Öğrenciliğin Sonuna Doğru
13 Mayıs 1943 Perşembe
Arif Kalkan arkadaşımız nöbetçi. Bekir Temuçin beklenmedik bir çıkış yaptı; “Arif'in soyadı Kalkan olmasaydı böyle erken kalkar mıydı? Arif soyadının anlamını açıkladı: -Soyadımın Kılıç- Kalkan oyunlarına dayanan bir anlamı var. Anlam ya da ses benzerliği olan sözlere kaydırıp istenmedik anlamlar yüklenmesine gerek yok!diyerek yürüyüp gitti. Bekir ortalığa yatan -kalkan, oturan-kalkan, yatıp-kalkan, durup-kalkan diye tekrarlarken İsmet Bekir'e takıldı: “Birisini unuttun, “Zıbarıp kalkan” da denir!”deyince Bekir Temuçin, arkadan gelecekleri hesaba katmadan nasıl kullanıldığı üstüne örnek istedi. İsmet'ten önce Mehmet Yücel:
-Senin gibi böyle sabah sabah insanlara soru soranlar için kullanılır. “Kim bu erkenden zıbarıp kalkan? diye sorarlar!”dedi. Örnek çok beğenilmiş olacak kahkahayla gülenler oldu. Fahri Tosili Öğretmen:
-Neşeniz bol olsun! diyerek kapıdan girdi. Fahri Öğretmenin en çok takıldıklarından biri de Mustafa Saatçı. Fahri Öğretmen ona takılır ama Mustafa Saatçı da pek geri durmaz. Hemen öğretmene sordu:
-Zıbarıp kalmak diye bir deyim var mı? Fahri Öğretmen:
- Yapma Mustafa, zıbaran hiç kalkabilir mi? Zıbarmış o, çoktan gitmiştir Eşek cennetine!dedi. Fahri Öğretmen kendi sözüne herkesten çok kendisi güldü.
Fahri Öğretmen kendisi de arkadaşlarla koşarak oyun alanına gitti. Dün sabah biraz kırılmış olan bizim sınıftaki arkadaşlara bu sabah oyun adları soruldu. Timurağa ile Hoşbilezik'i istediler. Bu istek benim de işime geldi, zil çalana dek tekrarlayarak akordiyon çalmayı uzattım.
Dersliğe dönünce Müdür Beyin verdiği ödev konusu açıldı. Müdür Bey;“ Köylerinizi bana yazıyla tanıtın!”demişti. Müdür Bey söyleyince kimse ses çıkarmamıştı. Konu ortaya atılınca sayısız soru soruldu. Köyün nesini ya da ne kadarını tanıtacağız? Bu konuda daha önce Sami Akıncı bir ödev yapmıştı. Gözler Sami Akıncı'ya döndü. Sami yazdıklarının yarısını bile anlatmadan, “Ohoooo, biz bu kadar yazacak mıyız? ”soruları yükseldi. Sonunda Sami sinirlenip sustu. Sami susunca konuşmasını isteyenlerle kızmasına neden olanlar arasında tartışma başladı. Sami'ye tavır koyanlar arasında yeğenim İsmet olunca bu kez de ben İsmet'e çıkıştım; “ Önce dinle, yapılanı uzun buluyorsan sen gönlünce kısa yazarsın!Sami düğünlere, bayramlara varana dek yazmış, sen yazmazsın!”deyince Mehmet Yücel İsmet'e:
-Sen de Kakava'yı yazarsın!. Kakava sözüne gülenler oldu. Kakava, Çingene Bayramı olarak bilinmektedir. Söz burada kaldı sanırken bu kez de Sami Akıncı'nın savunucularından Fettah Biricik İsmet için, yavaş bir sesle yanındakilere:
-Yok yok, onun anlatacak başka bayramları var, onları yazsın!dediği duyuldu. Fettah, yaygın olarak herkesin bilir bilmez varolduğunu söylediği Alevilerin gizli geleneği ima etmişti. Zaman zaman kendi aralarında bunu konuşan arkadaşlar olduğunu hep biliyorduk. Ama böylesi ile karşılaşmamıştım. Az önce İsmet'in tavrını eleştirdiğim için birden onu savunmak da istemedim. Ancak İsmet'e:
- Al işte, senin belki beklemediğin, benimse her zaman beklediğim bir söz;“Ayıkla pirincin taşını!”dedim. İsmet gülerek:
- Pirincin taşını, yemekleri yapan kadınlar ayıklar dayı, neden ben ayıklayayım? Ben de:
-Öyleyse hemen birini bulalım, şöyle neşeli cinsinden, yüksek sesle konuşmayan, söyleyeceği sözleri fısıltıyla söyleyen türünden biri olsun!Mehmet Yücel:
- Ne demişler? “Arayan bulur, inleyen ölür!”Fazla konuşmamıza gerek kalmadı, Dettah Biricik önce kzaran giderek de mora dönüşen bir yüzle bir süre yüzle oturdu. Pirinç ayıklamak bir onur kırıcı değilse de bu işi Fettah'a yüklemek, onun kolay kırılmayan yumuşak onurunu oldukça gerdi. İşin ilginci bu kez onu kimde de savunmadı. Bence bu da bir ceza oldu.
Kahvaltı zili, sanırım birilerinin uzayacağını sandığı ya da umduğu tartışmayı kesti.
Eğitimbaşı büyük kapının önünde duruyordu. Bir çok zaman yaptığı gibi gene sağ eli sol kolu kıvrığında sol eli de çenesinde, baş parmağı alttan çenesine dayalı, sol elinin öteki parmakları sakal gibi aşağıya doğru sıralı. Parmağındaki altın yüzük görünüyor. Onun bu duruşu, ilk gördüğümden beri dikkatimi çekiyordu. Gene de bu konuda kimse ile konuşmamıştım. Kahvaltıya oturunca Mehmet Aygün, sanki benim düşüncemi okumuş gibi doğrudan bana:
-Eğitimbaşı neden böyle duruyor? diye, tıpkı onun gibi yaparak sordu. Gözlerini de ağır ağır sağa sola gezdirdi. Mehmet gözlerini oynatırken, Eğitimbaşının gözleriyle öğrencileri süzdüğünü görür gibi oldum. İçimden birden gülmek geldi. Mehmet'e:
- Onu bilmeyecek ne var? Adam parmağındaki yüzüğü gösteriyor;“Bakın, benim böyle yüzüğüm var, sizin var mı? ”demek istiyor. Bunu deyişim, masadakiler için yeni bir olay oldu, herkes çorba kaşıklarını bırakıp sol elleriyle çenelerini tutmaya başladı. İki yanımızdaki masalardan bakanlar olunca uzaktan bizi gözetleyen nöbetçi arkadaşımız merak etmiş, çorbayla ilgili bir olay sanıp geldi. Olayı öğrenince gülerek yerine döndü. Bu aradaHilmi kulağıma eğilerek:
-Abi, o konu üzerinde durma, kavga çıkarmandan korkanlar var, Fettah'ı hep biliyoruz, onun lafı için adının bir kavgaya karışmasını kimse istemiyor!dedi. Teşekkür edip güldüm: “Ben ona söyleyeceğimi söyledim “Anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az!”Hilm i koluma sarıldı, birlikte dersliğe döndük.
Derslikte gene tartışma başladı, yatan kalkan derken zıbaran arkasından da kabaran, kıkırdayan, kikirdeyen, fıkırdayan, zıpırdayan, homurdayan türü sözler sıralandı. Anlamları üstüne konuşanlara baktım, hepsi bülbül. Bu kez de ben, tahtaya, homurdamak mastarından dönüştürülen homurdayan ile homurdanan fiillerini yazarak, cümlelerde hangi görevlerde nasıl kullanıldıklarını sordum. Arkadaşlar birden telaşlandılar: “Biz böyle birşey okumadık!”Bu kez de ben: “ “Bu konuyu okumamış olsak bile bu sözleri konuşurken kullanıyoruz, çevremizde herkes konuşuyor, öğrencilermiz bir gün sorarsa, onlara böyle mi yanıt vereceğiz? ”Sami Akıncı kalkıp anlattı. Sami: “Homurdayan, sen, ben herkes belli bir öznenin eylemidir. Homurdanan ise, işi kendi kendine yapandır, kendi kendine konuşan insanı düşünün;Sami sözünü sürdürürken bu kez de İsmet: “Fettah gibi!”dedi. İsmet öyle söyleyince bana bakanlar oldu. Ben:
-Yo bana bakmayın, öğretmen olduğumuzu düşünüyoruz; bundan böyle her koyun kendi bacağından asılacak. Benim ancak kendim için iki bacağım var;onları kimseye ödünç veremem!derken Sabahat Öğretmen kapıdan girdi. Sesimi duymuş, :
-Ne o İbrahim, gene Hamitabat'ı mı anlatıyorsun? dedi. Susuşuma yanlış bir anlam vermesini önlemek amacıyla:
-Yok öğretmenim, bu kez, dün gittiğimiz Turgutbey üstüne konuşuyoruz!Sabahat Öğretmen uygulama derslerinde neler yaptığımızı sordu. Dünkü uygulama dersi verenleri sordu. Sami Akıncı, Mehmet Yücel, Harun Özçelik, Abdullash Erçetin, Mehmet Başaran kalktılar. Derslerini sordu. Matematik, Tarih, Resim, Hayat Bilgisi, Türkçe sıralanınca Türkçe üzrinde durdu. Bu dersi verenin Mehmet Başaran olduğu söylenince önce gülümsedi. “İyi iyi, şiir yazana Türkçe düşmüş; ne yaptın bakalım? ”deyip Mehmet Başaran'ın sırası önüne gitti. Mehmet Başaran biraz mız mızca konuşunca Sabahat Öğretmen:
- Eyvah eyvah, dün de böyle konuştunsa!deyince Mehmet Yücel:
-Dün çok yüksek sesle konuştu, dersi güzel oldu! Sabahat Öğretmen:
-Çocukların karşısına kendinize güvenerek çıkarsanız sesiniz kendiliğinden yükselir!”dedi. Sabahat Öğretmen son dersimizi yaptığımızı, bu nedenle bugün biraz uzun ders yapacağımızı, öteki öğretmenden izin aldığını anlattı. Ders uzatmasının da kendi düşüncesi olduğunu, örneğin çok kısa değinilen bazı konuların kısa kısa anımsanmasında yarar olacağını söyledi. Bu konuda önce bizim düşüncelerimizi sordu. Sami Akıncı hemen ders öncesi tartıştığımız fiillerden türetilen sıfatları söyledi. Öğretmen tebeşirle tahtaya yazdı. Mehmet Başaran hece ölçülerinde durakları, uyakları, türleri sordu. Başka soru soran olmayınca ben de aruz ölçüsünde zihaf-imale konusunu sordum. Mehmet Yücel Hikaye ile roman arasındaki önemli farkı sordu. Bekir Temuçin günlük gazetelerde yazılan makale ile fıkra ayırımının nasıl yapılacağını sordu. Halil Basutçu günlük gazetelerdeki tefrikaların nedenini, önemini, onların okunmasında bir yarar olup olmadığını sordu. Sabahat Öğretmen güldü:
-Bakın çocuklar, yaşamın her olayı insanlar için bir deneyim oluyor. Ayrılmak üzereyken size soru sordum. Siz sorularınızı sorarken ben ne düşündüm biliyor musunuz? “Keşke bu soruları geldiğimde sorsaydım. Sizin için çok önemli olan bu sorular aylarca anlatmaya değer. Neyse buna üzülmeyelim;siz bu söylediklerimi unutmayın ben de gittiğim yerde bunu ilk günlerde uygulayayım. Böylece; “Zararın neresinden dönülürse oradan sonrası kar, olur!” sözünü uygulamış oluruz!”Sabahat Öğretmen tahtadaki soruları birer birer örnekleriyle anlattı.
Fiilleri kısaca özetledikten sonra söz türetmeleri anımsattı. Sat, satmak, satılmak, satıcı, satılık, SATAN yazdı. Ardından Bil, bilgi, bilgin, bilmek, bilgin, BİLEN, bilinen sözlerini tekrarladıktan sonra satan-bilen sözlerini cümlelerde kullandı, kullandırdı. Sat-bil kiplerinin mastar olarak tüm çekimli durumlarında yüklem olarak kullanılmasına karşın, en-an eki alınca yüklem olarak kullanılmamasına dikkatimizi çekerek örnek cümleler yazdı. ”Elindeki yumurtaları SATAN adam evine döndü. Soruları doğru BİLEN çocuk sınıfını geçti. ”Satan adam-Bilen çocuk” tamlamalarında satan'la bilen. kök olarak bizim bildiğimiz fiil kipleridir ama en -an ekleri onlara başka görev yaptırmaktadır!”
Yemekte konuşmalar Sabahat Öğretmen üstüne oldu, ayrılmadan ayrılmış gibi özlem duyguları öne sürüldü. Özellikle kendi çocuğuna karşı davranışları, yanlış -doğru ayırımı yapılmaksızın anlatıldı. Söz Eğitimbaşına gelince Mehmet Aygün'le bir süre gülüştük. Bizim önemsediğimizi arkadaşlar ya algılayamadı ya da önemsemediler. Bir süre şaşkın şaşkın yüzümüze bakıp bize güldüler. Sonunda Mehmet büyük başlı bir yüzük yaptırıp sürekli karsındakilere onu göstereceğini anlatınca başta Yusuf Asıl olmak üzere kahkahalar atıp benzer yüzük yaptırma düşüncelerini öne sürmeye başladılar. Bu yüzük fikrinin nerden çıktığını kesinlikle bir süre kimse ağzına almayacak.
Öğleden sonra tarım çalışmalarımızı gene iki grup olarak yaptık. Bizim grup, benim atlarla geçen gün çizdiğim çizginin dere tarafına fasulye, öteki arkadaşlar okul tarafına nohut ektiler. Nohut, bakla, börülce, mercimekle fasulyenin benzerliğe karşın birinin(Fasulye) ötekilerden ayrı yere dikilme nedenini Hikmet Öğretmenden soranlar çıktı. Hikmet Öğretmen gülerek:
-Sizi, doğurunca aileleriniz köyünüzden uzak yerlere mi gönderdi, neden bu kadarcığı da bilmiyorsunuz? diye sordu. Sonra da su arkını gösterdi, “Bu taraf su altı, fasulye sulanacak, ötekiler kendi suyunu kendi alacak!”dedi. Öğretmen uzaklaşınca bir süre dırıldaşma oldu. Soranlar şaka olsun diye sormuşlar. Bu kez ben, geçmişteki bir olayı anımsattım. “O zaman da şaka denmişti ama Okul Müdürü fena paylamıştı!”dedim. Edirne/Karaağaç'tan Alpullu'ya göçünce Ömer Uzgil Öğretmen yeni gelmişti. Boş geçen yabancı dil dersleri doldurulacak durum doğunca yabancı dil seçimini Okul Müdürümüz bize bırakmıştı. Müdür Bey:
-Bir Almanca öğretmenimiz geldi Almanca'yı seçerseniz derslere başlayacaksınız!demişti. Otuz kişilik sınıfın ancak yarısı Almanca'ya yazıldı ötekiler sustu. Müdür Bey bir süre bekledi, kimseden ses çıkmayınca Müdür Bey Almanca istememiş olanlara sordu: “Sizler ne düşünüyorsunuz? Susanlardan Mehmet Başaran'a baktı. Mehmet Başaran, Uzunköprü Ortaokulundan geldiğini, orada ise Fransızca öğrendiğini söyledi. Müdür bey bu kez ötekilerine sordu. Anımsadıklarımdan Hasan Üner, Yusuf Asıl, Mehmet Yücel, İbrahim Ertur, Recep Kocaman, Sami Akıncı sıra ile İngilizce, Fransızca okuduklarını söylediler. Müdür Bey bu kez:
- Sizi, buraya almakla hata etmişler. Kalsaydınız oralarda, size istediğiniz yabancı dili öğretirlerdi. Kırmızı damgalı mektupla mı davet edildiniz? ”Benim elime Almanca öğretmeni değil, Almanca bilen bir Resim-Elişi öğretmeni geçti. Ben ondan yararlanmanız için araya giriyorum. Konu anlaşılmıştır;sizler o dilleri okutan öğretmen gelince öğrenirsiniz. Ben bu yazdıklarımla Almanca dersini başlatacağım!deyip gitmişti. Bir süre kara kara düşünen arkadaşlar az sonra tıpış tıpış gidip adlarını Almanca dersine yazdırmışlardı. Fasulye nohut farkını bilmeyenler bana bu olayı anımsattı.
Hikmet Öğretmen bana:
- Fasulyeyi ekiyoruz, sırıklarını da hazırlayalım, hazır dursun, elverdikçe dikeriz!dedi. Halis Öğretmenden izin alınırsa hemen yapabileceğimizi söyledim. Ancak sırıklıkların odun deposundan getirtildiğini de anımsattım. Hikmet Öğretmen, akıl defterine kayıt düştüğünü söyleyip gitti. Sırık sözü bir süre tekrarlandı ama Yusuf bizim grupta olmadığından bulunanları pek etkilemedi.
Paydosta Hilmi Altınsoy beni görünce söylenmeye başladı:
-Sene boyu mercimekten yakınmama karşın gene de gidip mercimek ektim!Bunu duyan Halil Basutçu:
- Yemem diyordun, yemek başka ekmek başka!deyince Hilmi rahatladığını söyledi.
Arkadaşları uğurlayıp Asım Öğretmenin odasına gittim, çalışıyordu. Kesmeden eliyle gelmemi işaret etti. Girip kıpırdaman bir süre dinledim. Bitirince fikrimi sordu. O kadar güzel çaldı ki söyleyecek söz bulamadım:
- Plak gibi çalıyorsunuz!dedim. Plak gibi benzetmemi Asım Öğretmen çok beğendi. Plak sözü nedense Asım Öğretmene radyoyu anımsattı: “Radyoda cumartesi saat 15'00te konserler var. O konserlerde büyük piyanistler piyano çalıyorlar. Onlardan bir tanesi Ankara'ya gelmiş. Bizim radyo sık sık kesiliyor. Benim bir subay arkadaşım var, o da müzikseverdir. İyi bir radyosu var. Gel, istersen sen de dinle. Yalnız oldukça uzak Umurca Tepelerinin oradaki çadırlarda. Ben Lüleburgaz'dan arkadaşla gideceğim. Arkadaş buylursan sen doğrudan Lüleburgaz sırtındaki araba yolundan gelebilirsin!”dedi. Umurca tepelerinin yanı saatler süren bir uzaklıkta, bunu bilmeme karşın”olur” sözü verdim. Gidilecek yerin uzak olduğunu bile bile “Olur!”dedim ama yalnız gidebilir miyim? Öğretmen, “ Yanına arkadaş al!”dedi kimi götürebilirim? İsmet'i kandırmayı düşündüm. İsmet'in çoğu kez karşılanması zor isteklerioluyor. Özellikle aramızdaki para alış verişinde kurnazlıklara sapıyor. Bu sıra onlardan birini anlamazdan gelirsem razı edeceğime inanarak sevindim. Dersliğe gittiğimde bir rastlantı olacak bir grup arkadaş, cumartesi günü izinli gidenlerin sevinçlderini görüp üzülmemek için onları görmemeyi konuşuyorlardı. Bunu ben de düşündüm, kendime göre bir yol buldum;Asım Öğretmen arkadaşına radyo dinlemeye gidecekmiş. Gittiği yerde büyük bir radyo varmış, gazino gibi bir yermiş, öğretmen bana da “Gelebilirsin!” dediği için oraya gideceğim!Önce Hasan Üner, arkasından Hilmi Altınsoy bana katılacağını söyledi. Daha sonra İsmet gelmeye karar vermiş, kendilinden geleceğine söz verdi. Cumartesi öğle yemeğinden sonra geze geze gideceğiz. Yol olduğunu, uzak görünmesine karşın gerçekte yakın olduğunu(Kurnazlık sayarak) sözlerime ekledim. Doğrusu Umurca tepelerini biliyorum ama bizim okuldan nasıl gidileceği üstüne hiç bir bilgim yok.
Derslerin kesileceği kesinleştiğinden Askerlik dersine gelen olmayacağı konuşuldu. Ben bunun tam tersini düşünmeme karşın, arkadaşların sözlerine kapılarak yarınki askerlik dersini yok sayıp bir süre konuşmaları dinledim. “Eğitimbaşı gideceğine göre, yerine kim Eğitimbaşı olur? ” Sorusu soruldu. “Eskiden Eğitimbaşı diye biri yoktu, gene olmaz!”diyenler oldu. Ahmet Kun, Selçuk Korol öğretmenler aday seçildi. Uzun süre de bu konuşuldu. Daha önce okulda bir Müdür, bir de yardımcısı vardı. Müdür Nejat İdil, yardımcısı Ömer Uzgil, Ömer Uzgil gidince Hüsnü Baykoca Müdür Yardımcısı oldu. Hasanoğlan'a gittiğimizde Müdür Yardımcısı Hüsnü Baykoca bizimle Hasanoğlan'a geldi. Biz Kepirtepe'ye dönünce o kaldı. Bu kez de yerine İlhan Görkey Müdür Yardımcısı olmuştu. . Yıllarca Eğitimbaşısız yönetilen okul, gene öyle neden olmasın? Belki de böyle bir atama olmayacak!
Bir ara da yıl boyunca konuşulup uygulanmayan geziler, görülmesi gerek yerler konuşuldu. Örneğin Tekirdağ'a gidilecekti, Alpullu Şeker fabrikası gezilecekti. Mehmet Yücel sonunda konuştu: -Cekti, caktı diyerek boş boş konuşuyoruz. Gördüğümüz yerlerin nesini tam olarak öğrendik? İçlerinde 3-5 ay yaşadığımız Edirne ile Lüldeburgaz'ın nesini öğrendik? Öğrendiğimizi sandıklarımızı gerçekten öğrendik mi? İşte geçen gün gördünüz;Lülebujrgaz'da Mimar Sinan'in büyük bie eseri varmış. Oysa biz Mimar Sinan sözü geçince Edirne'ye uçuyoruz. Sanki Mimar Sinan salt Edirne'ye cami yapmış!”Mehmet Yücel'in uyarısı hemen şakaya döndürüldü. Yusuf Asıl:
-Öyle olsa gene iyi, biz Mimar Sinan adı geçince Sinanlı köyünü anımsayıp, oradsaki insanları hep Mimar Sinan olarak düşünüyoruz. Sinanlı, Sinanların bulunduğu yer. Öyleyse Mimar Sinan da Sinanlılıdır. Sözler gene başa döndü:
-Biz öğrenemedik ama buna pek üzülmüyoruz. İskelet, öğrenmiş gibi konuşuyor;gerektiğinde biz ona soracağız!”türü takılmalarla konu saptırıldı.
Yemekteki konuşmalarımız bence dersliktekilerden daha anlamlı daha uyarıcı oluyor. Örneğin Yatakhane onarımını yemekte daha dikkatli konuşup olabilirliliğine inandık. Binanın tamamı yıkılmadan ikinci kat çıkılacak. Upuzun bir bina. Bir bölümü açılıp, duvarları yükseltilerek çatısı pekala çatılır. Bunu aramızda irdeleyerek benimsedik. Ayrıca öğretmenler ya da ilgililer böyle bir karar vermişse bunu bizim eleştirmemizin ne anlamı olur? İşte derslikte bu tür sorular sorulunca karşılık alınamadığından konuşmalar hep güme gidiyor.
Yatınca da benzer değerlendirmeleri yaptımKendi kendime iyi düşündüğüme inanıyorum ama gene de yanılabileceğim üstüne kuşkum oluyor. Az arkadaşla konuşunca daha iyi sonuçlar alındığına iyice inanmaya başladım. Babam, kimi zaman kahvedeki tartışmaların sonunda acı acı gülümseyerek:
- Nerede çokluk, orada bokluk!derdi. Bu sözün gerçekten bir bakıma doğruyu yansıttığına inanmaya başladım.
Türkçe dersimiz bitti. Sabahat Öğretmeni de uğurlayacağız. Uğurladığım bu kaçıncı öğretmenim olacak? İlkokullardakileri saymazsam, Hasan Çevik, Hamdi Bağ, Naci İnan, İrfan Evren, Adem Gürçağlayan, Ömer Tunalı, Fikret Madaralı, Ahmet Gürsel, Faik Bakır, Ali Yılmaz Demirbilek, Hidayet Gülen, Reşat Tekinay, Ömer Uzgil, Hüsnü Baykoca, İlhan Görkey, Salih Ziya Büyükaksoy, Behire Bil, Süheyla Başokçu. Müdür Nejat İdil'i de sayınca Sabahat Öğretmen 20. uğurladığım öğretmenim olacak. Daha var ama onlar derslerime girmediği için anmak istemedim. Örneğin Latif Yurtçu, Bergüzar Gönenç'le Askerlik derslerine giren subay öğretmenlerimi saymadım. Ayrıca geçici olarak derslerimize giren konuk öğretmenler de var, Rukiye Dökmen gibi. . . .
Öğretmenleri anımsarken uyumuşum.
14 Mayıs 1943 Cuma
Yatak komşum Orhan uyardı:
-77 Emrullah nöbetçi, ona çatanlar olacak, lütfen önlemeye çalışalım. Takıla takıla arkadaş bizden iyice koptu. Hiç değilse gider ayak azıcık yakınlık gösterelim!dedi. Ben ilk günlerden beri bu arkadaşları incitmemek için dikkat ettim, bir takım olanaklar bularak sokulup konuştum. Köyüme götürmek istedim. Bunu onlar da biliyor. Bu kez de Orhan'a sordum:
-Takılanlara ne yapabiliriz ki? Dememe karşın gene de takılanları önlemek için kendimi hazırladım. İlk sataşma Mustafa Saatçı'dan geldi:
- Çoktandır yumurta yemedik!Bu sözün arkasında kesinlikle bir soru olacaktı; “Ne yumurtası istiyorsdun? ”Sonra da tavuk, ördek, kaz, hindi! Sözleri sıralanacaktı. Mustafa sözünü bitirir bitirmez ben:
-Üzülme, senin yerine SS bol bol yumurta yiyecek!dedim. Sözde ben, SS'nin tatile gideceğini sanıyormuşum. Çevredekiler tarafından hemen cehaletim duyuruldu: SS'nin sınıfını bile bilmiyormuşum. Mustafa Saatçı SS'ye karşı biganeliğimden(SS'ye karşı ilgisizliğimiden) ötürü teşekkür etti, sınıfını söyledi. Bunlar konuşulurken Emrullah ile Hüsnü Yalçın yemekhaneye gitmiş oldular. Yeğenim İsmet bile olayı çakmamış, yanıma gelerek sordu:
-Dayı, sahi sen o kızın sınıfını bilmiyor musun? Biliyordum ama bir an için unutmuşum, öyle deyiverdim!deyince;Mehmet Yücel İsmet'i uyardı:
-İsmet oğlum, dayın kurnaz, fakir fukaraya para yerine akıl yardımı yapıyor;sen bunu anlamadın mı daha?
Bizim oyun grubumuzdaki 4. sınıf yarın tatile çıkacağı için birlikte oyunumuzun son günü, arkadaşlar Harmandalı ile Trakya Halayını istediler. Halayda sınıflar ayrıldılar, iki halka olarak döndüler. Sonunda gene Harmandalıya çevirdik. Biraz karışıklık oldu ama bu sabah öğretmen olarak kimse gelmediğinden biz bizelik içinde oyunu bitirdik.
Derslikte konu Askerlik dersi oldu. Askerlik dersini çok önemseyenlerden biri İdris Destan. Arkadaşlar İdris'e Üsteğmenin gelip gelmediğini gözetme görevi verdiler. Meğer İdris dışarı çıkmak için can atıyormuş, hemen gitti. İdris'in gitmesiyler geri dönmesi bir oldu. Elini ağzına götürerek sus işareti verdi:
- Üsteğmen değil bir yüzbaşı geldi!deyip sırasına oturdu. Arkadaşlar inanmadı. Geldiyse binbaşı gelmiştir, şimdiye dek askerlik dersine hiç yüzbaşı gelmedi. Bunu geçen yıl üsteğmene sorduğumuzda üsteğmen, yüzbaşıların genellikle bölük komutanlığı gibi ayrıntılı işleri olan birliklere komuta ettiği için görevlerinden ayrılamadıklarını, bu nedenle Askerlik Öğretmenliği için onlara görev verilmediğini anlatmıştı. Bu kez yüzbaşı gelmesi ilgimizi çekti. Ben hemen askerlik kitabımı açıp karıştırmaya başladım. Karıştırdım ama kitabı karıştırmam, kafamı da iyice karıştırdı. Kahvaltıya giderken Asım Öğretmenle yüzbaşının konuştuğunu gördük.
Kahvaltıda konumuz askerlik dersi oldu. Yüzbaşılık üstüne tek bilgim, yüzbaşıların 9 yılda terfi ettikleri, subay terfilerinde en uzun beklenen rütbe yüzbaşılık olduğu, yüzbaşıların komuta ettiği birliklere bölük dendiğiydi.
Dersliğimize yeni bir subay geldiği için arkadaşlar gene benim tekmil vermemi önerdiler. Önce ürperdim ama sonra da yararıma olabilir düşüncesiyle kapı önüne kalktım. Kapı açık, yüzbaşı karşıdan merdivene doğrulunca kendimi toplayıp dikkat çektim: Son sınıf 29 öğrenci derse hazır komutanım!”dedim. Yüzbaşı çok yumuşak bir sesle:
-Günaydın!dedi bana dönerek:
- Rahat komutunu ver, ben öyle konuşayım!dedi. Öyle dedi ama konuşmaya başlamadan kendisi oturmamızı istedi. Kısa bir açıklama yaptı. Bu arada beni de uyardı, “Tekmil komutu sen verdiğine göre rahatı dasben verdcektin!” Yerime oturunca birden rahatladım. Yüzbaşı eski bir tanıdık gibi geldi. Yüzün baktım, içimden “Gerçekten bir tanıdık!” dedim . Ne var ki yaşamımda ben, yüzbaşı rüdbeli biri ile böylesi bir yakınlıkta konuşmamıştım. Yüzbaşı kendini tanıttı, askerlik dersinden çok kamp işlerini düzenleyeceğini anlattı. Birinci ders kamp üstüne yapılan konuşmalarla geçti. Ders arasında Asım Öğretmenin bağıra çağıra yüzbaşıyı aradığını duyduk:
- Naci yüzbaşı nerdesin gel!Naci Yüzbaşı Asım Öğretmenin odasına girdi. Bu kez cesaretim daha da arttı. İçimden; “İyi oldu, karşılamış olmam beni tanımasına yarayacak!”diyerek özellikle Asım Öğretmenle arkadaş çıkması sevincimi daha da arttırdı.
2. Derste, kendisinden öğrenmek isteklerimiz olup olmadığını sordu. Arkadaşlar sürmekte olan savaşlar üstüne sorular sordular. Yüzbaşı bu konuda fazla bir şey söyleyeneyeceğini, ancak savaşın Almanya aleyhine döndüğünü, büyük patırtılarla girdiği Kuzey Afrikadan tümden atıldığını
Kuzey Afrika'ya yerleşen A.B.D'nin Akdeniz üzerinden Avrıpa'nın karnını deleceğini, bunun son ucu olarak da Almanya'nın bu savaşı kaybedeceğini anlattı. Bu arada:
-İşi erbabı yaparsa iş işe benzer!dedi. Savaşları askerlerin yapmasının nedeni de budur. Asker, okul çağında (İlkokuldan-Erkan_Harp okuluna dek)savaşı öğrenir, siviller bu işe kalkışırsa sonuç pek iyi olmaz!”dedi. İsmet parmak kaldırdı. Osmanlı Padişahları sivil değilmiydi efendim? ”deyince Yüzbaşı:
-Efendi nin sözüne inanırsan “Değildi efendim, Osmanlı'da savaşları Yeniçeri Askeri kazanmıştı. Onlar da erinden başkomutanına dek askerdi. Padişahların savaştıkları da bir rivayettir efendim. Osmanlının kazandığı belli başlı birkaç savaşı inceleyenler , onların başarılanı askerin yaptığını görürler, efendim!'dedi. Başka soru soran olmadı. Yüzbaşı gene sözü kampa çevirdi, yakın zamanda gelip yer saptayacağını anlattı.
Yüzbaşıyı çok sevdim, arkasından hemen Asım Öğretmene gittim;odasında yoktu, sağa sola bakarken İlköğretim Müfettişi Hamit Gürsel'le Gezici Başöğretmen Mehmet Turan'ı gördüm. Yanlarında Lüleburgaz Milli Eğitim Memuru(Arıcılık öğretmenimiz )Mehmet Salih Arı da vardı. Arkalarından Müdür Bey yetişti, az durarak konuştular. Sonra yürüyüp doğru bizim dersliğe geldiler. Müdür Bey bize durumu açıkladı, gelenlerin kimler olduğunu, görevlerini anlattı;buraya geliş nedenlerini de sözlerin ekledi. Müdür Beyle Mehmet Salih Öğretmen ayrıldı. Mehmet Turan benim yanımdaki boş yere oturdu. İlköğretim Müfettişi Hamit Gürsel önce kendini tanıttı. Nereli olduğunu, nerelerde öğretmenlik kaç yıldır müfettişlik yaptığını anlattı. Müfettişlerin nasıl yetiştiklerini, nasıl koşullar altında çalıştıkları uzun uzun anlattı. Daha sonra da çantasından küçük b ir kitap çıkarıp, yasal görevlerini okudu. Müfettişlerin denetleyici, cezalandırıcı, koruyucu, yetiştirici yanlarını örneklerle anlattı. Sonra da bu dört göreve kendisinin eklediği bir görevi söyledi: - Arkadaşlık. Ders zili çalınca yanımda oturan Gezici Başöğretmen Mehmet Turan yüzüme dikkatli baktıktan sonra gülümsedi:
- Dersten sonra konuşalım!deyip ayrıldı.
2. Derste bu kez Gezici Başöğretmen, görevinin neler olduğunu, köydeki öğretmenlere nasıl yardım ettiğini, hangi konularda sıkınlar çekildiğini, çözümü zor sorunları birer birer anlattı. Anlattıklarının tümüyle Eğitmen denemesine dayandığını, bizim karşılaşacağımız sorunların daha da karmaşık olacağını üstüne bastıra bastıra anlattı. Bu arada Trakya bölgesinde çalışacakların çok şanslı olduğunu, hiç değilse öğrenci devamsızlığı gibi bir sorun olmadığını, ayrıca Kırklareli , ilinde çalışacakların bir başka kazançları da Kırklareli ilinde okul sorunlarının 90/100 hesabıyla tamamlandığını, bizlerin okul binası, okul deneme bahçesi gibi sorunlarla karşılaşmayacağımızı, bunların hazır olduğunu anlattı. Mehmet Turan Öğretmen saatine bakıp bize soru sorma zamanı ayırdı. Arkadaşlar önce üç aylıklarını nereden alacaklarını öğrenmek istediler. Müfettiş Hamit Gürsel ellerini bir birine vurarak:
-Hop;Hop, Hoooop!deyip güldü. Sonra da:
Daha atanmadınız ki? üstelik atandıktan üç ay sonra aylık alacaksınız. Ancak, size atanınca bir kez olmak üzere bir ödenek verilecek, onu soruyorsanız, bildiğim kadarıyla onu okulunuzdan alacaksınız. Bizim buradaki işimiz bir görev tanışmasıdır.
Mehmet Turan Öğretmen 10 köyü olduğunu, onları sık sık dolaştığını tekrarladı. Bu arada beni göstererek sık sık görüştüğümüzü, Eğitmen Mustafa'ya yardım ettiğimden söz etti. Müfettiş baktı, gülümseyerek. Bizim Kahvecinin oğlu, diye beni arkadaşlara gösterdi. Sonra da: “Bakın şanslı bir arkadaşınız, okulunun hemen hemen her sorunu çözülmüş bir köyü var. Orasını seçerse bir çoğunuzun karşılaşacağı zorlukları o, aşılmış bulacak!”dedi. Konuklar gidince gene : “Vay anası, vay babası gibi sözler arasında yemeğe gittik. Yemekte Naci Yüzbaşı Asım Öğretmenle Fahri Tosili Öğretmenin arasında oturuyordu. Karşılarında bayan öğretmenler vardı. Hilmi bir söz söylemeye kalktı, hemen susturdum:
-Sakın, sakın sakın!Hilmi bir süre, “ Kötü bir söz söylemeyecektim!”gibisinden direndiyse de arkadaşlar beni haklı buldular, Hilmi susmak zorunda kaldı.
Öğleden sonra Besim İyitanır Öğretmen benimle birlikte, İsmet, Sefer, Arif Kalkan arkadaşları istedi. Öteki arkadaşlar Hikmet Öğretmenle sebze bahçesine indiler. Biz, Tarım binası önünde uzunca bir süre oturduk. Besim Öğretmen bizi unuttu, diye şakalaşırken Besim Öğretmenle Mehmet Salih Arı Öğretmen geldiler. Mehmet Salih Öğretmen bize birer maske verdi, Bir kaç kez takıp çıkardık. Daha sonra kovanları fazla ırgalamadan çapraz olarak 5-6 metre ara ile sıraladık. Arıları sıralayınca Mehmet Salih Öğretmenin yaptıklarını izledik. Sıra ile arı sandıklarını açıp açıp yokladı. Arıları, elindeki tahta bıçağıyla sıyırdığı bile oldu. Zaman zaman arılara kızarmış gibi konuştu:
-Sakın edepsizlik etmeyin , sizi maskaralar sizi, size o balın hepsini yedirmem!türü çıkışlar yapınca güldük. Uzunca bir bakıştan sonra Mehmet Salih Öğretmen bize:
-Arılardan korkarsınız ama malum sözü bilirsinizdir, “Bal tutan parmak yalar!”Ben bunu biraz değiştirdim :
-Bal tutan bir parmak, bal yalamalıdır!”der “Az veren candan , çok veren maldan!”deyip ikramda bulunurum, Besim Öğretmenin izniyle!”deyip tahta bıçağıyla bize birer topak bal verdi. İçimizde en çok sakınan İsmet. Arılardan uzaklaşıp maskeleri çıkarırken İsmet'in elini arı sokmuş. İsmet;elini sallayıp ufuldanırken Mehmet Salih Öğretmen:
- Yazıııık!diye hayıflandı. İsmet gülümseyerek:
- Önemli değil öğretmenim!” deyince Mehmet Salih Öğretmen:
-Nasıl önemli değil efendim, boşu boşuna bir arı gitti! İsmet anlayamadı, şaşkın şaşkın bize bakarken Mehmet Salih öğretmen bana dönerek:
- Bir arıcık gitti değil mi! diye tekrarladı. Mehmet Salih Öğretmen bize ne denli yalansanız gene de arıklar sizin düşmanınız olmuştur, hemen uzaklaşın!diyerek bizi uyardı. Kullandığımız araç-gereci toplayık ayrıldık.
İsmet dersliğe giderken hem ufuldandı hem de söylendi:
-Adama bak, arıyı benden önemli saydı! İsmet bilmeden telaşlandı; arı sokan el, ya da ayaklarda yüzler gibi şişme olmaz, bir süre kaşındıktan sonra bir kızarıltıya dönüşür, sanra da geçip gider. İsmet gidip elini soğuk su altında tuttu. Derslikte tartışmalara karışınca elini çabucacık unuttu. Konu, gene Müfettişle Gezici Başöğretmenin anlattıklarıydı. Anlattıklarının ucunda öğretmenin gittiği köyde halkla iyi geçinme koşunu yatıyordu. Öğretmen, kendi köyünde mi yoksa yabancı köyde mi daha iyi uyum sağlar?
Tartışmalar giderek İlköğretim Müfettişi Hamit Gürsel!in konuşurken ağzının aldığı şekle;söz söylerken sağ elini sürekli sallamasına, Gezici Başöğretmenin şişmanlığına, köye geldiği zaman çok zor doyurulacağına dek uzadı. Mehmet Turan Öğretmenin bizim köye çok geldiğini, onun çok yediği üstüne bir yakınma duymadığımı söyledim. Zaten Gezici Başöğretmen ya da İlköğretim Müfettişlerinin okullara geldiğini yemeklerini de okullarda yediğini, ne yeyip içtiğini de öğretmenlerin bildiğini söyledim. Bunun da, öğretmenin becerisine bağlı olabileceğini, onları bir konuk sayıp ona göre önlem alan için bir sorun olmayacağını;bunları düşünmeyenlerin ise zaten bu işlerin her yerde(Evlerinde de) sorun olabileceğini öne sürdüm. Konuşmamdan hoşnut olmayanlar çıktı:
- Onları beslemek zorundamıyız? diyenler oldu. Bu kez de Sami Akıncı söze karıştı: “O senin bileceğin iş be kardeşim, adam senin yardımına gelmiş bir görevli. Senin işlerinin iyi yürümesi için gelmiş;köyünde yemek yiyecek bir yer yok. Onu bırakıp evine yemeğe gidebileceksen öyle yaparsın!Tüm arkadaşların gülmesi üzerine konu değişti.
Akşam yemeğinde izinli gidecek sınıfların sevinçli konuşmalarına tanık olduk. Arkadaşlar Hilmi'ye takıldılar:
-Özleyecek misin? Hilmi Yusuf'a baktı:
- Söyle şunlara bir iki laf, konu benim kadar seni de ilgilendiriyor!deyince bu kez takılmalar Yusuf'a döndü:
- Yoksa sen de mi? Bu kez de Yusuf sinirlendi;“Boş boş konuşuyorsunuz. Asıl sizin içinizden bir takım istekler geçiyor ama, bunları söyleyecek cesaretiniz yok!”deyince Yusuf'a yardımcı olmak için köyde söylenen bir sözü anlattım:
Fakir bir ailenin tek oğlu varmış. Aile fakir olduğu için tek odada, anne-baba ile oğul bir arada yatıyormuş. Delikanlı evlenme çağına geldiği sıralarda anne-baba zaman zaman oğlanın evlenmesini konu ediyormuş. Anne konuyu açınca baba sızlanıyormuş. Düğün için paramız yok, evliliği nasıl gerçekleştiririz? Bu konuşmalar giderek çarelere dönüşmüş. Bir konuşmada da çareler arasında;
“Eşeği satalım, düğünü yapalım!Anne-baba bu öneride söz birliği etmişler. Uyur gibi yapıp dinleyen oğlan mutlu olmuş. Evliliğinin gerçekleştirileceğini uman oğlan ara uzadıkça telaşlanmaya başlamış. Bir süre daha beklemiş. Bakmış ki anne-baba arasında konu konuşulmuyor merak edip sormak istemiş. Ancak soruyu doğrudan düğün ya da evlilikten üsyüne değilde eşek üstüne kurmuş. Sonunda annesine: Eşek öyküsünü neden konuşmuyorsunuz? ”diye sormuş. O gün bugündür bu söz bir deyim olarak söylenmektedir. 1-”Eşek öyküsü ya da hikayesi!”denince evlikle ilgili bir konudan kapalı olarak söz edildiği anlaşılmaktadır. Arkadaşlar bana baktı. Demediler aya burada dokunma kimeydi? Onlar sormadan ben söyledim:
-Bu, hepimiz için geçerli, her genç(/Kız ya da erkek) için, sevmek, evlenmek, beğendiği, beğeneceği kıza (Kızsa erkeğe) bakmak, ondan söz etmek hepimizin aklından geçen düşüncelerdir.
Tevfik Uğurlu elinde bir liste ile geldi. Üstümde dört kitap yazılıymış. Dört değil beş kitap diye düzeltme yaptım. Tevfik izinli gidiyormuş, bir süre konuştuk. Kitaplardan biri aşağıdaki Yatakhane dolabımda (Pedagoji)ötekileri yanımdaydı onları hemen verdim. (Pedagoji Tarihi-Edebi Yeniliğimiz-Edebiyat Tarihi Dersleri-Damga)Tevfik, Damga romanını yazmamışmış: “İki gündür onu aradım, ödemeye hazırlanmıştım!”dedi. Bir süre Damga romanı üstüne konuştuk. Ben, Damga'yı pek sevmediğimi anlattım. Özellikle başka romanlarda okuduğum öyküleri andıran taraflar olduğunu b lirttim. Tevfik bana katılmadı; “ Bir birine benzeyen olayların olabileceğini, söz gelimi her devirde kız kaçırma olduğunu, bunu önemseyen insanların karşılaştığı bir kız kaçırma olayını anlatabilec eğini öne sürdü. . Tevfik başka örnekler de verdi, savaşlarda yaralananları, denizlerde fırtınaya tutulanları anlatınca benzerlik kaçınılmaz olacağını savundu. Sözü uzatmamak için sustum ama benim söylediğim o değildi, Damga!daki İffet Bey tıpkı Stendhal'ın Kırmızı ve Siyah romanındakitaki Julien'e benziyor;genç, yakışıklı oldukça da haylaz olmasına karşın varlıklı Cemal Kerim Beyin çocuklarına ders veriyor. Cemil Kerim Bey de M. de Renal gibi özel öğretmen İffet Beyle ilgilenmiyor. Mdame de Renal gibi genç, güzel anne Bayan Vedia, İffet Bey'le önce ucundan ucundan sonra Julien ile Madame de Renal durumuna geliyorlar.
Tevfik gidince Müzik defterimi açıp müzik işaretlerini gözden geçirdim. Önce sözleri sıraladım:Andante, Allegro, Allegretto, Adagio, Andantino, Rondo, Scherzo bunlar, parçaların hızlı-yavaş çalınmasını bildiriyor. Birde parçaların tür adları var:Serenad, Şarkı, Marş, Sonat, Senfoni. . Ayrıca Konser, Solo, Opera gibi adlar var. Yrın gidebilirsek bir konser dinleyeceğiz. Köydeki plakları anımsadım, onların söyledikleri ne acaba? Belki onlar da konserdir.
Yatınca İlköğretim Müfettişi Hamit Gürsel'i düşündüm. Soyadı Gürsel, Matematik Öğretmenim Ahmet Gürsel'i anımsatıyor. Oysa hiç bir ilgisi yok, ne yüzü ne konuşması ne de anlattığı konular arasında bir yakınlık yok. Ama ikisi de Gürsel. Naci Yüzbaşı şimdiye dek gelen subaylar içinde bence en iyisi. Görünüşü gibi konuşması da çok ölçülü. Dikkat ettim hiç “Ben!”demedi. Hele savaşın uzaması, bitmesi üstüne kesin bir şey demedi. Lüleburgaz'ı iyi bildiğini söyledi: “Lüleburgazlı değilim ama Lüleburgazlı sayılırım!”deyişi niçindi? Orasını pek anlamadım. ;yoksa Lüleburgaz'dan mı evli? Merak ettim, Asım Öğretmen bilir, ondan öğrenirim!Lüleburgaz'dan evliyse eniştremiz sayılır. Belki o da öyle düşündüğü için bize yumuşak davranıyor. “Kamp işleriyle ilgileniyorum!”dediğine göre sanırım kamp komutanı da odur. Yüzbaşı Naci!Asım Öğretmenin söylemiyle Topçu Yüzbaşısı Naci Algon!Algon ne anlamna geliyor acaba?
15 Mayıs 1943 Cumartesi
İzinli gidecek sınıflardan kimileri erken uyanmış, hemşerilerine gelip gidiyor. Kızanlar oldu:”
-Uykumuzu böldünüz!Zilin çaldığı söylendi ama inanamadım; saatime baktım, geçiyor. Öğretmenlerden gelen olmadı. Ahmet Güner'le koşarak gittik. Bizi görenler gelip halkaya girdi. Timurağa'dan başlayarak arka arkaya, Trakya, Hoşbilezik, Sivas, Merzifon halaylarını hızlı çalarak halkaya girenleri biraz terlettim.
Dersliğe dönünce, Müzik dersi yapılıp yapılmayacağını bana sordular. Derslik de yatakhanede o gibi gelip gidenlerle oldu-taştı. Dışarlşarda kimse:
-Durun , susun demediği için oldukça curcunalı bir saat geçti.
Kahvaltıda Eğitimbaşı izinli gideceklere kuralları anımsattı. Kız öğrencilerin ailelerinden gelen olursa tek olarak ayrılabileceklerini özellikle duyuruldu. Aynı yöne gideceklerin grup oluşturacağını, toplu olarak gidecekleri konusunda uyarıldılar.
Bizim masada bu uyarılar ele alındı, Yusuf Asıl:
Burada istendiği kadar uyarılsın, trene binince herkes bir yana çekiyor, hele istasyona inince kimse kimseyi görmüyor! Salih Baydemir Yusuf'a sordu:
Hemşerine arkadaşlık etmiyor musun? Yusuf söyleyeceği sözü hazırlarken Mehmet Aygün: -Ne diyorsun? Yusuf'un hemşerisi Yusuf'tan yardım istemez; tersine Yusuf'a yardım eder!Yusuf bir süre Mehmet'e baktı. Küçümseyen bir tavırla:
-Hey oğlum Mehmet Aygün, sen Yusuf'u hala o küçük Yusuf sanıyorsun, Yusuf 2 ay sonra Büyük Manikanın Başöğretmeni olacak!dedi.
Tartışma beklerken kahkahayla güldük “Büyük Manika Köyü Başöğretmeni Yusuf Asıl!. Düşsel mektuplar sıralandı: Bay Yusuf Asıl-Büyük Manika Köyü Başöğretmeni. Mehmet Aygün gene de susmadı:
-Bir karışıklık olmaması için parantez içine, “Eski Küçük Yusuf!”yazabilir miyim? diye sordu. Bir süre tartışıldıktan sonra eski yerine “Bizim Küçük Yusuf” yazınmasına karar verildi. Yusus Asıl'ın adresi: Bay Yusuf Asıl(Bizim Küçük Yusuf)Büyük Manika Köyü Başöğretmeni-Saray/Tekirdağ
Arkadaşlar ders var mı yok mu yaygarası yaparken;Asım Öğretmen zil çalınca derse geldi. Önce bir mandolin istedi. Dersliğimizde kimsede mandolin yoktu. Asım Öğretmen önce şaşırdı: “Ne o, siz öğretmenlikten vaz mı geçtiniz yoksa? diye takıldı. Koşup öğretmenin mandolinini getirdim. Numara sırasıyla mandolin çaldırdı. Çaldırdıklarını artı, eksi (+, - )işaretleriyle değerlendirdi. 7, 15, 18, 26, 42, 44, 53, 60, 63, 73, 74, 77, 78 13 arkadaşın eksi almıştı. Asım Öğretmen:
- Açık konuşan bir insanım, sizin sınavlarınız biraz geriye bırakıldığına göre ben ayrılmış olacağım. Sınavlardaki durumunuzu bilmem ama, eğer benden şimdiki durumunuz sorulursa kesinlikle olumlu not vermeyeceğim, bunu bilin!dedi. Mandolini İdris Destan 'a verdi. İstediğini çalmasını söyledi. İdris Destan, Hendekte Bir Tavşan , Yalancı, Uçurtmam çocuk şarkılarını çaldı. Asım Öğretmen, “Yapacağınız işte bu kadar. Bunu da yapamayacaksınız, siz şimdiden yön değiştirmek zorundasınız. Unutmayın ki sizden daha zor işler bekleniyor. Bunu bekleyenler yakanızı bırakmayacaklardır. Ben de öğretmen olmak için okudum. İlköğretim Müfettişini teftişime geldiğinde gördüm. Oysa siz burada gördünüz. Üstelik müfettiş geldi size açıklama yaptı, bilgiler verdi. Bunların hesabını sizden isteyecekler, benden söylemesi”. . . . deyip akordiyonu aldı Tarlalarda Altınbaşaklar'dan başlayarak, Avcılar, Gül, Papatya, Sonbahar, Kurumuş Dallar, Gemiciler, Tunca, Arda Güzel Meriç, şarkılarını, Ankara, Dağlar, Karadeniz, Dumlupınar marşlarını canlı canlı söyletti. Zil çalınca Asım Öğretmenin ardından Talat Tarkan Öğretmen geldi, sessiz sakin sıraları koridora sıralamamızı söyledi. Bizim istediğimiz derslik boşalınca oraya yerleştirmek üzere sıraları koridora sıraladık. Bizim derslik bu kez Öğretmenler Odası oldu.
Bayrak Töreninde gene izinli gideceklere anımsatmalar yapıldı. Haftalık nöbet değişiklikleri duyuruldu. Yeni günlük programın pazartesi uygulanacağı anımsatıldı.
Öğle yemeği güzel çıktı:Tas kebabı, pirinç pilavı, revani. Gerekçe hazır:
-İzine gidenler, evlerine varınca bunu söyleyecekler. Evlerindekiler de hep öyle yediğimizi düşünüp sevinecekler. Arkadaşlar böyle söyleyince sordum:
-Peki, bunların anne-babaları çocuklarının boylarına bakmıyor, kilolarını sormuyorlar mı? Arkadaşlar şaşırdı, hemen bana:
-Senin baban soruyor mu? İsmet'i tanık gösterdim. Bizim dükkanın baskülü var, ben her gidişimde tartılırım. İsmet bize geldiğin babam, onu hemen basküle götürüp tartar. Sonraki tartışındaki değişikliği de söyler. Mehmet Aygün:
-Ohoooo!benim kaç kilo olduğumu hiç kimse sormaz. Boyum için de, ara sıra Mehmet boy atmış değil mi? deyip geçerler! Harun kendisinin tartıldığını söyledi.
Yemekten sonra birinci kat doğu taraftaki ilk dersliğimize taşındın. Umurca tarafındaki çadırlara gitmek üzere saat 14'00 kararı almıştık, bekleşirken gidenlerin arkasından baktık kaldık. Merdivene çıktığım bir sırada Röslein'le karşılaştım bizim köye gideceğini söyledi. Takıldığını bildiğim için:
- Selam söyle!deyince “Selamı yalnız kendi köyüne mi gönderirsin? diye sordu. Afallar gibi oldum:
- Hayır, götürmezsin diye çekindiğimden öyle söyledim; gerçekte ise, senin benim tüm tanıdıklarımıza, köylerimizde bulunan herkese gönülden selamlar! dedim. Arkasından gelenler oldu, el sallayıp ayrıldı. Arkasından üzülür gibi oldum: “Sanırım söylemem gereken sözleri bulup, yerli yerinde söyleyemiyorum;söylemiş olsam ayrılınca böyle üzülmem!Hilmi Mehmet Aygün'ü de kandırmış, böylece beş arkadaş olduk. Asım Öğretmene baktım, gitmiş. Arkadaşları çağırıp onlara piyano çaldım. Beethoven'n Köstebek parçasını çaldım, Almanca kitabından olduğunu söyleyerek Röslein şarkısını çaldım. Konuşa konuşa yola çıktık. Lülerurgaz yokuşuna varınca bir araba yolundan Umurca Tepeleri yönüne döndük. Ben, biliyorum demiştim ama neyi bildiğimi de pek bilmiyordum. Araba yolu bizi tam da çadırlara götürdü. Bizim okuldan beş-on çadır görünmesine karşın arka çukurlukta neredeyse 80-90 çadır varmış. Bektaş Ağabeyimi görmeye gittiğimde Kavaklı'da gördüğüm gibi kocaman bir çadır- kahve(Lokal) önünde durduk. Asker görevliler koşup ilgilendiler. Asım Öğretmenden söz ettim ama askerler biraz çekimser durdular. Bir çavuş geldi, niçin geldiğimizi sordu, Ben müzik, radyo, konser deyince çavuş güldü: “Gelin birer çay için!deyip bizi büyük çadırın altındaki bir masaya oturttu. Bir askeri de adını söylediği bir yere gönderdi. Çaylarımızı bitirirken asker geldi, bizi az ilerdeki bir çadıra götürdü. O da büyükçe bir çadır ama perde gibi sarkan etekleri var. Çadırın bitişiğinde oldukça büyük bir masa üstün radyo. Radyoda yüksek sesle konuşan biri var. Asım Öğretmen bizi radyo masasının az ilerisin de bir yere oturttu: “Sıkılırsanız şuradan arkaya geçersiniz!”deyip çadırın arkasındaki boş bir çukurluğu gösterdi. Radyoda konuşan adam Piyano çalacak kişinin adını söyledi:
ALFRED CORTOT gürültülü seslerle birlikte alkışlar koptu. Sesler birden kesilince oldukça sesli olarak piyano çalmaya başladı. Sonra sonra su gibi akan sesler geldi. Uzun süre aynı sesler ya da benzerleri tekrarlandı. Bitti mi yoksa kesildi mi? Gene bir alkış koptu. Bu kez bir başka parça başladı. Bu parça uzunca bir zaman sürdü. Ben hiç sıkılmadım ama İsmet'in sıkılabileceğini düşünerek işaret ettim. İsmet sıkılmamış besbelli beni susturdu. Gene alkışlar geldi. Bir kaç kez alkışlandıktan sonra çok hoşuma giden bir başka parça çalındı. Onu daha dikkatle izledim. Oldukça uzun sürdü. Ha bitti ha bitecek derken birden salt benim bildiğim değil tüm Türkiye'de radyo dinleyenlerin tanıdığı Mozart'ın Türk Marşı çıktı. Onu arkadaşlar da bildiği için yüzleri birden gülümsedi. Çalanın adı tekrarlandı:ALFRED CORTOT!Almanya'dan gelen(Kendisi Fransız olmasına karşın neden Almanya'dan geldi, dendiğini anlayamadım) büyük bir piyanistmiş. Asım Öğretmenle iki üsteğmen konuşurken biz ayrıldık. Üsteğmenin birinin adı Hüsnü imiş. Gülerek, içimizde Hüsnü olup olmadığını sordu. Okuldaki arkadaşlarımız içinde olduğunu söyleyince:
-Gelecek cumartesi onu da getiririn!dedi. Üsteğmenin bunu, bizim gönlümüzü almak için söylediğini bile bile sevindik. Asım Öğretmen, akşam gelmeyeceğini söyledi. İşte bu benim için güzel bir haber oldu, konserde dinlediğim piyanist gibi çalma düşüyle yola çıktım. Yolda konumuz, önce piyano çalan kişinin ta Almanya'dan gelip Ankara radyosunda çalması, arkasından Almanya'nın Türkçe Haberler arasında çalınan parçanın daha uzununu o piyanistin de çalması oldu. Konuşurken bir de hata yaptık;yolu kısaltmak için düz gibi görünen okul tarafı bayırdan yürüdük. Göze düz görünen yerlerin derin olmamakla birlikte çok engebeli olduğunu gördük. Bir ara geri dönmeyi bile düşündük. Sonra da su akağına inip suyu izleyerek asfalta çıktık. Giderken bir saatte aldığımız yolu dönüşte iki saate çıkardık. Dersliğe girince yorgunluğumuz hemen geçti. Yeni dersliğimizin pencerelerinden okul önü gibi asfalttan gelip geçenler de rahat görünüyor. Bütün kış arka derslikte kapalı kaldığımızı anarak gülüştük. Arkadaşlar, top sahasına gitmek için kalkınca ben de piyano başına oturup boyumun ölçüsünü aldım: “Nerde radyodaki piyanonun sesi, nerde benim tıngırtılarım!” dememe karşın uzun süre piyano başında oturdum. Akordiyonla çok rahat çıkardığım Türk Marşı'nın bir bölümünü piyanoda denedim. “Kaşık tıkırtısı gibi” diye kendi kendime bir benzetme yapıp güldüm.
Serbest okuma saatinde okuma falan kalmadı. Sami Akıncı dışında kimse kitap açmıyor. Sami sürekli Almanca, Matematik (Cebir-Geometri)kitaplarını karıştırıyor. Yanında oturan sıra arkadaşı Mustafa Saatçı ise elini kitaba sürmüyor. Onların sırasına bakan, Sami'nin başını kitaba eğik, Mustafa'nın başının ise fırıldak gibi etrafa baktığını görüyor. Bu nedenle Mehmet Yücel Sami ile Mustafa için bir öneride bulundu:
- Biz Mustafa'ya yanlış olarak Hafız sıfatı kullanmışız, Sami'ye Hafız, Mustafa'ya da Fırıldak!diyelim. Mustafa Saatçı fırıldak sözüne çok kızdı, fırıldak dönek insanlara denirmiş. O dönek değilmiş, SS'ye tutulmuş, sonuna dek öyle kalacağına göre Dönek olamazmış.
Yemekte boş masaları görünce herkes bir şey söyledi. Ben de Yusuf Asıl'ın sözüne takıldım. Yusuf, sanırım boş bulundu:
-Hasanoğlan'dayken bu kadardık!dedi. Ben de:
-Dikkat et, yanlışın var! deyince Yusuf, “Ne yanlışı? ”diye sordu. Hasanoğlan'dan bu yana salt 1. sınıf eklendi, onların da sayısı 40 kişi. Oysa bugün gidenler 100 kişi!”deyince Yusuf: “Haklısın!”deyip sustu. Nöbetçi arkadaşımız bizim masaya geldi. Aklımda Hüsnü'ye söyleyecek bir sözüm vardı, şamatalar arasında unuttum. Arkadaş gelince de birden toparlayamadım. Hilmi unutmamış:
-Adaşın seni cumartesi günü çadırlara çağırdı!dedi. Hüsnü alay ediyor sandı:
-Benim çadırcılarla bir ilişkim yok, onlar seni çağırmıştır!yanıtını verip gitti. Hüsnü çadır, denince sanırım Çingene çadırlarını anladı. Hilmi kendi kendine sinirlendi:
- Ben adam olmam, bir sözü bile arkadaşa doğru dürüst söyleyemedim!deyip dizine vurdu.
Hüsnü dersliğe gelince durumu anlattık. Bu kez de Hüsnü bizden kuşkulandı:
- Hilmi'yi korumak için böyle bir olay kurdunuz!dedi. Hasan Üner yemin ederek olayı anlatınca, Hüsnü yumuşadı, söylediği kötü sözleri geri aldığını söyleyip Hilmi'nin boynuna sarılarak özür diledi.
Söz dönüp dolaşık tatile dayandı. Tatil matil derken okuldan tümden ayrılmadan söz edince bir birimizden ayrılma hüznü başladı. Kim kiminle yakın olacak, kim nasıl bir yaşam çizelgesi çizecek türü olasılıklardan söz edildi. Ben, en kararlılardan biriyim, köye dönmeyeceğim. Müdür Beyin geçmiş günlerde sözlediği bir sözü arkadaşlar da ciddiye almışlar: “Koskoca okul Müdürü boş konuşmaz, deyip benim Yüksek Bölüme seçileceğime herkes inanıyormuş. Arkadaşların böyle konuşması çok hoşuma gitti.
Yatınca, sanki yeni bir haber almış gibi yerimde bir süre dönüp durdum. Oysa ortalıkta yeni bir durum yoktu. Tersine üzülmüştüm. Örneğin Röslein ile daha değişik konuşabilirdim. İnandırıcı bir neden uydurup Lüleburgaz'a gider, çarşıda falan karşılaşma olanağı yaratabilirdim. Salt okuyabilme haberi beni sevindirdiğine göre değişmez amacımın okumak olduğunu saptamam gerektiğini bir kez daha düşündüm:
YÜKSEK BÖLÜMDE OKUMANIN DIŞINDA BAŞKA HİÇBİR ŞEY BENİ MUTLU ETMEYECEKTİR!Doğru mu, yoksa yanlış bir karar mı? Orasını tam kestiremedim ama verdiğim bu karar beni rahatlattı.
16 Mayıs 1943 Pazar
Zilden önce uyandım. Birileri konuşuyor; “Neden uyandın? ”Yanıt ilginç:
-Öksürükten, kendi öksürüğümden uyandım!Öteki ses uyarıcı:
- Cıgarayı eksilt!İkinci sese dikkat ettim, öksüren Ahmet Güner, benim oyuncu arkadaşım. Arada sigara tütütürdüğünü hep duyardım ama, bu denli sigaraya sarıldığını hiç düşünmüyordum. Konuşmaları duydum ama sustum. Az sonra zil çaldı, Ahmet'le birlikte okul önüne çıktık. Bu sabah sayımız az, tek bizim sınıf. Birkaç kişi de katılmadı. İstek üzerine Harmadalı ile Merzifon Halayını çaldım. Sınıfın yarıya yakını oldukça düzgün oynuyor. Ben zaten oyunları iki türlü algılamaktayım. 20 dolayında oyunu yazdığım için nasıl oynanacağını biliyorum. Müziği düzgün çalınınca bunların hepsini oynuyorum. Aynı oyunları, Ahmet Güner ya da Yusuf Asıl'la ikişer ikişer de oynayabiliyorum. Böyleyken 10-15 kişilik gruplara karışınca tek oynadığım rahatlıkta olamayacağımı düşünüyorum. Grup oyunlarında, tekte olduğu gibi rahat olamayacağımı biliyorum. Grup çalışmalarında arkadaşların yaptığı hataları biraz da bu açıdan hoş görüyorum. Oyun, görünürde tamam ama görüntülerde uyum karışıklığı kendini belirtiyor. Bu da oyunun genel durumunu etkiliyor. Oysa kişiler, oyun figürlerini doğru yapmış oluylor. Ne varki kişilerin hareketlerindeki ağır ya da ivedi farklılıklar, genel görüntüyü kusurlu gösteriyor.
Erkenden Asım Öğretmenin odasına gidip bir süre çalıştım. Türk Marşını piyanoda gene denedim;hiç beğenmedim. . .
Kahvaltıda Hilmi Tekirdağ'ı övdü. Deniz güzelmiş, balık bolmuş, üzüm, karpuz, kavun hesapsızmış. Hilmi'ye takıldım:
-Deniz üstüne kurulmuş 5 Evlerden birinde oturursan, sıcaklarda ayaklarını da denize salarsın!dedim. Hasan Üner, yanlışımı buldu; “O dediğin deniz üstündeki evlerin adı 9 Evlerdir. Sana kim söylemişse yanlış söylemiş!”dedi. Düşündüm;bana onların 5 Evler, dendiğini anımsamadım. Evleri ben kendim saymıştım;demek ki yanlış saymışım. Önemli olan demek istediğimi anlamış olmanız;işte o evlerde oturursa ayaklarını sıcaklarda denize sarkıtabilir. Bu kez de Hasan'a, “İstersen sen de konuk gider, 9 Evlerde kalırsın!”deyince Hasan alındı; “Benim öyle bir niyetim yok. Benim köyüm Dedecik yazları çok serindir, kışları da sıcak olur;o bakımdan köyümde kalacağım. Olmayacak duaya “Amin” demek istemem!”Hasan'ın konuşması Hilmi'nin de hoşuna gitmedi. Bu kez de ortaya:
-Olacakları biliyorsanız, söyledeyin de onları konuşalım!deyince Salih Baydemir:
- Olacakları ben biliyorum, yarın marangozu, duvarcısı bizde yok ama 4. sınıflarda var, demircisi ayırım gözetmeden çatıya çıkacak, önce kiremitleri indirecek sonra çatıyı söküp duvarları yükseltecek!dedi.
Talat Tarkan Öğretmen geldi nöbetçi Ahmet Güner'e duyur yaptırdı. “Son sınıflar öğleye dek banyolarını yapmış olacak, öteki sınıflar, zil çalınca dersliklerin de toplanacak!Dersliklerinde toplanacaklara iş verileceğini düşünerek masadan kalktık:
-Öğleden sonra bize de iş göründü!İsmet arkamdan yetişti, “Dayı, gel Yeni Bedir'e gidelim!”İzin ala mayacağımızı söyleyince İsmet:
Kahvaltıya gitmediğimizi, erkenden köye gittiğimizi söyleriz!İsmet böyle dedi ama bunun olamayacağını da olmayacağını biliyordu. Az sonra sözünden vazgeçip dersliğe döndü. Ben, Asım Öğretmenin odasında piyano çalıştım. Asım Öğretmenin Diabelli Rondo'sunu tek elle çaldım. Dışarısı takır tukur, sesten yıkılıyor. Bir taraftan derslik sıraları, bir taraftan da çift ranzalar alt kata taşınıyor. Yatakhanenin bir tarafı okul bişnasına taşınmaya başlanmış.
2. Grupla banyoya girdim.
Öğle yemeğinde gözlerimiz gibi kulaklarımız da Öğretmen masalarında oldu. Öğretmenler geldi gitti ama duyuru yapılmadı. Öteki sınıfların taşıma işi öğleden sonra da sürdü.
İsmet'in istediğini rahatça yerine getirdik. Bize katılan arkadaşlarla Yeni Bedir'e gittik. Kamber Amcama uğradım, kendisi yoktu, yengemle konuşup ayrıldım. Arkadaşlarla İstanbul tarafına doğru bir süre gidip döndük. Okula uzaktan bakıp düşler kurduk. Örneğin ben İstanbul ya da Çorlu'ya gidip otobüsle dönerken okulu görünce neler anımsayacağım!. . Mehmet Aygün'e göre ben, önce İsmet'i an ımsayacakmışım. Mehmet Aygün hemen nedenini de açıkladı. Çünkü İsmet sık sık benimle gelip yiyeceklerime ortak oluyormuş. Ben farkında olmadan kıskançlık duymuş olabilirmişim. Artezyene uğradık, su içtik. Artezyenin hemen yanında İDİL SUYU yazısı. Bu yazı daha güzel yazılamaz mı? Yanıt:
-Geçici olarak konmuştur!Hemen bir yanıt;geçici olabilir ama belkide yerine yeni müğdürün adı yazılır. ”ÇÜŞ!”diyen oldu. Ben de Kamber Amcamın bir kaç kez söylediğini tekrarladım. Artezyenin ortağı var. Müdürümüz Nejat İdil, çalışıp çıkarttı ama oranın toprağı Yeni Bedirlilerin. Böylece on larfın da orada hakkı var. Kamber Amcam 'a göre o suyun adı İdil Suyu olarak kalacak. Böylece Nejat İdil bura insanlarınca hep saygıyla anılacak. Arkadaşlar buna çok sevindiler:
-ÖYLEYSE B U YAZI DEĞİŞSE DE AD, SONSUZA DEK İDİL OLARAK KALACAK!
Düşsel kararalar alındı; “Çalışacağımız köylerde ilk olarak birer artezyen açtıracağız.
Okula yönelirken Son Askerlik dersimize gelen Yüzbaşının Kamp kurulacağını söylediği yere baktık. Bizim düşlediğimiz kamp için hiç de elverişli değil.
Kapıdan girerken Asım Öğretmenle karşılaştım; “Uykusuzum, Talat Tarkan Öğretmene söyledim, töreni birlikte yapacaksınız, akordiyonu al!”dedi. Akordiyonu alıp dersliğe gittim. Arkadaşların tavrı çok değişmiş, ilgiyle dinlediler, Sefer Tunca, Arif Kalkan, Yakup Tanrıkulu, Recep Kocaman akordiyon almaya karar verdiler. Sefer Tunca: “Şaka değil, çalışsam öğrenebilir miyim? deyince güldüm:
İçinizde müzik açısından en yeteneksiz benim, öyleyken az da olsa öğrendim. Sizler benim dört yılda öğrendiğimi bir yılda geçersiniz! dedim. Arkadaşlar gülüştüler. Söze hiç karışmayan Sami Akıncı tepki gösterdi:
İçtenlikli değilsin, senin kazandıklarını ben kendi adıma söyleyeyim, yaşamımın sonuna dek çalışsam kazanamam!dedi. Sami'ye sağduyusuna, içtenliğine çok güvendiğimden duraksayıp toparlandım:
O zaman ben, işin içinde olduğumdan belki doğru bir değerlendirme yapamıyorum. Gene de söyleyeceğim, “Deneyince göreceksini, akordiyonu öğrenmek mandolinden daha kolay. Özellikle okul şarkılarını çalmak için bir aylık bir çalışma yeterli olacaktır!”
Bayrak Töreni'ni aksatmadan yaptık. Talat Tarkan Öğretmen Haftalık Programı okudu. Sabah oyunları ile sabah derslik çalışmaları bir süre için kaldırılmış. Oyunlar, dönüşümlü tatil süreci sonunda gene programa alınacakmış. Onun yerine işlere rahat hazırlanmak için daha uzun aralıklar konmuş. Pek anlamadık ama günlük program, dersliklere, genel sergi tahtasına konacağı için önemsemedik. Ben ne sevindim ne de üzüldüm. Yusuf'la Ahmet üzüldüler. Üzülmekte bir bakıma haklılar, öğreteceklerini öğretemediler. Ben başka türlü düşünüyorum; “Hasanoğlan'a gitmeden önce bizim okulda hiç oyun oynanmıyordu. Bir ya da iki kez Yakup Tanrıkulu arkadaşımız şakalaşırken Trakya Horası ya da Halayı denen oyunu kısa kısa oynamıştı. Zeybek oyunları için ben plaktan Sarı Zeybeği biliyordum. Hidayet Gülen Öğretmen gelince mandolinle Harmandalı'yı çaldı. Harmandalı'nın müziği benim çok hoşuma gitti, kısa sürede akordiyonla çaldım. Bir keresinde ise Hidayet Öğretmen:
Sen beni eski günlere götürüyorsun İbrahim!dedikten sonra Harmandalı oyununun bir bölümünü oynadı. Hidayet Gülen Öğretmenin oynayışı bizi çok etkilemişti. Hasanoğlan'a Eskişehir/Çifteler ekibi geldiğinde oynadıkları oyunlar arasında Harmandalı da vardı. Bunu görünce ben onlara akordiyonla Harmandadı çalmaya başladım. Ekipteki arkadaşlardan Mustafa Atavcı ile arkadaş olduk. Meğer Mustafa 10 kadar oyun biliyormuş, bunları bana öğretebileceğini söyledi. Hasanoğlan'daki yemekhane arkasında Külhan denilen kapalı bir yer peydahlayıp orada çalışmaya başladık. Biz çalışmaya başlayınca çağrım üzerine Yusuf Asıl'la Ahmet Güner de katıldı. Mustafa Atavcı, hem öğretti hem de ayrıntılı olarak zaman zaman resimler çizerek ayak, kol, baş duruşlarını gösterdi. Bundan cesaret alarak daha sonra gelen asıl zeybek oyunlarının kaynağı sayılan İzmir/Kızılçullu ekibini bu kez de ben bırakmadım. Önce onların Ekip Yöneticini İsmail Öğretmenle ilişki kurup onun seçtiği öğrencilerle tanıştım. Onlarda da akordiyon çalan varmış anlaşmamız kolay oldu. Akordiyon çalan Yaşar(Yaşar Özgül) başka arkadaşlar(Hüseyin Atmaca, Ekrem Ula) seçti. Onlar aracılığiyle Mustafa'dan öğrendiklerimizi perçinledik. Bu kez de onlardan Arpazlı, Güvende, Dağlı zeybeklerini öğrendik. Halaylar için böyle bir ayrı çalışmaya gerek kalmadı, onları akşamları yattığımız çadır önündeki köy okulu bahçesinde birlikte oynayarak öğreniyorduk. Pazarörenlilerden, Timurağa, Sivas Ağırlaması(Ardarda üç oyun)Kastmonu/Gölköylülerdem Sepetçioğlu-Çıtırdak, Samsun /Ladiklilerden Mefrzifon Halayı, M alatya/Akçadağlılardan, Seyhan/Haruniyelilerden, Kocaeli/Arifiyelilerden, Balıkesir/Savaştepelilerden, Iskarta/Gönenlilerden birer ikişer oyun ekleyerek bu sayıyı 20'ye çıkarmıştık. Hasanoğlan'da biz bu işe girişince Hidayet Öğretmen bizi cesaretlendirmişti:
Siz, çeşmenin başındasınız, çeşmeye gelen sizinle ilişki kurmak zorunda. Gelenden gidenden yararlanırsanız, sizde büyük bir birikim olur. Bu birikim ilerde gelip gidenlerin çok işine yarar!demişti. O nedenle biz bu oyunların Kepirtepe'de öteki Köy Enstitüleri'nden daha çok olmasına çalışıyorduk. Ne var ki bizim arkadaşlar Hasanoğlan'da olduğu gibi burada da bize yardımcı olmadılar. Onlar yardımcı olmayınca oyunları yaygınlaştıramadık. Gösterebildiğimiz kadar, öteki sınıflardan arkadaşlara gösterdik. Onlar çalışıp bizden biraz daha çok arkadaşa öğretirler. Böyle böyle Hidayet Gülen Öğretmenin dediği bizim oyun çeşmsi güçlü akar, oyunlar tüm Trakya'da yaygınlaşır. Gerçekte bizi dizginleyen salt arkadaşlarımız değildi, giden yöneticiler de bize istediğimiz yardımı yapmadı. Oyunları sevmediklerinden değil yersizlikten, öğretmensizlikten böyle davrandıklarını biliyoruz. Ancak Milli Eğigim Bakanlığı arkadaşlarımızdan bunları, bundan sonra görev olarak isteyecek. Müdür Bey açık açık söyledi:
Müfettişlerin verecekleri raporlara göre Yaz Oyun Kursları açacağız!dedi. İsmet'in, Mehmet Başaran'ın, Ali Önol'un, Mustafa Saatçı'nın, Fettah Biricik'in oyun oynamak için kursa çağırıldığını duyunca çok sevineceğim. Ben bunları anlatınca gülenler gibi kızanlar da oldu. Yeğenim İsmet gene kolayına kaçtı:
Dayı seni çağırırım, Yusuf Asıl da benim sözünden çıkamaz, ben bu sorunu böyle çözerim!Bu kez de arkadaşlar güldüler:
Konu çözüldü;İsmet öğrenince bize de öğretir!Arkadaşlar böyled söyleyip gülüşürken İsmet bu kez işi iyice İsmet işi iyice çıkmaza sürükledi. O, bizi kendisi için değil, çocuklara öğretmek için çağıracakmış. Eğer arkadaşlar sabrederse İsmet, onlara;bizden oyun öğrenmen öğrencilerini gönderecekmiş. İş böyle cıvıyınca cuma günü gelen İlköğretim Müfettişi Hamit Gürsel'in konuşmasını anımsattım:
Adamın iki sözünden biri “Ben” oluyor. Ayrıca elleri ileri geri oynayıp duruyor. Ya kızar da Müdür Beyin anlattığı müfettişler gibi yaparsa!Bir kaç kişi birden Müdür Beyin ne zaman ne anlattığını sordu. Olayı anımsattım “Köyde kiremit, tuğla ocağı olmasına karşın öğretmen Hayat Bilgisi Dersinde kirmitleri, tuğlaların çarşıdan alındığını anlatmış!” deyince arkadaşlar hep güldüler, “Biz onu unutmuşuz!”
Arkadaşların eski alışkanlığı geri geldi;yoldan geçen kamyon ya da otobüsler okulun önünde karışılaşınca sağlı sollu direksiyon kırık ortayı açıyorlar. Bu tür karşılaşmalarda bazan bizim derslik camlarına ışık vuruyor. Böyle bir ışık uyarısı kimilerini pencerelere üşüşmesine neden oluyor. Bu gece bu çok oldu. Ben gene eski köşeme oturdum. En geride sol köşede. Önümde kara tahta ile büyük Türkiye Haritası var, baksam baksam onlara bakıyorum. Sırada gene tek oturuyorum. Mehmet Yücel gelmek istedi, sonra vazgeçti, İsmet'le Asfalt tarafındaki köşeyi seçtiler. Oradan hem asfaltı hem de kapıdan gelenleri göreceklermiş.
Hasan Üner, Goethe'nin Werther'in Iztırapları'nı ikinci kez okuyormuş. Okuduğumu söyledim. Hasan : “Biliyorum, zaten onu bildiğim için geldim!”dedi: “Bir insan sevdiğinin yanında böyle durabilir mi? Sevdiği kız, kızın nişanlısı ya da sözlüsü böylesini yanlarında tutabilir mi? ”diye sordu. Hasan'a baktım gerçekten benden yanıt bekliyor. “Tutamaz, kime sorsan böyle der. Ancak kitabın yazdığına göre biri bu olmazı yapmış. Onda da zavallı aşık kendini öldürdüğü için bu kitap yazılmış!”dedim. Hasan kahkahayla güldü;“Onu, ben de biliyorum arkadaş, o kendini öldüren kişi, öldürmeden önce o yazdıklarını yazacak kadar nasıl yaşadı? ”Buna da ben güldüm.
Hasan'la yemekte de bakışarak güldük. Arkadaşlar neden güldüğümüzü sorunca Hasan anlattı. Masadaki arkadaşlardan Werther'in Iztıraplarını okuyan çıkmadı. Hasan kitabı özetledi. Hilmi öyle kitpların okunmasına karşı olduğunu söyleyince bu kez de Harun Özçelik: “Öyle kitapları okumazsan, öyle filmleri izlemezsen sen aşkın ne olduğunu bilemezsin!”Hilmi bir süre Harun'un yüzüne baktıktan sonra:
-Anam babam, hepimizin anaları babaları aşkı kitaplardan filmlerden mi öğrendi?
-diye sordu. Arkadaşlar önce sustular, sonra da bana baktılar. Hilmi'n in yanlış düşüncesini, onu kırmadan düzeltmek için:
- Anne-babalarımız birbirini seven insanar olarak evlenmiş, bizler doğmuşuz. Dünyada milyonlarca insan böyle yapıyor. Bunlar için kimse kalkıp kitap yazmıyor. Yazsa bile onu kimse önemsemez. Oysa kitaplar, çok az karşılaşılan olayları, birbirini sevmesine karşın kavuşamayanları ya da kavuşturulmayanları anlatıyor. Çalıkuşu romanınmda Feride'nin aldatılmışlığını, Kuyucaklı Yusuf romanında Yusuf'la Müzeyyen 'in tuzak kurularak aldatışlarını okuduk. Tüm romanlarda buna benzer insanlara ders verici bir taraf vardır. Romanlar, sevgi ya da aşk olaylarını insanlara öğretmek için yazılmaz, tersine sevginin ya da aşkın doğru dürüst taraflarını anlatmak için yazılır. Ancak okuyucuya kötü tarafları örnek vererek anlattığı için romanlarda kötü sahneler bulunur. Örnek vermeden kötülükler anlatılamayacağı için yazarlar bunu yapmak zorundan kalırlar.
Hilmi Altınsoy beni dikkatle dinledikten sonra okuduğum iki kitabı kendisine anlatmamı istedi. İki kısa roman. Biri hemen aklıma geldi Dostoyevsky'nin Beyaz Geceleri. Öteki için bir süre düşündüm. Kısa olacak, anlatılmaya değer olacak . Konusu derli toplu anlatılamazsa pek anmalı olmayacak. Cihan Şampiyonları'nı, Kazaklar'ı, Açlık'ı, Son okuduğum Reşat Nuri Güntekin'in Damga'sını düşündüm ama sonunda Tolstoy'un Kreutzer Sonatı'nı seçtim.
Hilmi gerçekten dinleyeceğini söyleyerek yanımdaki boş yere oturunca Beyaz Geceleri ballandıra ballandıra anlattım. Bir rastlantı olarak sarhoşun kıza asılması, o sıra oradan geçen bir kaldırım gezgincisinin Aslan kesilip kıza yardıma kalkmasını biraz değiştirdimse de gerçeğinden pek uzaklaşmadım. Dikkatle dinleyen Hilmi kendine göre yorumlar yaptı. Bir ara kızın(Nastenka) eski sevgilisine döndüğü için sinirlen Hilmi:
Yapma be kızım, dönme şuna!O hayvan seni bırakıp gitmişti, gene gitmeyeceğini nereden biliyorsun? gibilerde sorular yöneltti.
Yat zili çalınca bu kez de zamanın ne çabuk geçtiğine şaştı. Halil Basutçu bizi görünce sordu:
Numara komşuları, “Ne konuşuyorsunuz? ”Hilmi'nin numarası 63, arkasından benim numaram geliyor 66, benden sonra Halil'in yetmiş. Aramızda numara olmadığı için arka arkaya okunduğumuzdan Halil Basutçu buna Numara Komşuluğu adını verdi. Hilmi olayı anlatınca bu kez Halil de katılmak istediğini söyledi. Önemli bir durum olmazsa yarın akşam Kreutzer Sonat'ı anlatacağım.
Yatınca Kreutzer Sdonat'ı düşündüm. Olayı biliyorum ama adları zor söylenen türden. Gene de adları doğru okuyamamama karşın doğru yazmaya özen gösteriyorum. Bir kağıda yazıp zaman zaman bakarak söylemeye çalışacağım. Bunu yapmazsam anlattıklarımın yarım kaldığını düşünüyorum. Fikret Madaralı Öğretmen bu konuda çok kesin konuşuyordu:
-Bir işi yapacaksan tam yapacaksın, hileli yollara sapacaksan, işi tembelliğe dökeceksen vazgeç, yapma. Hiç değilse o zaman namuslu kalırsın!derdi.
Fikret Madaralı Öğretmeni saygıyla andım. Kreutzer Sonattaki kemancıyı düşündüm. Kemancı Truhaçevsky, keman çalışı bir yana bırakılırsa tıpkı Reşat Nuri Güntekin'in Tanrı Misafiri öyküsündeki Hafız İlyas'a benzeyen biri. O da Hacı Ali Efendinin evine sığıntı olarak girer ama bir türlü çıkmak bilmez. Türlü yüzsüzlüklerden sonra ev halkı onu kovmaya kalkışır ama Hafız İlyas kapıdan kovulsa bacadan girer. Sonunda Hacı Ali Efendi evi terkeder;öykü de öyle biter. Kreutzer Sonat ise cinayetle sonlanıyor. Zavallı Vasila Pozdnişev, düzenli bir aile kurup mutlu yaşama düşleriyle avunurken beklenmedik bir konuk tebelleş olup tümn düşlerini altüst eder. Salt düşleri değil ileyi perişan eder. Felaketten çocukların da tüm yaşamları boyu acı duyuracak bir reddedilemeyecek bir miras kalır. Tüm romanlarka ilgimi en çok çocuklar çekiyor. Buradaki çocuklara fazla yer verilmediği . şçi. n fazla duygulanmadığım için üstünde duırmadım ama gene de çocuk sözü ediline yüreğimde bir eziklik oluyor.
17 Mayıs 1943 Pazartesi
İnşaatın öbür uçtan başlamasına sevinenler yanında üzülenler de var. Sevinenler:
Yer değiştirmeden kurtulduk! derken, üzülenler:
Tam ayrılacağımız sıralar da yer değiştirmek daha zor olacak!karşılığını veriyor. İki tarafın da birleştiği tarafsa:
Ya uzun süreli yağmur yağarsa? Buna ise ben karşı durdum:
-Neredeyse mayıs ayı bitiyor, bundan böyle uzun süreli yağmur olmaz. Yaz yağmuru denilen kısa süreli yağmurlar yağsa bile çabuk gelir geçer. Çalan zili oyun zili sanıp çıkanlar oldu. Pencereden bakıp gülen arkadaşlar oldu. Mehmet Yücel gülenlere takıldı:
- Aramızda, sizden de dikkatsiz, dalgın olanlar bulunduğunu görünce sevindiniz değil mi? İlk yanıt Fettah Biricik'ten geldi:
- Vallahi doğru söyledin arkadaş, kendimi onlarla karşılaştırdım, orada değil burada olduğuma çok sevindim!
Kahvaltıda, yemekhanenin tenhalığı ilgimiz çekti. Ayrıca eskisi gibi gürültü olamaması da konuşdu. 9. Sınıfların gürültücvlerinden arkadaşların tanıdıkları var. Herkes birini söyledi. Ben, “Kamil Varlık gitti, bu sessizlik ondandır!”dedim. Yusuf Asıl, Kamil'n bura olduğunu söyledi. Gerçekten baktım az arkamızdaki masada sessizce kahvaltısını yapıyordu. Salih Baydemir bana takıldı:
-Kamil'in hakkını yiyorsun, bak orada sessizce oturuyor!deyince ben bu kez de:
-Öyleyse Kamil köye gidemediği için susuyordur. deyince masadakiler hep birden dönüp Kamil'e baktılar. Kamil durumu çakmış, hemen geldi, kendisine neden bakıp güldüğümüzü sordu. Olayı uzatmamak için ben önce davranıp Kamil'e “Köye gidemediğin için mi durgunsun? Kamil, gerçekten üzgün bir sesle “Biraz ondan Abi!” dedi.
Günlük nöbet gene başa döndü, 4 Mehmet Aygün nöbetçi. Yusuf Asıl takıldı; “Hani bu nöbet sondan başlayacaktı? Öyle olmazsa tutmam diyordun!”Mehmet Aygün hiç üstüne alınmadı:
-Öyle mi demiştim? demekle yetindi. Masalar arasında Rezzan Öğretmen gezdi. Belli ki nöbetçi öğretmeni o. Hilmi Altınsoy Mehmet Aygün için, “O oysaydı, şimdi bir yakıştırma yapardı:
- Şu nedenle nöbetçi oldun, derdi!deyince Salih Baydemir karşı çıktı:
-Öyle karışık konuşma kafamı dağıtırıyorsun, şunun Türkçesini anlatsana. Hilmi bana baktı. Başımla, “Anlatma işareti verdim; “Başka bir zaman konuşuruz!”Daha önce bir kaç kez yemek masasında öğretmenlerle ilgili konuşma yapmayacağımıza söz vermiştik. Hilmi isim vermedi ama besbeli ki açık konuşsaydı Rezzan Öğretmenin adı geçecekti. Konu değişti. Namık Ergin Öğretmen kahvaltıya geldi. Uzun süredir Namık Öğretmen kahvaltıya ya da yemeklere gelmiyordu. Yüksek sesle konuştu, güldü, öğretmenleri güldürdü.
Sınıfların dersliklerinde toplanmaları duyuruldu. Nedenini kestirebildik: “Başlanacak iş için ön bilgi verilecek!”
Derslikte toplanınca Namık Öğretmen geldi. Büyük binaya başladığımız günleri anımsattı. Ona çok geç başladımızı, bu yıl daha erken başlayacağımızı, işimizin daha kolay olacağından söz etti. Ayrıca, o zaman sayımızın az olduğunu, şimdi ise 300 çalışanımız var. Gene de sözünün sonunda en ağır yükün bizim üzerimizde olacağını sözlerine ekledi. Sanırım bu söz arkadaşlar üzerinde biraz ters anlaşıldı. Parmak kaldıranlar oldu. Namık Öğretmen, parmak kaldıranlara bakarak:
Sözlerimi, düşüncelerimi, isteklerimi duygularımı da ekleyerek söyledim. Sizin düşüncelerinizi de severek dinlerim. Zaten biliyorsunuz, bu işlerde son söz benim değildir. O nedenle ben sizi sorumlu bir insan olarak değil, birlikte çalıştığımız arkadaşlar olarak dinlerim!dedi. İsmet: “Kuruluşta biz 1. sınıf öğrencisiydik üstelik 30 kişiydik. Şimdi ise 250 çalışacak öğrenci var. Bunların en az 200'ü 4. sınıf öğrencisi. Bunlar bizim o zaman ki gibi çalıştırıla içinde oturduğumuz binanın 4-5 katını yapar. Oysa yapılacak inşaat dediğiniz gibi çok da önemli değil. Neden 4. sınıflar tatile gönderiyor da sınava hazırlanmaya çalışan biz son sınıflar çalıştırılıyor? Namık Öğretmen gülümser gibi baktı:
- Yaaaa, bak bunu ben hiç düşünmemiştim. Dedim ya, işe başlarken ben, en çok size güvendiğimden o sözleri söyledim. O sözler benim sözlerim. Sizlerin çalışmalara katılacağınızı düşünerek söylenmiş sözlerdir. Sizler söz konusu çalışmaların dışında tutulursanız benim söyleyecek sözüm olmaz. O nedenle siz bunları bana söylememiş olun, ben de duymamış olayım. Biz gene bugün konuşup hayırlısiyle , işimize başlayalım. Siz, tüm okul işlederinden sorumlu olan Okul Müdürü ile görüşüp sorununuzu çözümleyin. Ben sizin adınıza sevinirim. Ancak bu sözlediğimi dikkate almadan işe başlamama gibi, (Bunu iç bir zaman beklemedim, gene de beklemiyorum)bir tavır takınırsanız üzüleceğim. Ben tekrar ediyorum;“Bu konuşmayı biz bugün yapmadık, ben geldim size durumu anlattım, birlikte işbölümü yaptık, hayırlı olsun, diyerek işe başlıyoruz!” dedikten sonra Namık Öğretmen Halil Basutçu'ya dokuzarkadaş seçmesini söyledi. Halil Basutçu yapıcı arkadaşlarından Sefer Tunca, Fettah Biricik, Hüseyin Serin, İbrahim Ertur, , Mehmet Yücel, İsmet Yanar, Arif Kalkan , Hüsnü Yalçın, Emrullah Öztürk'ü seçti. Bu kez de bana:
-İbrahim, senin marangoz takımın belli zaten. Bu işte yapıcı, marangoz ayrımı öteki işlerde olduğu gibi gibi yapılmayacak, hep birlikte, birbirimizi izleyerek çalışacağız!dedikten sonra yatakhanenin batı yönüne birlikte gittik. Binanın arka tarafı temizlenmiş, 4. sınıfların taşıdığı iskeleleri yerleştirip kalasları sıraladık. Önce Halis Öğretmen çıktı, kiremitler üzrinde az yürüdükten sonra iskelenin en tepesinde ben olduğum için bağlı kiremitleri sökekerek bana vermeye başladı. İskeleye sıralanan arkadaşlar benim tek tek verdiğim kiremitleri zincir gibi sıralanıp elden elene atölyelerin köşesine dek ilettiler. Uzun bir sıra kimseden ses çıkmadı. Köşe makasın ters V (ve bölü) bölümünü bitirince bu kez kiremit işini bırakıp kiremit altı çıtaları kaldırıp kirişlere kalasları yerleşitirip tavan üstüne iskele yaptık. Çatının bir bölümü açılmış oldu. Halis Öğretmenden izin alıp babamın anlattığı Kırklareli Asker Kışlaları yapılırken o günlerin Ünlü Valisi Hacı Arif Beyin sıraya girmesini gören yolcuların nasıl kiremit taşıdığını anlattım. İstanbul yolundan Kırklareli girişinde Asker Kışlaları yapılırken kiremitleri Şeytan Dere köprüsünün yakınlarıda yapılıyormuş. Oldukça uzak bir yer. Ancak o zamanlar Kırklareli'de çok asker varmış. Kiremitleri araba yerine dizilen asker elden ele atarak taşımayı denemiş. Uzun bir zincir, kiremitler elden ele giderken Edirne Valisi Hacı Adil Bey(O zaman, şimdiki tüm Trakya Edirne İline bağlıdır) askerlerin çabasını görmüş, arabasını durdurup sıraya girmiş askerlerin arasında kiremit alıp vermeye başlamış. Yoldan geçenler bunu görünce birer ikişer diziye girmişler. Girenler arasında babam da varmış. Elden ele gezen kiremitler ocaktan yeni çıkma olduğu için insanların elleri soyulmuş. Vali Hacı Adil Bey de kiremit bitmeden ayrılmamış. O kışlaların yanından geçerken babam hep kışlaları göstedrerek, bu olayı anlatır!”deyince dikkatle dinleyen Halis Öğretmen:
-Çok ilginç, canlı bir tarih olayı, bak, bunu ben hiç duymamıştım!dedi. Halis Öğretmen kiremit sökme işini bana devredip Salih Baydemir'i yanına alarak çatı sökme işine başladı. Bu kez de aşağıda bekleşenler ikinci iskeleyi kurup yakınına tuğlaları yığmaya başladılar. Öğle paydosu olduğunda köşe destekli kirişin biri indirilmişti. Namık Öğretmenin bugün için gösterdiği işarete göre iki kirişin biri sökülmüş oldu. Böylece, “ Bugün için sökümü düşünülen bölüm tamamlacak!”diyerek yemeğe gittik. Yemekhaneye giderken dönüp dönüp bakanlar:
- Duvarlar nasıl örülecek? soruları yönelttiler. Yemekte çalışmaktan çok çalışmaya başlamadan önce yapılan tartışmalar üzerinde duruldu. Masamızda Hilmi Altınsoy dışındakilerin hepsi marangozluk grubunda. Hilmi Yapı gurbunda ama nedense ayrılan on kişi arasında yok. Onun gibi iki gruba da girmeyen öteki arkadaşlar inşaat süresince 4. sınıflarla birlikte çalışacakmış. Bu ayırım, onların çok ağırına gitmiş. İdris Destan'ın rahatsızlığını öne sürüp Hilmi'yi bizim gruba almayı düşündük. Hilmi çok sevindi, bunu yaparsanız, kaytarmadan çalışacağım, sizi mahcup etmeyeceğim!”dedi. Öğlede bir saat dinlenmemiz var. Dersliğe satranç takımı getirdiler. Kimin oynadığı pek belli olmayan bir maç yapıldı. Geçen yaz oldukça ilerlettiğim satranca gene heverslendim.
Öğleden sonra daha düzenli çalıştık. İşaretelenen yer kadarki kiremit indirme işi bitti. Kiremitçiler paydos etti. Biz söküm işini sürdürdük. Hesapladığiımız gibi 2. makası sökemedik. Ancak köşeler duvarcılara teslim edildi. İç iskeleleri duvarcılara bıraktık. Binanın batı köşeleri tümüyle duvarcılara kaldı. Biz iskelemizi yemekhane tarafına çekip, çatı parçalarını oradan indirmeye başladık. Namık Öğretmen çalışmalardan çok mutlandığını söyledi. Müdür Bey geldi. Şaşırmış gibi yaparak, “ N'aaptınız böyle? Yıkarkan gösterdiğiniz bu aculluğu yaparken de gösterecek misiniz? ”diye sordu. Namık Öğretmn yanıtladı:
- Kuşkunuz olmasın efendim, hafta sonunda olmasa bile yerni başlayacak hafta başında çıkardığımız şapkamızı yerine oturtacağız!dedi. Namık Öğretmen çatıyı şapkaya benzetmişti. Müdür Bey gülümseyerek, “Çok iyi çok iyi, o zaman haziran ayı sonunda şapka yerine oturacak, demektir!”deyince, Namık Öğretmen:
-Çatı kapanacak Müdür Bey, ancak bizi sıva oyalayacak, sıva deneyimimiz yıkıp yapma becerimiz kadar gelişmedi!” Müdür Bey önce güldü arkasından:
- O da gelişecek, o da gelişecek! diyerek kendi sözünü başıyla onayladı.
Paydosta Namık Öğretmenin önerisiyle takım kuruldu, futbol oynamaya gidildi. Ahmet Kun, Fahri Tosili, Asım Öğretmenlerin oyuna katılması tüm öğrencileri futbol alanına çekti. Derslikte Sami Akıncı'dan başka kimse yoktu. Sami beni görünce:
-Sen gitmedin mi? diye sordu. Sorusuna soruyla karşılık verdim, “Sen neden gitmedin? Sami:
- Zevk almıyorum o meret oyundan. Ne oluyor yani, deli gibi yuvarlanan topun arkasına takılıp koşuyorlar. Hadi onlar akılsız, hiç değilse hareket edip kafalarını değilse bile bedenlerini geliştiriyorlar;ya o saha kenarlarında o koşanlara bakanlar ne zevk alıyorlar, bir türlü aklım almıyor!dedi. Piyano çalıştığımı söyledim. Sami hiç beklemediğim bir ilgi gösterdi:
-Kimse yoksa dinlemeye gelirim!”dedi. Sami'nin dinlemesini hep istemiştim, sevindim. Birlikte Asım Öğretmenin odasına girdik. Sami ilgiyle piyanonun tuşlarını dokundu. Müziği çok sevdiğini, hiç değilse birazcık mandolin öğrenmesini istediğini, uzun süre çalışmasına karşın başaramadığını söyledi:
- Tembel, beceriksiz gibi görünen bir çok kimsenin kısa zamanda öğrenmesine karşın benim başaramam, bu konuda beceriksiz olduğumu kanıtlamaya yetti! dedi. Sami'nin böyle konuşmasına şaştım. Direne direne yalnız başına Almanca öğrenen, benim çözemediğim cebir problemlerini çözen Sami beni bu konuda becerikli sayıyor. Ben de buna hem şaştım hem de sevindim. Sami Piyano üstündeki Beringer Piyano metodunu alıp karıştırdı. Metodun yazıları Almanca. Sami Almanca yazıları görünce ilgiyle karıştırdı. Gülerek okudu:
Schlaf Kindleinschlaf, Volkslied, So viel Stern'am Himmel stehn , Mit zwei verschiedenen fingersatzen, Das Mülmeltier, Ein Schafermadchen weidete. . . . . Sami bu kez bana: “Sen bunları okuyup anladığına göre Almanca çalışıyorsun demektir. Bunları anlamak yarı yolu geçmektir. Gel bu yaz birlikte çalışalım!”Sami'nin önerisini de sevindim. Çalışamasak bile yakınlık göstermesine sevindim. Müdür Beyin konuşmasına bakılırsa Sami ile birlikteliğimiz sürecek. Hiç değilse orada daha uyumlu çalışırız.
Sami ayrıldıktan az sonra dışarda sesler oldu. Futbolcuların dağıldığını anladım, Asım Öğretmenin gelebileceğini düşünerek dersliğe geçtim. Oyunculardan çok izleyicilerin: “Topa şöyle vursaydı, gol olurdu!” deyişlerine ben de güldüm.
Arkadaşları toplanınca sabahki konuşmalar gene açıldı. Namık Öğretmenin dediği gibi olayı Okul Müdürüne iletmek isteyenler çoğaldı. İletilecek ama nasıl iletilecek? Sami'nin adı geçince Sami kesinlikle böyle bir işe girişemeyeceğiini söyledi:
Yüzdüm, burnuna getirdim, bu sıra böyle bir işe girişemem!dedi. Halil Basutçu'nun adı öne çıkarıldı. Halil Basutçu bu sıra rahatsız olduğunu, bunu bugün Müdür Beye söylediğini; Müdür Beyin onu özel olarak doktora götüreceğine söz verdiğini buna karşın kalkıp Müdür Beye çalışmak istemediğini söyleyemeyeceğini öne sürdü. Büyük bir sessizlik oldu. Benden de benzer bir istekte bulunacaklarını bekledim, kimse tınmadı;geçiştirdim, diye sevinirken bu kez yeğenim İsmet bana tebelleş oldu:
- Dayı, gel ikimimiz gidelim!”İsmet'e evet ya da hayır demeden, Hasanoğlan'da yaşadığımız Çoban Mehmet Olayını anımsattım. Olayı özetledim, neredeyse olay Halil Basutçu'nun üstüne yıkılıyordu. Arkadaşın o günlerde geçirdiği korkuya tanık oldum. O unutmuş olabilir ama ben unutmadım. Benzer bir durum gene olabilir. Bu nedenle birini ya da ikisini seçtik gibi savuşturucu tavrı bırakıp hep birlikte anlatma yolunun denenmesini önerdim. Benim önerime Sami Akıncı ile Halil Basutçu da katıldığını söyledi. Tüm sınıf Müdür beye gidecek, ya da Müdür Bey bizim dersliğe geldiğinde konu açılıp toplu dilek söylenecek. Öneri benimsendi arkasından konuyu Müdür Beye açacak arkadaş için gösterilen adayların Müdür Bey tarafından iyi tanınması yeğlendi. Bunu için de yakın zamanda oynanan Akın Piyesi ölçü alındı. Müdür Bey piyeste oynayanların tümünü övmüştü. Bunlardan biri de Mehmet Başaran'dı. Aynı zamanda Türkçe Öğretmenimiz Sabahat Kartekin Mehmet Başaran'ı şair olarak tanıtmıştı. Öylese Müdür Bey, Mehmet Başaran'ını aracı olarak dinlerdi. Mehmet Başaran önce mırın kırın ettiyse de sonra sonra bunu bir gurur olayı olarak algılayıp benimsedi. İş tamamdı. Ancak bunu gene de uygun bir zamanda sözlemenin yararı vardı. Aceleye getirmemeli, sabırla bekleyip olumlu sonuç alınmalıydı.
Akşam yemeğinde beklenen sonucun olumlu tarafı gibi ters tarafın da irdelendi. Dinledim ama karışmadım, kanımı da söylemedim. “Ben, nasıl olsa çalışıyorum, benim için farketmez ha çatıda çalışmışım ha piyano başında oturmuşum. Tüm beklentim, 5 yılımı verdiğim okulumdan olumlu bir sonuç alıp gülerek ayrılmak, kapısını çaldığım bir gün gene alnımın akıyla o kapıdan girmek!”
Arkadaşlar biraz anlamlı bakmış olsalar da beni haklı bulduklarını biliyordum. Bu nedenle onlardan çok ayrı düşmüş olmadığıma inanıyordum. Bana çok deneyim kazandıran okulum gerçekte onları, benim okula girdiğim düzeye getirmişti. Tam diyemesem bile bir çok olayda yapılan yorumları dinleyince arkadaşların çoğunun, benim ilk günlerdeki yorumlarımın gerisinde kaldığını görüyorum.
Yatınca da bunları düşündüm. Kitaplarda yazılanları anlamalarına sözüm yok, ancak olaylar karşısındaki davranışları kimi kez bana köydeki arkadaşlarımı bile aratacak düzdeye düşüyor. Köydeki Halamoğlu Hilmi ile hergün konuşup tartıştığım 63 Hilmi'yi yan yana getirdiğimde Halamoğlu bana göre çok daha kavrayışlı. Halamoğlu dayısının bisikletine iki kez tırmandıktan sonra yürütmüştü. 63 Hilmi Edirne/Karağaç 1938 Kasım ayında başladığı bisitlet binme işini Alpullu'da 8 ay, Lüleurgaz içinde 6 ay denedikten sonra geçen yıl Kepirtepe' de son sözü söyledi:
-Ben bisiklet süremem!
Halamoğlu Hilmi şimdi asker. Jip, Cemse, sivil otomobil sürüyormuş. Nasıl çalıştığını görür gibiyim. Benim yerinde olsaydı, sanırım burada Sami Akıncı değil Hilmi Turan anılacaktı. Hele makine, motor konusunda Mustafa Saatçı'nın adı bile anılmayacaktı. Çok güzel türkü söylediğini, ağız mızıkası çaldığiını, çok güzel bağlama çaldığını söylmeyi az kalsın unutacaktım.
18 Mayıs 1943 Salı
Zil çalarken ranzanın ortasında yatan Hilmi Altınsoy başını uzatıp çok teşekkür ettiğini söyledi. Önce anlayamadım. Akşam yatınca çok düşünmüş, sonunda kesin karar vermiş. bizm mara ngozluk grubuna geçmeyecekmiş. Hilmi söyleyince ne dediğini önce pek anlayamadım, açıkladı:
- Benim gibi grupların dışında bırakılan arkadaşlara karşı ayıp olacak. Ayrıca bizim arkadaşlar bunu zaman zaman başıma kakıp beni incitebilirler!dedi. Arkadaşın kararına saygı duyduğumu, sayılı günlerin çabuk geçeceğini söyleyip, iyi çalışmalar diledim.
Yatakhane neredeyse boşalmış durumda. Tuvaletler, Lavabo çok tenha oluğu için rahat girip çıkıyoruz. Geçmişte burada sıkışıklığa girmemek için büyük binaya geçiyorduk. Şimdilerde ona gerek kalmadı. Bu nedenle yatakhane konuşmaları tuvalete kaymış durumda. Kalkanlar sessizce oraya gidiyor.
Nöbetçi Fettah. Arkadaşımız başkalarına takılmakta, söz yakıştırmakta meni menendi olmayan bir arkadaşımız. Meni menendi deyimi de onun sözü. Benim Cep Klavuzlarımda(Tükçeden Osmanlıcaya-Osmanlıcadan Türkçeye) manend var ama meni de yok menendi de. Fettah'ın nöbetçi arkadaşları ilginç. Kız nöbetçi Fettah'ın yanına yaklaşınca Fettah kaçacak yer arıyor gibi. Arkadaşlar hep güldüler. Sefer Tunca uyardı: “Lütfen bunu konu etmeyin!”Mustafa Saatçı: “Lüleburgaz'dan fotoğrafçı istedim, az sonra gelecek, yan yana resimlerini çektireceğim!”dedi. Gerçekte arkadaşların çoğu bu tür olaylara hiç önem vermemektedir. İçimizdeki bir kaç kişi, bunların başında Fettah geliyor. Onu ona, buna yakıştırıyorlar. Sevdiklerine başka, sevmediklerine başka ölçü kullanıyorlar. Fettah bu arkadaşı bir kaç kişiye yakıştırmıştı. Ancak onun yakıştırdıkları görüntü bakımından hiç uygun düşmemişti. Kendisi boy-poz olarak denk düşecek uygunlukta. Özellikle İsmet, Mustafa Saatçı, Mehmet Yücel üçlüsü Fettah'ı bir süre üzecekler, sanırım.
İşimiz belli olduğu için doğrudan çatıya gittik. 1. Sınıftan 3 öğrenci bizi bekliyordu. Yusuf Asıl sordu:” 1. Sınıftan mı? ”Üçü birden yanıtladı: “Hayır 2. sınıftan!”Ahmet Kun Öğretmen onlara 2. sınıfa geçtiklerini söylemiş. Çocukların sözleri önemsendi. Az sonra 3. sınıftan 3 öğrenci daha geldi Mustafa Çörek, Hüseyin Yalçın, Ruşen Baksi. Onlar da 3. sınıftan olduklarını söyleyince bu kez Yusuf Asıl onlara: “Siz artık 4. sınıfsınız!”dedi. Ruşen Baksi inanmadı. 2. sınıftan Mustafa Elbüken doğrulayınca çocuklar sevindi. 5 öğrernci de 4. sınıflardan geldi. Rıdvan Ateşer, Rafet Kurşun, Fevzi Üner, Numan Bayazıt, Kamil Varlık. Yusuf onlarada muştuyu verdi:
-5. Sınıf oldunuz!Çocuklar önce sevindiler. Az sonra Numan Bayazıt karşı durdu:
-O zaman siz nesiniz? ”Rıdvan Ateşer dışındakiler hepsi birden:
- Biz orada oldukça 5. sınıf olmayı kabul etmediklerini söylediler. Halis Öğretmenle Fahri Tosili Öğretmen gecikmeli olarak geldiler. Biz kendi iskelemizden inip çıkmaya başladık. Önce bir süre kiremit indirdik. Duvarcılar yerlerde dolaştkı ama yukarıya tırmanmadılar. Namık öğretmenin sesini uzaktan duyduk. Ben süfrekli yukarda olduğuımdan aşağıda yapılanları an c ak öğle paydosunda gördüm. Duvarcılar harç için djuğla örgülü harç havuzu yapmışlar Bina tamamlanınca çevre bahmeye dönüşeceği için toprağın çimentodan arınması böyle sağlanacakmış.
İşe iyice alıştığım için çevremdekilerin iş üstüne konuşmalarını duymamaya başladım. Hilmi bir ara yakınmaya kalkıştı, susturdum. 1. Sınıfları örnek gösterdim:
- Mustafa Elbüken, Hasan Akyurt, Ahmet Dökme birer çocuk, öyleyken sırım gibi işe sarılıyorlar!
Köfteli, pilavlı, hoşaflı yemek verdiği için Fettah gülümseyerek bizim masanın yanından geçerken Mehmet Aygün:
-Sonunda turnayı gözünden vurdun!dedi. Fettah, ne diyorsun gibi bir soru ya da anlamazlık etme gibi bir tavır takınmadan durdu, yüzü kıpkırmızı oldu, yutkundu, Mehmet'e:
-Alacağın olsun!deyip yürüdü.
Sami Almancasını ilerletmek için bahane arıyormuş, Asım Öğretmenin piyano metodunu benden istedi:
-Akşamları alalım, sabahleyin odasına bırakalım!Olabileceğini, düşünerek Asım Öğretmene söylemeyi üslendim.
Öğleden sonra daha ahenkli, çalışarak Namık Öğetmenin çizdiği sınıra ulaştık. Açtığımız alan duvarcıların rahat çalışmasına elverişli duruma geldi. İskelemizi de daha okul tarafına çekerek biz kendimize de geniş alan açtık.
Benim grubuma seçilen arkadaşlar da çok çalışkan. Rafet'le Numan aralarında bir konudan dolayı azıcık dırıldaştılar ama çabuk sustular. Rafet'in yumuşak gibi görünüp gerçekte inadım inat türü direndiğini eskiden beri bilirdim. Oysa Numan; “Abi!”deyip gülümser, bir dediğimi iki etmez!Özerllikle Hasanoğlan'da çalışırken çok beraber olmuştuk. Buna güvenerek uyardım. Numan gene:
- Peki abi!deyip gene gülümsedi.
Bizim sınıftan Hasan Üner'le ikimiziz. Öteki arkadaşlar, sökülürken özürlenen parçaları kullanılacak duruma getiriyorlar. Biz sökücüler, onarıcı arkadaşlara döre bozucu durumundayız. . Makaslarda pek zedelenme olmuyorsa da bağlantı latalarının uçları zorunlu olarak çatlayıp kırılıyor.
Öğle yemeğinde Namık Öğretmen bizim masada oturdu. Önce hepimize baktı. Hilmiye dönerek:
-Sen nereden düştün bu masaya? diye sordu. Hilmi böyle bir soru beklemiyormuş. Kaşlarını çatarak:
- Arkadaşlar öyle istedi!dedi. Arkadaşlar Hilmi için:
- Çok neşelidir, masamızın şenliğini ona borçluyuz!dediler. Namık Öğretmen bunu bilmediğini söyledi, Hilmi'yi kutladı. Namık Öğretmen öğrenciliklerdeki arkadaşlıkların köklü olduğunu, okulu bitirince de sürebileceğini, özellikle bizim köylerdeki çalışmalarda işbirliği yapacağımızı, bu çalışmaların bir yapıcı ile bir marangoz arkadaşın işbirliği işleri kolaylaştıracağını anlattı. Konuşmalar giderek, köylerde yapılacak öğretmen evlerine dayandı. Salih Baydemir geçen hafta konu edilen Millet Vekili Zühtü Akın'ın Hamitabat'taki köşkünden söz etti:
- Niyetimiz, gittiğimiz köylerde birer köşk yapmak!dedi. Namık Öğretmen gülümseyerek:
- Ne güzel, ne güzel!dedikten sonra sesini yükselterek:
-Bari yerlerini seçerken dikkat edin de deryaya karşı olsun!Tam karşımda oturan Hasan Üner ayağımı dürtükleyince anımsadım. “Köşküm var deryaya karşı”türküsünü bunun için öğreniyoruz!dedim. Namık Öğretmen bu kez de:
- Tamam tamam, bunlar olmayacak işler değil. Ne var ki isteklerle gereçekler çoğu kez tıpa tıp uyuşmuyor. Millet Vekilinin köşkü köydemiydi? dire sordu. Köyde olduğunu öğrenince:
- Demek köşkler, ender olan şeyler. Öğrenciliğimde biz de arakadaşlarla önemli başarılardan söz ediyorduk. Düşlerimizde biraz ileri gidince bizim o günlerde söylenen bir söz vardı: “İspanya'da şato kurmak!”Arkdaşlar birbirlerini uyarırdı: “İspanya'da şato kurmayın!”Namık Öğretmen uyardı:
- Şakalar güzeldir, çünkü gelip geçicidir. Ancak düşler insanı yanıltır. Sizler burada örnekler gördünüz, işit üç tane öğretmen evi. Onlar nenize yetmez? düşlerinizi şatolarla, köşklerle süsleyeceğinize gerçek huzuru bulacağınız sağlıklı evleri planlayın, ayağınızı yorganınıza göre uzatmayı sakın sakın aklınızdan çıkarmayın!dedi.
Öğleden sonra Köşeler örülmeye başlandı. Bir köşede Halil Basutçu karşı köşede Sefer Tunca, duvarı sürdürmeden merdiven yaparak köşeleri yükseltmeye başladılar. Namık Öğretmen bizim yanımıza geldi, boşaltılmış bölümün tam üstunda sökmeyı bırakacağımızı söyledi, işaretleyerek sınırı gösterdi. İşimizin şimdilik azaldığını görerek sevindik. Bu arada Rıdvan Ateşer elini sallayarak bir süre hopladı. Ağlamaklı oldu, bizden uzaklaştı. Çağırdık, biraz nazlı da olsa geldi. Uzun parmağının tırnağı biraz morarmış. Rıdvan'a, “Benim de öyle olmuştu, çabuk geçti!”dedim. Rıdvan hemen can landı:
-Kaç günde geçti? Kamil Varlık benden önce, “İki gün!”dedi. Rıdvan daha çok sevindi. Öteki çocuklar söze karıştı. İş tırnağın söküleceğine dek gitti. Rıdvan neredeyse ağlayacaktı. Bu kez de erkeklerin ağlamayacağı ortaya atıldı. Çatıdan indiğimizde yanımıza Talat Tarkan Öğretmen geldi. Arkadaşlar Rıdvan'ın elini gösterdiler. Talat Tarkan Öğretmen Rıdvan'ı revire kendisi götürdü. Rıdvan sarılmış parmakla döndü. Gülüyordu. Hepimiz: “Geçmiş olsun dedik. Rıdvan böbürlenerek:
-Ağlamadım ama değil mi? diye sordu. Rıdvan ayrılınca Kamil Varlık Rıdvan için “Muhallebi çocuğu” dana kadar olmuş, hala ağlamaktan söz ediyor!dedi. Arkasından ekledi; “ Nazlı yetişmiş, öğretmen çocuğu;ne olacak? Kamil'e bakarak:
-Eyvah eyvah, öğretmen çocukları böyle mi oluyor? Bizim çocuklarımız da böyle mi olacak? diye sordum. Bu kez Kamil:
- Benim olmaz, benim şakam yoktur;vallahi bir tane yapıştırırım ona anlar Hanyayı Konyayı!Numan dayanamadı; “Cart kaba kağıt;yırt yırtabildiğin kadar!”
Sabahlerin durdurulan tartışma bu kez de Numan'la Kamil arasında başladı. Rafet Kurşun beni teselli etti:
- Onlar kavga etmezler; daha doğrusu onlar kavga etmesini bilmezler!deyince ben:
-Nasıl olur? Kamil çocuğuna bile şap şup vuruyor!Kamil gelip boynuma sarıldı:
- Abi çok dikkatlisin, hiç bir kusurumuz gözünden kaçmıyor!dedikten sonra Rafet, Kamil, Numan gülüşerek ayrıldılar. Onlar ayrılınca düşündüm: Sahiden öyle miyim?” Asım Öğretmenin odasına baktım, öğretmen yok;piyanoun taşları üstünde açık bir kağıt. Bana yazılmış; İbrahim, pazar akşamına dek yokum, piyano çalışabilirsin ama sakın odamı açık bırakma, çalışırken başkalarını da odaya alma!Pazar günü bir yere gidersen, odamın anahtarını Talat Tarkan Öğretmene bırakırsın!”Salı gününde olduğumuzu biliyordum. Çarşamba, perşembe, cuma, cumartesi tam dört gün. Asım Öğretmen yoksa ayrılmayı daha erkene mi aldı? Oturup bir süre çalıştım. Nedense içimden çalışmak gelmedi, dersliğe gittim. Arkadaşlar, 19 Mayıs Bayramı törenlerinden söz ediyordu. Lüleburgaz içinde kaldığımızda katılmıştık. Yarının 19 Mayıs Bayramı olduğunu anımsadım. Asım Öğretmenin gittiğini söyledim. Arkadaşlar yüzüme bakarak: “Ne Asım Öğretmeni diyorsun sen? Neredeyse okulda öğretmen kalmadı hepsi gitti!”dediler. Sanat-Tarım öğretmenleriyle yöneticiler dışındaki öğretmenlerin çoğu gitmiş. Gördükleri öğretmenleri saydılar. Bu kez içim rahatladı, Asım öğretmen bir süre daha burada olacak!Bu kez gidip yemek ziline dek çalıştım.
Yemekte nerede olduğum soruldu. Kitaplıkta olduğumu söyleyip saptırma yaptım. Niçin böyle yaptığımı ben de bilmedim;gelmek isteyen olabilirliği, az da olsa beni böyle söylemeye zorladı.
Yemekte Gençlik Marşı tartışıldı. Gerçekten marş iki türlü sözleniyor, hangisi doğru? Bu söyleyiş yanlış, marş iki yürlü söylenmiyor, arada uzatılasn bir lay lay lay söylemi var, her zaman söylenmiyor. Onun dışındaki söyleyişlerde bir değişiklik yok. ”Bu ağaçlar, güzel kuşlar;yürüyelim arkadaşlar!”dedikten sonra tekrarlanan lay, lay, lay kimilerince kaldırılıyor. Özellikle küçük çocuklar bu bölümde sesleri çok uzattıklar için marşın temposu bozulduğundan yürüyüşlerde bu bölüm söylenmiyor. Ancak bandolar çaldığında bir kesinti yapılmıyor. Gençlik Marşı'nı en güzel Hidayet Gülen Öğretmen çalıp söylerdi. Her çaldığında da marşın sözlerini yazan Ali Ulvi Elöve için:
-Çok değerli bir Öğretmenidir! deyip saygıyla anardı. Sanırım öğretmen okulunda Hidayet Öğretmenin Edebiyat Öğretmeniymiş. Yaşlıymış ama şimdilerde de yaşıyormuş, Hidayet Öğretmen de bir gün böyle anılacaktır, sanıyorum. Geçen iki yıl içinde dilimizden düşmedi. Mandolin çalışını ben unutmuyorum, şarkılarını da arkadaşlar. Mandolinle Kazaska oyun müzinde ilk mızrap kaydırmasını ondan öğrenmiştim. Şimdi akordiyonla çalarken de aynı çırpmayı yaptıkça Hidayet Öğretmeni anımsıyorum. Arkadaşların anımsadığı şarkının ayrı bir özelliği var:
Bülbül olsam kona da bilsem dallere, dallere!dizesi sık sık söyleniyor. En çok da Nachtigall'la ilgi kurulmaya kalkışılan arkadaşa önce bu dize anımsatrılıyor. En çok Hilmi Altınsoy'la Fettah Biricik'in dinlediğini sanıyorum. Çünkü yapılan yakıştırmaya en çok onlar tepki gösteriyorlar. Onlar öyle yaptıkça arkadaşlar da üstüne üstüne gidiyorlar.
Derslikte gene aynı konu bayram günü tüm gün mü tatil, yoksa yarım gün mü? ”Öteki okulların iki gün tatil yaptıkları söylendi. Ortaokullara gidenler bunları daha iyi biliyor. İçlerinde Mehmet Yücel en doğru konuşanı, bir yıl ortaokulda okumuş sınıfta kalmış. Ötekiler sözde sınıfta kalmadan dönmüşlermiş. O zaman 19 Mayıs Bayramını nereden biliyorlar? “Ben ilkokula giderken böyle bir bayram yoktu, 19 Mayıs Bayramı sonradan konmuş bir bayram!” deyince bir gürültü koptu. ”Atatürk, Samsun'da vapurdan çıkınca bu marşı söylemiş!”Bunu ben de biliyorum ama ben, 1934-1935 yıllarında böyle bir bayram yaşamadım.
Gürültümüzü duyan Talat Tarkan Öğretmen dersliğe geldi:
-“Heyecanlı konuşmalar yapıyorsunuz, geçerken duydum ta aşağılardan sesinizi geliyor!dedi. Herkes sustu. İzin isteyip önce ilkokulda okuduğum yıllarda 19 Mayıs Bayramı'nın olup olmadığını sordum. Talat Öğretmenden önce Bekir Temuçin; “Olmaz olur muuuu? ”diye uzatarak yanıtladı. Talat Öğretmen bana değil Bekir'e bakarak:
-Yoktu yoktu, yoktu!diye iki kez tekrarladıktan sonra. 19 Mayıs Bayramı'nın 5. ya da 6'ıncısını kutladığımızı söyledi. Ardından da bizim bu bayrama Lüleburgaz'da katılamamamızın nedenlerini anlattı. Önce uzaklıktan söz etti. Arkasından Lüleburgaz Belediyesi ile Kaymakamlığının çağrısı gerektiğini ekledi. İsmet bir üçüncü neden olarak:
-Katılacak gibi giysimiz yok!deyince Talat Öğretmen giysi üzerinde durmadı. Kendisinin giysiye önem vermediğini, giysiden çok becerilerin önemli olduğunu söyledi. Adapazarı'da çalışırken fidan eklekle ün kazandığını, herkesin ona saygı gösterdiğini, buna karşın kat kat İngiliz kumaşı giysileri olanları halkın tanımadığını anlattı. Yakup Tanrukulu parmak kaldırdı:
-Temiz giyinmeyi çok seviyorum, çalışacağım köyde köylülerin giyimlerini de düzeltmek isteyeceğimi düşünüyorum. Bunu yaparsan yanlış mı yapmış olacağım? ”dedi. Talat Öğretmen:
- Bunu, ilk iş olarak ele alırsan elbet yanlış yapacaksın, yapacağın işleri önemine göre sıraladıktan sonra yerine göre giysiye de yer verirsen o zaman haklı sayılırsın!dedi. Talat Tarkan Öğretmen bizim okula geldiğinden beri sürekli asker kumaşlarından yapılmış giysilerle dolaşmaktadır. Arif Kalkan:
- Siz böyle düşünüyorsunuz ama Okul Müdürümüz çok şık giyiniyor!deyince. Talat Öğretmen şık sözüne takıldı:
Şık sözü, pek şık gitmedi. Okul Müdürümüz çok değişik insanlarla karşılaşıyor, Devlet Dairelerine girip çıkıyor, benim gibi sürekli okulda çalışsa o da benim giyindiğimi giyinir. Askerlerimiz, subaylarımız böyle giyiniyor, biz neden bunları küçümseyelim? diye sordu. İdris Destan:
-Oğlunuz Aydın da giymiyor efendim!dedi. Oğlu Aydın Tarkan'ın bizim sınıfta en iyi arkadaşı İdris Destan. Bunu bildiği için Talat Öğretmen sözü duymazdan geldi, ya da bilerek saptırdı:
- Aydın 2 gün sonra geliyor, onunla çalışacağınızı umarım. Aydın kardeşini, de kandırdı ikisi de müzik çalışacaklar. Yıldız da akordiyona karar verdi!dedi. Talat Öğretmenin, “Akordiyona karar verdi!”demesi, benim önüme kocaman bir soru işareti olarak dikildi. Aydın akordiyon çalıyor ama akordiyonu yok. İlk geldiğinde bir süre benim akordiyona takılmıştı. Sonraki gelişinde okulun bendeki akordiyonuna tebelleş olmak istedi. Asım Öğretmenin dayatması nedeniylde bunu başaramadı. Oysa şimdi iki kardeş akordiyon çalışacaklar. Asım Öğretmenin gitmiş olması, onlar için sevindirici olacak. Talat Öğretmen giderken bir şeyler daha söyledi ama ben bunları düşünürken dediklerini tam duyamadım.
Yat ziline dek giysi, bayram konuşmaları sürdü. Ayırdında değildim Sami Akıncı derslikte yokmuş, gelince yarınki programı açıkladı. Kendisi konuşacakmış. 4. sınıflardan şiir okuyanlar varmış. Törenden sonra öğleye dek dinlenme olacakmış. Öğleden sonra her günkü gibi çalışmalar sürecekmiş.
Yat zili çaldığında arkadaşlar bazıları Yakup Tanrıkulu'ya çıkışıyordu:
- Nerden çıkardın bu giysi işini? Durup dururken canımızı sıktırdın. Bir bölümü de, “Kendi oğlu işin içine girince sözü arkadaşlığa döktü. Kurnazlık yaptı ama yutturamadı!”dedi.
Yatınca ben, akordiyonun birini korumaya çalışırken ikisini de gider ayak kaybedeceğim duyumsar gibi oldum. Gene de kendimi teselli ettim:
- Haziran, temmuz ağustos, eder üç ay. Bu zamanda hiç akordiyon çalmasam ne olur? Asım Öğretmen gideceğine göre nasıl olsa Bayrak Töreni için beni çağıracaklar. O zaman aldığım akordiyonu bir süre vermeyebilirim.
19 Mayıs 1943 Çarşamba.
Geçmiş yılların tekrarı:
- O Geliyor, uyanın Samsunlular!Uyanın Kepirliler!Arkasından, “Söyleyecekseniz doğru söyleyin!” Bekir Temuçin tekrarladı:
O GELİYOR
“ Yıl 1919
Mayısın on dokuzu.
Yer yüzüne can veren,
Cana heyecan veren
Kızaran ufuklardan kaldırıyor başını
Al yüzlü oğan güneş!
Takanın burnu Karadeniz'i nasıl yırtar,
Siz de bir anda öyle yırtınız uykunuzu,
Uyanın Samsunlular!
Kurutacak gözlerde umutsuzluk yaşını
Al yüzlü oğan güneş!
Bugün Çaltı Burnu'ndan gülerek doğan güneş!. . . . ”
Bekir susunca bağıranlkar oldu; “Başladın, bari tamamını oku!”Bekir, tamamını unuttuğunu söyledi . Bu kez de Bekir'i ayıplayanlar çıktı. Halil Basutçu çıkıştı:
- Yapmayın arkadaşlar, çoğunuz bayramı unuttuğunuzu söylüyordunuz;arkadaş hiç değilse şiirin yarısını anımsadı, onu okuduğuna pişman etmeyin!Halil Basutçu iyi duvar örenlerin başında geldiğinden bu sıra usta olarak anılıyor. Geçen ay, Akın piyesinde İstemi Han'nı oynadığı için Hakan'dı. Bu kez Hakanlıktan Duvarcı ustalığına geçti. Arkadaşların bir bölümü, “Haklısın Usta!”karşılığını verdiler.
Törenin saat 10'oo da başlayacağı söylendi. Bir süre derslikte bekledik. Zilden sonra da Müdür Bey gecikerek geldi. İtiklal Marşı'nı ben söylettim. Öğretmenler merdivende sıralanmıştı. Marştan sonra konuşmalar başlamadan akordiyonu bırakmak için salona girince arkamdan kapı kapandı. Sanırım öğretmenlerden biri, girip çıkmayı önlemek için kapattı. Azıcık bozuldum. Akordiyonu tören boyunca taşıyacak değildim. Bir süre okulun arkasına geçip öyle durdum. Sonra da yukarı taraftan dolanıp 1. sınıfların arkasına takıldım. Böylece Okul Müdürü'nün, Sami Akıncı'nın konuşmalarını dinleyemedim. Tevfik Uğurlu da kısa bir konuşma yaptı. Recep Türköz'le Rafet Topuz şiir okudu. Talat Tarkan Öğretmen öğleden sonra işbaşı yapılacağını tekrarladı, tören bitti.
Dersliğe dönünce arkadaşlar gene aynı konuya saplandılar. Müdür Beyle yapılacak konuşma sil yeni baştan bir daha tartışıldı. Sonunda Müdür Beyle yapılacak konuşmanın başka bir güne bırakılması kararlaştırıldı. Konuyu Müdür Beye gene Mehmet Başaran açacak, gerekirse öteki arkadaşlar da düşüncelerini söyleyecek. Böylece Mehmet Başaran yalnız kalmamış olacak.
Yemekte Mehmet Aygün cumartesi günü İdris Destan'ın köyüne gideceğini söyledi. Yıllardır böyle kararlar verilip uygulanmadığını bildiğimiz için gene öyle olacağını söyleyip işi şakayla karşıladık. Davul-zurna ile uğurlayıp gene öyle karşılayacağımızı söyledik. Arka masadan İdris duymuş, geldi hepimizi çağırdı. Gerçekten kararlıymış, ailesiyle konuşmuş. İş şaka çizgisinin ötesine çıktı. Ben de katılacağımı söyledim. İdris'in köyü gerçekten benim köyüme çok yakın ama şimdiye dek gitmedim. Yakınlığına yakın ama arada yol yok. Bizim köyün işlek yolları yakın kasabalara gitmektedir. Örneğin Lüleburgaz 3 saattir, Hamitabat'tan, Tatarköy'den geçer. Bu yola biraz yan düşen Ayvalı köyüne bizim köyden gidilmez. Oysa Ayvalı köyü Lüleburgaz'a gidip gelinirken görülmektedir. Kırklareli için de öyle, Kırklareli'ye, Deveçatak, Kızılcıkdere üstünden gidince Bayramdere köyü görünür ama köyümüzden oraya giden olmaz. Çünkü sapa düşmektedir. Gene Kırklareli'ye Kavakdere, Asılbeyli yoluyla gidince uzaktan Lefeci görülür. Babaeski için de benzer durum vardır. 4 saat süren Babaeskiye Kumrular, Çavuşköy, Sofuali köylerinden geçilerek gidilir. Bizim köyün Pınarhisar'la yol bağlantısı yoktur. Bir saat uzaklıktaki Deveçatak köyünden Pınarhisar'a gidilse İdris'in köyünden geçilir. Sanırım İdris'in Osmancık köyü ile Deveçatak arası 1'5 saattır. Böylece bizim köyle İdris'in köyü arası olsa olsa 2'5 saattir. Ne var ki, özel olarak işi düşmeyen insanlar bu yoldan gitmezler. Ayrıca Lüleburgaz'a araba ile gidince çoğu kez Tatarköyden geçeriz. Tatarköy Celaliye arası çok yakındır. Ben oraya dek gittim. Celaliye Osmancık arası da çok yakınmış. Neredeyse Osmancık'a dek çevreyi hep gördüm. Bir komşu köyü daha görmek için bu geziye severek katılırım. Ayrıca, İdris'in köyü olduğu için onu bir an önce görmek isterim. Ancak bu cumartesi gidilecekse bir engelim var gibi, onu yoluna koyabilirsem ya da haftaya gitmek için karar verilirse sevinerek katılacağım.
Osmancık gezisi çok önemsendi. Harun Özçelik de katılacağını söyledi. Harun katılırsa ben neden katılmayayım diyen Hüseyin Orhan , arkasından Yusuf Asıl da eklenince bizim masadan katılacak sayısı beşe çıktı.
Öğleden sonra çalışmasına gönül kırgınlığıyla katılacağımızı sanırken çatıdan indirilmiş makasları duraksamadan yerde tekrar kurup eksiklerini tamamladık. Rıdvan'ın eli geçmiş. Gerçi parmak pansuman yapılmış, beyaz sargı bezi var ama tahta uçlarını tutabiliyor, arkadaşlarla şakalaşıyor. Namık Öğretmenle birlikte Talat Tarkan Öğretmen de geldi. Talat Öğretmen, çatının, özellikle eski çatının yerde bir kez daha kurulmasının nedenini sordu. Namık Öğretmen, ilke olarak öğrencilerle çatıda kısa çalışmayı seçtikleri, olabildiğince yerde tamamlayıp yerine ivedilikle yerleştirmeyi istediklerini anlattı. Büyük binayı göstererek:
-Onun çatısını burada değil önce Lüleburgaz Atatürk İlkokulunun bahçesinde kurup, hazır olarak getirip yerine kondurduk!dedi. Talat Tarkan Öğretmen:
- Her yiğidin bir yoğurt yeyiş şekli vardır! deyip güldü. Duvarlar iki taraflı olarak(Ortaya başlamadılar) pencere altına dek yükselttiler.
Bugün paydos zili erken çaldı. Kamil Varlık kendine göre bir olasılık öne sürdü:
-Nöbetçiler, bayram olduğu için bilerek yanlış çalmışlardır. Nöbetçi bizim gruptan Recep Kocaman. Ben, Recep'in öyle birşey yapmayacağını sözledim. Numan Bayazıt çatmak için fırsat bekliyormuş:
- Dervişin fikri neyse zikri de odur!dedi. Tartışmayı önlemek için yakınımdaki 1. sınıftan Ahmet Dökme'ye, Fikri, Mustafa Elbüken'e de zikri sordum. İkisi de yanıtlayamadı. Onlar yanıtlayamayınca arkadaşları Hasan Akyurt güldü. O gülünce bu kez de ona Derviş'i sordum. Hasan bilgiç bilgiç, “Sakallı adam, yaşlı, ihtiyar!”dedi. Arkadaşlar gülerken Numan: “Kamil gibi!”deyince tartışma gene başladı. Tıpkı dün akşamki gibi tartışma, bir anda tartışmalıktan çıkarak neredeyse kavgaya yaklaştı. Bu kez uyardım:
- En iyhisi sizi ayrı gruplara gönderteyim!İkisi birden, “Yapma abi, bizim şakamız böyle, sen bizi tanımıyorsun, biz hep böyleyiz!”Yanımda Hasan Üner vardı, onun fikrini sordum. Hasan gülerek:
-Bunlar şakayla kakayı bir birine karıştırıyorlar. Biri onlara şakanın ne olduğunu iyice anlatsın!”edi. Ben de Rıdvan'ın anlatmasını istedim. 1. Sınıftakiler de yarına dek, Derviş, fikir;zikir sözlerinin anlamlarını öğrenip cümlerde kullanacaklar. Bu arada düzeltme yapıldı, 1. sınıflar 2. sınıf olmuş. )
Asım Öğretmenin yokluğundan gerçekten yararlandım. 46. sayfadaki Duport'un Menuetti ile Paisielo'nun Melodie'sini doya doya çalıştım. Duport ¾'lük olduğu için kolayıma geldi, onu tam yaptığımı sanıyorum. Paisiello'nunki 6/8'lik, ötekinden ölçü olarak farklı değil ama eksik girdiği için tempoyu bozuyorum. Ancak onun Schüler bölümünü pişirdim. Çünkü orada giriş susla olduğundan düzgün giriliyor. Lehrer bölümü sekizlikle giriyor. Olsun, onu da becereceğim.
Derslikte yapılan konuşmalara bakılırsa Osmancık gezisi gerçekleşmiş gibi; “Bu cumartesi gidelim!”diyenler İdris'i sıkıştırıyorlar. Arkadaşı zor durumda bırakmamak için katılacağımı söyledim. Söyledim ama son dakika engel çıktığını söyleyip cayacağım. Böylece İdris Derstan ötekilere karşı verdiği sözü yerine getirecek. Önümüzdeki süreçte bir cumartesi günü ben yalnız olarak gidebilirim. Gidecekler arasın iki arkadaşın olması da hoşuma gitmedi. Onlar hem İdris'in iyi arkadaşı değil hem de uyumsuz. İdris'le olmasa bile öteki arkadaşlarla çatışmaları kaçınılmaz. Böyle bir durum olunca gitmenin amacı da gölgelenmiş olacaktır. Üstelik bu arkadaşlar, açık açık köylerine kim olursa olsun gelmesini istemiyorlar. Hamitabat'a gidişimiz sonunda Kadir Pekgöz'le en çok olay çıkaran onlar oldu. Oysa Hamitabat'a gittiğimizde bizi Kadir götürmemişti. Hamitabat'a gidiş gerçekte bence yanlış adlandırılıyor. O gidişin gerçek amacı Suna'yı ödüllendirmekti. Sabahat Öğretmenin umduğundan güzel bir rol oynayan Suna, gerçekten övgüyü hak etmişti. Müdür Bey Sabahat Öğretmenin etkisiyle Suna'nın ailesini tanımak, kızlarını anne- babasına övmek gereğini duydu. Ancak bunun için doğrudan evlerine giderek kutlamak istememiş olabilir. “Geçerken uğradık” diyebilmek için Lüleburgaz-Tatarköy-Hamitabat-Kırıkköy gezisi düşündükleri besbelli. Böylece, “Geçerken şöyle bir uğrayıp görüşelim!dedik!” kararları bence uygulanmış oldu. Hamitabat'a çağrıyı yapan Osman Özalp, arkadaşımız Mehmet Özalp'ın babası. Oğlu nedeniyle ilgisi olduğu gibi Lüleburgaz'daki tek Hamamın da işleticisidir. Okulumuz, ilk iki yıl sürekli hamamın müşteriydi. Şimdilerde de da ara ara oraya gittiğimiz oluyor. Osman Amca müteahhitlik de yapan girgin bir kişi. Eski Müdürümüze de sık sık gelip gidiyordu. İlhan Görkey Öğretmenle ise çok senli benliydi. İlhan Görkey Öğretmen ayrılırken evinin taşınmasıyla bile Osman Amcanın ilgilendiğine tanık olmuştum. İlhan Görkey Öğretmen uzun yıllar Kırklareli'de çalıştığı, özellikle de İlköğretim Müfettişi olarak köyleri gezdiği için Osman Amca ile onun daha Hamitabat'ta oturduğu günlerde köyde tanımıştır. İlhan Görkey Öğretmeni Edirne/Karaağaç'taki okulda ilk kez gördüğümde babamı da tanıdığını söylemiş, bizim kahveden , kahvedeki gramofondan, kahvenin üstündeki güvercinlerden söz etmişti.
Osmancık köyüne gidecekler arasında Ceylan Köylülerin olmayışı ilgimi çekti. Sordum, gideceklermiş ama onlar kendi köylerine geçecekmiş. Mehmet Yücel:
- Kalabalık etmeyelim;biz, çok gittik, her zaman gidebilecek durumdayız!dedi. Küçük Ceylan Köylü'nün İdris'le barışık olmadığını biliyorum. İsmet, açık konuştu: “Fettah'ın olduğu yere gidersem hem kendimin, hem de arkadaşlarımın huzurunu kaçırmış olabilirim!”deyip bir başka zaman gitmek üzere(Köyüne Pınarhisar yoluyla gidince)İdris'le anlaşmış.
Derslikte yeni bir tartışma çıktı. Bekir Temuçin sabahlerin Celal Sahir Erozan'ın O Geliyor şiirinden bir bölüm okumuştu. Orada yıl 1919, mayısın on dokuzu demişti. Hasan Üner o şiiri bulmuş, şiirde yıl 1335 yazıyormuş. Arkadaşlar şiiri ezberlememiş olsalar da hep 1919 olarak tanıyorlar. Hasan'a birden çıkıştılar: “Senin okuduğun şiirdeki tarih yanlış!”Hasan, söylediğne pişman olmuş gibi sustu. Zaten onun niyeti Bekir Temuçin'e takılmaktı. Hasan susunca bu kez ben savundum:
Hasan'ın söylediği yanlış değil doğrusudur. Şiirin yazıldığı tarih daha sonra olabilir. Ancak eski takvime göre 1335, yeni takvime göre 1919 yılını karşılamaktadır. Bir grup mırıldanmaya kalktı. Ben kendimi örnek verdim:
Benim nüfus kağıdımda doğum Tarihi 1336 olarak yazılı. Yeni tarihe çevirirken 1920 olarak yazılıyor. Buna göre 1920 yılının bir yıl öncesi 1335 olmaktadır. Demek ki Atatürk eski tarihe göre 1335 yılında Samsun'a çıkmış. Arkadaşlar kahkahalar güldüler. Gülüş nedenlerini merak edip sordum. Meğer onlar benim doğumumun eski tarihe göre yazılmasına gülmüşler. Bu kez de salt benim değil, takvim değişmesinden önce doğanların hep eski tarihe göre yazıldığını, ancak yeni nüfus kağıdı alınırken değişiklik yapıldığını anlattım. Buna karşın konuşmaya kalkan olunca bu kez Sami Akıncı ortaya sordu:
-Hiç düşünemiyormusunuz kuzum? Yeni takvim 1926 yılında kabul edilmiş oluğuna göre ondan önce doğanlar nüfusa hangi tarihe göre yazılacaktı? İçimizde 1928 yılında doğan var mı? Yok!”Yusuf Asıl'la Mehmet Başaran 1926 yılında doğduklarını söyledi. Sami: “Sizin belki yeni takvime göre yazılmıştır. Belki diyorum, Yasalar çıkınca hemen uygulanır mı? ”Sami konuşunca çoğunlukla susuldu. Bu kez de doğum tarihlerini doğru söylemeyenler dile dolandı. Ben söylediğimde gülenler bu kez kendilerini savunur duruma düştüler. Örneğin Mustafa Saatçı için beni ölçü alıp 1332'ye dek indirdiler. Ayrıca Sefer Tunca'yı, Halil Basutçu'yu, Hüsnü Yalçın'ı benimle yaşdaş, Emrullah'ı benden büyük görenler oldu. Sami Akıncı için kimse bir söz söylemedi. Öyle geçiştirilecek sanıyordum. İsmet duramadı: “Sami ile Bekir'in yaşını kestiremezsiniz!”deyiverdi. Sami duymazdan geldi, başını bile kaldırmadı. Bekir Temuçin öfkelendi:
-Yarın nüfus cüzdanımı getirip göstereceğim, dediğim doğru çıkarsa söyleyeceğim söze razı olacak mısın? ”diye sordu. İsmet razı olacağını söyledi. Ancak ben, “O benim yeğenim, onun kişiliğini zedeleyecek ya da ailesini ilgilendirecek türden bir söz söylersen bana da söylemiş olursun. O nedenle söyleyeceğin sözü ona göre seç! dedim. “Aaa, maaa!”diyenler oldu. Onlara da: “A'sı ma'sı yok. Bilmediğiniz bir konuda size yardımcı olmaya çalışırken konuyu saptırın sonra da beni üzecek sözler söylemeye kalkın, vallahi böyle birini anasından doğduğuna pişman ettiririm. Bunu yapmazsam kendimi aşağılatmış sayacağım. Buna razı olur muyum? Bunu hepinizin bilmesi gerekir!”dedim. Dedim ama söylediklerimle de kalmadım; “Cumhuriret Yönetiminin yeniliklerinden söz edeceğız. Nedir onlar? 1. Harf Devrimi, 2. Yeni Takvim, 3. Ölçüler-Tartılar, 4. Soyadı, 5. Seçim yasaları değişti diyeceğiz. Bunları öğrencilerimize anlatacağız ama onların ne olduğunu kendimiz bilmeyeceğiz. Geçen hafta Turgutbey okulunda uygulama dersi olarak 4. sınıflarla Tarih dersi yapan arkadaşımız Mehmet Yücel Cumhuriyet döneminin getirdiği yenilikleri sayarken bunları sıraladı. Öğren cilerden biri“Yeni takvim nedir öğretmenim deseydi arkadaş ne diyecekti? Mehmet Yücel'in bunu bildiğini biliyorum. O çok rahat yanıt verecekti. Ancak, çocuklardan biri bunu bir başkasına, söz gelimi az önce gülenlerden birine sorsaydı ne diyecekti? Arkadaşlardan gülenler oldu. Son olarak ben de:
-O dediklerim, bundan kurtulduklarını sanmasınlar, bu soru ne zaman olsa onlara sorulacaktır. Varsın onlar, ana-babaları gibi metreye endaze, kiloya okka, doğum yılına tevellüt, desinler;onları uyaranlar olacaktır. Hem de benim demeye çalıştığımdan daha acısını söyleyerek, bu işin doğrusunu onlara bulduracaklardır.
Akşam yemeğin de doğum tarihleri değişik sözler altında sürdü. Özellikle dinsel bayramların her yıl yer değiştirmesi bilmem kaçıncı kez ortaya geldi. Geçen yılki Kurban Bayramı, Ramazan Bayramı anıldı:
-O bayramlarda nerediydik, neler yapmıştık? Ben gene:
Nerede olacaktık? Gene buradaydık, gene bunları ya da benzerlerini konuşuyorduk. Ancak Ramazan Bayramını çok buruk geçirmiştik. Çünkü tüm öğretmenlerimizi, okul müdürümüzü kaybetmenin üzüntüsü içindeydik. Şimdiki Müdürümüz yeni gelmişti. Önce Eğitimbaşı geldi. Sık sık dersliğimize gelip bizimle konuşuyordu. Ramazan Bayramı 12 Ekim 1942 Pazar-Pazartesi-Salı günleriydi. Pazar günü bir bölümümüz tatil yaptı bir bölümü çalıştı. öteki günlerde hep çalıştık. Kuban Bayramı ise 18 Aralık 1942 Cuma günüydü. Onda bir gün tatil yaptık, Cumartesi günü çalıştık, pazar günü gene tatil yaptık, pazartesi günü tüm gün çalıştık.
Ben bunları söyleyince, her zamanki sorular sorulmaya ya da ortalığa söylenmeye başlandı:
-Bunları bilsek ne olur, bilmesek ne olur? Karşılık vermedim. Zaten yat zili çaldı,
Yatınca bir süre bunu ben de düşündüm; “Geçmiş bayramların hangi günde olduğunu bilmek bir yarar sağlar mı? Bu arada bir olay anınsadım. Çocukluğumda, özellikle Hıdrellezi en canlı bayram olarak bilirdim. Bir Hıdrellez bayramı, Kurban Bayramıyla aynı güne gelm işti. O bayramda, köyce ortak olarak oldukça büyük bir boğa kurban edilmişti. O bayramdaki şenlik öteki bayramlardan farklıydı. Daha sonraki yıllarda o canlılığı göremeyince babama sormuştum. Babamın yanıtı kısaydı:
O zaman iki bayram bir arada olmuştu. Ona benze bir başka bayramı ancak 36 yıl sonra göreceksin!”demişti. Daha sonraları merak edip bu 36 yıl olayını öğrendim. Bayramlar, genel olarak her yıl on gün erken kutlanıyor. (Bazı yıllar 11 gün)Bir yıl 365 gün olduğuna göre 365/10 olarak hesaplayıp 36'yı bulmuştum. Sonraları da o yılın Kurban Bayramı tarihinden başlayarak hem sözünü ettiğim çift bayram yılını (6-7-8-9 Mayıs 1930)hem de gelecekte olacak çift bayram yıllarını buldum. (4-5-6-7- Mayıs 1963)Ancak, işin içine matematik girince yu varlak sözler kalkıp gerçek sayılar girmektedir. Örneğin yıl 365 gün 6 saat olarak kesin bir sayıdır. Yılda 5 gün 6 saat 36 yılda 190 günlük bir artış göstermektedir. Daha başka birf takım ince ölçümler nedeniyleBabamın yuvarlak olarak söylediği sayı biraz aşağıya inmektedir. İşte arkadaşlara verilecek yanıt:
Takvim bilgim olmasa bunları hesap edemem. Bu nedenle takvim ya da zaman ölçmelerinde bilgi sahibi olmanın sayısız yararlar vardır.
20 Mayıs 1943 Perşembe
Osmancık Köyüne gideceklerle gitmeyecekler tartıştılar. İdris'in köyü küçük bir köymüş. Küçük köyde neyi göreceklermiş. Özellikler bunu Arif Kalkan'la Hüseyin Serin savundu. Az sonra Kadir Pekgöz de onlara katıldı. Sami Akıncı zaten gezmeye gitmeyenlerden onu da yanlarında saydılar. Halil Basutçu da büyük bir köyden, Süleoğlu'dan. İnece Arif Kalkanın köyü, gerçekten köy değil kasaba gibi. Sami'nin köyü Bayramlı da büyükmüş. Sami'nin söylediğine göre 1500 insan yaşıyormuş. Doğruysa bizim köyün 4-5 katı. Bizim köy 66 hane, 260 insan yaşamaktadır. Bizim okulun sayısı bile bizim köyden çok. Halil Basutçu ile Arif Kalkan sayı vemiyorlar. Kadir Pekgöz'ün ne söyleyeceğini merak ettim, onların köyü de oldukça büyüktür. Nedense Kadir sustu. Hüseyin Serin de sayı veremedi. Arkadaşlar bu kez Kadir Pekgöz'e takıldılar:
-Büyük Domuzormanlı, senin köyünde kaç kişi var? Kadir susunca Yusuf Asıl soruyu tekrarladı:
-Büyük Domuz. . . Ormanlı köyünde kaç kişi yaşıyor? Kadir, kızıp yürüdü, söylene söylene gitti. Tamı tamına bilmiyorum ama konuşmalardan anımsadığıma göre Sami Akıncı'nın Bayramlı köyü kadar vardır. 300 haneden söz edilmektdedir. Bizim köyle mera kavgaları olduğundan arada sık sık:
300 hanelik köy, onlar baskın çıkıyor!diye bizim köylüler yakınırlar.
Yatakhanede açılan konuşmalar derslikte de uzayınca Yusuf'a takıldım:
-Sen köyünün nüfusunu neden söylemiyorsun? Senin Büyük Manika, iki büyük köyün birleşmişi gibi neredeyse iki Hamitabat olacak!dedim. Arkadaşlar şaşkın şaşkın yüzüme baktılar:
-Şaka mı ediyorsun? Şaka maka değil kasaba gibi köy. Kırklareli'deki Asker kışlaları gibi okulu var. Lüleburgaz Atatürk İlkokulundan daha büyük diyebilirim. Büyük Manika'ya gittiğimde kahvede köylülerle konuşurken ben:
- Bizim köyde tek kahve var, o da bizim kahve!deyince güldüler:
-Onu sorma, bizim köyde sayısını biz de bilmiyoruz!”deyip gülüştüler. Hamitabat'ta 7 kahve olduğunu biliyorum, Büyük Manika Hamitabat'tan daha kalabalık olduğuna göre kahve sayısını siz kestirin!Kahve sayısının bir ölçü olamayacağını söyleyen oldu. Ne var ki köylerde kahveler müşteri durumuna göre açılıyor. Müşterisi olmayan kahvelerin kısa zamanda kapandını biliyorum. Benim konuşmamdan sonra Yusuf Asıl'a takılanlar oldu:
- Kasabalı çocuk!
Marangozluk grubumuz ikiye bölündü. Biz dört arkadaş, Salih Baydemir, Harun Özçelik, Recep Kocaman çerçeve hazırlamak üzere atölyeye döndük. Örülmekte olan yatakhane 2. katına tıpkı alt kat çerçevelerini hazırlayacağız. Birinci takım olarak sekiz pencere için çerçeve iki de kapı. Halis Öğretmen gün vermedi ama, “Duvarcıları izleyelim, onlar bitirdiğinde sıvalardan önce yaptıklarımızı yerine takmış, olalım!”dedi. Dördümüzün de en sevdiğimiz işlerin başında kapı, çerçeve işleri geliyor. İlk yaptığımız büyük binanın tüm kapılarının, çerçevelerinin yapımında öğretmenlerden sonra en çok payı olan bu dört kişidir. Özellikle makineden geçen parçaların tamamı benim elimden geçmiştir. Çizimlerin belki hepsi Harun Özçelik'le Salih Baydemir'indir. Öteki arkadaşlar çok katkıda bulunmuştur ama belirgin bir öne geçişleri söz konusu değildir. Bunları kon uşarak işe başladık. Ayrıca, alıştığımız bir iş olduğu gibi karışanı görüşeni de yok.
Parça seçişimiz öğleyi buldu. Paydos olurken çatı ekibimizden Rıdvan Ateşer'le Numan Bayazıt geldi, onlardan ayrıldığımıza üzülmüşler. Ayrılmadığımızı, kalan bölümün sökümünde birlikte çalışacağımızı söyledik. Rıdvan parmağını çözmüş;sevinerek gösterdi.
Yemekte öteki gruptakiler yaptıkları işlerden yakındı, iskele yapıyorlarmış. Dış duvarlar içten dıştan örülüyor. Ancak iç duvar, tavan iskeleden örülecek. Özel iskele gerekli. Küçük bir hata tavanın çökmesine yol açabilir. İşten mişten söz ederken gene Osmancık köy gezisi açıldı. Hilmi niçin gelmediğini söyledi. Salih ise niçin geldiğini kendine göre anlattı. Salih de kendi köyüne çağırdı. Salih'in köyüne günü birlilk gidilip dönülüyormuş. Bu nedenle tüm masa arkadaşları( 8 kişi) olarak gitmeye karar verdik. Gece kalmayacağımıza sevindik. İstanbul-Edirne treninin Lüleburgaz'a uğrayış saati yat zilinden önce( Saat 22'10) dönmemize uygun düşüyormuş.
Öğle paydosunda satranç oyunu ilgi çekmeye başladı. Çok iddialılar var. Bekir Temuçin bunda da önde gidenlerden. Oynayanlara bakınca yanlışları çok rahat görüyorum. Kendim oynarken bu dikkati gösterebilsem iyi satranç oynayabileceğime inanıyorum. İki ikiye oynadığım zaman daha iyiyim. Çevremde insan olup bana ya da karşımdakine akıl vermeye başlanınca atlarla filleri bile karıştırmaya başlıyorum.
Atölyede ayırdığımız parçaları biçmeye başladık. Halis Öğretmen uğradı bize başarılar diledi. Halis Öğretmenin kurnaz tarafından bizi yokladığını hep biliyoruz. Ali Yılmaz Demirbilek Öğretmen de b öyle yapardı. Harun Özçelik dikkatimizi çekti:
-İlk Sanat öğretmenlerimiz bunu yapmazdı!dedi. Gerçekten ne Hamdi Bağ, ne Naci İnan ne de İrfan Evren Öğretmenden böyle bir dolaylı gözetim sezmemiştik. Geçmiş günlerdeki çalışmalarımızla karşılaştırma yapa yapa sekiz pencerenin kasa parçalarını kesip planyadan geçirdik. Bir ara elektrikler gitti. Elektriklerin gitmersini bahane edip durmadık. Bu kez hemen başların alıştırmasına geçtik. Neyse ki elektrik kesintisi uzun sürmedi, elektrikler gelir gelmez kornişleri de tamamladık. Kasalar, iki boyda, benzer işler olduğu için kolayımıza geldi. 16 uzun, 16 kısa parça. Çerçevelerde boyut çeşitliliği çok. Ayrıca incelik kalınlık farkları var.
Paydosta arkadaşlar futbol izlemeye gitti. Ben piyano başına oturdum. Akordiyonla çaldığım parçaları denedim. Tek elle çalmam gerekirken, çalamadığımı anladım. Tek elle çalınca piyanon un sesi bana bir tuhaf geldi. Hele oyun havaları iyice tangır tungur oluyor. Oysa ben piyanoda bunları daha güzel olacak sanırdım. Beringer metodundaki deki kıydırık bir parça güzel etki yaparken Harmandalı'nın tangır tungur etki yapmasına şaştım. Dikkat ettim, Asım Öğretmen bunları piyanoda çalmıyor. Yoksa bunlar piyanoda çalınmıyor mu? Bir süre de akordiyon çalıştıktan sonra dışarı çıktım.
Lüleburgaz'dan fotoğrafçı gelmiş çocuklar tek tek, gruplar olarak fotoğraf çektiriyor. İlginç bir durum , tüm erkek öğrencilerin okul kasketi yok. Köy Enstitüsü'ne dönüşmeden önce öğrenci olanların yani Köy Öğretmen Okulu öğrencilerinin kasketleri var. Onlar kasketli resim çektirince ötekiler de kasketle çektirmeye özeniyorlar. Bu nedenle fotoğrafçının yanına boy boy kasketler dizilmiş. Fotoğrafçı gelenin kafasının bakıp büyüklüğüne küçüklüğüne göre bir kasket yerleştirerek fotoğraf çekiyor. Gelen fotoğrafçıyı ben tanımıyorum. Benim eskiden beri tanıdığım Gültekin Ağabey. Onun masasında, küçük camlarında resimlerim var. Bizim okulda en çok resim çektiren Yusuf Asıl'la ikimiz olduğumuzu Gültekin Ağabey bir kaç kez söyledi.
Okulun hemen önünde asfaltın İstanbul tarafındaki fidanlığın ilki benim diktiğim elma. Geçen yıl boyumu biraz geçmişti. Altına gittim tam açılmamış ama gür yapraklı olacak. Kabaran tomurcuklar arasında çiçek olabileceğini düşünüyorum. Lüleburgaz Bağlığındaki cevizim çok bakımsız. kuruyab ilir. Onun yerine bir elma ağacım olacağı için seviniyorum. Ben elma fidanına bakarken arkadaşlar yanıma geldi. Fidanın benim olduğunu söyleyince gülenler oldu. Ahmet Güner:
Biz de birer ağaç seçelim!önerisinde bulundu. Ahmet'e geçen yıl bu fidanın önünde çektirdiğim resimden bir tane vereceğimi söyledim. Ayrıca ektiğimiz yıl da önünde resim çektirtirdiğimi söyleyince Ahmet sözünü geri aldı. Banklara oturunca cevizimin öyküsünü anlattım. Öykü, benim için çok özel bir anı olduğu için sık sık anlatırım:
Lüleburgaz Bağlığı bizim köyün Lüleburgaz yolu üstündedir. Daha doğrusu bizim köyün Lüleburgaz yolu bağlık içinden geçer. Babam, köyde kahve-dükkan işletir;aynı zamanda uzun yıllar köyün muhtarlığını yapmıştır. (19 yıl) Bu nedenle Lüleburgaz'a çok gider-gelir. Bağlık içinden geçtiği için zamanla bağ sahipleriyle tanışır. Babam aynı zamanda bağ meraklısıdır. 10 dönümlük değişik üzümleri olan bir bağı olduğundan başka kahve önündeki Papaskarası asmaları da benzeri az bulunacak türdendir. Konuştuğu bağ sahiplerinden biri ile senli benli olmuşlardır. Babam bir gün geçerken bağ sahibinin çok sevinçli olduğunu görür. Bağ sahibi Lüleburgaz'ın yerli azınlıklarındandır. (Soy olarak Ermeni)Sevinci ise 3 kızından sonra bir de oğul babası olmasındandır. Babam da onun sevincine katılır. Aslında babam da sevinçlidir, çünkü ben henüz 20 günlük falanımdır. Babam da bunu söyler. Bağ sahibi oğlunun doğumu için bağa bir ceviz ekmek için hazırlanmıştır. Babamın dediğini duyar duymaz cevizi ikiler. Cevizler de insanlar gibi büyür. Ne var ki insanların yaşaması biraz şans işi, benim ceviz arakadaşım ilkokula başladığı yıllarda yaşamdan ayrılır. Babamların bağcılık ilişkileri sürer. Lüleburgaz'a beni götürdüklerinde babam benim cevizimi gösterirdi. İki tane ceviz aracı yolun az ötesinde yarış ederce büyümüşler. Lüleburgaz'da gütürüldüğümde bağ sahibini zaman zaman görürdüm. Üzüm zamanında, genellikle Lüleburgaz panayırına gidip dönerken büyükçe bir sepet cevizim hazır olurdu. 1933 Onuncu Yıl kutlamasından bir arkadaşımla dönerken bağ sahibi elime bir sepet cevizi zorla vermişti. Taşıma zorluğu nedeniyle çok diretmiştim. Arkadaşımın yardım vaadi üzerine almıştım. Meğer bu son cevizimmiş. Sonraki sene Lüleburgaz'daki azınlıklara karşı yapılan bir tepki sonucu bağ sahibi de Lüleburgaz'dan İstanbul'a taşınmış. Bağa bir süre başkaları baktı. Daha sonra öteki bağlar gibi o bağ da bakımsızlıktan kurudu. Oradan geçerken hep bakıyorum. İki cevizden biri yerinde duruyor. Ancak kesin bilemiyorum, duran ceviz benimki mi, yoksa öteki mi? Hangisi olsa farketmez çünkü bağlık kurudu, tüm cevizler kesiliyor. Yolumuz üstünde sayılı ceviz kalmış. Kurtuluşu yok benimki de kesilecek. Gene de benim belleğimde yaşıyor, yaşayacak:Yeşil yapraklı, mor ya da beyaz salkımlı bağ içinde bir ceviz ağacı, benimle yaşıt. Ben o cevize bakıp öteki ceviz ağaçlarının yaşlarını hesaplarım:Bu, 20 yaşında olduğuna göre bu 30, bu 40, bu 100 yaşında diyerek tepeye çıkarım ya da dereye inerim. Böylece, Bağlık Yokuşunu nasıl inip çıktığımı pek anlamam. Bu benim tek ceviz ağacım değil. Babamın kendine özgü bir ceviz tutkusu var. Büyük ağabeyimden sonra her doğan çocuğu için bir fidan dikmiş. Mahmut Ağabeyim için dut, Bektaş Ağabeyim için erik, Ahmet Ağabeyim için Zerdali(Kayısı) benim için ceviz. (Ceviz seçişini sanıyorum o bağcının etkisi olmuş. (Çünkü o güne dek köyde ceviz yokmuş)Ağaçların hepsi duruyor. Dutla zerdali kahvenin bahçesi içinde, erikse Bektaş Ağabeyimin şimdi oturduğu evin kapısı önünde. Benim ceviz, ada dediğimiz, dere kenarındaki(Köy altında) tarlada.
Banklarda oturduğumuzu görenler derslik pencresinden bağırdılar:
-Yeter, ne konuşuyorsunuz orada? Gelin burada konuşun, biz de dsinleyelim!”Kalkıp dersliğe gittik. Konuşabilirsen konuş derslikte. “Osmancık'a gidecekler orada ne yapacaklar? ”Yanıtladım: -Sizi konuşacağız, şimdi onlar ne konuşuyor? diye sormayacağız. Çünkü bileceğiz, yeni bir konu araştırmazsınız, kuşkusuz bizi konuşacaksınız. Şimdiden daha, “Ne yapacaksınız orada? ” deyişiniz bunu kanıtlıyor. Şimdiden söyleyebilirim, dere kenarına inip balık tutacağız. Kahveye gidip domino oynayacağız. Köy Muhtarlığına gidip eski Ulus gazetelerini okuyacağız!”dedim. Öteki dediklerime inandılar da Eski Ulus Gazeteleri deyince güldüler. Onu da açıkladım:Köy Muhtarlıklarına, halkın okuması için kitap, gazete gönderilir. Kimse gelip okumasa da muhtarlar onları saklar. Bizim köyde yığınla Ulus gazetesi korunmaktadır. B undan bilkiyorum. Bizim köyde olan neden Osmancık köyünde olmasın? ”Sami Akıncı ekledi: “Bizim Bayramlı'ya Uzunköprü Halkevinden de kitaplar gelir!”deyince kimseden ses çıkmadı. Bir kez daha anladım ki bizim arkadaşların Köy Odası ya da Halk Odası gibi olaylardan haberleri yok. Bunu söyleyince Hasan Üner'den tepki geldi: “İşt işt, Hasanoğlan'da Halk Odasından kitapları getirdiğimi unutmayalın !”Hasan'ın uyarısı üzerine bir kaç arkadaş :
- Sahi, orada küçük bir odayı temizlemiştik!
Konu hemen değişti; “Köyde onları kim okur? ”Arkasından da:
-İşte biz, köylere dağılınca onları okutacağız!”Fettah Biricik hemen yanıtladı:
- Kim, biz mi? Sami Akıncı yetişti:
- Ya ne sandın? Bu kadar uyarıdan sonra bunu anlamadınsa köyüne öğretmen olarak dönmeyi hiç düşünme be kuzum!”(Sami genel konuşmalarında kuzum sözünü çok kullanır) Sami bunu söyleyince bir sessizlik oldu. Ben de, eğitmenlerin bu konuda nasıl denetlendiklerini anlattım. Ulus Gazetesi değil ama İlköğretim dergisini nasıl okuyup, sakladığını, aradan bir tanesinin alınmaması için nasıl dikkat ettiğini anlattım. Dersimize gelen İlkköğretim Müfettişi Hamit Gürsel'in adından söz edince anımsayanlar oldu. Mehmet Aygün taklidini yaptı. Gerçekten yüzünün, ellerinin, özellikle de önemli bir söz söyledikten sonra durup konuşmadan selam verir gibi başını, yüzü yere dönük oynatması tıpkısıydı. Bu kez de Gezici Başöğretmenin hareketlerini istediler. Mehmet önce:
- O benim adaşım, onun(Gezici Başöğretmenin adı Mehmet, soyadı Turan) taklidini yapmam!dedi. Sonra da kalkıp kapıdan girişini, başını, özellikle alnını kırıştırarak gözleriyle tüm dersliği gözetlemesi, ağır ağır gidip sıraya oturduktan sonra sağ elini sıranın üstüne koyup küçüp parmağından başlayarak parmaklarıyla sıraya vurması;bu kez de başını hiç oynatmadan tavanın karşı köşesinde bir noktaya uzunca bakması, benim tanıdığım Mehmet Turan öğretmenin gerçekten anımsatıyor. Mehmet Turan Öğretmeni ben bizim köy okulunda 4-5 kez gördüğümden başka bizim kahveye geldiğinde de kendisini izlemiş, kısa da olsa bir kaç kez de konuşmuştum. Mehmet Aygün'ün taklitçiliğini biliyorduk. Özellikle Eski Müdürümüzün taklidini hep yapıyordu. Sonra Hüsnü Baykoca Öğretmeni ele almıştı. Hasanoğlan'da Reşat Tekinay Öğretmeni hareketleri gibi sesini, sözlerini de dile dolamıştı. Edirne Öğretmen Okulu Müdürü Reşat Tardu'nun baldızı (Nurefşan) için anlattıklarını tekrarlayıp bizi güldürüyordu. Bunu Hidayet Gülen Öğretmen nasılsa duymuş, Mehmet'i uyarmştı. Hidayet Gülen Öğretmen kendisi de yaman bir taklitçiydi. Mehmet'e: “ Kimin taklidi yapılır, kimin yapılmaz? ”deyip uyarmıştı. 1. Görünüşü kusurlu insanların takliti yapılmaz değil, çok kolay yapılır ama asla yapılmamalı. Çünkü onlar, kusurlarını başkasından duymak istemezler. 2. Dillerinde özür bulunnanların dilleri taklit edilmez, edilmemeli. 3. Görevini hakkiyle yapamayan, ya da yapamadığına inanan yöneticilerin taklidi yapılmamalı!”deyip sıralamıştı. Reşat Tekinay Öğretmenin boyu çok kısaydı. Bizim sınıfın en küçükleri olan Yusuf Asıl'la Hasan Üner bile öğretmenden uzundu. Buna karşın öğretmen çok vurucu kırıcı olaylara girip çıktığını anlatırdı. Bu uyarıdan sonra Mehmet Aygün öğretmenlerin taklidini bırakmıştı.
Yemekte taklitler üzerinde konuştuk. Ne ilginç hiç taklit yapamadığım gibi taklidimin de yapılmasını istemiyorum. Ancak düşünüyorum; “Benim taklidim yapılınca gülünüyorsa ortada gülünecek bir durum oluyor demektir. Ben ayırdında değilim ama insanlar benim o hareketlerimden dolayı sezdirmeden gülmüş olabilirler. Taklidim yapılınca belki de o gülünç hareketimi düzeltirim!” dememe karşın en küçük bir taklitime katlanamıyorum. Bizim köyde böyle takli yapan yoktu. Yokmuydu yoksa ben mi ayırdında değilim. Taklit sözü çok edilirdi. Özellikle çocuklar ağızlarıyla söz uydurması yapınca bir patırtı kopardı, “Taklitimi yap!”Taklit dediği ise söylediği sözün tekrarlanmasıydı. Çocuk: “Anneeee! “diye uzatınca bir başkası da : “Anneee!diye tekrarlayınca bu taklit oluyordu. Çok küçüklüğümden kalan bilgim;C bunu çok yapıyordu. Sanırım gene yapıyor. Geçen yıl benim yanımda kardeşi yavaş sesle birşeyler söyleyince: “Mıy mıy mıy yapma, şunu doğru söyle, gitmek mi istiyorsun kalmak mı? ”demişti.
Yatınca Kırklareli'deki Atiye Yengem aklıma geldi;o da çok taklitçidir. Yanında olmayan birinden söz ederken önce onun taklidini yapar sonra anlatacağını anlatır. Atiye Yenge kızlarını büyütüyor:Şetvan, Elvan. Şetvan'ın ne anlama geldiğini öğrenemedim. Elvan'ın renkli kokulu bir nesne olduğunu söylemişlerdi. Şetvan için Hasan Amcam, hiç bir anlamı olmasa bile benim kızım on u anlamlaştıracak!”diyor. İnsanların adlarını düşündüm;ne çok ad var:İbrahim, Halil, Halil İbrahim, Mehmet, Fettah, Recep, Hüseyin, Sefer, Sami, İdris, Mustafa, İsmet, Yusuf, Harun, Abdullah, Bekir, Ali, Salih, Hasan, Hilmi, Orhan, Kadir, Arif, Yakup, Emrullah, Hüsnü, Ahmet. 29 kişilik bir sınıfta 26 ad var. Tüm okul taransa sanırım yüz ad olur. İlgimi çekti, bir soruşturma yapcağım, bizim okulda daha çok hangi ad var?
21 Mayıs 1943 Cuma
Akşamki fiskos düzeyindeki konuşmalar sabah açık açık konuşulmaya başlandı; “Ne günü gidiyorlarmış? ” Bekir Temuçin;
“Sami Akıncı doğrusunu bilir!”dedi. Sami nöbetçi, çoktan gitmiş. Bu kez Halil Basutçu'ya soruldu. Halil Basutçu, duvar örücü, en ağır işlerin içinde. Özür diler gibi:
- Ben de sizler gibi duvar örüyorum, paydos dışında kimseyle görüştüğüm yok, doğru haberi kimden alabilirim? ”diye sordu. Bu kez söz, Akın piyesi takımından Mehmet Başaran'a döndü. İsmet: - -Dokunmayın ona, dayanamaz, ağlar şimdi!dedi. Mehmet Başaran ağlamadı ama söylediğinden kesin bir bilgi alınamadı.
Derslikte tahtaya yazılmış yazıyı okuyunca durum aydınlandı:
Kahvaltıdan sonra dağılmadan derslikte oturun, Eğitimbaşı bizimle konuşacak!Değişik olasılıklar öne sürülerek her zamanki şakalar tekrarlandı:
Sizi çok sevdiğim için Müdürlüğü istemedim, gitmiyorum!Olur mu, olmaz mı derken bir başkası:
Sizi çok seviyorum ama, kusura bakmayın Okul Müdürlüğünü sizin için feda edemem!Bir üçüncü olasılık:
Ne o, ne bu, önümüzdeki cumartesi-pazar günleri tüm gün çalışma, sakın izin mizin istemeyin!En hoşu da:
Milli Eğitim Bakanlığından yeni emir geldi;yasa gereği her yıl verilmesi gereken giysilerin verilmeyen üç takımı birden verilecek!Kendi kendimizi alkışladık.
Sanki doğru bir habermiş gibi yemekte de bunu konuştuk:
- Vay canına!Beş yılda 2 takım giysi ile bizi savuşturdular!Bunları konuşmamıza karşın sanki Eğitimbaşının ayrılık için konuşacağını içimizden hepimiz kestiriyorduk.
Derslikte toplandık. Az sonra Eğitimbaşı geldi. Gülerek, ilk karşılşmamızı anımsattı. 8 ayın çok çabuk geçtiğini, çalışanlar için ayrılıkların hep olduğunu söyledi:
Sizlerin Edirne'ye çağırılmanız kararı alınırken Müdür olarak seçilen Arkadaşım Nejat İdil beni demızı biliyorum. Bunu bildiğim için de ayrıldığıma üzülmüyorum. Kepirtepe'den ayrılıyorum ama Ladik'e kavuşuyorum. Biliyorum ki burada bıraktığım 300 canın yerini oradaki 400 can dolduracak. Bu bir tesedlli bile olsa beni sevindiriyor. Gittiğim yer, yer olarak buradan daha rahat bir yer değil. Sakın daha rahat bir yer buldu, onun için gidiyor, diye düşünmeyin. Orası da burası gibi, Lüleburgaz'ın ¼ ü kadar bir ilçeye gene Lüleburgaz kadar uzaklıkta kurulmuş bir yer. Bizler bu tür yerlerde çalışıp oraları daha güzel yerlere çevirmek için söz verdik. Bu sözlerimizden geri dönmeyeceğiz. İşte sizler de yetişiyorsunuz, sizler de bu halkaya katılınca daha güçlü olacağız. Göreceksiniz bir süre sonra sizlerle nöbet değiştireceğiz. Bakın işte ben bir başka arkadaştan nöbeti almak üzere severek gidiyorum. O arkadaşım orada dört yıldır çalıştı, yoktan bir okul var etti getirmek istemişti. Sevinerek karar vermiştim. Yazık ki bir engel çıktı, oraya gelemedim. Sizinle karşılaşmak kısmette varmış, yıllar sonra bu gerçekleşti. Olmaz, olmaz derler ama kimi kez de olmazlar olur.
Hepinizle olmasa bile hiç değilse bir kaçınızla kesinlikle bir daha karşılaşıp hepimizi sevgiyle anacağız!”deyince ben, “Nurettin Biriz!”dedim. Eğitimbaşı gülümseyerek sordu:
Nereden tanıyorsun? Salt ben değil, tüm arkadaşların tanıdığını söyledim. Arkadaşlar, Nurettin Biriz'in bizimle yaptığı konuşmadan bölümler söylediler. Eğitimbaşı buna da çok sevindi:
İşte, sevgili Biriz'in söylediği gibi hepimiz biriz, öyle kalacağız!dedikten sonra arkadaşlara bakarak olylar anımsattı. Arkadaşların bir çoğunun belirli özelliğine değindi. Mustafa Saatçı'nın Makine merakına, Harun'un Resim, Mehmet Başanar'ın şiir, Halil Basutçu'nun İstemi Han oynamasını üstünde durdu. Bulgaristan 'dan gelmiş olan arkadaşlarımız, Emrullah ile Hüsnü Yalçın'a öneride bulundu: “Nasıl olsa Bulgaristan'a gidemiyorsunuz, memleketi görmek tanımak istiyorsanız gelin Samsun'a sizi oralarda yalnız bıraknmamaya çalışırız. Bana iki üç kez baktı, bir şey söyleyeceğini sezdim ama söylemeden geçti. Son kez önümden geçerken kaşlarını çatarak:
Senin o “Demoklesin Kılıcı” vardı ya o yok, öyle bir şey olmamış!deyip güldü. Hepimize döndü, kendi adıyla birlikte Sabahat Öğretmen adına da hepimize başarılar diledi, güzel haberler bekleyeceğini söyleyerek ayrıldı.
Uzunca bir süre bir birimize bakıştık. Kendimiz için de ayrılığın yaklaştığını duyumsadığımız için mi ne, hepimiz çok duygulandık. Halil Basutçu sessizliği bozdu:
İyi insanlardı, güle güle gitsinler!dedi. Bir çok arkadaş da salt “Güle güle!” diyebildi. Arkasından:
İşbaşı ne oldu? diye sorunca sessizce kalkıp çalışma yerlerimize dağıldık. Biz atölyeye girerken Namık Öğretmenle karşılaştık. Namık Öğretmen olayı biliyormuş. “Ayrılıklar böyledir kimi kez ağlatır insanı!”dedi. Atölyeye girince bu kez Salih Baydemir:
Ben bu adamı hiç sevmemiştim, hep korktum ondan. Niçin bilmem ama bana bir fenalık yapacakmış gibi baktı bana. Öyleyken ayrılığına ağlayasım geldi. Gidişine sevineceğimi sanırken aksine üzüldüm!dedi. Harun Özçelik ise Salih'e:
O senin kuruntunmuş, şimdi ise gerçeği gördün, adamcağız sana hiç bir zarar vermedi, bunun için de üzülüyorsun!Arkadaşları dinledim, belki ikisi de değişik zamanlarda değişik tavırları değerlendirdikleri için değişik düşünebilirler. Ayrılıklar olağanmış, herkes bunu söylüyor. Öyleyse olağan karşılamak en doğrusu. Ne üzgünüm ne de sevinçli;gene de içimde bir burukluk var gibi. Yoksa üzüntü dedikleri bu mu?
İşlerimize kaldığımız yerden başladık. “7 penceremiz kaldı” diye güldük. Oysa cumartesi günü tamamlayacağımızı söylemiştik. Salih diretti:
- Gene de tamamlayacağız abiler!dedi. ”Abiler sözü 3 sıflardan Recep Türköz'ün. Recep bunu saygısından söylüyor ama ağabey kendisinden büyüklere söylenen bir sıfat. Recep sınıfına göre çok yaşlı. Sanırım 4. sınıfların tümünden olduğu gibi bizim sınıfın da en az 20 arkadaşın ağabeyi görünümünde. Bunu bir yana bırakıp herkese ağabey gözüyle bakmak biraz yapmacık oluyor. Bu nedenle bir çok arkadaş “Abiler” sözünü ağabey anlamından kaydırıp tıpkı “Şey” der gibi kullanmaktadır. Bildiğimiz ağabeyle bir ilgisi yok gibidir.
Yapıcılara kalıp yapanlar erken geldi. Eğitinbaşı'nın ayrıldığını söylediler. Tarımda çalışanlardan büyük bir kalabalık okul önüne gelip uğurlamışlar. Yapıda çalışanlar onları görünce bakışmaya başlayınca Namık Öğretmen izin vermiş, onlar da uğurlamaya katılmışlar. Sabahat Öğretmen ağlamış. Ağlama sözünü duyunca çok üzüldüm. Sabahat Öğretmen neden ağlasın ki? Ağlayacak ölçüde burasını sevdiğini sanmazdım. Aleyhte konuştuğunu duymadım ama ağzından Kepirtepe sözünü de hiç duymadım. Yeri gelince hep, burası ya da okul deyip geçerdi. Oysa Arifiye üstüne konuşurken sık sık Arifiye Köy Enstitüsü adını anardı.
Arkadaşlar yardım etti. Hasan Üner'in eli değdi, böylece ben 80 parçamı tamamladım. Hasan'la Salih'e yardım ettik. Onunki bitmedi ama bitmiş sayılır, on küçük parça kaldı.
Paydosta ben de futbol alanına gittim. Bir süre baktım. Bakarken bile oyunu ya da golü molü düşünmedim. Gol atıldığında bile gölün atıldığını bağırışlardan sonra anladığıma kendim de güldüm. Fikret Madaralı Öğretmenin bir sözünü anımsadım: “Bakarkör!”Sık sık : “Bakar ama görmez, çünkü kafasında başka bir düşünce vardır, beyni onunla uğraştığı için gözünün önündekini dikkate almaz. Görmenin tam olması için işin içine dikkatin girmesi gerekir”derdi. Arkasından da aynı örneği kulak için değiştirir, ders dinleyen öğrencilerin bir bölümünün ötekiler derecesinde neden öğrenemediklerini açıklardı. Bunları düşünerek aklımın takıldığı piyanoya döndüm. Piyanoya oturunca gene 10-20 nolu parçaların Lehrer bölümlerini çalıştım. Yarın Osmancık yolculuğu vardı. Gerçekten var mı yok mu? Varsa gideceğim ama yoksa çok daha sevineceğim. İkircil durumda bir süre daha çalıştım. Geçen otöbüslerden bu sıra gene gazeteler atılıyor. Abdullah Erçetin'in hemşerisi Mehmet Özeren iki gazete kapmış birini bana verdi. Verdiğini değil ötekini, Cumhuriyet'i aldım. Ömer Rıza Doğrul: “ Afrika'da artık Almanya yok!”demiş. Çünkü Afrika'nın Kuzeyinde Almanya' nın aldığı yerleri Amerika, İngiltere tümüyle geri almışlar. Yazar:
Eğer savaş salt Afrika'da olsaydı şimdi bitmiş olacaktı!diyerek sanırım Almanya'nın yenileceğini söylemeye çalışıyor. Kuzey Afrika'nın önemli yerlerinden Tunus'u tümüyle İngilizler işgal etmişler. Amerika ordusu da önemli deniz üssü Bizerti'yi teslim almış. Gazetede Ülker Fırtınası adlı tefrika vardı(yazı dizisi) bitmiş. Bir yığın ad vardı: Suadiye, Yakacık, Adalar, Kayışdağı, Çamlıca. Ayrıca, Musa, Turan, Sermet, Müzeyyen, Nuran, Letafet, Ahmet. . . Orada geçen bir sözü Fikret Madaralı Öğretmene sormuştum: “İt ürür kervan yürür!”Madaralı Öğretmen gülerek:
Senin en yakından tanıdığın sana yabancı duruma getirilmiş, bunu sakın unutma!İşte Atatürk bu saçmalığı önlemek için Türk Dil Kurumu'nu kurdurdu. Türk Dilinde kullanılan sözlerin en doğrusunu seçip kullandırmak. İt, köpektir. köpek ne yapar? havlar. Köpekler kimi zaman da havlamaz, insanlar gibi mızıklanırlar. Hani insanlar kendi kendine konuşur gibi anlaşılmayan ses çıkarırlar ya öyle. Bunu köpekler de yapar. İşte bu mızıklanmaya ürümek ya da ürmek derler. “Köpek havlar, kervan yürür” demeyi beğenmeyenler, akıllarınca uyaklı söz uydurmuşlardır!demişti
Ülker Fırtınası yerine bu kez bir çeviri roman konmuş:
- Kar İzleri Örttü. Hamdi Varoğlu'nun çevirisi. Onun çevirdiği kitaplar okumuştum. Cumhuriyet Gazetesi 19 yaşındaymış. Şu işe bak, ben ondan önce doğmuşum. 6935 kez çıkmış.
Maççılar geldi. İdris Destan aranmaya başladı. Mustafa Saatçı İdris'in Lüleburgaz tarafına koşarak gittiğini söyledi. Ancak bakanlara göz kırptı. Az sonra İdris geldi. Lüleburgaz'a koşarak niçin gittiği soruldu. İdris şakayı anlamadı, sinirlendi, kendisine iftira atmaya çalışanlar olduğunu söyledi. Mustafa Saatçı şaka söylediğini söylemesine karşın İdris'in söylenmesini anlamlı bulan arkadaşlar bu kez Osmancık'a gitmekten vazgeçtiler. Uzunca tartışıldı.
Yemeğe gittiğimizde karar kesindi, İdris kendisi bu işten caymış sanısı kondu. Bizim masa sinemaya gitmeye karar verdi. Lili Marlen adlı bir film varmış, güzel şarkılar söyleniyormuş. Ben, güzel şarkı olabileceğine inananamama karşın katılmaya karar verdim, Film konusunda güvendiğim arkadaş Harun Özçelik. Kitap konusunda Hasan Üner, film konusunda Harun Özçelik, müzik konusunda şarkı konusunda Abdullah Erçetin, İş konusunda Salih Baydemir, bilgi konusundan Sami Akıncı, doğruluk konusunda Halil Basutçu diye bir sıralama yaptım. Hilmi hemen atıldı:
Kalanları yok mu sayıyorsun? ”Onları yok saymadığımı, onları da ikiye ayırdığımı, bana değer verenler-vermeyenler. Büyük bir çoğunluk bana bir değer vermektedir. Sayıları az olmakla birlikte bir bölümü de bana değer vermeye yanaşmamaktadır. Önce Hüseyin Orhan arkasından bir kaçı birden:
Biz de böyle olduğunu seziyoruz!dediler.
Dersliğe dönünce gene fiskoslar başladı. Beringer metodunu alıp Sami'nin sırasına gittim, Sami zaten Almanca çalışacakmış. Onun sırasına yakın konuşmalar artınca benim sırama geçtik. Yazılardan çok başlıkları, okuyup anlamları çözdük.
Du wirts bemerken, dass die siebente Note erhört ist. Dieses Kreuz auf der 7. Stufe ist immer ein falliges Versetsungszeichen, welches jedesmal för die Note gezets wird, also nicht in dieTonart-Worzeichnung. . . . Sami okuyup gidince güldüm: “Ben burada geçen sözlerin çoğunu bilmiyorum!”Sami: “Benim de bilmediklerim var, örneğin “Moll”dedi. Ona da ben güldüm. Bu kez ben bilmediğim sözleri Lügatten aradım. Sami nöbetçiydi, nöbeti unutmuş, çağırdılar. Çık, çık çık! yaparak gitti. Sami'nin arkasından gülenler oldu: “Adamın, iş, nöbet gibi şeyler umurunda değil!”diyenlere:
-Erbapsan, sen de onun yaptığını yap bakalım!yanıtı gecikmedi. . . .
Gideceğimiz filmi gören Harun Özçelik ucundan ucundan anlattı. Sevgilisi askere, daha doğrusu savaşa giden bir kız varmış, filmin adı o kızın adıymış. Sonra da o kızın adı bir şarkıya verilmiş. Hasan Üner anlatılan olayın kitabını okumuş: “Hayır öyle değil, böyle deyince tartışma çıktı. Bu kez, tartışmayı durdurduk:
- Yarın göreceğiz tartışmayı yarın akşam yapalım!
Yemekten sonra Sami Akınc'ıyı bir süre bekledim. Bu arada yeni gelişmeler oldu. Mehmet Yücel İdris Destan'la konuşmuş: “Arkadaş çok üzgün, eve haber göndermiş, ailesi bekliyormuş, bırakın isteyenler gitsin;neden hepiniz vazgeçtiniz? ”diye sordu. İdris'i çok üzgün görünce: “Götürürse gidebileceğimi söyledim. İdris sevinçten boynuma sarıldı. Bizim masadan Mehmet Aygün, Harun Özçelik, Yusuf Asıl, Salih Baydemir de bana katıldı. Halil Basutçu ile Hüsnü Yalçın'ı zorlayıp bizim listeye ekledik. Böylece 7 kişilik bir grup oluştu. Hüsnü Emrullah'ı ekledi. İbrahim Ertur'la Ali Önol da yazıldı.
Yat ziline dek yapılan tartışmalar, olumlu olumsuz konuşmalar sonunda İdris'in eve göndermiş olduğu 12 kişilik liste tamamlandı. İdris tekrar tekrar bana teşekkür etti. Ben de:
-Teşekkürü bana değil Mehmet Yücel'e et! diyerek olayın gerçekleşmesine yardım edenin o olduğunu belirttim.
Yatınca bizim köye kuş uçuşuyla iki saat uzaklıkta olan Osmancık köyünü gözümde canlandırmaya çalıştım. Benzer taraflarını olabileceğini düşündüğüm gibi benzemeyen taraflarını da görür gibi oldum. Örneğin Osmancık ile Çeşmekolu arasındaki Deveçatak köyünün bizim köyle benzerliklerini, ayrılıkların gözümde canlandırdım. Deveçatak köyünün Osmancık'a uzaklığı da bizim köy kadarmış. Öyleyse bu denli yakın olan iki köy insanı çok farklı olmaz. Bunu dedim ama başka bir örnek düşüncemi karıştırdı. Bizim köyle Erikleryurdu köyü de bir saat uzaklıkta olan iki köy. Oysa bu iki köyde oturanların bir biriyle hiç bir ilişkisi yok. Bizim köylüler Kırklareli'ye gidip gelirken Erikleryurdu'nun hemen bitişiğindern geçerler. Geçtiğimiz yol üstünde köyün Kaldıraçlı bir kuyusu vardır. Oradan geçerken susuzluktan yansa bile bizim köylüler kuyu başı boş değilse uğramazlar. O köylüleri o denli yabancı sayalarlar. Oysa o insanlar hiç de öyle değil. Kavaklı İstasyonuna pancar taşıdığımız zamanlarda oradan geçerken ben çok uğradım, kuyu başındaki insanlar kova dolusu su verdikleri gibi hal-hatır sorarak gönül de alıyorlardı. Özellikle bayanların yakınlığı bizim köyklü bayanlardasn çok daha canayakındı. Bunları anlattığımda bana inanmayanlar oldu. Oysa ben yalnız değildim, Bektaş Ağabeyimle birlikte gidip geliyorduk. Araba kuyuya yaklaşamadığı için kuyuya ben gidiyordum. Bundan şöyle bir sonuç çıkardım:”Deveçataklılarla Osmancıklılar arasında da böyle bir uzak-yakınlık ya da yakın uzaklaşık olabilir mi? ”Bizim köylerin asıl uzaklaşma nedenleri köylerin kurulduğu yıllarda mera paylaşımı nedeniyle yapılmış kavgalara bağlayanlar oluyor. Ne var ki, aynı kavgalar Hamitabatlılarla da olmuş ama 40 yıl önce olan bu kırgınlıklar zamanla dostluğa dönüşebilmiş. Benim Hamitabat okuluna gidişim bile bir süre kuşkuyla karşılanmıştı. Babama: “Eski husumeti güdenlerden, çocuğa bir zarar verileceğini düşün müyor musun? “diye soranlar bile olmuş. Sonraları Furtun Şerif Enişte bana:
-Oldu olacak oradan bir de gelin getir de unutulsun eski dargınlıklar!”derdi.
22 Mayıs 1943 Cumartesi
Yusuf'la Ahmet Güner birlikte benim ranzaya tırmandılar; “Akordiyonu biz taşırız, ne olur götürelim!”Hayır diyemedim. Arkalarından İdris geldi, tekrar tekrar teşekkür etti.
İbrahim Ertur nöbetçiymiş, ayrıca izin alması gerekiyormuş. Konu yapıldı. Mehmet Yücel'le İsmet nöbeti üslendiler. Mehmet Yücel zaten yarın kendi nöbetini tutacak.
Derslikte gidenlere kalanlar uyarılarda bulundu: “Aç gözlülük etmeyin İdris'in evindeki yiyecekleri tüketmeyin!”
Kahvaltıda da neler yiyebileceklerini kestirmeye çalışanlar oldu. Bu konuda en deneyimli Yusuf Asıl: “Az değil 12 kişi, 2 günde 24 eder!”diyerek yakın zamanda Ahmet'le beni köyüne götürüşü ona bir değerlendirme fikri verdiği besbelli. İdris'in hepimizden çok sevdiğini bildiğimiz Mehmet Aygün bir öneride bulundu: “Lüleburgaz'dan geçerken herkes birer ekmek alsın!”Ekmekleri nasıl saklayacağız? ”Ben: Kendi ekmeğimi sakalayacak yer buldum, akordiyon kutusuna koyacağım!”dedim. Bir çok olasılıklar öne sürüldükten sonra ekmek işinden vazgeçildi: “İdris bunu da duyarsa iyice panikler!”deyip Osmancık gezisi için daha fazla konuşmamaya karar verdik. Köyde bakkal varsa oradan tıkınmayı da unutmadık.
Atölyede tüm gücümüzle pencerelere sarıldık. Delme işinde Halis Öğretmen de yardımcı oldu. Orta deliklerde bir kaç kaza oldu. Tezgahın sallanması işi zorlaştırdı. Öğretmen kendisi denedi. O da kaza yapunca bu kez tezgah onarımı yapıldı. Gene de ilk sekiz pencereyi tamamlayarak, verdiğimiz sözü yerine getirip cumartesi dinlenmesini hakettik.
Bayrak Töreni'nden Talat Tarkan öğretmen açıklama yaptı: “Bugün 1. Sınıflar, yarın3. sınıflar nöbetçi. (Genel işleri yürütmek için . )25 Mayıs tarihinden başlayarak okulun genel işleri sınıflarca nöbetleşe yürütülecek. Son sınıf dışındaki sınıflar, yaz boyunca nöbet , işlerini de genel işiler içinde yürütecek. Şimdiki gibi her sınıftan nöbetçi ayrılmayacak. Bilginiz olsun !”dedi.
Törenden sonra akordiyonu bırakıp çıkarken Talat Tarkan Öğretmenin yanında oğlu Ayhan'ı gördüm, babası geleceğini söylemişti, gelmiş. Ayhamn'ın gelmesi önemli değil, akordiyona el at mak isteyecek. Buna da benden çok Asım Öğretmen sinirleniyor: “Alsın oğluna bir akordiyon, öğrenciler nöbet beklerken öğretmen çocuğu okulun akordiyonunu alır mıymış? ”diye söyleniyor.
Yemekte, gene Osmancık yemeklerini konuştuk: “İki gün yumurta yeriz, yumurta nasıl olsa vardır!”deyip güldük. İdris bizim masaya geldi, Adlarımızı yazıp Talat Tarkan Öğretmene vermiş. Talat Tarkan Öğretmen köye nasıl gideceğimizi sormuş, pazar günü törenden önce dönmemizi, istemiş.
Olay birden değişti, herkes birbirine sormaya başladı: “Sahiden gidiyor muyuz? ”
Asım Öğretmenin odasından akordiyonu alırken Talat Tarkan Öğretmen geldi, elimde büyük akordiyuonu görünce: “O çok büyük, taşıma zorluğu çekersin küçüğü al!”dedi. Asım Öğretmenin bana büyüğü kullanmak için izin verdiğiini söyleyince: “Bu başka;yola gidiyorsun, daha kolay taşırsın, gelince gene onunla çalışırsın;Asım Öğretmene ben söylerim, suçu üslenirim!”dedi. Buna çok sevindim, teşekkür ettim. Odasına gittiğini görünce gidip Asım Öğretmenin odasının anahtarını verdim. Asım Öğretmen kendisine de söylemişmiş. Arkadaşlar beni akordiyonla görünce sevindiler. Ben dxe Hohner'i aldığıma ayrıkc a sevin dim. Hohnerin sesi hem gür, hem de daha renkli;ayrıca çok hafif. Arkadaşlar da gülüşerek: “Bizi çok yük taşımaktan kurtardın!”diyerek teşekküt ettiler. Şakalaşarak kamyona atladık. Okuldan ayrılırken bakıp: “Bir başka gün buradan işte böyle ayrılacağız!”diyenler oldu.
Lüleburgaz'da kam yondan inince küçük bir bocalama yaşadık. Pınarhisar otobüsü yolcusunu tamamlayınca erken gitmiş. Oradan yolcu bulursa gelmesi olasıymış. İdris Osmancıklı birilerini buldu. İçlerinden bir genç İdris'i alıp bir yerlere gitti. Bir süre onları bekledik. İdris üzgün olarak döndü, özür diledi: “İsterseniz odun taşıyıp boş dönen kamyonlar oluyor, onlarla gidebiliriz!”dedi. İdris neredense ağlayacaktı. Biz hepimiz birden: “Gideriz!”deyince İdris birden canlandı: “Hadin öyleyse!”deyip önümüze düştü. Turgutbey yolu üstünde bir meydanda duran kamyunlara gittik. Bir genç bize sahip çıktı, o kamyon bu kamyon diyerek bir süre dolaştıktan sonra birisi sahiplendi: “Hadi ben sizi köyceğizin kıyıcığına bırakayım aganın!”dedikten sonra eliyle kamyona atlamamızı işaret etti. Elimde akordiyonu görünce bana: “Senin çantan var, gel koltuğuma sıkış!”deyip sürücü kapısı gösterdi. Bütün ko nuşmalarımız , şakalarımız boşa çıkm ıştı, ne yiyecek almak, ne ekmek götürmek sözleri anımsanmadan kendimizi yolda bulduk. Tatarköy'ü toz duman içinde geçtik. Sürücü burasının eski adı İvan köydür, şimdi Celaliye oldu!”dedi. Ben içimden: “Bu sürücü bizi bildiği yerde indirecek, bari yakın bir yerde indirse diye düşünürken sürücü: “İşte size Osmancık!”deyip köyün kıyısında durdu. Ben indim. Fazla tozlanmamıştım. Arkadaşlar birz renk değiştirmiş olarak indiler. Para olarak ne ödeyeceğiz demeye kalmadı sürücü: “Allaha emanet olun!”deyip sürdü. Uf pup ederek bir süre yürüdük. İndiğimiz yer İdrislerin evinden görünüyormuş bir irice çocuk geldi İdris'e: “ Ağabey!”diyerek sarıldı. Arkasında da hepimize birer “Hoş geldin !”çektikten sonra elimden akordiyonu aldı. Ev yakınmış, az sonra kendimizi İdrislerin evinde bulduk. İdrislerin evine bakınca ön beğeni olarak Osmanık'ı bizim köyden daha düzenli gibi gördüm. Ya yeni kurulmuştur ya da çok eski köylerden biridir. Babam hep tekrarlar:Trakya'daki köyler iki gruba ayrılır: “Savaşlar sonrası can derdine düşenlerin kurduğu köyler, Barış dönemlerinde yaşamaya elverişli yerlerin seçimiyle kurulmuş köyler!”der. Çaresizlik içinde kurulanlara bizim köyü örnek verir, arkasından da bizim köy dolaylarında 20 kadar köy sayar. Öteki örnek için çoyunlukla Büyük Mandıra köyünü örnek gösterir. Bizim köyler Bulgaristan kurulunca Bulgarların zulmünden kurtulmak için taşınabilir varlıklarını arabalarına yükleyip Türkiye'ye gelebilen insanların zar zor bir boş yer bulup köy oluşturdukları yerlerdir. Bizim köy gibi çevrede 4-5 köy daha vardır. Hamitabat, Deveçatağı, Kavakdere, Kızılcıkdere gibi. Seçerek yerleşenlerin durumu başkadır. Örneğin Büyük Mandıra halkı Bulgaristan'ın Kızanlık Bölgesinden gelmiştir. 1860'lşı yıllardır. Padişah Abdülaziz güreş sever bir padişahtır. Güreşe önem verdiği için ülkedeki ünlü pehlivanları İstanbul'a getirtip güreş yaptırır. Böylece ülkenin başpehlivanı saptanır. Kızanlık'tan gelen İbrahim Pehlivan tüm güreşleri kazanıp Başpehlivan olur. Padişah ken disi de güreştiği için İbrahim Pehlivanı sarayda alıkoyar. İbrahim Pehlivan bir süre sonra memleketine dönmek ister. Dönmek için saydığı nedenler arasında kendi ailesi dışında içinde yetiştiği tüm köy halkı da vardır. Abdülaziz tüm köy halkının İstanbul'a yakın bir yere gelmesini ister. İbrahim Pehlivan köylülerinin köylerinden hoşnut olduğunu, ayrılırlarsa mutsuz olacaklarını öne sürer. Padişah İbrahim Pehlivanın açık yüreklilkiğini beğenmiştir, nazını anlar. Bu kez de köyünden ileri gelenlerin seçeceği bir bilirkişi grubu oluşturmasını, İstanbula yakın bir yerden kendilerine köy yeri seçmelerini önerir. Öneri uygun görülür. Kızanlık'tan gelen bir grup Ergene yakınındaki bir yeri(Şimdiki Büyük Mandıra ) seçerler. Abdülaziz'in buyruğuyla İbrahim Pehlivan'ın köylüleri yer seçimi yaparak topraklarına karşılık denk toprak alarak yerleşmiş olurlar. Buna benze başka köyler de vardır. Onlar da devletlerin anlaşmalarına göre yapılmıştır. Örneğin Yunanistan'dan kalkan Türk köyü, Türkiye'den Yunanistan'a giden Rum köyüne yerleşir. Örneğin Tekirdağ, Edirne yörelerinde Yunanistan Eğriboz Adasından gelenlerle yapılmış değişimler çoktur. Toprağa karşı toprak, eve karşı ev, göç edenlerin kayıplarını azaltmış olur.
İdris haklı olarak ev işlerinde yardımcı. Biz bir grup köyü dolaşmak istedik. Kardeşi bize yol gösterdi. Kardeşi oldukça konuşkan sorulmasa da o bilkdiklerini anlatıyor. Ken dine göre dikkatli, on u dinleyenleri, saptayıp konuşmalarını ona yöneltiyor. Dere tarafına İndik. İki yöne giden yolları gösterdim: “Bu yollar nereye gidiyor? ”Kardeş sağ taraftaki yolun Pınarhisar'a sol taraftaki yolun da Deveçatak köyüne gittiğini söyledi. Pınarhisar'a gitmek için bir başka köyden geçildiğini anlattı. Deveçatak Köyünün yakın olup olmadığını sordum. Yanıt ilginçi: “Köy yaskın ama biz oraya gitmeyiz, orada kızılbaşlar oturur!”dedi. Kızılbaş sözü arkadaşları suskunlaştırdı, dikkatle beni izlediler. Çocuğa Deveçataklı kimse görüp görmediğini sordum. Görmüş ama konuşmamış. Onlara neden Kızılbaş dediğini sordum. Bilmediğini, arkadaşları öyle dediği için öyle bildiğini tekrarladı. Sözü uzatmadım, bahçelerden fidanlıktan söz ederek eve döndük. Köyden Üniversitede, liselerde okuyan öğrenciler varmış. Ayrıca İstanbul'da, Lüleburgaz'da, Pınarhisar'da oturan Osmancıklı kimseler varmış. İki genç geldi, bir süre bizimle kaldı. Onlar, daha çok bizim okular için bilgi istediler, neler okuduğumuzu sordular. Birisi müzik severmiş, akordiyonu görünce ilgilendi. Neden akordiyonu seçti, ud, tambur, cümbüş seçmediğimi sordu. Notayla çalıştığımı söyleyince biraz şaşırdı. Kendisi ud çaldığını ama nota bilmediğini söyledi. Notayı nasıl öğrendiğimi sordu. Müzik derslerinde öğrdetmeni dikkatle dinlediğimi, öğretmenin keman çalması beni isteklendirdiğini sonra da kendim çalışarak geliştirdiğimi anlattım. Genç biraz üzgünce kendisine ders verenlerin, iyi müzik yapabilmesi için nota oğrenmesine gerek olmadığını, bizim büyük üstatlarımızın nota kullanmadığını söylediklerini anlattı. Okula giden arkadaşlar geldi. Gençler oyunlasrımızı görmek, akordiyon dinlemek istediler. Yusuf Asıl-Ahmet Güner Bengi, Dağlı, Güvende Zeybeklerini oyunadılar. Oyundan sonra akordiyonla Çardaş Früstin, Volga, O Çiçorniya parçaları ile Manastır türküsiyle Trakya Oyun havasını çalıp bıraktım. Müzik bilen genç biraz yutkunur gibi yaptı ama gene de çok beğendiğini söyledi. Arkasından da: “Sern okulas gitmeden de müzikle ilgilenmişsin galiba, çok şey biliyorsun gibi geldi bana!”dedi. Bu sdözüne karşılık tam dört yıldır ara vermeden çalıştığımı, şimdi de piyanoya başladığımı anlattım. Başka gelenler oldu. Vize, Saray taraflarına gitmiş olanlar oralar hakkında bilgi aldılar. Benim köyümü sordular. Köyümün çok yakın olmasına karşın kimsenin gitmediğine şaşmadığımı söyledim. İdris'in babası dikkatle dinledikten sonra nereden biöliyorsun gidilmediğini? diye sordu. ”Çocuktan al haberi!”diye bir söz olduğunu söyledim. Küçük oğlun gelir gewlmez bunu bana söyledi. Bernce çok önemli değil, ben de "Umurca, büyük. Küçük Taşlı'larla İvan Köye dek geldim ama buraya kısmet şimdiymiş!” dedim. Arkadaşlar dikkatle dinlediler. İdris'in çok kaygılandığını anladım, konuyu değiştirdim. Yıllar önce buralarda korku salan Çete Hasan olayını sordum. İdrislerin komşusu Hüsmen Dayı olayı anlattı, Çete Hasan denen kişinin bir göçmen olduğunu, vurularak yakalandığını, ancak ölmediğini, insan öldürmediği için de az ceza ile kurtulduğunu anlattı. Ahmet Güner'in köyünü tanıyanlar çok çıktı. Bu kez konu Poyralı köyüne yöneldi. Poyralı'da akrabası olanlar çağrıldı. Onları beklerken geceyi yarı ettik.
Osmancık Köyünde
Gelince de kalkmak bilmediler. Kendi sorunlarını uzun uzun konuşmaları ilginçti. Derenin temizlenmesi gerektiği öne sürüldü. Köyün, Orman Bölgesinden payını alamadığı, muhtarın işleri iyi yürütemediği “Öyle, öyle öyle sözleriyle başlarını sallayarak onayladılar. Bir ara da köylerinin gerçekte Lüleburgaz'a bağlanması gerektiği, işlerinin çoğunu Lüleburgaz'da gördükleri tartışıldı. Son unda içlerinden biri uyardı: “Çocuklar yarın okullarına dönecek;uykusuz kalmasınlar!”deyip kalktı. Kalkan İdrislerin yakınıymış, dördümüzün yatması için hazırlık yapmış. İdris daha önce düşünmüş bir küçük kutu içinden hepimize birer kağıt çektirdi. Kağıtlarda kalınacak evler yazılıydı. Ali Önol, İbrahim Ertur, Hüseyin Orhan, Emrullah Öztürk komşu Ali Dayılara gitti. Kadir Pekgöz, Hüsnü Yalçın, Ahmet Güner, Mehmet Aygün de İdris'in amcasına gitti. Yusuf Asıl, Harun Özçelik, Fettah Biricik'le ben İdrisleri çektik. Arkadaşlar gider gitmez yattık. Saat1'10. . Pazar gününe girmişiz. Gece bizim köyden farksız gibi, köpek havlamaları, eşek anırtıları derken büyük bir sessizlik. Fettah yatar yatmaz uyudu. Harun güldü, arkadaş kulağımın dibinde horlarsa ben uyuyamam. Keşke lafa tutup oyalasaydık, ben ondan önce uyusaydım!”dedi. Harun zaten rahatsız bir arkadaş, uykusuz kalırsa rahatsızlığı artacak kaygısına kapıldım. Uyudum uyumadım derken horozlar ötmeye başladı. Harun'a baktım, uyuyor. Fettah da sessiz.
23 Mayıs 1943 Pazar
Yusuf uyandırdı:” Saat 9'00!”dedi. Sahiden saatime baktım tam 9'00. Arkadaşlar hep gelmişler. İdris'le Mehmet Aygün kahvaltı hazırlamışlar, gülüşerek Kahvaltı ettik. Yumurta tokuşturma çok önemsendi. Yusuf Asıl iddialı olarak ortaya çıktı ama hile yaptığı öne sürüldü. Yumurtayı bir şekilde kurala uygunsuz tutuyormuş. Harun Özçelik hakem oldu. Ben, çoktandır yumurta yemediğimi öne sürerek yumurtamı kırıp yedim.
Kahvaltıdan sonra dün gelenlerle onlara katılan iki genç daha geldi. Dün gelenlerden biri fotoğraf makinesini getirmiş, resim çekmek istedi. Bir süre yer beğenilemedi. Fotoğraf makinesini gören çocuklar çevremize üşüştüler. İdris'in kardeşi onlardan ayıklama yaptı. İdris'in babası, amcası, evine konuk alan komşu katıldılar.
Fotoğraf çekildikten sonra küçük guruplar oluşturup köyün içinde gezdik. Okul bahçesin de toplandık. İdcris'in geleceğine kesinlikle baktıkğımız okulun dış görüntü olarak beğendik. Muhtar geldi. Bizim okulla ilgili yazı geldiğinden söz etti. İdris'i beklediğini söyledi. Yusuf Asıl takıldı: “Hepimiz buraya gelmek istiyoruz, sen içimizden birini seç, hemen İdris deme!”dedi. Muhtar güldü: “Hepiniz iyisiniz maşallah, illevelakin biz köyümüzün çocuğunu yeğleriz!”deyip bir de kahkaha attı.
Arkadaşlar hiç oralı değil gibi, akşam okulda olmamız grekiyor, nasıl döneceğiz? Bunun kaygısına kapılmaya başladım. Muhtara onu sordum. Muhtar önced: “Nasıl geldinizse öyle gidersiniz!”dedi. Sonra da: “ Buradan Lüleburgaz'a bugün direkt araba olmaz. İsterseniz ben sizi Ceylan Köye gönderirirm. Pınarhisar yolunda yük kamyonları çok olur!”dedi. Arkadaşları bir telaş aldı. İdris'lere döndük. İdris'in babası bu gece de kalabileceğimizi düşündüğünden önemsememiş. Pazartesi erkenden otobüs gelip Lüleburgaz pazarına müşreti götürüyormuş, onlarla göndermeyi tasarlamış. Kalamayacağımızı söyleyince bu kez de o telaşlandı. İdris sofra hazırlarken babası bir yerlere gitti. Biz, bir birimizi kışkırtarak iyice panikledik. Ben, Pınarhisar-Lüleburgaz yoluna yürümeyi önerdim. Hemen çıkarsak rahat rahat yetişiriz. Çıkacağımız yoldan sürekli odun kamyonları geçiyormuş. Çok değil iki saat yol yürünecek. Yemeği biraz erkene aldık. Yemekten kalkarken İdris'in babası geldi, muhtarla konuşmuş, bir saat içinde Pınarhisar'dan bir kamyon gelip boş dönecekmiş, bizi Pınarhisar-Lüldeburgaz yolunda bırakabilirmiş. Tam rahatlayamadık, sık sık saate bakarak kamyon bekledik. Saat 15'00 çeyrek geçe bir kamyon sesi durduk. İdris'in kardeşi koştu, bizim kamyonmuş. Severek geldiğimiz Osmancık'tan telaşla ayrıldık. İdris'i bırtakmak istdedik. Ön razı olmadı. Hepimiz Talat Tarkan Öğretmene çıkıp izin alacağımızı söyleyince İdris teşekkür etti. Meğer o da kalmak istiyormuş. Bizi candan uğurladı.
Kamyon bizi Ceylan köyün hemen yakında bir yerde bıraktı. Görünen evler var, hangisi Mehmet Yücel'in hangisi Mehmet Başaran'ın diye sorup gülüşürken bir kamyon çıktı geldi. B oş sandık. Meğer koyun varmış. Birbirine bağlanmış 12 koyun. Boş yer var. Bindik. Benim akordiyon gene işime yaradı. Sürücü yanını gösterdi. Akordiyon dizlerimin üstünde Lüleburgaz'a dek gittİk. Koyunlar pazara gidiyormuş, sürücü bizi pazar yerinde indirdi. Saat 17'40. Arkadaşlar Belediye bahçesinde çay içmek istediler. Bir süre oturduktan sonra üç faytona bölüşüp okula döndük. Okulu tam zamanında ulaştık. Rahatça soyunup günlük kılıklarımıza büründükten sonra dersliğe uğradık;az sonra tören zili çaldı. Akordiyonla merdivene çıkarken Talat Tartan Öğretmen gülerek: “Geldiniz değil miiiiii? ”diye uzatarak sordu. Yumuşak davranışından faydalandım: “Arkadaşımız bizim için çok yoruldu, onun yarın sabah yetişmek üzere bu gece kalmasını istedik, sizden izin istemeyi üslendik, lütfen İdris Destan arkadaşı izinli sayın!”Talat Tarkan Öğretmen: “Vay, vay, vay!” Ne güzel düşünmüşsünüz;sizi memnun etmişse beni de memnun etmiş sayılır. Doru karar vermişsiniz!”dedi. Asım Öğretmen gelmemiş, töreni oldukça güzgün yapıp dağıldık. Derslikte abartılı konuşmalar özellikle benim deyimimle Mandirisa o köylüler için Ceylan Köye uğrayışımız şakalaşma konusu oldu. Önce köyü yakından görmeyle başlayan konuşmalar ghiderek arkadaşların evlerini görmeye sonra da anne babalarının bahçelerde çalışmalarına, bize el sallamalarına dek uzadı. Mehmet Yücel şakaya yatkın olduğundan söylenenlere karşılık verdi, veremediklerini de geçiştir. Mehmet Başaran bir süre direndikten sonra işi önce tartışmaya sonra da sen-ben direnişine dönüştürerek işi ağlamaya dek sürdürdü.
Yemekte biz, Hilmi dışında hepimiz birlikte gittiğimizden kendi kendimize: “Dün gece!”diyerek söze başladık, Hilmi dinledi. Sonunda da: “Gitmediğime pişman olmadım, siz o denli güzel anlattınız ki, bden bunu gelecek günlerde gitmiş gibi başkasına anlatırım!”dedi. Hilmi böyl deyince konu çarpıtıldı: “Nesini anlatırsın, biz gördüklerimizi tam anlatmadık ki, dur bakalım!”deyip sapotırmalar başladı. Mehmet Aygün kızlara baktığımızı, Harun işi daha ileri götürüp, kızlarla konuştuğumuzu, sonunda Yusuf Asıl kızlarla oynadığımızı anlattı. Bern de: “Ayrılırken kıların ağladığını söyledim. Bunlzarı dinleyen Hilmi birden: “ Vallahi azizim, ya siz yalan söylemesini bilm iyorsunuz ya da beni hepten enayi sayıyorsunuz. İdris Destan'ın yetiştiği bir köyde kızlar yabancılarla oyun oynar mı? Adkım gibi biliyorum;siz orada kız mız görmediniz. İdris'in annesini gördünüzse ona bile şaşarım!” deyip güldü. Masada bir sessizlik oldu. Birden irkildim: “Sahiden biz, yakından tek bir bayan yüzü görmedik. Arkadaşlardan belki görenler olmuştur ama ben İdris'in annesinin yüzünü görmedim. Köy içinde de gezen bir bayanla karşılaşmadık. Bahçeler tarafında gezerken başları sarılı çalışanları beli belirsiz uzaktan gördüklerimizi saymazsak gerçekten Hilmi'nin dediği gibi biz bayan mayan görmemiştik. Gene de okula gidip kınalı saçlı öğretmenle konuştuk. Burada model Turgutbey'deki Hayriye Öğretmen. Hilmi, Hayrfiye Öğretmeni çok güzel bulmuştu. Okul çok düzenliydi. Alpullu'daki okulu örnek gösterdik. Tek doğru sözümüz de muhtarın konuşması oldu. Muhtar İdris'i bekliyormuş. Hilmi buna inandı, içini çekerek: “Ne iyi;bizim muhtar işte bunu yapmaz, köye gelip gidenler benim değil kendi babası için bile olumlu , iki laf etmez!”dedi.
Derslikte de Osmancık konuşuldu. Ali Önol, Fettah Biricik köyden çok yöreyi eleştirdiler. Istrancaların yakından görüntüsü onlar için biraz ürkünç olmuş. Kendi köylerinin Meriç kıyılarında oluşu nedeniyle yakın yükseltiyi yadırgadılar. Ali Önol'un savunmasını beğendim. Çevre dağlarından söz edrken Hasanoğlan'ı örnek gösterenler oldu. Ali, orası için: “Orada her taraf yüksek, uzak yakın çevre hep dağlık. Bura öyle değil, tek bir taraf duvar gibi öbür taraflar boşluk kalıyor. Zaman zaman ben de daha köydeyken öyle düşünüyordum. Istırancalar bize uzak olmasına karşın görüntü böyledir. Kuzeydoğu duvarı.
Yatınca bir sürde gene Osmancık'ı düşündüm. Gittim gördüm, ne kazandım. Arkadaşımız İdris'in evini gördüm. Annesini tam göremedim ama oğlu için çırpınan bir anne olduğuna tanık oldum. B abasıu benim büyük ağabedyim yaşında bir insan. İdris de benim ağabeyimin kızı Gülsüm'le yaşdaş. Kardeşini anımsayınca aklıma takıldı. Çocuk, Deveçatak köyüne gitmiyor. Çocuk oradaki insanların Kızılbaş olduklarını söylüyor. Kızılbaşlık ne demek? Ona bunu öyleyen büyükleri var. Hamitabat okuluna başlayınca bana da söylemişlerdi. Söyleyenler babam ya da ağabeylerim değil, gelip giderken karşılaştığım, yola çıkınca rastlaştığım insanlardı: “Sana Alevi diyorlar mı? Sana Kızılbaş demiyorlar mı? ” Defalarca bu sorulduğu için böyle sözlerin sorulmasını beklemeye başlamıştım. 4. sınıftan 5. sınıfa geçtiğim yıl bu soruları hep bekledim. Kimse sormayınca neredeyse üzülecektim . Bir gün kahvenin bahçesinde babamla çalışırken Hamitabat köyünden babamın arkadaşı Pehlivan Amca geldi. Pehlivan Amca, ders yılı boyunca beni hep kolladı. Oğlu İrfan daha okula başlamıştı ama okula yakın oturdukları için neredeyse öğrenciler kadar okulu biliyordu. Pehlivan Amca gelince uzun süre kalırdı. Babam evden yemek getirtti, sofra hazırladı, birlikte yemek yedik. Pehlivan Amca bana sordu. Sorarken iyice farkettim babama göz kırptı: “Sen Alevi misin? ”Alev iliğin ne olduğunu bilmediğim için onu, evli;sünnetli ya ba yabancı gibi bir söz olarak algıladığımdan: “Hayır!”dedim. Verdiğim yanıta ikisi de güldü. Pehlivan Amca b u kez de peki, Kızılbaş mısın? ” dedi. Bu kez daha cesaretle ona da hayır!”yanıtını verdim. Arkasından soru sormasına gerek bırakmadan Türk olduğumu söyledim. Pehlivan Amca gülerek orasını biliyorum, çünkü ben de Türk'üm. Çevremizdeki tüm insanlara sorsan hepsi duraksamadan Türk olduklarını söylerler. Ne var ki gene o insanlar kendisinden başkalarına ayrıca bir sıfat takarlar. İştde bu sıfatlardan biri Kızılbaş, diğeri de Alevi'dir. Bununla da kalmaz, Pomak, Boşnak, Gacal, Kıptı v. b. Diye sürer gider. Sen bunları duymuşsundur!”deyince duyduğumu söyledim. Gülerek: “ Ha, işte bak!”deyince onların köy okuluna gitmeye başlayınca bizim köylülerin bana sorduklarını söyledim. Bu kez dse sana böyle bir söz söyleyen oldu mu, doğru söyle? ”dedi. Olmadığiını söyleyince, Pehlivan Amca babama dönerek: “Bak işte dostum, nifak uzaklarda değil insanlaın kendi içinde. Bu çocuğun bilmediği, bilmediği gibi kendisine atfedilmemiş bir sıfatı zihnine sokarak kuşku yaratıyorlar!”Babam bu konuşmada bana söylenernler üzerinde hiç durmadı. Konuşma giderek Bektaşi Tarikatına kaydı, Mehmert Ağabeyinin Bektaşi Dedesi olması, Nektaşilik uğruna İstanbul'a gidip yıllarca kalması nedeniyle bir ayrıcalık kazandığını, daha sonra çevresini genişleterek köyün dışına taştığını anlattı. Bektaşiliği sevenler olduğu gibi se vmeyenler de bulunduğunu örneğin daha büyük Ahmet Ağabeyinin Müderris olduğunu, iki ağabey bir araya gelince kendisinin karşılıklı atışmalarını duymamak için uzaklaştığını anlattı. İki kardeşi zıtlaştıran düşünceler öteki cahil insanları tervatüre sürüklediğini, zıtlıklar giderek kavgalara, karalamalara dönüştüğünü anlattı. Benim için de: “Okuyor, bunlar kitaplarda yazmaktadır. Bizim aileden Müderisd de yet, işmiş Bektaşi Dedesi de. Salt Mehmet Ağabeyim değil, eski köyümüzden Tekirdağ'a yerleşmiş Dedeler de vardır. Onlardan biri bizim ailenin secerersini bulup çıkarmış. Gitsin onları bulup öğrensin!”demişti. Gene de Pehlivan Amcaya kısa bilgi vermişti: “Amucalar Kabilesi, Kebeliler Kolu, Karabalılar Soyundanız. Bulgaristan'daki köyümüzün adı bile Karaabalılardır. Kara abalılar zaman içinde kısalarak Karaballar olmuştur. Gelen gidenden öğrendiğimize göre Bulgar'bile bizim köyü hala bu adla anıyormuş!”demişti.
Dün gece az uyumama karşın uzun süre uyuyamamamı iyiye yormadım. Bunları neden düşündüğümü ise bir türlü anlayamadım.
24 Mayıs 1943 Pazartesi
Mustafa Saatçı'nın sevinç sesleriyle uyandık. Tam nöbet sırası ona gelmiş, nöbet işi kardırılmış: “Kaldırılmasaydı da tutmayacaktım!”diye övünmeye başlayınca arkadaşlar takıldı: “Oku yönetimiyle güç gösterisi yapacaksan kaldırılmış nöbet için değil, şu bir türlü okul müdürüne söyleyemediğimiz çalışma işine el at!”dediler. Mustafa Saatrçı: “İşi yüklenen var, önce görevini o yapsın!”dedi. Bu kez herkes Mehmet Başaran'a sordu: “Hani ne oldu bizim kararımız? ”Bu arada Halil Basutçu!”Cesur İmam, sen gücünü nöbet işinde göstermeyi amaçlamışsın, istersen gene de bir deneme yaparsın, amaç güç gösterisi değil mi? Yemekhaneye gider nöbet tutarsın. Niçin tutuyorsun? diyenlerin de ağzının payını verirsin!Mustafa Saatçı'dan önce Hasan Üner konuştu:
İşte sana bir Don Kişot İmam!Mustafa Saatçı bilmiyormuş gibi sordu:
Kim bu donlu kişi? Gülenler oldu. “Değirmenlerele savaşan adam, kabadayı, şövalye!”seslerri yükseldi. Mustafa Saatçı bir “Hıııı!”çekti:
Ben de Hasan'nın bir akrabası falan sanmıştım!dedi. Yeni sorular başladı:
Hafız ne demek istedi? Ne dediği besbelli;Hasan'ın çok okumuşluğu ile alay etti!
Derslikte de bir süre Mustafa Saatçı ile Don Kişot konuları tartışılıp gülüşmeler oldu. Bu tartışılan gene Mustafa Saatçı'nın Don Kişot savunmasıydı. Mustafa'ya Donkişot'u okuyup okumadığı sorulduğunda okuduğunu söyledi. İşi inada döken Bekir Temuçin:
İmam Mustafa'nın Don Kişot'u okumadığı üstüne yemin ederim!deyince Mustafa da Don Kişot'u okuduğuna yemin edebileceğini söyledi. Az sonra numara anlaşıldı;Mustafa Saatçı Okuma kitabındaki Don Kişot yazısını okumuş. Kendini savunurken de:
Ne var bunda? Kitaba o kadarını koymuşlar, siz kitabı yazanlardan daha mı bilginsiniz? Daha fazla öğrenmen gereken bir taraf olsaydı onlar onu da koyarlardı!dedikten sonra kendine göre savunma yaptı:
Askerlik kampında piyade tüfeğini gösterdiler, oysa daha onlarca tüfek var, onlardan birini öğrendik mi? Yatıp kalkacak binalar yapıyoruz küçük binalar yapıyoruz. Bunun dışında köprü yaptık mı, cami yaptık mı, minare yaptık mı? diye sordu. Mustafa Saatçı'nın savunmasına sıra arkadaşı Sami Akıncı da güldü, bir şeyler söyleyecek gibi baktı, nedense söylemedi. Halil Basutçu:
İmamın fikri ne ise zikri de oymuş!dedi.
Kahvaltıda da konumuz Mustafa Saatçı oldu. Derslikteki eleştirilere karşın bizim masada Recep Kocaman başta olmak üzere arkadaşların çoğu Mustafa Saatçı'yı çok zeki ancak tembel olarak değerlendirdiler. Çalışsa tüm derslerde başarılı olabilecekmiş!
Kahvaltıdan kalkarken İdris Destan'ın rahatsız olduğunu söylediler. İdris'in çok sıkıldığını biliyoruz, hepimiz üzüldük. Revire yatacakmış ama henüz yatmamış, . ayaküstü konuştuk; şimdilerde biraz dahga iyiymiş, gece biraz kaygılanmış. Hemen sözü değiştirip köyde çekilen fotoğraflara getirdi. Hayri, dün haber göndermiş(Serin çekenin adı) fotoğrafları yaptırınca gönderecekmiş.
Atölyede pencere alıştırmalari ile kapıları tamamlamak üzere işbölümü yapıldı. Hasan, Yusuf, Orhan dördümüz kapılara ayrıldık. Konuşma konumuz uzun süre Osmancık oldu. Herkes yer yer kendi köyüyle karşılaştırma yaptı. Dikkat ettim arkadaşların hep bayanların gizliliği dikkatini çekmiş: “Bizim köyde olsa özellikle bizim yaşalarda çocuğu olan anneler, durur sorar:
-Kimsiniz necisiniz? Türü soruları yöneltir. Osmancık da ise herkes arkasını dönü dönüverdi!gibi bir kanı uyanmış. Bunu İdris'in duymamasını istedim. Kadir Pekgöz'ün köyünde de bir kesimin öyle olduğunu anlattım. “Bir soru sorsan, ağzını çarşafın bir bölümüyle kapatıp anlaşılmaması için sözleri düz bir ses olarak çıkarır. Ne söylediğini anlamadan yürüyüp gidersin. Üstelik sen geçtikten sonra açılır. Dönüp bakıversen bambaşka birini görürsün. O farkederse gene kaplumbağa ya da kirpi gibi başını saklar!
Yemektern sonra atölyeden önce inşaata gittik. Dış duvarlar bitmek üzere. İç duvar için iskele kurulmuş. Tek duvar olduğundan çabuk örülecektir:
-Bizim yattığımız tarafın da çatı sökme işi başlayacak, rahatımız kaçacak!diyerek atölyeye döndük. Kapıların kesme planyalama, çizme, kornişleme işlerini birlikte yapıyoruz. Uzun süre elektrikler kesildi. Arkadaşlardan dıkarıya çıkanlar oldu. Okul önünde toplananlar olduğu söylendi. Gidenler gelmeyince ben de çıktım. Köşeyi dönerken kızlardan bir grubun ağladığını gördüm. Niçin ağladıklarını sormaya çalışırken içlerinden Melahat hıçkırarak arkadaşımız ölmüş!”dedi. Kızlardan biri sandım:
-Arkadaşınız hastamıydı? diye soraraken ötekiler bir ağızdan:
-Hayır top oynarken bir şeh olmuş!dediler. Bu kez de:
-Siz orada değilmiydiniz? dedim. Melahat açıkladı:
Arkadaşlarımız top oynamışlar. Oyunu bırakınca Ruşen birden fenalaşmış. Revir'e getirmiş. Az sonra da ölmüş. Ruşen denince iyice şaşırdım. Ruşen Baksi çok sağlıklı bir arkadaştı, geçen günler birlikte çalıştık, çok neşeliydi. Birden gözümün önünde gibi oldu, inanamadım. İnanamadım ama az ileriye gidince bütün öğrencilerin okul önünde onu için toplandığını gördüm. Fahri Tosili Öğretmenin bana el ettiğini gördüm:
-Nerdesin seni arıyorum!deyip kolumdan tuttu asfalta doğru sürüklerce götürdü. Kamyon yolun kıyısında çalışı durumdaydı. Namık Öğretmen de oradaymış:
-Gel İbrahim, birlikte yapmamız gereken bir iş var!diyerek kolumdan tutup yanına çekti. Kapı kapanınca komyon yola çıktı. Büsbütün şaşırdım ama soramadım:
-Arkadaş ölmüş, biz işe gidiyoruz demeye kalmadı kamyon Yeni Bedir köy çıkşında durdu. Namık Öğretmen bana:
-Hadi şimdi bizim durumumuzu Muhtar Amcana anlat, gelebilirse buraya kadar gelsin!dedi. Amcamı çağırmaya gerek kalmadı, görmüş geldi. Benim anlatmama da gerek kalmadı, Namık Öğretmen an lattı. Kamyonda kazma kürek gerekli herşey hazırmış. Muhtarlık izni ile mezar yeri, mezarın kazılması için yardım. Amcam önce çok üzüldüğünü söyledi. Çabuk toparlanıp yakın bahçedekileri çağırdı. Mezarlığa dek gittik. Namık Öğretmen bir yer gösterdi. Fahri Tosili Öğretmen, Amcam, çağırdığı adamlar kaldı, biz gene okula döndük. Okulun önüne tüm öğrenciler yığılmış. Namık Öğretmen kamyonu Lüleburgaz yönüne yönelttirip Tarım Binası tarafından okulun arkasına çektirdi. Kamyondan inip atölyeye döndüm.
Atölyede kimse yoktu. Herkesten ayrı kalışıma da bir anlam veremedim:
-Nasıl oldu da herkesin duyduğu bu olayı ben daha önce duyamadım? Tezgaha kapanıp öylece durdum. Gelenler oldu, beni durgun görünce “Uyuyor!” diyenler oldu. Başımı kaldırdım:
-Sizin gördüğünüzü ben de gördüm, üstelik bilmediğiniz bir olayı da ben biliyorum, nasıl uyuyabilirim? dedim. Kimse yerinde duramıyor, bir birimizi çekerek gene okul önüne gittik. Ruşen'in sınıf arkadaşları, özellikle kızlar sessisessiz ağlaşıyorlar. Lüleburgaz'dan iki otomobille iki fayton geldi. Faytonlardan biri az durup İstanbul yoluna çıktı. Lüleburgaz'dan gelenleri bir kaçı Revir'e gitti. Az sonra Ruşen sarılmış olarak okul önüne getirildi. Sesli ağlayanları uyaran Talat Tarkan Öğretmen ellerini sallayarak öğrencileri tabuttan uzaklaştırdı. Biz zaten arkadaydık iyice okul köşesine çekildik. Öndeki konuşmaları tam duyamadık. Arkadaşlardan bir gurup tabutu alıp asfalta çıktı. Asfaltta arabaya konup götürüleceğini sandığımız için geri döndük. Ben nereye götürüldüğünü bildiğim için, az önce Namık Öğretmenin beni Yeni Bedir'e götürüşünü anlatarak atölyeye döndük.
Halis Öğretmen geldi, elektrik düğmelerini yokladı, elektrikler kesilmiş. Halis Öğretmen hiç bir söz sözlemeden dışarı çıktı. Hepimiz sıkıntılıyız ama ne yapacağpımızı da bilmiyoruz. Kurtuluşu çalışmada bulduk besbelli sessizce rendelere, planyalara sarıldık.
Çoktandır planya kullanmamıştık, yarış ederce planya çektik. Paydosa yakın elektrikler gelince son parlatmayı yapıp tamamladık. Paydosta koşarca Asım Öğretmenin odasına gittim. Asım öğretmen beni görünce:Gel, gel, gel! deyip kaşlarını çatarak söylendi:
-Kediye ciğer emanet edilmez!derler. Senin suçun yok. Akordiyonu almışlar. Onu kolay kolay geri alamayız. Zaten böyle bir şeyi bekliyordum!dedi.
dedi ama ben bir şey anlamadım. Asım Öğretmen anlamadığımı anlamış, açıkladı. Büyük akordiyonu Talat Tarkan Öğretmen evine almış. Bir kaç günlüğüne almışmış. Ancak Asım Öğretmen, “Ben gidince o akordiyonu ondan kimse alamaz!”diye bir süre konuştu. Sonunda da bana:
-Merak etme, ben sana bunu veriyorum, giderken de sana teslim edeceğim. Tatil boyunca buraya Müzik Öğretmeni vermezler. Sonra da zaten sen de gideceksin! dedi. Konuşunca öfkesi dağıldı, piyanonun başına oturup gamlar sıraladı. Bana işaret etti: “Gel!” Oturdum, kendisi yokken çalıştığım yerleri sordu. Metodun baş taraf taraflarındaki Leher bölümlerini gösterdim. Asım Öğretmen buna çok sevindiğini söyledi: “Piyano akordiyon gibi değil, hızlı giderek çok şey öğrenilmez. Tersine ayrıntılara dikkat ederek gidersen piyanonun tuşlarına egemen olursun!”dedi. Kendisi Schüler bölümlerini çaldı 20 parçaya dek tekrarladık.
Ayrılırken Asım Öğretmen tekrarladı: “Akordiyon için kimseye bir şey söyleme, akordiyonun bende olduğunu bilsinler. Hohner'i sana bırakacağım. Bir hafta sonra ben maaşımı alıp izinli ayrılacağım. İzinim 45 gün. Temmuz başında maaşımı Hikmet Bey gönderecek 15 temmuzda da buraya gelmeden ayrılacağım. Bunu, “Sen bilesin!” diye söylüyorum, başkasına anlatmazsın. Bayrak Törenlerini sen yaptırdıkça Hohner sende kalır!”Odaya Fahri Öğretmen geçmek istiyor. “O gerçerse ben ondan rica edeceğim, arada sana izin verir, uygun zaman buldukça piyano da çalışırsın!”Önce sevindim. Sevincim kısa sürdü dersliğe dönüp sıraya oturunca arkadaşların kederli bakışlarından etkilendim. Fısıltılı konuşulmasına karşın herkesin dilinde Ruşen. ”Ruşen şakacıydı, Ruşen hep gülerdi, Ruşen güzel top oynardı”İçimden bir söz de ben ekledim:
-Ruşen, çatıda korkmadan çalışanlardandı!
Pencereden bakanlar:
-Geliyorlar!deyince arkadaşlar birden kapıya yöneldiler. Gelenler Ruşen'in tabutunu götürenlermiş. Yapıcılık kolundaki arkadaşlarla 4. sınıflardan seçilen güçlü arkadaşlar önce aldıkları karar uyarınca tabutu götürmüşler. Onların dönüşünü bekleyenler karşıladılar, sorular sordular.
Nedense kalabalığa katılmadım. Köşede bekleşen başka çocuklar da vardı. Besbelli ki herkes kederli, Lavobaya gidip yüzümü yıkadım. Kapı önüne çıkınca bir üst pencerede Asım Öğretmenin gezindiğini gördüm. O da kederlenmiştir. Ruşen onun sporcularındandı. Kendimi topladım:
-Asım Öğretmen şaka değil bir hafta sonra gidiyor;gidiş o gidiş bir daha da geri gelmeyecek. Ruşen öldü, ağlasan da öldü ağlamasan da. Annem öldü ağladım da ne oldu? Bunu dedim ama gene de ağlayasım geldi. İnatla Ruşen'i değil Asım Öğretmeni düşünmeye çalıştım. O denli alışmıştım ki, o ayrılınca bir öğretmen mi yoksa çok iyi bir arkadaşı mı kaybedecektim? Gireceği sınavı kazanırsa Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümünde okuyacak. Bana da: “Sen Ankara/Hasanoğlan'a seçileceksin, bunu biliyorum, derslerin, çalışmaların çok iyi senin, şimdiden iki kişi Sami ile sen seçilmiş durumdasınız. Bu gerçekleşip Ankara'ya gelirsen buluşacağız, konserlere birlikte gideceğiz!” sözleri ne denli içtenlikliydi. Yürüyüp dersliğe girdim, derslikte kimse yoktu, uzanıp pencereden dışarıya bakmak istemedim. Sırama geçip öyle durdum. Uzun süre uyur gibi birçok şeyleri aklımdan geçirdim, acımsı olaylar anımsayıp düşündüm. Öyle dalmışın ki, İdris yanıma oturunca uykudan uyanır gibi toparlandım. İdris çok kuşkucu bir arkadaş hemen kalktı:
- Rahatsız mı ettim!diye sordu. Gülerek, kolundan tutup oturttum. “Sabahleyin biraz rahatsız gib iydin, doktora göründün mü diye sordum. Doktora görünmüş. Doktor, iki gün dinlenme izni vermiş. İdris'in bugünkü Ruşen olayından çok etkileneceğini biliyordum. Konuyu açınca onu teselli edecek sözler hazırlamayı tasarlarken
İdris, onların köyüne gittiğimizde kardeşinin söylediği sözü yeni duymuş gibi benden özür dilemeye kalkıştı.
Önce anlamazdan geldim, baktım İdris gerçekten rahatsız, söyleyeceklerime inanması için daha önce arkadaşlarla yaptığımız konuşmaları anımsattım. İsmet'in şakalarını tekrarladım. Kardeşinin benim kişiliğime yönelik bir sözü yok. O, söylediği sözün benimle ilgili olabileciğini de düşünmüş değildir. Onun bildiği, çevresindeki insanların Deveçatağı köyündekilere söyledikleridir. Osmancıklılar öyle diyorsa kardeşin neden demesin? Ya da o bildiğin, i söylemek istediğini benim yanımda neden demesin? Arka arkaya sorduğum sorulara yanıt vermeyen İdris kızmadığımı anlayınca sevindi. Nedense olayı bir daha tekrarlamaya kalktı. “O akşam kardeşim bu boşboğazlığı yapınca uykum kaçtı. Gelip senden özür dilemeye de yüzüm tutmadı!dedi. İdris'i rahatlatacak sözler söyledim. Ayrıca ona da bizim evde bile tartşılan bir konu olduğunu, yüz yıllardır bunların konuşulduğunu tekrarkadım. Hamitabatlılarla bizim köylülerin geçmişteki kavgaları gibi Osmancıklılarla Deveçataklıların da kavgaları olmuş olabileceğini söyledim. Hasanoğlan'da muhtar Ahmet Çakır'a Kamber Amcamdan söz edince adamın bana: “Sen Alevi'sin!”dediğini anımsattım. Kamber adı Alevi adıymış. Oysa bizim koyunlara uzun süre çobanlık yapan Kamber, kendisinin Bulgaritan'dan gelme bir Pomak olduğunu söylerdi. Ben bunları anlatınca İdris rahat olarak ayrıldı.
Yemekte Ruşen Baksi konuşulacaktı biliyordum. Sessizce oturup kaşıklarımızı tıkırdatmaya başlayınca gene Osmancık konusunu açtım. İdris'in benimle konuştuğunu, Osmancık izlenimleriyle İdris'in tavırları arasında bağ kurmaya çalıştığımı anlattım. . Örneğin okulumuzda 4 yıldır kız öğrenci var. Hemen hemen tüm arkadaşlar şaka, yarı şaka ya da ciddi olarak kızlardan söz ediyor ya da kendisine takılmalar yapılıyor. Oysa bu tür konuşmalarda kesinlikle İdris yoktur. Bir ya da iki kez kendisine takıldıklarında İdris sinirlenip uzaklaşmış günlerce kimse ile konuşmamış. Üstüne üslük o sıralar bir de rahatsızlaşınca takılan arkadaşlar bir daha o tür takılmalardan vazgeçmişler. Demek arkadaşın o denli sert tepkisinin nedeni köyündeki anlayışlardan gelmektedir. Daha önce ben, “Hamitabat köyünde de benzer bir anlayış var!”demiştim. Arkadaşlar bu kez karşılaştırma yaptılar:
Mehmet Özalp'ın evinde annesinin başörtülü ama yüzünün açık olduğunu, yardıma gelen komşuların bazılarının ise baş örtülerinin de bulunmadığı, çekinmeden konuştukları, sorular sordukları anlattılar. Konuşan arkadaşlardan Yusuf Asıl'la Harun Özçelik'in evlerini gördüğüm için onları dışta tutarak ötekileri için kesin bir yargıda bulunmadım. Hilmi, ikide birde:
Anam, anam!diyor ama anası ne diyor acaba? O da peçesini takıp konuşuyorsa? Kendimi bu bakımdan şanslı buldum. Benim ablalarım da başörtüsü takarlar ama kara çarşafa bürünmezler. Hele köye gelmiş biri soru sorduğu zaman arkalarını dönüp homurdanmazlar. Bildikleri bir yanıtla karşılanacak bir soruysa doğru dürüst söylerler. Bilmedikleri olunca da bilecek bir yeri ya da kişiyi salık verirler.
Bu arada Hasanoğlan köyündeki kadınları anımsadım. Hiç birisi kara çarşafa sarınm ıyorlar. Başlarına bez bağlıyorlar ama yüzleri açık. Soru sorunduğunda çekinmeden söyleyeceklerini söylüyorlar. Uzunca bir süre bizim okulun yemek işlerini yürüten Hacı Kadın. Şeri, (Şehri) Dudu Bacılar bizimle senli benli konuştukları gibi yemeğe oturan(Taşıyıcılar-kamyoncular-kağnıcılar) yabancılarla da konuşuyorlardı. Yaban Romanındaki Mehmet Ali'nin annesi Zeynep kadın, erkek gibi, erkeklerle cebelleşmektedir. İlkokula başladığım yıl köyümüze geldiğinde bizde kalan Kara Fatma için savaşa katılmış derlerdi. Kara Fatma eşiyle birlikte bizim kahveye gelip oturmuştu. Çok uzağa gitmeye de gerek yok;örneğin Turgutbey, Umurca, Taşlı, Tatar Köylü kadınların Lüleburgaz pazarında satış yapmaları kara çarşaflara sarılanlara örnek gösterilebilir.
Yatınca Asım Öğretmenin, “Konserlere gideriz!”sözü aklıma takıldı. Üsteğmenin çadırında dinlediğimiz konser, uzun süre piyano çalındı, alkışlandı. O insanların arasında olmak, herhalde önemli bir durum. Süheyla Öğretmen de Konservatuvara girince konerleri izleyeceğini söylüyordu. İster miyim bir konserde Süheyla Öğretmenle karşılaşayım!İki öğretmenimle yanyana olunca nasıl bir tavır takınırım, bilemiyorum. Hele Süheyla Öğretmen Şerif'le evlenmişse işler iyice değişir. Asım Öğretmenle birlikteyken karşılaşırsam tanımazdan gelirim. O zaman da Şerif, beni bırakmaz, “Hemşerim!”deyip deyip durdurur. Hasanoğlan'a geldiğinde, Süheyla Öğretmen yan çizince bana öyle demişti:
Süheyla yapsa yapsa evlenmemizi geciktirir, başka yapacağı bir şey yok çünkü babası benimle evlenmesini istiyor, Süheyla'nın babasını barikatını geçmesi olası değil!”demişti. Asım Öğretmen, Süheyla Öğretmen derken uzaktan gördüğüm konservatuvarı anımsadım. Gazi Eğitim Enstitüsü nerede acaba? Mustafa Güneri Öğretmen çok sözünü etmişti. Müdürümüz Nejat İdil'le sonradan da hemşerim Şerif Baykurt'la arkadaşlıkları oradanmış. Mustafa Güneri de Resim Öğretmeniydi. Bunları düşünürken aklıma geldi, Benim Resim Dersi öğretmenim Ömer Uzgil'de Gazi Eğitim Enstitüsü'nü bitirmişti. Neden onu Mustafa Güneri Öğretmene sormadım; pekala onu da tanıyabilirdi. Güldüm, Mustafa Güneri'yi bırak Talat Ayhan' öğretmenime neden üçünü de sormuyorum? O da Gazi Eğitim Enstitüsü'nü bitirmiş. En son Gazi Eğitim Enstitüsü'nü bitiren Ahmer Korkut Öğretmenim. Okulu bitirir bitirmez Erzurum/Pulur Köy Enstitüsü'ne Müdür olarak atandı. Erzurum kışları çok soğuk oluyormuş. Ahmet Korkut Öğretmenin eşide öğretmendir. Behliyar Öğretmen, Hamitabat okulunda sobalar yanmayınca:
Üşüdüm, soba nöbetçileri kimler? deyip elindeki cedveli çat çat eline vurarak geziyordu. Şimdi Erzurum soğuğuna nasıl dayanıyor acaba? Behliyar Öğretmenin yanlarında kalan arkadaşlarımız Hasan Korkut'la Vehbi Korkut'u özellikle de Vehbi'yi acımasızca döverdi. Komşuları Pehlivan Amca ile Muhtar Sadık, Ahmet Korkut Öğretmene durumu duyurdukları söyleniyordu. Behliyar öğretmen ayrılınca, arkasından konuşanlar olmuştu. Erzurum/Pulur Köy Enstitüsü'nden birisi ile karşılaşsam ilk soracağım Behliyar Öğretmen olacak.
25 Mayıs 1943 Salı
Kalkınca anımsadım, biz adlar için bir zamanlar tartışmıştık. Bir çok adın olmadığını, bir çok adın da sanıldığından çok olduğunu konuşmuştuk. Kesin değilse bile Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin, Ali adlarının çok olduğunu konuşmuştuk. BUNU DEFTERLERİ YAZARKEN NEDEN ANIMSAMADIĞIMA KIZDIM. Hazır defter elimdeyken saysam ne olurdu? Neyse gene elimde bir olan ak var, Ahmet Ağabey bu yakında numara değiştirmek için çağıracaktır. O zaman adları sayıp en çok;en az sayılarını bulabilirim. Bunu anımsayınca sevindim. Gene de arkadaşlara sordum: En sevdiğiniz ad, oğlunuz ya da kızınız olunca vermek istediğiniz ad, evlenmek istediğiniz kızın olmasını istediğiniz ad ya da adlar hangileridir?
Nedense, düşündümü yapmaya karar verdiğim için sevinçliyim. Derslikte ilk numara Mehmet Aygün'e sordum. Mehmet Aygün de yüzüme bakarak bana sordu:
- Neden önce bana soruyorsun? İlk numara olduğu için, buna yanıt verenleri yazacağım. İlerde karşılaşınca soracağım!dedim Mehmet düşünceli düşünceli yüzüme baktı:
Bunu sonra söylesem olmaz mı? Mehmet'in bu denli düşünmesi dikkatimi çekti. Kahvaltıya gidince öteki arkadaşlara da düşündüğümü anlattım. Bu arada Mehmet'in yanıt vermekten çekindiğini söyledim. Mehmet gene düşünceli:
Yaaa, bir ad vereyim de başıma iş çıkarayım!dedi bu kez ben sordum:
Bundan başına nasıl bir iş çıkar? Mehmet çekindiğini anlattı. Vereceği ad buradaki kızların birinin adı olabilirmiş. Bunu hiç düşünmemiştim. Mehmet buradaki kızların adları dışında bir ad söyleyecekmiş ama buradakilerin adlarını tam olarak bilmiyormuş. Arkadaşlar gülmekten çorbalarını içemediler. Bu kez de Mehmet'e yardımcı olmak için kızların adlarını çarpıtarak söylediler. Feride'yi Hayriye, Kamile'yi Kemiye, Gülfize'yi Gülgüliye, Sakine'yi Zekiye yaparak ortalığı iyice karıştırdılar. Mehmet Gülerek dinledikten sonra cebinden bir kağıt çıkararak kızların adlarını gösterdi. Köylüsü 4. sınıftaki Numan Bayazıt'a sormuş, o da hemen yazıp vermiş. Ürkek gibi algılanan Mehmet bu kez de :
Vay kurnaz vay!söylemleriyle karşılandı. Sıra bizim masada Recep Kocaman'a geldi. Recep Kocaman daha önce kararını vermiş “Ben, annemle babamın adlarını koyacağım!”deyip kesti. Olaya en çok gülen Yusuf Asıl'dı. Ona bakınca birden şaşırdı:
Ben daha evlenmeyi bile düşünmedim, çocuğumun adını nerden bileceğim? deyip sustu. Harun olaya başka açıdan baktı:
Annem-babam sağ, onlar varken ad koymak bana düşmez!deyince benim oyun bizim masada yürümedi. Gene de sürdürmeye kararlı olduğumu söyledim. Arkadaşlar da adların saptamasının kolay olacağına inandılar. Daha doğrusu Numan Bayazıt onlara bir örnek oldu. Her sınıftan bir arkadaş seçip, arkadaşların vereceği listelere bakarak saptamak! “İçimden güldüm; “Siz istediğiniz kadar “Yapılır, edilir!”deyin; ben, buna bile gerek görmeden yapacağım. Çünkü ben bunu, kendi köyümde yapmıştım. 240 kişi içinde 13 Ali var. Ondan sonra Hasan, Hüseyin, Mehmet, Ahmet sıralanıyor.
Atölyede pencere çerçevelerini kesmeye başladık. İşbölümü yaptık;ben kesip planyadan geçiriyorum, Salih kornişleri açıyor, Harun köşeleri çiziyor, Recep geçmeleri oyuyor. Parçaları bitirince elbirliğiyle alıştırıp çatacağız. Bugünkü konumuz:
Biz bu işleri şimdi bir birimize dayanarak yapıyoruz ama, yalnız kalınca yapabilecek miyiz? Sorunun yanıtını ben rahat veriyorum; “Yaparım!”Yaparsam böyle 8 ya da 10 tane yapmayacağım; bir ya da iki bilemedin üç pencere olacak. Salih de bana katıldı; “Yaparız. anasını sattığım!”Salih'in dil pesengi:
Anasını sattığım!Bazan değiştirip “Anasınısattığımın!”diyor.
Bugünkü iş bölümünde en rahat benim. Sekiz pencere için 32 uzun, 48 kısa parça hazırlayacağım. İşimde dikkat edeceğim taraf uçların düzgün olması. Makine gönyeli olduğundan bundan da pek kaygılanmıyorum.
Harun'la Recep'e iş çıkarmak için Salih'le kısa- uzun olmak üzere karışık çalıştık. Paydosta saydım;8 uzun, 24 kısa parça hazırlamışım. Salih ise 6 uzun, 20 kısa tamamlamış. Harun da 10 uzun,
14 kısa çizmiş. Sayıları söyleyince Recep konuştu: “En tembel ben miyim? ”Recep 4 uzun 12 kısa alıştırmış. Hep güldük. Bizim yaptıklarımız hep ayrıntı. Gerçek iş bitirme Recep'in yaptığı;arkadaş pencerenin birini bitirmiş. Buna sevindik. Yarın ya da yarından sonra hepimiz o işe geçince pencereler tamam olacak!
Paydosta arkadaşlar futbol oynamaya ya da izlemeye gittiler. Dersliğe uğradım. Sami Akıncı tek başına derslikte çalışıyor. Ne çalıştığını öğrenmek istedim ama sormak içimden gelmedi. Gitmek üzereyken Sami, benim Büyük Almanca Lugatımı istedi. Lügatı istediğine neredeyse teşekkür edecektim. Çünkü beni meraktan kurtarmıştı. Böylece sormadan ne çalıştığını öğrenmiş oldum.
Asım Öğretmenin odasına gidip piyanonun başına oturdum. Beringer Metodunun en başındaki notalara baktım. Notaların altında Almanca yazılar var. Bunların çoğunu anlıyorum. Die Linke Handist eine Oktave tiefer höher zu spielen. Ya da(Afer) Die rechte Han dist eine Oktave höher zu spielen . Zunachst muss jede Han d ein zeln geübt werden, dann erst beide zusammen. Dieses gilt für Stücke und Etüden. . . . Sayfaları çevirdikçe şaştım. Nota değerlerini birer birer anlatıyor. Ben notaları biliyorum ama onları Almanca söylemem için bana gerekli. Bir porte üstünde sol anahtarı yanında 4/4 enthalt 4 Viertel oder den Wert derselben in jedem Takt. Da, wie du weist, eine ganze Note 4 Viertel gilt, so kannst du einen Takt ausfüllen mit. einmer ganzen Note. . . Zahle eins, zwei, drei, vier. . . . Böylec benim bildiklerimi Almanca anlatıyor. Bir süre sevincimden durdum. Saate baktım, daha dünya kadar zaman var. Bu kez de baştaki notalara baktım. Metodun girişinde Schüler-Lehrer birlikte parçaları var. Onları, Asım Öğretmenle bakıp geçmiştik. Schüler bölümünü kolayca çaldığım için gidi gidivermiştik. Oysa onların Lehrer bölümlerinde çok güzel olanlar var. 13, 14, 15, 16, 17, 18 nolu parçalarda saplandım kaldım. 18 numarayı ise düpedüz çalamadım. Yemek zili çalınca oldukça buruk olarak piyanonun başından kalktım.
Yemekte maç kazananlar için övgüler dinledim. Ahmet gol atmış ama nedense hakem saymamş. Saysaymış iki gol atılmış olacakmış. İki gol sayılsaymış bu kez de berabere kalmış olacaklarmış. “Mış mış, mış, mış!”dedim. Hasan Üner alındı:
-Bizimkiler böyle Abi: “Miş miş, mış, mış!”Amacım Hasan'ı gücendirmek değildi, genel olarak söylemiştim. Hasan oynayanlardan biri;oynayanlara zaten sözüm yok. Saha dışındakiler için bana aykırı gelen bir durum oluyor. Seviyorsa girsin oynasın. Oynamıyorsa, oynayanlara söz söylene hakkını nereden alıyor?
Yemekten sonra Beringer'i dersliğe alıp uzun süre baktım. Sami görmüş geldi, bir süre birlikte karıştırdık. Sami sözleri biliyor da müzikteki anlamlarında zorlanıyor. Sami: “Almanca çalıştığına göre Lügat gerekir!”diyerek Büyük Lügati getirdi. Almadım; “Ben, parçaları çalmaya çalışıyorum, Asım Öğretmenden olabildiğince yararlanmak istiyorum; Almanca o gidince de çalışabilirim!”dedim. Sanırım Sami sevindi.
Dersliğin ön tarafında oturan Küçükler, fısıldaşarak birşeyler konuşuyordu. Önce ilgilenmedim. Az ilerimde oturan Hüsnü Yalçın sordu:
-Sen doğrusunu bilirsin, Sabahat Öğretmen Samsun'a varmı mıdır? dedi. Önce acayibime gitti. Az durunca Hüsnü Yalçın'ın içtenlikle sorduğunu düşündüm. Bu kez de:
-Bu kez de ben ona sordum:
Vardıysa Fikret Madaralı Öğretmenle tanışmış mıdır? Hüsnü benim yanıtıma benzer bir yanıt verdi:
Ne bileyim ben? Ne var ki benim sorum yerini buldu, konu Sab ahat Öğretmen den çok Fikret Madaralı Öğretmene kaydı. Fikret Madaralı Öğretmen daha önce oralarda 7 yıl çalışmış, bu , ikinci gidişi. Ayni yer değil ama aynı il;Samsun. Belki çalıkştığı köy olan Çukurbük köyünden öğrencileri vardır. Okul bahçesine diktiği fidanları, unutamadığı öğrenc ilerini sorar.
Biz konuşurken Hasan Üner, Hüsnü Yalçın'a takıldı:
Kimi çekiştiriyorsunuz? deyince benim de Hasan'ın soru şekli ilgimi çekti. Bir süredir başbaşa vermiş bir küme arasında bulunan Hasan Üner'e sordum; “Siz kimi çekiştiriyorsunuz? Hasan doğrudan:
Kimseyi çekiştirmiyor, öğretmenlerimizin ayrılışına üzülüyoruz”dedi. Konu anlaşılmıştı. Üzülen başkalöarı dxa varmış. Kendi kendime içimden sordum; “Üzüldeyim mi, yoksa sevineyim mi? ” İçimde, ne üzülme ne de sevinme olarak öne çıkan bir belirti olmadı. “Demoklesin Kılıcı!”sözü aklıma takıldı. Benim başımdaki kılıç kalkacak mı, yoksa sallanmayı sürdürecek mi? Sabahat Öğretmernin “Teessüf etmesi”olayını üzülerek anımsadım. Ben ne umarak ortaya atılmıştım, sonuç nasıl oldu. Ama niçin?
Yat zili çalınca bu duygularla hazırlanıp yattım. Yatınca da aklımdan ders yılı boyu çalışmalarım, Türkçe dersine verdiğim önemi, karşılaştığım durumları Fikret Madaralı Öğretmenin değerlendirmeleriyle karşılaştırdım. Üzülmemeye karar verdim ama gene de üzüldüm. Çünkü Sabahat Öğretmenin çok iyi bir insan olduğunu seziyordum, besbelli kusur bende olduğu için o benim yaklaşmamı önledi. Bilmediğim bir zarar vermediyse gene de saygıyla anacağım. Özellikle de Yahya Kemal Beyatlı'nın Mahurdan Gazeli'ni salt Sabahat Öğretmeni anmak(unutmamak) için yaşamım boyunca belleğimde tutup sık sık okuyacağım. “Samsun, Çaltı Burnu'ndan bu avazın İbrahim-Koptu bir fevvare-i zerrin gibi mahurdan!”diyeceğim. Sanırım zerrinin zerreleri önce Ladik'e, daha sonra başka yerlere dağılacaktır
26 Mayıs 1943 Çarşamba
Yatakhaneyi ne zaman boşaltacağımız sorusu ile uyandım. Duvarları örülen boş bölüme taşınacağımız söylendi. Üstü yapılmadan orada yatılır mı? ”diye soranlar çıktı. Doğru mu, yanlış mı? demeden: “Alır yatakları dışarı çıkarız!” patırtısı başladı. Halil Basutçu işin gerçeğini biliyor, anlattı:Daha ara duvar bitmedi. Ara duvar bitince, önce çatı kondurulacak, ayrıca tabana ek olara demirli beton dökülecek, şap yapılacak. Bina iki katlı oluyor, kolay değil. O nedenle bizim buradan çıkmamız en erken bir ay sürer!”Ne anlaşıldıysa: “Eheyyyy!”diye diye gidenler oldu.
Derslikte de Halil Basutçu'nun bir aylık zamanı yeni yorumlara neden oldu: “Hani haziranda kampa çıkacaktık? Hani haziranda Edirne Fidanlığ'ına gidecektik? “Gümüş Müdür bizi bekliyor”Yanlış bir deyim, ”Müdür Gümüş bizi bekliyor” olacak. Arkasından kahkahalar:“Bizi beklemeyen mi var? ”Var, var, var!Mehmet Başaran : “Bütün köy kızları sizi bekliyor;gider gitmez çevrenizi saracaklar!”Yusuf Asıl hemen karşılık verdi: “Senin Ceylan Köylüleri gördük, köyün kıyısında seni bekliyorlardı. Bize sordular!”Yusuf sözünü bitiremeden Arif Kalkan sordu: “Doğru söyle: “Nerede o Ciğerci mi? dediler yoksa. !. . . . Yusuf: “Yok yok, FenerciMehmet gelmedi mi? diye sordular!”dedi. Mehmet Yücel, Yusuf Asıl'a bir süre dik dik baktıktan sonra köyünün kızlarını anlattı. Arkasından da köyüne neden Ceylan Köy denmesini tekrarladı. Köyün kızları çok güzel olurmuş. Padişah Avcı Mehmet(1648-1687 yıllasrı arası), avlanmak için çıktığı bir gün köyün yakınından geçerken bir düğün alayıyla karşılaşmış. Düğün alayı Padişahı görünce durmuş. Padişah, düğün sahiplerine hayırlar diledikten sonra duvaklı olan gelinin yüzünü görmek istemiş. Gelinin yüzünü görünce Padişah: “Ceylan gibi!”demiş. Köyün adı ondan beri Ceylan Köy'müş. Arkadaşlar topluca bir gün Ceylan Köye gitmeye karar verdi. Salt ceylan gözlü kızları görmek için Ceylan Köye gidilecek. Konuşanlara baktım, çoğu geçen gün Osmancık'a gidenlerden, başka bir deyimle İdris'in kardeşi Kızılbaş köyünden söz edince, susmalarına karşın içlerinden gülenlerden. Akıllarınca Ceylan Köye gitmek isteyenleri saptamaya kalkışınca bana da sordular. Söyleyeceğim sözden Mehmet Yücel'in alınacağını düşünerek, eğilip baktım Mehmet Yücel gitmiş. O olmadığına göre konuşabilirim, deyip“ Gitmeye gerek yok Lüleburgaz'da bir Ceylan Köylü kız var, onu görmek yetereli!”dedim. Bu kez de Mehmet Başaran beklemediğin derecede sinirlendi. Şakayı kakaya çevirdiğimi söyledi. Nedenini bir türlü anlamadığım için sordum. Yanıtı ilginç oldu:”İşi ciddileştirdin!”İşi ciddileştirmişim!Bu kez de: “ İşi ciddileştirmek istesem köyünün gerçek adını söyler, anlattığın o düzmece masalını bozardım. Çünkü köyün adı Mandirisadır. Gerçi eski bir köydür ama yerli halkı tam olarak Türk bile değildir. Günümüzde bile çevre köyler o eski halka Gacal demektedir. Anlamı, eski yerli halk. Kısacası dönme insanlar anlamına gelmektedir. Osmanlılar buraları aldıklarında, tüm Trakya'da insanlar oturuyordu. Osmanlılar, onların canlarını, kendilerine katılma koşuluyla yerlerin de bıraktılar. Böylece dah alınışının , ilk yıllarında Trakya'ya da iki türlü halk oluştu:Yerliler, yeni gelenler. Salt Mandirisa'nın değil az aşağıdaki Celaliye'nin adı da yeni değişmiştir. Oranın adı da İvan Köydü. İvan Köy, adı üstünde Balkan Savaşı'na dek İvan'ların(Bulgar asıllılar) oturduğu bir köydür. Aynı dere içinde Lülebujrgaz'a yakın Tatar Köyünde de Tatarlar oturduğu için adı Tatar Köy olmuştur!”Bunları niçin söylediğimi arkadaşların çoğu anladı. Gerçekte benim sözüme Mehmet Başaran'ın tepki göstermesini de ben anlamıştım. Aklınca Mehmet Yücel'in özellikle önemsediği Lüleburgaz'daki Ceylan Köylü kızı(Mehmet Yücel'in Hüsnü dayısının kızı) savunarak araları giderek soğuyan Mehmet Yücel'e yaklaşmaktı. Ben hem bunu sezdiğimi hem de Osmancık'taki yeterince tartışılmayan konuya açıklık getirmeyi tasaraladım. Birileri Kızılbaş, Alevi, ya da Bektaşi. Ya ötekiler? Sen, sen, sen nesin? Gacal mı? Tatar mı, İvan mı? Pomak mı? Boşnak mı? Sözüm Mehmet Yücel'e iletilince ondan da bir olumsuz tepki gelirse bu konuda başka söyleyeceklerim de olacaktı. Bekledim, Mehmet Yücel'le konuşunca o bambaşka şeylerden söz etti. Anladım ki, benim söyledeiklerimden üstüne aldığı bir şey yok. Bir kez daha düşündüm;arkadaş bellediklerimin çoğu zerrece değişmemişler. Ne beş yıl, ne de verilen dersler onları etkilememiş. ;ilk günlerdeki sinsi köylülüğklerini koruyorlar. Benden korktukları için susuyorlar. İyi ki topunu birden korkutmuşum, korkutmasaydım belki korkutmak için ayrı ayrı cebelleşirken suçlu duruma düşecektim. Şimdi topu birden sinmiş olduklarından küçük bir uyarı tümünün ağzını kilikliyor. Ayrılıp uzaklaştığımızda bildiklerini okuyacaklar.
Atölyede kapıların yapımını sürdürdük. Yusuf planyalanmış bir parçayı: “Çok güzel planya kullanıyorum!”diyerek eliyle sıvazlarken eline kıymık battı. Kanayınca telaşlandı. Küçük bir olay diye üzerinde durmadık ama kan sürünce revire yolladık. Eli sartılmış olarak döndüğünde öğretmen evlerinden akordiyon sesi geldiğini söyledi. Akordiyon öyküsünü anlattım. Arkadaşlar konuyu uzun süre sorun olarak irdelediler: “Okulun akordiyonunu öğrenciler yerine yöneticinin çocuklarının kullanması falan derken Okul Müdürünün iki kızı için yıl boyu atlı özel arabanın kullanılması da ortaya getirildi. Az önceki düşüncelerim i üstümden atmış değildim. Olayları çok doğal karşıladığımı söyleyip sustum. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmenin sık sık kullandığı sözü anımsattım: “Bal tutan parmak yalar!”Öğretmenler, yöneticiler, aileleriyle buraya gelip görev yapıyorlar. Çocuklarını okula göndermesinler mi? ” dedim. Arkadaşlar yüzüme dik dik baktılar. Sözümü tekrarladım. Müdür Bey buraya atanınca, onu buraya atayanlar, örneğin Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç, burasının düpe düz kırlıkta olduğunu biliyordu. Müdür Beyi eşiyle birlikte buraya atarken, bunların çocukları olduğudu ya da olabileceğini düşünmüştür. Daha önce İlhan Görkey Öğretmen burada ev olmadığı için Lüleburgaz'da oturduğundan böyle bir sorun olmamıştı. O da burada otursaydı kuşkusuz çocuklarını o da gönderecekti. Öğretmen okulundaki kızını, lisedeki oğlunu yetiştirdiğine göre demek çocuklarını okutmayı amaç edinmiştir. Bunları yarıda bırakacağı beklenemez herhalde!
Öğle yemeğinde Asım Öğretmenle Naci Yüzbaşı yemeğe geldi. İlgimiizi çekti: “Askerlik dersleri sürecek mi yoksa? Sürecekse her halde öğleden sonra olacak değil!”falan derken, nöbetçi öğrenci Rüştü Güvenç geldi: “Abi, yemekten sonra Asım Öğretmeni görecekmişsin!”dedi. Birbirimize bakışarak: “Tamam, Askerlik Dersleri sürecek!”dedik. Gene de başka bir iş olabileceği kuşkusuyla Asım Öğretmenin odasına gittim. Kapıdan girince Naci Yüzbaşı Asım Öğretmende önce: “Gel bakalım çavuş, sana iç çıktı!”dedi. Selam verdim. Bu kez de Asım Öğretmen: “İbrahim, biri sen üç de senin gibi çalışan , işbitiren üç arkadaşını seçip adlarını numaralarını en geç perşembe gününe dek b ana vereceksin. Sen arkadaşlarını seç sakın kendilerine bir şey söyleme, cuma günü gelince Yüzbaşım size açıklama yapacak!”dedi. “Peki!”dedim, selam verip ayrıldım. Benim gibi çalışkan, güçlü, üç arkadaş. Sefer Tunca, Arif Kalkan, İsmet Yanar olarak seçimimi yaptım. Bu dört arkadaş Naci Yüzbaşı ile ne iş yapacak acaba?
Atölyeye azıcık geç gittim. Arkadaşlar merak içinde, hemen bir yalan yakıştırdım: “Hani konuşmuştuk ya;akordiyon işi. Öğretmen akordiyonu neden verdiğimi sorduBen de: “Akordiyonu ben vermemiştim, Asım Öğretmen İstanbul'a gidince anahtarı Talat Tarkan Öğretmene bırakmıştı. Talat Tarkan Öğretmen kendisi almış!”dedim . Aynı konu gene tartışıldı. Tartışma martışma derken iki kapıyı da tamamladık. Halis Öğretmen: “ İkinci parti kapı-pencere işini de tamamlayınca yapıştırma işini yaparız!”deyince sekiz pencere, iki kapı için parça seçmeye başladık. Bu defaki seçim daha kolay oldu. Gözlerimiz ölçülere alıştığından parçayı uzaktan bile seçebiliyoruz.
Paydos olunca Asım Öğretmeni gözetledim. Futbol oynamaya gitmiş. Aklım Yüzbaşının istediği adlarda kaldı ama karşılaşınca Asım Öğretmene sormamaya karar verdim. Piyano çalıştım. Her an Asım Öğretmenin gelebileceğini düşünerek biraz tedirgin oldum. Gelmedi, çıkıp satrançıların yanına gittim. Hasan Arabacı ile Kamil Varlık kavga eder gibi bağrış çağrış satran oynuyorlar. Bu ikisini Hasanoğlanda birlikte çalıştığımız günlerde yakından tanımıştım;çok konuşurlar ama iş yapmayı da becerirler. Satrancı da güzel oynuyorlar. Gel gelelim patırtıları, bir birine takılmaları, özellikle Kamil'in ikide bir yüksek perdeden gülmesi, onları tanımayanların acayibine gidiyor. Beni görünce Arif Kalkan da geldi. Arif gelince Kamil oyunu bıraktı: “Abiler oynasın!”dedi. Arif'le bir süre satranç oynadık. Dilimin ucuna geldi geldi gitti. Arkadaşın adını Asım Öğretmene vereceğim. Bunu biliyorum ama kendisine bildirmiyorum. Bu yaptığım doğru mu değil mi? Arif çok düşünerek oynuyor. İyi oynuyor diyemeyeceğim ama sanki yenilmemek için beklemeyi yeğliyor. Sonunda gene de yenildi.
Akşam yemeğinde bahçeye ektiklerimizden önce hangilerini yiyeceğimiz konuşulurken önce Yusuf işi sulandırdı. Önce nohut, mercimek dedi arkasından da kabak, deyip güldü. Kabak, deyip gülüşüne takıldım: “Bilmeden doğru söyledin, söylediğin doğruya da yanlış söylediğini sanıp güldün!”dedim. Yusuf yüzüme baktı: “Anlamadım!”dedi . Açıkladım: “Ektiklerimizden ilk yiyeceklerimizden biri kabaktır. An cak sen bunu bilmediğin için kabağı, nohut, mercımek gibi güz yiyeceklerine ekledin!”dedim. Yusuf baktı kaldı. Fazla diretmedi, taze kabakları unuttuğunu güz kabaklarını anımsadığını anlattı. Bum kez Hilmi bana dönerek: “Abi, sen bu kadar bilgiyi nasıl öğreniyorsun? ”diye sordu. Bun un bilgi olmadığını, köyde her yıl kabak ektiğimizi, tıpkı salatalık gibi kabaklarında çiçekleri kurumadan yemek yapıldığını, kızartmasını yediğimi anlattım. Hilmi bu kez: “Sade kabak işi değil, köyleri, köylüleri, kimin nereden geldiğini de biliyorsun!”deyince anladım. Ceylan Köy ya da Osmancık için söylediklerim birilerince konuşulup irdelenmiş. Kötüye yormadan anlattım: “Sen Tekirdağ, ben Kırlareli illerindeniz. Beni Kırklareli'ye ilk götürdükleri zaman zsor muştum: “Buraya neden Kırklareli denmiş? Soruma yanıt verdiler. Buranın Cu mhuriyetten önceki adı Kırkkilise imiş. Halkının çoğu Hiristiyan olduğuından tam kırk tane kilise v armış. Türkler Rumeli'ye geçip buraları alırken Kırkkilise'yi tam kırk Türk yiğidi kurtarmış. Böylece atalarımız o kenti kurtaran yiğitleri anmak üzere Kırklareli ya da Kırklarili demişler. Kırklareli yüzlerce yıldır hep var. SanırımTekirdağ da öyle. Sen Tekirdağ'a gittiğinde oraya neden Tekirdağ dediklerini sordun mu? ”Hilmi, sormadığını söyledi. Güldüm. “Sormadınsa öğrenemezsin. ben soruyorum, bilenler söylüyor, böylece bilgim artıyor!”Hasan Üner Tekirdağ'ın adı için dağdan söz etti. Hasan'a sordum. “Türkler orasını aldıklarında da oraya Tekirdağ mı diyorlardı? ” Bu kez de sözü değiştirdim: “İlk gittiğinizde bir bilene sorun, oranın eski adı olduğunu size söyleyeceklerdir!”
Bunu dedim ama hızımı alamadım, bu kez tarih derslerimizi amınsattım. Öfrneğin İstanbul kurulduğunda Roma İmparatoru Konstantin'in adına Konstaninepolis denmiş. Sonra Bizans olmuş. Osmanlılar alınca başka ad vermişler. Babam şimdi bile bazen Dersaadet diyor.
Dersliğe dönünce anlattıklarımın gerçekten doğruluğunu düşünüp sevindim. Anadolu'da Etiler'in oluşu, yok oluşu, Frikya, Lidya varmış yok olmuş. Medler , Persler, daha sonra Sasaniler, İranlılar. Sümerler, Kaldeler, Asuriler, Keltler, Babilliler, İbraniler, Yunanlılar, Dorlar, İyonlar, Makrdonlalılar, İlliryalılar;Fenikeliler, Kartacalılar v. b. olarak sürüp gidiyor. Büyük göçler incelenince daha niceleri çıkıyor. Avarlar, Bulgarlar, İskitler, Topalar, Vizigotlar, Ostrogotlar, Hunlar, Etrüskler. . .
Yatınca da benzer düşünceler aklımdan geçti. Bunca tarih okuduktan gene gene Göçleri tekrarladıktan hele Akın Piyesi nedeniyle insanların yer değiştirdiğini öğrendikten sonra olaylara köylüler gibi bakmak şaşılacak bir şey. Edirne'nin adının Adriyanus adlı bir Roma İmparatorundan geldiğini ilk tarih derslerimizde 1938 yılında öğrenmiştik. İnsan öğrendiğini nasıl unutur? B u, ir ad ya da kısa, önemsiz bir şey olsa belki unutulur ama, büyük tarihsel olayları unutmayı düşünemiyorum. Sözgelimi Balkan Savaşı olunca Trakya'da yaşayanlar hep Anadolu'ya göçmüş. Bunu yaşayan anneler, babalar sık sık anlatıyor. Özellikle de 1912 ya da 1328 yılı olarak tarihini de söylüyorlar. Bunları dinyeyen Trakyalı çocuklar Balkan Savaşı tarihini nasıl unutur? Birinci Dünya Savaşı da öyle özellikle buna Seferberlik diye özel bir ad takılmış, 1914 ya da 1330 olarak iki tarihle anılmaktadır. Koskoca Osmanlı İmparatorluğunun dağıldığı bu savaşı öğrendikten sonra unutmayı benim aklım bir türlü almıyor. Böylesiyle karşılaştıkça gülesim geliyor. Bizim sınıfta böylesi çok. Ancak bir bölümü susarak kendini ele vermiyor. Hilmi Altınsoy, Fettah Biricik, Emrullah Öztürk, Ali Önol, Kadir Pekgöz gibi bazıları, unutmayı bir marifet saydıklarından rahatça: “Unuttum!”deyip işin içinden sıyrılmaya kalkışıyorlar.
27 Mayıs 1943 Perşembe
Asım Öğretmene vereceğim adlardan biri yeğenim İsmet, yazdığım kağıdı bugün vereceğim. Öğlede mi, yoksa şimdi mi vereyim ? diye düşünürken İsmet geldi: “Dayı çok sıkıldım, ya bu cumartesi izin alıp köye gideceğim ya da seni kandırıp sizin köye gitmeyi düşünüyorum!”dedi. Birden şaşırdım, ne diyeceğimi bilemedim. Neden sıkıldığını sordum. Çocukça birşeyler söyledi. Haftaya b izim köyde gitmeye razı etmeye çalıştım. Önce: “Olur!”dedi. Az sonra da: “Haftaya Askerlik kampı başlayacak 20 gün bir yere gidemeyiz!”diye diretti. Bu kez gizleyemedim, adını yazdığımı, istemiyorsa sileceğimi ancak benim vazgeçme şansım olmadığını anlattım. Bu kdez dde İsmet merak etti: “Ne olabilir? Bir süre düşündü, güldü: “Dayı belki neşelenecek bir durum olabilir, silme, ver!”dedi. İsmet'in: “Neşelenecek bir iş olabilir!”sözü beni de etkiledi: “Belki de bir yere gidilecek!” türü olasılıklar düşünmeye başladım.
Derslikte söz olsun diye Halil Basutçu'ya: “Arkadaş;çatıyı ne zaman açıyoruz? ” diye sordum. Halil biraz üzgün: “Vallahi bilmem, ben biraz rahatsız gibiyim, bugün doktora gideceğim, revire yazıldım!”dedi. Neşe gene kaçtı. Halil de benim gibi revire hiç gitmeyenlerden biriydi. Bir süre konuştuk. Başı ağrıyormuş. Uzunca bir zamandan beri varmış ama giderek çoğalmış. ”Çoktandır vardı” deyişi aklıma takıldı:”Arkadaş koskoca Akın piyesini(800 dize) ezberledi, yoksa ondan mı oldu? ” gibi bir olasılık düşündüm. Neşem kaçtı. Hiç düşünmediğim bir olay, ikide bir şiir ezberliyorum, tarih olaylarını tekrarlıyorum, böyle yapmayanları kınamaya kalkıyorum. Yoksa aklımı çok mu yoruyorum? ”İkircil bir duruma düştüm. Sami Akıncı aklıma geldi. Bu dediğim olsa önce Sami'de olur, onda olmadığına göre!. . Bu kaygıdan çabuk kurtuldum. Ayrıca öğretmenlerin öğütlerini anımsadım;tüm öğütler, öneriler çalışma üzerine. Şimdiye dek hiç bir öğretmen: “Çok çalışırsanız başağrısına tutulursunuz!”demedi. Öyleyse ben, boşuna telaşlandım!”deyip geçtim. Halil'in rahatsızlığı kesinlikle piyesten olmamıştır.
Bütün arkadaşlar atölyede çalıştı. Biz kendi işlimizi sürdürdük obür grup sökülecek çatı yeri hazırladı. Çatı yere indirilip düzenli konduğundan atölye yemekhane arası, kereste yığınına döndü. Yeni bölüm de inince ortalık iyice dolacak.
Bugünün konusu önce Askerlik Kampı mı yoksa Edirne Fidanlığı mı? Arkdaşlar bunu tartışırken aklımdan geçti. Şu Asım Öğretmenin istediği adlar sakın Askerlik Kampı ile ilgili olmasın!Öyle olsa; bu dört kişi ne yapar ki? İşin içinden çıkamadım, kendimi toparladım: “Beynini fazla yorma!”
Öğle yemeğinde gene kabak, salatalık, biber patlıcan türü sebzeler konuşulurken fasulye de eklendi. Bu kez de ben baklayı anımsattım. Mehmet Aygün bnaklanın ne olduğunu sordu, şimdiye dek bizim bakla yeyip yemediğimizi sordu. Alpullu'da yetiştirdiğimizi, burada da her yıl yetiştirdiğimizi anlattım. Şaka ediyor sandım.
Asım Öğretmen yemeğe geldi. Yeni giysilerini giymiş. Önce cebimdedki listeyi vermeyi düşündüm. İçimde bir cızlama duydum, bugün 27 mayıs, 28-29-30-31- 4 gün eder. Ondan sonra 1 Haziran. Daha sonrası yok. Asım Öğretmen izinde olacak. İşte o izin hiç bitmeyecek. . . O sınavı kazanır giderse, bana da gitmek kısmet olursa Ankara'da görüşeceğiz. Birlikte konsere gideceğiz. Bu arada bir çok öğretmenimin okuduğu okulu eski Gazi Terbiye Enstitüsü, şimdiki Gazi Eğitim Enstitüsü'nü göreceğim. Okul Müdürümüz Nejat İdil, Md. Yardımcısı Ömer Uzgil, Fikret Madaralı, Ahmet Gürsel, Sabit Soysal, Mustafa Güneri, Hidayet Gülen, şimdiki Müdürümüz İhsan Kalabay, yakında ayrılan Enver Kartekin, ilkokul öğretmenim Ahmet Korkut, Resim öğretmenim Talat Ayhan hep orada okumuş.
Adları Asım Öğretmene verdim. Öğretmen aldı baktı, arkadaşları numaralarından tanımadığını söyledi. Birer bir tanıttım. Asım Öğretmen gülerek: Yüzbaşı sert baklışlı gibi durur ama iyi insandır. Ayrıca kendini Lüleburgazlı sayar, buradan evlidir. Sizi iki gün çalıştıracak, haberiniz olsun. Yapacağınız işler, çalıştıklarınızdan zor olmayacaktır!”dedi.
Atölyede çalışırken ara ara bunları düşündüm. Yüzbaşı yoksa bizi evinde mi çalıştıracak? Evinde çalıştırmak için neden araya Asım Öğretmeni koysun? Bir türlü çözemedim. Arkadaşlar da soramıyorum, telaşlanıp beni sorumlu tutacaklarından çekindim. Şansımıza ne çıkarsa!Olayı un utmak için dışlerimi sıkıp durmadan çalıştım. Kapıların kesme işini tamamlayıp planyadan geçirdim. Yusuf sık sık sordu: “Cumartesi günü köye mi gideceksin yoksa? ”Yusuf'u bizim köye götürmeye söz verdim, gidecek olsam haber vereceğim. Sorunca alındım: “Köye gidecek olsam sana haber veririm, sözleştik yalnız gider miyim? ”
Paydosta Asxım Öğretmen gene futbola gitti. Uzun bir süre piyano çalıştım. Beringer'deki numaraları sıra ile denedim. Lehrer-Schüler ayırımı yapmadan 40 numaraya dek geldim. 40 numara beni tek sıra olarak bile çalamadım. Schubert'in bir parçasıymış. Kesinlikle çalamayacağım kaygısıyla piyanonun başından kalktım: Uygun bir zamanda Asım Öğretmenden sorarım!”deyip bahçeye indim. Halil Basutçu oradaydı, sordum dr. Sezai Bey hiç bir şey söylememiş: “Dinlenmek gerekir;kendini işlerde çok zorlama, istersen dinlenme yazayım!”demiş. Arkdaş: “Ben dinlenmeyi ne yapayım, yalnız kalınca daha çok sıkılırım!”diye düşündüğünden revirde yatmayı istememiş. Çalışırken kendini çok sıkmadığını, Namık Öğretmenin kendisini çok rahat bıraktığını anlattı. Biz konuşurken Mehmet Başaran geldi. O da Halil'le ilgili sorular sordu. Akın piyesinde birlikte çalışırken yakınlaşmışlar. Bir süre ortak çalışmalarından söz ettiler. Sabahat Öğretmeni andılar. . Mehmet Başaran'ın bizi görünce özellikle benimle konuşmak için geldiğini anlamıştım. Haklıymışım, söz döndü dolaştı Ceylan Köy tartışmasına geldi. Sözü uzatmadan: “Ceylan Köy tartışması yok, Osmancık köyü sözkonusu, Ceylan Köy Mehmet Yücel için kotarılmış bir şaka, sen bu işin içinde yoksun. Neden kendini ortaya koyduğunu anlayamadım!”dedim. Osmanmcık'tan dön erken Ceylan Köy'e uğranmadığını biliyorsun, hangi yoldan bakılıp da Ceylan Köy kızları görülmüş? Sen bunu bile bile söze karıştın, üstelik saldırgan bir tavır takındın!“deyince sustu. O sustu ama ben susmadım, söylediğim sözü Mehmetg Yücel için özel olarak söylediğimi, onun bundan gocunmayacağını bildiğimi, nitekim sonra kendisine söyleyince kızmak şöyle dursun katıla katıla güldüğünü anlatınca telaşlanarak sordu: “Ondan sonra sen onunla konuştun mu? ”Ko nuştuğumu söyleyince renkten renge girdi. İçinden bir şeyler geçirdi besbelli oluyordu. Halil ortaya konuşarak tartışmayı durdurdu. Başka arkadaşlar geldi. Yusuf Revire gitmiş hemşire Ayşe Abla yusuf'un yarasını önemsemiş bir şeyler sürüp sarmış:”Apse yapmış!”demiş. Apse ne demek? Bir süre bunu konuştuk. Yusuf: “Dınk, dınk, dınk dire saat gibi çalışıyor!”deyip kolumu tutup saati dinledi. Saat kadar çabuk değil ama benziyor!”diye düzeltme yaptı. Bu kez de Yusuf'a öneride bulunanlar oldu: “Revirde yat. Yusuf, revirde sıkılacağını söyleyip yatmayacağını söyleyerek yanımızdan ayrıldı. Ancak canı sıkın bir durumu vardı. Yusuf'un arkasından yetiştim. Bir süre dolaştık. Revirde yatmasını benim gibi hemşerisi Harun Özçelik de istemiş. Merdivende Hemşire Ayşe Abla ile karşılaştık. Ayşe Abla ikircil b ir konuşmna yaptı: “Kaba ete çükük ama dikine bir kıymık batmış. Bir süre içerde kalmış. Kaba et, yarayı çok çabuk kapattığı gibi bazan uzun süre acı da çektirir. İş uzarsa Yusuf elini bir süre kullanamaz!”dedi. Bu konuşmadan sonra Yusuf'u Revire yatmaya razı ettik. Yusuf son zamanlarda resim yapmaya heveslenmişti. Harun resim gereksinimlerini hazırlayıp getireceğini söyledi. Yusuf Revire yattı.
Halil Basutçu için başladığımız revir konuşmaları birden birde Yusuf Asıl'a döndü. Yusuf da beş yıldır revire düşmeyen bir kaç arkadaştan biriydi.
Akşam yemeğinde masamızın neşesi kaçmış gibiydi. Yusuf'suz masa boş gibi olmuştu: “Küçük b ir kıymıktan ne olur? soruları yanında, küçük bir özür büyük belalar açar! Deyimleri tekrar tekrar konuşuldu. Yusuf'un, neşesi;Yusuf'un çocuk olarak kalması, Yusuf'un şakaları, kendisi varmış ölçüsünde gene masamızı doldurdu.
Yusuf'un evinde yetişkin bir insan olarak karşılandığını, anne-babasının onu çok sevdiğini, çocuk olarak görmediklerrini, o da evde buradaki gibi değil daha değişlik bir Yusuf olarak davranıyor!”dedim. Mehmet Aygün: “İnanamıyorum, benim bildiğim Yusuf nasıl başka türlü olur? diye sordu.
Derslikte de Yusuf bir süre konuşuldu: “Revirde nasıl durur? ”Harun resim çalışacağını, sol kolunu çok kullanmaması gerektiği için başka iş önerilmediğini anlattı. Başta İsmet olmak üzere Yusuf adına sevindiler. Sevinenlerin bazıları işi revirde yatmak olarask düşlediklerinden: “ Oh, ne rahat !”derken Revirde uzun süre yatan İdris Destan: “Görürsün sen rahatı? Öyle sıkıntı verir ki; insan orada sıkılınca hastalığı iki kat artar. Buradan palavra atmaya benzemez!”türü karşılıklar verdi. Canım sıkıldı, Yusuf adına üzüldüm. Kitaplıkta bir gün rastgele bir kitap açıp bir bölümünü okumuştum. Cumhuriyet Gazetesinde yazıları çıkan Peyami Safa'nın 9. Hariciye Koğuşu. Orada da bir çocuk vardı. Hastanede geçtiği için hoşlanmamıştım. Yusuf'u düşünürken onu anımsadım;şimdi alıp okuyabilirim. Kitaplığa gittim. Ahmet Has Kitaplık Nöbetçisi. Kitap verilmiyormuş ama Ahmet sağ olsun:“Ağabey, istediğin kitabı yazdırmadan alabilirsin, nöbetim biterken ben senden isterim!”dedi. Kitabı bulunca da: “İnce bir kitap, çabuk okursun, ben daha on gün burada nöb etçiyim!”dedi. Ahmet'i Hasanoğlan çalışmalarımızda tanımıştım. Çalışkan, çok uyumlu bir arkadaş. Az konuştuk belki ama, belleğimde hep iyi olarak canlı kalmıştı. Nasıl bir rastlantıysa benim grubumda çalışlan Ahmetler hep çalışkan arkadaşlardı. Ahmet Baştürk, Ahmet Ünal, Ahmet Has, soy adlarını anımsayamadığı daha iki üç Ahmet vardı. Hasanoğlan'da iyi çalışanları adlarına göre sıralıyordum. Salt Ahmetler değil Hasanlar da benim grubumda çak çalışkandı. Hasan Gülümser, Hasan Akyol, Hasan Arabacı, Hasan Çetin. Başka Hasanlar da vardı ama onlarla çalışmadığım için fazla bir fikrim yok. Örneğin Hasan Yeşil'i de tanıdım ama nöbetlerde tanışmalar fazla bir ölçü sayılmaz. Hasan Yeşil bir arkadaşımın hemşerisi olduğu için sık sık bizim dersliğe geldiğinden de yabancım değildi.
Yusuf için üzülürken anımsayıp okuduğum kitap: “9. Hariciye Koğuşu. Yazan:Peyami Safa.
Buradaki koğuş, asker kışlalarındaki koğuş değil hastanelerdeki bölümlerden biri. Yazarun tanıttığı kişinin yani Yusuf yaşında bir gencin gittiği hastane bölümü. Bölümün numarası 9 oluğu için öyle a nılıyormuş. Bu romandaki gençte Dostoyevski'nin Beyaz Geceleri'ndeki genç gibi adını vermeden başından geçenleri anlatıyor. Sanırım yazarın kendisi. Yazar Peyami Safa da babasız olarak (annesiyle) yetişmiş. Küçüklüğünden beri bir dizinde iyi olmayan bir yara vardır. Bu yara yüzünden sık sık hastanelere, doktorlara taşınır. Babasız olduğu için öteki hasta çocuklar gibi hastaneye babasıyla gidemediğine üzülür. Neyse ki son raları onun da bir koruyucusu olmuştur:Dr. Mithat Bey. Dr. Mithat Bey çocuğu ünlü doktorlara, cerrahlara götürür. Defalarca ameliyat edilmesine karşın yara bir türlü geçmez. Doktorların öğütlerin pek dinlemeyen, özellikle de önerin bastonla yürümeyi umursamayan hastanın yarası giderek derinleşir. Gün, ay, yıl değil yıllar gelir geçer. Dr. Mithat Beyin aracıliyle Tıbbiye'nin ünlü doktorları, Cerrahları yardımcı olurlar. Salt doktorlar değil uzaktan yakından akrabaları, aile tanıdıkları da yardımcı olmaya çalışırlar. Ne var ki acıyı çeken dur. Sağlıklı insnları gördükçe karamsar olur. Hastanelerdeki hastalar onun için sağplıklı insanlardan daha ilginçtir. Çünkü onların acılarını bilir gibidir. O yüzdendir ki, hastane bahçeleri;görüntüleri, kmapıları, içleri, odaları sürekli gözüne takılır, her gördüğü sa nki ona bir şeyler antıyor gibi onlar üzerine yorumlar yapar. Özellikle hastanede çalışanların bile nasıl b ir sağlıksız yaşam yaşadıklazrını sezmiştir. Ölenlerin durumlarını, onlara karşı görevlilerin um ursamaz durumlarını acı duyarak izler. Kendisini korfuyan Dr. Mithat'ın bile hastalar, ölü insanlar karşısındaki tavırlarını şaşkınlıkla karşılar. Yazar Peyami Safa bu duyguları sahiden içinden geliyormuşça anlatır. Hele kadavra denilen yerdeki cesetlerin, ders aracı olarak kullanılması, parçalara bölünerek öğrencilere anlatılışı, doktorların neden duyusuz olduğunu anlatmaya yetmektedir. Nitekim, hasta nelerin bahçeleri, ağaçlarını, kapı önünde bekleyenleri çlok iyi anlatan hastanmız böylesi bir dersi dinledikten sonra bir süre yemek yiyememiştir. Hastanın akrabaları arasındaz bir de emekli paşa vardır. Paşanın Erenköy'de büyük bir konağı vardır. Bağı- bahçesi dinlendiri bir mekandır. Paşa uzaktan da olsa akrabalığa önem veren bir kişidir. Hasta akrabasını konağına çağırır. Ona bir de iş çıkarır, kendisine roman ya da öykü okutup dinler. Böylece bir ilişki kurulup hastanın bir işe yaradığı kanıtlanmak istenir. Okuma işleri yoluna girmiştir. Kitapları bile okuyucu seçmektedir. Paşanın kızı Nüzhet, akraba olmasına karşın okuyucuya sevdalanır, ya da öyle görünür. Dayanamaz, bu gizini açıklar. Konakta konuk delikanlı bu sevdaya yatkındır. Ne var ki bu ilişki kurulurken Paşa kızı Nüzhet dr. Ragıp Bey tarafından istenir. Daha doğrusu bu işi Nüzhet'in annesi kotarmaktadır. Ailede bir çatlak baş göstermiştir. Paşa baba suskundur ama tavırlarından annenin planlarını sezmiş, hoşlanmamıştır. Bir gün kitap okurken okuyucusuna yarasını sorar. Bu arada dr. Ragıp Bey'den söz eder, yarasını ona da göstermesini söyler. Yaralı ilk karşılaşmada Paşa'nın önerisine uyar. Ancak ona göre dr. Ragıp Bey doktordur ama öyle hevesli meslek erbabından değildir. Onun başka planları vardır. Öncelikle Berlin'e gidecektir. Berlin onun şansını açacaktır. Bayan Nüzhet'le evlenince onu da götürecektgir. Bunu hemen çevresindekilere muştular. İşte bu tavrı ondan bir şeyler bekleyen hastayı olumsuz etkilemiştir. Hemen hükmünü verir:“dr. Ragıp Bey, duygusuz, cahil, çıkarcı!”Ne var ki bunu hemen söylemez. Dr. Ragıp gelip gitmeye başlar ama, Bayan Nüzhet, gönlünü okuucuya kaptırmıştır. Dr. Ragıp Bey olayı yokmuşçasına konaklarında konuk kalan okuyucuya(Hastaya)sataşır, bir bakıma teslim olmuş gibidir. Geceleri buluşurlar. Bu arada Bayan Nüzhet'in işlerini gören Bayan Nurefşan haber getirip götürür. Hasta bu tutku olayından mutluluk duymuş, kendini toplamaya başlamıştır.
Bayan Nurefşan bana bir olay anımsattı. Kitabı bırakıp arkadaşlara sordum. Doğrudan anımsayanlar olur düşüncesiyle işi azıcık saptırdım: “Nurefşan bay adı mı yok bayan adı mı? Bekir Temuçin: “Bayan!”diye yanıt verdi. Bekir bayan, deyince herkes bana baktı: “Ne var bunda? derce bekleştiler. Hasanoğlan'da bizden ayrılan Reşat Tekinay Öğretmeni anımsattım. Bu kez de yine Bekir anımsadı: “Edirne Öğretmen Okulu Müdürünün baldızı, Reşat Öğretmenin sevgilisi!”dedi. Mehmet Yücel başta olmak üzere bir çok arkadaş güldü. Neden güldüklerini anlamadım, ancak yanıt doğruydu. Araya başka konuşmalar karıştı. Sen ben konuşmaları geçti.
Sonradan durum aydınlandı:
-Reşat Öğretmenin boyu çok kısaydı. Bekir arkadaşın boyu da kısa olduğundan arkadaşa takılıyorlardı:
Sen de böyle olacaksın, sakin senden boylu öğrencilerine sataşma!Böyle demelerini nedeni ise Reşat Öğretmenin boylu arkadaşlarımıza kızdığı zaman karşısına alıp, “Yaparım ederim!” tavırları içinde söylenmesiydi. Mehmet Yücel'i bir kez karşısına aldığında hep gülmüştük. Bir kaç kez de Fettah'la Sefer'e bu tür bir çıkış yapmıştı. Oysa belkini yüzlerine vurmak için sıçraması gerekecekti. Böyle bir olaydan sonra Sefer Tunca:
Rahat vurun Öğretmenim!deyip başımı çeymeyi düşündüm. Bu kez de başım karnına vurursa, “Kasıtlı vurdun!” diyecek diye tasalanmıştım!demişti. Reşat Tekinay Öğretmenle üstünde durulacak pek zıtlaşmam olmamıştı. Tarih derslerinde önemli olayları tekraralayarak anlattığı için kimi zaman da hoşuma gidiyordu. Ancak Reşat Öğretmenin kitap okumadığını biliyordum. Mehmet Turhan Tan'ın Devrilen Kazanı'ından bir ayaklanmayı anlatırken Muslu Beşe'den söz edince, sinirlenerek sözümü kesip sormuştu::
- Kim o, ben böyle birini tanımıyorum!demişti. Mehmet Turan Tan için de o bir yazardır, canının istediğini yazabilir. Ancak “Tarih, tarihtir!”diyerek uzun uzun övünmüştü. Oysa kendisi gerçek tarih öğretmeni değildi. Gene de birlikte olduğumuz günlerde bizi üzmemeye çalışmıştı, kendisini sevmiştik.