Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

3 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Artan Savaş Tehlikesi - Trakya'nın Boşaltılacağı Söylentileri

 

25 Şubat 1941 Salı

 

Orhan “Günaydın!” dedi, ben de günaydınla karşılık verdim. Kadir başını kaldırdı, ”Ne o siz Almanca’dan vaz mı geçtiniz? dedi. Ben “Vazgeçtik baksana herkes Almanca biliyor. Müfettiş bile kitap çeviriyormuş!”dedim. Kadir şaşırdı. ”İnsan onun için çalıştığı şeyi bırakır mı? O güldü biz de güldük. Kadir bu kez, ”Sizde başka bir iş var, bu söylediğiniz bir neden olmaz!”deyip gitti. Kadir gidince düşündüm, Orhan darıldığımı ona söylememiş. , ama özür dilemeden, eskisi gibi yakınlaşmamaya da kararlıyım. Derslikte Türkçe defterimi karıştırdım. Dersimiz Tarih, nedense tarih kitabımı değil de Okuma kitabımı açtım, baktım. 6 sayfaya sıkıştırdığım Han Duvarlarını çevirip çevirip yan gözle bakarak okumaya başladım. Biz Selçuk Korol Öğretmeni beklerken, Fikret Madaralı Öğretmen gülerek geldi. ”Günaydın!” dedikten sonra:”Beni beklemiyorduz, Selçuk Öğretmenin isteği üzerine biz dersleri gene değiştirdik!” dedikten sonra:”Beri bakın, şaka maka değil kışı atlatıyoruz galiba, şu birkaç günü de böyle geçirirsek rahatladık, demektir. Yakında Kakava bayramları başlar!”deyip gene güldü. Hüsnü Yalçın’a bakarak, ”Sen, Kakava bayramı nedir bilir misin? diye sordu. Hüsnü biraz mahcup, bildiğini söyledi. Mehmet Yücel, ”İsmet en iyisini bilir öğretmenim!”diye ekledi. Öğretmen, ”İsmet ne bilsin, baksana İsmet sarışın!”deyince Hüsnü Yalçın’ın neden kızardığını anladık. Sanırım onlar daha önce aralarında bir şeyler konuşmuşlar. Hüsnü onu anımsayıp, etkisinde kalmış. Nasıl olduysa bir arkadaş, dersliğimize Müfettişin geldiğini söyledi. Öğretmen:”Müfettiş değil mi gelir, onların görevleri okulları denetlemektir!”dedi. Yusuf Asıl, ”Bizi denetlemedi sadece , beni göstererek arkadaşla konuştu, oturdu resim yaptı. ”deyince Öğretmen:”Ha önce onu söyleyeyim;bu Müfettişin on parmağında on hüneri vardır. Bir kaç yabancı dil bilir, kitap çevirir!” deyince Yusuf, “Arkadaşla da Almanca konuştu!” deyince Öğretmen hayretle, bana bakarak:”Arkadaş Almanca da mı konuşuyor? diye sordu. Ben kalkıp olayı anlattım. Öğretmen gene gülümseyerek:” O da güzel bir davranış, insan karşısındakiyle bir ilişki kurup konuşabiliyorsa bir çok sorunu çözmüş olur!”Fikret Madaralı Öğretmen de Müfettişi daha önce tanıdığını, çok iyi bir öğretmen, saygın bir yönetici olduğunu anlattı. Öğretmen duraksayınca ben, Sami Akıncı’nın bulduğu “Çakmak çakmak sözünü anlattım. Sami’ye bakarak, ”Aferin, Sami bu işleri çok ciddi tutup haza çalışıyor!”dedi. Bana bakıp, ”Haza” sözünün anlamını sordu. ”Anlamını bilmiyorum ama söyleyişinizden bir anlam çıkarıyorum!”deyince öğretmen “Bir gayretli arkadaşınız da İbrahim, Sami’den geri kalmamak için diretiyor, amaç sözün gelişinden anlam çıkartmaktır. Bunu yaptığın zaman dilini, Türkçe’yi öğrenmiş oluyorsun. . Topluluk içinde lügatle gezecek değilsin, sözün gelişinden anlam çıkartacaksın!”dedi, bir örnek verdi:”Tasarruf sözünü bilmiyorsun, karşındaki insan, ”Aldığım parayı olduğu gibi harcıyorum, aylardır böyle;hemen hemen hiçbir tasarrufum olmadı!”dese. tasarruf sözünün anlamını kavrayabilirsin. Bu yüzde yüz olmayabilir ama hiç değilse yakın anlamını seçebilmelisiniz. !”Öğretmen konuyu sözcüklere getirdi. Güzel konuşmak için sayı olarak çok söz bilmenin zorunlu olduğunu, okumuşların çok söz kullandığını köylülerin, cahil insanların az sözcükle konuştukları örneklerle anlattı. . Sözlük edinmemizi önerdi, Daha önce verdi Osmanlıca_Türkçe Cep kılavuzunu gösterdim, Öğretmen eline alarak, ”Bu sizin için artık yeterli değil, başlangıçta bir kılavuzdu, artık yetersiz. ama yararlanacağınız tarafları vardır. . Birinci dersi böyle konuşmalarla geçirdik. İkinci derste öğretmen, kitaptan sözler yazdırdı, yazılarımıza baktı; on beş arkadaşımızın el yazılarını beğenmediğini söyledi. Numaralarını okudu. 4-6-7-15-24-28-42-44-53-63-73-75-77-78-79 Bu arkadaşlar ikişer sayfa yazı yazacaklar. Türkçe dersinden sonra gene bir sen ben tartışması çıktı. Soba nöbeti, atlamış, yemekhane nöbetinde de atlamalar olmuş. 63 Hilmi rahatsızlığı nedeniyle geçiştirdiği nöbeti bir daha tutmamış. Revirde kalan arkadaşlar nedeniyle de değişmeler olmuş. Halil Basutçu ile Sami Akıncı, ”Değişse ne olur, arkadaşların yerine biz tutsak çok mu yoruluruz gibi sorular sordular. Mustafa Saatçı karşı olduğunu söyledi, onun hesapları altüst olurmuş. Çünkü o dikkatle kız nöbetçi takip ediyormuş. Mehmet Yücel, Mustafa Saatçı’ya çıkıştı, ”Sen kendini dayı mı sanıyorsun, sen lafını ediyorsun ama Sazan’ı hep nöbetine o alıyor!”Bu kez olaya beni de soktular. Kızlar geleli beri neredeyse iki yıl olacak, üç kez nöbetime kız rastladı . Onun da biri benim değil Hilmi’nin nöbetiydi, on nöbette bir kez kız gelmiş!”dedim. Benim böyle sayılar vererek konuşmama şaştılar, ”Bunları da mı yazıyorsun? dediler. Yazdığımı söyleyince de şaşkın şaşkın baktılar. Bu arada Bekir, ”Gelen var!”dedi. Sözünü bitiremedi, Müfettiş kapıdan girdi. ”Günaydın!”deyip dersliğin ortasında durdu. Harun Özçelik’e, “Sen geçen gün var mıydın ben iyi seçemedim!”deyince Harun olmadığını, rahatsız olduğunu anlattı. Bu arada Harun’un sırası önüne gitti, defterini alıp baktı, ”Güzel el yazılarını severim, hep istedim, güzel bir yazım olsun, ama istediğim gibi olmadı!”dedi. Sayfaları çevirdi. Harun’un resim çalıştığını biliyoruz, arkadaşlar, ”Resim defterin!”fısıltısı yaptılar. Müfettiş güldü, ”Arkadaşların beni heyecanlandırıyorlar, çıkar şu resim defterini!”dedi. Harun defteri çıkardı. Müfettiş defteri alıp öğretmen masasına oturdu. Zil çalıncaya dek deftere baktı. Zil çalınca, ”Çok güzel, bırakma, bu çalışmalarını sürdür. Resim öğretmeni yok diye, darlanma, resim, öğretmensiz de yapılır. İlk ressamları öğretmenler mi yetiştirdi. !” deyip kapıya yönelirken bana bakıp ”Sen de, Almanca öğretmeni bekleme, çalışmanı sürdür!”dedi. Bekir Temuçin, ”O müzik çalışıyor!”deyince, ”Biliyorum, biliyorum, ona Röslein’in notasını getireceğim, söz verdim; ama Almanca’yı da devam ettirmelidir!”diyerek gitti. Derslikte bir sessizlik oldu. Herkes bir birine baktı gözler bu kez bana döndü:”Ne notası!? ” diyenler oldu. ”Olayı ben de anlamadım, Müfettiş geçen kez geldiğinde Röslein’i okurken kitabı elimden aldı “Bunun şarkısı var biliyor musun? Güzel bir şarkıdır!”demişti. Söz falan vermemişti!””Ne iyi Müfettiş, o zaman “Söz veriyorum” demeye gerek görmemiş, şimdi söyledi, demek, dediğini yapacak!”diyenler oldu. . Fettah Biricik bir of of, çektikten sonra ”Bize bakan bile yok, biz öksüz!”deyince, benden önce İsmet yanıtladı”Sen de çıkarsan ortaya sana da bakan olur!”. Fettah İsmet’in üstüne yürüdü. Araya girdiler. İsmet bırakın gelsin, gelsin de boyunun ölçüsünü alsın!” yarası olan gocunur. ”Fazla ileri giderse onun da sırtı kaşınır. Kendi durumunu düşünmeden her lafa laf katmaya çalışıyor. İşte meydan çıksın!”dedi. Sözde İsmet, Fettah’a “Ortaya çıksın”diyerek Zenne’liğini anımsatmış, Ortaya çık, deyişi, onu anlatmak içinmiş. İsmet bunları duyunca güldü, ”Ben bunu kastetmedim ama şimdi tekrarlayabilirim, Madem başkaları gibi becerecek bir marifetin yok, çık çengiler gibi oyna. Bunu da yapmıyorsan sus!”Yemeğe bu tartışmalar içinde gittik. Yusuf sordu, İsmet’le Fettah dövüşseydi İsmet’ten yana olacak mıydın? Ben, ”Her zaman İsmet’ten yanayım ama İsmet’in Fettah’ı çevire çevire döveceğini bildiğim için karışmayı düşünmedim!”dedim. Nereden bildiğimi sordular. ”Kavganın kuralları vardır, ”Kavgaya kalkışan kimse kavga eder gibi kalkışıp, karşısındakine o hızla saldırmazsa korkuyor demektir. Karşısındaki bunu anlar, cesaretle üstüne atılır. Az önce böyle oldu. Zaten Fettah hep böyle yapıyor. Alev gibi parlayıp, pısıyor. O nedenle kimse de Fettah’ı ciddiye almıyor. Hilmi Altınsoy”Kadın gibi mi demek istiyorsun? ”Ben, “Kesinlikle öyle demiyorum;çünkü cesur kadınlar bile haklı olduğu zaman böyle pısırmazlar. Fettah, sanırım güzel bir dayak yememiş, bilmeden bunu arayıp duruyor. Gerçekte onu sille tokat dövmeye gerek yok, hak ettiği sözü söyleyince bir süre boynunu büküp duruyor. Ben bunu bildiğim için daha fazlasına gerek görmüyorum!”Harun Özçelik, üzüldüğünü sözledi. ”Ne güzel, Müfettiş geldi hepimizle ilgilendi, söz vermediği halde “Söz verdim!”deyip bir arkadaşı sevindirdi. Bundan bir ders almamız gerekirken adamın arkasından kavga çıkarıyoruz!”Öteki arkadaşlar birden “Hep de Fettah neden oluyor!”deyince Hasan Üner karşı çıktı:”Fettah’ı biz şımartıyoruz, o konuştuğu zaman hepimiz İsmet’in gösterdiği tepkiyi göstersek, o susar. Bakın gözleyin, onun yanındakilerin sayısı İsmet’in yanındakilerden çoktur!”

Yemekten sonra atölyede toplandık. Yeni bir iş, meslek yaşamımızda çok işimize yarayacak bir uğraş. Naci Öğretmen, ”Bilin bakalım? ” diye sordu. . Masa, sandalye, dolap, raf, kitaplık, çanta, sandık daha bir çok tahta nesne saydık. Araba bile diyenimiz çıktı. Hiç birisi değil. Duraksadık, ”Ne olabilir? Öğretmen cebinden bir resim çıkardı, gösterdi, sıra, okul sırası…Öğretmen ne sanıyorsunuz, gittiğiniz okullarda gıcır gıcır sıra mı bulacaksınız? ”dedi. Yusuf Asıl, ”Vallahi öğretmenim bizim köy okulunda bütün sıralar gıcırtılıdır, çocuklar az kıpırdasa gıcırtı başlar!”Öğretmen işte o gıcırtılı sıraları atıp, yepyeni sıraları siz yapacaksınız. Bu nedenle bugün başlayacağımız işlere dört elle sarılmalısınız!”dedi. Elindeki resmi tezgah üstüne bıraktı. ”Bundan büyüterek birer resim de siz çizin!”dedi. Salih öne geçip kağıdı aldı, iki büyüklükte bir resim çizdi. Ölçüleri yazdı, yapılacak sıraların adedini sordu. . İlk elde kırk sıra, kırk oturak. Salih , Harun, Recep, Orhan dördü parça sayılarını saptayıp öğretmene gösterdiler. Öğretmen kesilecek ölçekleri, sayıları bize verdi, Hasan’la kesmeye başladık. Kesilen parçalar öteki grup tarafından temizlenip ayrı ayrı dizildi. . Tamamlanınca yapımlara birlikte başlayacağız. İkişer ikişer eşleştik beş grup sekizer sıra yapacak. Harun, Yusuf iki Mehmet, dört kişi zımpara, oyma, köşeleri kırma işlerini üslendi. . Tüm çabamıza karşın biz, kesmeyi bugün bitiremedik. Yığınla parça çıktı. Paydosta Yusuf, ”Öğretmenim biz burada on dört kişiyken yapmakta zorluk çekiyoruz, köylerde yalnız nasıl yaparız bu işleri. ? ”. Naci Öğretmen, ”Sorduğuna bak, bizi çağırırsın koşar geliriz!”dedi. Yusuf duraksadı bizse hepimiz bireden “Sağolun!”dedik;Yusuf bu kez gülümsedi o da ayrıca“Sağolun!”dedi. Paydosta arkadaşlar gidince ben kalıp bir süre çalıştım. Tuna Dalgalarının son çabuk notalarıyla bir hayli uğraştım. Ağır çalınca oluyor ama o zaman da vals çok ağırlaşıyor. Dersliğe gidince, Tabiat Bilgisine Tarım ödevlerime göz attım. Halil, geçen hafta bizimle kuyu kazmaya gelmedin yarın sen de kuyucu olacaksın!”dedi. Bağ ekimi için köyde çok çukur kazdığımı anlattım. Yatınca, Halil’e anlattıklarım gözümün önüne geldi. Ben burada övünüyorum ama gerçekte kısa bir süre işe gittim, ağabeylerimin tüm yaşamı o işler içinde geçiyor. Üstelik her türlü işi de yapıyorlar. Mayıs ayı sonlarında koyunların kırkımı, sebzelerin ekimi, bağların kazımı, ekinlerin biçimi hep onların elinden çıkıyor. Bir bizim yaptığımız marangozluk işlerini bilmiyorlar. Köye gidince onu da ben yapacağım, derken yüreğim cız etti. ”Köye dönecek miyim? ””Asla!” demeyi düşündüm ama vazgeçtim, büyük söylemeyeyim. Babam “Büyük lokma yut ama büyük söz söyleme!”der. ”Fraulein, Röslein, derken uyuduğumu sanıyorum

 

26 Şubat 1941 Çarşamba.

 

Orhan, ”Guten Tag!”dedi. karşılık verdim. Konuşmadan aşağıya indim. Derslikte Salih Ziya Öğretmenin ödevlerini tamamladım. Arkadaşların şakaları arasında ortaya getirilen ayva meyvesi için bilgi aradım. Gerçekten sıradan meyveler arasında yeri yok. Bizim köydeki ayvaları anımsadım. Çok geç oluyor, ancak uzun süre bekletilince yeniyor. Ablam kurutup bazen onun da erik gibi hoşafını yapıyor. Bazen de başka bir tatlıya koyuyor. Kolay kırılmayan tür ağaçlardan. Bizim bahçedeki ayvalardan bir dal koparmak çok zor oluyordu, onu anımsadım. Tıpkı dut gibi. Oysa, erik, kaysı, armut dalları koyca kırılır. Kahvaltıda olasılıklar konuşuldu. Ne var ki, arkadaşların olasılık dedikleri kendi isteklerinden ileri gitmiyor. Çoğunlukla “Ben böyle istiyorum o halde o olacak!”gibi konuşuluyor. Oysa ben, ”Ben böyle istiyorum ama bu böyle olmayabilir, acaba öğretmenler ne düşünecek, neyi uygulayacaklar? , türü düşünüp onlardan söz ediyorum. Bu nedenle aramızda konuşulanlardan en çok benim öne sürdüklerimle karşılaşıyoruz. Özellikle Yusuf, ikide bir bana soruyor, ”Nereden biliyorsun? Bu kez de öyle oldu; ben:”Öğleye kadar derslikte kalıp, öğleden sonra bahçeye çıkacağız!” dedim. Derslikte yerime yerleşiyorum. Birilerinin gözleri kapılarda. Bekir Temuçin muştuladı, ”Öğretmen elinde rulelerle geliyor. ”Tamam!”dedim içimden resimler göreceğiz. Öğretmen gülerek “Günaydın!”dedi. Arkasından “Öğleden sonra bugün de çalışmalarımızı sürdüreceğiz. Umarım haftaya fidanları alıp ekmeye başlayacağız!”Konuşurken bir elindeki çantasını, arkasındasn öteki elindeki harita gibi sarılı yuvarlakları masa üstüne koydu. Bir çok zaman yaptığı gibi ellerini ovuşturup avuçlarını bir birine vurdu. Geçen derste bıraktığı yerden başladı. ”Bilmem dikkat ettiniz mi, Lüleburgaz’ın karşı yüzü bağlık. Oysa bizim taraftaki yüzünde tek bir bağ yok!”dedi. Lüleburgazlı, olup da o yollardan gelip giden arkadaşlar durumu bildiklerinden söylenenleri daha canlı izlemeye başladılar. Ancak öğretmen soru sormasına karşın yanıtını kendisi verdi. ”Bağlar, güneş alan tarafları sever. O halde biz de çubuklarımızı nereye dikeceğiz? ”Yanıtını gene kendisi verdi:”Bizim tarafa, Tarım binamızın arkası bağ için en uygun yer!” Masa üstündeki ruleleri açtı. Değişik renkte üzüm salkımları, bağ kökleri. Resimlerde gördüğüm asma gibi kaldırılmış, ancak çok alçak, neredeyse salkımların yere değecek kadar toprağa yaklaşmış olanları ilgimi çekti. Bizde, asma denilen yüksek çardaklar vardır, bizim kahvenin önü böyledir. Ancak resimdekiler yerden olsa olsa bir metre yükseltilmiş. Gözüm bunlara takıldı. Öğretmen konuşmasını kesince bunu sordum. Öğretmen gülerek, İşte bu olmadı, sen çiftçi, bağcı çocuğusun, bunu kendi aklından bulmalıydın!”dedi sustu. Düşündüm, daha doğrusu öğretmen öyle söyleyince hiçbir şey düşünemedim, baktım kaldım. Öğretmen, ”Bağ ekilen yerlerin coğrafyası geniştir, soğuk iklimlerden sıcak iklimlere dağılır, deyince Sami Akıncı, ”Sıcaktan, güneşten diye sıraladıktan sonra düzelterek, salkımların güneşten yanmasını önlemek için!”yanıtını verdi. Öğretmen, bana bakarak, ”Di mi ya! İzmir, Adana yörelerinde güneş buralardan çok daha yakıcıdır, karpuzları kavunları yaktığı gibi salkımların da rengini bozabilir. İşte bu tür bağ kütükleri, kendi yapraklarıyla salkımlarını güneşten korumaktadır!”Öğretmen, Bağlık bölgelerde bağların çok önemli olduğunu, bağ bozumlarının şenlikler yapıldığını, keza bağ kesimlerinde şenlik yapılmaz ama gene de önemli günler sayıldığını anlattı. Bizim yapacağımız dikimlerin çok kolay olacağını da sözlerine ekledi. . Bu kez bana, “Bağ budama olayının kolaylığını bilirsin, dikkat etmişsindir!”dedi. Ben, bildiğim kadarıyla anlattım. Bağ budamak için özel, çok keskin makas olduğunu, kesilecek çubuğun üç boğum üstünden kesildiğini, kesimleri az yan olarak dikkatle yapıldığını. düzgün çubukları belli uzunlukta ayıklanıp temizlendikten sonra dikildiğini anlattım. Öğretmen gülerek, “Bağcıya ne gerek var, içimizde bağcı bulunmaktadır!”Zil çaldı. Öğretmen ayrılınca bana takılanlar oldu, ”Bugün de başımıza bağcı kesildin!”

Yemekte Müfettiş var, Naci Birkök Öğretmeni dinliyor. Sürekli Naci Öğretmen konuşuyor. Arada elleriyle bir şeyler ölçer gibi yapıyor, sonra gene kaşığı alıp atıştırıyor. Hasan Üner, ”Müfettiş sandığınız kadar nazik değil, Naci Öğretmen kaşığı bırakıp konuşurken, o boyuna atıştırıyor!”dedi. Hilmi sordu, ”Ya ne yapacaktı

Naci Öğretmenin ağzına mı kaşık tutacaktı? ” deyince hepimiz kendimizi tutmak için ellerimizi ağzımıza kapadık. Yusuf duramadı, ”Tutsa ne olur yani? Anneler çocuklarını nasıl besliyor? Bu kez de Yusuf’un sözüne güldük. Mehmet Aygün: “Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı!”dedi. Bizim gülüşümüze öteki masalardan bakanlar oldu. Arkadaşlar bundan hoşlanmadı, Birbirlerine bir süre dikdik baktıntan sonra sakinleştiler. Topluca kalktık. Yemekhaneden çıkınca dalgınlıkla Marangozluk atölyesine doğruldum. Gülmeye hazır arkadaşlar bu kez bana takıldılar. Gülmedi ama içinden bize katıldı, yolu şaşırdı!”Bir gülüş de ona patlattılar. Derslikte toplandık. Az sonra Naci Birkök Öğretmen geldi bizi üç gruba ayırdı. Dokuzar kişilik üç grup oluşturduk, Bir arkadaşımız nöbetçi iki arkadaşımız da rahatsız. Ben, bahçe grubuna ayrıldım. Naci Öğretmen yüzlerimize bakarak gruplar oluşturdu. Yusuf benden önce bağcı grubuna gitmişti, öğretmene benim bağcı olduğumu söyledi. Naci Öğretmen :”Öyleyse onu da alalım!”deyip, beni de o gruba aldı Bu, benim için iyi oldu. Çünkü bu grup çoğunlukla marangoz arkadaşlardan oluşuyordu. Hasan, Yusuf, Mehmet, Salih…Bağ yerine gidince Naci Öğretmen bana takıldı:”Haydi bakalım bağcı, seni görelim, söyle bakalım, ilk iş olarak ne yapacağız. ? Duraksamadan, Eşit aralıklarla çizgiler çekeceğiz, o çizgilerin ya da araların üstüne belli ölçülerde kuyular kazacağız!”dedim. Öğretmen, ”Sizin köyde öyle mi yapıyorlar? diye sordu. ”Bizim köyde, çizgileri çekiyorlar. Ancak onlar çizgileri pullukla çekiyorlar;çukur yerine de küskü denilen kalın demirle delik delip çubukları oraya dikiyorlar!”deyince, öğretmen gülerek:İşte biz burada sizin köylülerden ayrılacağız. Küskü ile ekim ömürsüz olur, o nedenle biz daha geniş kuyu açacağız. Bağ kütükleri geniş alana daha gür kök atacağından hem yaşı uzar hem de güçlü köke sahip olur, özellikle bu kepir toprakta küskü ekimi başarısızlıkla sonuçlanır!”dedi. Daha önce ölçüp biçilmiş uzun ipleri tutarak bağ alanını saptadık. Ancak bağ alanı sandığımız gibi kuru değilmiş, topuklara dek çamura battık. Naci Öğretmenin lastik mesli ayakkabıları ayağından çıkmaya başlayınca, öğretmen;”Gelin çocuklar biz bu işi haftaya bırakalım. Nasıl olsa ekim için daha günümüz var!”dedi. ”Siz bilirsiniz!”dedik ama içimizden sevindik. Ayak bileklerimize dek çamur olmuştuk. Ayaklarımızı silip tarım binasına girdik. İki bölüm olan bina içi oldukça dağınıktı, oraları topladık. Öğretmen paydosa dek bizi bırakmamak için işler buldu, konuşa konuş onları yaptık. Dersliğe gidince şaşırdık, öteki arkadaşlar beşer onar kuyu kazmış, inanamadık, Onların çalıştığı yerler çamur değilmiş. Neden? Orası da kepir değil mi?

Defterime yazdım, öğretmene soracağım. Çarşamba gününü Tarım günü olarak adlandırıyoruz. Geçen haftaki tarım gününü defter yazarak atlatmıştım. Bu haftaki de kolay geçti. Haftaya da kolay geçecek. . Çünkü bağ çukurları öteki fidanlar için açılanlar kadar hem derin değil hem de onlardan daha dar. Derslikte yeni konu:Edirne’ye fidan almaya gidilecekmiş;kimler gidecek? Sefer Tunca benimle kendini sayıyor. İsmet bunu duydu, kendisiyle beni seçti. Yusuf Asıl kendisiyle beni seçti. Derslikte bir gülmedir başladı. Mehmet Yücel bana, ”Dayı, belli ki sen gideceksin, bari kiminle gideceğini söyle de bunlar boyunun ölçüsünü almış olsun!”Ben de, ”Seninle gideceğim!”dedim. Mehmet Yaşasın diye bağırdı. Sefer bana “Haksızlık ettin, İsmet’se, küstüm, dedi. En güzelini de Yusuf söyledi, ”Öyleyse ben de seni seçmiyorum, o halde sen de gidemeyeceksin!Konu, gülüşmelerle kapanmış oldu.

Türkçe ödevlerimi tamamladım. Han Duvarlarını iki kez tekrarladım İlk okuyuşumda iki takılma oldu, ikincide takılma beşe çıktı. Röslein’ı ezberledim. Röslein’e Güllein, ya da Gülcük diyorum. Kırda yetişmiş güzel bir yaban gülü. Bunu ezberlediğimi bir Orhan biliyor ancak o da neden ezberlediğimi bilmiyor. Aklımca bir gün bunu Güllein’e okuyacağım. Çalışmak mastarının tüm kip değişimlerini yazdım. Çalıştım-çalışmışım-çalışıyorum-çalışacağım-çalıoşırım-çalışsam-çalışayım, çalışmalıyım-----çalış-çalışsın-çalıştıydım-çalışmıştım-çalışıyordum-çalışacaktım-çalışırdım-çalışsaydım-çalışaydım-çalışmalıydım-çalışmışmışım-çalışıyormuışum-çalışacakmışım-çalışırmışım-çalışsaymışım-çalışaymışım-çalışmalıymışım-çalıştıysam-çalışmışsam-çalışıyorsam-çalışacaksam-çalışırsam…. . Örnek: çalışırsam-çalışırsan-çalışırsa-çalışırsak-çalışırsanız-çalışırlarsa…. . çalışırsalar. . Bütün fiil çekimlerine bir örnek. Yat zilin de bunları sıralayarak yattım…. . Han Duvarları gene tökezledi, Röslein, Gül gibi gidiyor. Nedenini bilmeden düşündüklerime kendim seviniyorum

 

27 Şubat 1941 Perşembe…. .

 

Orhan çekingenliği bıraktı. Onu hoşgörmedim ama Halil’in dediklerine uyarak sırt çevirmiyorum. Belki yanıltılmıştır. Guten Tag!”dedi karşılık verdim. Birlikte dersliğe gittik. Sami Sınıf nöbetçisiymiş, ”Soba yakayım mı? diye bize sordu. . Ben, yakma, Orhan da yak! dedi. Hüseyin Serin geldi o da yak deyince Sami, Hüseyin’den yardım istedi, birlikte yaktılar. Kahvaltıda çay- peynir var, arkadaşlar memnun. . ”Ekmekler değişti!”deyip beyaz ekmekleri anıyorlar. Türkçe dersinde öğretmenin gene bir konu ortaya atıp konuşacağını, bizi de konuşturacağını söyleyenler oldu. İsmet saymış, 6 derstir böyle yapıyormuş. Ben, “Pek ayırdında değilim, ancak arada arkadaşları payladığını biliyorum!”dedim. İsmet:” Gene öyle yapacaktır;o, bu konuşmalarda da yeri gelince o sözleri söylüyor!”diyerek görüşünde diretti. Az sonra öğretmen geldi. Günaydın!”deyip güldü. Sonra da “Bugün bir deneme yapalım, bakalım konuşmalarımız nasıl etki bırakıyor? ”Birer kağıt çıkarmamızı, kağıtların sağ üst köşelerine adlarımı, numaralarımızı yazmamızı söyledi. Öğretmenin dediğini yaptık. Soru bir, ”Ahmet Haşim’den okuduğumuz Sincaplar parçasını anımsayarak siz de yakından tanıdığınız bir hayvanı, varsa o hayvan hakkında gözlemlerinizi yazın! Soru 2-Yazmak mastarının şimdiki zaman, gelecek zamanları ile rivayetlerini, aynı mastarın ada dönüştürüp beş halini yazınız. !. . . dedi, Hepimizi süzdükten sonra “İki arkadaşınız eksik!”Öğretmen sözünü tamamlamadan, Bekir Temuçin, Mehmet Başaran’la Hilmi Altınsoy’un revirde olduklarını söyledi. Öğretmen, ”Onlar reviri sevdiler galiba!”diyerek döndü, geçip masaya oturdu. Çantasından çıkardığı kitabı okumaya başladı. Sincapları anımsamaya çalıştım. Yazar Almanya’da gördüğü sincapları anlatmaya başlıyor;sonra da çocukluğundaki sincaklardan söz ediyordu. Yazarın yaptığını yapmaya yani burada gördüğüm bir hayvanı biraz anlatıp sonra köydeki hayvanı anlatacaktım. Burada bizdeki hayvanlardan olmadığı için tutuldum kaldım. Olmayan hayvanı da anlatmak istemedim. Önce ikinci soruyu yaptım. Tam bitirdim aklıma arılar geldi. Arıları Lüleburgaz’da çalışırken gözlediğimden başlayıp, sonra bizim okuldakilere geçtim. Yaptığımız sandıklara sözü getirip köydekilerin sepetlerini anlattım. Ayrıca Mehmet Salih Öğretmenin sandık kovanların daha yararlı olduğu sözlerini ekledim. İçim rahatladı. Bu kez öğretmenin okuduğu kitaba takıldım. Öğretmen iki eliyle tutarak okuyor. Kitabın arkası bize dönük ama yazılar iyi seçilemiyor. Soruları yanıtlayanlar götürüp masa üstüne bırakıyor. Dikkat kesilerek kağıdımı götürdüm. Daha önce verilmiş kağıtların üstüne kolayken öğretmen kitabı kapatıp ters tarafı üste gelmek üzere masaya koydu. Birden irkildim, yüzümde ne olduysa, öğretmen “Ne o anımsayamadın mı? Oysa ben kolay yazacağınızı sanıyordum!”dedi. Yazdığımı söyledim, yerime oturdum. Haslil daha önce vermişti. Öğretmen kağıt götürenlerle konuşurken Halil’e durumu anlattım. Halil, kitabın adını, yazarını okumuş:Kavgam, Adolf Hitler. 1. cilt’miş. Zil çalınca öğretmen kağıtları toplayıp gitti. Konuşmalara bakılırsa kimse doğru dürüst bir şey yazamamış. Oysa ben istenenden çok yazdım, ya da öyle sanıyorum. Hiç değilse Dilbilgisini tam yaptım. Yalnız ondan not alsam, kurtarmış olacağım. Arılar için yazdıklarım da doğrudur. Ancak düzenli anlatamadığımı ben de biliyorum. Öğretmen belki bundan hoşlanmayacaktır. Hasan Üner, Ahmet Haşim’in kitabını, Franfurt Seyahatnamesini getirdi, Sincaplar, Kuşlar Vesaire yazısını okudu. Benim yazdığımla hiçbir ilgisi yok. Yok ama öteki arkadaşların anlattığına göre onların hepten de yok. Üstelik çoğu çekimleri de yapamamışlar. Arkadaşlar yakındıkça ben umutlandım, Hasan’dan kitabı aldım, bir daha karıştırdım. . Hasta, Dilenci Estetiği , Bir Zihniyet Farkı, Faust’un Mürekkep Lekeleri parçalarını okudum. Hasta yazısına çok üzüldüm. Yazar, bizim ülkemizde hastalara kötü davranıldığını söylüyor. Bir de benzetmesi var. Hastaları kağnılara benzetiyor. Kağnı sözünü daha önce de çok duydum. Kağnılar bin yıldır hiç değişmeden durmuştur. Faust’un Mürekkep Lekeleri güzel. Röslein şiirini yazan Goethe, Faust kitabın ı yazdığı masayı müzeye koymuşlar. İnsanlar o müzeye gidip Goethe’in çalıştığı masaya bakıyorlarmış. Faust kitabı o masada yazıldığı için, o masaya Goethe’nin değil kitapta geçen ad verilmiş, Faust’un masası, gene onun mürekkep lekeleri…Zihniyet Farkı, yalan üstüne yazılmış. Yalan. . Yazar kimi zaman insanların şakadan yalan söyleyebileceğini anımsatıyor. Ancak her insan yalan denilen sözü bilmez, yalan söylemeyi benimsemez. Yazar Hastanede yatarken böyle bir yalan söylemiştir. Yalanı da sahi sanılmıştır. . Dilenci Estetiği. Yazar bu yazısında da Batı insanının daha doğrucu olduğunu, birbirlerini aldatmadıklarını anlatmaktadır. Doğu insanı ise yüz yıllar boyu karşısındakileri kandırmak için türlü yöntemler geliştirmiştir. Örneğin doğuda dilenciler, para alabilmek için yırtık pırtık giyinip dualar ederek, ellerini ayaklarını titreterek para isterler. Bunu yapanların çoğu bunu kendin acındırmak için yapar. Bunu gören çok insan bu numaralara kanmaz, yardım da etmez. Oysa Batı dilencisi böyle yapmazmış:Paraya gereksinimi olan kişi kılığı nasıl olursa olsun yanından geçenden para istermiş. Parası olanlar da ona inanıp, varsa yardımını yaparmış. Yazar, para verenlere sorduğunda şu yanıt verişmiş:”Gereksinimi olmasa istemezdi!”Dahası sorduğu kişi yazara:Bir Alman, gereksinimi olmasa başkasından yardım istemez!”Yazar bu sözden utanır. Çünkü kendi memleketindeki insanlar böyle değildir, onlar bir birini kandırmak için türlü dalavere çevirirler. Sahiden böyle mi acaba? Öyleyse bizler daha çok şeylerle göreceğiz. !

Yemekten sonra atölyede toplandık. Sıra işimizi sürdüreceğiz. Biz gene kesmeye devam. Kesmeyi buğün bitireceğiz. . 35X3X100 cm. 80 parça kestiğimizi söyleyince arkadaşlar şaşırdılar. Hani kırk sıra olacaktı. Oturakla sıra önünün aynı ölçülerde olduğunu söyleyince bir “Hıııı!”çektiler. Oturakların her tanesi için on iki parça ikişerli yani altı tür değişik ölçekte parça kestiğimizi söyledim. İrfan Öğretmen geldi, ”Ne var yanlış bir şey mi taptık? ”dedi. Ben arkadaşlara parça çeşitlerini anlattığımı söyledim. Oturakların değişik onüç parçası olduğunu 40X13=520 parça deyince “Ooooo!”diyenler oldu. Aslında parçaları çizen Salih, ”Daha bitmedi!” deyip sürdürdü. Her sıra için boyla eşit, darlık genişlik değişik altı büyük parça yani 240 adet, toplam 760 parça. Salih sözünü bitirince ben ekledim:Bugüne göre kişi başına 64 parça. Bizi dinleyen İrfan Öğretmen, Bak bak bak, işte bu güzel, böyle dikkatli olursanız işleriniz daha az yanlışla sürer, zararınız da daha az olur. Mühendislik hesapları işte bunlardır!”dedi. İlk sözü gene Yusuf Asıl söyledi, ”Biz, mühendisler gibi hesaplı çalışıyoruz!”Sayıların çokluğu söylenince bu kez de biz bu kadar tahtayı nasıl temizleriz? Bu kez ben, ” kişi başına bölüştürmeyi bunun için yaptık!”dedim. Yusuf, bölüşmeyi boylarımıza göre yapalım önerisinde bulundu. İrfan Öğretmen Yusuf’a Sen çok yaşa emi, her şeye kolaylıkla çözüm buluyorsun. Ancak bu kez bulduğun senin zararına, küçük parçaları rendelemek daha zordur bunu bilesin!”dedi. Zaten herkese tezgah olmadığından ortaklaşa çalışılıyordu. Böyle bir ayırım yoktu. Salt konuşmak için bu tür konuşmalar yapılıyordu. Öğretmen kendisi, köşe yuvarlatmak için rende hazırladı. Uzun süre uğraştı. Öğretmenin uğraşmasını görünce arkadaşlar sessizce işlerine koyuldular. Paydos ziline yakın sessizliği İrfan Öğretmen bozdu. ”Çalışırken bazen konuşmanın da yararları vardır. İnsanı dalgınlıktan kurtarır. Bizim işlerde dalgınlık bazen insanı beklenmedik durumlara sokar!”dedi. Ben hemen Ömer Seyfettin’in Mermer Tezgah öyküsünü anımsattım. Öğretmen anlatmamı istedi, kısaca özetledim. Öğretmen “Benim söylediğim tam bu değil ama sonuç olarak aynı kapıya çıkıyor. Senin öyküde birisi ustayı dalgınlığa sürüklemiş, benim söylediğim, dış etki olmadan kendini bırakmak olmaktadır. Bu nedenle küçük şakalar, zaman zaman şarkılar, dikkatimizi tetikte tutmaya yardım eder!”dedi. Öğretmen sözünü bitirken zil çaldı. ”Öğretmen gülerek, ””Bazen zil çalınca dikkatimiz daha uyanık olur!”dedikten sonraYusuf Asıl’a sordu, ”Sen ne dersin Yusuf? ” Yusuf, ”Bilmiyorum öğretmenim deyince öğretmen gülerek, ”Nasıl olur, senin bunu iyi bilmen gerekirdi, ben öyle sanıyordum!”dedi. Salih Baydemir, ”Arkadaş işine gelenleri bilir, zaten onun dediğiniz gibi dalgınlaşacak türden çalışmaz!”dedi. öğretmen önce güldü, sonra Yusuf”u savundu. Sen şaka ediyorsun, Yusuf, çalışkan neşeli bir arkadaş. Sizler de onu çok sevdiğiniz için şakalarına katılıyorsunuz!”dedi, ayrıldı. Arkadaşlar gidince ben çalıştım. Parçadan çok gamları, kromatik olarak denedim. Do’dan başlayıp sırayla ince do’ya dek gam çalıştım. 2 bütün bir yarım üç bütün bir yarım sırasında ses farkı olduğunu sezdim, ama bunun neden ileri geldiğini anlayamadım. Erkenden dersliğe gittim. Arkadaşlar sabahki Türkçe yazılısını konuşuyorlar. Kimisi öğretmen bazılarını sınıfta bırakmak için böyle zor sorduğunu, kimisi ile sınıfta bırakmamak için bu denli kolay sorduğunu söylüyor. İkisi de olabilir. Ben kendimi düşünüyorum, bana bir zarar gelmesinde ne olursa olsun…Ben Hüsnü Baykoca Öğretmenden bazen iyi haber alıyorum, öğretmenlerim benden çok memnunmuş. Yarın Müdür Bey gelecek başka da dersimiz yok. Müfettiş muhasebeciyle çalışıyormuş, bize gelmez. Öyleye sıkı bir ödevim yok. Han Duvarları’ndan da sıkıldım, oku oku bitmiyor. . Yat zilini bekliyorum. Bekledikçe de zil gecikti. Sanki birisi benim için zili geciktiriyor. Sonunda kapıya doğru yürüdüm. Tam kapı önünde zil çaldı. Yatar yatmaz uyuyabilsem!Adımı söyleyen oldu, aldırmadım.

 

28 Şubat 1941…Cuma….

 

Bu kez Halil uyandırdı. Daha doğrusu ranza sallandı. Yüksek olduğu için en küçük bir sallantı üst katta çoğalmış oluyor. Zaten zil çalmıştı kalktım. Hidayet Gülen Öğretmen 7. sınıflara muştulamış, 17 Nisan gününde bir şenlik yapılacakmış. Bu nedenle Milli Eğitim Bakanlığında yazı gelmiş. Hazırlıklar şimdiden başlayacakmış. Trakya yöresinden insanlar çağırılacakmış:Genel Müfettiş , Valiler, Kaymakamlar, Okul Müdürleri okulumuzun konuğu olacakmış. Bu habere çok sevindim. Benim yapacağım belli, daha fazla çalışmama gerek yok. Ancak çalışacakların çalışmalarına katılabilirim. , Röslein şiirini de okuyabilirim. Kendi kendime Röslein dedikçe Gül’ü görmek istiyorum. Oysa onu görünce de hiç önemsemiyorum. Kahvaltıda çorba çıktı, arkadaşların çeneleri açıldı. Evlerinde çorba yemezlermiş. ”Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok!”dedim. Kimse üzerinde durmadı. . Birinci dersi Nisan ayında yapılacak şenlik sözleriyle geçirdik. Bizim sınıftan gene bir katılım söz konusu değil. Ben söyleyince de bana ”Sen katılıyorsun işte!”deyip geçiştiriyorlar. İkinci derste Müdür Bey kendiliğinden geldi. Geçen derste yarım kalan teftiş örgütünü tamamladıktan sonra, Trakya Bölgesi Genel Müfettişlik kurumunu anlattı, Genel Müfettişlik Kurumunu not edin, iyi öğrenin, size ilerde yardımı olacaktır!”dedi. Müdür Beyden sonra gene Nisan şenliği, niçinleri, nedenleri tartışıldı. Yemekter değişmeyen konu ekmekler oldu

Atölyede sessiz sakin, hemen hemen hiç konuşmadan çalıştık. Paydostan sonra çok ciddi bir çalışma yaptım. Zeybekleri, Trakya Horasını, , İzmir Marşını, Rıza Tevfik Zeybeğini çalıştım. Hidayet Gülen Öğretmenin kazaskasını defalarca çaldım. . Oldukça sevinerek dersliğe gittim. Yapıcıların muştusu, yakında yeni Yemekhane binasına başlanacağı, yaza kadar bitirileceği, yazın da gene iki katlı yatakhane binasına başlanacağı, bu yaz da uzun tatile çıkılamayacağı v. b. Üzülmedim ama sevinemedim de…Akşam yemeğinden sonra öteki sınıflardan üç arkadaş geldi. Önce benimle konuşmak istediler. Konu şenlik hazırlıkları. Bu arkadaşlar kendi sınıflarınca bu işin kovuşturulması için seçilmişler . Tevfik Uğurlu, Rafet Topuz, Recep Öztürk. Bizim sınıftan katılacakları sordular. Ben arkadaşlara duyurdum. Bu kez onlar arkadaşlarla uzun uzun konuştular. Sami Akıncı konuşmacı olarak katılacağını söyledi. 79 Ahmet Güner türkü söyleyecek. Yakup oyuna katılacak. Mehmet Yücel, Voleybol oynarım!”dedi. Mustafa Saatçı “Ben de bari bisiklete bineyim!”deyince çocuklar, üzüldüler. ”Tevfik Uğurlu :”Ağabeyler, siz şaka ediyorsunuz ama biz program hazırlamak için geldik!”dedi. Sami Akıncı Mustafa Saatçı’ya “Mustafa, biraz ciddi olamaz mısın? diye sordu. İsmet Arif, Sefer söze karıştılar, Yusuf köylüsü Rafet’e söz verdi, en kısa zamanda arkadaşların katkılarını iletirim!”dedi. Arkadaşlar gitti. Onlar gittikten sonra tekrar aynı konular konuşuldu. Yakup, Mehmet Yücel, Arif, Sefer, Mehmet Aygün, İsmet oyun oynayacaklarına söz verdiler. Sami konuşma yapacak. Ahmet Güner türkü söyleyecek. Sevindirici bir karar alındı. Yemeğe neşeli gittik. Yemekten sonra da bir takım tasarılar öne sürüldü. Daha çok zaman olduğunu, o zamana dek başka bir şeyler düşünüp hazırlanılabileceğini öne sürenler oldu. Bu konuda içlerinde en rahatı benim:Yapacağım belli, hiç de nazlanmıyorum. Öteki, sınıftakiler de bu durumumdan hoşnutlar. Yarınki askerlik dersini anımsadım. Tekmil verici İdris Destan. ”Hazır mısın? ” diye sordum. İsmet, ”İdris anadan doğma asker, öyle şeylerden korkmaz!”diye ekledi. İdris bir söz söylemeye hazırlandı, İsmet’e çatacak, diye beklerken tam tersini yaptı, ”Sen öyle san, şimdiden titriyorum, bu gece uyuyabilirsem ne iyi. keşke hastayım, deyip revire yatsaydım!”dedi. Yüzüne baktım, gerçekten öyle. ”Ben, tekmil için kalkabilirim, sen rahatsızlığını söylersin!”dedim. Arkadaşlar önerilerde bulundular. ”Rahatsızım, dersi kaçırmamak için revire yatmadım!”dersin, diyenler oldu. Bir grup buna karşı çıktı, özellikle Mehmet Yücel, ”Üsteğmen cin gibi adam, böyle sözleri yutmaz kızar!”dedi. Sonunda İdris “ Ne olursa olsun kendi işini kendi görmeye karar verdi. Yatarken hepimiz İdris’e iyi uykular diledik. İdris’i düşünürken kendimi unuttum, öylece uyumuşum.

 

1 Mart 1941 Cumartesi…

 

İdris ne düşündüyse düşünmüş, bana geldi, akşamki önerim için gene teşekkür etti. ”Beni cesaretlendirdin, sağol!”dedi. birlikte dersliğe gittik. Derslikte takılanlar oldu. ”Arkadaşlar, derse hazır komutanım!” dediler. Mustafa Saatçı İdris’e fit koydu:Sakın öyle deme, Üsteğmen kızar, “Sen hazır değil misin? diye paylar!”dedi. İdris hemen etkilendi, ”Ne diyecektim? diye sormaya başladı. İdris bana güvenir, ne söylediğimizi tekrarladım, birlikte kahvaltıya gittik. İdris gerçekten rahatsız gibi dalgın dalgın bakınıyor. Şakaci İdris bugün, suskun İdris oldu. Yusuf Asıl sordu, İdris kendi yerinde olan bir başkasını görseydi, gülmekten yerlere yatardı!”dedi. Dersliğe döndük. Konu İdris’in tekmili. Ders zili çalınca İdris yerinde duramıyor, bir kapıya bir bize bakıyor. Eliyle bize, ”Merak etmeyin der gibi işaretler yapıyor. Uzunca bir zaman öyle bekledik. İdris rahatlar gibi oldu. Dışarı çıktı, az sonra gülerek döndü, ”Tuh be, Üsteğmen gelmemiş, boşuna korkmuşum!”dedi. Mustafa Saatçı bağırdı, ”Yok öyle yağma, haftaya da sen bekleyeceksin, sen bu işi yapmadan sıra bana gelemez!”dedi. Arkadaşlar iki grup olup tartışmaya başladılar. Bir grup” İdris sırasını savdı, öteki grup da işini yapmadan sıra savulmaz. Bu kez de Mustafa Saatçı’nın korktuğu öne sürüldü: Korkmasa böyle direnmez!” İsmet İdris’e arka çıktı:Senden sonra 42 İmam, ondan sonra da 44 no olarak ben geliyorum, O kalkmazsa ben kalkacağım!”İdris “Sağol!”dedi. Tartışmalar sürerken Bekir Temuçin, (Kapıya yakın olduğu için her zaman gelenleri o muştular)” Müfettiş koridorda geziyor!”dedi. Herkes başını eğip bir işle ilgilenmeye başladı. Kimse gelmedi ama başlayan sessizlik tören ziline dek sürdü, Zil’ . çalınca ivedi olarak akordiyon almaya koştum. Ucu ucuna yetiştim. Bizim arkadaşlar derslikteki sessizliğini sürdürüyordu. Müfettiş törene katıldı;gene Hüsnü Baykoca ile yan yanaydı. Arkadaşların güleceğini düşünerek yan gözle baktım:Kimse gülmedi. Törenden sonra yeni bir duyuru:Bundan böyle sınıflar 1. 2. 3. sıralamasına göre anılacak. Hidayet Öğretmen ”Eskiden ilkokul sınıfları olduğu için böyle bir sırala yapılmıştı. Şimdi ilkokul olmadığından sıralama değiştirildi. Kapılara da numaralar böyle yazılacak, çağrılar böyle yapılacak!”dedi. Yemekte arkadaşlar tartışma başlattılar. Küçük numaralar bizi de küçültecek:”3. sınıftayım!” demek, 8. sınıfta okuyorum demenin yanında sönük kalıyor!”diyenler oldu. ”Orta 3. Sınıftayım!”demenin en doğru olacağı üzerinde duruldu. Yemekten sonra Kooperatif için Lüleburgaz’a gitmek üzere hazırlandık. Kamyonun gelmesi gecikti. Vazgeçmek üzereyken kamyon geldi, gene çarşıya indik. Bu kez Salih, Fevzi üçümüz gittik, az çeşit aldık. Helva, lokum, üzüm, incir, leblebi şeker v. b. Bugün şansımızda beklemek varmış, Kazım Ağabey bizi Lüleburgaz’da da bekletti. Tren İstasyondan okul için alacaklarını zamanında alamamış, gecikmesi ondanmış. Tam yemek zamanında okula ulaştık. Arkadaşlar sorunca, ”Biraz dolaştık, Kazım Ağabey bizi bekledi!”dedik. Kimse inanmadı, ”Kazım Ağabey bekler mi? diyerek onun hakkında olumsuzluklarını ortaya döktüler. Oysa eskiden Kazım Ağabeyi herkes severdi. Geç vakte dek kooperatifte çalıştık. Cavit Kafkas ikide bir” Mart sonunda bırakacağız!”diyor. Bana sorsalar daha önce bırakırım. Çünkü ben bu işten pek zevk almadım. Zaten Sami Akıncı’ya karşı bir durum diye girmiştim ama bakkallık yapmaktan öte bir kazancı yok. Kendi binası olunca belki daha iyi olacak ama şimdi alt katta sıkışık bir yerde, insan rahat oturamıyor bile. . Geç vakit dersliğe gittim. Mehmet Yücel, ”Dayı seni kızlar aradı!”dedi. ”Olabilir!”dedim üzerinde durmadım ama içimden inandım:Kim niçin arayabilir? ”Sormaya da yanaşmadım. Gül olabilir mi? ” diye düşünürken kulağıma bir ses takıldı, ”İnandı!”Duyar duymaz, yanıtladım, ”Sen öyle bil, beni kimsenin aramayacağını ben biliyorum. Arayacak olunca ben kızları ararım, onlar beni değil!”dedim. Aslında ne dediğimi de pek ben de Anlamadım ama sözde ağızlarına laflarını tıkamıştım. Yat zili çalınca Röslein Röslein Röslein Rot-Röslein auf der Heiden---Knabe sprach: “İch breche dich-Röslein auf der Heiden—Röslein sprach:İch steche dich, dass du ewig denkst an mich, und ich will’s nicht leidin”Röslein Röslein Röslein rot, Röslein auf der Heiden……. Röslein, Fraulein…Bu sözler şarkı olarak nasıl söylenir? Bir süre onları düşündüm. Şarkıları nasıl seslendiriyorlar? Birden bu aklıma takıldı…. .

 

2 Mart 1941 Pazar….

 

Duyuru…3. sınıflar saat 10-oo da banyo yapacak…. Kahvaltıda sıcak birer tas tarhana çorbası içtik. Ben hiç sevmedim ama sesimi de çıkarmadım. Ablam da tarhana çorbası yapardı ama o bana tatlı gelirdi. Bu tarhanadan çok un karıştırılmış gibi. Derslikte, banyoda hep tarhana çorbası konuşuldu. Banyodan sonra atölyeye gittim. Az sonra İdris bir mandolin almış geldi. Bana sordu, ”Bir zararım olur mu? ” kesinlikle zararı olmayacağı tersine arkadaş olduğu için mutlu olduğumu söyledim. O bir köşede ben bir köşede yemek ziline dek çalıştık. Arkadaş olması daha iyiymiş, arada laf atıp sonra gene başlıyoruz. İdris’e her zaman gelmesini söyledim. Söz verdi. Yemekten sonra derslikte bir süre oturdum. Hasan Üner, ”Abi sevmeye bilirsin ama, güzel bir kitap okudum, kısa, doksan sayfa;istersen bir dene. Kitaba baktım:Pastoral Senfoni. ”Nedir bu? Hasan, “Adına bakma, içindeki insanların davranışları ilginç!”Aldım, karıştırdım;okumaya karar verdim. Pastoral ya da kır Senfonisi…Bir Fransız yazarı, daha önce okuduğum Fransız yazarları oldu:Anatole France, Honorö de Balzac, Prosper MerimeeJules Verne, A. Dümas Pere. . Hepsini sevmiştim. Kitabı aldım okumaya başladım. Bir papaz, bir çok papaz gibi burada da başkalarının yardımlarına koşmaktadır. Sanırım papazlar insanların yardımına koşmak içim papaz oluyorlar. Belli bir çevre içinde herkesle tanışır, ihtiyacı olanlara gider, yardım eder, yol gösterir. Bir gün yardım için gittiği bir dağ köyünde ölmek üzere olan bir yaşlı kadından söz edilir. Papaz koşar gider. Ancak kadın ölmüştür. Papaz yetişememenin üzüntüsü içinde bakınırken bir çuval görüntüsüne gözü takılır. Bu 15 yaşlarında bir kızdır. Gözleri görmediği gibi konuşmaz da. Papaz kızı alıp evine getirir. Karısına önce “Eve bir kuzu getirdim!”diyerek takılır. Karısı, böyle birisini getirdiğine üzülür, ona nasıl bakacağını düşünür. Kız gerçekten çok bakımsız, kirli, pis durumdadır. Üstelik bir iş yapacak durumda da değildir. Papazın diretmesiyle kıza bakarlar. Ancak ona bakmak gerçekten zordur. Görmediği için, çıkıp gezemez. Kolundan tutup kapı önlerine bırakırlar. Dışardan gelen sesleri kendine göre algılayıp içinde bir başka dünya kurar. Zaman içinde açılır, Kızı gören bir doktor, papaza, kıza yararlı olma yollarını öğretir. Papazın anlattıklarını kız çok çabuk öğrenir. Kızı çok zeki olduğu besbelli olmuştur. . Bir org öğretmeni kıza ders vermeye başlar. Papazın oğlu tatil için geldiğinde kızla ilgilenir. . Onun da kolu kırılmıştır, kız gibi bir süre evde kapalı kalmıştır. Papaz kızı bir konsere götürür. Konser o yörede her yıl tekrarlanan bir olaydır, adına da Kır Konseri denir. Kız bu konserden çok etkilenir. Müzik eğilimi belirmiştir. Papaz kızı kilise orguna götürür, kız org çalar. Bir gün papaz kiliseye gidince oğlu Jak’ı kızın yanında görür. Jak kıza aşık olduğunu belli etmektedir. Babası biraz sıkıştırınca Jak baklayı ağzından çıkarır:Jertrük’le evlenecektir. Papaz çok sinirlenir. Jak’ı uyarır, ”Böyle yardıma muhtaç biriyle aşk oyunu oynanmaz!”, gibilerde uyarıda bulunur, Ama yapacak fazla bir şeyi yoktur. Oğlunu spor yapmak üzere uzaklara gönderir. Bu, acaba kızı koruma tepkisi midir? Papaz kalbini sorgular:Anlar ki kendisi de kızı sevmektedir. Oğluna öfkelenmesi bundandır. Bu arada kızın gözlerinin, yapılacak bir ameliyatla açılacağı umudu doğmuştur. Hazırlık yapılarak kız, . bu konuda yetkin uzmanların bulunduğu İsviçre-Lozan hastanesine gönderilir. Başarılı bir ameliyattan sonra kız Jertrüd’ün gözleri görmeye başlar. . Jertrüd dünyayı, güzellikleri gördüğü için çok mutlu olmuştur. Ancak Papaz, onun daha önce iç dünyasında canlandırdığı ölçülerine uyan biri değildir. Gözleri görmezken papaz onun için olağan üstü olmasına ya da o öyle sanmasına karşın gözleri görünce büyük bir düş kırıklığına uğramıştır. Bu sıra Jak eve döner. Jertrüd Jak’ı düşündüğü gibi bulur, ilk görüşte sever, Jak onu mutlu edecek bir kişidir; ancak Jertrüd, daha önce papazla ilişkide bulunmuştur. Bu nedenle Jertrüd’ün bu kusuru, bu kez de Jak’ı mutsuz edecektir. Öyleyse Jertrüd’e yaşamda mutluluk yoktur. Yaşamına son vermekten başka bir çıkış yolu kalmamıştı:. Kendini nehre atar. Kurtarılır ama nafile, o yaşamak istememektedir. Bir süre sonra ölür. Jak kızı çok sevmiştir. Bunu fazla açıklayamaz ama kendini de günah işlemiş sayar, bağışlatma düşüncesiyle bundan sonraki yaşamını Tanrı’ya adayarak bir manastıra kapanır. Papaz sanki o kitabın başında tanıdığımız hayırsever insan değildir, bir cinayet işlemiştir, sevgi kaynağı sandığı kalbi büsbütün kurumuştur. Kitabı bitirince başım döndü. Kitabımı okudum yoksa ben bu kişilerdin kendilerini görüp tanıdım mı, onlarla uzun bir süre yaşadım mı? “diye düşündüm. Hasan’la fazla konuşmadım:O sevdiğini söylemişti. Nesini sevdi anlamadım. Olsa olsa kitabın anlatışını sevmiştir. Olayları ya da kişileri sevecek değil herhalde. Bunları düşünerek yattım.

 

3 Mart 1941 Pazartesi…

 

Kadir’in gülüşüyle uyandım. ”Vay, bugün Türkçe dersinden döküldüğümüzü göreceğiz. Bir kaç kişi dışında kimse bir şey yazamadı. Kadir kimin ne yazdığını nereden bilecek? diye düşündüm. ”Konuşuyor işte. İlgilenmeden yürüyüp gittim. İçimden de ”Keşke onun dediği çıksa!”dedim. , ”Ben nasıl olsa bir beş alırım. , eski notlarım 8-9-10. Derslikte Hasan’ı bekledim. Hasan gecikti, kahvaltıya gittim. Hasan kahvaltıya geldi. Ancak konuşamadık, Hasan diş çıkarıyormuş, hemşire öyle demiş. Hasan diş ağrısı için gitmiş, hemşire”Bu diş ağrısı değil, diş çıkarıyorsun, bir süre bu ağrıyı çekeceksin!”demiş. Hasan konuşamıyor. Üzüldüm, kitap için değil, Hasan’ı sevdiğim için üzüldüm, acı çekiyor. Fikret Madaralı Öğretmeni bekliyoruz. Zilden az sonra gülerek geldi. ”Koşarak geldim, Korol öğretmenle geçen hafta değişmiştik, o pazartesi günü dersi olmasını pek sevmiş. Ben de seviyorum, açıkgözlük edip gelir diye koştum!”dedi. Şaka söylediği besbelliydi, güler yüzle derse başlamak istediği zamanlar buna benzer sözleri hep söyler. Gene öyle oldu, havanın güzelliğinden, bir hafta on gün sonra çevrenin canlanacağından söz etti. Arkasından birden sözü çevirip;ne olacak sizin bu haliniz böyle? ”diye sordu. Kağıtları çıkardı:Sami Akıncı’ya, sana bir şey demiyorum, sen yolunu buldun, yolundan gidiyorsun. Bu gayretini eksiltmeden gidersen seni hiçbir engel durduramaz. Bir gün yakalayacağın fırsatı değerlendirir okumana devam edersin!”dedi. Elindeki iki kağıttan birini bıraktı. İkinci kağıdı aldı. . Bana baktı:” 66 senin kağıdını çok beğendim;aferin, okuduğunu anlayan insan, bilgisini arttırır. Sami’ye söylediklerimi aynen senin için de söylemiş oluyorum. Bunun için sana da tam numara verdim!”dedi. . Önündeki kağıtlardan bir bölümünü aldı, bize doğru uzatarak;bunlara ne söyleyeceğimi bilemiyorum!”dedikten sonra numaraları okudu:6, 7, 15, 16, 24, 28, 42, 50, 53, 60, 63, 73, 75, 76, 77, 79 ayağa kalktılar. Öğretmen saydı, ”Sınıfın yarısından çok!”dedi. İçlerinden birini seçti, İdris Destan. İdris’e baktı, ”Neden böyle? ”dedi. Üstünde durmadan bir daha seçti, 15 Hüseyin:Neden diye sorayım mı? ”dedi, geçti. 77 Emrullah’a sordu. ”Neden? 66 Ahmet Haşim’den okuduğu parçayı anımsıyor da sen neden anımsayamıyorsun? Sami Akıncı dinlediği bir öyküden yararlanıyor da sen neden çevrendeki bir varlık için birkaç satır yazamıyorsun? Öğretmen konuştukça sinirlendi, oturmalarını söyledi. ”Siz bir öykü anlatacağım, dinleyin!”dedi anlattı. Adı çok varlıklı olarak yayılmış bir çiftçi varmış. Çok çalışkanmış. Bu çiftçinin üç oğlu olmuş. Çocuklar yetişmiş ama çalışmayı sevmiyorlarmış. Kendi aralarında konuşurken ”Nasıl olsa babamız varlıklı, bize yetecek kadar para, pul bırakacak;neden çalışalım? diyorlarmış. Babaları, onların bu düşüncelerini duyunca üzülmüş. yaşlanıp, öleceğini anlayınca çocuklarını çağırmış:Size bırakacağım varlığımın hepsini altına çevirmiştim. Altınları hırsızlardan korumak için büyük tarlaya gömmüştüm. Şimdi tam yerini anımsayamıyorum, ben ölünce siz o tarlayı kazıp bulursunuz!”demiş. Bunu dedikten kısa bir zaman sonra da baba ölmüş. Çocuklar altın sevinciyle tarlayı bir güzel kazmışlar. Derinlerde olabilir, diyerek toprağı tekrar tekrar altını üstüne getirip inceden inceye elemişler. Altın çıkmamış. Oğullar üzülmüş ama ellerinden başka bir şey gelmemiş. Sonunda, ”Bu kadar kazdık, barı ürün ekip ondan yararlanalım!”demişler. Tarla iyi kazıldığı için ekilen ürün bol olmuş, kardeşler kasalar dolusu altın sahibi olmuşlar. Öğretmen, az durduktan sonra, ”Şimdi beni iyi dinleyin, ”Bu öyküyü, benim anlattığım gibi anlattıktan sonra bundan ne ders çıkardığınızı da ekleyecek, bundan böle izleyeceğiniz yolu da belirteceksiniz. İşte size üç boyutlu bir yazı ödevi. !”Ne zaman için istendiği sorulunca öğretmen, defterine baktı, 17 Mart pazartesi olarak kesin sınır çizdi. Arkasından da Ahmet Haşim’in Merdiven şiirini okudu:Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden!”dedikten sonra, ”Siz de bu merdivenlerden ağı ağır çıkacaksınız, Ancak sizin kucağınızda bir yığın(yaprak yerine çiçek kullandı)) çiçek yerine bilgi olacak. Bu bilgiler olursa arkaya, bu günlere ağlamadan bakacaksınız!”dedi. Gülerek “Umarım öyle olur!”diye ekledi…. Dersten sonra arkadaşların çoğu bir süre yerinde oturdu. İsmet, Mustafa Saatçı’ya takıldı, ”Hafız Mustafa, ben senin yerinde olsam yerimi değiştiririm;Sen Sami Akıncı’nın yanında durdukça başarılı olamazsın. Çünkü o sıranın tüm başarısını topluyor, sana hava kalıyor!”dedi. Bu kez Sami İsmet’e çıkıştı:”Tahta sıranın ne etkisi olabilir ki? Mustafa senin sıranda otursa daha fazla mı not alacak? diye sordu. Gülerek, ”O zaman ben sevinirim, çünkü benim sıramda oturacaklar hep zayıf alacaktır. Öyle olunca da benim yanıma kimse gelmez. . İşte bu iyi olur, sırada tek başıma rahat rahat otururum!”dedi. Mehmet Yücel söze karıştı:”En iyisi İmam, sırayı değiştirsin, çivili bir oturak alsın, uyuyamaz, ders dinler!”dedi. Tartışma başladı. Halil Basutçu Sami Akıncı’ya, ”Sen de ucundan ucundan azıcık gösteriversen ne olur!”deyince Mustafa Saatçı, ”Öffff, benimle ne uğraşıyorsunuz? Zayıf alan yalnız ben miyim? ”diye sordu. Halil Basutçu, ”Sen sınıfımızın imamısın o nedenle seninle uğraşıyoruz!”deyince Herkesle birlikte Mustafa Saatçı da güldü. Bu kez de yeni bir öneri getirildi:Verilen ödevin nasıl yapılacağını, sınıfça hazırlayalım. Sami buna hemen karşı koydu:Bir birine benzemesi hepimize zarar verir. Birlikte hazırlasak bile gene başka başka yazmak zorundayız, öğretmen hepimizin durumunu saptamak istiyor, zaten öykünün birinci bölümünü kendisi anlattı, bunu ister istemez benzer şekilde yazacağız!”dedi. Bir örnek açıklamaya karar verildi. Ancak o örneği de kimse kullanmayacak!Kendi kendime içimöden konuştum:”Oh olsun dedim ama sonra da kenidi kendimi utandırdım:”Bu düşüncem doğru değil!”

Yemekten sonra atölyede hazırladığımız işlere gene aynı gruplar olarak giriştik. Hasan’a öğretmenler izin verdiler. Hamdi Bağ Öğretmen bana takıldı:Ağabey, beni bugün Hasan Üner olarak kabul et, o Hamdi Bağ olarak gitsin her günkü gibi rahat rahat otursun!”dedi. Ben sözü tam dinleyemedim. Naci Öğretmen “Estafurullah bayım bu şahsınıza büyük bir iftira, çok büyük bir haksızlıktır!”dedi. Hamdi Öğretmen gülerek sahi mi, ben kendime iftira mı attım? Razı değilseniz sözümü geri alayım!”diyerek güldü. ”Buna sevindim!”dedi. Hamdi Bağ Öğretmen Hasan yerine değil ama sıra üstü kalem oyuklarını yuvarlak uçlu iskarpela tipi rende ile açtı, hiç kullanmadığımız bu işi öğretti. Naci Öğretmen de geçmelere yardımcı oldu. Sıra altına gelen konçlar, hem kendi uçlarından bir birine ekleniyor hem de dikine gelen tahtalara geçme olarak bağlanıyor. Bu tip çalışma yapmamıştık. , titizlikle onların yapılmasına önayak oldu. Bu arada, ”Şimdiki çalışmalarımız tam tezgah. İşi yani marangozluktur. Okullarınızda kuracağınız küçük atölyelerinizde bunları yapacaksınız. Belki sıra yapmak her zaman olmayacak ama köylü gençlere bu tür geçme öğretecek onların, sandık, sedir, ranza tipi işler yapmasına yardımcı olacaksınız!”Arkadaşlardan gülümseyenler olunca öğretmen:”Ya ne sanıyorsunuz, köylü gençler okul işliğinde başka ne yapabilecektir? Kendi gereksinimlerini karşılayacak ölçüde el becerilerini geliştirip, evine gerekli olanı yapacaktır. Bunlar da köylerde belli gereçlerdir. Başta kadınların sandıkları, duvar ya da yer dolapları, kanepe, arı kovanı, bazı yörelerde adına seki dedikleri tahta yükseltı, oturak. Özellikle bebekler için beşik, Yer sofrası ya da sini, değişik boyda tahta masalar. Elinizden geldiğince bunları mobilye inceliğine dönüştürebileceksiniz. İşte bir köy öğretmeninin okul atölyesinde yapması gerekecek işler bunlar olacaktır. Aranızdan çıkacak kimi hevesli arkadaşlarınız kesinlikle bu işleri çok ilerlere götürecektir, bunu biliyoruz, böylesinin çok olmasını diliyoruz. . Ancak bunu herkesten beklemek olası değil. Bu biraz da çevre işi. Köye yerleşmiş, geçimini bu işten sağlayan insanlar dahası ailelerin bulunduğu köylerde belki buna gerek duyulmayacaktır. Ama tüm köylerde böylesi de olamaz. . Siz burada öğreneceksiniz, olanak bulunca da bu bilginizden, yeteneğinizden yararlanacaksınız!”Naci öğretmen duraksayınca Hamdi Öğretmen, ”Benim sustuğuma bakmayın, Naci Öğretmen o denli güzel konuştu ki, üstüne söyleyecek başka söz bulamıyorum, aynen ona katılıyorum!”Olayların dışındaymış gibi bizim tezgahta çalışan İrfan Öğretmen birden” Ben de ben de!”diye söze katıldı…. Arkadaşlar birer ikişer köylerindeki atölyeleri hayal edip anlatmaya başladılar. Yusuf dayanamadı, bana “Senin atölyen nasıl olacak? dedi. Ben benim atölyem olmayacak!”deyince İrfan Öğretmen yüzüme baktı, ”Bunu sen mi söylüyorsun? ”diye çıkışırca sordu. Ben sözümü söylemeden paydos zili çaldı. Öğretmen benden yanıt beklediğini söyleyince, yanıtımın uzun olacağı için atölyemi anlatmak istemediğimi söyledim. Öğretmen, ”Haklısın, öyleyse yarın dinleyeceğiz!”dedi. Arkadaşlar ayrılınca akordiyonu çıkarıp çalışmaya başladım. Harmandalı, Rıza Tevfik zeybeği, Kazaska, Çifte telli dedikleri çabuk oyun havasını, Trakya horasını arka arkaya çaldım. Birden anımsadım:Acabqa Müfettiş söylediğini yapacak mı? Röslein notasını bana nasıl ulaştıracak? Belki de gelecek yıl gelirken getirecek. Gerçekten getirirse çok sevineceğim. Geçen hafta Lüleburgaz’a gittiğim için radyo dinleyemediğime üzüldüm, bu hafta gitmemeye karar verdim. Oldukça sevinçli dersliğe gittim. Neşemi sezenler oldu. Mehmet Yücel, yağenimle aramızı şakadan , açmaya kalkıştı:"Dayı, İsmet diyor ki, sen gene bir numara çeviriyormuşsun!"Ben, "Benim yeğenim öyle bir söz söylemez!"Yusuf söze karıştı, söylerse ne yaparsın? İsmet'i döver misin? Ben, Söylerse, hiç duraksamam patlatırım tokatı!"dedim. İsmet, "Yapma dayı, bana babam bile tokat patlatmıyor!"diyecek oldu. Ben , "Doğru söyle baban, benim Muhittin eniştem, Kızılcıkderelilerin Muhittin Ağası, Edirne'ye geldiğinde bizden ayrılırken ne dedi? "Dayısı, sen bunun büyüğüsün, yaramazlık ederse, derslerini yapmazsa, benim adıma dövebilirsin!"dedi mi demedi mi? İsmet, hiç duraksamadan, "Dayım doğru söylüyor, babam öyle söyledi. Öyle söyledi ama dayım o yandan bu yana bana bir fiske bile vurmadı. Demek ben uslu bir yeğenim. Şimdiye dek söz dinlediğime göre, bundan sonra işleyeceğim ufak tefek kusurlarım için herhalde hoşgörü hak etmişimdir!"Mehmet Yücel, "Bravo İsmet, dayını kıskıvrak bağladın, hoşgörüyü de hak ettin!"dedi. Halil Basutçu, "Durun arkadaşlar, söz nereden nereye kaldı. Başlangıca dönelim, dayı numara çevirdi mi, çevirmedi mi? İsmet bağırdı:"Öyle bir söz yok, İskelet dayımla benim aramı açmaya çalışıyor!"dedi. Bu kez Mustafa Saatçı, "İskelet kendi kuyusunu kendi kazdı, söz dönüp doşıp ona geldi. Çoktandır duymadığı ölçüde İskelet sözü duydu!"diyerek bir tür öc aldı. Mehmet Yücel, elindeki kitabı okumaya koyuldu, söylenenleri duymazdan geldi.

 

4 Mart 1941 Salı. . .

 

Uyanır uyanmaz, Selçuk Korol öğretmenin de yazılı yapabileceğini düşündüm. Okuduğumuz konuları çok tekrarladı. Tekrarlarken önemsediklerini belirtir gibi oldu. Örneğin, 2. Meşrutiyeti, Cumhuriyet dönemi için bir hazırlık sayılabilir gibi sözler etti. 1:Dünya Savaşı'nda Çanakkale savunmasındaki direncimizi, öteki cephelerde niçin gösteremediğimizi bastıra bastıra tekrarladı. Kapitülasyonların vermiş olduğu zararları ayrıntılarıyla anlattı. Kapitülasyonların, para karşılığı verildiğini, oysa alınan paraların doğrudan padişahla padişahın etrafındakilerin kişisel harcamalarına gittiğini, memleket ya da halka hiç bir yararı olmadığı üzerinde çok durdu. Bu nedenle buralardan soru gelebilir, diye düşündüm. Kahvaltıda, Müfettiş sözü edildi. Ben hiçbir şey düşünmeden hemen ortaya, "Müfettiş gelmeyecek!"dedim. Biz konuşurken 2. sınıflardan Necdet Şıpka adlı nöbetçi öğrenci, "Müfettiş gitti!"dedi. Bunu duyan arkadaşlar, Necdet'e değil de bana sordular:Müfettiş ne zaman gitti? "Bilmediğimi söyleyince de, "Gittiğini bilmesen "gelmeyecek nasıl dersin? Gülerek "Marifet, işte öyle bilmeden doğruyu söylemek!"dedim. Hüsnü Baykoca Öğretmen kahvaltıya yalnız gelince arkadaşlar güldüler:"Hüsnü, Hayrullah'sız kaldı; bizim Hüsnü Emrullah'sız kalmasın!"Bu söz bir çoğunun hoşuna gitti, tekrarlaya tekrarlaya dersliğe gittik. Halil Basutçu duyunca "Hay Allah, gene aynı sözler!"diye çıkıştı. Müfettişin gidişine çoğu sevindi. Sessiz duruyorlardı ama gerçekte çok arkadaş Müfettişten çekinmiş. "Gitmesi iyi oldu, bizi rahatsız ediyordu!"dediler. Hayret ettim, Müfettiş onları nasıl rahatsız etti? . Ya da onlar Müfettişin hangi tavrından hoşlanmadılar. Oysa ben Müfettişi çok sevmiştim. Ondan önce Müfettiş denince çok yabancı bir insan düşlerken, onu tanıdıktan sonra Müfettişlerin de bizim gibi insan olduklarını öğrenmiş oldum. Müfettiş Hayrullah Örs'ün İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü salonunda bizimle kalmasını uzun süre bize bir şeyler anlatmasını özellikle açlığımızla ilgilenip simit getirtmesini anımsayarak, buradaki yaklaşımlarla birleştirince gözümde çok iyi bir insan canlandırdım. Müdürümüzün öğretmeni oluşu da ayrı bir değer. . Müdür Beyin onun yanında nasıl saygılı olduğunu, onunsa Müdür Beye gene Müdür olarak baktığını yakından gördüm. Bu nedenle arkadaşların konuşmalarını yanlış buldum, katılmadım, kimi yerlerde düzeltme yapmaya çalıştım. Boş geçen matematik dersinde Ahmet Gürsel Öğretmene sorduğum üçgenleri bir daha çizdim, yapılması gerekeni bir an geliyor görür gibi oluyorum. Ancak açıklamaya kalkınca aklımdakiler gidiyor, gene ortada kalıyorum. Sami Akıncı ne yaptığımı sordu, söyledim. "Geometriye hiç bakmıyorum!"dedi. Nedeni ise Hüseyin Soysal'a dayanıyormuş. Hüseyin geometriyi sevmiyormuş. Bu nedenle Sami Hüseyin'e geometri sorusu sormuyormuş. Önce şaşırdımsa da sonra sevindim:Bir gün derslere başlayınca geomtri dersimizde önümde bir Sami engeli olmayacak. İçimden, öğretmene daha çok geometri soruları sormak geçti. Daireleri açtım, daire üçgen ilişkilerini bir daha gözden geçirdim. Daire içine , daire dışına çizilen üçgenleri çizdim:Bir dairenin belli noktalarından çizilen iç teğet, dış teğet üçgenlerinin bir biriyle ilişkisi olabilir mi? Değişik noktalardan çizimler yaptım. ;bir ip ucu bulamadım. Ders zili çaldı, Selçuk Korol Öğretmen gülerek geldi. ”Günaydın!” dedikten sonra, "Hazır kağıdınız vardı değil mi? dedi. Sami yüksek sesle "Var öğretmenim!"deyince bir sessizlik oldu. Öğretmen, gene gülerek, "Kağıdı olmayanlara ben kağıt getirdim!"deyip bir tomar kağıdı masa üzerine koydu. Bekir Temuçin'e, "İsteyenlere ver!"dedi. Sınavın özelliklerini anlattı. "Milli Eğitim Bakanlığı, sizin farklı yetişmenizi istiyor. Ezber yerine düşünerek öğrenmenizi yeğliyor. Gerçi tarih doğrudan bir ezber işidir ama bunda da düşünceye yer verilebilir. İşte size bu amaçla sorular hazırladım!"dedi. Kağıtlarımızı hazırlayınca soruları sordu:1-Osmanlı İmparatorluğu'nun geri kalmasının nedenlerini yazınız. 2-Batı Devletleri'nin üstünlüğüne salt silah üstünlüğü diyebilir miyiz? 3-Osmanlı İmparatorluğu kurucusu Osman'ın adından ötürü bu adı almıştır. Bir bakıma bir aile imparatorluğudur. Sizce gerilemesinde bu da bir etken olabilir mi? 4-1. Dünya Savaşı'nda İngilizlerle hem Çanakkale'de hem de Süveyş Kanalı'nda çarpıştık. Çanakkale'de onlara geçit vermedik ama Süveyş'te onları durduramadık, bunun bir çok nedeni olabilir:siz , önemli gördüğünüz birini açıklayınız!. . . . . . . Soruları yazdım, bir daha okudum. Son soruyu dün, olası sorular arasında saymıştım, sevindim. Ötekilerini öğretmen defalarca anlatmıştı. Osmanlıların geri kalmalarının sayısız nedenleri var, bunlar saymakla bitmez, Ben beş tanesini sıraladım:Ahmet Haşim'in bir sözünü anımsadım:"Bin yıldır, kağnıya bir çivi çakmamışız. Bunu yazdım, ekledim:1-Yenilik yapmayı düşünmemişler. 2-İmparatorluğu yönetecek padişahları iyi yetiştirmemişler. 3-Kazançlarından daha çoğunu harcayarak borçlanmışlar. 4- İmparatorluğa kattıkları halkları kaynaştırmaya özen göstermemişler 5-Adaletli bir vergi düzeni kurmamışlar. 1. Soruyu biliyordum, Çanakkale, İstanbul’un kapısı durumundaydı, orasını canla başla korumak zorunluluğu vardı. Aynı zamanda Çanakkale anavatan toprağıydı:Bu nedenle orası ölesiye savunuldu. Süveyş Mısır toprağıydı. Orasını zaten İngilizler değişik adlar altında etkileri altına almışlardı. Mısır Mehmet Ali paşa zamanından beri yarı yarıya elimizden çıkmıştı. Mısır halkı İngilizlere yardım ettiler, bizim askerimizi ise arkadan vurdular. Bu nedenle orasını savunmakta başarılı olamadık. 2-Batı Devletlerinin üstünlüğü salt Silah üstünlüğü değildi. Onlar, daha biz İstanbul’u aldığımız yıllarda matbaayı kullanmaya başladılar. Rönesans denilen sanat gelişmesini, Reform denilen dindeki katı anlayışları bıraktılar. Fransız Devrimiyle gelen halkın yönetimlere katılmasını sağladılar. Krallıklar yıkıldı. Sömürgeler kazanarak zenginleştiler. . 3-Osmanlı adı, İmparatorluğu bir aile kurumu gibi gösteriyordu. Bu da halkı ondan soğutuyordu. Halkla Osmanlı sarayı karşı karşıya gelmiş gibiydi. Halkın sevdiği padişahların öldürülmesi, aynı ailenin buna göz yumması halkın nefretini arttırıyordu. Bu nedenle saraya karşı isyanlarda halk çoğunlukla isyancıların yanında oluyordu. Bu da gerilemenin nedenlerinden biri olmuştur. Oldukça kısa olarak yazıp kağıdımı ilk verenler arasına girdim. Kağıdımı verince göz ucuyla baktım, öğretmen aldı okudu. Sonra da gülümseyen bir yüzle bana baktı. Bir şey söyleyeceğini umdum ama söylemedi. Gülümsemesinden beğendiği sonucunu çıkardım. Dersten çık zili çalınca öğretmen, ”Benim dersim var çocuklar!” deyip kağıtları istedi. Öğretmen çıkınca herkeste bir sevinç görüldü, ”Yazamadım!” diyen olmadı. Bu sevinç öğle yemeğine dek sürdü. Yemekten sonra atölyede toplandık. Orada da tarih soruları konuşuldu. Konuşuldukça, sevinmelerde bir azalma oldu. Belli ki yazdım sananların bir bölümü doğruları dinledikçe kendi yanlışlarını anladılar. Ben hiç karışmadım. Gerçekte ben de zaman zaman ne yazdığımı unutmuş gibi oldum. Tek güvenim öğretmenin kağıdıma baktıktan sonra bana gülümseyerek bakmasıydı. Atölyede başladığımı işleri sürdürdük. Hazırladığımız parçalardan bir örnek sıra çıkardık. Öğretmenler oturdu kalktı. Bizi de oturtup sordular:”Rahat mı? Ben oturunca azıcık dar buldum. Naci Öğretmen açıkladı, ”İlkokul çocukları için, köy okullarına gönderilecek!”dedi. Bu kez ben, ”Belki de bizim köye gider!”dedim. Naci Öğretmen, ”Gidecek köyler belli, Turgutbey, Celaliye!”Bu kez neye göre köy seçildiğini sordum. Öğretmen, ”Bu köyler, bizim okulun Meslek Uygulama Okulu olarak seçilmiş. sizler öğretmenlik uygulamalarını bu oklularda yapacakmışsınız!”Üzüldüm. Kamber Amcamın köyü okul bahçesine sınırken neden Celaliye gibi uzak bir köy seçildi? ”Naci Öğretmen, ”Orasını ben bilemem, Kamber Amcanın okulunda gereksinim olunca, o yaptırır, Okul Müdürümüzle iyi görüşüyor. Bunları il yönetimi seçmiş, müfettişler böyle istemişler!”Tamamladığımız örnek beğenildi, alıştırıp çatmaya başladık. Kırk tamamlanınca tutkallayıp verniklenecek. Yarış ederce çalışmaya başladık. Kaç günde bitireceğimizi akşam hesaplayacağız. Bugün kaç tamamlanırsa ona göre gün gerekecek. Tüm çabalarımıza karşın 6 sıranın iskeletini çıkarabildi. Bildiğimiz gibi çıkmadı, çok parça var, parçaları uydurmak zaman alıyor. Köy atölyesinde bunları birimiz kaç günde çıkarır hesabı yapmaya kalktık. Ben, “On beş gün!”dedim. Bana gülenler oldu, onlar daha çabuk yapacaklarmış. Ben de onlara güldüm:”Size böyle hazır parça getirecekler, siz de çak çuk çakacaksınız, sıralar tamamlanacak(!)”dedim. İrfan Öğretmen beni haklı buldu:Sizin başka işleriniz de olacak. Tatil günlerini salt tatil olarak düşünmeyin. !”dedi. Sonunda 10-15 günde bir sırada anlaştık. Naci Öğretmen:”Şimdiki işimize dönelim, bu işimizi kaç günde tamamlayacağız? ”diye sordu. 6X6=36, 6+1=7 gün yanıtı verildi. Naci Öğretmen “Anladık o halde ayın kaçında bitecek? dedi. . 13 Mart tarihini sınır koyduk. Öğretmen bunu 15 yapalım, o gün her şey tamamlanmış, sıralar atölyeden çıkmış olsun!” dedi. Kesin söz verdik. Arkadaşlar gidince bir süre akordiyon çalıştım. Elimdeki notaların peşrevle semai dışındakileri ezberledim, bakmadan rahatça çalıyorum. Dersliğe gittim, yemek zili çaldı arkadaşlarla birlikte gittik. Gündüz dikkat etmemiştim, kızı görünce dikkatlice baktım. ”Sami o kızı kendi grubundan çıkarmış!”dedim. Arkadaşlar birden bağırdı, ”Öyle san sen!”Meğer Sami bugün nöbetçiymiş. Üstünde o denli durulup tartışıldıktan sonra da Sami’nin aynı grubu dağıtmaması acayibime gitti. Onun kızla falan ilişki kurmak istediğini sanmıyorum:Sami akıllı bir insan. Arkadaşların takılmalarına karşı bunu yapıyor. Ancak zamanla dile düşeceği besbelli. Belki de bu nedenle arkadaş yemek zamanı salonda görülmüyor. Aynı konuyu konuşarak dersliğe döndük. Derslikte Sami yok. Bu nedenle kimi arkadaşlar ileri, geri konuşmaya başlayınca Mustafa Saatçı başta olmak üzere birkaç arkadaş Sami’yi savundular. Bu kez ben de onlara katıldım, ”Sami kendisi olduğu bir zamanda bunları ona söyleyin!”dedim. Ortalık yatıştı. Az sonra Sami geldi. Sami gelince konu gene açılacak sanmıştım, öyle olmadı, az önce tartışanlar yok oldu, yarınki tarım dersi ortalığa getirildi. Yarın bizim grubun işi belli, bağ yerini düzene sokacağız. Geçen hafta çamur nedeniyle bırakmıştık.

Geometri çizimlerimi, sürdürdüm. Daire, üçgen derken kendi kendime yeni çizimler öğrendim. Öğrendim, diyorum ama acaba doğru mu yapıyorum? Bu kuşku da var içimde. Bir daire içine 360 açı çizebilirim. Daire 360 derece olduğuna göre 360 açı neden olmasın? Bir noktadan iki çizgi geçince bir açı oluşur. Öyleyse dairede 360 nokta vardır, Sonra düşündüm:, acaba bu matematik dersi açısından bir önem taşıyor mu? Bunları düşünerek yattım. Matematik derslerimiz olduğu zamanlarda çoğunlukla rüyalarıma matematik dersleri giriyordu. Şimdilerde böyle bir rüya göremiyorum. Neden acaba?

 

5 Mart 1941 Çarşamba.

 

Hava güzel. Konuşmalardan anladığıma göre arkadaşlar tümgün bahçelerde çalışmaktan söz ediyorlar. Öyle istediklerinden değil, öyle olacağından korktukları için söyleniyorlar. Birden ben de söze karıştım:”Tüm gün çalışsak ne iyi olur, bağı yerinin hazırlığı biter, haftaya da ekim başlar!”Kahvaltıda çay-zeytin, çoğumuzun istediği ikili. Benim için peynir de güzel ama, peynir son günlerde istediğim gibi çıkmıyor, kuru çökelek gibi bir şey veriyorlar. Zeytin, şimdilik iyi gidiyor. Tarım öğretmenleri ikisi de geldi. Naci Öğretmen gelir gelmez nöbetçi arkadaşımız İbrahim Ertur’u çağırıp bir şeyler söyledi. Ne söylediğini merak edip olasılık öne sürerken durum anlaşıldı, öğretmen “Bağcılık grubu doğrudan Tarım bölümüne gelsin!”demiş. Tamam. tüm gün tarlalarda çalışacağız. Biz kahvaltıdan sonra bağ yerine gittik. Tam kurumamış ama çalışılır gibi. . Naci Öğretmen geldi, çalışma yöntemi için bizim düşüncemizi aldı. Her kafadan bir ses çıkınca, konuşmaları kestirdi. Önce tarlayı boyuna sonra da enine çizdik. Çizgilerin kesiştiği noktalara çukur açılacak. Çizgilerden sonra ikişer ikişer ayrılıp çukur açmaya başladık. Çukurlar, 50-60 cm. Ağızlar 50 cm. , derinlik 60 cm. Öğleye dek 5’er çukur açtık, yani 30 çubukluk yer hazırlandı. Naci Birkök öğretmen çok memnun olduğunu söyledi. ”Akşama yüzü tamamlarız!”dedi. Çalışmaya başladık. İlk çıkış Yusuf Asıl’dan ogeldi:”Hızlı çalışmak yok, yarış yapmıyoruz!”Arkadaşlar Yusuf’a “Sus, öğretmen duyuyor!”deyince, Naci Birkök Öğretmen:”Çok doğal çocuklar, açık alanda çalışıyoruz, konuşacaksınız, konuştuklarınızı biz de duyacağız. Arkadaşınız haklı, kendi işimizde günlük çalışma yapıyoruz, yarış söz konusu değil, ağır fakat temiz çalışma bizim değişmez ilkemizdir!”dedikten sonra öğretmen, ”Şimdi ben size başka bir soru soracağım, konuşurken siz bağlarınızın olduğundan söz ediyordunuz. Anımsamaya çalışın bakalım bağlarınızda hangi üzümler bulunmaktadır? ”Öğretmene ilk yanıtı gene Yusuf verdi:”Kuş üzümü!”Öğretmen gülerek:”Bütün üzümler bir bakıma kuş üzümüdür!”ben üzümlerin adlarını soruyorum!”Ben, birkaç ad sıraladım. ”Papaskarası, Çavuş üzümü, Yapıncak!”deyip durdum. daha çok üzüm adı bildiğimi sanıyordum ama bir türlü anımsayamadım. Bir kaç kez”İnce kabuklu, mor renkli!”dedikten sonra durdum. Öğretmen, ”Önemli değil konuşurken anımsayacağız. üzümlerin cinsi toprağın özelliğine göre seçilmelidir. Biz onu deneyeceğiz. Yaptığımız soruşturmaya göre Lüleburgaz bağlarında en çok çavuş üzümü yetişirmiş;yapıncağın da bir cinsi olan kınalı yapıncak çokmuş. Buna karşın papazkarası azmış. Kırklareli de ise papazkarası başta geliyormuş. Öğretmen konuşurken Salih Ziya Öğretmen gelince, sözü yarıda kaldı. Aralarında bir şeyler konuştular. Kamyon, gübre, köy muhtarı sözleri geçti. Anladım ki bir köyden gübre taşınacak. Bizde de çubuklar ekilince diplerine gübre dökerlerdi. Öğretmenler konuşa konuşa okula doğru gittiler. . Arkadaşlar hala yedikleri tatlı üzümlerin adlarını anımsamaya çalışıyordu:Sarı yapıncak, kınalı yapıncak, çavuş üzümü, papazkarası. Bizim bağda bundan daha çok çeşit olduğunu biliyorum ama anlatmak kolay değil. Çünkü babam, daha Bulgaristan’ayken bağcılığa başlamış. Buraya gelince de hem Lüleburgaz hem de Kırklareli’deki bağcıları tanımış. ”Her birinden birkaç çubuk alıp çeşidi çoğalttım!”diye öğünmektedir. Örneğin benim sevdiğim bir siyah bir de ak üzüm var ikisi de bir birine benziyor ama onların tatları ötekilerden çok farklı. Naci Öğretmen geri gelince, gülerek:”Nerde kalmıştık? diye sorduktan sonra yanıt beklemeden sözlerini sürdürdü. Razaki adını duydunuz mu? Duyan olmuş. Misket? Onu ben duymuştum ama ne olduğunu bilmiyorum. Müşküle? Buna hepimiz güldük. Müşkül, müşküle. Yediveren? Bunu üzüm değil de gül adı olarak biliyordum. Öğretmen “ Yediveren, gülden çok üzüme yakışır, güle, ”Yedi açan” deseler daha iyi olur!”dedi. Bu kez, bağ çubuklarının alındığı yerden mektup geldiğini, çukurların bizim kazdığımız gibi 50 cm değil 60 cm açılması gerektiğinin yazıldığını söyledi. Ancak bu 10 cm’lik farkı bizim değil, bizden sonra burada çalışacak sınıfların tamamlayacağını sözlerine ekledi. Arkadaşlar;”Biz kazarız öğretmenim!” deyince Naci Birkök Öğretmen, ”Biz zaten biraz zamansız girdik, görüyorsunuz oldukça öçamur, bir daha geri dönersek iyice vıcık edeceğız. Bir yağış olmazsa birkaç gün içinde biz onu tamamlarız. Zaten siz haftaya fidanlığa gideceksiniz!”dedi. Öteden beri bir fidanlık sözü ediliyordu, Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen söylemişti. Arkadaşlar ilgiyle “Edirne’ye mi? diye sordular. ”Edirne işi daha sonra, şimdi Türkgeldi !”yanıtını aldık. Yusuf Asıl kendini tutamadı, ”Olsun, bir çiftlik daha göreceğiz!”dedi. Yusuf’un konuşma sını Naci Birkök Öğretmen, sanırım değişik değerlendirdi;”Fidanlıkla çiftlikler arasında fazla bir fark yok. Türkgeldi çiftliği deniyor ama oranın fidanlık bakımından Edirne fidanlığından geri kalırlığı yok. Çok modern bir kuruluş. Sarımsaklıyı gördük. Bu da onun gibi. Neyse gidince kendiniz göreceksiniz!”Paydos zili çaldı. Naci Öğretmen, Yusuf’a çukurları saydırdı. Yusuf koşarak dolaştı, ”60!”diye bağırdı. Naci Öğretmen “Kişi başı 5 bağ ocağı tamam oldu demektir!”dedi, hepimize teşekkür etti. Ben atölyeye gittim. Az sonra İdris mandolinle geldi, yarı konuşarak yarı çalışarak yemek ziline dek kaldık. Yemekte konu, gelecek Çarşamba Türkgeldi çiftliğine gidiş. Türlü olasılıklar, varsayımlar…Türkgeldi ile Sarımsaklı karşılaştırılmaları…İşin ilginç yanı biri görüldü öteki henüz görülmedi. Derslikte gündüz konuştuğumuz üzüm konusunu ortaya getirdim, tahtaya kalkıp yazmaya başladım. Sırayla sordum . 4 Mehmet gülerek”Vallahi ben üzüm olarak sadece üzümü biliyorum. Üzümden başka üzüm olduğunu şimdiye dek hiç duymadım!”Mehmet Aygün’ün bu sözü çok beğenildi;kime sorduysam onu tekrarladı. Sami Akıncı iki türlü üzüm bildiğini biri beyaz öteki mor. Mehmet Yücel, İmam karası üzümü sevdiğini söyledi. Mustafa Saatçı İskelet karası diye bağırdı. Ortalık karıştı. Ben tahtada durdum, sıra Yusuf Asıl’a gelince Yusuf gündüz öğretmenin saydıklarını yazdırdı. O zamana dek hiçbir doğru söz söylememiş olanlar sustular. ”İşte haftaya Türkgeldi çiftliğine bunları seçmeye gideceğiz dediğimde herkes sustu. İsmet, ”Dayı siz bağ çubuğu seçmeye gideceksiniz, biz de taşıyacağız!”deyince gene gülmeler başladı. Halil Basutçu, ”Çubukları dikelim, onlar büyüyene dek adlarını öğreniriz!”Yusuf ona da yanıt verdi, ”Öğrenmenize gerek yok, biri nasıl olsa size söyler!”Bu kez Yusuf Asıl’a yüklendiler. Sana ne oluyor, başımıza bilgiç mi kesildin? Hasan Üner, ”Bağcılıkta çalışan bizin 12 kişilik grup bunları hepimiz biliyoruz, ne haber? diye sordu. Yat zili çalınca bağ, üzüm sözleri yarıda kaldı…Yatınca köyü düşündüm. Yalnız başıma bağda kalır, bekçilik yapardım. O zaman ben şimdiki arkadaşların en küçüğünde de küçüktüm. Bu arkadaşların köyden bir saatlik uzakta yalnız yatacağını aklım almıyor. Belki bir ikisi kalır ama çoğunluğun kalacağını hiç düşünmüyorum. Hele içlerinden beş altısı, bağı kargalar bile yese kalkıp kiş demez……. ….

 

6 Mart 1941 Perşembe

 

Uyanınca rüyamı anımsadım. Köydeymişim. Kahveden C’yi gözetliyorum. Bahçeye çıktı. Tanıyamadım, saçlarını kestirmiş. ”Bunu nasıl yaptı, o saçlarını çok severdi!”diyorum. Bu kez okuldaki kızlar aklıma geldi. Belki de C de saçkıran olmuştur. Derken Gül’ü düşünüyorum. Gül de saçkıran olmuş muydu? Bir türlü anımsamıyorum. Birine sorsam, niyetimi açıklamış olacağım, kendine nasıl sorayım? Bu kez de kendime soruyorum:”Niçin sorayım? O, Niçin soruyorsun? derse. . kendimle tartışırken uyandım. Uzun süre uyuyamadım. Neredeyse kalk zili çalmak üzereyken uyumuşum, uyanınca rüya olduğu gibi aklımdaydı. Onun etkisinden kurtulmak için Hasan Üner’e dişini sordum. ”Ağrı azaldı, dişin ucu çıkıyor!”dedi. Hasan’la konuşa konuşa dersliğe gittik. Bir yandan da Kesik saçlı C gözümün önünde duruyor. Kahvaltıda, kesik saçlı kızlara bakıyorum, onları saçları uzamış olarak düşleyip C ile karşılaştırmaya çalışıyorum. Arkadaşlar kime, neye bakıyorsun? diye soruyorlar. Atlatacak sözüm hazır:”Bunların hangisine ne ad takılmıştı? ” diyorum. Hilmi saf saf anlatıyor. Şu uzun boylu, Yusuf’un köylüsü, Sırıklı, Şu zayıf, Bülbül-Nachtigell, , şu şişman, sazan. ”Onları biliyorum!”deyip konuyu değiştiriyorum. İçimden de hiç birisinin saçı C ile ölçüşemez…Kahvaltıdan sonra herkes harıl harıl okuma kitaplarını açmış sayfa karıştırıyor. Sorular arka arkaya geliyor. ”Şu parçayı okuduk mu, bu şiir ezberlenecek miydi? Konuşmalar arasında Öğretmen geldi. Kendisinden soracak sorumuz olup olmadığını sordu. . Kimseden ses çıkmayınca, ”Peki öyleyse !”deyip tahtaya yürüdü, tebeşiri alıp tahtaya tümceler yazdı. Gözlerim mavı, seninkilerden biraz farklı… Elindeyse şu savaşı durdur, insanların ölmesini önle. Elektrik kaçağı var, elindeyse çarpılırsın. Anahtar elindeyse kapıya takıver. Bize biraz keman çalıversen başımız dinlenecek. Bize biraz kuru çalı versen sobayı yakarız. Denizin karşı yakası yemyeşil. Mehmet’in yakası bembeyaz. Bu yazdıklarımdan kim bilir kaç soru çıkar? Çorlu’yu içinizde en iyi kim bilir? ”Bize döndü, ”Bugün de böyle çalışalım!”deyip tebeşiri bıraktı. Sami Akıncı’ya sordu, ”Ne soracağımı kestirebildin mi? Sami gözlerini biraz yumarak tahtaya baktı, gülümsedi, ”Biraz anladım öğretmenim!” dedi. Ben hemen parmak kaldırdım. Bana baktı “Sen hazırsın galiba!”dedi, geçti. Abdullah Erçetin’i kaldırdı. Abdullah daha ilk soruda sustu. , renkten renge girdi, önüne baktı. Öğretmen ona otur demedi, gözlerini bizim tarafa çevirirken Bekir Temuçin parmağını kaldırdı, onu İsmet izledi. Öğretmen Bekir’i kaldırdı. Bekir , ”Gözlerim, benim gözlerim, seninkiler de senin gözlerin!”dedi. , durdu. Öğretmen, ”Bunlara ne diyoruz? ”diye hepimize sorunca herkesten önce Sami “Zamir!”diye bağırdı. Öğretmen, ”Başka bir adı yok mu? ”Kişi bildiren zamir!”Öğretmen üstünde durmadan geçti. ”Elindeyse bu soruyu sen yanıtla!”diyerek bana baktı. Elindeyse sözünün üç anlama geldiğini örnekleriyle anlattım. ”Elindeyse=Gücün yetiyorsa, 2-Elindeyse=Dokunsa, 3-Elindeyse=Şu anda onu tutuyorsan…dedim. Öğretmen gülümsedi, bir süre baktı, “Tamam!”dedi. Çalıversen de durum biraz karıştı. Benim yanıtıma benzer yanıtlar verildi. Öğretmen değişik kişilere sordu. Aynı sözler söylendi. Öğretmen öyle kabul edip geçmek üzereyken parmak kaldırdım. Öğretmen , ne diyeceğimi sordu. Bu iki sözün anlam olarak bir benzer olmadığı gibi şekil olarak da farklılar. Tek ilişkileri sesdeş olmaları!”dedim. Öğretmen, ”Ben de bunu beklemiştim, ayrıca üstünde duracağız!”dedi. Ekledim:”Yukarda geçen zamirlerin de farklı olduğunu üstünde durulmadan geçtiğini söyledim. Öğretmen başıyla onayladı. ”Bunların üzerinde duracağız. Ben nelerin üzerinde durulmasını saptamaya çalışıyorum!”Konuşmalarımızda benzer sözlerin saptanmasını ödev olarak verdi. Öğretmen ayrılınca arkadaşlar her zamankinin tersine sanki Türkçe dersindeymişiz gibi aynı konuları ortaya getirip konuştular, örnekler verdiler. Yemyeşilden baş- layan pekiştirmeler, kaskatı, yusyuvarlak, yamyassı, besbelli, upuzun, söpsöbü, kıskıvraklara dek uzadı. İlk yarım sözler, arkadan gelen sözler değerlendirildi. . Yemekte bir süre yemekler üzerinde örneklemeler yapıldı. :Kupkuru ekmek, kaskatı et. simsiyah zeytin, kipkirli bardak, tertemiz kaşık, tuptuzlu peynir, testembel nöbetçi. .

Atölyede, sıra işlerimize kaldığımız yerden devam ettik. Paydos zili çalınca, yapılan işler gözden geçirildi, sayınca beklenilene ulaşılamadığı görüldü. Salı gününe göre iki sıra eksik çıktı. Naci Öğretmen iyimser:”Dün tarım dersinde çok yoruldunuz, yorgun olarak çalışınca böyle duraklamalar olur!”dedi. Gülümseyerek:. ”Yarın bunu kesinlikle kapatırsınız, çünkü bugün dinlenerek çalıştınız!”Öğretmene suçlu gibi, biraz boyun eğerek baktık ama susmayı yeğledik. Öğretmenden sonra arkadaşlar biraz neşesiz ayrıldılar. Olaydan ben de etkilendim, akordiyona ara verdim, doğrudan kooperatife gittim. İyi ki gitmişim, Gül bir arkadaşıyla geldi. Arkadaşların Tatar dedikleri neşeli bir kız, Sakine. Adının anlamını sordum. ”Sessiz, sakin anlamına geliyormuş!”dedi. Böyle dedi ama, sanırım pek de sakin değil, oldukça da açıkgöz. Bana, ”Benim adımı sordun, arkadaşımın adini neden sor muyorsun? ” dedi. Onunla hemşeri olduğumuzu, daha önceki nöbetlerde konuştuğumuzu, ayrıca onun adının benzeri benim bir halam olduğunu, o nedenle onun adının anlamını bildiğimi anlattım. Sonra da “Ben ona kısa olsun diye Gül, diyorum deyince güldüler. Meğer aralarında onlar da öyle diyormuş. Bu kez de ben, siz öyle diyorsanız bundan böyle ben de ona adının Almanca’sı, Röslein derim!”deyinse Gül kıpkırmızı oldu. Ama sürekli güldüğü için pek belli olmadı. Belki de bana öyle geldi. Gene de aklımdan geçenlerin bir bölümünü söylediğim için sevindim. Kkonuyu değiştirip kooperatiften memnun olup olmadıklarını sordum. Gül, ”Çok memnun olduklarını söyledi. ”Geçen yıl, böyle bir kooperatif yoktu, dışarıda bir delikten kalem, defter alıyorduk, değil mi Sakine diye arkadaşına sordu. Konuşmasından, konuştuğumuza memnun olmuş gibi bir durumu vardı, ayrılırken “Gene gelin, istediklerinizi söyleyin, getirelim!”dedim. İçimden de kendimi eleştirdim:”Düpedüz kendimi ele veriyorum. Dikkatli bakan biri benim durumumu rahatça anlar!”

Dersliğe gidince aynı duygular içinde, kitapların birini açıp birini kapattım. Sanırım bir sözcük bile doğru dürüst okumadan kooperatif konuşmalarını tekrarladım. Röslein şarkısından söz etmediğime üzüldüm. Bir süre onu düşündüm, arkadaşı yanında ondan söz etmem nasıl karşılanırdı? Akşam yemeğinde bizim masanını konusu gene Naci Öğretmenin sözü üstüne oldu:Naci Öğretmen şaka mı söyledi? Yoksa eleştirdi mi? Yusuf Asıl: Bizim tarım dersini marangozluktan daha çok sevdiğimizden kuşkulandığı için öyle söyledi!”dedi. Arkadaşlar, sözbirliği etmişçe Yusuf’a karşı oldular. ”Naci Öğretmen öyle kıskançlık göstermez!”

Yemekten sonra gene kooperatife gittim. Gittim ama kapıdan girince kendimden utandım. Orada çalışanlar hep zeki arkadaşlar benim niyetimi kolayca anlayacaklar. Onlar böyle bir sonuç çıkarınca benim saklamaya çalışmamı, onlar aptallığıma yoracak. Kendimi toplayıp Cavit Kafkas’a :”Demin onu sormaya gelmiştim ama kalabalık vardı soramadım;yeni bir gelişme var mı, kooperatifi ne zaman bırakacağız? Cavit, öğretmenle mart sonu olarak konuştuklarını, tekrarladı. ”İyi!”deyip ayrıldım. Dışarı çıkınca kendi kendime:”İşte küçük çaplı bir beceriksizlik, ne yaptım şimdi ben bundan nasıl bir kazanç sağladım? ”deyip dersliğe gittim. Sırama oturunca bir süre arkadaşlara baktım. Sanırım arkadaşların başarısız olanları, hep böyle, boş şeylerle zamanlarını dolduruyorlar Mustafa Saatçı, sürekli kızlardan söz ediyor. Mustafa Saatçı da benim yaşdaşım. O hiç benim gibi düşünmüyor. Ben ağabeylik taslıyorum, içimden geçirsem bile bunu dışa vuramıyorum. Mustafa neden benim gibi düşünmüyor? Benim gibi düşünmüyor ama işin ilginç yanı Mustafa Saatçı kesinlikle kızlarla konuşmuyor. Sanırım onun da gizli bir düşüncesi var ki, uzak duruyor. Yatınca Gül’ü düşündüm, güzel ama nedense bende derin bir etki bırakmıyor. ”Olsa da olur olmasa da!” denecek bir durum. Adımın onunla çıkmasını aklımdan bile geçirmiyorum. Belki o da bunu anladığı için beklediğim gibi yaklaşmak istemiyor. Karşılaşınca konuşuyor ama, karşılaşmak için bir çaba gösterdiğini sanmıyorum. Bugün kooperatife gitmeseydim görmeyecektim. İşte bir deneme, bundan sonra her gün kooperatife uğrayacağım, o da gelirse, olumlu bir yakınlaşma var demektir. Kendi kendime gene bir karar verdim. Ne kararı bu? Kız yakınlaşmak isterse ne yapacağım? Arkadaşların çoğu da Mustafa Saatçı gibi boyuna kız sözü ediyor ama hiç birisi de benim gibi sokulup konuşmaya çalışmıyor. Ya öğretmenler duyup bunu konu ederlerse, başım derde girer. İsmet’e kızıp onu caydırmaya çalışırken kendimi daha kötü bir duruma sokmaya kalkıyorum. Yeni bir karar:Konuşmaya devam ama, başka türlü hayaller kurmaya hayır!Uykum iyice açıldı. Arkadaşları dinliyorum;Halil de Hilmi de horluyor. Orhan da ses yok. Hilmi’ye birkaç kez horladığı söylendi, inanmıyor ama giderek takılınca kızmıyor. Halil duysa çok üzülür. Bir konuşmasında , horlamanın sayrılık belirtisi olşduğunu söylemişti. Sağlıklı insanlar horlamazmış.

 

7 Mart 1941 Cuma

 

Hilmi’ye uyurken horladığını söyledim. Halil güldü, ”Senin ilk kez gece uyandığın nasıl da belli oluyor!Arkadaş okula geldiğinden beri horlar. Hilmi gülerek” Arkadaş seni de ilk kez duymuştur, merak etme!”Orhan sordu, ”Doğru söyle ben de horluyor muyum? ”Duymadığımı söyledim. Orhan’ı daha affetmemiş gibiyim. O da bunu biliyor, ama gene de arada yokluyor, eskisi gibi olacağımızı sanıyor. Bilmiyor ki ben ondan soğudum. Aynı durumu bir başka zaman yapmayacağına nasıl güvenirim!Kahvaltıya giderken nedense arkadaşlar dünkü konuşmaları gene dillerine dolamışlar. Kahvaltıda pekmezli su var. Sulandırılmış pekmez. Mehmet Yücel yanımdan geçerken, ”Dayı, bu hangi üzümden yapılmış pekmez? ”dedi. Ben, ”Bu pancardan yapılmış pekmez, kokusundan belli oluyor!”dedim. Mehmet Yücel yanıma oturdu, ”Üzüm olarak Sarı yapıncak sever misin? ”diye sordu. Çok sevdiğimi söyledim. Gülerek kalktı, yürüdü. Arkasından bakarken Gül’ü gördüm. Nahide Öğretmen kahvaltı ediyor, o da yanında bekliyor. Sanırım geçerken onu durdurmuş. Mehmet Yücel gitmek üzere yürürken döndü, ”Senin Sarı yapıncak orada!”dedi, gene yürüdü. Son lokmamı yutup arkasından koşmayı düşündüm, durdum. Üstüne varmayayım ama nedenini bir yolunu bulup öğreneyim:Ne demek istedi? Yoksa bir açık mı verdim? Dersliğe gidince yerime oturdum. ”Müdür Bey gelecek mi? ” diyenler oldu. 2. derste haber vereceğimi söyleyip defterimi açtım ama niçin açtım, neye bakıyorum, ben de bilmeden sayfaları çevirdim. Birden aklıma geldi, Mehmet Yücel’e numarasıyla 26 diye bağırdım, ben sana yanlış söyledim. Sevdiğim üzüm sarı yapıncak değil, kınalı yapıncak!”dedim. Mehmet Yücel hiç önemsemeden, ”Öyle olduğunu ben anlamıştım, zaten benim dediğim de Kınalı Yapıncak’tı!”deyip önündeki işine eğildi. Müdür Beyin not tutun dediği, Köy okulundan, Gezici Başöğretmen, İlce Milli Eğitim Müdürü, İlköğretim Müfettişi, İl Milli Eğitim Müdürü, Genel Müfettişlik Milli Eğitim Müşavirliği, İlk öğretim genel Müdürlüğü, Milli Eğitim Bakanlığı sıralamasını bir daha okudum. Çalıştığım okulda öğrenci çok olursa öğretmen sayısı çoğalır. Bu kez kendi okulumda da okul Müdürü olur. öyle düşünürken Eğitmen Mustafa Ağabeyi anımsadım. O ne yapıyor acaba? Geçen yıl gittiğimde İlköğretim dergilerini karıştırdığımı düşündüm. Mustafa Ağabey onları okudu mu ki? Bizim arkadaşlardan kaç tanesi o dergileri okuyacak? Köye gelen gazeteler de öyle. Muhtar Amca saklıyor, bir oda dolusu yığılmış, ben gidince onları düzenli okuyacak mıyım? Böyle düşününce içim sıkıldı, kalktım niçinini bilmeden kapıya doğru yürüdüm. Arkadaşlar, Müdür Beye gittiğimi sanıp, ”Daha zil çalmadı!”diye uyardılar, ”Öyle mi? ” deyip yerime oturdum. Ben oturdum; zil çaldı. Gene kalkıp gittim. Müdür Bey odasında yok. Önünden geçerken Hüsnü Baykoca Öğretmenin odası açıldı, Müdür Beyin sesi oradan geldi, açık kapının kenarına elimi vurmaya hazırlanırken Müdür Bey gördü, ”Geliyorum!”deyince ben dersliğe döndüm. Arkadaşlar, hazır bekliyor. Ben girince, salt takılmak için ayağa kalkanlar oldu. Onlar toparlanmaya çalışırken Müdür Bey girdi. ”Günaydın!”dedikten sonra, gene bir elini cebine soktu bir elinin parmaklarını oynatarak sıraların önünde yürüdü. Birden durdu, ”Sizinle Milli Eğitim Bakanlığının tüm mekanizmasını konuştuk. Çok önemli bir konumuz kaldı, bugün de onu konuşalım!”dedi, güldü, ”Nedir bu çok önemli konu? ”diye sordu. Hepimiz ilgiyle baktık. Müdür Bey, ”Konuşacak var mı? ” diye sordu. Parmak kaldıranlar oldu. . Birisi sanırım dalgınlıkla “Savaş!” diye fısıldadı. Müdür Bey, ”Yo,Yo yo, savaş önemli ama bizim işimiz değil, ben savaşı konuşmam. Ben kendi işimi düşünürüm!”deyince Sami Akıncı ile ben, birlikte “Okul!”diye bağırdık. Müdür Bey gülerek “Çok yaşayın, niçin okulumuzu konuşmayalım? Ne yapıyoruz, ne yapacağız, nasıl yapacağız daha sonra neler olacak? Bunlar bence bizim bundan sonraki en önemli işlerimiz. Ben bu işin içindeyim, geleceği biraz kestirebiliyorum:Şu şöyle olursa bu da böyle olacak! gibilerde akıl yürütüyorum. Dur bakalım bir de sizi dinleyelim, bu işin çilekeşleri, geleceğin kahramanları olarak baktığımız sizler neler düşünüyorsunuz? ” Bir süre durdu, bize baktı, ”Hıııı, Ne düşünüyorsunuz? ”diye tekrarladı. Ben parmak kaldırdım. Başka kaldıranlar da oldu. İlk sözü bana verdi. ”Konuyu sen aç bakalım 66 !”dedi. Ben Edirne-Karaağaç’a gidip kaydımı yaptırınca çok mutlu olmuştum. Her şey çok iyiydi. Oradaki düzene, oradaki çalışmalara ayak uyduramamaktan kaygılanıyordum. Arkasından gelen yer değiştirmeler, sonradan da okulun şekil değiştirmesi beni ilk kaygılardan kurtardı ama bu kez de bir başka kaygıya kapıldım:Kültür derslerimiz, benzer okulların çok gerisinde kaldı. Artık ders kitabı bile okumaz olduk. Üstelik derslerimiz de çoğunlukla boş geçiyor!” dedim. devam edecektim, Müdür Bey, ”eliyle işaret etti, Senin sorununu anladım, zaten bir nebze biliyordum. Bunu da konuşacağız. Ancak benim bugün üstünde durmak istediğim, bugün içinde bulunduğumuz durumu değerlendirmektir. Okuldasınız, yatıp kalkıyor, gülüp eğleniyorsunuz, günleriniz gelip geçiyor. Ama nasıl geçiyor. Gamsız, kedersiz mi yatıp kalkıyorsunuz, aç-susuz mu kalıyorsunuz? Önce bunları konuşup değerlendirelim. Birden tüm arkadaşların parmakları kalktı. Müdür Bey, ilk numara konuşsun!”dedi. ilk numara 4 Mehmet Aygün, yemeklerin giderek bozulduğunu, üstelik azaldığını söyledi. 18 Sami Akıncı’ya dek hemen hemen herkes yemeklerden yakındı. Sami Akıncı, boş geçen derslerden söz etti. Ömer Uzgil Öğretmen derslerimizde “Sizler Öğretmen olacaksınız. öğretmenler için resim yapmak çok önemli diyordu. Oysa biz iki yıldır resim dersi görmüyoruz!”Sami sözünü tamamlamadan Müdür Bey, Sami’ye bakarak, ”Adem Gürçağlayan öğretmen, müzik dersi çok önemlidir diyordu, Sabit Soysal, coğrafya önemli diyordu. . Bir de ben söyleyeyim:Tüm dersler çok önemli, ne var ki memlekette öğretmen yok. Biz yokluk içinde kıvranıyoruz. Atanan dört öğretmen buraya gelmeden askere alındı. Sanat öğretmenlerinizi zor durdurduk. İşte böyle çocuklar. Galiba ben iyi anlatamadım:Bu yokluk içinde yaptığımızdan daha iyisini yapamaz mıyız? ”Hepimiz birden “Yaparız!”diye bağırdık. Müdür Bey gülerek, ” İşte bu, ama nasıl yapacaksınız? Biraz daha nasıl çalışacaksınız? Öğretmenlerinizle konuşuyorum, aldığım bilgileri söyleyeyim mi? Benim bildiklerimi siz biliyorsunuz. Sözü buraya getirmek için başka bir yöntem uygulamak istemiştim. Ancak siz ona izin vermediniz. Demem o ki, “Gayret dayıya düşüyor!”diye bir söz vardır. Burada dayı sizsiniz, gayret size düşüyor. Bu konuyu eni konu tartışalım!” zil çalınca Müdür Bey, ”Sonunda bir noktada buluşmak zorundayız O nokta sizin yaşam

boyu üzerinde duracağınız yerdir. Bizler, sizin duracağınız yeri doğru seçmeniz için yardımcı olan kimseleriz. O nedenle gayret dayıya düşüyor, dedim!”Müdür Bey, ”Bu konuya gene döneceğiz; Hoşça kalın!” deyip çıktı. . Ders başlangıcında başka türlü konuşmalar olacağını ummuştuk. Umduğumuz gibi olmadı. Sonunda olayı anladık ama, anlamak da özellikle beni daha çok üzdü. Sanırım Sami de benim gibi üzüldü…Arkadaşlar “Gayret dayıya düştü!”sözünü dile doladılar. Önce İsmet, ”Dayı, gayret sana düştü!”dedi. Arkasından Mehmet Yücel aynı sözü söyledi. Sonunda ben konuştum:”Müdür Bey, kimin gayret etmesi gerektiğini apaçık söyledi;benden çok sizi “DAYI” olarak düşünüyor!”dedim. Mustafa Saatçı yanıt verdi:Bizi kıskandı, bizim dayı olmamızı istemiyor!”dedi. Gülmeler, yüksek sesli konuşmalar sürdü. Kısacası Müdür Beyin uyarıları fazla etki yapmadı, öğle yemeğinde diller gene bir karış çıktı. Çorba-Fasulye-İrmik helvası. Çorba, yemek değilmiş…

Neyse ki atölyede yemek sözü edilmiyor. Sanıyorum bizim atölyedekiler biraz farklı düşünüyor. Her türlü konuşma yapılıyor ama yemek eleştirmesi kesinlikle yapılmıyor. Bugün iyiyiz, en az 7 sıra olacak. Eğer olmazsa 13 Mart’ta bitiremeyiz. Arkadaşlar önce Yusuf’un konuşmaması için önlem aldılar. Yusuf benimle çalışacak. Ben çalışırken konuşmuyorum. Ben konuşmayınca yanımdaki de konuşamıyor. Gerçekte Yusuf, karşısındaki konuşmazsa o da işini bırakıp konuşmaz. Karşısındaki konuşursa yanıt vermeden duramaz. . Bir de işin durumuna göre konuşur. Bunu bildiğim için ben Yusuf’la çalışmaktan kaçınmam. Zaten atölye derslerinde sürekli çalıştığım arkadaşlardan bir Yusuf’tur. Söz dinler, yardımını esirgemez, kaytarmaz. Yanındaki çalışırsa ona uyar. Konuşma fırsatı yakalarsa kimseden geri kalmaz. İşte bugün birlikteyiz. Harun Özçelik de bizimle. Bir ara Hamdi Öğretmen bizim tezgaha geldi, bana sordu:Abi, sen bu çocuğu korkutuyor musun? Bugün neden neşesiz? ”Yusuf, ”Ben değil siz neşesizsiniz, o nedenle konuşmuyorum!”dedi. Doğrusu çalıştığımız iş konuşulacak işlerden değil. Yusuf sürekli yere eğiliyor, sıraların alt geçmelerini alıştırıyor. Paydos zili çalınca saydık;en çok alıştırdığımız gün, bu gün oldu : 8 sıra. Naci Öğretmen Yusuf’a takıldı, Yusuf, konuşmazsan işler yürüyor, konuşunca duruyor!”dedi. Yusuf, ”Hayır öğretmenim, ben konuşurken siz de duruyorsunuz, benim konuşmalarımı dinliyorsunuz, işler ondan aksıyor. Ben konuşurken siz çalışsanız bir aksaklık olmaz. İrfan Öğretmen söze karıştı. ”Yusuf haklı, çocuğa hem konuşuyorsun, konuştuğun için iş yapmıyorsun, diyoruz. Peki 0 konuşurken biz çalışsak işler pekala yürür. Galiba o konuşurken biz de ona kapılıp işi, durduruyoruz. !”Naci İnan Öğretmen, ”Neşeli, başarılı bir gün daha geçirdik. Yusuf, bu sınıfın doğum olarak en küçüğü, o bu özelliğini iyi kullanıyor. Bizim gereksinimimizi karşılıyor!” Öğretmenler gülüşerek ayrıldılar. Arkadaşlardan sonra ben bir süre kaldım. Basları çalıştım. . Parmaklarım akor notalarını çok rahat bulmaya başladı. Sağ elimle sol elimi ters yönde çalıştırmaya başladım. Kromatik çalışmalara elim iyice alıştı. Derslikten önce kooperatife uğradım. Az kaldım, gözlerim Röslein aradı. Dün gece tasarladıklarım gereksizmiş. Ama üzülmedim. Tam kapıya çıkarken Röslein’la Sakine geldiler. Üstelik Gül bana, ”Biz de sizin gibi kooperatifçi olduk, her gün bir kez geliyoruz!”dedi. ”Yaaa, ne iyi, her zaman bekleriz!”dedim ama içimden “Bunları mı söylemem gerekirdi yoksa daha başka etkileyici sözler mi? diye düşünmeye başladım. Kararım gene bozuldu. Dersliğe gidince Mehmet Yücel’e sataştım. . ”Mehmet Yücel, ”Rahatsız gibiyim, bir kırgınlığım var, hasta olmaktan korkuyorum!”deyince üstüne varmadım. Yerime oturdum. Almanca 2. sınıf kitabından sözcükler seçtim, anlamlarını yazdım:Der Mond-ay, der stern-yıldız, der Himmel-gök, der Nebel-sis, die Natur-tabiat, klar-açık, berrak…. Almanca sözleri duyunca her zaman olduğu gibi Hüsnü Yalçın döndü, sordu, Almanca çalışmaya başladın mı? ”Yo, şöyle bakıyorum!”dedim. ”Müfettişin tembihini unutma, her gün bir iki sözcük olsun kazanmaya çalış!”dedi. Bu kez de ben ona “Sen de Burgarca’yı unutmamak için her gün birkaç sözcük yaz!”dedim. Hüsnü, Bulgarca konuşacak arkadaş var ama nedense benimle hiç biri konuşmuyor, korkuyorlar herhalde!”dedi. Kim diye sorunca Hüsnü, İbriktepeli, mandıralı, pehlivan köylü çocukları söyledi, bu arada Kırıkköylüleri de andı. Üstelik, ”Sarışın bir güzel kız var ya o da onlardan!”diyerek Gül’ü tarif etti. ”Onunla konuştun mu? ”diye sordum. Onunla konuşmamış ama akrabasıyla konuşmak istemiş, o çocuk bilmediğini söylemiş. Aynı sınıfta biri, Nuri, az bildiğini söylemiş, birkaç söz konuşmuşlar. İbriktepeli Raif Kayın’la Hasan diye biri var, onlar biraz konuştu. Ötekiler, ben konuşunca güldüler ama, anlamadıklarını söylediler. Güldüklerine göre anladıkları belli ama konuşmadılar işte!”Hüsnü konuşurken kafam Gül’e takıldı. Sahiden Pomak mı? Pomak olmak kötü mü? Bulgarca bilmek neden kötü olsun? Hüsnü biliyor, ne kötülüğü var? . Üstelik babam da Bulgarca biliyor. Daldım gittim. Gök yüzü, yıldız, tabiat sözleri aklımdan uçtu gitti. Zil çalmış, onu bile duyamadım. Halil uyardı, ”Ne o uykun yok galiba, kalkmaya niyetin yok, gibi!”dedi. Niyetim var ama, işimi bırakamadığımı söyledim. Oysa işim mişim yoktu, düpedüz düşüncelere dalmıştım…Yatınca aynı düşünceler bir süre sürdü. Pomakları bizim köylüler neden sevmez? Babamın dediğine göre bizim köyle bir pomak köyü olan Kırıkköy arasında hiçbir sorun yokmuş. Bizim köy oradaki jandarma karakoluna bağlı olduğu için zaman zaman karakolluk işler çıkınca gidenler oluyormuş. Şimdiye dek hiç kimseden bir yakınma olmamış(Karakol, 18 yıl önce kurulmuş)Ancak oranın insanları bulgarcayı bırakamadıkları, bizim köylüler de Bulgarları ebedi düşman bildikleri için salt dilleri için onlara ısınamıyorlarmış.

 

8 Mart 1941 Cumartesi…

 

Konuşmalar arasında yürüyüş sözü geçiyor. Gözlerimi açarken bu söze takıldım:Ne yürüyüşü? Arkadaşlardan bazıları, dersleri unutuyor ama olmayacak sözleri çok kolay anımsıyorlar:Üsteğmen bir konuşmasında, ”Havalar iyileşince yürüyüşe de çıkacağız!”demişti. Bu söz anımsanmış, ”Bugün yürüyüşe çıkabiliriz!”Kimsenin bir şey bildiği falan yok. Biri bu sözü anımsamış, ötekiler de olacakmış gibi konuşmaya başlamış. Ben yürüyüşü sevmiyorum. Çok yapay bir durum:Sağa bak, sola bak!”Yürü, dur!Aynı hareketler bir iki saat boyunca yapılıyor. Bunu neden isterler bir türlü anlayamıyorum!Özellikle Kadir Pekgöz, Fettah Biricik, İsmet, Ali Önol, Abdullah Erçetin, Hüseyin Serin, yürüyüş heveslileri. Derslikte de aynı konuşmalar. Kahvaltıda istemeyerek Gül’ün masasına baktım yoktu. Öyle düşündüğüm için üzüldüm, neredeyse gidip özür dileyeceğim. Az sonra Nahide Öğretmenle birlikte geldiler. Öğretmenden ayrılırken gülümsedi. Gülümseyince daha güzel görünüyor. O gülünce ben içimden kızardım. Sanki, düşündüklerim duyulmuş gibi kendimi suçlu saydım. Kalkınca o tarafa bakmadan yürüdüm. Hilmi önümde konuşarak gidiyor;arada bir duruyor. Hilmi’yi itekledim. Şaşırdı, ”Ne oluyorsun Abi? ” diye sordu. Söyleyemedim ama, nedeni belliydi, duraklarken dalgınlıkla o tarafa bakabilirdim. Neyse dediğimi yaptım, Röslein’la göz göze gelmedim. Arkadaşlar yürüyüşe hazır. İçimden, ”Dilerim, Üsteğmen dersliğe girince, çıkarın kağıtları!”der. Oradan ötesi belli gibi çoğunuz gene ah vah eder. Ne o oldu, ne benim dediğim. Üsteğmen geldi, Günaydın’dan sonra “Barışta Savaş Hazırlıkları , konularını konuşacağız deyip, konuşmaya başladı. Avrupa devletleri bu konuyu ihmal ettiği için Almanya karşısında yıkıldıklarını söyledi. Balkan Savaşı’nda bizim de aynı duruma düştüğümüzü uzun uzun anlattı. ”Hepiniz bu toprakların çocuklarısınız, Balkan Savaşı hakkında neler biliyorsunuz? ” diye sordu. Ben parmak kaldırdım. Başka da kimse parmak kaldırmadı. Bana işaret etti. Kalktım, söze başlarken, ”Savaşı mı anlatayım yoksa savaş nedeniyle insanların varını yoğunu bırakıp kaçışlarını mı? diye sordum. Üsteğmen yüzüme baktı, ”Ailenden mi söz edeceksin? ” diye sordu. ”Evet!”deyince arkadaşlara döndü, bakın ne güzel arkadaşınız benim dediğimi yapmış!”dedi arkasından “Anlat!” işaretini verdi. Tarih dersinde öğrendiğim dört Balkan Devletinin bize karşı hazırlandığını, özelikle de azınlıklar aracılığıyla halkımıza duyurmaları sonucu köylerin, kasabaların boşalmaya başladığını, karşıya geçmek için kıyılara doluşulduğunu, deniz aracı olmaması nedeniyle çürük çarık araçlar kullanıldığını, Tekirdağ’dan kalkan bir gemide bulunan bir amcamın tüm ailesinin Ereğli yakınında yüzlerce insan gibi boğulduğunu. Annemlerin bir başka gemiyle Bandırma’ya ulaşabildiğini, oradan Balıkesir’in bir köyü olan Şamlı’da iki yıl kaldıklarını, Ellerinde nesi varsa oralarda bitirdikleri, savaş bitince gene evlerine perişan bir yolculuktan sonra dönebildiklerini anlattım. Üsteğmen not defterini çıkardı, numaramı sordu. ”Sen benim dersimden tam numarayı hak ettin!”dedi. defteri kapatıp cebine koyduktan sonra, ”Arkadaşınızın ailesi tek değildi binlerce aile böyle perişan oldu, ölenler ayrı bir facıa, o tamamen başka bir acı. Biz bu olaydan nasıl bir ders çıkarabiliriz. Balkan Savaşı’nın, arkadaşınızın dediği gibi öncesine gidelim. Dört devlet aralarında anlaşıyor. Onlar bizim komşumuz, aynı zamanda düşmanımız. Zaten kavga ederek ayrıldılar. Onlar anlaşırken biz bunları duymadık mı? Onlar bizim halkımıza daha önce bir takım duyurular yaparak panik yaratmışlar. O zaman bizim devletimiz ne yapmış? İşte arkadaşlar, en zayıf taraf bu? Devleti yönetenler sağır olunca sonuç bu olur. Avrupa devletleri de bu gaflete düştüler. Almanya propaganda ile önce halkı korkuttu, arkasından da korkan insanların üstüne yürüdü. Oysa halkın kaçmadan önce yapması gereken işler vardı, onları yapmalıydı. Onların, kendilerine düşeni yapması için de devletin sorumluları tarafından yıllar önceden yetiştirilmesi gerekirdi. İşte bizim dersimizin konusu bu, Savaş öncesi yapılması gereken işler. Biz buna “Barış Sürecinde Savaşı Öğrenmek!”diyoruz. Zil çaldı. Üsteğmen, ”Kaldığımız erden devam edeceğiz!”deyip ayrıldı…Arkadaşlar bir süre sessiz durdular. İsmet, ”Dayı yaşa, ben bekliyordum tam numarayı sen yakaladın!”dedi. Ben, ”Ben ne yakalayayım, Üsteğmen öyle uygun gördü. Üsteğmende bitmiş değildir, sana da verir. Sakın yakalamak için ortaysa çıkma, hazırlan, sıran gelince o kendiliğinden gelir!”dedim. Bir başka ses duyuldu, ”Vay canına insanlarda sabır var!”Bunu Fettah söyledi. Sami ayağa kalkmıştı Fattah’dönerek, ”Sadece sabır değil, sabırla çalışma, çalışmalarını değerlendirme var. Bunu bir türlü anlamak istemiyorsunuz. Arkadaş ailesinin başından geçenleri dinlemiş, etkilenmiş, bunların acısını unutmuyor. Hepimizin ailesinde acılar vardır. Bunların nedenleri düşünüp bir yere dayatırsak yeri gelince anlatırız böylece değerlenirler. Sami sözünü bitirememişti Üsteğmen geri döndü. Sami sustu. Üsteğmen Sami’ye ne anlatıyordun, ben de duymak isterim!”dedi. Sami yutkundu, olayı olduğu gibi anlattı. Yalnız not sözlerini söylemedi, benim anlattıklarımı anlattı, arkadaşlara örnek verdim, siz de ailenizle ilgili olayları saptayın, dedim!”deyince Üsteğmen, ”Ağzına sağlık, ben de bunu söyleyecektim, hepimizin geçmişinde acı-tatlı olaylar vardır, bunları unutmak, bizi yenilerine hazırlıksız kılar. Her olaydan ibret alırsak yeni olaylardan sakınma, bir takım önlemler alma alışkanlığımız olur!”dedi. Bizim Balkan Savaşı’daki düştüğümüz duruma Fransa’nın nasıl düştüğünü anlattı. ”Fransa Almanya sınırına bir Hat yaptı, Majino hattı, Bu hattı Almanya geçemez , sandı. Almanya, hattan değil de Belçika’dan girince panikleyen halk, atıyla arabasıyla yolları dökülüp, güneye, Akdeniz’e yöneldi. Oysa Alman motorize birlikleri çok hızlı gidiyordu, halkın önünü kesiverdi. Majino Hattı’nı Almanya yıllarca geçemez derken, Alman ordusu Paris’e savaşın 14. gününde girdi. Üsteğmen Alman 5. kolu diye bir birlikten söz etti. Radyo konuşmalarını anlattı. Ben parmak kaldırdım, Mozart’ın Türk Marşını sordum. Almanya Türkçe yayınları başlarken onu neden çalıyorlar? ”Üsteğmen propagandanın ne olduğu hakkında uzun uzun konuştu. Bana, ”O marşın, Mozart’ın oluşunu öğrenmen, Mozart’ın vaktiyle bir Türk Marşı bestelediğini öğrenmen de bir propagandadır!”diyerek başka örnekler verdi. Propaganda, SS kıtaları, 5. kol, Nazi, faşist sözlerini öğrendik. Arkadaşlar bir birine bu adları yakıştırmaya başladılar. Ali Aga için, Nazi, Kadir için faşist. Propaganda için İsmet. Mustafa Saatçı kendisi SS’yi seçmiş. Bir tartışmadır başladı. Mustafa Saatçı için SS olmaz, diyenler çıktı. Tartışmalar sürerken bayrak töreni zili çaldı. Telaşlı bir durumda törene indik. Hidayet Gülen Öğretmen duyurdu, ”Cumartesi-Pazar günleri dinlenmek, derslere çalışmak için ayrılmıştır. İkinci bir duyuruya dek cumartesi-pazar dinlenme proğramı sürecektir. !”Neşeli bir uğultu duyuldu. Yemekte de neşe sürdü. Arkadaşlara sordum:Mustafa Saatçı’ nın SS oluşuna neden karşı çıkılıyor. ? ”Hasan Üner anlattı. ”Saatçı işi iyice açığa çıkarıyor, o kızı sevip sevmediği bile belli değil ama kafasına koydu, onunla adını çıkarmak istiyor!”İyi ya onun bununla ne ilgisi var? ”Hasan gülerek, ”Abi sen olayı anlamamışsın.

 

 

 Hasan Üner

Kızın adı Sevim, biliyorsundur. Evlenince soyadı da Saatçı olacak. Sevim Saatçı=S S!” gülmekten bayılacaktım, ”Ne zaman, nasıl düşünmüş bunları? Hasan, ”İşi gücü yok, bunları düşünüyor, niyeti bozuk!dedi. İçimden, utandım, ”Az daha gevşetirsem ben de böyle elin ağzına düşerim!”Fol yok yumurta yok, civciv umuyorsun!”Büyük ablamın kullandığı bir söz. Birileri yapacağı işlerden söz ederken bunu sık sık kullanır. ”Fol yok, yumurta yok, civciv bekliyorsun!”diye de bazen değiştirir. Ablacığımı anımsadım, o beni çok değişik bir ortamda düşlüyordur. Oysa ben burada nelerle karşılaşıyorum, bir bilse sanırım önce güler, sonra da benim adıma üzülür.

Lüleburgaz için hazırlandık. Bugün bizimle İsmet’te gelecek. Hüsnü Baykoca Öğretmenden izini ben aldım. Hüsnü Baykoca Öğretmen gülerek, ”Yeğenini gezdireceksin değil mi? ” diye sordu. ”O beni gezdirecek!”deyince “O niyeymiş o? O seni Kırklareli’de gezdirir, Şeytan deresine götürür, Kakavaya katılırsınız. Ben de Kırklareliliyim, özledim oraları, ben de gelirim!”dedi kahkahayla güldü. Harun gelmedi, Cavit, Salih, Fevzi birlikte gittik. Kazım Ağabey saat 18-00’de gelecek. Oldukça zamanımız var. İsmet ayakkabı bakacak, beğenirse alacak. Ben fırsat bulursam Halkevine uğrayacağım. Önce helvacılara, manavlara, şekercilere uğradık. Bizim ailenin tanışığı Dağlı Hasan, ya da Tavukçular dediğimiz Hasan Amcaların mağazaları önüne aldıklarımızı yığdık. Kırtasiyecide çok kaldık. Az az da olsa çeşit değişikliği olduğundan fazla zaman alıyor. Fevzi bekçiliği kabul etti. Biz İsmet’le ayrıldık. Kalanları da Salih’le Cavit tamamlayacak. İsmet’i tanıdığım ayakkabıcılara götürdüm. İki kardeş ayakkabıcı iki yan yana dükkanları var. Büyük olan aynı zamanda bağcı. Küçük ise avcı. Birisi bağcılık öteki de avcılık nedeniyle bizim köye çok gelirler. Ali Ağabeyimin iyi tanıdıklarıdır. İkisine de ikişer kez girdik çıktık. Sonunda İsmet kararını verdi, ayakkabısını aldı. Oradan Halkevine koştuk. Musa gelmiş, çocuklarla konuşuyordu. Beni görünce “Nerde kaldın, akordiyonu bıraktın mı yoksa? diye çıkışır gibi konuştu. ”Geldiğimi, bulamadığımı” söyledim. ”Pazar günleri gelecektin, pazar günleri hep baktım, göremedim’”dedi. Cumartesi günleri öğrenci çalıştırıyormuş, subay çocukları olduğu için onları bırakamıyormuş. Biraz telaşlı olarak:”Az sonra Yüzbaşım gelecek, tümen bando komutanı!”dedi kapıya yöneldi. ”Seni yarın, her pazar bu saatler bekliyorum, defter getir nota yaz!”dedi. Gerçekten o sıra bir subay geldi, o girerken biz çıktık. İsmet şaşarak, ”Dayı sen bunu nereden tanıdın, ne iyi insan bu böyle!”dedi. Akordiyon nedeniyle tanıdığımı, ondan önce tanıdığımın daha iyi olduğunu anlatarak arkadaşların yanına döndük. Aldıklarımızı yol üstüne çıkardık, az sonra Kazım Ağabey geldi. Okula döndük. İsmet taşımaya da yardım etti. Harun bekliyormuş, karşıladı. Elbirliği ile aldıklarımızı yerleştirdik. İsmet, Musa’nın ilgisinden çok etkilenmiş, ”Pazar günleri sana arkadaş olurum!”dedi. Bu da benim hoşuma gitti. Biz , yerleştirmeyi tamamladık, ayrılmak üzereyken, iki arkadaşıyla Gül geldi. Sınıf arkadaşları Fevzi ile Cavit ilgilendiler, öteki arkadaşlarını neden gelmediğini sordular. Daha çok Gül konuştu. Dikkat ettim, gerçekten konuşmasında, kullandığı sözlerin söylenişinde bir kusur var gibi. İçimden “Kadir haklı galiba!”dedim. Ben kendi kendime olayı başkalaştırıyorum, oysa yüz yüze gelince durum değişiyor. Gül ne C’nin ne de A’nın yerini tutamaz…Ben bunları düşünürken onlar konuşmayı sürdürdüler, şakalaşarak ayrıldılar. Ayrılırken Gül, gülümseyerek bana da selam verdi. Sevindim ama ben galiba Mustafa Saatçı gibi SS falan diyemeyeceğim;Röslein benim için yeterli olacak. Salt yalnız kalınca güzel sözler söylemek, onu mutlu edecek ilişkiyi hiç kimseye çaktırmadan ustaca sürdürmek de yetecek. Yemekte, 17 Nisan şenliği konuşmaları geçti. Gündüz bizim dersliğe gelip soruşturma yapmışlar. Onlar programlarını oluşturuyormuş. ”Sizler ne yapıyorsunuz? ” demişler. Bizim sınıfa yarım saatlik zaman ayrılmış. Hidayet Öğretmen öyle uygun görmüş. Sınıf sayılarına göre bu zaman bize biraz fazla bile sayılırmış. Ben de takılmak için söyledim, ”O zaman hiçbir hazırlığa gerek yok, ben on tane parça çalarım, arkasından bir de şiir okurum!”dedim. Hilmi hesap yaptı, ”On parça on dakika eder, beş dakika da şiir olsa 15 dakika!” Şiirin en az 15 dakika tutacağını söyleyince güldüler. Han Duvarlarının aklımda olan bölümleri okumaya başladım. Hepsi sustu. Yarı bile olmadan da susturdular. Hilmi””Bizi enayi yerine koyuyor, ayni yerleri tekrar tekrar okuyor!”dedi. Mehmet Aygün şiir içinde şiir okuyor ama varsın okusun, bizim anlamadığımızı onlar da anlamayacaklar. Önemli olan zamanı doldurmak, değil mi!”diye sordu. Hasan, şiiri biraz bilenlerden, ”Çok uzun bir şiir abi ezberlemişse okuması çok iyi olur dedi. Şiiri doğru olarak anımsayan Mehmet Başaran, ”Ezberlenirse okunması çok iyi olur!”dedi. Eğlence programını halletmiş gibi sevinerek kalktık. Hilmi üzülerek, ”Abi bizim hiç birimnizde saat yok, saatini ver de bakalım şiir kaç dakika sürecek. . Mehmet Aygün, ”Saate ne gerek var, abi şiiri sana versin, git saatin altında oku, süreceği dakikayı öğrenirsin!”Gülüşerek dersliğe girdik. Hilmi Altınsoy “!7 Nisan şenliğini hallettik!”dedi. ”Nasıl? ” diye soranlara açıklayınca Sami Akıncı karşı çıktı, ona daha önce konuşma görevi verilmiş, ”Ben görevimi hazırladım!”dedi. Bu kez Hilmi, ”Ne hazırlaması? Hazırladınsa gündüz çocuklar sorunca neden söylemedin? Kıskançlığından şimdi böyle söylüyorsun!”deyince Sami sustu. Hilmi’ye bendeki el yazması Han Duvarlarını verdim, 7 sayfa. Hilmi “Vayyyy, bu ne böyle? Ben bunu sabaha dek okuyamam!”deyip geri verdi. Hasan Üner’le Mehmet Başaran şiirin kitaplıktaki kitapta olduğunu, orada ancak dört-beş sayfa tuttuğunu söylediler. Han Duvarları daha önce sınıfta okunmuş, öğretmen açıklama bile yapmıştı. Anımsayanlar oldu, Maraşlı Satılmışım, atılmışım gibi uyak yapanlar çıktı. Benim bu şiiri okumam hem istenmez hem de ben okuyamam. Ben, şakadan söyledim, olay uzadı. Sami konuşma hazırlamış. Hilmi’ye yanıt vermedi ama ben hazırladığına inandım;neden yalan söylesin? Şiir miir derken yat zilini bulduk. Yatarken, Pazar günleri Lüleburgaz’a giderim. Hüsnü Baykoca Öğretmene işin doğrusunu söyleyeceğim. Müzik öğretmenimiz yok, akordiyonla ilgili öğrenmem gereken incelikler var. Pazar günü Halkevine gitmek zorundayım!”dersem izin alırım!”diye düşünüyorum. Yalnız olmaz!”derse, İsmet benimle gelecek. Saat 15oo-18oo arası, çok geç sayılmaz. Bayrak töreninde burada olacağım…İzin almış gibi seviniyorum. Yarın Hüsnü Baykoca Öğretmen olmayabilir:Hidayet Öğretmenden isteyeceğim. Ona da doğrusunu anlatacağım. Sanırım o da izin verecektir. Kendimi uyarıyorum:”Karşı karşıya gelmeden Gül mül düşünmek yok. Karşılaşınca, konuş, aklından geçenleri olanak buldukça anlat. Onun davranışlarını iyi değerlendir, ona göre tavır takın!”…. .

 

9 Mart 1941 Pazar

 

Uyandım ama sırtüstü yatıyorum. İzin alabilecek miyim? Ben böyle düşünürken İsmet geldi, ”Dayı, gidelim, tembellik etme, çok kalmayız!”Gideceğiz ama izin nasıl alacağız? Kalktım. İsmet, izinsiz gitmeye de razı. ”Ya oralarda gören olursa? Kahvaltıda bunu konuştuk. Kahvaltıda biraz bekledik, Hüsnü Baykoca mı, Hidayet Gülen mi? Hidayet Gülen’le Hamdi Bağ Öğretmen geldi. Sevindim. İsmet, ”Hemen söyle!”diye sıkıştırdı. ”Olmaz, kahvaltıdan sonra daha iyi olur. Hem yalnızken daha rahat konuşurum!”Dersliğe döndük. Öteki arkadaşlardan da izin sözü edenler oldu. İçimden İsmet’e hak verdim, uzatırsak başkaları önce gider, sayı çoğalınca “Olmaz!”çıkabilir. Hemen çıktım. Hidayet Öğretmen Hüsnü Baykoca’nın odasında radyo dinlerken gittim, söyledim. Hidayet Öğretmen, ”İbrahim sana niçin izin istiyorsun diye sormayacağım ama sen bana sormadan söyle:Bugün Lüleburgaz’a gitmek zorunda mısın? ”Evet!”deyip anlattım. Hidayet Öğretmen, ”Bayrak töreninde görevin var, biz alıştık, sensiz bu iş olmaz. Yokluğunda nerede soruları ortalığa çıkar. Bu nedenle törenden yarım saat önce gel, beni gör!” İsmet’le gideceğimizi ekledim. Hidayet Öğretmen “O daha iyi arkadaş arkadaş gidip gelin!”Bir de pusula yazdı. Pusulada salt İmzası var. H. Gülen…Hüüüülennn gibi bir şey. İzini aldım ama biz öğle yemeğinden sonra gideceğiz. . Atölyeye gidip notalarımı topladım, nota defterimi hazırladım. Onları sarıp sarmaladım. Dersliğe döndüğümde arkadaşlar hala izin alıp almama konusunu sürdürüyor. İzin aldığımı söylemedim. İsmet zaten ortalıkta yok. Köylüsü Haydar’la bahçede konuşuyormuş. Öğle yemeğini bekledik. Etli mercimek, bulgur pilavı. . Yemekten sonra yola gezmeye çıkmış gibi bir aşağı bir yukarı gittikten sonra tepeyi aşıp Lüleburgaz’a yöneldik. Köylerden, derslerden, arkadaşlardan söz ederken kendimizi Halkevi bahçesinde bulduk. Salon saat 15oo de açılıyormuş. Hükümet binası tarafına gidip geldik. Salon açıldı az sonra Musa bir arkadaşıyla geldi. Arkadaşı da bir asker, şarkı söylüyormuş. Daha çok tango okuyormuş. Hemen benim notalara baktı, ”İki tango var, ne o tango sevmiyor musun? Tango sevmeyen akordiyon neye çalsın. Akordiyon tango çalgısıdır!” diye bir yığın söz söyledi. Ben, ”Nota satılan bir yer bilmiyorum, Bildiğimse İstanbul’da, oraya gitmem zor dedim. Asker, adını söyledi, ”Necmi Ağabey sana istediğin kadar tango bulur, defterini getir, hemen burada yaz. . Notalarımız hep gerekli olduğundan veremeyiz. Biz her gün ya da bir iki günde bir çalışıyoruz. Bu nedenle notalar bize gerekli. Zaten notalar bizim kendimizin de değil Yüzbaşı sağlıyor, biz çalıp söylüyoruz. !”Musa akordiyonu alıp geldi, çalmaya başladı. Ağır çalınan parçalar. Ellerine baktım çok kolay. Necmi söyledi. Bir ara benim de söylememi istedi. Musa Necmi’yi uyardı, ”Bunlar öğrenci, çaldıkları falan yok yeni öğreniyorlar. Necmi bildiğini tekrarladı, ”Tango kadar kolay söylenen başka tür müzik yoktur. Musa benim notaları açtı, komparsiteyi çaldı, la Polamayı çaldı. Bunları çalarken Necmi sustu, Musa Gülnihale geçince Nemci söylemeye başladı. . Necmi’nin notalarından Martılar-Çok Ağladım-Hicran adlı parçaları yazdım. Biz konuşurken “Yüzbaşım!”sözü edildi. . Ben, ilerilerde Yüzbaşı gözetlerken Musa’yla Necmi yanımıza gelen bir adama selam durdular. Meğer Yüzbaşı pazar günleri böyle giyiniyormuş. Ayrılınca anlattılar;gerçek subay değil de memur subaymış. Necmi:”Onun yıldızlar beyazdır, ötekileri gibi sarı değil!”

Haftaya Musa kendi dosyasını getirecek, bugün geleceğimi bilememiş, ”Haftaya söz!”dedi. Erken erken işimiz bitti. İsmet beni destekledi, ”Dayı öğreneceğin bir şeyler oluyorsa neden gelmeyecekmişsin. Bundan sonra bahar, daha rahat gelinir!” Konuşa konuşa geldiğimiz gibi döndük, törene daha çok vardı, Hidayet Öğretmeni gördüm. Dersliğe gittim. Gider gitmez arkadaşlar gülerek beni karşıladılar:Nerdesin kızlar seni aradılar!”İsmet takıldı, ”Yanlışınız var, onlar beni aramıştır!”Mehmet Yücel, İsmet’e “Sen sayıkla sayıkla, kızlar dayını adıyla aradılar. !”İsmet diretti, ”Anladım dayımı adıyla aramaları mantıklı, dayımı bulacaklar, sonra da dayımdan beni soracaklar. Çünkü biliyorlar, benim yerimi en iyi dayım bilir!”Mehmet Yücel sözlerini tekrarladı, ”Sayıkla sen sayıkla!…Kızların beni arama nedenini Kadir açıkladı, onun köylüsü Refiya’nın babası gelmiş. Babası bizim ailenin iyi tanıdığıdır. Bizim kahveye de çok gelir. O, Hazır buraya gelmişken beni de görmek istemiş. Kızı da Gül’le birlikte gelip beni aramışlar. İşin ilginç yanı birileri arayanın Gül olduğunu söylemesi. Mehmet Yücel yapıştırdı, ”Kınalı Yapıncak geldi!”Bana göre Gül’ün gelmesi çok doğal. Çünkü onlar, iki yakın köylü olarak sık sık bir arada bulunuyorlar. Böyle demekle birlikte ben kendime gene de bir pay çıkardım:Gül, kooperatife niçin sık sık geliyor?

Bayrak Töreni için çıktık. Hidayet Öğretmenin sabahki sözlerini anımsadım. ”Bana gereksinimleri var!”. Biraz kurularak yürüdüğümü duyumsadım, utandım. ”Ne olmuş yani, Necmi de, Musa da akordiyon çalıyor. Akordiyonları olsa, benim gibi de çalışsalar herkes akordiyon çalabilir. Belki de benden çok daha iyi çalanlar çıkacaktı…. Yerime oturup çalışmaya başlayacağım:Kendi kendime verdiğim sözler var, bunları zaman zaman tavsatıyorum. Müfettiş Hayrullah Örs beni överken hoşuma gitmişti. Oysa o gideli beri Almanca’yı açmadım bile Tek yaptığım Röslein’ı okumak, Gül’e Röslein demek. Geometriden dairelere başladım bir çizinde kaldım. Oysa dairenin 20 şekli var bir o kadar da denklemi. Aynı çember üstüne çizilen merkez üçgeni ile çember üstüne çizilen üçgenlerin tepe açılarının ½ olduğunu bir türlü ıspatlayamadım. İşte bir sorun:Daire için yirmi çizim dedim. Sahiden bu kadar var mı? 1-Daire, 2-Yarım daire, 3-Çember, 4-çap, 5-yarı çap, 6-Daire dilimi, 7-Yay, 8-Dair parçası, 9-Kiriş, 10-Daire kesişmesi, 11-Teğet, 12-Daire halkası…İşte bu kadar!Bu sözü öğretmen söylemişti, iyi anımsıyorum:Be oğul, daire dediğin bir halka değil karşımıza yirmi şekilde çıkıyor, her birinin ayrı problemleri var!”demişti. Ben 12 tanesini buldum. Hiç değilse bunların tanımını yapayım. Ayrıca daire üstünde yapılan çizimler:Örneğin, yarı çap teget ilişkisi(Dik açı oluşması)v. b. anlatımları birer birer tekrarlamam gerekiyor. Zil çalınca toparlandım;konuşmalara dalınca dersler kalıyor. Çalışınca da zamanın nasıl geçtiği anlaşılmıyor…Kitaplarımı toplayıp yerleştirdim. Halil, ”Ne o, bu gece ağırdan alıyorsun!”dedi. Ben de:”Senin taraf her zaman düzgün, ona bakarak özendim, bari bu gece benim taraf da düzgün olsun!”dedim…Konuşa konuşa birlikte gittik. Yatınca, kararımda durdum, geometriden başka bir şey düşünmedim. Renkli çizgilerle daire üstüne şekiller çizdim. Ancak merkez açının çevre açının iki katı olduğunu bir türlü kanıtlayamadım ama yatakta düşünürken bir daireye iç teğet 360 açı çizilebileceği kanısına vardım. Bir daire 360 derecedir.

Bir başka deyimle 360 noktadan oluşur. Öte yandan her açı bir noktada kesişen içi doğrudun oluşur. Öyleyse bir daire içine 360 açı çizilebilir.

 

10 Mart 1941 Pazartesi

 

Uyanmıştım, konuşulanları dinliyordum. Orhan “Guten Tag!”dedi. Karşılık verdim, kalktım. Dersliğe gelen yerine oturup okuma kitabını açıyor. Onu okumadık, ya bunu okuduk mu? Yahya Kemal var mıydı? Reşat Nuri Güntekin mi, yoksa Gültekin mi? Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın soyadı var da Ahmet Rasim’in neden yok? Faruk Nafiz Çamlıbel’in, Enis Behiç Koryürek’in soyatları var da Tevfik Fikret’in soyadı neden yok? Ben ne bileyim? deyip sıra savanlar, ”Sami Akıncı’ya sor!”diyenlerin sesleri bir birine karışıyor. Kahvaltıya giderken Hilmi Altınsoy arkamdan yetişti. Abi, rahatsızım, şiiri okuyamadım, sen şunları al, kaybederim, sana zararım olur!”deyip Han Duvarları şiirimi verdi. Zararı olmuş bile dümdüz duran kağıtlarımı katlamış, cebine sokmuş. Rahatsız olduğunu söylediği için üstünde durmadım. Rahatsızlığını sordum. Bir üşüme geliyormuş, az sonra da terleyecek gibi bir sıcaklık basıyormuş, başı dönüyormuş. Hilmi geçen yıllar çok sağlıklıydı, pehlivanlık hayalleri kuruyordu. Üzüldüm. Kahvaltıda Hilmi’yi teselli etmeye çalıştık. ”Doktor Bey revire yatırırsa, yat, çık demeden de çıkma!”yolunda öğütler verdik. Yakup Tanrıkulu, Mehmet Başaran, Harun Özçelik, Hilmi Altınsoy içimizde en çok rahatsız olan arkadaşlar. Rahatsızlıkları nedeniyle dört arkadaş eksilince dersliğimiz boşalmış gibi oluyor. Fikret Madaralı Öğretmen kapıdan görününce birden toparlandık:”Günaydınnn!” Sağol!”Öğretmen derslikteki eksikleri hemen gördü. Arkadaşları ayrı ayrı sordu. Mehmet Başaran’la Harun Özçelik’in doktora görünmeye, Yakup’la Hilmi’nin revire gittikleri söylendi. Fikret Madarlı Öğretmen olayı öteden beri beslenmeye yormakta, büyüme çağındaki insanların iyi beslenmesi gerektiğini öne sürmektedir. Bu konuda açık açık okul yönetimini de eleştirmektedir. Satın almalarda doktor bulunması, ayrıca iki öğretmenin de görevlendirilmesi gerektiğini sık sık tekrarlamaktadır. ”Muhasebeciyle onun mutfak memurunun alacağı gıda maddeleri, ancak bu kadar yararlı olur!”demektedir. Gene benzer sözleri söyledi. Masasına oturdu. Okuduğumuz yazılarla başlıklar arasında ilişki kurup kuramadığımızı, ya da bu konuda bir şeyler düşünüp düşünmediğimizi sordu. ”Okuyacağınız yazının başlığına dikkat ediyor musunuz? Okuduğunuz yazıyı bitirince yazının başlığına bir daha bakıyor musunuz? ” diye sordu. Hepimiz “Bakıyoruz, ikisi arasında ilişki kuruyoruz gibilerde yanıtlar verdik. ”İyi öyleyse, bu konuda kolay anlaşacağız!”Reşat Nuri Güntekin’den bir yazı okudu. İnsanlar, dertsiz, dırıltısız evlerinde neşeli neşeli işlerini yürütüp günlerini geçirirken günün birinde bir zavallı çıkar gelir, acınacak durumda olduğunu tavırlarıyla kanıtlar, açtır, gidecek yeri yoktur. Ev sahipleri acıyarak evlerine alırlar. Zavallı konuk günden güne canlanır, öyle tavırlar alır öyle vurdumduymaz bir kılığa girer ki, evde ne huzur kalır ne dirlik. . Yazıyı bitirince öğretmen bu yazıya bir başlık koyacağız ama, herkes koyduğu başlığı bir kenara yazacak, sorunca okuyacak. Arkadaşlarının etkisinde kalıp değiştirmeyecek!”Başlıkları yazdık. Öğretmen, numara sırasıyla okuttu. Bekir Temuçin tahtaya söylenenleri sıra ile yazdı, benzerleri çizerek çetele tuttu. Aç, Yolcu, Yalancı, sahtekar, Yüzsüz, Yabancı, Kimsesiz, Yurtsuz, Utanmaz, Öksüz, Pişkin, arsız, Sorumsuz, Vurdumduymaz, Bozguncu olarak onbeş sıfat(Ad) yazıldı. Bekir Temuçin’in çetelesinde 6 yüzsüz-4 yalancı-4 sahtekar, 3 pişkin, ötekilerin birer olduğu görüldü. Yüzsüz yazmış olanlar” Biz kazandık!”derken öğretmen gülerek”Durun çocuklar, bunda kazanmak kaybetmek yok, şimdi bir de yazarın koyduğu başlığa bakalım!”dedi başlığı okudu:Tanrı Misafiri. . Şaştık, arkasından da güldük. Öğretmen de güldü. ”Böylece, yazarların anlatmak istedikleri fikirleri tam anlatmak için kimi zaman başlıkları özel olarak seçerler. Bu kez, adını söyleyerek Ömer Seyfettin’den Çiroz Ahmet’i arkasından Halit Ziya Uşaklıgil’den Ferhunde Kalfa’yı okudu. Ferhunde Kalfa öyküsü hepimizi üzdü. Öykü bittiğinde üzüntüden konuşamayacak duruma girenlerimiz oldu. Öğretmen bu kez, dikkatlerimizi çekti. Birinci öyküdeki başlığa bakarak bu öykülerin başlıklarında bir başkalık var, bu başkalık nedir. ”Öykülere başlık olarak kahramanlarının adları verilmiş. !”Öğretmen, öyleyse biz şimdi bu öykülere birinci öyküye bakarak onun gibi, birinci öyküye de sonrakilere benzeyen başlıklar koyalım!”Zil çaldı, soruları biz hazırlayacağız, perşembe günü üstünde duracağız. Ben ara vermeden Tanrı Misafiri yerine Yüzsüz Konuk, Çiroz Ahmet’e “Şaşkın Mahalleli, Ferhunde Kalfa’ya da Bencil Aile adlarını taktım…. Boş derslerimde gene geometriyle uğraştım. Daire içine çizilebilen üçgen çeşitlerini denedim. En kolayı ikizkenar üçgen. Yay uçlarının eşit tepe noktalarından çıkan üçgen ikizkenar oluyor. Dik üçgenler koşullu;bir yay üzerine dik inen çap ya da yarı çap uçlarından çizilen üçgenler dik olmaktadır. Eşit üç yay buluşma noktalarına teget olan dış üşgen eşkenar olur. Söz konusu yayların kesişme noktalarından çizilecek üçgen de eşkenar üçgendir. Aynı zamanda bu üçgen dış teget üçgenin benzeşiğidir. (Eşdeğer) Geometriyi çizerek daha iyi anlıyorum. Giderek de çizimleri seviyorum. Ahhh, bir de öğretmen olsa da takıldığımda sorsam!. Şimdi takılınca bırakmak zorunda kalıyorum, giderek bu durum beni soğutuyor…Öğle yemeğinde gene askerler. Pınarhisar tarafından gelen bir çocuğun babası, sürekli asker geçiyor. Sözde asker ege bölgesine çekiliyormuş. Yunanistan için çekişen İngilizlerle Almanlar Ege Denizi’nde kapışırsa savaş bize de sıçrayacakmış. O nedenle Trakya’daki asker geri çekiliyormuş. Asker çekilince halkı korku almış, gene göç başlamış. Varlıklı aileler birer ikişer gitmeye başlamışmış. Bu söylenti geçen yıldan beri vardı, şimdi hızlanmış. İnanmaz göründüm ama içim sızladı. Gerçekten göç olacaksa bizim evdekiler ne yapacaklar? İki ağabey asker. Balkan Savaşı’nda da böyle olmuş. Annem, büyük ablam 2 yaşında, küçük ablamı doğurmak üzereyken ailesiyle birlikte Balıkesir’e gitmiş. Aile kalabalık olduğu, aynı zamanda annem asker eşi olduğu için yardım görmüş. Ne var ki sayısız insan, bir o kadar anne aynı yardımı görememiş, perişan olmuştur. Bu haber hepimizin neşesini kaçırdı.

Atölyede durgunluğumuzun ayırdına varan öğretmenler, önce nedenini sordular. Haberin kaynağını tam söyleyemediğimiz için önemsemediler. Yusuf, onların köylerine yakın yoldan askerlerin İstanbul’a gittiğini söyleyince Hamdi Bağ Öğretmen Yusuf’a”Şanslısın asker senin köyünü koruyacak, daha ne istiyorsun? ” Yusuf, ”Asker kendini koruyamıyor, baksanıza bir oraya bir buraya gidip duruyor!”dedi. Öğretmenler güldüler. Naci İnan Öğretmen hepimize, ”Siz bu kez bu habere fena inanmışsınız;boş yere üzülmeyin, sizler, bizler hepimiz devletimizin koruması altındayız. Gerektiğinde bizi daha güvenilir yerlere alırlar!”dedi. Hamdi Bağ Öğretmen söze karıştı:”Böyle bir durum olmadığına göre gereksiz kaygılara kapılmayalım, işlerimizi sürdürelim!”dedi. Az sonra”Turgutbeyli çocuklar ağabeylerinden yeni sıralarını bekliyor, bunu unutmayın!” diyerek kendisi korniş yataklarını açmaya başladı. Her günkü şakalaşmalar olmadan sessiz çalıştık. İrfan Öğretmen “28. sırayı tamamladık. !”deyince sevinç konuşmaları başladı. ”Bitiş için daha üç günümüz var, günde dört sırayı rahat rahat yaparız!”Paydostan sonra kaldım, En az onar kez La Polama, ile Komparsiteyi çaldım. Ağır ağır çalıyorum. Hoşuma gitmeye başladı. Bu kez yazdığım notaları çıkarıp denedim. Martılar, Çok Ağladım, Hicran. . Martıları sevdim, biraz uğraştım ama tam çıkartamadım. Necmi’nin sesi kulağımda gibi, melodiyi tam anımsasam daha kolar çalacağım. Çok Ağladım da ağır bir parça. Sesler arasında geniş aralıklar var, Elimi doğru tutup parmakları hareketlendirmek gerekiyor. İlk çalışmalarda çabuk yoruluyorum ya da bıkıyorum, bıraktım. Dersliğe gittim. Dersliktekiler iyice paniklemişler. Hüsnü Baykoca Öğretmen olayı duymuş, kimden kaynaklandığını araştırıyormuş. ”Neyse bu kez zan altında bırakılmadım, mektuplaşanlar falan diyecek yok, çünkü haber Pınarhisar’dan gelmiş!”dedim. Geçmişte Fettah Biricik böyle bir söylenti çıktığında “Mektuplaşanlardan çıkmıştır” demişti. Kasıtlı olarak Fettah’a duyurdum. İsmet yanıt verdi. ”Dayı gizleme, Pınarhisar Bucak Müdürü senin arkadaşın, o sana yazmış olabilir!”Ben, ”Bu kez bilemedin, benim arkadaşım olan Üsküp Bucak Müdürü, o okur-yazar olmadığından mektup gönderemiyor. gene kurtuldum!”dedim. Mehmet Yücel İsmet’e çıkıştı:”Senin ne alıp veremeyeceğin var dayınla, kızdırma döver sonra!”dedi. Arkadaşlar güldüler. İsmet eliyle işaret etti sırasına döndü. Halil, İsmet’in işaretini görmüş, ”Ne o, aranızda özel işaretler mi kullanıyorsunuz? ” diye sordu. Kısa kesmek için, ”Evet!”dedim. Ne Fettah’dan ne de yandaşlarından bir ses çıkmadı. Yemekte Tevfik Uğurlu yanıma geldi. Nöbetçiymiş, Hilmi revirde onun yerine oturdu, konuştuk. Onlar, söylenti falan dinlemiyorlar;17 Nisan Şenlikleri çok güzel olmalıymış. Tevfik konuşma, Recep şiir hazırlamış, Rafet kısa bir oyun tasarlıyormuş. Tevfik, bizim sınıftakilerin ilgisizliğine şaşıyor. Arkadaşlar yanıt verdi:İlgisiz değiliz;yapacak çok etkinliğimiz var ama içlerinden seçmek zor oluyor. 4 Mehmet Aygün’ün bu sözüne Tevfik inanmadığını söyledi. ”Siz önerilerinizi getirin, görelim;gerekirse biz , bizimkilerden kısarak programımızı ona göre yaparız!”Dersliğe gidince arkadaşlar, Tevfik Uğurlu’nun sözlerini önemsediler, konu üstünde durdular. Ben ilgilenmedim 2. kitaptan Johann Wolfgang von Goethe’nin Mayıs Şarkıs’ını yazıp okumaya başladım. Goethe’den ikinci ezber şiirim olacak. Bu çok kolay. Belki de bana öyle geliyor. Röslein’den daha kolay ezberleyeceğimi sanıyorum…

 

Mailied

 

Wie herrlich leuchtet……. . mir die Natur !  “dedi. ” dedi. İçimden utandım

Wie glanzt die Sonne……. . Wie lacht die Flur !. . . . . . . . . . . . Und Freud und Wonne…. aus jeder Brust, O Erd, o Sonne ! 0 Glück, o Lust !

 

Die Natur-Tabiat-Doğa, die Flur-Kır, die Lust-sevinç, das Glück-saadet-mutluluk, die Wonne-taşkın neşe-coşku, der Stern-yıldız, die Sonne-güneş, di Erde-toprak-dünya…. . Doğa beni nasıl da aydınlatıyor. Güneş yarlıyor, kırlar aydınlıkve neşe ve coşku. . 0 dünya, 0 güneş! 0 mutluluk, 0 sevinç, ……Dört dizesini yarın yapacağım.

Halil baktı, gülerek “Sen oldu olacak, Müfettişin yaptığı gibi bir Almanca kitap al, onu çevir!”dedi. ”Bulsam gerçekten bir kitap alıp onu çevireceğim!”dedim. Bu kez de bana büyük lügati gösterdi:En iyisi al bunu çevir!”deyince. ”Olur, ama önce şu senin şakanı Almanca’ya çevirsem iyi olacak!”dedim. Halil, ”Şakaya da hiç gelmiyorsun!”deyince beklemediği bir şaka yaptım:”Yüküm ağır abi, şakanıza sırtımda yerim yok!”Hamal şakası, işte böyle olur!” ikimizde güldük. Tarih kitabımı karıştırırken yat zili yetişti. ”Kısmetin yokmuş Selçuk Korol Öğretmen!”deyip yatakhane yoluna yollandım. Yolda öbek öbek duraksayan çocukların konuşmaları hep göç üzerine;yarın yola çıkılacakmış gibi heyecanla bir birlerine bir şeyler anlatıyorlar. Kasabalardan varlıklılar gitmişmiş, köylüler de göçe hazırlanıyormuş. Göç sözüne kanıksadığım için mi ne bu kez bu konuya duyarsızım. Köyde nasıl karşılanacak? ne yorumlar yapacaklar onları tasarlamaya çalışıyorum, babam üzülecek, ”Beş yılda beş yer değiştirip öğretmen olacak!”deyip gülecek ama acaba içinden neler geçecek. Biliyorum, babam olaylara güler geçer ama içinden derinliğine üzülür. Nitekim daha önceki göçlere hiç değinmediği halde geçen defa konuşurken, ”Okulunuzun Edirne’den taşınması sizin için iyi olmadı, bu sizin için bir şanssızlıktı!”dedi. Gözlerimi kapadım. Goethe kırlara çıkmış, güneşi, kırları bayırları güzel görmüş, sevinmiş, göğsü mutlulukla dolmuş, ” 0h dünya oh güneş, oh mutluluk, oh sevinç!”deyip şiirini yazmış. Ben de böyle güzel günler geçirdim ama böyle bir şey deyip yazmadım…. Vahit Dede’yi anımsadım, onun şiirleri de böyle değil. Röslein de Mayıs şarkısı da çok kolay gibi geliyor ama Almanya’dan bizim kitaplarımıza gelip girdiğine göre önemli demektir….

 

11 Mart 1941 Salı …

 

Orhan’ın fısıltısıyla uyandım. Kadir’le konuşuyordu. Kadir’i uyardı:”Uyuyor!” Tam bu sıra uyandım. Zil de çaldı. Orhan kötü bir rüya görmüş. ”Sen rüya görüyor musun? ”diye sordu. Genellikle rüya gördüğümü, çoğunda üzüldüğümü buna karşın rüyalardan olumsuz olarak etkilenmemeye çalıştığımı anlattım. İlkokuldaki kız arkadaşımı yıllarca rüyamda gördüğümü, buna karşın kendisini şimdiye dek hiç görmediğimi anlattım. ”Rüyalarıma kalsa ben şimdi sevdiğim kızla yakın olacaktım. Hatta bir keresinde onun da bizim okula geldiğini bile gördüm!”dedim. Orhan’ın bana dinlemez bakışlarla baktığını sezdim, rüyasını sordum. Ağlamaklı bir sesle, babasının öldürüldüğünü duymuş, olduğu yeri aramaya kalkışmış, Bulgaristan sınırını göstermişler, ”Ölmedi kaçtı!”demişler. Arkadaşlar bunu duyunca neler diyecek telaşına kapılmış, dönüşünde okulu bulamamış. Gülesim tuttu. ”Ben böyle karışık rüyaları hep görüyorum. Savaş konuşmaları dinliyoruz, onların etkisiyle böyle şeyler görüyoruz!”dedim. Birlikte önce dersliğe uğradık oradan kahvaltıya geçtik. Orhan güldü, konuştu ama gene gerildi. Tarih dersinden söz açtık. Selçuk Korol Öğretmeni gördük, Okulun göçü konusunu bugün ona sormaya karar verdik. İlk iki dersimiz gerçekte matematik, ben bu derslerde matematik çalışmaya kararlı olduğumu söyleyip ayrıldım. Yarım kalan daireler, çemberlerle ilgili ayrıntıları defterime yazıp örnekler çizdim. Arkadaşlar göç konuşurken ben, Ahmet Gürsel Öğretmen gelince neler yaptığımı anlatmak için çizimler hazırlıyorum. Buna kimi zaman ben de şaşıyorum ama bunu yapmaktan mutluluk duyuyorum. Ayrıca ben kendi kendime çalışırken vakit daha iyi geçiyor. Arkadaşlarla aynı sözleri ya da benzer tartışmaları gene gene yapmak hoşuma gitmiyor. Selçuk Korol Öğretmen her günkünden farklı bir yüzle girdi, ”Günaydın!”dedikten sonra, ”Ne o, bir yerlere gidiyormuşsunuz. Yolculuk nereye? ”dedi. Sustuk. Bir kez daha sordu, ”Yolculuk nereye? ”İsmet parmak kaldırdı, söz istedi. Öğretmen, ”Anlat bakalım yolculuk nereye? ” diye sordu. İsmet, Biz bilmiyoruz öğretmenim siz biliyorsanız bize de söyleyin biz de öğrenelim!”dedi. Selçuk Öğretmen, ”Sen ne diyorsun İsmet, ben bu sözü duyunca öteki sınıflardan sordum, haberi sizden duyduklarını söylediler!”Öteki arkadaşlar da söze karıştı, ”Bu söz bizden çıkmadı, çünkü biz bir birimizden böyle bir söz duymadık!”Selçuk Öğretmen bu kez güldü. ”Edirnelilerin bir sözü vardır, ”Eski Cami’de yalan söyler, Selimiye’de duyunca kendi de inanır!”Sizin ki buna döndü. Böyle bir göç şimdilik yok, savaş yakınındayız, olabilirlikler hep var ama şimdilik yok. Yokken böyle ayağa kalkışmak güzel bir durum değil. Siz ağabeylersiniz, öteki sınıflarla konuşun, onları yatıştırın!”Öğretmenin konuşması inandırıcı geldi. ”Şimdilik yok!”Önemli olan şimdilik olmaması. Parmak kaldırdım. Öğretmen bu göç konusu ise uzatmayalım, kapatalım!”dedi. Olayın bizden değil de askerlerin geçişinden kaynaklandığını söyledim. Öğretmen, ”Şu işe bak, asker geri de gider ileri de, adamlar yurdu korumak için her türlü sıkıntıyı çekiyorlar, aç susuz kalıyorlar. Onlar böyle yaşarken biz karnımızı doyuruyoruz da gidip geldiklerinden mi huylanıyoruz? ” diye sordu. İşin ilginç yönü, göç olayı ile birlikte ortaya atılan askerin Marmara, Ege Bölgelerine kaydırılarak İzmir yönünden gelecek bir tehlikeyi önleme amaçlandığını kendisi de anlattı. Belli ki askerin bir bölümü Trakya’dan çekiliyor. Askerin çekilmesi, Bu konuda , geçmişin acı deneyimlerinden ders alan halkın telaşı bu tür söylentileri öne çıkarmış durumda. Varlıklı olanların birer ikişer gitmesini gören halk çaresiz konuşuyor. Bu konuşmalar da kuşkusuz bize kadar geliyor. Duyduğumuz haber yalan falan değil ama, okulun taşınması için henüz bir emir gelmemiş. Sanırım bize söylenen bu!Okulun taşınması için emir gelmedi!Bunları düşündüm ama söyleyemedim. Edirne Öğretmen okulunda okuyan yatılı öğrencilerin bir bölümü Konya, bir bölümü de Sivas’a gönderilmiş, bunu Ahmet Gökay Ağabey geçen hafta bize anlatmıştı. Bunu duyan arkadaşlar, ”Biz de yatılı olduğumuza göre bir gün biz de gidebiliriz!”deyip olasılıklar öne sürebilir. Selçuk Öğretmen, askerin Ege taraflarına çekilmesini bir çırpıda geçip, Mısır’ın savaşan devletlerce önemini anlattı. Yavuz Sultan Selim’den Napolyon’a sonraki zamanlarda İngiliz Osmanlı çatışmalarına, şimdi de İngiltere Almanya kavgasının önemli nedeni olduğa değindi. Alman ordusu Girit üzerinden Mısır’a inmeye kalkınca Doğu Akdeniz savaş alanı olacak. Durum bunu gösteriyor!”dedi. Dersten sonra arkadaşlar benim düşünceme benze konuşmalar yaptılar. Ben gene söze karışmadım. Ancak arkadaşların çoğunun da benim gibi düşündüğünü görünce sevindim. Daire-çemberle ayrıntılarına ek olara daire üçgen ilişkilerini gösteren 20 kadar çizim yaptım. Halil takıldı, ”Geometri kitabı yazıyorsun!”dedi. Ahmet Gürsel Öğretmen gelince göstermek üzere hazırladığımı söyleyince, ”Haklısın, o sana sayfalarca yazıyor, karşılığını görünce sevinecektir!”dedi. Arkadaşlar karar aldı, okulun göçü söz konusu olunca”Yok öyle bir şey, olsa bile bize ne? Devlet bizi korur. Biz daha önce de göç ettik. Siz ilk kez edeceksiniz. Bize bakın, bizim gibi rahat olun!”gibisinden sözler söyleyeceğiz. Biz karar aldık ama, galiba gerek de kalmamış, herhalde öğretmenler konuşmuşlar, hiç kimseden böyle bir söz çıkmadı. Oysa dün, herkesin ağzında bu vardı. Selçuk Öğretmenin konuşmasından göç olmayacak gibi bir sonuç çıkarmadık ama, gene de rahatladık. ”Çıkarsa çıkacak, canımız sağ olsun, gönderilen yere gideriz!”diyebiliyoruz. . Atölyede bu konuya hiç girilmedi. Turgutbey köyü konu edildi. Köyü bilen Hüseyin Orhan azıcık bilgi verdi. İrfan Öğretmen, ”Bu yaz köy hakkında bilgi toplayın, uygulama okulunuz olacağı için oraya çok gideceksiniz, yararını göreceksiniz!”dedi. Uygulama okulu üstüne hiç bilimiz yok. İrfan Öğretmen, ”Benim de fazla bir bilgim yok. Siz onu Fikret Madaralı Öğretmenden öğrenebilirsiniz!”34. üncü sırayı tamamlarken zil çaldı. Hamdi Öğretmen bugün gelmedi, rahatsızmış. İrfan Öğretmen’le Naci Öğretmen kamyona yetişmek üzere gittiler. Biz yarım sırayı tamamlayıp, bıraktık. Arkadaşlar gidince, Martıları, Çok Ağladım’ı kendimce tekrar tekrar çaldım. Tempo tuttuğum için doğru çaldığıma inanıyorum. Ancak normal hızını tam kestirememiş olabilirim. Cumartesi günü okulda kalıp radyoyu dinleyeceğim. Radyoda iyi akordiyon çalan biri varmış. Derslikten önce kooperatife uğradım. Kooperatifin yeni yönetim seçimi nisan ortalarına ertelemişler. Daha doğrusu ben, Salih, Harun. Bırakacağız, Cavit’le Fevzi devam edecekler. . Dersliğe dönerken kapıda Gül’le karşılaştım. Bu kez o bana, ”Sen benden daha çok geliyorsun!”dedi. Fevzi takıldı, ”O kooperatif başkanı, alışverişçi değil, deyince güldü, ”Ya öyle mi? Bak bunu bilmiyordum!”dedi. Gülüşünde bir cinlik var gibi geldi bana ama üzerinde durmadım. Bu kez ben, sen de benim kadar geldiğin göre kooperatifi seviyorsun demektir. Öyleyse bir ay sonra başkanlığı sana bırakacağım!”dedim. ”Ay, ben bilmiyorum, bir şey yapamam!”deyince bu kez ben. ”Merak etme ben de bilmiyorum, Fevzi’yle Cavit’i göstererek arkadaşlar yardımcı olurlar!”Cavit “Sahi, kızlardan da bir arkadaş alalım!”dedi. Onlar konuşmayı sürdürürken ben ayrıldım. Ayrılışımı da bir başarı saydım. Fırsat bilip yılışma yerine böylesi daha iyi deyip yaptığımı beğenmiş olarak dersliğe döndüm. Derslikte konu yarınki Türkgeldi çiftliği. Hepimiz mi gideceğiz, yoksa bir grup mu? Bana soranlara, ”Ben gideceğimi biliyorum, başkasını bilmem!”diyorum. Böyle deyişime kızanlar oluyor, bunu biliyorum. Özellikle de böyle söylüyorum. Türkgeldi sözü arkadaşların ilgisini çekmiş, ben duyduğumu anlattım. Pek inandırıcı değil ama babam bana öyle anlattı ”Bu bir rivayet!”dedi. Çiftlik bir azınlık ailesinindir. Aile kendi yandaşlarını çalıştırır, Türkleri zorda kalmadan işe almaz. 1920 yılında Yunanlılar Trakya’yı işgal edince bu aile iyice gemi azıya alır, Türk halkına düşmanca davranır. Salt çiftlikte değil başka yerlerde de söz konusu ailenin kötü izleri vardır. Onlara göre artık burası Türkiye değil Yunanistan olmuştur. Ancak Kurtuluş Savaşı sonunda Trakya gene Türkiye olur. Halka zulüm eden çiftlik sahibi çiftliğe kapanır. Başına gelecekleri bekler. Beklediği de Türklerin gelip Çiftliği alması ya da kontrol et meleridir. Kendini suçlu sayan sahip adamlarına ikide bir sorar Türk geldi mi? Azınlıklar Türklere kısaca Türk derlermiş. Sahip öyle sora dursun, Türkler bunu da duyarlar. Sonunda bir gün Gerekli işlemler yapılmak üzere çiftliğe sorumlu Türk heyeti gelir, Çiftlik sahibine “Beklediğin Türk geldi!”der. Böylece Çiftliğin eski adı bırakılır bu kez yeni ad, “Türkgeldi olarak kayıtlara geçer. Adı anlattıktan sonra Türkgeldi çiftliğinin yeri konu oldu. Çiftliğin yakınına gittiğimizi anımsatmak istediğimde ise büsbütün şaşırdım. Arkadaşların çoğu yaşadıkları olayı bir türlü anımsayamadılar. Alpullu’da bir Pazar günü, Hamdi Bağ Öğretmenin yönetiminde Ergene kıyısında bir yere gittik. Orası, Türkgeldi çiftliğinin bitişiği bir çayırlıktı. . Çıftliğe girmedik ama bitişiğinde bir gün geçirdik, meyveliklere çiçekliklere baktık. Spor yarışları yaptık. Bin metre koşusunda ben ikinci Hüseyin Serin birinci olmuşu. Çuval koşusunda ben birinci olmuştun ama ödülü Hamdi öğretmen ikinci gelen Hasan Üner’e vermişti. Bunları anlattıktan sonra ancak bir iki arkadaş “Aaa, sahi diyerek anımsadılar. İşin ilginç yanı çoğu da trenle Edirne ya da Kırklareli’ye giderken bitişiğinden geçiyorlar. Tahtaya çizerek yerini gösterdim. Sonunda bana “Yarın gitmek senin hakkın!”dediler. Oysa yarın ben hakkım olduğu için değil fidan taşımaya gideceğim, bunu biliyorum. Yatarken Alpullu’yu düşündüm, orada geçen her günümü anımsıyorum, yaptıklarımızı, gezileri, Babaeski yönüne yürüyüşleri, birer birer anlatabilirim. Oysa arkadaşlar, ”Sahi mi? Öyle miydi? gibilerde sorular soruyor, yaşlılar gibi de “Unutmuşum!”deyip geçiştiriyorlar. Arada aklımdan gene Gül geçti:Sahiden benim kooperatif başkanı olduğumu bilmiyor mu? Yoksa bana takılmak için mi öyle diyor. Bunun gerçek nedenini anlamazsam Fikret Madaralı Öğretmenin deyişiyle sahiden” salak “olurum. Kız içinden pekala “Salak!”deyip geçer. Nasıl öğrenirim ki? Sık sık konuşma olanağı bulursam ancak istediğim gibi konuşur ya da konuşmaları istediğim yöne döndürüp ağzından laf alabilirim. Gene aklım karıştı. Bu konuda salak duruma düşmek istemiyorum.

 

12 Mart 1941 Çarşamba.

 

Kadir Pekgöz soruyor, acaba gidecek miyiz? Bana sormuyor, sözde Orhan’a soruyor ama aslında soru bana, bunu biliyorum. Anlamazdan gelip sustum. Bu kez Halil sordu, ”Sen bilirsin, gidecekmiyiz? Halil’e “Gidilecekse senin de gideceğini pek ala biliyorsun!”dedim. ”İşin içinde yük taşımak olduğuna göre bizden daha iyi taşıyıcı mı olur? Halil güldü, ”Bu da bizim şansımız!”Birlikte önce dersliğe sonra da kahvaltıya gittik. Az sonra öğretmenler geldi. Naci Birkök Öğretmen beni çağırdı, anahtarı uzatarak, ”Masa üzerindeki çanta ile bir mavi dosya var, onları getir, yanımızda bulunsun!”Gidileceğini, benim de gideceğimi anladım. ”Yanımda”değil de “Yanımızda” dediğine göre ikimiz de gidiyoruz. Öğretmenin dediklerini getirdim. . Dersliğe gittiğimde Salih Ziya Öğretmen arkadaşlara yapılacak işleri anlatıyordu. Hepimiz gidiyormuşuz. Dört arkadaş rahatsız bir arkadaş nöbetçi, 25 arkadaş gidiyoruz. Öğle yemeği olarak ellerimize birer küçük paket verildi. . Marş söyleyerek yola çıktıkLüleburgaz’dan tren istasyonuna yöneldik. Birileri nereye gidiyoruz? Hani Türkgeldi Alpulu yanındaydı? Bana “Sen öyle diyordun!”diyen oldu. Baktım, gene Fettah Biricik. Güldüm, ”Yanılmışım. Türkgeldi, Alpullu’da değil de Lüleburgaz tren istasyonunun Alpulu sınırındaymış!”dedim. Bu kez de arkadaşlar güldüler. İstasyondan Alpullu yönüne döndük. Bir süre sonra da Çiftliğe indik. Çiftlik Sarımsaklı gibi değil. Daha doğrusu mevsim olarak öyle canlı değil. Görüntü olarak düş kırıklığına uğradık. Biz fidan sökeceğimizi sanıyorduk Oysa fidanlar çoktan kesilmiş uçları gene toprağa yatık olarak gömülmüş, yığın yığın yerde duruyor. Önce gezdik, bilgiler aldık, sonra da sayılarak verilen fidanları kamyona yükledik. Fidanların kökleri yok. Toprağa gömülme nedeni, soğuktan donmaması, toprak ısınınca topraktan su çekmeye başlaması içinmiş. Şimdilerde toprağa verilince hemen kök salıp yeşerirmiş. Bağlar yeni kesilmiş 60-70 cm boyunda çubuklar. ”Bizim köyde daha uzun ekiyorlar!”diyecek oldum. Naci Öğretmen sizde küskü ile dikerler, ondandır. Küskü yumuşak toprakta daha derinlere gider. Ayrıca köylerde uzunluklara pek önem vermezler!”dedi. Çubukların hangi cins olduğunu soranlar oldu. . Yetkili kişi:”Çoğunlukla yapıncak!” dedi. Bu kez de yapıncakların sarı mı, kınalı mı olduğu soruldu. Karışıkmış. Bu çiftlikte görevlilerden Sarımsaklıdaki gibi sormadan verilen bilgiler dinleyemedik. Görevliler, galiba çok okumuş değil. Hiç kimse bir birine mühendis falan demedi. Hepsi, ellerinde kazma kürek çalışıyorlar. Memur kılıklı olanlar da var ama onlar oturduğu odalarından çıkmadılar. Öğretmenler gitti onlarla konuştu. Bizi bir saat kadar serbest bıraktılar. Birer çalışan gözetiminde dolaştık. Meyve ağaçları, kavaklar yanında dikenli bazı adını bilmediğim fidanlar da var. Özellikle söğütlere şaştım. Söğütler bizim köylerde su kenarlarında olur. Bizim köyün hemen bitişiğinde Hamitabat köylülerine ait koskoca bir dere vardır. Bizim köyden Kırıkköy’e dek uzar. Adı da Söğütlüktür. Öyle ki aralarına hayvanlar bile giremez. Zaman zaman keserler ama bir yıl içinde gene eski durumuna döner. Görevliye bunu anlattım. Kadir de bana katıldı. Görevli, ”Bu söğütler onlardan değil, daha düzgün büyür, güzel kerestesi olur, kerestelerindan kaplama yapılır. Söyledikleriniz budaklıdır, kaplamalarda kullanılamaz!”dedi. Arkadaşlar, meyvelerin oluş tarihini sordular. Görevli, ”Mayıs-Kasım ayları arası!”dedikten sonra da meyveleri saydı:”Dutlar, erikler, kayısılar, armutlar, üzümler, şeftaliler, ayvalar!” diye sıraladı. Meyvelerin azlığı-çokluğu konuşulunca görevli, dut hariç, yıllara göre ölçüler tonlarla konuşuluyor!”dedi. Ayrıca sebze bahçelerinden özellikle de pancar, soğan, patates türü ürünlerin tohumları burada hem üretilmekte hem de ıslah edilmektedir!”diye geniş bilgiler verdi. ”En iyisi siz , Nisan sonu ile Mayıs ayı başlarında gelin, çiftliğin canlı durumunu görün!”diye ekledi. Arkadaşlar, ıslık çalarak toplanmamızı duyurdular. Toplandık. Bizim konuşmalarımızı duymuş gibi Salih Ziya Öğretmen , ”Nisan sonu ya da mayıs başlarında gene geleceğiz, Çiftlik yöneticileri bize kucak açtıkça buraya geleceğiz. Salt nisan değil öteki, aylarda da delip ürünleri dallarında göreceğiz. onlarda göre göre bizim bahçeleri de özenerek onlara benzetmeye çalışacağız!”dedi. Öğretmenler teşekkür etti, onlar da el sallayarak bizi uğurladılar. İlk izlenimlerimiz, ”Bu çiftlikte herkes çalışıyor. herkes kendi işinin uzmanı. Bir süre tren istasyonunda kaldık, oradan okula döndük. Fidanları cinslerine göre ayrı yerlere sıraladık. Değişik yerlere ekileceğinden her türü gerçek yerine yakın bir uygun yerde topladık. Asmaları da Tarım birası yanına taşıdık. Salih Ziya Öğretmen, ”Elinize sağlık, bundan ötesi kolay!”dedi. Paydos zilinden önce dersliğe döndük. Arkadaşlar gene iki çiftliği karşılaştırdılar. Ancak karşılaştırmaya karşı olanlar ağır bastı:Önce canlı mevsim değil, ikincisi ayrı koşullarda çalışmalar yapılıyor. Sarımsaklı’da gösterişli makineler var, burada ise fidanlık, tohum üretmeler. Arkadaşlar konuşurken ben kısa kısa notlar aldım. Özellikle dallardan fidan yetiştirme ilgimi çekti. Örneğin dut fidanı, karaağaç, meşe, kızılcık, gül fidanları da böyle yetişir mi? Bunu sormak aklıma gelmedi. Bunu öğretmenlere de sorarım. Özellikle dut böyle üretilirse babam kahve bahçesini dut bahçesine çevirir. Babam ceviz yetiştiyor ama dut yetiştiremediği için hep üzülüyor. Bir dut ağacımız var, yakında onun dallarından bir ikisini kara dut aşılattı. Gene de gözü ağaç olarak sayıları çoğaltmakta. Bunu ona sağlayabilirsem çok sevinecektir. Halil, benim köyümün çiftliklere yakınlığını sordu. Kağıt üzerinde çizerek anlattım. Ergene nehrine Istranca dağlarından inen dereler var. Lüleburgaz deresi, Üsküpdere, Şeytan deresi bunların başlıcaları. Lüleburgaz deresi ile Şeytan dere Ergene’den sonra dere olarak Trakyanın en büyük akar suları. Bunların arasındaki Üsküpdere de bizim köyün içinden geçer, Kırıkköy’den Alpullu ovasına girer. Bizim köy bu dere boyunca giden bir yolla Alpullu’ya bağlanır. Bizim köy deresi(Üsküp dere) ile Lüleburgaz deresi arasında kalan alanda Yukardan aşağıya doğru Karıncak, Bayramdere, Deveçatağı, Hamitabat, Ayvalı, Sarımsaklı, Türkgeldi sıralanır. Türkgeldi Ergene kıyısında, Karıncak da Isteranca eteklerindedir. Bu köylerin araları bir birbuçuk saatlik uzaklıktadır. Hamitabat’la bizim köy yan yanadır. Bizim köy, Ayvalık’ a bir buçuk, Sarımsaklı’ya iki saattir, Türkgeldi’ye ise çok çok üç saattir!”deyip, yolları çizdim. Yemekte, yemekten sonra konu Türkgeldi oldu. Ancak, bu çiftliğin de Sarımsaklı gibi Türk olmayan kişilerce kurulup işletilmesi hepimizi üzdü. Ben gene, bizim köyün, Hamitabat’ın kuruluşu üstüne bildiklerimi anlattım. Ergene’den^Kırklareli_İstanbul yoluna yani İsmet’in köyü olan Kızılcıkdere’ye dek uzanan geniş alan 2. Abdülhamit’in çiftliğiymiş. Genel olarak da bu alana Emlakşahane deniyormuş. Şahane, yani çok güzel aynı zamanda Şaha ait, Padişahın malı anlamında anılıyormuş. Bulgaristan kurulup halk oradan birden buralara göçünce, padişah geçici olarak, göçmenlerin duraklamalarına izin vermiş. Sonra da bir bölümünü satarak paraya dönüştürmeye başlamış. İşte Türkgeldi, Sarımsaklı bu sıralar Türk olmayanların eline geçmiş. Bizim köylerin yerlerinin bir kısmı para karşılığı satılmaya başlamış. Bizim köyün bir bölüm toprağına fiyat biçilmiş, muhtar olan babam bu işler için yıllarca İstanbul’a gitmek zorunda kalmış( Dokuz kez)2. Abdülhamit devrilince çiftlik körler arasında bölüştürülmüş. Padişah mirasçılarına Kızılcıkdere-Bayramdere-Kavakdere üçgeninde bir bölüm kalmış. Oraları Cumhuriyet yönetimine dek 2. Abdülhamit mirasçılarınınmış. Cumhuriyet döneminde köylülere paylaştırılmış. Oraları günümüzde de hala emlakşahane olarak anılmaktadır. Köylüler o sözü Emlakşane’ye çevirmiş;öyle söylenip gitmektedir. Babam zaman zaman söylenir: ”Biz, malımızı mülkümüzü elin gavuruna bırakıp geldik. Burada yaşayan gavurlar, zararsız ziyansız oturdular, ellerindeki paraları toprağa verip, çiftlik sahibi oldular. Eski günlerde onlar bizim kapılarımızda iş sürdürürken, şimdi bizim insanlarımız gavur kapılarında çalışır oldu!’Halil beni dinledi, ”Sen çok şey biliyorsun, ben köyüm hakkında pek bir şey bilmiyorum, biz sonradan geldiğimiz için olacak, bana anlatan da olmadı!”Biz konuşurken İsmet yanımıza geldi, Siz ne konuşuyorsunuz böyle gizli gizli? dedi. İsmet gelince ben sordum, Sizin köyde Emlakşahane denilen bir semt var mı? İsmet duraksamadan yanıtladı:”Bizim köyle Bayramdere-Kavakdere köyleri arasındaki büyük koruluğa Emlakşahane deniyor!”Niçin sorduğumu öğrenmek istedi, kısaca anlattım. İsmet içini çekti, ”Köyümü özlemiştim, anımsattın izin alıp gidebilirim!”dedi. Varsayımlara kalktı:Cuma günü öğleden sonra gidip pazar akşamı dönecekmiş. Tren saatleri çok uygunmuş. Bense, ”Köy özledinse, bizim köy ne güne duruyor, cumartesi gider pazar günü döneriz!”dedim. Halil “Ne güzel konuşuyorduk, dayı yeğen hemen tartışmaya kalkıştınız!”dedi. Yat zili çaldı, tartışmamız da bitti. İsmet gitmekten vazgeçer ama ben, kesinlikle bir hafta sonu gideceğim.

 

13 Mart 1941 Perşembe…

 

Orhan da benim gibi dünkü konuşmaları düşünüyormuş. ”Guten Tag!”dedikten sonra “Dün, meyve ağacı türleri konuşulurken incir, ceviz, fındık ağaçlarından hiç söz edilmedi, onlar unutuldu mu? yoksa başka bir özellikleri mi var? Ben ekledim, “Mandalin, limon, portakal fidanlarından da söz edilmedi. Onlar Trakya’da yetişmezmiş. Babam fıçı içinde limon yetiştiriyor ama o da meyve vermiyor;birkaç çiçek açıp tomurcuk oluşmadan döküyor. Buna karşın babam, cevizle fındığı ekip büyütüyor. İncir sözünün ise ekim olayı içinde konuşulduğunu hiç duymadım!”dedim. Kadir bize katıldı, ”Kızılcık, güvem, yemişen, karamuk meyve değil mi onları neden ekmiyorlar? ” dedi. Karamuk-böğürtlen aynı bitki mi? Bunu sorarken zil çaldı. Rüyalarımızda neler yemek istediğimizi söyleyerek derslik yolunu tuttuk. Yemişen, kuşburnu, güvem ya da benzeri orman bitkilerini anımsamaya çalıştım. Ben bunları severek yiyordum. hele kızılcıklarla güvemlerin olgunları öteki meyvelerden farksız oluyor . Kuşburnu dedikleri ise düpedüz yaban gülü tohumu. Yaban gülü deyince duraksadım:Yaban gülü, Heideröslein…Gene karşıma çıktı. Rastlantı mı? yoksa ben kendimi oraya mı sürüklüyorum. Bu kez kesinlikle rastlantı. Çünkü Röslein düşünmüyordum Oysa gerçek olan karşıma çıktı:Heideröslein=Yabangülü…. Yaban gülü desem kesinlikle gücenir. Oysa şiirde övülmektedir…. Dün, Türkgeldi’de üzümler konuşulurken, ilgili çiftlikte çoğunlukla yapıncak üzümü yetiştiğini söyledi. Bunu duyunca göz ucuyla Mehmet Yücel’e baktım. O da bana baktı, gülümsedi, parmağıyla ”Seni seni!”der gibi işaretler yaptı. Mehmet Yücel’in dili altında bir şey var. Acaba o Röslein’i seviyor mu? Çaktırmadan, onun bana yaptığını ben de ona yapacağım. Gene Röslein’li bir güne başlıyorum. Kahvaltıda çorba hepimizi gene tek konuya dönüştürdü. ”Haftanın kaç günü sabah çorba, kaç günü akşamları çorba! 4 Mehmet sektirmeden sayıyor. Ben de bazen sinirleniyorum ama açığa vurmuyorum. Ben konuyu Türkçe dersi. ne çevirdim. Dün çiftlikte tarih dersi için yeni bir şey öğrendik mi? Dilimiz bakımından bir yenilik öğrendik mi? Benim sorularımı küçümseyenler oldu. Tarih dersi için Türk olmayanların ülkemizde neden varlıklı olduklarının canlı örneğini gördük. aynı zamanda olaylardan yararlanarak yeni adlar üretildiğini de öğrendik. Tarihte Vak’ayi Hayriye, Lale Devri, 31 Mart gibi, burada da bir Türkgeldi sözü üretilmiş. Hasan Üner “Sen çok yaşa, ben bunların hiç birisini düşünmedim!”Mehmet Aygün “Ben de, ben de!”dedikten sonra, ben dutları, üzümleri, elmaları düşlerken böyle olaylar aklımın kenarından bile geçmiyor!”dedi. Dersliğe böyle zıt düşünceler öne sürerek gittik. Az sonra Fikret Madaralı Öğretmen geldi. ”Dün güzel bir yere gitmişsiniz. İnanın haberim olsaydı ben de giderdim. !”dedi. Sami Akıncı gene gidecekmişiz, o zaman size haber iletelim mi? diye sordu. Öğretmen memnun olacağını söyledi. Arif Kalkan’a sordu, ”Gördüğün yeri bir güzel anlat, ben orasını görmüş gibi olayım!”dedi. Arif Kalkan nasıl gittiğimizi, oraya vardığımızda bizi karşılamalarını anlattı. Öğretmen, Arif’in sözünü kesti, ”Sen daha çok oranın genel görünüşünü anlat!”deyince Arif duraksadı. . Bu kez öğretmen Halil Basutçu’ya anlattırdı. . Halil, kamyona doluşumuzu, İstasyondan sonra büyük bir kapıdan girişimizi, sıralanmış bir sürü büyük ağacın bir yanında fidanlığın bulunduğunu, bir yanda da kesilip yatırılmış çubuk yığınlarının olduğunu, parça parça küçük fidanların ayrı tarlalarda yetiştirildiğini anlattı. Sanırım öğretmen orasını biliyor, salt bizi konuşturmak için de soru soruyor. Çünkü Halil’e o küçük tarlalar içindeki fidanları, bizim fidanları oradan alıp almadığımızı sordu. Halil aldığımız yeri anlatınca, bu kez bunu nedenini öğrendiniz mi? ”dedi. Halil kimi sözlerini geneleyerek bir daha anlattı. Öğretmen bu kez, başka konuşacak var mı? deyince Bekir Temuçin fidan cinslerini sıraladı, s özleri arasında, ceviz ağaçlarının çok olmasına karşın fidanın bulunmadığını, ekledikten sonra orada konuşulanları tekrarladı. Öğretmen memnun kaldı. Gülerek, iyi oldu, bundan sonra benim oraya gitmeme gerek kalmadı, sağ olun bana Türkgeldi örnek çiftliğini anlattınız!”dedi. Sonradan mı aklına geldi yoksa kasıtlı olarak mı? sordu, ”Pek iyi adı nereden geliyormuş? ” deyince Yusuf Asıl, beni göstererek arkadaş onu çok iyi biliyor!”dedi. Öğretmen, ”Arkadaşın onu bir başka derste bize anlatsın. Sanırım uzun bir konudur. Bugünkü dersimiz kısa, pazartesi günü devam ederiz. Bana dönerek, ”Unutma, bana da anımsat!”dedi. Zil çalınca öğretmen ayrıldı. Arkadaşlar arasında tartışma başladı:Biz bildiklerimizi anlatamıyoruz. Bildiklerimizi anlatmak için neler bilmemiz gerekiyor? soruları soruldu, yanıtlar verildi. Sami Akıncı konuştu, çoğumuz hiç düşünmeden konuşuyor, kendini buna alıştırıyor. Oysa derslerde sınırlı sorular soruluyor, onların yanıtları da sınırlı konuşma istiyor. Bu sınırlandırmalar seçkin sözlerle yapılır. Düşünmeden konuşunca sözcük seçmek olası değil. Sorun budur!”Mustafa Saatçı başta olmak üzere birkaç arkadaş Sami Akıncı’yı alkışladı. Az sonra ise Mustafa Saatçı Sami’nin hiç beklemediği bir söz söyledi, ”Sami bundan böyle bizim adımıza konuşsun!”Sami Mustafa’ya dik dik baktı, ”Mustafa sen hiç akıllanmayacak mısın? ” arkadaşlar sustu. Arkasından Mehmet Yücel, İsmet, Arif birden bağırdılar “İmam, bildiğini okur!”Mustafa biraz gerildi. Bu tartışma bir bakıma iyi oldu, yemek ziline dek sessiz sessiz çalıştık. Hiç değilse ben çalıştım, çizimlerimi öğretmen eline verecek düzende tamamladım. Bir yandan da Ahmet Gürsel Öğretmenden mektup beklemeye başladım. Bazen çok kısa zamanda mektup geliveriyor. . Öğle yemeğinde Hasan Gülümser geldi, konuştuk, onlar öğleden sonra bizim fidanları dikmeye başlayacaklarmış. Ben ayırdında değilim, onların da haftanın bir günleri, tüm tarım çalışmasıymış. Şubat ortasından bu yana öyle çalışıyorlarmış. Atölyede kaldığımız terden başladık. Çoktandır bizim çalışmalarımıza katılmayan Ali Yılmaz Öğretmen geldi. ”Bundan böyle sizi ben çalıştıracağım!”dedi. Ali Yılmaz Öğretmen bu şakayı hep yapar. Yusuf Asıl, ”İyi olur öğretmenim, buna biz çok seviniriz!”yanıtını verdi. Bu kez de Yusuf Asıl’a sordu:Neden benimle çalışmaktan hoşnut olacaksınız? Ben sizleri başı boş bırakmam, bunu iyi bilin!”Ben söze karıştım:İşte bunu için sizi bekliyoruz, başı boşluktan usandık!”Ali Yılmaz Öğretmen fena halde sinirlendi, ”Siz, şakadan makadan bihabersiniz!”dedi, arkasını döndü, kapıya giderken . İrfan Öğretmen geldi. Oturup konuştular. Ali Yılmaz Öğretmen gidince İrfan Öğretmen bana, ”Ali Beyi kızdırmışsın, üzülmüş!”dedi. Arkadaşlar şaştılar. Ben sustum. Yusuf olayı anlattı. Hasan Üner aynı sözlerle olay olduğu gibi anlattı. İrfan Öğretmen, ”Ali Bey arkadaşımız, genç bir öğretmendir, deneyimi azdır, ancak iyi yüreklidir. Sizlerden de yakınlık bekliyor. Biraz anlayış gösterirseniz arkadaşın iyi kalpliliğini anlayacaksınız!”dedi. Ben sustum, arkadaşlar konuştu. Sonunda gerçeği öğrendik. Naci İnan’la Hamdi Bağ Öğretmenler, inşaatlar başlamadn önce 15 günlüğüne izinli gideceklermiş. Ali Yılmaz Öğretmen de İrfan Öğretmene yardıma gelecekmiş. Ben konuyu önemsemedim, İrfan Öğretmene, ”Sahiden izinli mi, yoksa ayrılma, askerlik falan mı? İrfan Öğretmen, ”Cin gibisin İbrahim, hemen uzun ayrılıklara yoruyorsun. Bunda da haklısın, bakın Hasan Çevik Öğretmen gitti, yerine kimse gelmedi. Namık Öğretmeni de alıyorlardı, Genel Müfettişlik falan araya girdi de Namık Öğretmen kaldı. Bu dediğin de olabilir ancak şimdiki gerçekten izin. onlar gelince 15 gün de ben gideceğim!”Bir yandan dinledik, bir yandan çalıştık. Salih Baydemir saydı, 37. sıra bitmiş. Öğretmen, ”Yarın için konuşmuştuk, sözümüzde duracağız, . Çalışma disiplini işte buna denir!”Bana tekrar, Ali Yılmaz Öğretmene bir şans verin, iyi arkadaştır. bazen içtenlik sınırlarını zorlar ama kesinlikle insan kalbini kırmaz, Hiç değilse kırmak niyetini taşımaz !”…İrfan Öğretmene inanıyoruz, geçen olayı önemsemedik. Özellikle ben hiç üzerinde durmadım. Arkadaşlar ayrılınca düşündüm:Ali Yılmaz Öğretmen, paydos zamanlarında atölyede çalışmama engel olabilir. ”Olursa olsun, yaz geliyor, Tarım binasına gider orada çalışırım!”deyip Martıları uçurmaya başladım. Çok ağladım, çok inledim. Melodisi çok kolay, Çok rahat ses çıklıyor. Ancak sözlerini hiç sevmedim. ”Ağladım, inledim…Ne biçim sözler bunlar? Seven ağlayıp inler mi? Akordiyonu bırakıp kooperatife gittim. Röslein’i beklemeye başladım. Cavit geldi biz konuşurken Röslein geldi. Beni görünce, ”Aaa, biz Melahat’la akordiyon dinlemeye gelecektik!”dedi. Alacaklarını alıp gidince bu kez Cavit, ”Abi, bu kız senin hemşerin değil mi? ”Evet!” “Dikkat et bunun peşinde çok insan var!” “Sahi mi? ” diye sordum!”. Kısa bir sessizlikten sonra konuyu değiştirdim. Kooperatif hesapları falan dedim. . Ancak benim içimde yeni bir sıkıntı başladı:”Cavit ne demek istedi? ”Yemekte de, akşam derslikte de bunu düşündüm. Bir türlü inandırıcı bir neden bulamadım:Yoksa Cavit:”Sen bunu seviyorsun anladık;ancak o başkalarına da yakınlık gösteriyor, seni ortada bırakırsa karışmam, bana söylemedi deme!”mi? demek istedi. Yoksa benzer sözleri yavaş yavaş Mehmet Yücel de mi söylemeye çalışıyor? İkide bir”:Sarı yapıncak, kınalı yapıncak”gibi sözler neyin nesi? Herkese gülünç adlar takan Mehmet Yücel Röslein’e en yakışan sıfatı takıyor. Bunlar benim için mi? Yoksa kendisi için de bana:”Sakın ha, aklına onu takma!”mı demek istiyor. Açık açık böyle dese belki daha da rahat olacağım. Çünkü ciddi bir ilişki için kıskançlık gösterecek bir bağlılığım yok. Röslein’in öteki kızlar gibi ortalıkta konuşma konusu olmasını istemiyorum. Benimki sanıyorum, koruyucu bir sevgi, yakınlık duyuyorum. Belki de bu gerçek sevginin başlangıcıdır. Ancak şimdilerde bu başlamış sayılmaz. Sanırım sevgiden önce bir kıskançlık dönemi geçiriyorum. Kıskançlık, sevgi arkasından da bencillik sıralaması oluşabilir.

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ