki ikiye gelip konuşabileyim. Bundan sonrası da can sağlığı; okumayı sürdürürsem belki tatillerde karşılaşırız. C ile yaptığım gibi karşılaştıkça geçmişten söz edip bu günleri anımsatırım. Kendime güldüm; “Röslein'i o zaman tam olarak okursun!”dedim, kendime. Bir an için yıllar sonra karşılaştığımı varsaydım:

“Kırda bir funda ya da yabangülü dalında bir güzel kırmızı gül açmış. Açan gül çok güzelmiş. Onu gören bir delikanlı bakmakla yetinmemiş, gitmiş, koparmaya kalkışmadan sormuş:

Güzel kırmızı gül, çok güzelsin, seni çok beğendim; elimde değil seni koparacağım. Biliyorum koparınca canın acıyacak. Güzel kırmızı gül konuşmuş:

Delikanlı beni beğendiğin için teşekkür ederim. Kopardığın için değil, koparırken eline dikenlerim batar. Dikenlerimin yarası canını çok acıtır. Bu nedenle senin çekeceğin acılar için üzülürüm.”

diyerek söze başlarsam ne der acaba? Bunu geçmişte söylediğimde ne demişti? İki arkadaştılar. Arkadaşı:

-Ay, ne acıklı şarkı! demişti. Röslein ise belli belirsiz renk değişikliğiyle:

-Ya, öyle mi demiş? deyip gülmüştü. Belki gene öyle söyleyecek, belki de anlamazdan gelecektir. Kitabı açmışken bilmecelere baktım. Almanca uçmuş gitmiş, birden üzüldüm. Söz dizilerine baktım. Bakınca sözleri de olduğu gibi biliyorum sanıyorum. Kitabı kapatınca ortada hiç birşey kalmıyor. Fuat Baymur'un yazdıklarını anımsadım:

Hani İşitsel ya da Görsel tasarımlar nerede? Çocuk, kedi deyince kedinin şeklini sesini, hareketlerini anımsarmış. Ben neden yıllardır okuduğum şiirin tümünü aklımda tutamıyorum? Yoksa Röslein'i yürekten sevmiyor muyum? Buraya bir nokta koyup kitabı kapattım. A'yı yıllar sonra yakından, hem de kendi isteğiyle yakından görüp konuştum. Ona da çok söyleyeceklerim vardı. Onları da uzun uzun düşünüp yazmıştım. Ama karşılaşınca hiç birisini söylemedim, söyleyemedim. İki ikiye kalsak söyleyecek miydim? diye kendime soruyorum. Sağlıklı bir yanıt veremiyorum. Bu biraz da ona bağlı bir konu. Röslein için de geçerli. O öğretmen olduğuna göre görüşmek A'ya bakarak daha kolay olacaktır. Ancak onun da kendine özgü değişimi, bu değişimin getireceği koşullarla çevrilecektir. Kuşkusuz öğretmenler arasındaki ilişkiler öğrencilik ilişkilerinden çok farklıdır. Bunu düşünürken Hasanoğlan'daki Müzik öğretmenimiz Süheyla Başokçu'yu anımsadım. Bir gün çalışma yaparken nişanlısı Şerif Baykurt gelmişti. Şerif Baykurt karşıdan nişanlısını gördü, görmezden gelip gitti. Süheyla Öğretmen de onu gördü ama görmezden geldi. Onların darılışmış olduklarını düşündüm. Daha sonra yemekte birlikte görünce şaşırdım. Bu kez de barıştıklarına hükmettim. Şerif Baykurt'la hemşeri olarak tanışıyorduk. Bu durumu söyleyince gülmüştü: Hemşerim, biz öğretmeniz, o dediğini öğrenciliğimizde yapardık ama, öğretmen olarak yaptığımızın dışında yapabileceğimiz pek fazla bir şey yok. Bunu sen de öğren, öğrencilikte yapabileceklerini yap, sakın yapacaklarını benim gibi öğretmenliğe bırakma. Sonra ta Kayseri'den gelip buralarda pineklersin! demişti. Hemşerim Şerif Baykurt “Buralarda pinekliyorum” demişti ama bence pek öyle değildi. Özellikle meslekdaşı Sanatbaşımız Mustafa Güneri aynı okul çıkışlı olan Resim Öğretmeni Şerif Baykurt'a ağabeylik ediyordu. Öyle olduğu için anımsadığıma göre hemşerim o yaz en az dört kez gelip gitmişti. İşte bende bir takıntı daha! Nereden nereye; Süheyla Öğretmenle karşılaşacak mıyım? Karşılaşınca ilk sorusu:

-Keman ne durumda? derse ne diyeceğim? Ya Ahmet Gürsel Öğretmenle karşılaşınca :

-Bir Harmonik demet kesiği her doğru üzerinde harmonik bölüm meydana getirir (mi?) derse ne derim? Ayrılırken öyle demişti. Özellikle Sami ile bana:

-Sizden umutluyum, askerlik ayrılığımızı iyi değerlendirmiştiniz; gene öyle olmasını diliyorum. Hiç değilse kaldığınız yerde durun; bu da yeter. Çünkü sağlam bir yerde durma, ilerlemek için sağlam bir dayanktır. Buna ilerlemenin sağlam zemini diyoruz; bu da ilerlemenin bir parçasıdır. Sizin anlayacağınız, Kitabımızda katiyen gerileme yok! Olmamalı da! demişti. Lise 1. Sınıf Geometri kitabımı karıştırıyorum. Harmonikler konusu kitabın sonunda. Demek biz öğretmenle ancak geometrinin orasına dek gelebilmişiz. Kitaba bakınca buradaki soruları çözeceğime inanmakla birlikte benzer problemleri dışardan verdiklerinde ne yapacağım? İyisi mi Ahmet Gürsel Öğretmenle hiç değilse bu sıralar karşılaşmamalıyım. İlerde bu konuları sürdürürsem ya da tümüyle yön değiştirirsem özrümü affettiririm.

Horozların sesi geldi. Rüya mı? toparlandım, gündüz kılığımla yatıyorum. Ablam üstüme bir şilte atmış. Uzun bir süre uyanık kaldım. Horozlar gene ötmeye başladı. Ancak bu ötüşün kısa olduğunu biliyorum. Çünkü arkasından tavuklar tünekten iner, bu da sabahın olduğun gösterir. Horoz gogurtuları bu kez yem çağrılarına döner. İnsanlar kalkar, onların sesleri egemen olur. Bunları düşünürken gene uyumuşum.

 

29 Temmuz 1943 Perşembe

 

Ablamın sesindiğini duydum:

-Kalk kahvaltı et, gene yat!

Kalktım. Ablam, bu gevşekliğimi çok yorulmuş olduğuma yordu. Yorgunluktan olmadığını ya da düşünmeye çalıştığım kimi durumları doğru düşünüp düşünmediğimi düşünürken yorulmuşum! dedim. Ablam telaşlandı:

-Bizim bilmediğimiz ya da bize söyleyemediğim bir sorunun mu var? diye sordu. Ablama:

-Size söyleyemeyeceğim ne sorunum olur? deyince ablam gülümseyerek:

-Gençsiniz, gençlerin sorunları olur, onlar bunları hep saklamaya kalkarlar, bak geçen gün gelen arkadaşınız için Şehri kadın “O çocuk sırıl sıklam bir kıza aşık, bunu söyleyemediği için baş ağrısına dönüşmüş!” dedi. Hiç bir şey düşünmeden, “Hoppala, kocaman bir yalan, Şehri Kadın nereden bilecek böyle şeyleri, okur yazar bile değil! dedim. Dedim ama birden düşündüm; Şehri Kadın için böyle bir söz söylemeye hakkım yoktu. Sözümü çevirmeye kalkıştım. Arkadaş için başka özürler aradım, piyesi, ezberlediği şiirleri anlattım. Bir taraftan da kahvaltı ettim. Ancak konuştukça gözlerimi geriye çevirip piyes provalarını, tekrarları, konuşmaları, karşılıklı bakışları, dedikoduları bir bir anımsadım. Piyestekiler provalara gittiğinde arkalarından söylenenleri anımsamaya çalıştım. Neden olmasın? Suna rolünü yapan güzel bir kız. Bir çok arkadaş değişik söylemlerle onu övüyor. Örneğim Mehmet Yücel, benim de hoşuma giden en güzel adı taktı: Kınalıyapıncak! Suna olarak da rolünü güzel yaptı. Halil ona neden aşık olmasın? Böyle düşündüm ama içimden bir başka duygu geçti:

-Bu duygular kimilerinde çok mu etkili? Yoksa bende olduğunu sandığım sevgi böylesi etkili bir sevgi değil mi? Ne böyle derinliğine bağlanıyorum ne de vazgeçiyorum. Bu dördüncü, sözüm ona seçimim ama beni bu denli etkilemiyor.

Kahvaltıdan sonra gene kitap sandığımın başına oturdum ama, kitap değil Halil'in başağısını düşündüm. Halil'e sorsam kesinlikle söylemez. Kıza zaten soramam daha doğrusu sormam. Ancak benim bildiğim Suna bundan habersiz; daha doğrusu ben öyle olmasını istiyorum. Konuşurken Halil Abi deyişini anımsıyorum, ekmek, su der gibi söylüyor. Küçük bir kuşkusu olsa dili ya da gözleri onu ele verirdi. “Haydi!” dedim içimden, bir hafta sonra bir yandan sınavlar bir yandan da bunun aslını araştırmak var. En küçük bir ilişki sezince bana ortalıktan sıvışmak kalacak. Düşünüyorum büyük bir isteğim yok, bağlanmak istemiyorum ama gözümün önündeyken başkasına bağlanmasını da istemiyorum. Benimki düpedüz kıskançlık!

Ablam seslendi:

-Biberliğe gidelim mi? Toparlanıp kalktım. Saplı su tenekelerinden iki kane alıp hazırlandım. Ablam gülerek:

-Biri yeter! dedi ama ben dengelemek için iki tenekenin daha yararlı olacağını söyleyip, yola çıktım. Ablamla konuşa konuşa Salim Dayımların evi yanından dereye indik. Dereye dönerken bahçesinde çalışan Salim Dayım seslendi:

-Hayrola gitmekten vazgeçtin mi? Uzun uzun anlatmamak için “Evet! deyip yürüdüm. Dere hemen bizim Biberliğin kapısı önünden geçiyor. Basamaklı iniş var, merdiven gibi. Olabildiğince hızlı dönerek biber; patlıcan, domates ocaklarını su doldurdum. Ablam güldü:

-Bir hafta su istemezler. Öyleyse cumartesi günü gelip biraz daha su taşıyayım sonraki hafta işe yarasın. Ablam karşı koydu:

-Ona gerek yok, haftaya orak bitmiş olacak. Oraktan sonra Gülsüm severek gelip suluyor. Onun için evden dışarı çıkma sayılıyor, arkadaşlarıyla konuşuyor!

Dönüşte öteki yoldan döndük. Çocukluk arkadaşlarımdan Nebi'lerin evi önünden geçerken Nebi'nin annesi kapı önündeydi; “Hoşgeldin!” dedi. Ablamla ayaküstü konuştular. Nebi'nin annesi çok değişmiş. Eski durumunu düşündüm, şimdiki durumunun kızı gibiydi. Nebi'ye oyun için giderdik. Oyunların biri de evcilik oyunuydu. Herkes birisiyle evlenir evini onunla paylaşırdı. Çoğunlukla yaşdaşlarımızdan eş seçerdik. Arkadaşlarımızdan adaşım İbrahim Nebi'nin annesini seçerdi. Önce bir sorun olmamıştı. Ancak tekrarlanınca bu konu tartışma yarattı. Bu arada Nebi'nin annesi pek iyi anımsamadığım bir nedenle bir gün bize zılgıt geçti. İbrahim ondan sonra Nebi'lere bir daha gelmedi. Yıllar sonra sorduğumda da o olayı unutmadığını söylemişti. Yaşlı teyzeye bakarken utanır gibi oldum. 22. yaşımda olduğuma göre sanırım en az 10-12 yıl önceleri düşlüyorum. Nebi de askerliğinin 3. yılını tamamlamak üzere. Ablam ayrılınca gülümseyerek:

-Seni beklettim, sıkılmışsındır! dedi. Sıkılmadığımı söyledim. Ablam sustu ama kesinlikle kendisini üzmemek için yalan söylediğimi düşünmüştür. Ne bilsin benim çocukluğuma gidip, o günleri yaşadığımı! Kahveye yaklaşırken Hanife Halamı kapıları önünde gördüm. Geçen gün yalnız olmadığım için gitmemiştim, ablamdan izin alıp gittim. Halam uzun süre rahatsız yatmış, şimdilerde iyileştiğini söyledi. Ne var ki ben pek iyi göremedim. Az önce Nebi'nin annesine baktığım gibi eski günlerdeki Hanıfe Halamı aradım. Yok, o canlı Hanife Hala gitmiş, yaşlı bir kadın gelmiş, onun yerini almış gibi geldi bana. Gene de güzel sözler söyledi, oğlu Hilmi'den yakındı, gelininden, torununa iyi bakılmadığından söz etti. Benim okumamı sürdüreceğimi duymuş, ona sevindiğini sözlerine ekledi. Benim oldum olası bu köyün insanı olmadığımı düşündüğünü, bundan sonra ise kesinlikle olamayacağımı söyledi. Bu duygu küçüklüğümden beri onu hep böyle yönlendirmiş. Oğlu Hilmi ile Köy okulunun 3. sınıfını bitirdikten bir süre sonra Hamitabat okulu 4. sınıfına yazılmıştık. Hilmi bir engeli bahane edip ayrılınca Hanife Halam, benim yalnız da olsa sürdüreceğimi söylemiş:

-Onun kısmeti okumada; o, ne yapıp yapacak ekmeğini okumadan çıkaracak! demişmiş.

Hanife Halamın işi olduğunu gördüğüm için fazla kalamadım, tekrar gelmek üzere ayrıldım.

Kahveye uğradım, babam yalnızdı, su almak için hazırlanıyordu. Su kaplarını alıp Bekar Arif'lerin kuyusuna iki kes gidip döndüm. Mahallede kimse yok, tavuklar bile araba yollarına çıkmış civcivlerini gezdiriyor. Aklımdan geçti: Şu anda bizim kahveye bir otomobil çıkıp gelse bir sürü civciv tekerler altında kalır. Bunları düşünerek eve çıktım. Dünkü kaldığım yerden sandıktaki kitapları birer birer çıkarıp baktım. Lise 1. Sınıf Tarih kitabını karıştırırken Jül Sezar'la (Julius Caesar) karşılaştım. Geçen yıl, Şekspir'in(Shakespeare) kitabını okumuştum. Oturup onu anımsamaya çalıştım. Bir gün önce Senatoya gidip yeni kararlarını duyurmayı tasarlıyor. Gelen gidenin duyuntularına göre Sezar'ın karşıtı olanların onu iyi karşılamayacağı söylentisi yayılmıştır. Falcılarsa daha karamsar haberler verirler. Bu durumda Sezar'ın karısı Calpurnia, Jül Sezar'ın Senatoya gitmesini önlemeye kalkışır. Ne var ki Sezar cesurdur, kendine güvenir; gitme saati gelince kalkar gider. . . Olayı anımsıyorum. Ancak bana sınavda böyle ayrıntılı anlattırırlar mı ki? Sezar senatoya girerken bıçaklanıp öldürülür. Bıçaklayanlar arasında kendi büyüttüğü, genç dostu Marcus Brutus vardır. 6-7 cani Sezar'ı bıçaklar ama Sezar kanlar içinde gene ayaktadır. Bu kez de Marcus Brutus bıçağını saplar. Sezar Brutus'u görünce sorar:

-Sen de mi Brutus? Bu söz sonraları hep söylenmiştir. Umulmayan bir insan kendisinden beklenmeyen bir işe kalkışınca sorulur:

-Sen de mi Brutus? Tarih kitabını bırakıp hayata çıktım. (Evin girişi bir metre yüksektir. Odaların önü boydan boya boşluktur. Karşılıklı yan duvarlara dayalı kanepeler vardır.) Ablam görmüş, sordu:

-Acıktın mı? Babama, kaygana denilen, benim çok sevdiğim yiyecekten yapmış. Üstüne bal sürerek tatlı tatlı yedim. Evin üst tarafındaki bahçeye (Altı dönümlük tarla) bu yıl mısır ekilmiş. Ablam, taze mısır toplamamı söyledi. Mısırlar neredeyse olgunlaşmaya başlamış. Uzun bir süre dolaşarak körpelerini seçtim. Arkadaşları düşündüm, sütlü mısır düşü kuruyorlardı. Oysa bizim Kepirdeki mısırlar henüz tümü sütlü durumda. Topladığım mısırları ablama getirdim. Ablam baktı. Gülerek:

-Sütlü mısır seçmeyi unutmamışsın! dedi.

Kitaplarımın yanına döndüm. Türkçe Öğretimi için yazılmış kitaptan hiç değilse bir bölüm okumak istedim. Takıldığım “Tasarım “sözünden sonra telaffuz, fonetik sözleri çıktı. Neyse, Telaffuz, sözü Osmanlıca-Türkçe Cep Kılavuzu'nda varmış, onu buldum. Telaffuz, söyleyiş, ya da söyleyiş biçimi. Bunu daha önce çok duyduğumu şimdi anımsadım. Konuşması pek düzgün olmayanlar için “Telaffuzu bozuk” deniyordu. Fikret Madaralı Öğretmen, telaffuzu bozukluk için Türkçe konuşan, yabancıları örnek vermişti. Hüseyin Rahmi Gürpınar'la Ahmet Rasim'den parçalar okutmuştu. Bundan sonra da derslikte, uzun süre dillenmişti. Sınıfımızdaki Hüseyin Serin, Hüsnü Yalçın, Emrullah Öztürk'ün, Kadir Pekgöz'ün, Mehmet Başaran'ın, İsmet Yanar'ın kusurlu söylediği kimi sözcükleri ele alıp patırtılara neden olmuştu. Emrullah'ın “Aynaşma”, İsmet Yanar'ın “öv”, Kadir Pekgöz'ün “ te be”, Mehmet Başaran'ın “Gelmeye, yapmaya”, Hüseyin Serin'in “zere, kim bilsin” Hüsnü Yalçın'ın “Çalışmaka, yemeke” türü sonradan düzeltilmiş söyleyişleri telaffuz bahanesiyle eleştirilmişti.

Eski defterlerime baktım, Hasanoğlan'a gitmeden önce köye gelmiştim; o notlarımı okudum. Hasanoğlan'ın adı yok, Ankara'ya gidiyormuşuz, okumayı orada sürdürecekmişiz. Örnekler de verilmiş, Edirne Öğretmen Okulu Sivas'a gönderilmiş, orada derslerini düzenli yapıyormuş, falan filan. . . Güldüm; biz, ders değil tamı tamına sekiz ay, günboyu inşaatta çalıştık. Birden içim sıkıldı. Demek, anılar da kimi zaman sıkıntılı olabiliyormuş. Kalkıp kahveye indim. Kahveye gelenler olmuş. Pazartesi günü Lüleburgaz'a gidenler gazete getirmiş. Gazeteleri açıp okuyan olmamış. Babam bana, okumadınsa al bak! deyip çıkardı. Ulus Gazetesi, büyük başlık altında:

Amerikan askerleri Palermo'da! İtalya diktatörü Duçe tutuklandı, yeni hükümetin başkanı Bodoglio.

Kahvedekiler gülümseyerek “Allah Allah, şu işe bak!” dediler. Arkadan varsayımlar başladı: İtalyanlar, Yahudi gibidir, ticareti bilirler ama silahtan korkarlar. Silah kullanmak yürek ister. Arkasından da:

-Hitler de böyle bir gün tutuklanacak mı acaba? Sorusu soruldu. Ancak bizim köyde çok kimse Almanları çok üstün tuttuğundan bu soruya doğrudan olmasa bile yandan yandan karşı durdular:

-Alman gavuru savaşçıdır, yenilse bile olabildiğince savaştan az zararla çıkmasını bilir! gibilerde koruyucu yakıştırmalar yapıldı. Gazetenin önemli haberi Mussolini'nin tutuklanmasıydı ama öteki haberlerde de Almanya'nın gerilediğini yazıyordu. Sovyet Ordularının 22 Temmuzda başlattığı iki koldan genel saldırı başarıyla sürüyormuş. İki ordunun da öncüleri direnişle karşılaşmadan Polonyanın Almanya sınrına dayanmış. Burasını sesli okumadım. Gazeteyi bırakınca bu kez bana sorular başladı. Okulumun bittiğini, okumayı sürdüreceğimi duyduklarından değişik düşüncelerini ortaya koyu koyuverdiler. Benim okuyacağımı hep biliyorlarmış. Henüz sınava girmediğimi, girip kazanmadan bir şey diyemeyeceğimi söyleyince onlar:

-Kesin, kesin sen bu işi burada bırakmayacaksın, biz bunu biliyoruz! deyip her zamanki konuşmalarını sürdürdüler. Bu ara karşılaşmalar da yapıldı:

Kızılcıkdere'de Necmettin Efe öğretmen olmuş. Hem de geçen yıl. Necmettin benden yaşça büyük mü küçük mü? Yaş konusu uzunca bir süre uzatıldı. Bu arada Öğretmen okullarının altı, bizim okulun 5 yıl olduğu tekrarlandı. Böylece Necmettin hem 6 yıl okumuş, hem de geçen yıl öğretmen olmuş. Yetmedi, Kumrular köyünden Küçük Ali'nin oğlu Mehmet liseyi bitirmiş daha yükseğe gidecekmiş. Liselerde dersler çok zormuş, o nedenle herkes liselere gidemiyormuş. Bu arada söz gene bana döndürülüp, başarımdan söz edildi. Edildi ama bu kez okumaya başlayıp, yarım bırakan tanıdıklarla karşılaşmalar yapıldı. Mehmet Ağa'nın iki oğlu Mehmet Ali ile Enver de okullarını yarım bırakmış, Deveçatak köyündeki Cafer gene iyice gevşekmiş, o hepten becerememiş, bu işi daha ortaokula bırakmış. Bizim köyden Hoca Mustafa'nın oğlu Emin de Ortakolu başlamış ama dersleri pek iyi gitmiyormuş. İlgiyle dinledim. Konuşan insanların hiç biri okur yazar değil. Hepsini yakından tanıyorum, beni sevdiklerini de söylerler, bunu da biliyorum. Ancak, okuduğum kitaplarda anlatılan insanlardan da zerrece farklı olmadıklarını da biliyorum. Yaptıkları bu konuşmalarıyla da bu kanımı perçinlediklerini içim sızlayarak dinliyorum. Beni sevdiklerini söylerken, başarısız Cafer'le karşılaştırarak ne yaptıklarını istediklerini anlamamak olası değil. Onlar kendilerini, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Yaban'ındaki Salih Ağa gibi kurnaz (akıllarınca) saymalarına karşın, Sadri Ertem'in Silindir Şapka Giyen Köylüleri gibi bile bile atlatılmış durumlarını kader saydıklarını bildiğimden, bu çelişik durumlarını onlara anlatmanın zorluğunu kavramış durumdayım. Nasıl anlatayım ki, az önce konuşanlardan biri, uzak da olsa akrabalarımızdan biridir. Bir kaç yıl önce Lüleburgaz'da buluştuk. Tam öğle saatiydi. Akrabamızın yanında eşiyle bir de komşu bayan vardı. Komşu öğle yemeği olarak yakında bulunan köfteciden köfteli ekmek alıp geldi. Bana da verdi aldım, ancak ben sarılı ekmeği alıp, yakındaki ağacın altına gidilmesini önerdim. Akrabam:

-Ne gereği var? deyip merdivenleri caddeye açık Ziraat Bankasının merdivenlerine çöktü. Öğle dinlencesi olduğu için karışan görüşen olmadı. Ben karşı ağacın yanındaki kanepeye oturup ekmeğimi yerken merdivenlerde bir takaza oldu. İşbaşı yapan görevliler, orada oturanları kaldırdığı gibi, incitici sözler de söylemişler. Akrabam bir süre sinirli sinirli söylendi. Bense kendi kendime utandım:

-Yaşlıbaşlı insan bu kadarcığı nasıl düşünmez? Düşünmediğini benimsesem bile benim uyarımı nasıl dikkate almaz? Bu olay öylece uzun süre içimde kaldı. Daha sonra ara dinlenmelerde köye gittiğimde akrabamı gördükçe içim sıkılarak bu olayı anımsıyordum. Ne denli yanıldığımı sonra anladım. Akrabam bir gün bu olayı hiç gereği olmayan bir konu arasında anlattı. Öyle anlattı ki, banka görevlileri büyük bir haksızlık etmiş, babalarının malı mıymış, Devletin bankasıymış, köylülerin verdiği paralarla yapılmışmış. Dinleyenler de onu desteklediler. Aralarından benzer öyküleri anlatanlar oldu. Hastaya bakan doktor birini bekletmiş, birisi askerlik şubesinde saatlerce bekleyip izin kağıdı almış. Sessizce onları dinledim. Hiç birisi anlattığında haklı değildi. Akrabamın hesabına üzüldüm, biraz da utandım. Bu insanların haksızlığa uğradığını küçüklüğümden beri biliyordum. Daha önceki notlarımda da yazmıştım, pancar taşırken en az bir ton yüklü pancar ara basını kantarcı 600-700 kg. yazıyordu. Bunu Bektaş Ağabeyimle bir öğle paydosunda kendimiz ölçmüştük. Kantarcı, tam bizim arabaya geldiğinde tartımı kesip paydos verdi. Her zaman düşürdüğü kapatıcı demiri bu kez düşürmeden gitmişti. O gidince Bektaş Ağabeyim arka sıradaki arabacıdan izin alıp arabayı kantara çekti. Kantar başına gelenlerr hep gördü tamı tamına 1100 kg. Ağabeyim arabayı yandan çevirip gene ön sıraya çekti. Kantarcı benim yaşımda bir çocuktu. Geldiğinde nasılsa önce dürüst davranır gibi yaptı, bizim araba tam 1000 kg. çıktı. Bektaş Ağabeyim sevindi. Ancak kantarcı yazarken 800 kg. yazdı. Tekerlerin çok çamur olduğunu, darayı arttırdığını söyledi. Böylece gene 300 kg. gitmişti. Bu denli haksızlık yapılan pancar alımında bu insanlar yıllarca kuzu kuzu gidip emeklerini verirler ama bunun önlenmesi için hiç bir çaba göstermezler. Özellikle de pancar işlerinde görevliler sık sık geldiklerinde onlara şölen vermekte yarış ederler. Pancarcıları, kahveye geldiklerinde hep gözledim, bilgisiz insanlar. Örneğin o gün bir gazete gelmişse, gazetelerin yazdıklarının tersini söyleyebilirler. Bir başka olay da tahsirdarların durumudur. Özellikle Yol Parası toplayan tahsildarlar. sözde görevlerinde titizdirler. Yol parası vergisi bekletilmez. Vermeyenler hapis cezasına çarptırılır. Tahsildarlar bunu bildiği için paraları toplayıp makbuz verirler. Makbuz verirler ama alanların bu makbuzları koruması, istenince soruşturmacıya gösterilmesi zorunludur. Yol Parası tahsildarı ikinci gelişinde topladığı para sahiplerinde bir kez daha para ister. Makbuzu gösteremeyenden parayı gene alır. Bu oyunu herkes bilir, bilir de makbusu saklamayı bir türlü beceremezler. Bu konuda uyarılar yapılır. Nitekim bu oyuna tüm köylüler gelmez, önce makbuz saklamasını bilirler. Olası bir kaybolmada tanıklar önünde zaman isterler:

-Makbuzum var, göstereceğim! Türü karşılıklarda tahsildar hemen kesin bir tavır almaz; o da bir zaman tanır. Belirttiğim şekilde sürekli yol parası borcu ödeyenler yıl boyu verdikleri ikinci ödeme için konuşurlar. Ancak dilledikleri tahsildar geldiğinde susarlar, adamın ağzından bal akıyormuşçasına onu dinlerler, çay üstüne çay ısmarlarlar, bir şey istesin de koşarak yapalım tavrı içinde çevresinde beklerler. Bunları düşünürken, başımızdan geçen bir olayı anımsadım. 1941 Nisan ayında Hasanoğlan'a gittiğimizde okul müdürümüz bizimle gelmemiş, onun yerine yeni bir müdür atanmıştı. Yeni Müdür ilk konuşmasında öğrencilerle konuşurken sözleri arasında:

-Eski Müdürünüzü seviyor musunuz? diye sormuştu. 280 öğrenci birden önce sevdiğini, avazı çıktığı kadar bağırarak söyledi arkasından da “Bizim Müdürümüz eskimez, o bizim hep müdürümüz olarak kalacak!” diye bir uyarı eki yaptı. Yeni Müdür sanırım yanlış bir söz söylediğini ayırdına vardı. Sözü uzatarak, köylerimizden, bizim neden bu okullarda okuduğumuzdan söz etti. Kendisi de Denizli ilinin Çan ilçesindenmiş. Çan ilçesinden, çevre köylerinden söz etti. Çan ilçesi halkı ile çevre köyleri halkının sürekli çatıştıklarından söz etti. Çevre köylüler, kendi aralarında bir söz genelleştirip yıllardır söyleye duruyormuş:

-Çanlının eşek bağladığı ağacı kes! Yeni Müdür, bu sözü de bir güzel açıkladı. Ne var ki; öğrenciler bu sözü de beğenmedi. Tümü değilse bile büyükçe bir bölümü toplantının sonunda:

-Bizim köylülerimiz böyle düşünmez! diyerek dağıldı. Daha sonraki olaylara da neden olan Yeni Müdür, kısa sürede müdürlükten ayrılmak zorunda kalmıştı. O müdürü anımsadıkça bu Çanlı köylülerin sözünü hep anımsadım. Bizim köylüler Lüleburgaz'dan gelecek insanların eşek bağladığı ağacı kesmek şöyle dursun, eşek bağlayacak ağacın en seçkini olması için yarış ederler. Olayın bir yanı böyledir. Ne var ki bir de öbür yan vardır. İşte, benim takıldığım öbür yan sanırım çok daha önemli: Kendine güvensizliğin verdiği eziklik, kendini korumasını engelliyor. Kendini koruyamadığı gibi en yakınlarının da kendisinden farklı olmasına gönülcüğü razı olmuyor. Olumlu ya da kazançlı bir durumda önce kendisinin sonra da yakınlarının kazanmasını isteme duygusuna benzer başarı duygusunu da aynı yönde kullanmak istiyor: Ben başarısızsam en yakınım da başarısız olmalı! Sanıyorum bizim köylülerin ortak yanları bu. “Sözde ister gibi görünerek, istemediklerini ele verme yarışı yapıyorlar!

Bu nedenle konuyu uzatmamak için söylenmeye çalışılanları anlamazdan gelip konuşmalarını salt dinlemekle yetindim. Ancak, okumaya gidersem buraları iyice unutacağım öne sürüldü. Bu yetmezmiş gibi şimdiden unuttuğum da söylendi. Bu kez doğrudan kişisel duygularım söz konusu edilince sınırlı olarak söze karıştım:

-Yok, o kadar da değil, sık sık köye geldiğime; hemen hemen herkesle karşılaştığma göre unutmam olası değil. Üstelik bize ödev veriyorlar, köylerimizin bir çok özel durumlarını yazıyoruz! dedim. Şakacı Çançik Ali üç aile sordu:

Karaahmet Ahmet,

Dedemet Mehmet,

Velibaşa Veli adlı komşuları tanıyor musun?

Güldüm. Karaahmet Ahmet, iki gün önce Lüleburgaz'daydı, konuştuk! dedim. Bu kez Çançik Ali'ye dönerek:

-Bahsi kaybettin! deyip üstüne yüklendiler. (İçimden) Tatsız bir yöne kayan konuşmayı böylece atlattığıma sevindim. Ancak bunun bittiği anlamına gelmediğini çok iyi biliyorum. Hemen hemen aynı insanlarla geçen yıl benzer bir tartışma yaşamıştım. Kepirtepe'de okuyan çocukların nerelerden geldiği söz konusu olunca Edirne-Kırklareli-Tekirdağ, İstanbul illerini saymıştım. Ben illeri sayarken birisi:

-Sen illeri milleri bırak, oraya zenginler çocuk göndermez, kenarda köşede okuyamayanları gönderiyorlar! dedi. Ben de gülerek:

- Ne var bunda, zenginler bizim köye de çocuk göndermiyor; bunun için üzülüyor musunuz? diye sormuştum. Soran da kendisine gülenlere sırıtarak katılmıştı. Konuşma böyle sürerken, Hamitabat köyünden Kepirtepe'de okuyan bir kızdan söz açıldı. Kızın sözü geçince oradan birisi “Bizim eski sığırtmacın kızı, öğretmen olacak (!) diye gülmüştü. O gülünce bizim okulların sığırtmaç çocuklarının sığırtmaçlıktan kurtulmaları için açıldığını, yoksa sırıtmaçların hep sığırtmaç kalmaması gerektiğini söyledim. Çiftçilerin çiftçi, ağaların hep ağa kalmasının yanlışlığını anlattım. İşte Kepirtepe'de bize bunları öğretiyorlar. Bunun için de Kepirtepe gibi okulları sevmeyenlerin, ağalar, beyler paşalar olduğunu; çünkü oradan yetişenlerin gelecekte onların ellerinden birşeyleri alacaklarından korkuyorlar. Yazık ki çobanoğlu çoban, sığırtmaçoğlu sığırtmaç olan kimi aptallar da onlara kanıp kendileri için açılmış okullara böyle kem gözle bakıyorlar! demiştim. Bu sözlerim o zaman oldukça yankı yapmış, ayrıca da kızgınlığımdan acı sözler söylediğim öne sürülmüşmüş. Benim, kızgınlıktan değil gerçeği söylediğimi bir çoğunun gene anlamadığını görünce, sonraki zamanlarda kısa değinmelerle Köy Enstitüleri'nin amaçlarını daha ılımlı bir dille olanak buldukça açıklamıştım. Ayrılmayı düşündüğüm bu günlerde benzer bir sert gerginlik olmasını istemedim. Eskiden olduğu gibi sık sık gelemeyeceğime göre yanlış düzeltme şansım da azalacaktır. Varsınlar istedikleri yorumu yapsınlar. Babamın bana olan güvenini biliyorum. Bu güveni ben sarsmazsam, elin sözleriyle sarsılmayacağını biliyorum. Erkenden kahveden ayrılıp eve çıktım. Bir süre gaz lambası ışığında okudum. Gözlerim çabuk yoruldu, sanırım uykum geldi, yattım.

 

30 Temmuz 1943 Cuma

 

Babam bağa gidecekmiş, bana haber göndermiş:

-Gelirse sıcak iyice basmadan gidelim! demiş. Ablam uyandırdı. Bunu ben de düşünmüştüm. Geçen gün Halil arkadaşla gitmiştim ama, ona birşeyler anlatmaya çalışırken kendim çok sevdiğim bağa can gözüyle bakamamıştım. Bağ benim en korktuğum buna karşın korkularımı yendiğim yer. Gerçi şimdilerde de en korkulu rüyalarım bağda geçiyor ama o korkulu rüyalar hep tatlıya bağlanıyor. Bağda yattığım zamanlar yüksek bir çardağım vardı. O çardakta uyurken düşmemem için hep uyarılırdım. Öylesi dikkat etmişim ki bağ beklediğim üç yaz boyunca düşeceğimden korkulan çardaktan düşmemiştim. Oysa rüyalarımda çoğunlukla çardaktan ya düşmek üzereyken, ya da çardak üstüme devrilirken uykudan uyanıyorum.

İvedi olarak kahvaltı edip kahveye indim. Babam hazırlanmış. Bağ yolundan az sapıp Mehmet Amcamın mezarına gittik. Mehmet Amcamın mezarı köyde DEDE'nin MEZARI olarak anılıyor. Köyde, biri köyün alt tarafında biri de Deveçatak köyü yolu üzerinde olmak üzere iki mezarlık var. Buna karşın Mehmet Amcam tek olarak Kırklareli yolu üste gömülmesini istemiş. Mezarı köylüler saygıyla korurlar. Çiçek eken olduğu gibi, açılmış çiçek getiren, belli akşamlar mum yakan olur. Böyleyken işlerin yoğun olduğu zamanlar bakımsız bir duruma düşüyormuş. Babam biraz üzüldü. Amcamdan söz etti. Amcam babamın bir üst ağabeyiymiş. 7 kardeşin babam küçüklük sırasına göre ikinciymiş. 3. Küçük Mehmet Amcammış. Bunları hep dinlemek istiyordum. Üç yıl önce Büyük Halama gittiğimizde o da tembihlemişti:

-Gençlere doğru bilgi verin ailemiz dağılmasın! demişti. Büyük (Nefise) Halamın dediğini ben duyduklarım olarak yazmaya çalışıyorum ama gene de babamın anlattıklarını önemsiyorum. Konuşmalardan zaman zaman anladığım kadarıyla ağabeylerim, iki büyük halamızın adlarını bile karıştırıyor. Babaeski/Sofuali köyündeki halam Nefise, Lüleburgaz/Yeni Bedir köyündeki Kamber Amcamın annesinin adı ise Elfide. Mahmut Ağabeyim değişik söyleyince düzeltilmeye kalkılırsa:

-Farketmez, onlar şimdi hepsi bir arada! deyip geçiyor.

Babam, mezar çevresine ekilen kavaklar için:

-Yıllardır büyümediler, buraya kurak sever ağaçlar dikmeli! diyerek ayrıldı. Amcam öleli 9 yıl olmuş. Dönüp bir daha baktı:

-Baksana bunlar 9 yıllık ağaç mı? Daha dün ekilmiş gibi! dedi. Az ilerideki Koru ağaçlarına baktı. Sanırım meşe ekmeyi düşündü. Bağa yönelip Sayadere denilen dereden geçerken babam Kara ağaçları gösterdi:

-Şunlara bak, buralarda kendi kendilerine nasıl da büyüyorlar! dedi. Üzüldüm, babam Mehmet Amcamın mezarından beri demek hep o büyümeyen kavakları düşünmüştü. Bu kez ben de bağa gidene dek oraya dikilecek ağaç seçmeye çalıştım. Önce babama meşe ağacı önerdim. Babam gülümsedi:

-Meşe ağacını bir yerden söküp başka yere dikmek başarılı olmuyor, onu pelitten yetiştirmek gerek! dedi. Hemen Edirne Fidanlığını anlattım. Babam beni haklı buldu ama bir ya da iki fidan için ta Edirne'ye gitmek; o da nasıl sonuç verir, bilmeden o işe kalkışmak “Astarı yüzümden pahalı!”bir iş olacak! dedi. Bağda gezerken çok sevdiğim eriklerde kalan iyice olgunlaşmış erikleri koparırken aklıma geldi. Babama bu kez de Mehmet Amcamın mezarı başına erik ekmesini önerdim. Babam hemen:

-Meyve ağacı olmaz, dalında meyvesini görünce çobanlar koparmakla kalmaz dallarını aşağıya indirirler! dedi. Bir çok denenmiş güzel olayın acı sonuçlarından söz etti. Bir de mahkemelik olmuş meyve ağacı öyküsünü anlattı. Kahveye gelen bir görevli anlatmış (Tahsildar Kemal Bey). Olay Lüleburgaz'da olmuş. Adam bahçesini meyva ağaçlarıyla donatmış, gece gündüz demeden çalışıp aşılar yaptırmış, tırtılını böceğini yok edip örnek bir bahçe yetiştirmiş. Ancak bahçesi koruması güç bir yerdeymiş. Çevreden gelip geçenler musallat oluyormuş. Çokça zarar veren birilerini tanıklarla saptayıp dava etmiş. Davaya bakan yargıç, bahçeye gelip keşif yaptıktan sonra suçu suç olarak kabul etmemiş. Gerekçesi ise meyve ağaçlarını insanları çekiciliğine karşı koruyacak korunak yapılmamasıymış. Kısacası Yargıç, böyle meyveleri gören insanlar kolay girebilecek bir durumda kendilerini tutamazlar! deyip geçmiş. Bunu dinleyince de:

-Öyleyse köylerdeki tarlalara herkes girip istediğini koparırlar' dedim. Babam önce güldü:

-Zaten dediğin oluyor. Ancak bu dava kasaba yakınında olan bir bahçe için. Bizim buralarda bostandan karpuz alan için ya da bağdan üzüm kesen için baş vurulacak bir olay değil. Davayı açan o kişi savunma yollarını bildiği için bu işe kalkışmış ama o da başarı sağlayamamış! dedikten sonra köylerde bu tür korumaları ortak bekçilerle yaptıklarını, örneğin bağların toplu bekçisi, ekin tarlalarının Köy Korucuları vardır. Tenha bir yörede bostan ya da benzeri ekimler yapılınca kişiler kendileri bekler. Böylece mahkemelik bir durum olmaz! Babam bir üzüm kütüğünün önünde durarak üzümleri gösterdi. Üzümler iri, sık taneli, pembeleşmeye başlamış koca koca salkımlardı. Papaskarası denilen üzümlerin bunlar olduğunu, bu üzümün de en iyisinin Kırklareli'de yetiştiğini anlattı. Ancak son yıllarda Kırklareli'de de Lüleburgaz'da olduğu gibi bağların bozulduğunu, daha doğrusu bağların el değiştirdiğini, eski bağcıların oralardan gitmek zorunda kaldıklarını anlattı. Bağların sürekli bakım istediğini, kesimlerinin ustaca yapılması gerektiğini, kazılmalarının zamanında yapılmasını ayrıntılarıyla anlattı. Kütüğün birini avuçlayarak kalkmış olan kabuklarını sıyırdı. Elinde kalan kabuk parçalarını göstedrerek:

-Bunlar kaldıkça bu kütük rahat etmez. Onun bedeni de insanınki gibidir. İnsanı kirler nasıl rahatsız ediyorsa kütükler de rahatsız olurlar. Bunlar yapılmazsa bağdan temiz üzüm almak zorlaşır. İşte biz şimdi bu dumdayız. Sıkı bir bakım yaparsak belki bu durgunluğu aşarız. İşi gevşek tutarsak bir kaç yıl sonra geldiğinde bu bağın yerinde yeller eser! dedi. Babamın oldukça tedirgin olarak anlattıklarını ben de üzülerek dinledim. Hele “ Bir kaç yıl sonra bu bağın yerinde yeller eser!” sözü beni birden karamsarlaştırdı. On dönümlük koca bağ gözlerimin önünden gitti, Kepirtepe dolaylarındaki kuşkonmazlıklar gibi bir kırsal alanı görür gibi oldum. Olmuş üzümden çok olmaya yüz tutmuşlardan bir sepet topladık, yapıncak, çavuşüzümü, misket. Üzümlerden çok erikleri sevdim. Oldukça da yedim. Benim sevdiğim armutlardan da kalanlar olmuş onlardan da bir kaç tane bulup yedim.

Dönüşümüz iyice sıcağa kaldı, oldukça zorlandık. Babam doğrudan kahveye gitti. Ben önce hayatta (kanepeye uzanarak) biraz serinledim, sonra da içeri girip uyudum.

Küçük Ablamla Saim geldi. Saim güneşte yanınca esmerleşmiş. Biraz çekingen olmakla birlikte yanıma oturdu. Kitapları aldı, bıraktı, sayfaları çevirdi. Bir yandan sayfaları çevirmek istiyor, bir yandan da bana bakıyor. Gülümsedim, rahatladı kitabı kucağına çekip sayfaları buruşturmaya başladı. Eski tarih kitabı olduğu için pek önemsemedim. Az sonra Saim de bıraktı. Akşam ablam onlara çağırdı. Bu da hoşuma gitti, kahveye nedense pek gitmek istemiyorum. Kesin olarak Yüksek Bölüme gideceğimi, okumayı sürdüreceğimi bilsem gidip kahvedekilere bir kaç söz söylemek isterim. Ya gidemezsem? O zaman buralara hiç uğramamalıyım! Sanırım o zaman, yıllarca dolay köylerde okula giden çocukların başarılarını, abartılı olarak bizim kahvede dinlemek zorunda kalırım.

Küçük ablam eve dönünce Saim'i alıp arka bahçeye mısırlığa çıktım. Mısırlar boyumu geçiyor. Mısır hakkında oldukça bilgim vardı; ekiliş zamanını, ekiliş şeklini, kazılışını, koçanlarının, saplarının kesilişini genel olarak biliyorum da gövdede koçan sayısını pek incelememiştim. Tarım derslerinde ortaya konuşurken “Biliyorum!” deyip söylediklerimin hemen hemen gerçekle bir ilgisi yok. İşte mısır tarlası içindeyim. Her mısır arası neredeyse bir küçük adım. Yapraklar gövdeye ters sıralanıyor. (Bir sıra doğu-batı yönde ise ikinci sıra kuzey-güney yönünde olmak üzere) Koçanlar yaprak sıralarında ama her yaprakta koçan yok. Ne ilginç koçanlar, hemen hemen hepsi (Tarla genelinde) bir düzeyde. Ayrıca, toplayıcılar için kolayca koparılacak yükseklikte, ne çok eğilme ne de yukarı uzanma gereği olmayacak yükseklikte üç ya da dört sıra. Kesinlikle ne tepelerde ne de belden aşağı bölümlerde koçan var. Her koçanın püskülü toplu olrak sarkıyor. (Emine Ablanın püsküllerini anımsadım) Ayrıca buğday tanesini andıran taneciklerin sıralandığı tepeleri var. Mısırlar, önce oradan sararmaya başlıyor. İlgimi çeken bir başka gözlem de en alt koçanlar genellikle daha iri oluyor. Kökler arasını ölçtüm, eşit olmayan uzaklıkta sıralanmış. Biribirine çok yakın olanların daha kısa kaldığını saptadım. Adımlarıma göre tasarladığım metre kareye 4 ile 6 kök düşüyor. 6'lı karelerdeki köklerin kısa kaldığını ya da uzasa bile ince kaldıklarını gördüm. 4'lü yerlerdekiler daha gösterişli gibi geldi bana. Ben bunlarla uğraşırken Saim sıkıldı, elimden tutup çekti. Mısırlara bakarken, yarın da bostana gidip gözlem yapmayı tasarladım. Mısır kökleri arasındaki uzaklığa benzer bir uzaklığın bostanlarda da gözetilmesi gerektiğini düşündüm. Bunun üstüne de kesin bir bilgim olmalı. Örneğin bir metre kareye yuvarlak olarak yerine göre 4 ya da 5 kök düşecek gibi bir ekim. Karpuz için de böyle bir sayı bilmeliyim. Gerçekte bunlar patlıcan, biber, domates türü ekimlerde de düşünülüyor ama insanlar bunu biraz göz kararıyla yapıyorlar. Örneğin babam bunları konuşurken adım hesabı yapar. Babama göre en değişmez ölçü adım. Ona göre adımın da kesin bir ölçüsü var: Piyade adımı. Metre hesabına göre 75 cm. olarak düşünüyor. Babamın ağırlık ölçüsü de ilginç. Okka. 400 dirhem bir okka, 300 dirhem bir kilo deyip birisiyle iş yapınca kolayca ötekine geçiyor. Köylüler, özellikle de ev kadınları dükkandan birşeyler alırken hep okkadan söz ederler. Buğday getirenler olur. Onların ölçüleri de şinik denilen yuvarlak bir kaptır. Dolusu 5 okka olarak bilinir. Babam gelen buğdayın değerini günlük satış geçerliliğine uydurmak için 5 okkayı 20 yüzer gramlığa çevirip 6 kilo 200 gram olarak üzerinden işlem görür, gelirini-giderini ona göre yapar.

Saim sızlanmaya başlayınca kapılarına dek götürdüm, oradan kahveye indim. Kahvede iki yabancı vardı. Su tenekelerini alıp su getirdim. Babamın çiçekler için hazır su topladığı dükkanın arkasında büyük bir fıçı var. Abbas Amcamın kuyusundan (Çok yakın) fıçıyı doldurdum. Abbas Amcam kendisi biçmiyormuş ama götürdüğü orakçılarla birlikte oluyormuş. Ben su çekerken Hanife Halam geldi, beni bilgilendirdi. Fıçıyı doldurup kahvenin önüne geçince iki yabancı daha geldi. Yabancının birine baktım benim tanıdığım biri, Deveçatak köyünden Çorbacı Veli. Bana göre Avcı Veli. Av zamanlarında sık sık bizim köye gelir, heveslilerle ava çıkardı. 1939-1940 kış dinlencelerinde köye geldiğimde ben de onlarla ava çıkmıştım. Çok neşeli bir insan, usta bir avcı. O da beni tanıdı, çardak altında oturup konuştuk. Son avlandığımız yıl ikinci kez askere gitmiş bu hıdrellez'de de dönmüş. Kırklareli'den tanıdığı biri tarla olarak bostan almak istiyormuş, onunla gelmiş, tanıdıkları yokluyorlarmış. Bostanı tarlada satmak isteyenler geldi, onlar pazarlığa kalkışınca ben eve döndüm. Az sonra da Saim gelip elimden tutarak beni onlara götürdü. Eniştem bu gün yalnız olarak gitmiş. Biraz yorgun döndü. Orak biçmekten değil de yolundan yakındı. Harmangölü denilen yer, gerçekten köye en uzak uç. O noktaya dek yürüyen az sonra Erikleryurdu köyüne ulaşmış oluyor. Eniştemi çok yılgın gördüm. Eskiden oldukça canlı bir insandı. Son askerliği eniştemi iyice yormuş. Bunu azıcık kurcalar gibi konuştum. Eniştem kısa kesti:

-İlk askerliğime çoban gittim çavuş olup döndüm. Ne biliyorsam askerlikte öğrendim sanıyordum. Oysa bu kez, tam tersi oldu: ne biliyorsam hepsini ya unuttum ya da bildiğime pişmanlık duydum. Sağlığım da yarı yarıya gitti, çalışma şevkim de! deyince üzüldüm. Keşke bir bahane bulup gelmeseydim, bile dedim içimden. Neyse Saim babasına şımararak sarılınca eniştemin biraz neşesi geldi. Eski evlerinden, bahçedeki ağaçlardan söz açarak geleceğe yönelik konuşmalar olunca eniştemin dili çözüldü benim de sıkıntım biraz dağıldı. Az önce kahvede konuştuğum Çorbacı Veli'den söz edince Küçük Ablam gülerek:

-A, Veli'nin çocukluğunu bilirim çok iyi bir insandır! deyince dikkatle dinledim. Annemin ilk evliliği Deveçatak köyündeymiş. (Bunu biliyordum) Büyük Ablamla Küçük Ablam orada doğmuşlar. Büyük Ablam 15, Küçük Ablam 10 yaşına dek Deveçatak çöyünde kalmışlar. Evleri Çorbacı Veli'lerin evine bitişik denecek kadar yakınmış. O nedenle Küçük Ablam Veli'nin çocukluğunu biliyormuş. Ablam bunu anlatınca azıcık düşündüm. İyi ama bunun benimle hiçbir ilgisi yok. Oysa o bana daha önceleri de iyi davranıyordu. deyince ablam güldü:

-Veli biz ayrıldığımızda 10 yaşlarındaydı. Özellikle annemi tanıyordu. Annemin erkek çocuğu olmadığı için Veli'ye oğlu gibi davranıyordu. Ayrıca Veli'nin annesi annemin arkadaşıydı. Veli gelmedi belki ama annesi annemin sağlığında sık sık bize geldiği gibi, annem de onlara gidiyordu. Sen bunları bilmiyorsun ama Veli biliyor. Aranızda konuşulmamış olsa da o bu durumları bildiği için seni kendisine yakın buluyor. Ablam bunları anlatınca içimde bir rahatlık duydum. Çünkü ben bu yakınlığı çok başka bir olaya bağlıyor bir türlü de olayın çözümü konusunda karara varamıyordum. Ablama söylemedim ama geçmiş, gözümün önünden geldi geçti. Bizim köyün delikanlıklarını Deveçatak köyü delikanlıları köylerine çağırmıştı (Ara ara yapılan bir buluşma) Gidenler arasında ben de vardım. Ayrıca köyde bir de düğün varmış. O gece delikanlıların çağrılısı olarak kaldık, ikinci gece ise herkes akrabalarına konuk olarak dağıldı. Ben her zaman olduğu gibi Moçuk Veli denilen aileye gitmiştim. Moçuk Veli'nin eşine ben teyze diyorum ama sonradan öğrendiğime göre gerçekte benim onunla bir akrabalığım yok. Annemin ilk eşinin kızkardeşi olan Fatma Teyzem, salt eski yengesi olan annemi çok sevdiği için bana çocukluktan başlayarak yakın ilgi göstermiş. Gördüğüm bu yakın ilgi nedeniyle ben de onların bir parçasıynmış gibi gidip geliyordum. Fatma Teyzemin aynı zamanda benimle yaşıt oğlu da olunca bizim yakınlığımız sarmallaşmıştı. Konukluğumuzun ikinci gecesi onlarda kalınca onlarla birlikte Fatma Teyzemin baba tarafı ailesine gidildi. Gidilen aileye komşular da katılınca oldukça kalabalık bir topluluk oluştu. Bir gün önce Düğün Alayında gördüğüm güzel kızlardan biri de oradaydı. Kız ilgimi çekti ama bir türlü toparlanıp yanına yaklaşamadım. Kalabalık içinde zaten yabancıydım, ancak güzel kızı görünce iyice yabancılaştım. Bir ara kaçmak bile istedim. Başımı çevirmeden gözlerimle uzun süre izledim. Umutsuzluk içinde beklemeyi sürdürürken Fatma Teyzemin küçük kızıyla konuşan güzel kızın, beni göstererek:

-Bu, o mu? diye sorduğunu duydum. Ayşe de:

-O, deyince ikisi de güldüler. ”Bu o!”, ile “O!”, sözleri ne içindi? Hiç bir anlam verememiştim ama aklım da fena takılmıştı. Bu ara adını da öğrendim: Hatice! Hatice benim annemin adı. Birden Hatice'ye yakınlık duydum. Annemin adından söz eden Çorbacı Veli'yi övünce dinleyenlerin anlamlı anlamlı gülümsediğini gördüm. Halamoğlu Hilmi daha sonra açıkladı:

-Avcının güzel bir kız kardeşi var, dikkat et, seni tavlayabilir. Hatice'yi anımsıyorum Avcı Veli ile ikisini bir arada hiç düşünmemiştim. Oysa Hatice, sahiden onun kardeşi, Fatma Teyzemlere giderek yaklaşabilirdim. Geç kalmışım, birileri “Hatice!” dedim. Dedim ama birden ürperdim; sözüm duyuldu mu? Ben böyle sayıklarken Hatice'yi bir yerlere gönderdiler. Arkasından baktım kaldım. İnce uzun boylu, dizlerine inen uzun belikleri olan bir kız: Çorbacı Hatice. Öylece olduğum yerde kaldım. O yaz zaman zaman anımsadım, ilk gidişimde bu kez konuşacağım. Yaz bitiminde okul işi çıkınca Hatice için yeterli bilgi toplayamadan Edirne'nin yolunu tuttum. Kış dinlenmesine gelince köyce yapılan Sürek Avına ben de katılmıştım. Çorbacı Veli'yi daha önceleri tanıyordum, bizim kahveye sık sık gelen biriydi. Avda da karşılaşınca tanışlığımız perçinlendi. Ancak bir kaç gün sonra yapılan av konuşmalarında konu, gene ablamlarımın çocukluk arkadaşlarının kız kardeşiydi. Ertesi yıl kış dinlenmesinde gene ava çıktık. Avcı Veli gene geldi, av vurdu, benimle ilgilendi, ayrıldı gitti. Arakadaşların öne sürdüğü gibi bir öneri yapmak şöyle dursun en küçük bir belirti sezmedim. Aramızdaki yaş farkına karşın daha da arkadaşça yaklaştı.

Sonunda durum anlaşıldı, Çorbacı Veli annemi tanıyormuş. Ayrıca ablalarımın da çocukluk arkadaşıymış. Özellikle de annelerimiz, onun annesiyle benim annem iki ahretliğin gelinleriymiş. Ahretlikler geleneklere göre kardeş düzeyinde saygın yakınlıklı kimseler sayılıyormuş. Annemin ilk eşi, ablalarımın babası Çanakkale Savunmasında şehit olunca annem babamla evlenmiş. Ancak ilk eşinden iki çocuğu olduğundan o aileden kopmamış. Evlenip ayrılmasına karşın kızlarının baba ailesiyle ilişkilerini sürdürmeleri için sık sık gelinip gidilmiş. Babamın da hoşgörüsüyle ablalarım baba ocağından kopmamış. Dolaylı olarak da annemle arkadaşının Ahretlik vefaları sürmüş. Öyleki annemle Veli'nin annesi yaklaşık zamanda bir kez daha hamile kalınca bu kez de kız doğarsa birbirlerinin adlarını koymak üzere sözleşmişler. Arkadaşı kız doğurunca kızına annemin adını koymuş: Hatice!

Küçük ablam bu olayı anlatınca, yıllar önceye dönerek kendimi suçladım. Yeterince anlayıp dinlemeden, karşımdakinin kimliğini iyice saptamadan bir bakıma gelin-güveyi olmaya kalkmamın ceremesini çekmişim. Ablamı dinlerken Saim eniştemin kucağında uyudu. Ablam alıp içeri götürünce eniştem kahveye gidip gitmeyeceğimi sordu. Nedense bu akşam gitmek istemediğimi söyledim. Eniştem:

-Okumayı sürdürürsen özlersin, sen gerçekte kahveye alıştın, çocukluğundan beri kahvedesin! dedi. Ablam içerden duymuş, söylenerek geldi:

-Sen de alışmıştın ama askerde yıllarca kahvenin semtine bile uğrayamadın, pekala sabrettin. İnsanlar her alışkanlığı yaşam boyu sürdürmek zorunda mı? Eniştem güldü, demek istediğini açıklamaya kalkıştı. Ablam, eniştemin sözünün sonunu dinlemeden:

-Bu akşam burada kalacak kardeşim. Biz, abla kardeş konuşacağız; benim anlatacaklarım daha bitmedi, istersen sen git! deyip bir bakıma eniştemi susturdu. Eniştem zaten yorgun olduğunu, sözünü benim için söylediğini öne sürüp sustu. O sıra Gülsüm geldi, az kalıp gitti. Gülsüm gidince ablam sözü Gülsüm'den açtı. Gülsüm için söz kesilmişmiş. Babam gönülden razı değilmiş ama:

-Onun babası var, dedeler bu konuda ikinci planda kalır. Anne-babanın kesin bir kararı yoksa ancak o zaman yardımcı olmaya çalışırım! demiş. Olayı daha önce duymuştum ama üzerinde durmamıştım. Ben de aramıza katılacak kişinin, bizim ölçeklerimize uyacak özellikler taşımasını isterim ama babamın dediği gibi ortada anne-baba varken ortaya çıkmak istemem. Küçük Ablamsa konuştukça sözünü olumsuz yana kaydırdı. Nitekim sessizce dinleyen eniştem ablama:

-Sen bir teyze olarak bu işte önce söz sahibi misin? Söz sahibiysen sözün ne denli geçerli olacaktır? Açık açık karşı olursan buna karşın o damat gelirse, senin karşı tavrını o da “Görür” (Kumarcı sözü) aranız kolay kolay düzelmez! deyince ablam kesin bir karşı oluş düşünmediğini, damat adayının şimdiye dek çobanlıktan başka bir iş yapmadığını anlattı. Bu kez de eniştem, Gülsüm'ü isteyenlerin böyle abartılı haberler çıkarabileceğini, söz konusu kişininin ilkokulu okuduğunu; ilkokulu okuyan bir gencin salt çoban olarak düşünülmemesi gerektiğini, kendi köyümüzdeki kaç delikanlının ilkokulu (5. Sınıf) bitirdiğini sordu. Ablam, durumu bana duyurmak istediğini söyleyerek konuyu değiştirdi. Bu kez evlenme konusunda benim düşüncemi sordu. Okul yaşamında evlenme gibi bir olay düşünülemediğini, derslerin ağır bastığını, öğretmenlerin hemen hemen hepsinin bir süre çalıştıktan sonra evlendiğini anlattım. Son dört ay içinde dört çift öğretmenin evlendiğini adlarını vererek anlattım. Namık Ergin-Nahide Ergin 4 yıl çalıştıktan sonra, Ahmet Kun- Cemile Kun 3 yıl çalıştıktan sonra, Rezzan Yücesoy-Selahattin Yücesoy 2 yıl çalıştıktan sonra (Rezzan Öğretmen), Kemal Üstün-Zehra Üstün henüz evlenmemişlerdi ama öğrenciler arasında yaygın bir varsayım olduğundan onları da evlenmiş olarak saydım. Köylerdeki evliliklerle kentlerdeki evliliklerin farklı olduğu üstüne bir süre konuştuk. Ablamın bu konuda tek bilgisi, Kırklareli'deki amcalarımın evlilikleri üstüne duydukları ile yengelerimizin arada sırada köye geldiklerinde farklı davranışlarına dayanmaktadır.

Eniştemin başı düşmeye başlayınca konuşmayı kestik. Kaldığım için ablam sevindi, gene gelmem için söz aldı, ayrıldım. Kahve kapanmamıştı, uğramayı düşündüm hatta kapı önüne dek gittim ama geri döndüm. Ablamın konuşmasından tek bir sonuç çıkarmaya çalıştımsa da bunda başarılı olamadım. Ablam evlenirken iyi düşünülmesi gerektiğini savunur gibi konuşuyor ama kendisi kimseye danışmadan kaçtı. Bunu büyük bir hata olduğunu daha önceleri bir kaç kez söylemişti. Ayrıca, kendisi kimseye danışmadan kaçarak kendi işini kendi görmesine karşın bu kez, evlenecek olan Gülsüm'e hiç bir hak tanımıyor da anne-babasının ya da dedesinin daha iyi düşünebileceğini savunuyor. Uzun süre konuşmamıza karşın Gülsüm'ün bu konudaki düşüncesi üzerine tek bir söz söylemedi. Acaba ablam Gülsüm'ü bahane edip beni mi uyarmak istiyor? Kendisi yalnız başına bir çıkış yaptı, yaptı ama bunun bedeli ağır oldu. Babama sormadan kaçmasına karşın babamın gene ona babalık yapması, geç de olsa evini bile kendi bahçesi içine alması sevineceği yerde ağırına mı gitti? Ya da zaman zaman bunları düşünüp pişmanlık mı duyuyor? Ablam evlendiği zaman eniştemin annesi sağ, kız kardeşi yetişkin bir kızdı. Beklenmedik bir şekilde anne vefat etti. Ablamı kaçırdığı için enişteme kızan ağabeylerim, eniştemin kız kardeşini Bektaş Ağabeyime kaçırdılar. Ablam gitti, yengem geldi. Bu ara eniştem askere alındı. Ablam tek başına kaldı. O yıl İlkokulu bitirmiştim, Ortaokula gidemeyince ablama yardım ettim. Yardım ettim ama benim yardımım ablamın yaşam zorluklarını tam olarak karşılayamamıştı. Bu kez evce affedildi, yardımlar arttı. Eniştem askerden döndü. Çok yazık ki bu kez de Büyük Savaş başladı eniştemin ikinci askerliği geldi çattı. Ablacığım gene yalnız kaldı. Bu kez sözde yalnız değil oğlu Saim vardı ama o da ancak 6 aylıktı. Bu ikinci askerlik de 2 yıl 8 ay sürdü. Bu zaman içinde evi bizim evlerin bitişiğine alındı. Artık yalnız sayılmazdı ama evinin yükünü gene o taşıyordu. Böylece ablacığım tamı tamına 5 yıl askerlik yapan eniştemin yerini doldurmaya çalıştı. Bu arada bir de çocuk büyüttü. Bu zorlukları çektiği için mi evliliği önemsiyor? Önemsiyor ama bence gene tam olmuyor, evlenecek kişi bunları kendisi hesaplayıp kesin kararını vermeli. Eşin çoban ya da memur olması değil dengi dengini bulması gerekir. “İki gönül bir olunca samanlık seyran olur!” diyorlar. Bu doğru değil, ablamla eniştem de bu söze kanıp yola çıkmışlar ama samanlık sanırım yanmış. Ablacığımı düşünürken birden çocukların öyküsü aklıma takıldı. :

-Komşu, komşu-Hu, hu!

-Oğlun geldi mi?

-Geldi!

-Ne getirdi?

-Inci boncuk!

-Kime, kim?

-Kara Kediye. . . . . . . sonunda bir çok şey, yanar biter kül olur!

Ablamın konuşmalarından özet olarak böyle bir sonuç çıkardım. Samanlık seyran olacak inancıyla başlatılan ortak yaşam umulduğu gibi sürmemiş. Ablacığım şimdi de yüreği yanarak dolaylı da olsa beni uyarıyor. Ablacığımın uyarılarına tümüyle katılmak istiyorum ama elimdeki seçenek süzgecim bu işi ne denli doğru yapacak, bundan kuşkuluyum. Ayırdında olmadan sesli olarak esnedim. Kendi sesimi duyunca ürperdim. Bir süre dinledim; dışarıda biri varmış gibi geldi, sesin tekrarını beklerken uyumuşum.

 

31 Temmuz 1943 Cumartesi

 

Gece oldukça geç yattığımın ayırdında değilmişim. Ablam uyandırdı. Gülerek:

-Yarın sabah ta böyle kalkarsan sen okuluna varana dek akşam olur! dedi. Ali Ağabeyim Kırklareli'ye gitmiş. Dönüşte Kızılcıkdere'ye uğrayacakmış, ablam:

-İsmet gelirse, onu da getirir, birlikte gidersiniz! dedi. Cumartesi günü Ali Ağabeyimin Kırklareli'ye gidişini yadırgadım; Kırklareli pazarı salı günü, genellikle o gün gidilir. Cumartesi günü neden gitti? diye sorunca ablam anlattı. Kırklareli hastanesinde yeni bir doktor doğumlarda çok yardımcı oluyormuş. O geleli doğum olayları kolaylaşmış. O doktor da bu gibi hastalara cumartesi günleri bakıyormuş. Çünkü hastane o gün daha tenha oluyormuş.

Kahvaltıdan sonra ablamla bu kez bostana gittik. Sulak yerlerin karpuzları daha iri oluyor. Karpuzların hemen hemen tamamı düz oturtulmuş, oldukça da büyük karpuzlar. İlginçtir, güneş yükselince yapraklar sıcaktan gevşeyip sarmış. Bu kez de karpuzlar tümden ortaya çıkmış. Tarlanın dere tarafından yokuş tarafına bakınca karpuzlar elle dizilmiş gibi bir görüntü vermektedir. Ablama:

-Geçen hafta Halil'le geldiğimizde bu denli gösterişli bir durum yoktu dedim. Ablam:

-Ben de onu düşündüm: Keşke arkadaşını bu hafta getirseydin! dedi. Ben de:

-Ne yazık ki, bu hafta herkes kendi evine gitti, kesin kararlar verilecek! deyince ablam güldü:

-Böyle durumlarda bir söz vardır, sık sık söylenir:

-Bu hafta dananın kuyruğu kopacak! dedikten sonra çocukların hepsi için hayırlı olsun, onca çalışıp didindikten sonra rahata kavuşmaları onların hakkıdır! dedi. Ablam bunu söyledikten sonra hemen için de bulunduğumuz tarlanın en verimle taralalardan biri olduğunu, ne ekilirse bol ürün verdiğini anlattı. Konuyu birden değiştirmesini, benim ayrılmam üstüne konuşmak istememesine bağladım. Ben de sözü sorulara çevirdim: karpuzları tarlada mı satacaklarını, yoksa pazara mı götüreceklerini sordum. Bostandan sonra hemen yakın olan Biberliğe geçip orasını suladık. Eve dönerken Salim Dayımla karşılaştık, ne zaman gideceğimi sordu “Yarın!”deyince birden:

-Deme, öyleyse akşam biraz konuşalım! dedikten sonra da “Söz mü? ”diye sorarak onaylattı. Evden sonra bir ara kahveye indim. Kahvede iki saygın konuk varmış, onlar da beni bekliyormuş; Hamitabat'tan arkadaşım Kadir Pekgöz'ün babası ile (Hafız Amca bizim köyün İmamıdır.) benden bir sınıf sonra arkadaşım İrfan Taşkın'ın Babası Pehlivan amca. Salt benimle görüşmek için gelmişler. Pehlivan Amca gülerek:

-Yumurta kapıya dayandı! deyip güldü. Arkasından bana:

-Sen bizim rehberimizsin, adım adım seni izliyoruz; sen yapacaksan biz de “Evelallah!” onu yapacağız! dedi. Sakin duran Hafız Amca:

-Kadir, doğru dürüst bir söy söylemiyor, kah şöyle kah böyle diyor ama baba olarak ben tatmin olmuyorum. Komşumu, sağolsun alıp getirdim, senin fikrini öğrenmek istiyorum!

Bu haftaki izinimizin nedenini anlattım:

-Herkes kendi ailesiyle etraflıca konuşup birlikte karar verecek. Okula dönüşte sınavlara gireceğiz, sınavlarda yeterince başarı kazananlar isterlerse okumaya devam edecekler. Öğretmenliği seçenler de dilekçelerini verip atamalarını isteyecekler. Ben, kesin kararımı verdim, başarılı olursam okumayı sürdüreceğim. Babam da benim isteğimi uygun buluyor. Şimdi tek dileğim, sınavlarımda başarılı olup okuyacaklar arasına seçilmektir.

Pehlivan Amca gülerek:

-Ben demedim mi Hafız! Olay bundan ibaret. Senin Küçük Bey sanırım biraz kararsız. Kararsızlıktan öte kendine güvenemiyor. Gitmek istiyor ama seçileceğinden emin değil, emin olamadığı için istediği tarafa meyledemiyor. Açık açık köye gelip çalışmayı da göze alamadığı için garipçik ikili oynamaya kalkıp sonucu bekliyor. En iyisi sen onu gene sıkıştırma. Belki gidecek başarıyı kazanır. Kazanırsa o sevinecektir. Sen de o zaman engel olmazsan, Kadir Beyin yolu açılacaktır. O bunu beklemektedir, az daha sabret, “Sabrın sonu selamet!” derler. Hafız Amca rahatlar gibi oldu, gülümsedi, yutkunarak:

-Ona ne şüphe! İlahi takdir ne ise, boynumuz ona kıldan ince! dedi. Bundan sonra da İrfan'dan söz ettik. İrfan'ın rahat olduğunu, arkadaşlarınca çok sevildiğini anlattım. Sık sık konuştuğumuzu, ben ara versem bile İrfan'ın aradığını anlattım.

Onlar gittikten sonra babam Hafız Amca için üzüldüğünü söyledi, Kadir için sorular sordu. Bana:

-Aranız iyi değil mi, neyi paylaşamıyorsunuz? Kapı komşu sayılırız, neyse aranızdaki dava, savuşturun onu. Beş yıldır bir aradasınız, babasının bir ayağı burada, o arkadaşın bir kez olsun gelmedi, bunun önemli bir nedeni olmalı! dedi. Babama, aramızda bir dargınlık olmadığını, her gün şakalaşarak konuştuğumuzu, çok kez konuşurken bana Ağabey dediğini anlattım. Gelenler olunca konuşmamızı kestik. Ancak babanım kuşkulu bir durumda olduğunu sezinlediğimden üzüldüm. Babamın benden hiçbir konuda kuşku duymamasını istediğimden, bu konuda neler yapabileceğimi düşündüm. Saate baktım, Hamitabat'a gidip dönebilecek zaman var. Bir koşu gidip Kadir'i bulmayı düşündüm. Kadir'i bulup konuşacağım, yarın birlikte gitmeyi önereceğim. Akşam dönünce de bir yolunu bulup Kadir'le birlikte dönmeyi daha önce kararlaştırdığımızı babama söylemeyi tasarladım. Eve döndüm, okul yolundan köyü hızla geçip Hamitabat yolluna çıktım. Bağlık yolu dediğimiz bayırı çıkınca köye ulaşılıyor. Doğrudan Kadir'lerin evi yanından geçen sokağa saptım. Aynı mahallede oturan okul arkadaşım Ferhat'ın kardeşi Şevket'le karşılaştım. Şevket, az önce Kadir'le karşılaşmış, eliyle göstererek:

-Şuradan aşağıya doğru gittiler! dedi. Dediği tarafa yönelince Kadir'le karşılaştım. Çaktırmadan:

-Sen aramazsın ama bak ben arıyorum, bu da ikinci gelişim. İlk gelişimde senin Lüleburgaz'a gittiğini kahvede söylemişlerdi, o zaman geri dönmüştüm. (Kadir'in Lüleburgaz'a gidişini bugün babası söyledi) diyerek Kadir'i iyice inandırdım. Kadir'in babasının bizim köye geldiğinden falan haberi yok. Geç olduğunu, yarın birlikte gitmeyi düşündüğümü söyledim . Kadir çok sevindi, ya da öyle göründü. Sabah saat 9'da onların Yukarı Kahveler dedikleri kahvelerde buluşmak üzere ayrıldık. Kadirden ayrılınca eski Okul yolundan harmanlığa çıkıp köye döndüm. Dönüşte de Köy Odasının bahçesinde Muhtar Çavuş Amcayı gördüm, yanına gidip bir süre konuştum. Biz konuşurken Muhtar Amcanın biricik güzel kızı Fatma geldi, bana “Hoşgeldin! 'dedikten sonra babasına birşeyler fısıldadı. Muhtar Amca kalkmak zorunda kalınca ayrıldım. Böylece Yusuf Asıl için yeni bilgiler edindiğime sevindim. Ancak Yengemin dediğini de biraz acımsı anımsadım:

-Burnu dibindeki güzelim kısmeti görüp değerlendirmemek! Yerinde bir eleştiri mi değil mi? Bir süre düşündüm. Eve döndüğümden az sonra Ali Ağabeyim geldi, içeri geleceğini düşünerek dışarı çıkmamıştım. Oysa Ali Ağabeyim atları bağlayıp hemen kahveye inmiş. Az son ben de gittim. Ali Ağabeyim, İsmet'i getiremediğini, böylece benim yarın yalnız gitmek zorunda kaldığımı söyleyince hazırladığım planı uyguladım:

-Olsun, İsmet'in gelmemesi benim yalnız gideceğim anlamına gelmez, biz zaten daha gelirken Kadir'le birlikte dönmeyi konuşmuştuk. Yarın Kadir beni Yukarı Kahveler önünde saat 9'oo da bekleyecek! dedim. Babamın duyup duymadığını düşünürken; bu kez de: Zamanında gidebilirsem, Kadir sabırsızdır, yürüyüp gider! diye de ekledim. Babam:

-Merak etme ben saati kurarım, iki adım yer, rahat yetişirsin! dedi. Hem sevindim, hem de utandım. Sevindim, çünkü kurduğum planı başarıyla uygulamıştım. Ne var ki bu plan, bir bakıma eksiğimi tamamlamam için babama karşı uygulanmıştı. Sebebi, sonucu üstünde bir süre durduktan sonra yaptığımı haklı bulup kendimi kınamaktan vazgeçtim. Önemli olan babam üzerinde olumsuz bir kanı bırakmamaktı, onu başardım.

Eve dönünce götüreceklerimi paketledim. (Tarih, Edebiyat, Cebir-Geometri, Lise 1-2. sınıf kitaplarımı aldım). Ablam geldi paketi eline alıp kaldırdı:

-Üç saat elinde duracak, az sayılmaz! dedi. “Olsun!” falan dedim ama ablam, içerden bir torba getirdi:

-İstediğin yerde sırtına da alabilirsin! Torba elde dokuma, siyah beyaz çizgili. Ablamın kendi dokumalarından. İpleri de aynı renklerle örülmüş, belik örgüsü gibi. Ablama:

-Bu değerli bir torba, sen buna emek vermişsin, ben bunu götürüp ne yapacağım? deyince ablam:

-Senden esirgeyecek kadar kıymetli değil. Bunu ben yapmıştım, şimdi kızım Gülsüm daha iyisini hazırlıyor; merak etme, koruyabilirsen gelirken gene getirirsin! dedi. Alıp paketi yerleştirdim. Koyunları otlatırken benzerlerini sırtıma alıp kırlarda dolaşırdım. Ablam gidince Fikret Madaralı Öğretmeni anımsadım. Edirne/Karaağaç Köy Öğretmen Okuluna gittiğimde üstümde bu tür dokunmuş, siyah şayak giysiler vardı. Madaralı Öğretmen eliyle yoklayarak çok beğendiğini söylemiş, bir takım da kendisi için istemişti (Şaka olarak) Daha sonraki günlerde Edirneli terziler ölçü almaya geldiklerinde bana takılmıştı:

-Sakın bu giysilerini elden çıkarma, Edirne kışına böylesi gerekli. Bizim dikeceklerimize güvenirsen, dişçilere gitmek zorunda kalacaksın! deyip gülmüşlerdi.

Ali Ağabeyim çok yorulmuş erken döndü, birlikte yemek yedik, o yattı ben kahveye gittim. Kahve oldukça kalabalıktı. Benden az sonra Salim Dayım geldi. Salim Dayım konuşmak içi konu bulmakta ustadır. Gelir gelmez bana:

-Seni Arifiye İstasyonunda nasıl karşıladığımı bir daha anlatır mısın? dedi. Önce tam olarak anlamamıştım:

-Bunu bir defa anlatmıştım! deyince Salim Dayım makaraları salarca güldükten sonra, karşısındakileri göstererek:

-Ohooo, bunlar, bir defa anlatılanı akıllarında tutamazlar. Onların öğrenmesi için en az on kez anlatacaksın ki o zaman belki bir sonuç alınır. Karşı duranlar oldu:

-Salim pazarda tokatı yedi galiba! diyenler çıktı. Salim Dayım:

-Pazarda işim iyi gittiği için böyle konuşuyorum, neşeli olmasam, gelip size sataşır mıyım? dedikten sonra bana sorduğunu kendisi anlatmaya başladı:

-Karlı bir gündü. Kar öyle bilinen karlardan değil, insan boyunu geçen yumuşak bir kar. Kar değil, taraktan geçirilmiş pamuk! dedikten sonra bana da onaylattı. Kahvedekiler hep sustu, dikkatle dinlemeye başladılar. Salim Dayım bana dönerek:

-Bak görüyor musun, nasıl sustular! Karı pamuğa benzeteceksin ki onlar, karı değil pamuğu düşünecekler. Onlar pamuğun yumuşaklığını duymuşlardır. Dinledikleri masallarda hep pamuk yorganlarda yatılır. Çalışmayan insanlardan söz edilir. Elleri pamuk gibi derler. Bu fakirlerin çoğu şimdi o pamuk gibi elleri düşlemişlerdir.

Salim Dayım bunları söyleyince bir tepki geleceğini beklerken dinleyenlerin çoğu birden güldüler:

-Vallahi doğru söylüyor! dediler; arkasından da Salim Dayımın bu konuşma becerisini pazarcılık yapışına bağladılar. Salim Dayım onun da yanıtını verdi:

-Gelin, siz de pazarcılık yapın, görelim bakalım ne değişecek? Bence ben pazarcılıktan para kazanıyorum ama gerçekte böyle düşünüp konuşabildiğim için pazarcılık da yapabiliyorum. Siz burada da yanılıyorsunuz! Dinleyenlerden Çançik Ali dayanamadı:

-Sen bırak şimdi pazarı mazarı da askerliğini Adapazarı'nda yaptığına göre komutanın Deli Fikri'den sopa yedin mi, yemedin mi? diye sordu. Salim Dayım doğrularak, Çançik Ali'ye dik dik baktıktan sonra:

-Al işte bir Askerlik Masalı daha! diyerek Adapazarı ile dolaylarında 2 yıl 8 ay kaldığını anlattı. Asker olarak (2. Askerliğinde) önce Adapazarı'na dönen tren yolu üstünde küçük bir birliğe gitmiş. Bu birlik, bir iki ay içinde Arifiye İstasyonunda konuşlanmış. Birliğin değişik yerlerde görev yerleri varmış. Arifiye'nin özellikle doğu tarafı birden bire yükselip sarp dağlara dönüşüyormuş. Bu dağların belli yerlerinde çevreyi gözetleyecek Gözetleme birimleri oluşturulmuş. Saptanan noktalar oldukça yüksek olduğu için orada görev alanlar özellikle uzun boylulardan seçiliyormuş. Salim Dayım uzun boyu nedeniyle bu birimlerden birine seçilmiş. Bu tepe Kalaycı köye yakın bir yermiş. Uzunca bir zaman orada kalan askerler köyle ilişki kurmamış. Savaş tehlikesi azaldıkça Gözetleme tepelerindeki askerlerin görev baskıları azalmış. Önceleri 3-4 ayda bir yapılan nöbet değişimleri giderek uzamaya başlamış. Son bir yılda ise hiç değişim yapılmadığı gibi subaylardan sonra kıta çavuşları da birliklerine çekilmiş. İşte başlangıçta uzun boyu nedeniyle Kalaycı Köy tepesine giden Çeşme Kolü köyünden Salim o gözetleme tepesinin komutanı payesine böylece erişti! deyip güldükten son bir kez daha bana:

-Buradan ötesini sen anlat! dedi. Çançik Ali sözünü unutmamış:

-Deli Fikri! deyince, Salim Dayım:

-Deli Fikri dediğin değerli bir general, Tümgeneralken Kolorduya komuta ediyordu. Ben bir asker, bir er ya da bir manga çavuşu olarak Kolordu Komutanını nereden göreceğim? Siz hepiniz askerlik yapmış insanlarsınız, söyleyin Allah aşkına, hanginiz ve de kaç kere binbaşı üstünde bir komutanı yakından gördünüz? Sormak istediğinizi anlıyorum, konuşulanları daha buradayken duymuştum; Fikri Paşa, elinde sopayla Adapazarı sokaklarında subay kovalıyormuş! Bırakın bu boş konuşmaları. Fikri Paşa, söylenenin tam tersine Adapazarı'nda çalışmayan sivilleri uyarıp uyandırmaya çalışan bir insan olarak anılmaktadır! dedi. Salim Dayımın sözleri gülüşlerle karşılandı ama çoğu bu konuşmaları beklemiyormuş gibi bakıştı. Ancak o, bakışlara aldıkrmadan sözlerini sürdürdü:

-Hepiniz askerlik yaptınız, konuşurken Asker Ocağı'na bağlılığınızı da sık sık söylersiniz. Asker ocağı sizce birlikte yeyip içtiğiniz yakın arkadaşlarınızla size akşam sabah hakaret eden onbaşılarınız, çavuşlarınızdır. Asker Ocağı gerçekte ömrü boyunca o ocakta yaşayan subaylar, assubaylardır. Ordumuzun yetiştirdiği bunca kahraman var, Kemal Paşalar; İsmet Paşalar; Fevzi Paşalar, Fahrettin Paşalar, Salih Paşalar var bunlar bu günün paşaları, bunun daha önceleri de var örneğin Enver Paşa, Talat Paşa, Mithat Paşa gibi. Söyleyin Allah aşkına içinizden birisi çıkıp da oğullarına bunların adlarını verdi mi? Şu çocukların adlarına bakın, Zülfü, Ali Rıza, Ekrem, Saim, Cemalettin, İdris ya da benzer adlar. Bu adlar bizim yaşlılarımızda var mı? Nereden buldular bu adları. Sorun bakın, bunlar hep askerlik anısı, ya çavuşun ya da onbaşının adıdır. Akşam sabah kırkyıllık ahbabınızmış gibi Salih Omurtak Paşadan söz edersiniz, onun kahramanlıklarını anarsınız ama oğlunuz olunca onun adı aklınıza gelmez de sizi çoktan unutmuş birinin adını yaşatırsınız.

Hemen hemen dinleyenlerin hepsi:

-İşte bunda yerden göğe kadar haklısın, gerçekte köy çocuklarının adları giderek değişiyor. Bildiğimiz aile büyüklerinin adını taşıyan gençler giderek azalıyor. Hemen örnekler sayılmaya başlandı.

Salim Dayım bana iyi yolculuklar dilerken kolumu tutarak kapıya doğru yürüyüp durdu. Oturanların duyabileceği sesle:

-Yolun gene Arifiye'ye düşerse benden herkese selam, Okul Müdürünün özel kahvecisi vardır; sen onu tanıdın, herkes ayrılsa o oradan gitmez. Çünkü kızını okutmak için orada çalışıyor. Kızı, gelecek yıl öğretmen olacak, o zamana dek kesinlikle orada kalacaktır. İyi olduğumu söyle! deyip ayrılırken gene dönüp her pazar öğleden sonra ile pazartesi günleri Pazar'daki sergisinin başında olacağını, gelirsem çok sevineceğini tekrarladı. Salim Dayım gidince arkasından değişik konularda ileri geri konuşanlar oldu. Salim Dayım için söylenen kimi yanlışları babam düzeltti. Salim Dayım, babamın ilk eşi tarafından akrabamızmış. Benim değilse bile ağabeylerimle yakın akraba sayılıyormuş. Benim annem ayrı olduğundan akrabalığım söz konusu değilmiş. Bunu duyanlardan biri hemen:

-Öyleyse Salim bunu bilmiyor! deyip gülümsedi. Bu kez de babam:

-Salim zeki insan, bilmez olur mu? Bildiği için ayırım yapmamaya özen gösteriyor. Bu kez de konu Salim Dayımın bizim köye damat gelişi üstüne döndü. İçgüveyisi olarak gelmiş ama uyum sağlayamadığı için ayrılmak zorunda kalmışmış. Babam gene söze karışıp aile geçimsizliklerinin çok doğal olduğunu, köydeki ayrı kardeşleri, ayrı damatları sayıp döktü Bu arada, yakın komşumuz Hoca Hasan'ı örnek gösterdi; kendi öz, aynı zamanda tek oğlu Ali ile anlaşamadığı için Ali'nin, evi değil köyü bile terk ederek gittiğini, kaldığı yerin buraya yakın (Pınarhisar-20 km.) olmasına karşın yıllardır bir kez bile gelmediğini, oysa Salim Dayımın böyle bir dargınlık gütmediğini, sık sık eşinin ailesine uğradığını anlattı.

Salim Dayımın köyde pek sevilmediğini hep seziyordum. Bunun nedenini de yabancı köyden gelmiş olmasına bağlıyordum. Bu gece bu kanımı değiştirdim. Bu, sevilmemek değil, kıskanılmaya dayanan bir karşı oluş. Salim Dayım çevresindekilere küçümseyerek bakıyor. Belki o böyle bakmıyor ama öyle baktığı izlenimi uyanıyor. Karşı olanlar da ona tümüyle karşı değil, söylediklerinin içinden kimi ayrıntılara takılarak karşı oluyorlar. Dikkat ettim, bu akşam kahvede konuşan da konuşulan da oydu. Başka zamanları da anımsıyorum, kahvede sözü dinlenen bir kaç saygın kişiden biri Salim Dayım. Eğitmen Mustafa Ağabey dışında onun yaşdaşlarından hemen hemen ona denk kimse yok.

Vakit oldukça geç oldu, kalkmak üzereyken herkesin ayrıldığını gördüm. Babam:

-Ben de geliyorum, deyince bekledim, babamla konuşa konuşa eve döndük. Sabah erken gitmeyeceğimi, Kadir'le saat 9'oo da buluşacağımızı söyleyince babam rahatladığını söyledi. Ben de rahatlamış olarak yattım. Yatınca Salim Dayımın selam gönderdiğini düşündüm. Adını vermedi ama daha önceki konuşmalarda da konu etmişti. Arifiye Köy Enstitüsü Müdürü Süleyman Edip Balkır'ın kahvecisi bir bayandı. Okul Müdürünün kendi evinde verdiği yemekte de o bayan vardı. Bayan'nın yanındaki yardımcısı için kızı, demişlerdi. Sözde annesi kızını okutmak için yakınında bulunmak üzere okulda görev almış. Çalışkan biri olduğu için Okul Müdürü de onu kendi yanına almış. İşte bu bayanla Salim Dayım, zamanla tanışmışlar. Bizim orada kaldığımız zaman bir kaç kez birlikte görmüştüm. Salim Dayım birşey demedi ama, bir ara konuşurken:

-İşte bu insanlar böyle, kimisi birilerinden silleyi yeyince bir başkasından teselli bulmaya çalışıyor! demişti. Ben o zaman bu söz üzerinde fazla durmamıştım. Salim Dayımın selamını söylemek üzere yengeme gidince (Ablamla gitmiştik) Yengem bir ara:

-Salim tatlı dillidir, insanları teselli etmesini bilir! demişti. Bu teselli etme, ne anlama gelmektedir? Söz konusu bayanı anımsamaya çalıştım ama tam seçemedim, Kızını da görmüştüm, kız o gece yemekte annesine yardım ediyordu. Mustafa Güneri Öğretmen kızla konuşmuştu. Bir karaltı olarak anımsıyorum ama yüzü seçemedim. Gene teselli sözüne takıldım. Teselli sözünün avuntu anlamına geldiğini biliyorum. Plakların birindeki şarkıda:

Teselli kar etmiyor, deniyordu. Tesellinin avuntu olduğunu o zaman öğrenmiştim. Ancak buradaki teselli daha başka anlam taşıyor gibi geldi bana. Kafamdaki soruları bir yana itip gözlerimi kapadım. Uyumaya çalışırken horozlar ötmeye başladı. Horoz seslerinden birisi ilginçti, önce bir hııııık, çektikten sonra ağır ağır okur gibi ötüyordu. Uzun süreden beri horoz sesi dinledim ama bir horozun bir kaç kez öttüğünü saptamamıştım. Bu horoz bana öğretti; horozlar bir değil çok kez ötüyorlar. Bellediğim horozun beş kez öttüğünü saptadım. Sanırım daha önce de ötmüştü.

 

1 Ağustos 1943 Pazar

 

Cama vuruldu, toparlanıp kalktım, babam kahveye giderken uyandırmak istemiş olacak, diye düşündüm. Ablam kahvaltı hazırlamış. Ali Ağabeyimle kızı Gülsüm çoktan orağa gitmişler. Gittikleri yer Harmangölü dediğimiz Kavakdere köyü yakınlarında bir yer. Bu, bu yılın son oraklarıymış. Mahmut; Bektaş Ağabeylerim, Küçük Ablamlar hep gitmişler. Karşımdaymışlar gibi herkese el sallayarak kahveye indim. Kahvede de kimse yok. Babam:

-Bu günler köy yerinin tam iş zamanıdır, dedi. Saat 8'15 olunca babamın elini öpüp ayrıldım. Gerçekten köyün tam iş zamanı. Kapı komşu olmamıza karşın C'yi uzaktan bile göremedim. Eve hiç dönmeden mi tarlalarda çalıştılar, yoksa gece gelip çok erken mi gittiler? diye düşünerek, dereyi geçip yokuşa tırmandım. Bağlık yakası dediğimiz sırta çıkınca köye bir daha baktım. Köyüm güzel ama, gelip burada çalışacağım aklıma gelince irkilir gibi oluyorum. Öyle olduğunu düşününce kendimi buraya bağlanmış varsayıyorum. 20 yıl zorunlu çalışma, 3 ayda bir hak ettiğin paranı almak için bile Lüleburgaz'a gidememek ne demek? Karşımda biri varmış gibi söylenerek giderken az kalsın kahveleri geçiyormuşum. Kadir, çoktan gelmiş, karşı kahvede bekliyormuş. Geçtiğimi görünce telaşlanıp, arkamdan bağırmış. Karşıdan bana doğru gelenler uyardı, döndüm baktım kahvenin önünde oturanlar bize gülüşüyor. El salladım. Kadir hoşgörüyle karşıladı gülerek:

-Senin uğrak yerin orası değil biliyorum ama bu sabah beni oraya çektiler! dedi. İkimiz de buluştuğumuza sevinerek yola çıktık. Kadir, benim kendisini arayışıma çok sevinmiş. Ancak babasının bizim köye geldiğinden nedense habersiz. Dereden tepeden sözler ederek yolu yarı ettik. Daha sonra da okul arkasından birer ikişer arkadaşlar dilimize takıldı. Kimler okumak isteyecek, kimler kesin olarak öğretmenliği seçecek? diyerek Lüleburgaz'a ulaştık. Çarşı içindeki Çayevi önünden geçerken İbrahim Sarıdemir'i gördük. Kadir birden heyecanlandı ama ben elinden tutup çektim:

-O bizi görürse biz onu görmüş olalım, bizi küçümseyen bir tavır takınırsa üzülürüz! Kadir beni haklı buldu. Benim terzimin vitrinlerine bakarak geçerken Sarıdemir adlarımızı söyleyerek seslendi. Yeni görmüş gibi:

-Ooo, moooo diyerek bir birimize sarıldık. İbrahim Sarıdemir sivil giyimli ama subay olmuş. Sarıdemir Kadir'in köylüsü ama benim okul arkadaşım, ayrıca sınıf arkadaşım olduğu gibi sıra arkadaşım da, adaş oluşumuzun dışında öğrenciliğimizde çok yakın ilişkilerimiz, güzel anılarımız var.

Hamitabat ilkokulu 4. sınıfa yazıldığımda dersliğin en arkasında bir boş sıraya oturmuştum. Bir süre o boş sırada sıkılarak dersleri izliyordum. Başka köyden geldiğim için öğrenciler bana yabancı gözüyle bakıyordu. Bir süre sonra dersliğin güzel kızlarından biri gelip yanıma oturdu. Oturmadan önce de benimle konuştu, oturabilmesi için benden izin istedi. Bu durum beni çok mutlu etmişti. Kız adını söyledi, kitaplarını verdi. (Okula geç başlamıştım, kitabım yoktu) Böylece Leyla ile sıra arkadaşı olmuştuk. Leyla sonra bana kardeşini tanıttı, İbrahim. Daha sonra Soyadı yasası çıkınca Sarıdemir soyadını alan İbrahim'i böyle tanımıştım. Leyla ile yıl sonuna dek aynı sırada oturduk. Derslerimde bana çok yardımcı olmuştu. Özellikle kız öğrencilere beni yaklaştırması okula ısınmamı kolaylaştırmıştı. Leyla'nın dersleri de iyiydi. Buna karşın 4. sınıf sonunda Leyla'yı okuldan aldılar. Bunun nedenini hep düşündüm ama kimseden soramamıştım. Yıllar sonra evlendirildiğini duydum, okuldan alınışı ondanmış. İbrahim'le konuşurken bunları düşündüm. Gene Leyla'yı sormak aklımdan geçti ama soramadım. İbrahim köyden, geçmişten çok askerlikten, subaylıktan söz etti. Gezip gördüğü yerleri anlattı. Özellikle Ankara'dan söz edince dikkatle dinledik.

Bu arada Pınarhisar otobüsü gelmiş, Mehmet Yücel, Mehmet Başaran, Ahmet Güner, İdris Destan, Recep Kocaman geldi. Onların da ellerinde çantalar, paketler var; onları gösterip yürüdüler. Biz de İbrahim Sarıdemir'den izin alıp onlara katıldık. Birlikte Halkevi Bahçesi'ne gittik. Halkevi Bahçesinde de konumuz kendimiz oldu. Mehmet Yücel kesin bir karar verememiş:

-Öğretmen olmayı düşünüyorum ama köyde çalışmak istemiyorum! diyor. Güldük, olacak iş değil, köy öğretmeni olmak için beş yıl çalışmış, göreve başlayacakken vazgeçmek olur mu? O zaman devlete borcunu öder, ayrılırsın! Ailesi o borcu ödeyemezmiş. Mehmet Yücel'in durumuna üzüldüm. Ahmet Güner kararını daha önce vermişti; öğretmenliğe gidecek. Üstelik bundan mutluluk duyuyor. Tavırlarından bunu anlıyoruz. Mehmet Başaran, açık konuşmuyor ama seçilirse okumaya gitmek istediği belli oluyor. Sorunca karar veremediğini söylemesi bundan. Recep Kocaman kararlı, öğretmenliği seçmiş. İdris Destan da sormadan söyledi: Öğretmen.

Biz konuşurken okulun kamyonu geçti. Kamyon ekmek almak için gelmiş olabilir. Öyleyse bir süre Hükümet Meydanı'nda bekler, diyerek oraya yürüdük. Umduğumuz gibi çıktı, az sonra atlayıp okula döndük. Hüseyin Orhan, Salih Baydemir gelmiş, onlarla konuşurken İstanbul treniyle gelenler, Harun Özçelik, Yusuf Asıl, Hilmi Altınsoy, Hasan Üner eklendi. Hilmi Altınsoy dışında ötekilerin hepsi kararsız: Babaları, gidebilirseniz, gidin okuyun! demişler. İyi ama yöneticiler sorunca ne yanıt verecekler? Yusuf Asıl doğruyu söyledi:

-Siz seçip gönderirseniz, okumak istiyorum! diyecekmiş. Önce güldük ama daha sonra bu öneri hepimizin aklına yattı. İsmet'i düşünmeye başlamıştım, aklına eserse gecikebilir! derken Kırklareli grubu da geldi. İsmet Yanar, Arif Kalkan, Abdullah Erçetin,Yakup Tanrıkulu, Mehmet Aygün. Bu gruptan Abdullah Erçetin dışındakiler kararlı; öğretmenliği seçmişler. Trende başlattıkları şakalarını sürdürüyorlar: Kızılcıkdere Köyü öğretmeni İsmet Yanar, İnece Okulu Başöğretmeni Arif Kalkan, İnece öğretmeni Yakup Tanrıkulu...

Hüsnü Yalçın geçmiş günler içinde okulda olan olaylardan söz etti. En beklenen olmasına karşın şaşırtıcısı; Eğitimbaşı Kemal Üstün'ün Zehra Öğretmenle sözleşmiş olmasıydı. İzinde olan sınıflar dönmüş, okul eski sayısına ulaşmıştı. Derslikte uzun süre buna benzer konuları konuştuk. Bayrak törenine inince yerimizi aldık. Böylece öğrenciliğe yeniden döndük. Törende Şevki Aydın Öğretmen bir düdük kullandı. Köyde kamıştan yaptığımız dudak düdüğü gibi bir nesneyi ağzına takıp seslendirdi: Dııııııı!.

Törenden sonra Şevki Öğretmenle karşılaştım,hal hatır sordu, “Çalışalım!dedi.

Yemekte duyuru yapıldı: Sınav sınıfı derslikte toplanıp Eğitimbaşımızı bekleyecek!

Ne konuşulacağını bilir gibiyiz ama gene de olasılıklar öne sürüldü:

-Bir hafta daha inşaatte çalışıp, sınava girme! Hayır, öyle değil: Hepiniz başardınız, diplomalarınızı alın! Kendi anlamsız sözlerimize kendimiz gülerken Eğitimbaşı geldi. Eğitimbaşı “Hoşgeldiniz! derken Edirne grubu yetişti; Halil Basutçu, Bekir Temuçin, Hüserin Serin, Mustafa Saatçı, Sami Akıncı. Onlar yerlerine oturunca Eğitimbaşı bir “Hoşgeldin! daha dedikten sonra bizim sınıfın yeni numaralarını okudu. Ayrıca tahtaya da yazdırdı. 1'den 29 'a dek sayılar sıralandı. Sınavlara bu numaralarla gireceğimiz, bundan böyle bizim numaralarımızın bunlar olduğu, diplomalarımızın da bu numaralara göre sıralanacağını anlattı. Yarınki ilk sınavımızda kolay bir konu üzerinde yazı yazacağımızı, böylece sınav korkusunu üzerimizden atacağımızı duyurup ayrıldı.

Eğitimbaşı gidince, bir haftalık özlemler, sorular, yanıtlar arka arkaya sıralandı. Şakalar, takılmalar, kahkahalar arasında yat zili çaldı.

Yatınca kendimi rüyada sandım. Sabah evde yatağımdan kalktım, onca yol yürüdüm. Yolda Kadir arkadaşla neler neler konuştum. İbrahim Sarıdemir bana neler anımsattı. Okula döndüm. Okul beni hiç mi hiç duygulandırmadı. Arkadaşlar gene eski havalarında. Eğitimbaşı ise bizim sınavlardan korkmamamız için cesaretlendirici yönlerden söz etti. Zıt duygular içinde bir süre debelendikten sonra ancak esnedim. Sanırım arkasından da uyudum.

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ