Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

6 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Bilek Gücümüze Koşut Bilgilenme Yarışımıza Güvenle Başladık

 

4 Ocak 1944 Salı

 

Herkesin dilinde Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen:

-Acaba Yılbaşı Gecesi için giriştiği işten pişmanlık duydu mu? Acaba, bir şeylerden kırılıp “Ne Şam'ın şekeri ne de Arap'ın yüzü!” deyip geri çekilecek mi? Bunu, daha çok o gece Kitaplığa gelmeyenler söylüyor. Onlara göre, sözde o gece pek iç açıcı geçmemiş. İşin ilginci bunları bizim Kepirtepeli arkadaşlardan da duydum. Hüseyin Orhan, Mehmet Başaran, İbrahim Ertur, Emrullah Öztürk, böyle bir Yılbaşı gecesi düşünmemişlermiş. Hemen sorasım geldi:

-Nasıl bir Yılbaşı Gecesi değil, siz hiç Yılbaşı gecesi ya da günü olarak 31 Aralıkla 1 Ocak tarihleri arasındaki geceyi YILBAŞI deyip öteki gecelerden ayrıcalı olarak geçirdiniz mi? Aklımdan geçmesine karşın sormadım. Çok iyi biliyordum ki hiç birisi, birlikte geçirdiğimiz beş yılın olaylarını benim kadar anımsamamaktadır. Ne var ki üzüldüm. Çünkü eleştirdikleri tek olay, kimi öğrencilerin salt bira içmiş olması. Gene bir soru sorarak onlara karşı olduğumu duyurdum:

-Siz içtiniz mi? İçmediklerini söylediler. Bu kez de; “O, “Bira içtiler!” dediklerinizin konuşmalarını dinledim, düpedüz “Genel Ev”e gitmekten söz ediyorlardı. Sizin yanınızda bunu konuşsalar, ne dersiniz? Bunu merak ettim.” Şaşırdılar. En küçükleri olmasına karşın sanırım Mehmet Başaran, ne demek istediğimi anladı, yüzü kızardı. Ötekiler, öylece bakıştılar.

Kahvaltıdakiler olaydan çok hoşnut olduklarından Sabahattin Öğretmeni selamlamak için sabırsızlandıklarını söylediler. Ben de aynı duyguları paylaştığımdan, duyduğum olumsuzlukları kulağımdan silip attım.

Sabahattin Öğretmen gülümseyerek geldi, gelir gelmez de Yılbaşı gecesinden söz etti. “Elimizde daha geniş olanaklar olsaydı da hepimiz bir arada bulunabilseydik, şimdi çok daha rahat konuşacaktık!” diye başladığı sözlerini sürdürerek, uygar ülkelerden örnekler verdi. Özellikle Fransa'da kaldığı zamanlarda bizden giden öğrencilerin Batılı gençler arasında nasıl pısırık kaldıklarını, onlarınsa eğlenirken neşe içinde olduklarını, işbaşı yapınca da sözün tam anlamıyla “Gavur gibi!” çalıştıklarını anlattı. Sözü tekrar Yılbaşı Gecesine getirip, önümüzdeki yılı daha geniş çapta, daha çok katılımlı yapmamızı övütleyip Yılbaşı geleneğinin giderek uygar dünyanın ortak bir eğlence günü sayıldığını, eğlence kültüründen yoksun, daha doğrusu eğlence gereksinimini değişik nedenlerle yitirmiş toplumların, çalışma daha doğrusu ilerleme fikrini de yitirdiğini tekrarladı. Geri kalmış toplumlardan söz etti. Afrika, Asya halklarının gerçekte tembel olmadıklarını ancak kendiliklerinden çalışma devinimine giremediklerini, dıştan itelemelerle, zorlamalarla hatta can bahasına zorlanmalarla öteki insanlardan daha fazlasını yaptıklarını anlattı. Afrika'da Mısır piramitlerini, Asya'da da Çin Seddini, bu insanların ataları yapmadı mı? diye sordu. Yanıt beklemeden de Piramitlerle Büyük Seddin tüm ulusların yaptıklarının toplamının üstünde bir enerji simgesi olduğunu tekrarladıktan sonra da; “Günümüzün en güçlü devleti olarak ortaya çıkan Birleşik Amerika Devletleri insanlarının da kuruluşta ölümüne bir yaşam savaşı verdiğini, bu savaşı sürdürenlerin koyduğu kuralların kendilerinden sonra gelenler için de yaşam kuralı olarak benimsendiğini, böylece Eski Dünya dedikleri öteki kıta insanlardan farklı olduklarını, bu farkın onları üstün kıldığını hem söylediler hem de iki büyük savaşta güçleriyle kanıtladılar.

Az ileriden sesler gelir gibi oldu; Sabahattin Öğretmen sözünü kesip bakınca Ahmet Özkan, özür dileyerek Amerika’da ayrıca toprak altı toprak üstü zenginlikleri de çok! dedi. Sabahattin Öğretmen Ahmet Özkan 'a teşekkür ettikten sonra:

-Ben sözü daha fazla uzatmamak için ayrıntıya girmeyecektim. Arkadaşınız açtığı için o konuda da bir kaç söz söylemek farz oldu. Evet, Amerika kıtasında maden çok, çok ama o madenler, İnka zamanlarında da vardı, İngiliz sömürge zamanlarında da. Hem sonra sorabiliriz, kim diyor Amerika'da maden çok diye? Orasını araştıranlar mı? Onlar araştırıp bulmuş, söylüyor, sonra da çıkarıp zengin oluyor. ; iyi de bunu söyleyenler kendi topraklarında neyin olup olmadığını araştırmış mı acaba? Bir zamanlar Romanya toprakları bizimdi, ama bizim oradaki petrolden haberimiz yoktu. Keza Batum. Baku da öyle. Hele Suriye, Musul petrolleri burnumuzun dibindeymiş ama bizim burnumuz o kokuyu duyamamış. Yerküresinin altı, bizim maden dediğimiz değerli maddelerle doludur. O, doğanın kendi doğal yapısının gereğidir. O maddeleri şu ya da bu ülkeye peşkeş çekilmemiştir; biraz yakın biraz uzak olmakla birlikte tüm ülkelerin altında o değerli maddeler vardır. Onları bulup çıkarmak da yetmez, onlardan yararlanmak gerekir. Teknik buluşlara dikkat edersek, bir birinin gereksinimi gibi bir zincir oluşturur. Buhar, buharlı gemi. Gemide olan karada niçin olmasın? Tren. . Bu da yetmedi, işte bildiğimiz otomobil. Neden havada olmasın? Alın size uçak! Bir günlük yolu bir saatte gitmek ne güzel. Güzel ama kimin için? Onu beceren için. Kafası kağnıya koşullanmış insanın bunları düşünmesi olası değil; çocuklar! Kağnı sözü geçtiği için mi ne, gülümseyenler oldu; birisi de: (Sonradan Mehmet Toydemir olduğu söylendi) Biz de kağnılara motor takarız! Sabahattin Öğretmen o tarafa bakarak:

-İşte bu şakalar rahatlatıyor bizi, iyi ki işi bu yöne döküp karamsarlığımızı bir an olsun unutuyoruz. Ne var ki bunun da zararı oluyor. Çoğumuz bu şakaları giderek sahi sanarak bunları yaşam felsefesi yapıp ömrünü bu tür zevzeklikler içinde geçiriyor.

Sabahattin Öğretmen bir süre durduktan sonra psikoloji okuyup okumadığımızı sordu. Üç arkadaş parmak kaldırdı. Öğretmen önce en yakınındaki Mustafa Top'a söz verdi. Mustafa Top, salt okuduğumuzu söyledikten sonra nedense :

-Okuyoruz ama birşey anlamıyoruz! dedi. Öğretmen, bu konuşma biçiminden açık açık hoşlanmadığın belli ederek başını az sağ yandaki parmak kaldırana çevirdi. Çevirirken de Mustafa Top'a adını sordu. “Mustafa” deyince bu kez de parmak kaldırana dönerek önce adını söylemesini istedi:

-Mustafa Aydoğan! Mustafa Aydoğan, psikoloji dersi okuduğumuzu, ancak bizim derslerimizin liselerden farklı olduğu için onlar gibi belli konuları işlemiyoruz! deyince Sabahattin Öğretmen gülümseyerek:

-Anladım, bizim dersi de sorsalar bu yanıtlar verilecek! deyip üçüncü parmak kaldırana işaret etti. Parmak kaldıran Mustafa Yüksel'di “Mustafa Yüksel!” deyince öğretmen güldü:

-Bugün Mustafalar günü besbelli, başka Mustafa var mı? der demez ; Mustafa Saatçı, Mustafa, Parlar yan yana oturuyormuş ikisi birden el kaldırdı Öğretmen ; “Bak, bak, bak!” deyip güldü. Mustafa Parlar’ı tanıdığını söyleyip oturttu. Mustafa Saatçı'ya ise:

-Hasta falan olmadın değil mi? Seni az görmüş gibiyim! deyip başını önündeki kitaba çevirirken bu kez de Mustafa Buğday parmak kaldırdı:

-Ben de parmak kaldırmıştım öğretmenim göremediniz! deyince öğretmen :

-Öyle miiiii? Ben bu kadar sanmıştım, bakın, başka da olabilir, Mustafa, bizim dinsel ad dizilerimizden biridir! ' deyince Şükrü Koç'la Sabri Taşkın da el kaldırdı. Onların da ikinci adları Mustafa. Onlar da sayılınca bizim sınıfta Mustafa sayısı 8'e tamamlandı. Bu kez öğretmen sordu:

-Nerden girdik biz bu ad konusuna, pek sevmediğim bir olaydır. Adlar, insanların kişilik simgesidir. Aileleri beğenip takmıştır. Başkalarına bu konuda saygı duyup geçmekten öte bir söz hakkı düşmez. Benim de ikinci bir adım vardır, Rahmi, babamın adı. Onu ben severek kullanırdım. Soyadı kullanılmaya başlanınca pek gerek kalmadı. Ancak ben ikinci ada karşı değilim; bu baba adı olursa, üstelik sevinirim de. Ne var ki çocuklara iki ad verilmesini de doğru görmem. Bakıyorsunuz babanın adı Ali, Bay Ali'nin bir oğlu oluyor. Uzunca bir soruşturmadan sonra doğan bebeğe Süleyman Sami, Yusuf İzzettin, Mahmut Ekrem ya da benzeri ad veriliyor. Çocuk büyüdüğünde baba adı Ali'yi kullanamaz duruma düşüyor. Süleyman Sami'ye bir de Ali taksa soy adıyla uzunca bir zincir ortaya çıkacak. Öğretmen gülümsedi:

-İşte size bir psikoloji dersi de benden. Psikolojinin adı geçmedi, Wund, Freud ya da Jung'u anmadık ama insan psikolojisi üstüne değişik konular konuştuk. Hepimizin, bir birimizden farklı düşüncelerimiz oluğu gibi duygularımızda da farklılıklar vardır. Bu farklılıklar bizim kişilimizi oluşturur. O farkları ortadan kaldırırsak. İlkelliğe döneriz. Mısır piramitlerini yaparken o ağır yükleri taşıyanların, bizdeki yaşam sevincine benzeyen bir duyguları yoktu. Kölelik çağlarını düşünelim, kölenin çocuğu da köle. Bu nasıl olur? demeyin , yüzler değil binlerce yıl öyle olmuş. Atatürk bunları sizlere çok güzel anlattı: “Uygarlık düzeyinin üstüne çıkmak!” Bu, doğrudan doğruya, size, onlardan daha çok çalışmayı önermektir. Bir Fort arabasını yapmak yeterli değil, ondan daha iyisini yapmak üzere işe başlayacaksın! “Psikoloji dersinde lise kitaplarını okumuyoruz!” diye yakınmanıza üzüldüm: doğrusu biraz da kızdım. Ben bunu size kendi dersim açısından uzun uzun anlatmıştım. “Komprime fikir kümelerini kinin ya da aspirin yutar gibi yutmanız size bir şey kazandırmaz. Yutacağınız fikir haplarını kendiniz, kendinize yarayacak, sizi kağnıdan kurtarıp gönlünüzce hızlı iş görecek araçları üretmeye yarayacak güç için yutacaksınız. “Bir lokma, bir hırka!” dönemi kapanmıştır arkadaşlar! Eller, havalara egemen olup deryalar ötelerinde savaşırken biz hala “Bir lokma bir hırka!” teraneleriyle oyalanacaksak, halkımızın umutlarını bir kez daha boşa çıkarmış oluruz. Çok uzun yıllar boyunca bu yapılmıştır. “Şanlı, şöhretli tarihimizin o söylemleri ancak anılarda, şiirlerde şarkılarda, türkülerde kalmıştır.

Zil çalarken Sabahattin Öğretmen, daha önce söyledikleri tekrarladı:

-Öğretmenimiz Montaigne'in işaretlediği filozofları, belli başlı fikirleriyle, yaşadığı çağlar içinde kısaca tanıyalım! dedi

Öğretmen gidince bir süre oflar poflar çekildi. Öğretmenin neden böyle konuştuğu irdelendi. Yunus Kazım Köni'nin gelmeyeceği bilindiği için kimse yerinden kalmadı. Az sonra çözülmeler başladı; Ali Bayrak, Kadir Aytekin'e sataştı, biraz yüksekçe sesle:

-Arpacı kumrusu gibi ne düşünüyorsun arkadaş! Canlan, yırtıcı kuşlardan birini seç, uç uçabildiğin yere! Kadir Aytekin ordu:

-Sen seçtin mi? Ali Bayrak seçtiğini söyleyince bir kaç kişi birden Ali Bayrak'a takıldılar:

-Hadi lan, sen yırtıcı kuşu nerede gördün? Senin Ankara dolaylarında yırtıcı kuş olarak kargadan başka kuş mu var? Yoksa bahçelerde gördüğün hindilerle, çeşme dolaylarında gördüğün kazları yırtışı kuş mu sandın? Kahkahalar başladı. Ankara sözü edilince Ankaralılar Kadir Aytekin'e söz birliği ederce karşı oldular:

-Senin Afyon'un mu sandın Ankara'yı? Afyon ilinden dört arkadaşa karşın Ankaralılar 10 kişi olunca Kadir Aytekin sustu.

Öğretmenin gelmeyeceği bilinmesine karşın kimsenin yerinden kımıldamadığını görünce ben de bir süre kaldım. Sabahattin Öğretmenin son tavrı için ne tür yorumlar yapılacağını merak etmiştim. Konu, başka alanlara dağılınca kalkıp Müzik Salonuna gittim. Salonda Hüseyin Çakar çalışıyordu. Alt salona geçtim, baktım orası boş. Uzun süre çalıştım. Abdullah Erçetin geldi. Meğer yemek zili çalmış, birlikte gittik. Yeni yılın ilk yeniliği, yemek masalarında değişiklik. Bizim, Güzel Sanatlar Bölümü için üç masa ayrılmış 7'şer kişi olarak oturacağız. Böylece ben 2. sınıflardan ayrılmış oluyorum. Arkadaşlar ben yokken aralarında numara çekmişler. Olayı, önce pek önemsemedim ama masaya oturunca oldukça sevindim. Biz Kepirliler üçümüz de bir aradayız; ötekiler de Nihat, Kamil, Halil, Ali Kuş sevdiğim arkadaşlar. Herkes şansından hoşnut, ilk yemeğimizi yedik.

Öğleden sonra iki saat Mehmet Öztekin Öğretmenin programına göre işleyeceği dersler var. Müzik aletleri, yapımı, bakımı, kullanılması, korunması. Ondan sonra serbest gibi görünse de gerçekte zorunlu. Mehmet Öztekin Öğretmen seçtiği (Gerçekte onda adları var) arkadaşla uzun uzun çalışıp keman tekniği üstünde duruyor. Böylece bu saatte özgür olan ben kalıyorum. Bu saate karşılık benim iki saat çalışmam da Faik Canselen Öğretmenle pazartesi günleri, öğleden sonra son iki saatte oluyor. (Kimi zaman bu çalışma pazar gecesine kayıyor. ) Benim. müzik aletleri dersim ayda bir, Mithat Kurfalı Öğretmenin piyano akordu için geldiğinde geçiyor. Şimdilik salt bakıyor, ara ara gerekli araçları getirip götürüyorum. Öğrendiğim en önemli bilgi de piyano tellerinin gerginlik gücü. Bizim piyanoların gerginlik gücü 17 tonmuş. Buna göre bir tuşun teli, 195 kilo 402 gram güçte geriliymiş. Önce pek anlayamadım sanırım, Mithat Kurfalı Öğretmen elindeki akort anahtarını asarak gösterdi. “Ya koparsa?” diye soracak oldum. Öğretmen güldü:

-Tek tel mi, yoksa tümü mü? Tümüyse bu tavanı çökertir. Tekiyse? Yüksek bir çat sesi çıkarır. Konserlerde tek tel kopması hep olmaktadır. Akort ederken de böyle bir tehlike hep vardır. Daha çok tehlike açık, büyük kuyruklu piyanolardadır. Akort edenler, onun da kolayını bulmuştur! demişti.

Gene de arkadaşlar çalışırken tek başıma özgür kalmamı kendi adıma bir şans tanıyorum. Çalıştığım yere giren çıkan olmuyor. Ayrıca, bölüm başkanının da ansızın gelir, kaygısından uzak, gönül rahatlığıyla çalışıyorum. Gerçi sağ olsun, bölüm başkanımız şimdiye dek ben çalışırken gelip görünmedi ama; her zaman görünebilir tavrını sezer gibiyim.

59-60 nolu parçaları, parça diyorum ama birisi bir Alman şarkısı, kısa ama çok güzel, öteki ise doğrudan bir bestecinin, W. Aletter' bir tür dans bestesi. Sol elde anahtar değiştirmesi ilgimi çekti. Böylece ben, şimdiye dek çaldığım tüm parçaları pekala tek sol anahtarıyla da çalabilirmişim; bunu da öğrenmiş oldum. Ancak bu, sanırım küçük parçalar için geçerli; gerekli olmasa neden fa ya da do anahtarı kullansınlar?

Plak dinlemek isteneceğini düşünerek listemi hazırladım. İlk on grup olarak seçtiğimiz plakların dokuzuncu grubu çalınacak.

 

9. Liste     

1. Sergei Rachmaninoff, Do Minör Konserto   5 plak

2. Edvard Grieg, Peer Gynt süit no: 2  2 plak

3. Georges Bizet, L'arlesiene süit    3 plak

Not. Bu grup, önce onaylandı ama sonradan Mehmet Öztekin Öğretmen; “ İki süit arka arkaya olmasın!”deyip Frederic Chopin'in Op. 49. Edvard Grieg Peer Gynt no: 2 süit yerine aldırdı. Böylece bu grup çoğunlukla piyano oldu.

Hazırlığımı zamanında yapmışım, yemekte arkadaşlar neredeyse işi kesinleştirdiler:

-Özledik, müzik dinleyelim! Sonradan öğrendim, Talip Apaydın söyledi:

-Öztekin Öğretmen haber gönderdi, arkadaşlar o habere göre isteklendiler!

Öğretmen, kendi istemesine karşın oldukça geç geldi. Öğretmenin geciktiğini görünce Zdenek Fibich den Poem'i dinledik. Tek plak, kemancı arkadaşlar çok sevdiler. Hiç çalmadığımız bir başka keman koydum, Jean Sibelius, Valse Triste Op. 44. Plak bitmek üzereyken Bölüm Başkanı geldi, gülerek:

-İşte bu kadar, kendi işini kendin gör. Bir süre sonra bu dendi sık sık gelemediğim olacak. Alıştırın kendinizi! deyince ikili üçlü fısıldaşmalar oldu. Bu kez de Öztekin Öğretmen bizim bölümle öteki bölümleri karşılaştırdı:

-Hiç bir bölümün başında böyle benim gibi gece gündüz bekleyen yok. Onlar bu işleri yapıyorsa siz de yapacaksınız. Bekar olduğumdan sık sık geliyorum, evlendiğimde bu denli geleceğimi ummazsınız sanırım. Muttalip Çardak hemen sordu:

-Kararlı mısınız öğretmenin? Öztekin Öğretmen kahkahayla güldükten sonra Muttalip'e sordu:

– Bu işi öğrenmeye kararlı mısın? Muttalip:

– Kararlıyım öğretmenim! deyince özellikle ikinci sınıfların hemen hemen hepsi dikkat kesildi. Öztekin Öğretmen ciddileşerek:

– Siz benim yabancım değilsiniz, sizden saklayacak da değilim. Söz kesilmiş bir evliliğin hazırlık sürecini yaşıyoruz. Bizimki, geleneksel bir evlilik; anne-babaların istekleri ön planda. Onların zaman ölçüleri, bizim gibi günlerle ya da aylarla değil, yıllarla. Onlar, evliliğe bir yaşam olarak bakıyorlar. Yaşamın gereksinimleri de ancak yıllar içinde tamamlanabiliyor. Sizin anlayacağınız, bizimki biraz ağır gidecek! Öğretmen Muttalip'e takıldı:

– Muttalip, bir süre daha sizinle olacağım için üzüldün mü? doğru söyle! Muttalip ayağa kalkarak:

– Vallahi öğretmenim, üzülmek söz mü? Sevindim, hem de iki açıdan sevindim:

– Verdiğiniz hayırlı kararınızı öğrenmemin yanında bir süre daha bizimle yakından ilgileneceğinizi öğrenmek beni, başladığım işi başaracağım umudumu güçlendirdi. İnanın tüm arkadaşlar böyle düşünmüşlerdir. Öztekin Öğretmen “Sağolun!” dedikten sonra:

-Derler ki “Kalpten kalbe yol vardır!” biz, bir birimizi anlayarak çalışırsak o yollar daima açık olacaktır. Biz, hepimiz bir ortak işin sürdürücüleriyiz. Başarımızda olduğu gibi başarısızlığımızda da paylarımız eşittir. Çalışmalarımızın bilincinde olursak dostluğumuz sonsuza dek sürecektir!

Öğretmen işaret edince, iğneyi plağa koydum.

Bu bestecinin adı ilgimi çekti, özellikle adın, “Rahman”la başlaması bir raslantı mı acaba? Arkadaşların, benim çok soru sormamı istemediklerini bildiğim için öğretmene açmaktan çekindim: Rahman bizim de kullandığımız bir söz, ad olarak Abdurrahman'ın yanında köylerde (Ne anlama geliyorsa) Rahmetirahman da diyorlar. Öte yandan her iş girişiminde, yemeklerde “Bismillahirahhanirahim!”dedikçe neredeyse iki kez tekrarlanan bir söz. Salt adı da değil, müziğinde de büyük bir değişiklik var. Kuzuları kırlara götürdüğümde, yalnız yalnız dolaşırken uzaklardan sesler duyar gibi oluyordum. Belki ses yoktu ama ben öyle düşünüyordum. Bir yanda masmavi Istranca Dağları, bir yanda uçsuz bucaksız, güney ufuklarıyla kesişen Ergene Ovası beni, baktıkça duygulandırıyordu. Bu plak da beni benzer duygulara götürüyor. Kendimi Kuştepe dediğimiz Bağlık sırtındaki ağaçların ya da Çeşmedere’deki büyük meşelerin altında sırtüstü yatıp bulutları izlerken düşündüklerimi anımsatıyor. Neredeyse plaktaki sesleri sürekli izleyemiyorum; plağı durdurmuş gibi buradaki seslerden kopu kopuveriyorum. Bir yandan da plak bitince dalgınlık yapmamak için kendimi zorluyorum. Ara ara da sezdirmeden, arkadaşları izliyorum; herkesin yüzünde bir başkalık var. Öteki plaklarda da daldığım oluyor ama bundaki kadar değil, onlardaki dalgınlık, bir an dalıp geçme şeklinde. Bunda ise alıp götüren bir çekicilik var. 2. plak sonunda Öztekin Öğretmen:

– Bu besteciye dikkat edin, adam piyanoyu bir başka türlü dillendiriyor; “Beni dinleyeceksiniz!” der gibi adeta seslerin arkasından bizi sürüklüyor! dedi.

Plak dinleme bitince Öztekin Öğretmen dikkatimizi Müzik Sanatında çok önemsenen bir olay biçemdir. (Üslüp) Bakın buna bu gece iki örnek gördük Chopin-Rahmaninoff. İkisi de piyanoyu kullanıyor ama, tuşlardan çıkan sesler bir birinden çok farklı. Bu farklar kemanlarda da olur. Beethoven'le Mendelsshon konçertoları düşünün; dikkat edilince salt nota farkı değil yaya yüklenen ödevlerde de farklar sezilir. İlerde bunu daha iyi sezmeye başlayacağız. Büyük bestecileri büyük yapan bu özel biçemlerdir. (Üsluplardır) Çok dinlendiğinde insanlar, bir bestecinin hiç dinlemediği bir başka eserini duyunca; “Bu, falanın eseridir!” diyebilmektedir.

Öğretmen ayrılınca arkadaşlar gene efkarlanmaya başladı. İlk konuşan Ekrem Bilgin, kendi kendine sorar gibi:

– Bu nasıl olur? İkisinde de çalan keman olduğuna göre! deyince Muttalip Çardak yanıt verdi:

-Vallahi azizim, bu oluyor. Ben her gün dikkat ediyorum, benim keman gıcırtısı seninkinden farklı oluyor.

Biçemi de kendi algıladıkları gibi sanan arkadaşlar, giderek şan dersinde tek tek gam yaptığımız gamlara çevirdiler. Sonunda da birbirlerinin taklitlerini yaparak ayrıldılar. Öztekin Öğretmenin anlatmak istediği biçem böylece yanlış bir yöne kaymış oldu. Bestecilerdeki biçem, yazarlarda da bulunmaktadır. Fikret Madaralı Öğretmen daha 2. sınıftayken bunu bize çok iyi anlatmıştı. Halit Ziya Uşaklıgil ile Hüseyin Rahmi Gürpınar'ı romanlarda, Necmettin Sadak'la Falih Rıfkı Atay'ı başmakalede, Burhan Felek'le Abidin Daver'i fıkra yazılarında, Ömer Rıza Doğrul'la Ahmet Şükrü Esmer'i politika yazılarında, Vala Nurettin'le Peyami Safa'yı tefrikalarında Biçem (Üslup) olarak işlemiştik. Ayrıca Tevfik Fikret'le Mehmet Akif Ersoy'u, Faruk Nafiz Çamlıbel'le Enis Behiç Koryürek'i karşılaştırmıştk.

Yatınca elimde olmayarak Fikret Madaralı Öğretmeni bir kez daha saygıyla, özlemle andım.

Bu arada arkadaşları da kınadım; Madaralı öğretmen bana gösterdiği yakınlığı onlara da göstermişti; bunu nasıl unuturlar? Alpullu'dayken topu topu ben bir kez evine gitmiştim. Oysa Hüsnü Yalçın'la Emrullah Öztürk hafta değilse bile on beş günde bir gidiyorlardı. Halil Basutçu ile Mehmet Başaran'a ise benden kat kat fazla yakınlık gösteriyordu. Bakıyorum da bu arkadaşlar için Fikret Madaralı Öğretmen yok, öyle birini görmemiş gibiler.

 

5 Ocak 1944 Çarşamba

 

Hemşerim Kadir, önce baktı, uyanık olduğumu görünce yanıma zıpladı. Belli bir amacı olduğunu anladım. Önce bir yumuşak giriş yaptı, akşamki konuşmaları anımsattı. Benim o tür şakalara kızdığımı bildiğini öne sürüp, aklınca yatıştırıcı övütler verdi. Arkasından sözü bugünkü derse getirdi. İşin içinde bir çıkar olacağını kestirmiştim ama ne olduğunu başka yerlerde arar gibiydim. Oysa uzakta değilmiş, hemen açıkladı:

-Sosyoloji dersinde öğretmen; “Herkes kendi köyünü tanıtacak!” demişti. Ben onların köyünü, ondan daha iyi tanıyormuşum, onun eksiklerini anlatmamalıymışım. Önce kızar gibi yaptım ama çabuk toparlanarak söz verdim:

-Tek söz söylemeyeceğim. Hemşerim, küçük çocuklar gibi sevinerek gitti. Olay bitti sandım, kahvaltıya az geç kalmıştım, masaya oturur oturmaz hemşerim, az önceki konuşmamızı bu kez arkadaşlara da duyurdu:

-Hemşerim, bizim köyü benden iyi bilir; rica ettim, benim söylediklerime ek yapmayacak! Birden sinirlendim:

-Hemşerim, neden böyle düşünüyorsun? Ben senin kendi köyün için söylediklerine nasıl ek yapabilirim? Köyünün adını mı değiştiririm! der demez Kadir:

-Bak işte, ağzından baklayı çıkardın! Öfkeliydim, Kadir böyle deyince öfke falan kalmadı, makaraları saldım. Meğer hemşerim benden, “Onun köyünün bir adının da “Domuzormanı” olduğunu açıklamamammış. Hemen söz verdim:

-Asla öyle bir söz söylemeyeceğim! Hemşerim çok rahatladı, durmamacasına konuştu. Konuştukları daldan dala da olsa, başka sözlere yer vermediği için zararsız sayıldığından dinledim. Salonda da beraber oturduk. Kadir doğru düşünmüş Dr. İbrahim Yasa söze başlar başlamaz, geçen dersteki sözlerini anımsatıp “Tanışmamıza başlayalım!” deyip gözlerini üstümüzde gezdirmeye başladı. Tanışma dediği de herkes kendi köyünü tanıtacak. Belli bir grup, bu konuda söz birliği edip karar almışlar; “Kendilerini öğretmene tanıtmak!” Hayrettin Özer parmak kaldırdı. Öğretmen gördü ama ilgilenmez görünüp başını öbür tarafa çevirdi. Bu kez de orada oturan Burhan Güvenir parmak kaldırdı. Öğretmen nedense ona da bakmadı. Veli Demiröz ise öğretmene doğrudan:

-Öğretmenim parmak kaldıran var! dedi. Öğretmen gülümseyerek:

-Siz de şimdi parmak kaldırmış oldunuz, buyurun sizden başlayalım, bize, eskilerin deyimiyle künyenizi açıklayın! dedi. Veli Demiröz oldukça bocaladı, sağa sola baktı, öğretmene dönerek hazır olmadığını, hazır olan arkadaşları olduğunu söyledi. Öğretmen sinirlenir gibi baktıktan sonra:

-Herkes kendi adına konuşsun, aracılarla laf kalabalığı yaparak vakit geçirmeyeceğini söyledi. Burhan Güvenir gene parmak kaldırdı. Öğretmen bu kez Burhan Güvenir'e söz verdi:

-Buyurun sizi dinleyelim! deyince Burhan Güvenir, Ankara'nın Çeltik beldesini anlatacağını söyledi. Öğretmen, oturduğu sandalyede bacak bacak üstüne atmış otururken birden ayaklandıktan sonra:

-Ben mi yanılıyorum, yoksa siz mi anlamak istemiyorsunuz? Ben sizin doğduğunuz köyleri tanıtmanızı istiyorum, bu nedenle bucakların ya da bağlı bulunduğunu ilçelerin anlatılması, bizim konuyla doğrudan ilgili değildir. Burhan Güvenir yerine oturdu. Durmuş Ali de şansını denedi:

-Biz konuyu yanlış anlamışız! Öğretmen bu kez de:

-Yanlış anlamak kadar doğru anlama şansınız vardır. Sabredelim bakalım, arkadaşlarınızdan doğru anlayanları da dinleyelim, bakalım onlar ne diyecek?

Öğretmen bu kez parmak kaldıranlara bakmadan parmak kaldırmayanlar üzerinde gözlerini gezdirmeye başladı. Gülümseyerek Yusuf Asıl'a:

-Buyurun, bakalım siz ne söyleyeceksiniz? deyince Yusuf önce renklendi, kalktı. Sanırım kalkınca cesaretlendi. Önce bir açıklama yaptı:

-Sınavlara yaklaştığımız günlerde bu konuda kendi okulumuzda da böyle bir araştırma yapmıştık. O çalışmadan aklımda kalanları anlatacağım! deyip Yusuf, kendi köyü büyük Manika'yı anlatmaya başladı. “Sarar-Çerkezköy arası, iki aynı adlı köy olduğu için kendi köyünde daha çok insan yaşadığından Büyük Manika olarak anıldığını 1500 kadar insan yaşadığını, halkının çoğunluğu Bulgaristan göçmeni olduğu, geniş toprakları olduğu, tarımla uğraştıklarını. okumayı sevdiklerini, köy okulunun çevre okulları içinde örnek olduğunu, anne-babasının sağ olduğunu, dört kardeş olduklarını anlattı. Yusuf sanırım daha bir şeyler söyleyecekti. Öğretmen teşekkür ettikten sonra Yusuf'a:

-Bu anlattıklarını, biraz daha detaylandırırsan memnun olurum. Zaten okuduklarımda takılacağım yerler olunca oralara işaret edip tamamlatma yolunu deneyeceğim! deyip Yusuf'un yanında oturan Hüseyin Orhan'a işaret etti. Hüseyin Orhan doğrudan kendisinin köyüne göçmen olarak geldiğini, gelir gelmez de okula gittiğini, bu nedenle kazandığı bilgilerin çok sağlıklı olmayabileceğini, ancak şimdilerdeki görünümü kadarıyla bildikleri anlatacağını söyledikten sonra köyünün İstanbul-Edirne yolu üstünde sayılacak kadar yola yakın olduğunu. Bu nedenle gelip gitmelerin kolaylaştığını, bunun sonucu olarak köyünün çok hareketli bir yer olduğunu, ayrıca yakınlarında bir devlet kuruluşu olarak yakınlarında Haralar bulunduğunu, tarım uğraşı olarak Trakya'da yetişen her türlü üretim yapılabildiğini anlattı. Öğretmen teşekkür ederken zil çaldı. Öğretmen:

-Devam edelim! deyip ayrıldı.

Öğretmen dönünce tüm arkadaşlar dikkatle beklerken Sami Akıncı el kaldırdı. Öğretmen Sami'nin adını söyleyerek:

-Bir diyeceğin mi var Sami? diye sordu. Sami:

-Az önce konuşan iki arkadaşla aynı okuldan geldim, onların yaptığı köyümü tanıtma çalışmasını ben de yapmıştım. Onları dinleyince cesaretlendim. İzin verirseniz ben de benim köyümü tanıtmak istiyorum. Ancak ben izin verirseniz yazdıklarımı okuyacağım! Öğretmen güldü:

-Görmezin beklediği bir göz, sen ise bize iki göz sunuyorsun! Elbette dinleriz, buyur dedi. Sami Akıncı tane tane okuyarak bize kendi köyü olan Bayramlı'yı tanıttı. Sami söz sözlerini söylerken öğretmen Sami’ye teşekkür etti, istediği gibi ayrıntılı bir çalışma örneği verdiğini, bunun üstünde uzun uzun konuşacağımızı söyleyip ayrıldı.

Tarih öğretmeni Doç. Dr. Halil Demircioğlu kapıda görülünce kimseden ses çıkmadı. Öğretmen şişko çantasını atar gibi masaya itekledikten sonra hepimize:

-Dersimizin adı Devrim Tarihidir. Eskilerin deyimiyle “Namıdiğer” İnkılap Tarihi... Böylece biz, gerçekte Cumhuriyet Dönemi olaylarını okumak üzere bir araya gelmekteyiz. Bu biraz işi kolaylaştırmaktadır. Özellikle öğrenciler açısından rahatlatıcıdır. Çünkü daha kısa zaman, daha az olay; dolayısiyle de kolay bilinecek konulardan sorumlu olmak. Oysa biz işi doğrudan tarihe döküp, geçmiş olayları irdelemeye kalkıyoruz. İşte bakın şimdi bunun bir örneğini yaşayacağız.

Öğretmen, başını sallayıp iki adım attıktan sonra sordu:

-Selçuk İmparatorluğu hakkında ne biliyorsunuz? Çok parmak kaldıran oldu. Öğretmen hemen önünde sessiz-sakin oturan Ali Bilgin'e işaret etti. Ali Bilgin, biraz karışık olmakla birlikte Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları diyerek konuştu. Öğretmen, söyleneleri hiç önemsemeden:

-Sonra sonra! diyerek Ali'den son sözü istedi. Ali Bilgin sözü iyi anladı:

-Sonrası, yıkıldılar! dedi. Öğretmen de:

-İşte bu kadar! Peki, ben bunu şimdi neden kurcalıyorum? Mustafa Parlar:

-Geçmiş hatalardan ders almak için! deyince öğretmen Mustafa Parlar'a:

-Biraz açıklar mısın? deyince, Mustafa Parlar, devletlerin iyi yönetilirse uzun yaşayabildiğini, iyi yönetilmeyenlerin kısa dönemde yıkıldığını. . . derken öğretmen bu kez Mustafa'ya sordu:

-Yıkılımca kaç parçaya bölündüler? Mustafa, sağ elini oynatarak gülümsedi:

-Yıkıldığını biliyorum ama parçalarını unuttum! deyince öğretmen de gülerek:

-Zaten parçalar şimdilik gereksiz. Bizim için ayakta dururken neden yıkılma? Bunu karşıtı yıkılmamak için ayakta nasıl durmalı?

Öğretmen sözü aldı 1071 Malazgirt Savaşı'ndan başlayarak Alpaslan, ondan sonra oğlu Melikşah bir süre Selçuk Türkleri olarak güçlü bir devlet kurduklarını. Ancak onlar, yeni topraklar üstünde tabanları olmayan bir devlet kurduklarını. Aldıkları topraklar üstünde eski büyük imparatorluklardan kalma farklı insanlar yaşadığını söyledikten sonra:

-Bölge, Pers İmparatorluğu, ardından İskender İmparatorluğu, daha sonra Roma, onun ardından Bizans, daha sonra da Abbasi İmparatorluklarını görmüş halkların kültürlerini kaynaştırmak kolay değildi. Kısa sürelerle bölünmeler gene birleşmeler oldu. Sonunda bildiğimiz gibi Osmanlı İmparatorluğu oluştu 600 yıl gibi küçümsenmeyecek bir süreci yaşadı. Bu konuya, b ir karşılaştırma yapmak üzere girdim. Bizim atalarımızın Asya'da yaptığı devletçilik oyunları, batıda, Avrupa'da da yapıldı. Büyük Roma dağıldıktan sonra orada da mantar gibi küçük devletler ortaya çıktı. Onlar da aralarında anlaşmazlıklar yaşadılar. Savaştılar, savaşları 7 yıl, 30 yıl gibi adlar da aldı. Ancak onlar, biri diğerinin yönetimine girince ortalıktan çekilmediler. Bizim yönetimimizde 150 yıl kalan Macaristan, ondan sonra da Avusturya yönetiminde de 200 yıl yaşamasına karşın Macaristan günümüzde bağımsız devlet olarak yaşamaktadır. (Alman işgalini, geçici olarak sayıyorum) 1071 de Malazgirt savaşını kazanarak Türkler Anadolu'ya girdiği zaman Britanya'da İngiliz Krallığı vardı. 1944 yılındayız karşımızda gene bir İngiltere var. Keza Almanya, Fransa da öyle. Onlar da 800 yılında bir imparatorluktan ayrıldılar, o gün, bu gün yaşıyorlar. Bu konuda düşünüp inandırıcı nedenler hazırlamanızı istiyorum. Kesinlikle biliyorum bulacağınız nedenler, korumak üzere hazırlandığımız bizim devrimlerimiz için birer ışıl niteliğinde olacaktır. Hiç değilse biz kendimiz, kendi ölçülerimiz içinde kendi savunmamızı üretmiş olacağız.

Zil çalınca öğretmen:

-Haydi bakalım, bundan sonra da “Tarih, laf dersidir!” diyenlere katılacak mısınız? deyip hepimize baktı, gülümseyerek selam verip ayrıldı.

Öğretmen ayrılınca bol keseden atanlar görüldü. Mehmet Toydemir:

-Osmanlı İmparatorluğunun çöküş nedenlerini sırala, al sana hepsi için yanıt! Az konuşanlardan Kemal Karadeniz sinirlendi:

-Düşünceni kendine sakla hemşerim, öğretmen tam kırk dakika konuştu. Kırk dakikalık soruya bir dakikada yanıt verdin. Sende hiç insaf ölçüsü yok mu Muğlalı hemşerim? Mehmet Toydemir hemşerisine kıyamadı, boynuna sarılıp:

-Var, var hemşerim, Arif Işınak'ı göstererek; ben arkadaş için “AYDIN HAVASI!” yaptım! deyince bu kez de “Aydınlılar” dillerini çıkardılar, Hasan Özden, Şükrü Koç, Faik Demir, üçü birden hemşerileri Arif'e destek oldukları gösterdiler. İşin ilginci az öteden durumu izleyen Halil Dere geldi, hemşerisi Mehmet Toydemir'e çıkıştı:

-Sen ne diyorsun hemşerim? Bu Aydınlılar benim en candan arkadaşlarım, onlarla çatışırsan beni yanında bulacağını sanıyorsan aldanırsın! Barış yanlısı Süleyman Koyuncu, hemşerisi Toydemir'in koluna girerek:

-Gel hemşerim, efelerle başedilmez, gidip yemeğimizi yiyelim!

Yemekte konu tarih oldu. Öğretmenin ne demek istediğini çok iyi anladığımı kesinlikle bildiğimden konuşmalara katılmadım. Ders falan denince yarınki Edebiyat dersini anımsattım. Hamdi Keskin Öğretmene Namdar Rahmi Karatay'ın şiirlerini sormak istediğimi söyledim. Bizim masada b ana katılan olmadı. Hemşerim Kadir'le Abdullah'ın ilgisizliğini biliyorum, Nihat, Kamil, Ali de öyle olunca bana susmak kalıyor. “Olsun, ben genel durumdan memnunum!” deyip, yaşama sevincimi sürdürüyorum. yemekten sonra kitaplığa gittim. Necmettin Halil Onan'ın Divan Şiiri Antolojisi kitabını özellikle sahiplendim. Fuzuli'den sonra Hamdi Keskin Öğretmenin Baki'den söz edeceğini biliyor gibiyim. Öğretmenin üzerinde durduğu konuya az da olsa tanıdıklık ettiğimde dersi çok daha rahat dinliyorum. Öyle olunca, “Öğretmen soru sorarsa ürküntüm olmuyor. Bu olmayınca da rahatça anlatılanları dinliyorum. Baki'nin bir çok şiiri var. Üstelik açıklamaları yanında aruz ölçüleri de gösterilmiş. Biliyorum, öğretmen şiirleri kendi kitabından seçecek ama Fuzuli'de olduğu gibi rastlantılar da olacaktır. Fuzuli'de divandan seçmişti ama, bir kaç tanesi elimdeki Divan Şiiri Antolojisinde çıktı. Baki'de de neden öyle olmasın? Şair Baki! Ben bu şairi bir şakalı konuşmada ilk kez duymuştum. O zaman çok utandığım için bir daha da unutmadım. Karaağaç/Edirne de, okula ilk girdiğim sıralardı, mutfakta çalışan bir gençle konuşurken adının Baki olduğunu söylemişti. Daha sonra ben bir olayı anlatırken Baki'yi de tanık göstermiştim. Beni dinleyen kişi ben Baki deyince sormuştu; “Baki kim? ”açıklayınca da:

-Ne Baki'si? Onun adı “Şudur!” zavallı aklınca kendini şair sanıyor; ünlü olmak için de büyük bir şairi örnek seçmiş; şair Baki kim, o kim? dedikten sonra bana da:

-Şair Baki'nin kim olduğunu bilirsin! demişti. Oysa ben o güne dek şair Baki olarak birini duymamıştım. Gerçekten sonra o çocuğun şiir yazdığını, adının da gerçekte Baki olmadığını öğrendim ama bu arada bir şair Baki olduğu gerçeğini de unutmadım. Özellikle de iyilik, güzellik, insanların yaşamlarında yapacakları hayırlar konusu konuşulurken, böyle kişilerin hayırla anıldığı söylendikten sonra sık sık “Baki kalan bu kubbede hoş bir seda imiş!” diyerek arkasından da bu sözü söyleyenin şair Baki'yi anımsatmaları bana Baki'yi bir daha unutturmadı. Şiirlerini (Ara sıra karıştırdığım lise kitaplarında) gördükçe okudum ama dili bana yabancı geldiği içi benzerleri gibi onu da çok yakından tanıyamadım. Örneğin iki yıl önce aldığım Agah Sırrı'nın Edebiyat Tarihi Dersleri kitabındaki bu şiiri okumadan geçmememe karşın her okuyuşumda bana yeni okumuşum gibi yabancı gelmektedir. Oysa orada anlatılanları unutmam olası değil. Unutmak bir yana, nerede güzel bir bahçe ya da yeşillikler görsem bu şiiri anımsarım:

 

Kaside

 

Ruh-bahş oldu Mesiha-sıfat enfas-ı bahar

Açtılar didelerin hab-ı ademden ezhar

Taze can buldu cıhan erdi nebatata hayat

Ellerin de harekat eyleseler serv ü çenar

Döşedi yine çemen nat'ı zümrüd-famın

Sim-i ham olmuş iken ferş-i harim-gülzar

Yine ferraş-ı saba sahn-ı ribat- ı çemene

Geldi bir kaafile kondurdu yükü cümle bahar

Leşker-i ebr çemen mülküne akın saldı

Durma yağmada yine nite ki bagi Tatar

Farkına bir nice per takınır altın telli

Hayl-i ezhara meğer zambak olmuştur serdar

Dikti leşker-i geh-i ezhara sanav ber tugun

Haymeler kurdu yine sahn-ı çemende eşcar

Döşedi mihr-i felek yolları dibalar ile

Etti teşrif çemen mülkünü sultan-ı bahar

Çemende etfalinin uyhularn uçurdu yine

Suph-dem gulgule-i fahte gülbang-ı hezar

Daye-i ebr yine goncelerin şebnemden

Başına akçe dizer niteki etfale sigaar

Mevsim-i rezm değildir dem-i bezm erdi deyu

Susenin hançerini tuttu serapa jengar

Emenin sine-i simin açup bad-ı seher

Çözdü gülşende gülün tükmelerin nahünü har

Pirehen berg-i semen uy-i giriban şebnem

Gülsitan oldu bugün bir sanem-i lale-zar

Zib u fer vermek için ruy-i arus-ı çemene

Yasemen şane saba maşite ab ayinedir

Dürr-i yakut ile bir nahl-i murassa sandım

Erguvan üzre dökülmüüş katarat-ı emtar

Şişe-i çarhda gör bunca murassa nahli

Nice arasta kılmış anı sun'u Cebbar

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Baki - Sadrazam Ali Paşa için yazılan kasidenin giriş (Nesib ve girizgah) bölümü.

 

(Baharın havası, İsa Peygamberin üfürüğü * gibi çiçeklerin gözlerini birden açtırdı. Dünya birden canlandı, neredeyse selviler, çınarlar yürür * gibiler. Gül bahçesi karla örtülü* olmasına karşın çimen (yeşil) zümrüt örtünü örttü. Tan yeli, usta bir süsleyici olarak tüm varlığı güzel bir örtüyle örttü. Bulutlar, Tatar askerlerinin yağmaya katılışını andırırca geri döndü. Çiçekler aralarında anlaşmış gibi, besbelli zambak başbuğ tacı *takmış. Tüm ağaçlar birer çadır kuşmuş, çamfıstığı ise tüm çiçeklerin ortak konaklarına simgesini dikmiş. Gökyüzünün güneşi de tüm yolları, renkli basmalarla süsleyerek bahar sultanı çimenin yurdunu onurlandırdı. Öte yandan kumruların karşılıklı çığırışları, bülbüllerin şakımaları çimen çocuklarının uykusunu açtı. Bulutçuklar, çocuklara yapıldığı gibi tomurcukların uçlarına incileri dizdi. Gün, barış günüdür, tam eğlence zamanı gelmiştir diye susam çiçeğinin bıçağı paslanmıştır. Tanyeli ise yaseminin gümüş göğsünü açtı, gül bahçesinde dikenin tırnağı, gülün düğmeleri çözdü. Gülbahçesi bugün tam anlamıyla lale yanaklı bir gelin, yasemin onun gömleği, çiğ tanesi de yaka düğmesi. Çimen de gelinin yüzünü süslemek için yasemin tarak, tan yeli gelin donatıcı, su da ayna tutucu oldu. Yağmurun, erguvan ağacını nemlendirdiğini görünce inci ve yakutla kaplanmış sandım. Gerçek süslü ağaç feleğin şişesindedir, bak Allah onu nasıl süslemiş. Hava yapraklarını öylesine çıkartmış ki yıldızlar, dönen çarkın kubbesinde sanılır. İsa peygamber'in nefesi gibi bu mevsimde Meryem ana ağacının kokusu duyulur. Zambak, Hazreti Musa'nın gibi avucunu açtı. Gül-i ra'na seher vakti uyanmak için altın kadehini gül rengi bade * ile doldurmuş, Gonce zambak, bağın kollarına dolanmış, üstündeki yazı da Zağfıran ile yazılmış, Goncanın ağzı neşeli, şakalı sözler söyler, sakın sakın onun sözlerinden alınmamalı, an cak fırsat cevherini de elden kaçırmamalı. Feleğin verdiği fırsat, nergis gibi altın ve gümüşle gözünü boyamasın. İçki kadehinden akan damlalar, yeri gelince mercan tesbih *olur. Biz, bu tesbihi çekerek riyadan uzak duralım. Lale, meydanı bugün yakut ocağına döndü, çiğ taneleri de gül bahçesine sahibine layık inciler saçtı)

Şiirin vezni,

Dür rü ya  kut i le bir nah li mu ras sa  san dım

Er  gu van üz re dö kül müş ka ta ra  tı  em tar

fa  i  la  tün fe i la  tün fe  i la  tün fa lün

 

(*) Baki, Divan şiirlerinde sık sık kullanılan benzetmeleri, tevriye, telmih, lugaz, Lefu neşir, , mecaz, mürsel mecazları ustalıkla bol bol kullanmıştır. Örneğin:

“Geldi bir kaafile kondurdu yükü cümle bahar”

“ Büyük bir kafile (kalabalık olarak) gelip yükünü çemene yaydı”

“ Leşker-i ebr çemen mülküne akın saldı”

“Bulut askerleri, çemen memleketine akını sürdürüyor” türü benzetmelerle okuyanın düş gücüne yardımcı olma yallarını denemiş. Son beyitte olduğu gibi:

“Lale sahrayı bugün kan-ı Bedahşan itti

Jale gülzara nisar eyledi dürrü şehvar”

diyerek lale ile jale de kişileştirilerek önemli işler yükletilmiştir. Bunlar, Divan şairlerinin sık sık baş vurduğu söz sanatlarıdır.

Not: Şiiri aldığım kitapta bu konuda bilgi yok, ancak Prof. Köprülüzade Mehmet Fuat'ın Eski Şairlerimiz DİVAN EDEBİYATI ANTOLOJİSİ'nde bulunan bu “Ali Paşa Kasidesi”nin tamamı 102 (Yüz iki) beyit. Agah Sırrı, bu bilgileri kitabında neden vermemiş? Gereksiz mi gördü acaba?

Ödevimi tam bitirdim, yat zili çaldı. Hamdi Keskin Öğretmen, “Baki!” diye başlayınca gözünün içine bakacağım. Öteki derslerden kendime Edebiyat Dersini daha yakın buluyorum. Oysa kalkıp uzun uzun konuşmayı sevmediğim gibi, kolay ezberlemiş olmama karşın şiir okumayı da sevmiyorum. İnsanların karşısına çıkıp konuşmak pek anlamlı bir olay değil. Oysa arkadaşlar beni, böyle durumları seviyor, biliyorlar, Arada kimisi, “Sen, sevdiğin için bunları yapıyorsun! diyor. Oysa benim sevdiğim, bilgili olduğumu göstermek. Karşımdakilerin buna inandığını bilsem, yıl sonuna dek kabarmış hindi gibi derslikte otururum. Piyano için böyle düşünmüyorum; piyano başka bir olay; orada duşlara basıp sesleri çıkarmak, tuşları ayırmak çok daha güzel bir beceri oluyor. Çalanın çevresindekiler, o an hep birden şunu düşünüyordur:

-İşte bunu ben yapamıyorum! O yaptığına göre o, benden daha cesur, yetenekli, çalışkan, kısacası üstün!

Yatınca da bunları düşündüm; çevremdekilerden üstün olursam ne kazanırım?

Zaman zaman çok değişik düşündüğümün ayırdına vardım. Genellikle iyi düşünüp, çok çalışmak, hiç değilse öğrenciliğimi onurlu geçirmeyi amaçlıyordum. Bunu başardığımı sanıyorum. Burada da öğrenciyim, bu dönemi de aynı amaca yönelik çalışmayla bitirmek niyetindeyim. Ondan sonra zaten çalışma alanı değişecek. Sözgelimi müzik öğretmeni olursam, öğrencilere şarkı, türkü öğretip, varsa mandolin, keman ya da başka çalgıları öğrenmelerinde yardımcı olacağım. O zamanlar beni kimse şiir okumaya zorlamayacak. Okursam kendi zevkim için şiir okuyacağım. Yukarda yazdığım Baki, sayısını tam bilemediğimiz kadar şiir yazmış, Ali Paşa Kasidesi 102 beyit, 204 dize. Az değil. Bir zamanlar, Faruk Nafiz Çamlıbel'in Han Duvarları şiirinin ezberlemeye kalkışmıştım. Önce kendim istedim, sonra da kendim caydım:

-Bu denli uzun şiir ezberlenir mi? deyip bırakmıştım. Oysa ondan bir süre sonra arkadaşım Halil Basutçu, Faruk Nafiz Çamlıbel'in şiir biçimiyle yazdığı Akın piyesini baştan sona ezberleyip sahnede oynadı. Tam olarak olmasa bile en az 700 dize vardı. Öyleyse benin 150 dizeyi kıvıramamama karşın arkadaş 4-5 katını başardı. Akın piyesini anımsamak işime geldi, Röslein'i görür gibi oldum. Ayrılalı henüz dört ay bile olmamasına karşın onu büyümüş, daha güzelleşmiş olarak düşünüyorum.

 

6 Ocak 1944 Perşembe

 

Akşamki sıkıntılı durumuma karşın çok rahat kalktım. Zaten, sabahları kalkınca bir önceki günün sonlarını değil de sabah, öğle ya da öğle sonlarını önce anımsıyorum. İşi, yattığım zamana gelene dek uzatmadan yataktan iniyorum. Gene öyle yaptım; dünkü günüm oldukça iyi geçmişti. Her zaman her istediğim olacak değil ya... Derslikte (Ben tam olarak biliyorum) 60 ya da 62 arkadaş olduğumuz söyleniyor. Burası Kepirtepe gibi değil, en azından 50 tane ben var. Bunların çoğu çalışmadığı için suskunsa da ders dışı olaylarda hepsi birer kabadayı. En az 40'ı benim boyumda, 30'u benim yaşımda, 10'u ise sanırım benden yaşlı. Kepirtepe'de bizim sınıfın en yaşlısı Mustafa Saatçı ile ikimizdik. Ayrıca benim, o bölgenin insanı oluşum, bana ayrı bir güç kattığı için her dediğimi yaptırıyordum. Ayrıca burada tek tek güçler yanında gruplar var. bir gruptaki arkadaşı azıcık ırgalasan, tüm grup ayağa kalkıyor. Bunları düşünerek ders salonuna girdim. Halil Dere el etti, yerim yanında hazır. Aklımdan geçen grupları, uzaktan uzağa izlerken öğretmen geldi. Yerim tam da öğretmenin masasına karşı. Parmak kaldırmak istemiyorum, ancak öğretmenin işaret eder gibi bir eğilimini sezersem kalkacağım.

Hamdi Keskin Öğretmen, güleç yüzle geldi, önce üşüyüp üşümediğimizi sordu. Verilen yanıtlar çok olumluydu “Gelelim Baki'ye! demesini beklerken Mehmet Toydemir parmak kaldırdı. Mehmet Toydemir, “Yılbaşı gecesi buraya şairler geldi, şiirler okudular. Onların okudukları şiirler, bizim öğrenci kitaplarında olmayan şiirler, bizler o tür şiirler okumayacak mıyız?” diye sordu. Hamdi Keskin öğretmen az düşünür gibi yaptıktan sonra:

-Okuyacağız, bizim çok geniş bir proğramımız var. Bu programı üç yıla yaydığımız için, belki türler arasında zaman aralıkları olacaktır. Şimdilik, Divan Şiirinin doruğu sayılan büyük ustaların yüksek zevklerini tanımaya çalışıyoruz. Bu hep böyle gitmeyecek; büyük ustaların yanında az yazan, ancak yüreğini dizelere dökenler de var onları da gördükten sonra halkımız arasından çıkan ozanlarımızı tanıyacağız. Bunları, önce kişilere göre bir sıralama yapacağız, daha sonra şiir türlerine göre bir süreç izleyerek tanıyacağız. Eğer siz isterseniz ayrıca bir süre de şiir okuma tekniği üzerinde durabiliriz.

Öğretmen sözlerinin sonunda Yılbaşı gecesi neler okunduğunu sordu. Sabri Taşkın, Namdar Rahmi Karatay'ın “Keşiş Gibi” başlıklı şiirini söyledi. Öğretmen okumasını isteyince Sabri elindeki kağıttan okudu.

Hamdi Keskin Öğretmen sesli sesli güldü. Sabri'ye teşekkür etti.

Benim defter Halil Dere'nin önünde açık duruyordu. Mehmet Toydemir defteri uzanıp aldı, öğretmene dönerek:

-Bir tane de ben okuyayım! dedi. Biraz isteksiz olmakla birlikte öğretmen “Oku!” işareti verdi. Mehmet Toydemir, benim defterin arasında duran bir gazeteden kesilmiş, Namdar Rahmi Karatay'ın Hancı sarhoş-Yolcu Sarhoş şiirini okudu.

 

Hancı Sarhoş-Yolcu Sarhoş

 

Bir kör döğüşü gidiyor

Bilmiyor vuran çalanı

Birkaç serseri köftehor

Tutmuşlar bütün alanı.

Uzaktan bak manzara hoş

Hancı sarhoş, yolcu sarhoş.

İlim topal, sanat sağır

İşin durumu çok ağır

Senin sırtın olmuş yağır

Kimse duymaz bağır, çağır

Dört bir yana habire koş

Hancı sarhoş, yolcu sarhoş

Zeka sandalyeden gelir

Deha koltukta yükselir

Servet, fazilet demektir

İster kudur, ister delir

Sen ne desen ne yapsan boş

Hancı sarhoş, yolcu sarhoş

Olanı hoş görmek hikmet

Alkışlamak da siyaset

Hiç üzülme etme haset

Susmak en büyük kiyaset*

Yum gözünü her taraf loş

Yolcu sarhoş, hancı sarhoş.

 

(*) Gününü gün etme, “Bana ne? duyarsızlığı,

 

Mehmet Toydemir çok istekli olmasına karşın oldukça kesik, kekeleyerek okudu.

Öğretmenin yüzü oldukça değişti, besbelli ekşimsileşti.

Arkadaşlar çok güldüler. Hasan Gülün, yüksek sesle:

-Biz onlardan değiliz! deyip çevresine bakındı. Öğretmen kesinlikle duydu ama üstünde durmadı. Sakin bir sesle:

-Benzer şiirleri her dönemde başka şairler de yazdı! dedikten sonra genel adıyla Halk Şiirinde “Taşlama!” Divan Şiirinde “Hiciv” denilen bir yazı geleneğinin olduğunu, bunun günümüzde de MİZAH genel başlığı altında sürdüğünü, bunun en usturuplusunu Fuzuli'nin söylediğini anlattı. Bize dönerek:

-Fuzuli'den okuduklarımız arasında bu yok muydu? diye sordu. Anımsayamadığımızı görünce çantasından bir kitap çıkararak okudu:

 

Şikayetname

 

Selam verdim, rüşvet değildir diye almadılar

Saygılı davrandım, yararsızdır diye iltifat etmediler

Doğrusu görünüşte yakınlık gösterir gibi yaptılar ama,

Bütün sorularıma savuşturucu dille karşılık verdiler.

Dedim, Arkadaşlar, yaptığınız yanlış bir iştir.

Dediler, Bizim yaptığımız hep budur.

Dedim, Benim değerimi anlamışlar, emekli hakkı vermişler ki ondan her zaman nasip alayım; padişahımıza gönül rahatlığı ile dua edeyim.

Dediler, Ey zavallı, sana zulüm yapmışlar, gidip gelme yükü yüklemişler ki

sürekli buraya gelip yararsız uğraşasın ve uğursuz yüzler görüp, uygunsuz sözler işidesin.

Dedim, Beratımın gereği neden yerine getirilmiyor?

Dediler, Zevaittir, usülü mümkün olmaz.

Dedim, Evkaf, böyle zevaitsiz olur mu?

Dediler, Asıtanın zaruri masraflarından artan olsa bizden kalır mı?

Dedim, Vakıf malını dilediği gibi kullanmak vebaldir.

Dediler, Akçemiz ile satın almışız, bize helaldir.

Dedim, Hesaba gelseler bu tuttuğunuz yolun fesadı bulunur.

Dediler, Bu hesap ahirette sorulur.

Dedim, Dünyada da hesap olur, haberini duymuşuz.

Dediler, Ondan dahi korkumuz yoktur, amirleri razı etmişiz.

Baktım ki, tüm sorularıma cevaptan gayri nesne vermezler, ve bu berat ile hacetim kılmağın reva görmezler, çaresiz terk-i mücadele kıldım ve meyus-ü mahrum kuşe-i uzletime çekildim.

 

Öğretmen, genel durumuyla okuduklarımızı anladığımızı düşündüğünü söyledikten sonra okunan şiirlerin söz söz karşılaştırarak açıkmaya gerek görmediğini, zaten şiir açıklamak için değil, Şiir türü olarak bu konuya girdiğimizi, Divan Edebiyatı'nın önemli bir bölümünün HİCİV ürünleri olduğunu, Fuzuli'de bir şikayet gibi ortaya konan olayın, gerçekte bir toplumsal hastalık olduğunu, toplumun birer uyanık bireyi olan şairlerin bu olayı dillerince halk önüne getirdiklerini söyledikten sonra adını duymadığımız şairden söz etti:

-Şair Veysi, 1. Ahmet döneminde yaşamış, gördükleri yolsuzlukları 100 beyitlik bir kasideyle Padişah 1. Ahmet'e sunmuştur! dedikten sonra kasideden atlaya atlaya beyitler okudu.

 

Kaside'den

 

Eya ey Kavm-ı İstanbul bilun tahkik olun agah

İrişur na-gehan bir gün size kahr- ile hışmullah

Kıyamet kopdı dünyadan siz el çekmez usanmazsız

Zaman-ı devri mehdi'dür nüzül idmekte Ruhullah

Yapıp dünya evin viran edersiz hane-i dini

Ne Fir'avun yaptı ne Şeddad binalar bu şekil billah

Nice bi-çarenun zulmen yıkarsız hatırın her dem

Degül mi mü'minün kalbi a zalim yohsa beytullah

Figan-ı ahı mazlumun eger kim göklere irse

Terahhum itmeyüp hergiz dimezler yirde kalmaz ah

Yetime şefkat itmezsiz alursuz göz göre malın

Degül mi hazır u nazır buna razı mudur Allah

Ne şer'ullaha tabi'siz ne hod kanuna ka'ilsiz

Cıhana dürlü bid'adle fenaya virdünüz vallah

Ne dine tapdunuz bilmem ne mezhep tutdunuz haşa

İmamlar kavline uymaz buyurmaz dört kitabullah

Kurup bir dam-ı tezviri dimişler mahkeme adın

Kanı seccade-i Ahmet kanı ahkam-ı şer'ullah

. . . . . . . . . . . . . . . .

Bozulmasuna dünyanun sebep paşalar ağalar

Fesad u fitneye ba'iş bulardu şüphesiz vallah

. . . . . . . . . . . . . . .

Cıhanda hırsız u hemyankesici kim durur dirsen

Ases başı ile tahkik subaşıdur inan billah

Bunlardan dahi azlemdür efendüm Kazi'askerler

Cıhanı irtişa birle haraba virdiler vallah

Fakir alimlerun ömri geçer azl ile zilletle

Olursan mürteşi cahil bulursun izzet ü hem cah

Balık baştan kokar dirler fesadun başı ma'lumdur

Ne kadir kimse bir nutka diye haza Kitabullah

. . . . . . . . . . . . . . . .

Acep gizlendi'arifler, bulunmaz oldu kamiller

Görünmez oldılar şimdi sükuta vardı ehlullah

Eğer bir er zuhur itse keramet gösterip halka

Ana şeytanidur dirler dimezler kim veliyyullah

. . . . . . . . . . . . . . .

Üveysi çekme gam tarih durur elbette sahid-seyf

Huruç itmek mukarrerdür bi-emrillah bi-emrillah

 

Hamdi Keskin Öğretmen, uzaklara bakar gibi yapıp az duraksadıktan sonra:

-Toplumsal bir yarayı görüp hicveden şair Veysi, Fuzuli'den yüz yıl sonra yaşamıştır. Belli ki aynı toplumsal kusurlar ya da yolsuzluklar sürmüş gitmiş.

Fuzuli'de gördüğümüz, onun deyimiyle acıklı ama bireysel olay, devlet işlerini görenlerin umarsızlığı gibi görünüyorsa da devlet yönetiminin gevşekliğini eleştiriyor. Fuzuli bunu daha bir vakıf dairesi için söylüyorsa da bunu tüm devlet daireleri için geçerli gibi gösteriyor. 100 yıl sonra Veysi, “Yangın bacayı sardı!” anlamında tüm devlet görevlilerini, hatta tüm yetişkin İstanbul halkının dikkatini çekmekle kalmıyor, onları acı acı paylıyor. İşte size tarihimizin hazin hikayesi. İnsanın; “Tarih derslerinde savaşları değil, onlar nasıl olsa olmuş bitmiş, şairleri okuyun, kaybedilen savaşların nedenlerini onlar size daha doğru anlatır!” diyesi deliyor.

Benzer hicivleri başka şairlerimizde de göreceğiz. Örneğin Bağdatlı Ruhi.

 

Gör zahidi kim sahib-i irşad olayım der

Dün mektebe vardı bugün üstad olayım der

Meyhanede ister yıkulup olmaya viran

Biçare harab olmadan abad olayım der

Elden komasın can-ı meyi gül gibi bir dem

Her kim ki bu gamhanede dilşad olayım der

Bir servkadin bende-i efkendesi olsun

Alemde o kim güssadan azad olayım der

Ömrün geçirüb kuh-ı belada dil-i şeyda

Berhemzen-i hengame-i Ferhad olayım der”

 

Ya da,

 

Vardım seheri taad için mescide nagah

Gördüm oturur halka olup bir nice gümrah

Girmiş kemer-i vahdete almış ele tesbih

Her birisinin vird-i zebanı çil ü pençah

Didim ne sayarsız ne alırsız ne satarsız

K'asla dilinizde ne Nebi var ne de hod Allah

Didi biri kim şehrimizin hakim – i vakti

Hayr etmek için halka gelür mescide hergash

İhsanı ya pençah ya çildir fukaraya

. . . . . . . . . . . . . . . . . .

“ Yuf harına dehrin gül ü ruhsarına hem yuf

Ağyarına yuf yar-i cefakarına hem yuf

Bir ayş ki mevkuf ola keyfiyyet-i hamra

Ayyaşına yuf hamrına hammarına hem yuf

Alemdeki bengiler ola vakıf-ı esrar

Hayranına yuf anlarına esrarına hem yuf”

 

Öğretmen, gülümseyerek okumayı bıraktıktan sonra kısa kısa açıklama yaptı, bunları okumamızı, okumaktan çekinmememizi, ilk bakışta yabancı gelse de zamanla alışacağımızı ayrıca okuduklarımızın tümünü anlamak diye bir saplantıya takılmamamızı, şiirde verilmek istendiğini kavrayınca ötesini çok rahat çözeceğimizi tekrarladıktan sonra:

-Divan Edebiyatı bölümünde karşılaşacağımız en büyük hicivcilerden biri de Nef'i'dir! diyerek Nef'i'nin Siham-ı Gaza adlı kitabından alındığını söylediği bir kaside okudu.

 

Gürci Mehmet Paşa'ya

 

“Gürci hınzırı a samsunı muazzam a köpek,

Kandesin kande nigehbanii a köpek

Vay ol devlete kim ola mürebbisi anın

Bir senin gibi deni cehli mücessem a köpek

Ne güne kaldı medet Devlet-i Ali Osman

Hey yazık hey ne musibet bu ne matem a köpek

Ne ihanettir o sadra bu zamanda andan

Olmaya sahibi bir asafı ekrem a köpek

Paymal eylediniz saltanatın ırzını hep

Yok yere oldu telef ol kadar adem a köpek

Sen kadar devlet-i düşman mı olur a hınzır

Ne durur saltanatın sahibi bilmem a köpek

Addolunsa eğer esbabı nizamı devlet

Seni katleylemedir cumleden akdem a köpek

Ehlidil düşmeni din yohsulu bir mel'unsun

Öldürürlerse eğer can becehennem a köpek

. . . . . . . . . . . . . . .

İtikadımca gaza eyledim inşallah

Hak bilur yok yere ben kimseye söğmem a köpek

Men ne anem ki zebuni keşem ez çark-ı felek

Feleği hicvederim cevrini görsem a köpek

Harşedek sağ kalursam da sana şetmederim

Hak sözü söylemeden hiç usanmam a köpek

Hatırı devlet için ya talebi cennet içün

Terkolunur mu bu kadar manii mülhem a köpek

Beni incitmiyeceksen yine bu hicvi cedit

Olmamıştı dahi vallahi musammem a köpek”

 

Dizelerin açıklamasından sonra Öğretmen, hiciv alanında çok ünlü olan Nef''i için:

-Nef'i, hicvi bir şaka gibi algıladı, önüne geleni hicvetti, hatta babasını bile hicvettiği söylenir ancak sonunda bu hicivleri için canından oldu.

Öğretmen bundan sonra da sözü, mizah, hiciv, tenkid (eleştiri, gülmece ya da eğlendirici yazılara kaydırarak gazetelerde, dergilerde gördüğümüz bu tür yazılara geçti. Yarım Ay, Yedi Gün, Varlık… dergilerinden söz edildi. Faruk Nafiz'in Çamdeviren yazıları konu edildi. Faruk Nafiz'i sevmeme karşın bundan habersiz kaldığıma üzüldüm. Oysa ben yıllar önce Hilmi Yücebaş'ın kitabında okuduğum Yahya Kemal Beyatlı'nın Faruk Nafiz Çamlıbel'in şiirleri için söylediği:

 

“Bir lüb-i lebidir leizi laizin,

Her mısra-ı güzidesi cıhanda Faruk Nafiz'in”

 

beytini okur, Faruk Nafiz Çamlıbel'i sahiplenirdim. Buna üzüldüm! Onun hakkında bilmediğim daha kimbilir neler çıkacaktır! Öğretmen Şair Eşref'ten söz etti. Kızılçullu grubundan parmaklar kalktı. Ders zili çalınca öğretmen gülümseyerek:

-Bu konuyu siz açtınız, ancak bunun kalan bölümünü isterseniz biz; gene ileriye bırakalım. Bu hafta bir ara verme haftası olsun. Bir kaç şairi işledikten sonra bu konuyu tamamlarız. Haftaya halkımızın kaynak olduğu Halk Şiirimize bakalım, daha sonra bir düzene sokar sırayla hepsine değiniriz. Bu arada sizler de günlük gazetelerde, dergilerde karşılaşacağınız, hiciv, eleştiri, uyarı türü yazıları biraz daha dikkatli inceleyin! deyip ayrıldı.

Bu ders benim için dinlendirici bir ders oldu.

Hasan Üner'in karşıdan el salladığını gördüm; belli ki şiir içindi. Yanıtlayamadan öğretmen geldi.

Doçent. Dr. Halil Demircioğlu, geçen ders:

-Kurtuluş Savaşının Kahramanlık Destanı sayılan Atatürk'ün Büyük Nutkunu okumadan Cumhuriyetin nasıl kurulduğunu anlamak olanaksızdır, o savaşı yapanlara karşı da saygısızlıktır! demişti. Bu nedenle Büyük Nutku okuyacağımızı kesinlikle bekliyoruz. Öğretmen gülümseyerek geldi. Yüzlerimize kısa kısa bakarak:

-Size, ayrı ayrı hepinize güvenim var, bunu bilmenizi isterim. Ancak benim de özel ilkelerim bulunmaktadır, bunlardan ödün vermek istemem. Sınıfınızda kaç kişi var, kaç kişi olması gerekir? Bunu sorsam bana kim yanıt verecek? Büyük bir sessizlik oldu. Demircioğlu Öğretmen, Devrim Tarihi derslerinin öteki derslerden farklı bir özellik taşıdığını, bu dersi, yüksek öğrenime devam edenlerin savsaklamadan alması gerektiği, bundan imtina edenlerin Yüksek Okul Diploması almayı hak edemeyecekleri vurguladı. Az düşündükten sonra:

-Bunu, gelecek derste bir esasa bağlayalım deyip yerine oturdu. Öğretmen, elindeki kağıtları karıştırır gibi yaparak konuşmaya başladı:

-Tarihçiler der ki Osmanlı İmparatorluğu'nun genişleme devri, 1683 Viyana Kuşatmasından sonra durmuştur. Bu oldukça geciktirilmiş bir tarihtir. Osmanlı İmparatorluğu 1453 yılında Bizans İmparatorluğunu ortadan kaldırınca çok ciddi bir düşmanla, Hıristiyanlıkla karşı karşıya kalmıştı. Ortodoks Kilisesi Osmanlılara tutsak olunca Katolik Kilisesi can derdine düşmüş, tüm Hıristiyan dünyasını ayağa kaldırmıştı. Çok uyanık bir padişah olan Fatih Sultan Mehmet durumu iyi sezdi, kendisine bağladığı yörelerdeki Hıristiyanların din değiştirmesini yasakladı. Tüm Balkan halkları Müslüman olmak için sıraya girmişken, Fatih bunu önledi, onlara dinsel haklar tanıyarak ibadetlerinde serberst bıraktı. Böylece Papalığın etkileyici propagandası olan “Din elden gidiyor!” çığırtkanlığı önlendi. Fatih Sultan Mehmet, Haçlı Seferlerini iyi incelemiş bir Padişah olduğu için ittifaklı devletlerle uzun süreli çatışmayı yararlı görmemişti. İstanbul'u almış, Anadolu, Rumeli olarak ikiye bölünmüş Osmanlı İmparatorluğunu birleştirmişti. Güçlü bir ordusu vardı. Tek tek istediği devletle savaşabilirdi; bunu yapmadı. Tüm Yunanistan'ı kendine bağlamıştı ama Anadolu'nun burnu dibindeki küçük adalara dokunmamıştı. Kırım'a el attı da Rodos ya da Kıbrıs Adalarını görmezden geldi. Bunlara dokunsaydı, Avrupa Devletleri, tıpkı Haçlı Seferlerindeki gibi Papanın çığlığına uyup 2. Bir Haçlı seferi başlayacaktı. Fatih'in düşüncelerini bilen oğlu 2. Beyazıt da babasının düşüncelerini benimsemişti. O da Hıristiyan halka iyi davrandığı gibi İberik Yarımadası'ndan kovulan Musevileri memleketine alarak Hıristiyanlara üstün bir tavır gösterisi bile yaptı. 2. Beyazıt, kardeşi Cem'le giriştiği saltanat kavgasında iyice anladı ki, babası Fatih haklıymış. Papalık, sanki hakkıymış gibi iki kardeş arasındaki aile kavgasını bahane edip neredeyse Haçlı Seferlerine kalkıştı. Fatih'i çok seven torun Yavuz Sultan Selim, dedesinin düşüncelerini iyi okudu, Batı güçlerinin tümüyle nasıl olsa çatışılacak, bundan sakınmak olası değildi. Ancak doğu sınırlarını sağlamlaştırıp tüm gücüyle Batı'ya yönelmek planlarını kurdu. İran'a Çaldıran, Mısır'la Mercidabık bu planın birer parçasıydı. Yazık kı Yavuz'un ömrü buna izin vermedi. Yavuz'un oğlu Süleyman, düzene sokulmuş bir ülkeye padişah, çağının en donanımlı ordusuna başkomutan olmuştu. Babasının, Batı üstüne emellerini biliyordu. Ayrıca Batı devletleri de aralarındaki Yeni Dünya (Amerika'da yer edinme, ganimet getirme) yağmasındaki pay bölüşmeleri, yeni din çatışmaları (Reform) kültürel uyanmalar (Rönesans) nedeniyle çatlamaları da sezmişti. Büyük Dedesi Fatih'in daha sonra babası Yavuz Sultan Selim'in düşüncelerini iyi özümsemişti. Bir bahane bulup Batı kapısı için önemli bir geçit olan Macaristan'ı 1526 yılında kuşatıp aldı. Macaristan, Avrupa'nın neredeyse ortasında önemli bir memleketti. Hıristiyanlık merkezi Vatikan, Buda-peşte'ye İstanbul'dan daha yakındı. Batı tam anlamıyla paniklemişti. Kanuni Sultan Süleyman, tahtından indirdiği Macar Kralına:

-Benim yeteri kadar toprağım var, senin toprağında gözüm yok, var krallığını sürdür. (Belge, Fransız yazarı Montaigne/Denemeler) Ancak benim karşıma düşman olarak çıkma! övüdünü verip İstanbul'a döndü. 1526 yılından sonra Kanuni nedense Avrupa ile ilişkisini azalttı. O da İran'la sil baştan takazaya başladı. Rodos adasını alıp dede kardeşi amcası Cem'in kanından gelenleri, yakalatıp yok etti. On yıl kadar kendisinden beklenen değil beklenmeyen işlerle vakit geçirdi. Bu on yıl, Batının gözünü açmaya yetti. Macaristan kapısının kapatılması için Avusturya silah deposu durumuna getirildi. Lehistan derdest sayılı bir devletler arasına girdi. Papalık oyunları sonunda Amerika soygunlarının zengini İspanya, veraset numaralarıyla Almanya ile sarmaş dolaş olup Osmanlıları karşılamak üzere Venedik-Viyana-Varşova hattı arkasında pusuya katıldı.

İş işten geçtikten sonra Kanuni, sözde gazaba gelerek Viyana'ya gözdağı vermeye kalkmışsa da kızıp köpürmesi kar etmedi; 1. Viyana Kuşatması, tıpkı 2. si gibi bir Osmanlı savaş hezimetidir. Ancak toprak kaybetmemiş, eli boş dönmüştür. Eli boş dönen Kanuni'nin yönetim eksikliği, bir bakıma da onun bitişidir. Saltanata ortak olurlar kaygısıyla kendi oğulları, torunlarıyla birlikte çekinmeden boğdurmuştur. Oldukça uzun saltanat sürmesine karşın gerçekte şanına yakışır bir savaş yapmamıştır. Ancak sürekli savaş tavrı sergilediğinden kendisinden kuşku duyan Avrupa devletleri savaş hazırlığını giderek arttırıp olağanüstü bir savaş endüstrisi geliştirmiştir. Onlardaki bu gelişmeye karşın Osmanlı, eldekileri bile koruyamaz durama düşmüştür. Kanuni Sultan Süleyman'ın 46 yıllık saltanatında belli başlı saymaya değer 3 büyük savaş vardır. 1526 Mohaç, 1533 Viyana, 1535 Bağdat. Bir de 1522 Rodos adasının alınması onlara eklenebilir. Ötekileri, Devletlerle savaş değil, sınırlar arasında kalmış bağımsız kaleler, sınır düzeltmeleri, yağmacıları yıldırma dalaşması düzeyindedir. Kuzey Afrika, Barbaros Hayrettin'in isteğiyle gönüllü olarak Osmanlı İmparatorluğu'na katılmıştır. Uzun süre İran'la yapılan dalaşmalar da sınır düzeltme düzeyinde komşu kavgaları sayılır.

Kanuni saltanatının sonlarına yaklaşıldığında tüm Avrupa'yı bir yana bırakalım salt Portekiz donanması Osmanlıları denizlerden koparmıştı. Tarihimizde bir Hint Seferi vardır. Bir değil birkaç kes Hindistan'a gitmek üzere hazırlanan donanma, Portekizlilerce önü kesilmiş, Hindistan'a gitmek sözde kaldığı gibi Osmanlı donanması Akdeniz'e bile çıkamaz olmuştur.

Kanuni dönemi üzerinde bu denli ayrıntılarla duruşum, çöküşün gerçekte Yükseliş döneminde başladığını belirtmek içindir. Yazık ki Kanuni'nin sezdiği Avrupa'nın yükselişini ondan sonra gelenler hiç mi hiç kavrayamamıştır. Kanuni'nin ikinci kez denemeye cesaret edemediği Viyana kuşatmasına, 150 yıl sonra 4. Mehmet döneminde kalkışılması bunu kanıtlamaktadır. Avrupa devletleri, yeni buluşları değerlendirmiş, Amerika keşfinden sonra, başka kıtaların da sömürü kaynaklarını sahiplenme yarışına girmiş, kısacası düşüncelerinde rönesansı yapmıştı. Osmanlıya karşı eskiden beri yapılmasını istedikleri işbirliğini kolayca yapmıştı. 1683 yılına gelindiğinde Osmanlıya diş bileyen bir Lehistan, Osmanlıdan pay bekleyen bir Rusya, Balkanları kendisi için kolay yutulacak bir lokma sayan Avusturya, Akdeniz'i kendisi için yaşam alanı sayan, o nedenle Osmanlının uzaklaştırılmasını bekleyen bir Venedik, arada bir dost-most sözü etmesine karşın Mısır için can atan bir Fransa, dinsel nedenlerle birleşmiş gibi görünmesine karşın değişik çatışmalar yüzünden kuyruk acısı olan üç devlet, , (Felemenk-İspanya-Almanya ) kutsal Taç İmparatorluğu bu kez birleşmişti. Dinsel olarak papa zaten buna sürekli çağrı yapıyordu. Bunlardan habersiz gibi gözü kapalı Viyana önlerine giden Merzifonlu Karamustafa Paşa komutasındaki ordu, bilinen acı sonuçla karşılaştı; 2. Viyana Bozgunu. Bir yanda tüm Avrupa, bir yanda Osmanlı, yani biz. 1683 yılını Avrupalılar çok önemser, savaş tarihinin dönüm noktası sayarlar. Kurdukları dayanışma, onlar için iyi sonuç verdiğinden bunu bir başlangıç sayıp yaşaması için bir birlerini desteklemişlerdi. Bu dayanışma hep bizim zararımıza yaşatılmıştır. 1683 bozgunundan sonra biz her savaşı kaybettik. Kaybettiğimiz bu savaşların hiç birisini de biz başlatmamıştık. Savaşa zorlandık, “Bile bile lades!” derce savaşlara sürüklendik. Çünkü bizi ancak böyle eriteceklerini hesaplamışlardı. Bize karşı birleşenlerin gerçekte kendi aralarında da hesapları vardı; bir gün geldi hesaplaştılar; Fransa, hepsini susta durdurdu. 20 yıl süren bu süreçte ne yazık ki Osmanlı yöneticileri kendilerini toparlayıp bir durum değerlendirmesi yapamadı. Sözde tarafsız kalmıştık. Aklımızca bu kez ucuz atlatmıştık. Fransa'nın durdurulması sonunda Viyana Kongresi adı altında Avrupa devletleri toplandı. Savaşların verdiği zararlar dile getirildi, Bundan böyle savaşılmaması önerildi. Avrupa haritası bir daha değiştirilmemek üzere yeniden çizildi. Söz konusu savaşlarda biz yoktuk. Doğal olarak kongrenin kararlarında da olmayacaktık. Biz öyle sandık. Kısa zaman sonra öyle olmadığı ortaya çıktı. Fransa 1800-1815 yılları arası İspanya'dan Moskova'ya, Sicilya'dan Baltık Kıyılarına dek tüm Avrupa'yı işgal etmişti. Buralarda daha önce yaşamış olan irili ufaklı devletlere Viyana Kongresinde yaşama hakkı verilmişti. Örneğin İtalya yarımadasında 6, Almanya da 20 kadar bağımsız devlet vardı. Bunlar gene bağımsızlıklarına kavuştular. Bu arada biz de anımsandık. “Osmanlı İmparatorluğu içinde de bağımsızlık isteyenler var!” dendi. Örneğin Yunanistan hemen öne çıkarıldı. Nereden, nereye? Demek gereksiz, çünkü Avrupalılar artık, birbirlerini destekler olmuştu. İtalya'daki devletler bağımsızlığını kazanamadan Yunan bağımsızlığı tüm Avrupa'nın diline dolandı. Şairler şiirleriyle, yazarlar yazarlarıyla politikacılar meydanlara Yunanistan bağımsızlığı için çırpınır oldu. Oysa Viyana Kongresinden önce Yunanistan'da bir bağımsızlıktan söz eden yoktu. Viyana Kongresi kararlarına göre kurulan küçük Belçika ile Hollanda devletleri Afrika'da kendi ülkelerinin 10-20 kat fazla toprağını sömürgeleştirirken, Balkan Yarımadasıyla Kafkaslarda yaşayan insanların bağımsızlığı devletler arası sorun yapılmıştı. İşin ilginç yanı, son 20 yılın kanlı savaşlarına yol açan olaylardan biri sayılan Lehistan'ın yutan Rusya, bu kez Osmanlı İmparatorluğu içindeki azınlıkları korumaya kalkıyordu. Yunanistan, Sırbistan bağımsızlığı için Osmanlı İmparatorluğuna savaş açan Rusya aynı yıllarda Orta Asya içlerine dek gitmiş büyük bir sömürge İmparatorluğuna dönüşmüştü. Bunu bilen Avrupalı bilmezden gelip, Osmanlı İmparatorluğunun bitimini bekliyordu. Önce Sırbistan, arasından Yunanistan bağımsız oldu. İş orada kalmadı, bu kez de Mısır sorun oldu. Asya kıtasının tüm kuzeyini kapatan Rusya' görmezden gelen Avrupa ile Afrika kıtasını paylaşan Avrupa'ya seyirci kalan Rusya Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması için elbirliği etmişti. Yetişen her kuşak için acı anılarla dolu olan savaşlar 1914-18 yıllarında tümden, ölüm-kalım savaşına dönüşerek gerçekten Osmanlı İmparatorluğunun sonu oldu.

Ulus olarak direnmiştik. Salt, sürekli kışkırtılan Hıristiyan azınlıklar değil din kardeşi bilip kader birliği ettiğimizi sandığımız kesimler de bize sırt çevirince bizim olduğuna inandığımız topraklarımızın sınırını çizerek Türkiye Cumhuriyeti'ni var ettik. Bu uzun girişten sonra Kurtuluş Savaşını, kiminle değil nasıl bir fikir mirasına konmuş ulusların desteklediği bir ordularla savaştığımızı daha iyi anlayacağımızı sanıyorum. Olay, iki ordunun karşı karşıya gelip çarpışması değil köklü bir kin sürdürmenin hıncı olarak düşünülmeli. Biz kendimizi koruyorduk, başka bir emelimiz yoktu ama karşımızdakiler tarihteki öçlerini de yüklenerek üstümüze gelmişlerdi. Söyleyeceklerim şimdilik burada kesilmiş olmakla birlikte, bu konuda söylenecekler bitmiş değildir. O büyük kin onların kanlarına işlemiş, her an onları şaşırtabilir, o nedenle onlardan hayır değil şer geleceğini unutmamalıyız.

Öğretmen kalktı, masa üstündeki kağıtları karıştırdıktan sonra bir kağıt alıp arkasını masaya dayayarak okumaya başladı:

1919 senesi Mayısının 19 uncu günü Samsun'a çıktım. Vaziyet ve manzarai umumiye:

Osmanlı Devletinin dahil bulunduğu grup, Harbi Umumide mağlup olmuş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şeraiti ağır, bir mütarekename imzalamış. Büyük Harbin uzun seneleri zarfında, millet yorgun ve fakir bir halde. Millet ve memleketi Harbi Umumiye sevkedenler, kendi hayatları endişesine düşerek, memleketten firar etmişler. Saltanat ve hilafet mevkiini işgal eden Vahdettin, mütereddi, şahsını ve yalnız tahtını temin edebileceğini tahayyül ettiği deni tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşanın riyasetindeki kabine; aciz, haysiyetsiz, cebin yalnız padişahın iradesine tabi ve onunla beraber şahıslarını vikaye edebilecek herhangi bir vaziyete razı.

Ordunun elinden esliha ve cephane alınmış ve alınmakta.

İtilaf Devletleri, mütareke ahkamına riayete lüzüm görmüyorlar. Birer vesile ile, İtilaf donanmaları ve askerleri İstanbul'da. Adana vilayeti, Fransızlar; Urfa, Maraş, Ayıntap; İngilizler tarafından işgal edilmişAntalya ve Konya'da, İtalyan kıtaatı askeriyesi; Merzifon ve Samsun'da İngiliz askeri bulunuyor. Her tarafta, ecnebi zabit ve memurları ve hususi adamları faaliyette. Nihayet, mebdei kelam ettiğimiz tarihten dört gün evvel 15 Mayıs 1919’da İtilaf Devletlerinin muvafakatiyle Yunan ordusu İzmir'e ihracedilir.

Öğretmen okumayı kesip, Yunan askerinin İzmir içine yayıldığındaki durumu, halkın ilk tepkilerini sıraladı. Özellikle yerli Rumların, geçen Yunan askerine selam durmayan Türklere hakaretlerini, karşı söz söyleyenlere yaptığı hakaretleri anlatı. Birden doğrularak birden ürpertici bir sesle:

-Zito Venizelos! demeyen yurttaşlarımız sokaklarda sürüklendi, üstlerine basılıp geçildi. Venizelos kimdi? O günlerin Yunanistan Başbakanı. Bu aşağılayıcı durumu sineye çekenlerin bir bölümü, duyarsızlıklarından bile habersiz yaratıklar iç isyanlarda görev aldılar! Öğretmen durdu, derin bir soluk aldı. Ders zili çalınca gülümsedi:

-Devam edeceğiz! deyip ayrıldı. Öğretmenin anlattıklarından oldukça etkilendim. Gerçi ayrı ayrı çok duyduğumuz olaylardı ama böylesi birbirine bağlı bütünleştirilmiş olanını ilk kez dinledim. Sanırım arkadaşlar da benim gibi duygulandılar, öğretmenin ders konusuna girmeden önceki söyledikleri üzerinde hiç durmadılar. Uzun bir süre sonra Yusuf Asıl'la Ziya Özlen sınıf yoklamacısı olmak istediler. Bir süre onlarla atışanlar oldu. Bir grup, en güvenilir olarak Mustafa Buğday'ı öne sürdü. Kadir Aytekin'le Ali Bayrak ise Mustafa Buğday'ın doğruculuğuna katılmakla birlikte atak olmadığını bu işi Durmuş Ali Uğur'un yapacağını öne sürdüler. Veli Demiröz de bu öneriye katıldı. Veli gülerek, Durmuş Ali için:

-Arkadaş kendisi derslere girmiyor, hiç değilse bu bahaneyle tarih dersine girer! dedi. Veli'nin etrafında bir patırtı koptu. Veli'ye çıkışanlar arsında Muttalip Çardak da vardı. Neden karşı olduğunu sordum. Muttalip, Veli'yi çok sevdiğini, arada böyle bir çimdiklemek istediğini söyledi. “Arkadaşın, atılan çimdiklerden hoşlanıyor mu?” deyince bana bir süre gözlemlerini anlattı. Köyde hayvanları ota çıkarınca bazı kuşlar hayvanların sırtına konup gagalıyormuş. Kuş gagalarken hayvan öyle uslu uslu duruyormuş. Muttalip:

-Belli ki hayvanın hoşuna gidiyor! deyip güldü. “Veli duymasın!” deyince ise iyi arkadaş oldukları, hemşeri olduklarını Konyalıların birbirini sevdiklerini ekledi. Konya, deyince Sanat Tarihi dersini anımsattım. Muttalip Çardak o konuda çok rahat:

-Söz Konya'dan açılırsa, biz de bir kaç söz ederiz evelallah! geyip geçiştirdi. Ona göre Konya'da çok sanat eseri var; demek. Önemli olan, onları Öğretmen Malik Aksel'in beğeneceği ölçüler içinde sunmak!

Yemekte söz, tarih dersi üstüne oldu. Halil Demircioğlu'nun çok bilgili olduğu, “O denli bilgiyi nasıl aklında tuttuğu?” oldu. Soran da hemşerim Kadir. O denli dediği de Kanuni Sultan Süleyman'ın kısa bir saltanat özeti. Üç savaşın bile ayrıntılarına inilmedi. Yazı olarak iki üç sayfa ya tutar ya tutmaz. Hemşerim hep böyle. Oysa Kanuni Sultan Süleyman'ın daha 2. Bayazıt döneminde başlayan dalavereli işleri var. Babası Yavuz Sultan Selim'in dedesi 2. Bayazıt'ı tahttan indirme kararını oğlu Süleyman’la birlikte vermiştir. Süleyman Trabzon'da validir. Yavuz Selim oğluna gelir, kararı aldıktan sonra İstanbul'a savaş açıp Lüleburgaz/Karıştıran ovasına gelerek İstanbul'a dayanır.

Bunlardan başka çocukluğunu birlikte geçirdiği, padişahlığının ilk on yılında kendisine yardımcı olan sadrazam İbrahim Paşa'yı, oğlu Mustafa'yı dört oğluyla, oğlu Beyazıt'ı üç oğluyla boğdurması, oğlu Cihangir’i öldürtmesi, hele Cem’in Rodos'ta yaşayan torunlarını yakalatıp ortadan kaldırması uzun uzun anlatılacak acıklı olaylardır. Öğretmen bunlara değer görmedi.

Konuşarak Müzik salonuna gittik. Öztekin Öğretmen bizden önce gelmiş, kapıdan girerken gözleri hepimizin üzerinde oldu. Önce, eline bir şekil verdi; işaret parmağı dışında öteki parmaklar elin içine toplandı, işaret parmağı, bir yer gösterecekmiş gibi bileğini dirseğinden oynatarak daire işareti yaptı. Bu, bize halka olun uyarısıydı. Halka değil de yarım ay şeklinde sıralandık. Öğretmen:

-Geçen hafta verdiğimiz kararları gerçekleştirelim! deyip ses verdi. Önce İleri, Dağlar, Mülkiye, Öğretmen marşlarını tekrar tekrar söyledik. Öğretmen gibi arkadaşların da istekleri varmış; Bunu da, şunu da! Derken öğretmen saatine bakıp ellerini şaplattı:

-Bugünlük bu kadar!

Öğretmen öyle söyledi ama sözleri toplu çalışma için geçerliymiş, Ali Kuş, Kadir Pekgöz, Abdullah Erçetin sıraya girdi, öğretmen onlarla keman çalışması yapacak. Beringeri alıp alt odaya indim, piyano en az iki saat benim. Numaralı ilk sayfalardan başlayarak son derse dek tüm parçaları çaldım. sonunda bir de ayıklama yaptım 38-39-40-45-46-47-48-50-54-56-57-58-59-60-61-62-63-64-68-71-72-75 numaralı parçaları çalıyorum. Yeni yeni ayırdına varıyorum, bunların her biri bir şarkı ya da piyano için çalınmak üzere bestelenmiş; dikkatli çalınca giderek hoşuma gitmeye başladılar. Özellikle 75 numaralı plaktaki Don Juan (Don Giovanni) operasında bile var. Abdullah erken kurtulmuş geldi. Geldi ama çalışmaya oturmadı, çok yorulmuş. Keman çalmak kolaymış ama, kemanın tutumu, yayı çeken kolun şöyle ya da böyle durması uyarıları onu çok yoruyormuş. Kendi istediği gibi tutunca istediğini çalacakmış. Piyano için de Abdullah fikrini söyledi:

-Konulan kurallar bizim ne işimize yarayacak? Abdullah'ın dertlenişine hem şaştım hem de üzüldüm. Kurallar yersiz olsa buralarda bunca sözü neden dinliyoruz? Bunların hepsi kitaplarda var. Sabah tarih dersimizde fakülteden gelen doçent dr. Halil Demircioğlu açtı, Atatürk'ün Büyük Nutkunu okudu. Sonuna dek okuyacağını söyledi. Bunu neden yaptı? Çünkü, bizde bazı eksiklikleri gördükten sonra okumamız gerektiği kanısına vardı. Oysa bize daha önce Büyük Nutku okuyun! diyen olmuştu. Hem de bunlar içinde çok sevdiğimiz, adı önünde saygıyla eğildiğimiz, sözlerine inandığımız insanlar vardı. Örneğin ilk müdürümüz Nejat İdil, Atatürk'ün büyük nutkunu okumamızı, Gençliğe Hitabeyi ise ezberlememizi istemişti. Fikret Madaralı Öğretmen, son müdürümüz İhsan Kalabay, ilk Eğitimbaşımız Enver Kartekin, son Eğitimbaşımız Kemal Üstün tekrar tekrar bunu bizden istemişti. Bu vurdumduymaz durumumuzu anladığı için Halil Demircioğlu ders yoklaması yaptırmayı kesinlikle bunun için istemektedir. “Hiç değilse bir kez zorla dinleteyim, günah benden gitsin!” diye düşünmüş olabilir. Abdullah bana bunları düşündürttü. Kendi kendime sordum:

-Ona zor gelen, o söyledikleri neden benim için sorun değil. Önce öğreneceğimin kuralını araştırıyorum. Biliyorum ki kuralıyla öğrenmek daha kolaydır. Örneğin piyano metodumuz Beringer'de parçaları, çalmak için konan yazıları, işaretleri okuyup öğrenerek çalışıyorum. Abdullah kemanı kuralsız nasıl çalacak ki? Akordunu, diyapozona uydurmazsa, yayını gereken gerginlikte germezse akordunu nasıl yapacak? Herkes kendine göre akort etse orkestradaki sesler nasıl kaynaşır?

Düşündükçe Abdullah' ı haksız çıkardım.

Salona çıkınca daha önce aramayı düşündüğüm Beringer'de parçası bulunan Mozart'ın 62 numaradaki Andante parçasının bütününü aradım. Kolaydaymış; Mozart-Piyano Sonatları adlı iki kitabın birinde, sonatın son bölümü. Kitaptaki son bölümün tamam da değil çok kısa bir parçası. Aradığım iyi oldu, sonattaki gerçek son bölümü çalışacağım. Mozart'ın iki kitap dolusu sonatı var. Türk Marşı dedikleri Rondo (Alla Turka) sonatın birinin sonunda. Sonat bölüm bölüm. Notalara baktıkça bu işe çok geç başladığımı ben de anlamaya başladım. Yıl sonuna dek elimdeki Beringer metodunu bitirmeye çalışıyorum. Bitirirsem sevineceğim. Beringer ne ki? Mozart Sonatlara bakıyorum, neredeyse bir sonatın notaları Beringerin tamamına denk. Onları çalmak için yıllar gerekecek. Gel de Abdullah'a kızma, kural olmasa o sonatlar çalınır mı? Bu kez de Schubert Liedleri açtım. O denli açıp kapamışım ki Röslein sayfası yıpranmış, çevirince rahatça açılıyor.

Akşam yemeğinde konumuz Konya oldu. Konya üstüne bilgilerimiz. Ben, Kurtuluş Savaşı'ndaki Konya isyanlarını anımsattım. Üstünde duran olmadı. Bu kez de benim Konya'da okumam söz konusu olmuştu onu anlattım; arkadaşlar onu sessizce dinlediler. İlkokulu bitirdiğim yıl kesinlikle ortaokula gitmeye kararlıydım. Kahvede babama yardım ediyordum. Yaz olduğundan köye gelen giden yabancılar oluyordu. Hemen hemen her gelen yabancı benim okul hevesimi öğreniyordu. Bir gün de Lüleburgaz'dan bir grup gelmişti, içlerinde Askerlik Şubesi başkanı binbaşı vardı. Binbaşı beni yanına çağırdı, önce asker olup olmak isteyip istemediğimi sordu. İşin içine subaylık girince istediğimi söyledim. O zaman beni subay okuluna gönderebileceğini söyleyip babama sordu. Nedense babam dünden razıymış gibi davrandı, hesaplar kitaplar yapıldı, günler kararlaştırıldı. Okuldan söz edildi ama okulun nerede olduğu konuşulmamıştı. Subay okuluna gitme sevinci içinde uçarken Hamitabat'taki okul arkadaşım, adaşım İbrahim Sarıdemir'in de subay okuluna gideceğini duydum. Duyar duymaz da ona gittim. Doğruymuş, o da gidecekmiş ama okul iki yerde varmış, Erzincan, Konya. Nerede okunacağı sonra söylenecekmiş. Zaten başvuru yapılıp beklenecekmiş. Bekleme sürecinin sonunda nereye çağırılarsa oraya gidilecekmiş. Eve dönünce bir süre düşündüm. Babam, küçük haritama bakarak Erzincan, Konya uzaklıklarını çıkarmaya çalıştı. Sonunda da kesin kararını verdi; Erzincan yok, olursa Konya, kendini Konya'ya hazırla. Kendimi Konya'ya hazırladım ama uzun süre çağrı bekledim. Daha beklersem ortaokul kayıtları kapanacak kaygısiyle Kırklareli ortaokuluna kaydolma yollarını aramaya başladım. Okul kaydından çok kalacak yer sorunu bir türlü çözülemedi. Oldu olacak derken Konya'dan haber geldi. Orada bulunma tarihi verilmişti. Bir de not vardı; “Sınavı kazananların sayısı istenen sayıdan çok olursa kura çekilecek! Babam buna tepki gösterdi:

-Bu, doğrudan doğruya gelme demektir. Konya içinde olsak anlarım, buradan Konya'ya gidip böyle bir şans denemek, bizi çok üzebilir! deyip Konya defterini kapattı. İşte benim tanıdığım Konya, bu Konya!

Yemekten sonra kitaplığa gittim. Kitaplıkta ansiklopedi var, orada Konya da tanıtılıyor. Selimiye camisi ile Yeşil Türbeden söz edilişine önce şaşırdım. Selimiye Camisi Edirne'de, Yeşil Türbe ise Bursa'da. Acaba Konya'da da mı var? Mevlana Müzesi için çok uzun bilgiler veriliyor. Karatay Medresesi bana Namdar Rahmi Karatay'ı anımsattı. Sanırım Namdar Rahmi Konyalı. Konya hakkında daha ayrıntılı bilgileri yarın arkadaşlardan almak üzere defteri kapattım. Değişik bir şeyler olursa eklerim.

Hasan Üner geldi, sabahki şiir olayı için gösterdiği tepkinin nedeni açıkladı. Şiiri kitaplık arkasında duran eski 7 Gün dergilerinden kesmiş. Dergiden kesmiş olması eleştirilebilir, o nedenle gizli olmasını istiyormuş. Üstelik şiiri salt benim için kesmişmiş. Neyse şiir başka kimsenin eline geçmedi.

Mehmet Toydemir okur okumaz Halil Dere şiiri alıp defterin arasına koymuştu. Böylece kimseye bir kuşku kabartacak ip ucu verilmiş olmadı. Bu arada ben de eski dergi deposunu öğrenmiş oldum. En çok 7 Gün dergileri, arada Varlık da var. Tarihlerine baktım, Ocak 1942’den sonra buraya dergiler hep gelmiş. Demek, bizi gidince burada gerçekten Köy Enstitüsü kurulmuş. Öteki enstitülerden özellikle de Çiftelerden getirdikleri öğrencilerle derslere başlamışlar. Şimdi son sınıf olarak tanıdığım Ömer Çiftçi, Galip Gürler, Ahmet Kayalıdere o zaman gelmişler. Bir deste dergi alıp karıştırmaya başladım ilk çektiğim 7 Gün, üstünde Şükrü Saraçoğlu-Dışişleri Bakanı. İç sayfada ilk yazı Hüseyin Cahit Yalçın. Hüseyin Cahit Yalçın'ı okuma kitabında okuduğumuz bir yazısıyla tanımıştık. Yaşlı bir kayıkçı yazarı kayığıyla boğazın bir yakasında öteye geçirir. Yaşlı kayıkçının sağlam dişleri vardır. Yazar ihtiyarın dişleri övmeye kalkar. Yaşlı kayıkçı, övgüye aldırmaz:

-Neyleyeyim sağlam dişi, yiyecek bulamadıktan sonra! der.

Bir başka yazı:

-Koleksiyon merakı, İbrahim Alaettin. Bu yazarı ilkokul 2. sınıfta bir şiiriyle tanımıştım. Namık Kemal şiiri. Öğretmen, evlerinde oturduğu arkadaşımız Bektaş'a çok güvenirdi. Gerçekte Bektaş çok çalışkan bir arkadaştı. Öğretmen Bektaş'a ezberlemesi için Namık Kemal adlı bir şiir verdi. Bir süre sonra Bektaş şiiri ezberledi, bize okudu. Nedense öğretmen bir başka gün bu kez Bektaş'a bir başka şiir verdi. Daha sonraları Bektaş Namık Kemal şiirini bir daha okumadı. Bu durum benim ilgimi çekti, Namık Kemal şiirini yazıp, gizli gizli okuyarak ezberledim. Sanırım bu uğraş aylar sürdü. Nisan ayında bir olanak yakalayıp şiiri okudum. Öğretmen beğendi. O şiir İbrahim Alaettin'indi. Daha sonra İbrahim Alaettin'i Atatürk'ün ölümü üzerine yazdığı TAVAF'la unutmamak üzere belleğime yazdım. Bu dergide Koleksiyon Merakı diye bir yazı yazmış. İbrahim Alaettin Gövsa . . .

Bir yazar da yazar Peyami Safa'yı anlatmış. Peyami Safa'nın 9. Hariciye Koğuşunu okumuştum. Hasta bir kişinin, kendisini korumak için neler düşündüğünü, kaygılarını, sevdiklerini, kendisi gibi hasta olanların neler düşündüklerini, neler düşünebilecekleri uzun uzun anlatıyordu. Bir başka 7 Gün. Üstünde bayraklı askerler; 30 Ağustos.

Falih Rıfkı Atay'ın, Dilbilgisi ya da doğru konuşma üzerine birileriyle konuşuyor. Ben iki dergiyi ancak karıştırdım, baktım ki Hasan on, on ikiden fazlasını açıp bıraktı. Sordum:

-Sen neye bakıyorsun? Hasan karikatür arıyormuş. Bu dergileri de karikatür ararken keşfetmiş. Karikatürist Ramiz'in karikatürlerini arıyormuş. Eski romancı Hasan Üner, gülmeye gereksinim duyduğu için Karikatürist Ramiz'le Cemal Güler hayranı olmuş. Tombul Teyze-Amca Bey=Hasan Üner.

Gülüşerek yataklarımıza ayrıldık.

Yatınca birden dergiler gözümün önüne geldi.

Bizim Kepirtepe'ye dergi mergi gelmiyordu. Günlük gazeteleri bile ara ara otobüs yolcuları atıyordu. Canım Kepirtepe, gene de seni seviyorum; çünkü köyüme çok yakınsın. Kamber Amcamı, yengemi, kabak tatlılarını çok özledim. Yeni Bedir! Hasanoğlan'a göre çok küçük. Küçük müçük ama gene de köy. Olukça da uyanık insanları var. Lüleburgaz'a yakınlığı, Edirne-İstanbul arası yolun üstünde oluşu nedeniyle her yerle bağlantı kurmaları onları uyandırmış. Öyleyken nedense bizim okula pek yaklaşmıyorlar. Oysa okulu seviyorlar; sevdikleri için arteziyen açılan dere ile çevresini okula terkettiler. Biraz da Kamber Amcamın etkisiyle olacak, köylüler okuldan hep uzak duruyor. Kamber Amcam muhtar olarak kendisi sık sık gelmesine karşın köylülerin Enstitü alanına yaklaşmalarını önlemektedir. Bundan olacak Yeni Bedirliler burunları dibindeki okula uzaktırlar. Bu nedenle mi yoksa başka nedenlerle mi bizim okul da Yeni Bedir köyüne olması gerekenden çok daha uzaktır. Öyle sanıyorum ki okuldaki 300 öğrenci içinden benden bir de benim yanımda götürdüğüm biri iki arkadaştan başka hiç kimse gitmemiştir. Son sınıftayken bile Yeni Bedir köyünde okul ya da cami olup olmadığını benden soranlar olduğunu anımsıyorum. Son sınıfta atanacağımız köyler konuşulurken ben Yeni Bedir deyince “Orada okul var mı?” diye soranları görünce şaşırmıştım. İşin acı tarafı, köyün hemen bitişiğindeki höyüğü incelemek için gittiğimizde köyün içine dağılmadık ama genel olarak görmüştük. Bizim sınıfın bu umursamazlığı öteki sınıflara da geçmiş olacak, onlar da Yeni Bedir'e sırtlarını çevirmişti. Bu anlayışımızdan olacak 1941 yılı yazını geçirdiğimiz Hasanoğlan'da da benzer tavrı gösterdik. Kepirtepe'de arkadaşımız Ruşen Baksi ölünce Yeni Bedir Mezarlığına gömülmüştü. Daha sonraları bir gün Ruşen'in sınıfındaki kızlar arkadaşlarının mezarına çiçek bırakmayı düşünmüşler. Çiçekleri benim götürmemi istemişlerdi. Çiçekleri kendilerinin götürmesinin daha yerinde olacağını söylediğimde; “Biz gidemeyiz!” dediklerinde önce tembelliklerine yormuş gülmüştüm sonraları bunu, köye karşı küçümseme tavrı olarak düşünüp çok üzülmüştüm.

Göz ucuyla da olsa burada gördüğüm kadarıyla Enstitü Bölümündeki öğrenciler, Hasanoğlan köyünü kendi köyleri gibi gezip dolaşıyor. Haftada bir banyo için gidip gelirken görüyorum, irili ufaklı gruplar köy içlerinde dolaşıyorlar. Geçen hafta Halil Dere ile birine sorduk:

-Köyde tanıdığın mı var? Çocuk, öğretmenin verdiği ödev için gittiğini söyleyince Halil Dere işi şakaya dökerek:

-Taze yumurta arama ödevi mi? deyince çocuk:

-Hayır abi, köydeki beş evde, çocuk sayısını, yaşlarını, kardeşler arasındaki yaş farklarını, kız-erkek oluşlarını saptadım. Gittiğim evler beni çok iyi karşıladı, isterseniz gider size taze yumurta alabilirim! deyince oldukça duygulandım; Hasanoğlan köyüne dönüp dikkatlice baktım. Köyün görünüşünde pek değişiklik yoktu. Ancak çocuğun anlattığı kulaklarımdan uzun süre gitmedi. 1941 yılında ben, bu köyde öğretmen Ali Yılmaz Demirbilek'in evi dışında tek bir kapıdan içeri girmemiştim. O günden bu güne ne değişti?

Ben içimden bunları düşünerek konuşurken kulaklarımda sesler vardı. Birden kendimi rüyada sandım. Rüyada olmadığımı anladım, çevreme baktım, herkes uyumuş.

 

7 Ocak 1944 Cuma

 

Hemşerim Kadir Pekgöz'ün sesi kulağıma çalındı. Yüksek sesle konuşanlar var, Ali Yücel, Ali Bayrak, Kadir Cantekin, Burhan Güvenir avazı çıktığı kadar yüksek sesle konuşanlardan; nedense onların seslerini o denli benimseyip algılamıyorum. Oysa hemşerim Kadir'in bağırmasına gerek yok, o yatakhanenin bir köşesinde konuşsun, fısıltı bile olsa benim kulaklarımda yansıyor. Bu sabah da öyle oldu. Birisi bir soru sormuş; Kadir de “Lüleburgazlı!” yanıtını vermiş. Ben bunu boylu boyuna duydum “Kim, Lüleburgazlı? ”Bunu sormadım ama sormamak için de kendimi zor tuttum. Konu, Milli Eğitim Bakanlığı, milli eğitim işleriymiş. “Şu okullar olmasa, Milli Eğitim işlerini çok rahat yürüteceğim! diyen eski Milli Eğitim Bakanlarından Emrullah Efendi konuşulurken Lüleburgazlı olup olmadığı sorulmuş. Onun Lüleburgazlı olduğunu bizim Kepirlilerin hepsi bilir. Çünkü Lüleburgaz'da kaldığımız 6 ay, Emrullah Efendinin yaptırdığı okulda kaldık. Gerçi o zaman adı değişmişti ama binanın geçmişini bilenler saygıyla anıyordu. Özellikle ben olayı çok iyi biliyordum. Çünkü okulun yapılmadan öncesini, okul yapımına karar verilişini, daha sonra ad değiştirilişiyle yakından ilişkili olan babamdan çok dinlemiştim. Binayı Emrullah Efendi, değil Lüleburgazlılar yaptırmış. Adı değiştirilirken de Tüm köyler adına muhtarlar yeni bir okul yaptırmak için girişimde bulunmuşlar. Yağcı, aceleci, gösteriş meraklısı memur takımı, okulun şekline dokunmamak kaydıyla yeni okul yapılana dek okulun adını değiştirmişler. Atatürk adı işin içine girince karşı olanlar fazla diretmemişler. Orada kaldığımız yaz babam geldikçe bu öyküyü anlatırdı.

Kahvaltıda, Ahlat, Erzurum, Sivas, Kayseri Selçuk sanat yapıları sıralandı. “Ahlat adını söylüyoruz ama tam olarak haritada bulamadık!” diyenler oldu. Bilip bilmediğimi tam anımsamadan “Var!” deyip ortaya atıldım. Atıldım ama sonucu pek düşünmeden direttim. Nöbetçi öğrencilerden Ahmet Kayalıdere, son sınıf, kolunda işaret var nöbetçi başkanı, bana selam verdi. Ahmet'in gülümseyerek selam verişi hoşuma gitti. Birden aklımı toplayarak Ahmet'e: “Bana bir harita bulabilir misin? diye sordum. Ahmet duraksamadan sordu:

-Küçük mü, büyük mü olsun? Nereye getireyim? Küçük, Van gölü bulunsun, bizim salona! Dedim.

Arkadaşlar; “Getirir- getirmez tartışması yaparken harita geldi. Van gölü olduğu gibi gölün kıyısında Ahlat var. Var ama Ahlat'ın ne Erzurum'la ne de Sivas ya da Kayseri ile bir bağlantısı yok. Olsun Ahlat'ın Van gölü kıyısında olduğunu saptadık. Haritayı sarıp kenara dikerken Öztekin Öğretmen geldi. İki hafta izinli olduğumuzu söyledi. İki hafta izin sözü hepimizi şaşırttı. Meğer iki hafta cuma günleri demek istemiş. Malik Aksel, Veysel Erüstün Öğretmenler iki cuma gelmeyecekmiş. Onların okulları öğretim yılları ortasında 15 günlük dinlenme yapıyormuş. Bizim öğretmenler de okullarına uyup dinlenecekmiş. Belli etmedim ama ben çok sevindim. Yalnız, susarak Öztekin Öğretmeni bekledim, bu iki cuma için o ne düşünüyor? Öztekin Öğretmen hemen kemancılara bir özel proğram çizdi. Bu kez Abdullah'ı ayırarak kalan 12 kemancıyı dörderli, grup yaparak her dörtlü bir birini izleyerek çalışma sonunda eleştirisini yapacak. Son saat öğretmen yönetiminde toplu çalışma. Abdullah memnun ama gene de tümden kopamadı, kendisinin yukardaki piyanoda kalmasını istedi. Ben zaten bunu bekliyordum, Mozart sonatları Beringerle birleştirerek alt odaya geçtim. Sevinçten bir süre güldüm. Sevincim uzun sürmedi. Gazi Eğitim Enstitü de yüksek okul, bizim ki de; hani bizim tatil? Asım Öğretmenle karşılaşsam ne diyeceğim? Ben bir şey demesem de o diyecek:

-İbrahim, daha anlamadın mı? Bu adamlar sizi, köy ağalarının besleme çocuk yetiştirdikleri gibi köylerden toplayıp boğaz tokluğuna, üstün-körü okutarak kaydıhayat boyunca istedikleri gibi çalıştıracaklar. Sınavlara girip kaçmayasınız diye de okullarınızı bilerek farklı, yarım tutuyorlar! diyecek. Kendi bölüm öğretmenlerimle, Halil Demircioğlu, Nuri Teoman, Sabahattin Eyuboğlu, Hamdi Keskin Öğretmenleri dinlerken buna inanmamaya başlıyorsam da onların dışındaki tutumlar tıpatıp Asım öğretmen söylediklerine uygun. İşte tatil yok. Şu anda tatil falan istemiyorum ama bu bir haksa neden bana da olmasın? Çalışma hevesim birden azaldı. Mozart Sonatları karıştırırken Rondo Alla turka karşıma çıktı. Ezberimde olan sesler tuşlara çabucacık yerleşti. Faik Öğretmen iki el için de ikili, üçlü parmak basışları vermişti. Bu rondoda hepsi var, sevindim; hevesim gene canlandı. Kemancılar dağılmış, Talip kemanıyla indi. Talip çalıştığı sürece durmadan çalıştım. Baktım Talip bırakmış, geçerken bana da: “Vallahi İbrahim sen güzel piyano çalıyorsun, dinledim çok hoşuma gitti!” dedi. Talip'in övgüsü benim için çok önemli, kendisi çalışkan bir arkadaş, sözü benim için bir ölçü. Teşekkür ettim.

Öğle yemeğinde, benim, bana karşı Asım Öğretmenin söyleyeceğini tasarladığım sözlerin çok beterlerini arkadaşlar ortaya söylediler. Asım Baba'ya sorulması öne sürüldü. Öteki masalara taşan konuşmalar sonunda bizim masaya gelip açıklama isteyenler oldu. Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca olaya karıştı. Atmaca haklı olarak:

-Bu, bugünün işi değil, önemli bir haktır, bunu Asım Baba çözemez, biz kendi aramızda ilke kararı alıp önce Genel Müdür, sonra da Milli Eğitim Bakanı ile görüşerek çözme yollarını aramalıyız! deyince Atmaca'nın sözleri genellikle sakinleştirici bir hava esti.

Cuma günü öğleden sonraları tüm bölümlerin proğramlar esnek. Öğretmen Binbaşı Nuri Teoman'ın geliş zamanı çok değişiyor. Saat 16-18 olduğu gibi 18-20 kimi kez de 20-22 olabiliyor. Geçen hafta o gelmemişti, bu hafta 16-18 arası gelebilir. . Mehmet Öztekin Öğretmen izi cuma öğleden sonra kendi binamızda olma koşuluyla serbest bırakıyor. Haber verilince derse yetişiyoruz. Binbaşı Nuri Teoman, gerçekten bugün saat 16'da geldi. Derse başlarken, geçen ders gelemeyişine üzüldüğünü belirtti. Kurmaylığı övdü, yerine gelenin kendisini aratmadığını bildiğini, bunda bizim de payımızın büyük olduğunu anlattı. Nedense kimi sözleri söylerken gülümsedi. Gülümseyerek söylediği sözlerden biri de bize olan güvenini belirten sözdü. “Sizin gibi yetişmiş münevverlerle (Aydınlarla) anlaşamayan bir kurmaya ben kuşkuyla bakarım. Derim ki, kesinlikle onda bir eksiklik vardır!”

Bizim iyi yetiştiğimizi, ileride hurda askerlik yönünden de yararlı olacağımızı, yurt korunmasında Türk Ordusunun olduğu gibi yurt kalkınmasında da İrfan Ordusunun yükümlülüklerinden söz etti.

Savaşa girmemiş olmamız üstüne kısa bir övgüden sonra sözü savaşın son durumuna getirerek, Alman ordusu (Werhmacht'ın hatalarını saydı, savaşa savaşa savaşı öğrenen Soyyet generalleri karşısında iyi yetişmiş akademisyen Alman generallerinin pes etmesine şaştığını söyledi. Von Paulus'u, Guderian, Runsted'i andı, Jukav, Koniev, Malinovsky'den söz etti. Bu generallerin savaşı, savaş içinde öğrendiğini, hesaplarını hep düşmanın hataları üstünden yaptıklarını, düş kurmadıklarını, canlarını, dolayısiyle yurtlarını koruduklarını, tıpkı bizim Kurtuluş Savaşı'nda yap tığımızı yaptıklarını anlattı. Almanya'nın şimdiki durumunu da bizim iki üç kez yaşadığımızı anmsattı. 1683 2. Viyana, 1878 Plevne bozgunlarıyla Büyük Savaşın Çanakkale'den sonraki Mondros Silah bırakışmasına kadarki karmaşık durumlarımız da böyleydi. Bu durumlara düşen bir çok ulusun geçmişte ortadan kalktığını, bir çok devletin de bir daha belini doğrultamadığını örneklerle anlattı. Tarihin, büyük İmparatorluklarından birini kuran, Hindistan'dan Akdeniz'e uzanan, Anadolu'yu, Mısırı topraklarına katan Persler, İskender önünde yıkılınca bir daha toparlanamadılar. Aynı topraklarda devletler oldu, bugün de var ama onlar persler değil, o topraklarda yaşayan başka insanlar. Keza, tüm Akdeniz'e egemen olan, Kuzey Afrika'da tek başlarına efelenen Kartaca'nın yerinde yeller esti. 4000 yıllık Mısır'ı, Büyük Roma'nın mirasçısı 1000 yıllık Bizans'ı bu arada sayabiliriz. Günümüzdeki Mısır halkı eski görkemli anıtları diken Mısır halkı değil, bizden oralarda kalmış bir Türk kralın yönetiminde bambaşka bir topluluktur şimdikiler.

Binbaşı Nuri Teoman dikkatimizi çekti. “Geçmişte olduğunu düşünerek günümüzde de tek başına karar verip savaş açmak devirleri geride kalmıştır. Gelişmiş uygarlık, ilerleyen teknik kollektif çalışmalar gerektiriyor. Adolf Hitler bunu kavrayamadı, tüm gücünü baskın stratejisine bağladı, 24 saatte Norveç'i almayı başardı ama aldıktan sonra orasını kime bırakacağını düşünemedi. İşgal edilen Norveç 48 saat sonra gene İngiliz taraftarlarının baskısı altına girdi. Çünkü Hitler, askerin aldığı yerleri yönetecek sivil yönetimi düşünmemişti. Düşünseydi, 24 saat içinde oraya sivil yönetimi de götürebilirdi, Bombardıman ya da hücum filoları mükemmel ama taşıma filosu diye bir birim ortalıkta yok. Bakın, A.B.D önce taşımacılığı ele aldı. Öyle bir taşımacılık filosu kurdu ki en uzak uçlardaki askeri birimlere moral vermek için şarkıcıları, tiyatrocuları, sinemacıları bile götürüp getiriyor. Von Paulus ordusu sarılınca kimse yerinden kımıldayamadı. Oysa oradaki askerin yarısı havadan çekilebilirdi. Uçak, zıhlı birlik, motosiklet hızıyla işgal edilen yerlerden Alman askercikleri piyade yürüyüşüyle kurtulmaya çalışıyor. İşte bu, yönetim zaafı denilen olaydır.

Bundan sonra askerliği salt savaş değil barış sanatı olduğunu, savaşları istisna sayıldığını; önemli olan barış zamanında sivil halkın kendi yaşam savaşına yardımcı olunmasını önemsediğini söyleyip, orduda görev alanların yapması gereken çalışmaları anlattı. O denli anlayacağım şekilde tarafsız konuştu ki askerlik derslerimizdeki, benim benimsemediğim umursamazlıkları, kamplarda karşılaştığımız kimi anlamsız konuşmaları duymuş da onları eleştiriyor sandım. Örneğin bir üsteğmenin kendi işini teğmene hatta çavuşa bırakmasının onursuzluğunu, bir çavuşun salt zaman doldurmak için amaçsız olarak erleri koşturmasını örnek gösterince kendimi geçen yaz Lüleburgaz tarlalıklarında koşar gibi duyumsadım; birden içimde bir titreme oldu.

Binbaşı, selam verip ayrılınca çok konuşan arkadaşlarımızdan Ali Bayrak biraz kayganca sesiyle:

-Bu adam, bizim gözlerimizden demek istediğimizi okuyup konuşuyor, dikkat edin söyledikleri hep bizim düşünüp de söyleyemediğimiz olaylar. Dört yıl Askerlik dersi okudum, üstelik kamp da yaptım ama askerlik üstüne hiç bir bilgi edinemedim!

Arkadaşlar şakacı olduğunu bildikleri için Ali Bayrak'ı ciddiye almayıp karşılık verdiler:

-Gözün aydın, şimdi öğrendin, iyi bir çavuş olursun! Çavuş, onbaşı, general, mareşal sözleri arası salonu bırakıp kendi salonumuza gittik. Arkadaşların çoğu gelmedi, tenhalıktan yararlanıp yeni parçalarımı çaldım. Arkadaşların sessizce dinlediklerini görünce ben de hazırladığım tüm parçaları sıraladım. Bir yandan da konuşulanları duymaya çalıştım. Duyduğum en çarpıcı söz beni güldürdü:

-Piyano, keman gibi değil canım, orda hazır seslere basıyorsun, oluyor; keman öyle mi ya! İçimi çekerek, kendi kendime konuştum:

-İşte bu kadar! İster gül, geç; ister al bir keman 6 ay sonra gel burada bir de keman çal' o zaman ne diyecekler bakalım? Gene bir kulp takarlar mı?

Yemekte duyuru yapıldı, salonda toplanılacak! Yemek boyunca olasılıklar öne sürüldü:

-Para verilecek, tatil konuşulacak, yeni bir binaya başlanacak, giysi verilecek!

Salona gidince de benzer olasılıklar tekrarlandı.

Salonda bir süre bekledik.

Eğitimbaşı Tahsin Türkay gecikmeli olarak geldi, yorgunluğundan rahatsızlığından, yaşlandığından söz ettikten sonra Hüseyin Atmaca'ya işaret verdi. . Hüseyin Atmaca elinde bir kağıtla kalktı, kağıtta yazılı ne varsa okudu. Okuduklarının büyük bir bölümü Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç'un okulumuzla biz öğrencilerini öven sözlerdi. Arkadaşların öne sürdüğü olasılıklardan hiç birine değinilmiyordu. Sonuç olarak Yüksek Bölümün günlük işlerini izleyip yürütecek üç kişilik bir aylık nöbet görevlisi seçildi. Bunlar Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca ile anlaşarak çalışacak. Daha doğrusu Hüseyin Atmaca'ya yardım edecekler.

 

Hüseyin Atmaca

 

Bu arada benim de işime yarayan durum doğdu; seçilenlerden biri yemek işlerini düzenleyecek, Ankara'ya gideceklerin kumanyalarını izleyip hazırlatacak. İkincisi Yüksek Bölüm Öğrencilerinin orta bölümde alacakları uygulama görevlerini düzenleyip uygulatacak. Üçüncü görevli de Yüksek Bölümün Öğrenci etkinliklerini Öğrenci Başkanıyla bir programa bağlayıp düzenli sürmesini sağlayacak. Üç görevli de 2. sınıflardan seçildi. Süleyman Adıyaman, Kültür etkinliklerini, Hüseyin Sezgin yemek-temizlik işlerini, Rahmi Özdemir de uygulama nöbetlerini düzenleyecek. Bu uygulama işlerini bilmiyordum, öğrenince azıcık bozuldum. Nöbeti gelen Orta bölümde bir sınıfa gidip bir ay o sınıfın, sınıf öğretmeni gibi öğrencilerle kalıyormuş. Genellikle de o bir ay kendi derslerine girmiyormuş. İçimden:

-İşte bu, bana dokunacak!

Arkadaşların benim gibi bir kaygısı yok, kimse sızlanmadı. Belki de onlar kemanlarını götürüp olanak buldukça çalışmayı düşünüyorlar. Toplantıdan sonra hemen yarınki konser daha doğrusu yarınki opera konuşulmaya başlandı. Satılmış Nişanlı. Bayan Media Erler geldiğinde Satılmış Nişanlı'dan söylemişti. “Ne söylemişt? ”Bakıştık kaldık. Birden anımsadım, biz onun uvertürünü dinledik, plaklar arasında var. Bu kez de soruldu, “Üvertürü nasıldı? ”Sanki dinlediğimiz öteki uvertürleri bilirmiş gibi, Satılmış Nişanlı'nın uvertürünü anımsayamamanın üzüntüsü duyarca karşılıklı bakıştık.

Gidişlerde bir değişiklik yok; gene sabah konservatuvara gideceğiz, Faik Canselen Öğretmen bize Satılmış Nişanlı hakkında bilgi verecek. Daha sonra serbest kalacağız, saat 14:45'te bu kez Halkevi'nde buluşacağız.

Yatınca Satılmış Nişanlı uvertürünü anımsamaya çalışırken bu kez operayı besteleyenin adını da unuttum. Kesinlikli gereksiz olduğunu, yarın nasıl olsa söyleneceğini, o zaman yazıp bir daha unutmayacağımı düşünmeme karşın yatakta unutkanlığıma şaştım. Böyle tedirgin tedirgin kendimi yererken bu kez de bize gelip Satılmış Nişanlı'dan parça söyleyen soprano bayanın adını unuttum. Aslında unutma da değil karıştırdım:

-Media mı yoksa Bedia mı? Bir kaç kez tekrarladıktan sonra kendimi iyice karartır gibi oldum. Sonra nasıl uyudum? Sabah uyanınca oldukça sevindim. Bu kez de kendi kendime sordum:

-Nerden çıktı bu Bedia-Media karışıklığı? Neden çok tekrarladığım Rebia aklıma gelmiyor?

Tüm arkadaşların dilinde opera; kimisi bildikleri opera adlarını kimisi gördüğü Operadaki Hayalet filmini, kimisi filmdeki kemancıyı, kimisi de o kemancıyı oynayan Paul Muni'yi anlatıyor. Filmi kaçıranlar soruyor:

-Nerede oynuyor? Arkasından Danko Pista anımsanıyor. Kamil Yıldırım hemen ayağa kalkıp bacaklarını açarak bedenini sallıyor. Arkadaşı Nihat ona bakıp benzetme yapıyor:

-Şimdi Necdet Remzi, Kamil şekil değiştirince de:

-Tamam tamam şimdi Danko! Az sonra gene Necdet Remzi!

Akşam toplantıda anıldı, bir de sorumlu yönetici seçildi ama kimse, günlük kumanya yerine para verileceğinden söz etmedi. Bunu söyler söylemez, Muttalip Çardak, yakınlarda gördüğü Hüseyin Atmaca'ya sordu:

-Biz hala, Yenişehir'de helva-ekmekle mi dolaşacağız? Arka masamızda oturan Hasan Üner karşılık verdi:

-İstersen yanına bir de soğan ekle, daha anlamlı olur! Hasan'ın ne anlatmak istediğini hemen anlamıştım, karşılık verdim:

-Ertuğrul Muhsin soğanları bitirmiş, bildiğin yerlerde varsa söyle! Bizim masada soranlar oldu:

-Ne soğanı arkadaşım, başımıza bir de soğan çıkarma!

Onlara Şehvet Kurbanı filmini anımsattım. Bizim arkadaşlar beni ilgiyle dinlerken Hasan Üner geldi, gülerek:

-Bizim masada, benim söylediğimi anlayan kimse çıkmadı! deyince bizim masadakiler hep birden:

-Al bizden de o kadar! Hayıflananlar da oldu:

-Bizde kafa mı var? Ya da “Bizde kafa mı bıraktılar!” sözleri tekrarlandı. . . . . .

Yola çıktık, hava serin ama iyiden iyiye açık. Durağa inerken Elma Dağlarını izledik. Çok uzaklarda köyler seçiliyor. Gitsek hemen ulaşacakmışız gibi geliyorsa da besbelli aralarda seçilemeyen büyük uçurumlar var. Hasanoğlan'la tren yolu arasını ölçü tutup bakınca o köylerin, günlerce sürecek uzaklıkta olduğu kolayca kestiriliyor. Özellikle karlı günlerde köye hep Istranca dağlarına bakardım. Mahya tepesi yakında gibi görünürdü. Bir gün babama sormuştum:

-Mahya buraya çok mu uzak? Babam bana kalemi verdi, Mahya Tepesine yaklaşmak üzere gidildiğinde geçilecek köyleri sıralattı:

-Çeşmekolu-Deveçatak-Bayramdere-Karıncak-Kaynarca-Çayırdere-Akören-İslambey-Evciler-Kurudere. Babam; “Kurudere köyünden sonra dağa tırmanmak için yürünecek yol hesapta yok!” demişti. Köyler arası genellikle 2 saat derler, daha kısaları vardır ama oralar ovaya indikçe azalır, yükseldikçe köyler çok aralanır. Ortalama olarak 2 saat saysam bizim köy Mahya Tepesine 20 saatten çok daha uzak. Böylece Elma Dağlarını karşılaştırarak uzaklık hesabı yapıyorum.

 

8 Ocak 1944 Cumartesi

 

Arkadaşların bazıları gibi çok önem vermez görünüyorum ama zaman zaman da aklıma takılıyor. Plaktan opera dinledim. Rabia Erler'le Hilmi Girginkoç öğretmenin gerek ayrı gerekse birlikte söyledikleri aryaları dinledikten sonra operaların nasıl olacağını kestirmeye çalışıyorsam da gene de kesin bir biçim tasarlayamıyorum. Bu nedenle arkadaşlara, aklımca sabır önerirken içimden kendim de bir an önce görmek istiyorum. Trende konuşmalarımız hep opera üstüne oldu. Açık açık söylenmese de çoğumuzun aklında da Rabia Erler'in oynayıp oynamayacağı. Rabia Erler'in öğretmenimiz Hilmi Girginkoç'la ilişkisi söylendiğinden adı çok anılmıyorsa da ikili konuşmalarda (Çoğunluk arasında konuşmaktan hep çekiniliyor) sesinden, güzelliğinden söz edilirken, arkasında daha neler olduğu rahatça seziliyor. Yarı şaka yarı ciddi konuşmalar, şakalarla Kurtuluş durağında indik. Konservatuvar kapısından girerken, karar değiştirip konserde kalmak isteyenler oldu. “Kalsak ne olur? ”Kime ne? Konser hakkı bize veriliş, kim engel olur? ” türü dırdırlayarak kapıya dayandık, Faik Canselen Öğretmen kapıdaymış, bizi gülümseyerek karşıladı. Konuşmalar kesildi. Sıralara oturunca öğretmen:

- Bugünkü dersimizde, izleyeceğimiz opera nedeniyle Milli Müzik anlayışının doğması, gelişmesi konusunda ilk konuşmayı yapacağım, sizler sonra sonra bu konuda kendiniz kaynaklar bulup bilginizi geliştireceksiniz! Atatürk'ün çok istediği memleketimizdeki müzik yenileşmesi böylece öteki uluslarda olduğu gibi bizde de sağlam temellerine oturacak. Göreceğiniz gibi opera olayı salt şarkı, türkü olayı değil tüm güzel sanatların ortak bir ürünüdür. Bu ürün kişilerin tek başına yapacağı bir eylem değil, toplum işidir. Bizler, karınca kaderince, bir halk deyimiyle “Çorbada tuz! olarak katkıda bulunmaya çaba gösterelim, bu bile onun kökleşmesine dayanak olacaktır. Çünkü özellikle sizlerin konumu halkın ruhsal gelişmesine desteklik edecek dayanaklı köşelerde olacaktır.

Faik Canselen Öğretmen önce Rusya'daki müzik yenileşmesine değindi. Rusya'da (Çarlık zamanında) 5 besteci, Rus köylerinde söylenen türküleri, toplayıp çok sesli yapmışlar. Büyük halk katmanlarının beğenisini kazandıkça büyük eserler bestelemişler. Sonradan tüm dün ya bu bestecileri baş tacı etmiş. Bunları örnek alan öteki ulusların müzik severleri de benzer denemelere girişmişler, böylece bir kendi müziğini çok sesli yapma çağı başlamış. Romanyalı besteci Romen Halkının, Çekoslovak kökenli besteci, Çek, Norveçli besteci Norveç müziğini tanıtma yarışına girmiş. Öğretmen tekrar Rus bestecileri! Deyince arkadaşlardan “Tchaikovsky!” diyenler oldu. Faik Canselen Öğretmen hemen düzeltme yaptı:

 

Armoni, bestecilik Öğretmeni Faik Canselen

 

–Yazık ki o dediğinizi bugün sayamayacağız. Çünkü o bir Rus olmasına karşın Geleneksel Alman Müzik ekolünü benimsemiş, eserlerini o tür yazmıştır. Aynı zamanda yaşayan öteki besteciler, kendi yöntemlerini kendileri geliştirip müzik tarihine Rus Beşleri olarak geçmiştir. Bunlar, Mily Alexejewitsch Balakirev, Madeste Mussorgsky, Cezar Cui, Alexandre Borodin, Rimsky Korsakoff, ... ? Neyse bunları, eserleriyle karşılaştıkça konuşacağız. Bunlardan esinlenen, henüz bağımsızlıklarına kavuşamamış ulusların müzik severleri kendi toplumlarının yaşayan müziklerini değerlendirmeye başlamıştır. Bunlar daha çok, Avrupa büyük devlerinin boyunduruğunda kurtulamamış, günümüzde birer küçük devlet olan Finlandiya, Çekoslovakya, Macaristan, Romanya'dır. Romen havalarını Bela Bartok'da dinlemiştir. Çek bestecilerinden Anton Dvorak'ı Slav danslarından, Viyolonsel konçertosundan tanımıştık. Bugün de Çek Müzik ekolününün ilk kurucusu Bedrich Smetana'nın operasını izleyeceğiz. Satılmış Nişanlı. Büyük bestecilerin onca büyük operaları arasında sevilmiş olması bir çokları için şaşırtıcı gelse de, opera zevki almış insanların sevmesi defalarca görmek istemesi önemli bir değerlendirmedir. Bedrjih Smetana bu başarıyı kazanmıştır.

Opera konusu; adından anladığımıza göre bir evlilik üstüne kurulmuş bir öyküdür. Büyükleri tarafından evlenmek üzere bulunan iki genç, özellikle kız, seçilen eşini beğenmemektedir. Ancak bunu doğrudan açıklayamaz. Çünkü o bir başkasını sevmektedir. İki sevgili gürültüsüz patırtısız birleşmek için bir oyun kurarlar. Düğüne hazırlanan damat, oldukça saf, kolay inanan türden, biraz da gelgeç, ya da havai denilen yaratılıştadır. Kendisine, onu çok seven bir başka kız olduğu söylenir. Avanak damat adayı buna inanır. Kendisine öyle karmaşık bir oyun oynanmıştır ki izleyenler bile kimi kez ipin ucunu kaçırır. Çünkü, gelin adayı ile sevgilisi değişik kılıklarla değişik kişiler olarak aldatılan damat adayının çevresinde dolaşıp, düğünden caymasını kotarırlar. Ancak onların da bilmediği bir başka gerçek vardır, bu arada o ortaya çıkar. Böylece opera da neşeli biter.

Faik Canselen Öğretmen sözünü burada kesti, dikkatli dinlememizi, özellikle koro parçalarının Çek Halk müziği olabileceğini, bizim türküler gibi düğün- bayram ezgileri, çok sesli yapılarak operada söylendiğini tekrarladı. Operayı izledikten sonra yapacağımız konuşmalarda bunlara gene değineceğimizi, ilk dinleyeceğimiz operanın Satılmış Nişanlı olmasına da ayrıca sevindiğini ekledi. Son söz olarak da uvertüre dikkatimizi çekti.

Bu kez konservatuvara dönmemek üzere ayrıldık. Yol boyunca da operaların neden Halkevinde gösterildiği, neden konser salonunda gösterilmediği tartışması yapıldı.

Asım Öğretmenin konsere geleceğini umuyordum, gelirse; “Satılmış Nişanlı'yı görmüştür, bir de ondan dinlerim!” diye umutlanırken Resim Bölümündeki arkadaşı Kerim Kayhan geldi, ben sormadan:

– Asım memlekete gitti, iki hafta yok!

Asım Öğretmenin Çanakkaleli ya da Çanakkale çevresinden olduğunu biliyordum. “O gidince ben neden gitmeyeyim?” deyip kendimi sorguladım. Şimdi köyümde olsam, buradaki durumumu özellikle babama anlatsam “Kimbilir ne sevinir!” diye düş kurarken, sinemadan vazgeçenler olmuş, onlar geldi. Aralarında Talip de var, beni görünce Milli Eğitim Bakanlığı kitaplığına gitmemizi önerdi. Sevinerek gittim. Önce, kitaplığa gelen dergileri sordum. Güzel yüzü kadar, yumuşak konuşmaları, davranışları da güzel olan Dora Abla, kalkıp bana dergi köşesini gösterdi. Bizim köy muhtarının Ulus Gazetesi ile resmi Gazete yığınlarını andıran bir kaç dergi yığını vardı. Hepsini dağıtıp karıştırmayı içimden geçirdim ama Dora Ablanın saat 14'oo te gideceğini bildiğim için salt üstlere bakıp geçtim. Dolabın birinde tümü siyah ciltli kitaplar var; iki tane birden çektim, biri benim bildiğim bir kitap, Köprülüzade, Prof. dr. Mehmet Fuat'ın, Eski Şairlerimiz/DİVAN EDEBİYATI/Antolojisi, öteki de Yunus Emre Divanı... Köprülüzade'nin kitabı bizim kitaplıkta var ama, elimde uzun süre tutmaktan çekiniyorum. Almayı düşündüm. Verilmez, düşüncesiyle Dora Ablanın, büyük, camlı masasına yaklaşınca ben ağzımı açmadan o bana; “İkisini de alacak mısın? diye sordu. Doğru dürüst bir söz söyleyemedim, “Evet! anlamında başımı salladıktan sonra açıklama yapmaya kalkıştım. Dora Abla beni dinlemeden:

– O kitaplardan ben sorumluyum, işin bitince getireceğine güvenim var. Geçen bu iki yıl içinde o kitapları yerinden ilk kez sen çıkardın! dedi. Arkasından “o kitapları hangi öğretmen için çalışacaksın? diye sordu. Nedense duraksadım; iki Edebiyat öğretmenimiz var, sanki birini söylersem ötekine haksızlık edecekmişim gibi gereksiz bir çekingenliğim oldu. Bayan Dora'nın bizim okul hakkında bilgisi varmış, kendisi, Hamdi Keskin Öğretmeni de Sabahattin Eyuboğlu Öğretmeni de tanıyormuş. Kitapları, Hamdi Keskin Öğretmenin dersi için aldığımı söyledim. Nedene gene o duyguyla; “Sabahattin Öğretmenin kitabı yok!” deyiverdim. Bayan Dora yanlış anladı sanırım:

-A nasıl yokmuş? Bulamadınsa bende var, bir tane verebilirim! deyip kalktı, Sabahattin Öğretmenin bize parçalar okuduğu kitaptan bir tane verdi. Şaşırdım, yüzüm kızararak sordum:

-Bunu ben şimdi nasıl alıyorum? Bayan Dora güldü:

-Ben nasıl veriyorsam sen de öyle alıyorsun; senin Sabahattin Öğretmenin bizim aile dostumuzdur. Sen al bu kitabı, yararlan. Yapmazsın ama sakın Sabahattin Öğretmenin dersinde kitap elinde ortalıklarda dolaşma, sevmez öyle şeyleri. Duyduklarım başımı döndürmüş gibiydi. Biz konuşurken Talip yürümüş kapı dışında beni bekliyordu. Sevineceğim yerde şaşkın şaşkın Talip'e yetiştim.

Talip, geçen hafta aldığını söyleyip bu hafta kitap almamıştı. Benim sevincimi salt kitap alışıma bağladı. Oysa durum, kitap ötesinde bir olaydı. Dora Ablanın sözleri... Başarılı bir iş yapmışçasına sevinç için de Kızılırmak'a döndük. Mehmet Yelaldı ile Hüseyin Çakar geldi, birlikte Halkevi yolunu tutmak üzere kalktık. Kızılırmak Kıraathanesi'nden çıkıp Atatürk heykeline dönerken büyük camları sokağa bakan mavi renkli bir yer var. İstanbul Pastahanesi yazıyor. Gelip giderken hep görüyorum, oraya da İnsanlar girip çıkıyor. Kapı önünde durdum. Yola bakan büyük camın önünde, ağzını değneğine dayamış bir gözlüklü adam oturuyordu. Ben durunca adamın başını kaldırmadan bana baktığını anladım. Aldırmadım ama orasının ne olduğunu Mehmet Yelaldı'ya sordum. Meğer orası da Kızılırmak gibi müşteri bekleyen bir yermiş. Mehmet Yelaldı:

-Çaylar senden olursa haftaya gireriz! deyince heveslendim. Ancak Yelaldı gülerek:

-O sana bakan adam vardı ya, o Falih Rıfkı Atay'dır. Her gün bu saatlerde gelip oturur deyince ben:

– Kim? O ağzını bastonuna dayamış ihtiyar mı? Der demez Yelaldı makaraları salıp durdu:

-O, ağzını bastona değil nargile marpucuna dayamış, adam keyif çatıyor. Hem o, sandığın gibi yaşlı değil, çok dinç, sen onu yürürken gör!” deyince iyice şaşırdım. Falih Rıfkı Atay'ın 7 Gün Dergisi'nde dün bir yazısını okumuştum.

Bir yandan gülerek bir yandan da hızlanarak Halkevi'ne ulaştık. Halkevine girişin kuralları başkaymış, kapıda uzun süre bekledik. Halktan da bekleyenler olduğu için kendimizi ayrı saymadık. Ancak adlarımızı bir kağıda yazmamız gerekiyormuş, onu hazırlayıp balkona çıktık. Balkon, Konservatuvarın balkonundan daha rahat, orası gibi dar-derin değil daha ferah. Başlangıç duyurularından sonra konser salonu gibi sesler geldi. Sesler çok tanıdık, çok hızlı, kalın ince sesler yarış ederce kulaklarımızı doldurdu. Uvertürün sonunu dinleyince iyice tanıdık bir yüz görmüş gibi sevindim.

Perde açılınca birden şaşırdım, insanlar bayramlık giysileri içinde, yerlerinde duramayacak denli neşeliler. Birileri bir şeyler yapıyor, şarkılar söyleniyor. Fısıltılardan duyduğuma göre sakallı birisi (Köy papazıymış) çevresindekileri bir konuda yönlendirmeye çalışıyor. Düğün olduğuna göre gelin olabileceğini sandığım güzel kız durgun. Düğünleri yapılırken gelinler hep böyle midir? Bizim köydeki geleneklerde de gelinler ya ağlamaklı durur ya da doğrudan ağlar. Kızı sevdiğine de verseler, düğünde ağlamazsa o gelin eleştirilir. Burada da öyle. Ancak gelinin asık yüzü uzun sürmedi, karşısında birine bakarak şarkı söylemeye başladı. Kendisine söz atar gibi şarkı söyleyen geline karşısındaki de benzer şarkılarla karşılık verdi. Ancak ben karşılıklı şarkıları beklerken ortalık karıştı. Sahne bizim köyün bayramlarına döndü, herkes neşeli, şarkılar karıştı. Hiç beklemezken perde kapandı.

Kısa bir aradan sonra bu kez düpedüz danseden insanlar. Yer, o bildiğimiz alan değil bir salondur. İnsanlar danseder. Ortalıkta dolaşan biri bir genci getirip soru sorar. Genç biraz ürkek ya da kekeleyerek bir şeyler söyler. Gülenler olur. Bu arada biri, geçen perdedeki papaz gibi ortalıkta dolaşarak bir şeyler çevirir. Sık sık da gelinin, yani Marjenka'nın anne-babasıyla konuşur. Dans edenlere bakıp, şarkı sözlerini duymaya çalışırken konuyu izleyemediğimi anladım. Kendimi rahat bırakıp sahnedekilere baktım. Güzel kılıklar yanında hayvan postu giyenler vardı, onlar ne yapıyordu? Tam anlayamadım. Gelin'in istemediği kekeme genç bu kez gelin yerine geçen bir güzelle candan candan konuştu. Güzel şarkılar, danslar sürerken 2. perde de son bulur.

3. Perde bir alanda başladı, demin güzel kızla konuşan kekeme (Vaşek) gene kekeleyerek ama acıklı bir sesle şarkı söyledi. Tam bu sıra değişik kılıklarda oyuncular çıkıp geldi. Onlar kendi havalarında oynaşırken Vaşek'in etrafını bir kaç kişi sarar. Bunlar, evlenme evrakı imzalatmak isteyen anne-baba ile evliliği isteyenlerdir. Bir yandan da Vaşek'e bir hayvan postu giydirilmeye çalışılır. Oldukça karışık bir durum. Olayı izlemeyi bırakıp genel durumu gözlemeye başladım. Salt, Vaşek'in giymediği postu bu kez başka biri giydi. Bir dizi oyundan şarkıdan sonra Marjenka'nın telaşlandığı görüldü. Onların geleneklerine göre gelin, ayı postuna girmiş damatla karşılanırmış. Marjenka istemeye istemeye Vaşek'le evleneceğini beklerken Ayı postundan gerçek sevgilisi çıkar. Buna ben de şaştım. Buradan ötesini konuyu bilenler anlattı:

Marjenka Vaşek'le evlenmek istememektedir, çünkü onun bir sevgilisi vardır. Ancak anne-babalar karşılıklı anlaşmış, Marjenka ile Vaşek'in evlenmesine karar vermişler. Marjenka Vaşek'i biraz avanak bulduğundan onu kendisinden soğutmak için planlar kurmuş. Bu plan numaralarından birini biz de gördük, güzel bir bayan Vaşek'le dans edip, ona bir şeyler anlatıyor. Anlattıkları, Marjenka'nın değersiz biri olduğunu, isterse kendisi Vaşek'le evleneceği, Marjenka'yı eş olarak seçerse kendi değerini düşüreceği üstünedir. Ayrıca işin içine para ya da benzer kandırıcı sözler girmiş, Vaşek de bunlara inanarak evlenmekten vazgeçmiştir. Marjenka'nın sevdiği ise Vaşek'in babasının ilk eşinden kardeşidir. Buraya yeni gelmiş, çevrede tanınmayan biridir. Marjenka'yı sever, çevresinde dolanmaktadır. Bu arada, nasıl olduysa Vaşek'ın babası durumu öğrenmiş, oğluna sahip çıkmıştır. Geleneklere göre evlenecek çocukların aileleri nikaha esas olacak bir belge imzalamaktadır. Örneğin, “Krünişia ailesi kızlarını Mikba ailesinin oğluna verdi!” Bu belge hazırlandığı için nikah görevlisi de ortalıkta koşuşturmaktadır. O, görevi gereği evliliğin gerçekleşmesini istemektedir.

Sonunda düğüm çözülür Marjenka sevgilisi Hans'a kavuşur. Çünkü Hans, Mikbah'ın gerçek oğludur. Daha önce imzalanmış belgeye uyduğu için nikah gerçekleşir. Koro da son sözünü söyler: YAŞASIN NİŞANLILAR!

Perde inince bir süre oturduk. Burası konser salonundan çok farklı, girişler gibi çıkışlar da zor, dar yerlerden geçiliyor. Trene zamanımız olduğu için ağırdan aldık. Kapıdan çıkınca konuşmalar başladı; “O, kimdi?” O, bu derken sonuç tartışması başladı. Arkadaşların çoğu benim gibi, yer yer atlamışlar. Vaşek'le dans eden kimdi? Satılmış Nişanlı Operasını açıklayan metin varmış, ilk oynanışlarında dağıtılmış; onlardan bulun! dediler.

Bundan sonra operalara olduğu gibi tiyatrolara da buraya geleceğiz. Ayrılırken dönüp dönüp baktık, görkemli bir bina. İstasyona gidiş tartışma konusu oldu; istasyon uzak, Yenişehir yakın. Ancak Yenişehir durağında çok az duruyor. Rahat binip oturmak mı daha iyi yoksa telaşla, itiş kakış mı? Bu kez istasyona yürüdük.

Opera, opera, opera! Onu da gördük işte. Sahnede oynayanları nasıl tanıyacağız? Tanısak ne olacak? Derken Rabia Erler'i anımsadık, o bize bu operadan arya söylemişti, belki rolü vardı, olsaydı tanır mıydık? Bir süre bu konuşuldu. Biz konuşurken Mehmet Öztekin Öğretmen geldi. Oynayanları tanımadığımız söyleyince güldü:

–Rol alanları öyle hop diye tansan, onların yaptıkları rol sayılmaz. Durun bakalım, kişileri iyice tanıyınca seçmeye de başlayacaksınız. Operada tanımak için sesleri iyi saptamak gerekir. Soprano Mesude Çağlayan ya da Rabia Erler role çıkınca hep sopranodurlar. Eğer rolleri gereği kılıkları da birse kolay ayrılmaz. Ancak uzun süre değişik rollerde görülürse ayırmak kolaylaşır. Bir de beden görünüşü tanımayı kolaylaştırır. Örneğin Nurullah Taşkıran'ı bir kez gördükten sonra öteki rollerde rahat tanırsınız. Çünkü oldukça iri görünümle ötekilerden ayrılmaktadır. Süleyman Güler’le Orhan Günek ya da Aydın Gün'ü ancak sesinden ayıracaksınız. Öğrencileri Ruhi Su'dan söz açtılar. Öğretmen, Ruhi Su basbariton, bakın Hilmi Girginkoç Öğretmen de Basbariton onlar aynı rollere çıksa sesten çok boylarından ayırırsınız. Ruhi Su'nun kısa boyuna karşın Hilmi oldukça uzun boylu. Öğretmen ayrılınca bu kez de bugünkü operada sesleri ayırmaya çalıştık; “Hangisi bas, hangisi tenor?” Ekrem Bilgin kıs kıs gülerek bir liste çıkardı. Satılmış Nişanlı'da rolleri olanların listesiymiş. İnansak da inanmasak da kayıtsız kalamadık. Çünkü listede adını duyduklarımız da vardı:

Rabia Erler, Süleyman Güler, Mesude Çağlayan, Nihat Kızıltan, Muazzez Ünal, Aydın Gün, Hilmi Girginkoç, Orhan Günek, Aydın Gün, Nevzat Karatekin. . . . . .

Satılmış Nişanlı'daki sesle:

Sonunda evlenmiş olan Hans, bas. Baba olarak gösterilen iki erkek bas. ötekiler tenor. Bayanları ayırmadan soprano yaptık.

Yatınca bir süre Satılmış Nişanlı'dan çok opera olayını düşündüm, Şarkılarda ne söylüyorlar? Ben onların dediklerini anlamıyorum, oynayanlar, karşısındakilerin söylediğini anlıyor mu acaba? Biri ötekine:

– Çekil karşımdan! dese, bunu doğru anlayıp çekilir mi acaba? “O kadar da değil!” deyip geçiyorum. Gene de kısa sözlerin anlaşılırlığı yanında uzun uzun sesler çıkıyor; leyleklerin tatırdayışı gibi uzayıp gidiyor onları sanmam anlasınlar.

Babam, Bulgaristan'da Bulgarların kendi bayramlarının, kadın-erkek bir arada şarkı söyleyip oynadıklarını anlatırdı:

-Onlarda kaç-göç yok derdi. Kaç-Göç dediği bay-bayan ayrılmadan bir arada oturmak, şarkı söyleyip oynamak, anlamını taşıyordu. Öyleyse Çekoslovakya'da da öyle serbest demektir.

“ Opera da gördüm!” deyip gözlerimi kapadım. Köyde bunu anlatabilir miyim?

 

9 Ocak 1944 Pazar

 

Uyanınca akşam kendime sorduğum soru geldi aklıma; gene tekrarladım:

-Köye gittiğimde kahveye gelenlere, Ankara'da yeni bir şey gördüm deyip Satılmış Nişanlı'yı anlatabilir miyim? Anlatmaya kalkarsam niçin anlatacağım? Anlatmaktan çekinirsem, neden çekineceğim? Pekala anlatabilirim. Ancak operada geçen olay nedir ki? Bir evlenme dalaveresi. Kızın biri annesinin babasının seçtiğine değil de kendi seçtiğine, sevdiğine gitmiş. Bu, bizim köyde sık sık olan bir olay. Bizimkiler alıp bohçasını kaçıyor, buradaki ise bir başka dalavere çevirmiş. Operada renkli giysiler, şarkılarla hoşa giden bir durum oluyor ama anlatınca olay oldukça basitleşiyor. Onun yerine, gerçek operayı anlatmak gerek. Ancak onu, ne denli ustaca anlatsan kimse anlamaz. Tüm dikkatime, isteğime karşın tam anladığımı sanmıyorum. Ancak güzel bir olay. Bence filmlerden daha canlı. Bu kez de sahnedekilerin şarkılı konuşmaları nasıl sıraladıklarını düşündüm. Tek söyleyen biri şarkısını sürdürürken bir diğeri ona katılıveriyor.

Tam kalkacağım sıra Halil Dere geldi, aklımdakileri okumuş gibi operayı sordu. Demin aklımdan geçenleri ona anlattım. Öyle düşünmekte haklıymışım arkadaş bir şey anlamadığını söyledikten sonra sordu:

-Bunun nesini gösteriyorlar?

Nihat Şengül yetişti, yardımcı oldu. Romanların neden yazıldığından, filmlerin neden çevrildiğinden başlayarak pehlivanların güreşine, atların koşularına dek örneklerle anlattı. Nihat'a baktım, Mahir Canova Öğretmenin anlattıklarını iyi kavramış, onun gibi, sesini zaman zaman uzatarak konuşuyor, anlatırken kullandığı sözcükleri bile benimsemiş. Örneğin “Eeeeee, söyle bakalım!” ya da “Eeeee, sen ne diyorsun bakalım buna? ” gibi.

Kahvaltıdan sonra Müzik Salonuna gittik. Operadaki kalabalığa ya da bayanların verdiği değişik görüntüye göre bizim salon bana göre bizim kahve düzeyine indi. Arkadaşlara bir şey demedim ama biraz acayip buldum. Sanırım onlar da benzer düşünceleri akıllarından geçirdiler Ekrem Bilgin hemen Satılmış Nişanlı uvertürünü istedi. Yalnız onunla yetinme koşuluyla uvertürü koydum. Uvertür bir canlılık getirdi, arkadaşlar hemen kemanlara sarıldılar. Pazar banyo günümüz, sabahtan gidenler olduğu için tenhalaşıyor. Bundan yararlanmak isteyenler tüm dikkatiyle çalışmasını sürdürüyor.

Ben Halil Dere ile anlaştığım için onun grubuyla gidiyorum, arkadaş bu konuda dikkatli bir uyarıcı. Annesi ondan temizlik konusunda yeminli söz almış, o nedenle aksatmak söz konusu değil. Bu, benim işime geldiği için sık sık annesinin ellerinden öptüğümü, teşekkürlerimi mektubuna yazdırıyorum. Onun annesi benim de annem.

Banyodan sonra arkadaşların uğradığı kahveye gittik. Onlar oraya kahve değil Lokal diyorlar. Gitmelerinin bir nedeni varmış. Her yüksek okulun kendi okulları içinde öğrencilere bir yer veriliyormuş; arkadaşlar derslerine gittiklerinde boş zamanlarını o lokallerde geçiriyormuş; bizde neden olmasın? Bir başka örnek de derse gelen öğretmenlere koca bir salon ayrılmış. Bunu bilmiyordum, şimdi anladım, bir akşam Öztekin Öğretmen beni Faik Canselen Öğretmene göndermişti. Faik Canselen Öğretmeni bir kaç kişinin oturduğu koca bir salonda bulmuştum. Yemekhanenin arkalarında bir yerde. Hep sormak istiyordum, orası nedir? diye. Şimdi anladım, orası, bize derse gelen öğretmenlerin dinlenme yeriymiş. Birden sevindim, bize de öyle bir yer verirlerse severek gidip otururum.

Bu nedenlerle sözde, özellikle 2. sınıflar sık sık köye gidiyormuş, okul müdürü Hürrem Arman da sözde söz vermişmiş. Para işlerine bakan Md. yr. Tahir Erdem, onun için ödeneğimiz yok! deyip karşı çıkıyormuş. Tahir Erdem adı bana yabancı değilmiş gibi geliyor, bunu nereden duydum? diye bir süre düşünmüştüm. Geçen gün anımsadım, Tahir Erdem bizim Trakya Genel Müfettişliğinde Milli Eğitim Bakanlığı temsilcisiydi. İki kez okulumuza geldi, bir kez de biz Edirne'ye gittiğimizde Genel Müfettişlikte görmüştük. Bir benzeşiklik görüyorum ama o daha zayıf gibiydi. O, buraya gelir mi? Bence orası daha yüksek bir makam. Demek ad benzerliği var. Zaman zaman da aklımdan geçiyor; “Neden gelmesin?” Bakanlıktaki şube müdürü Ferit Oğuz Bayır Edirne'den gelmiş, Hidayet Gülen Öğretmen geldi burada kaldı. Hüsnü Baykoca Öğretmen de burada kaldı. O da gelmiş olabilir. Çok istersem bunu kendisinden soramasam bile Hidayet Öğretmenden öğrenebilirim.

Banyodan sonra Müzik Salonuna döndüm. Küçük oda boştu, Mozart sonatları alıp gittim. Bir birine benzeyen yeşilimsi kitaplar birini yanlış almışım, üstünde VARİASYON yazıyor. Baktım onlar da sonatlar gibi nota. İlk notalarına baktım, bir tanesi, bizim uygulama için gittiğimiz Turgutbey okulunda Hayriye Öğretmenin söylettiği şarkı, inanamadım. Mozart'ın VARİASİON adlı kitabında. Daha dün annemizin kollarında yaşarken falan diye sözleri olan şarkının notası. Başı böyle ama giderek değişiyor. Başının tıpkı olması beni şaşırttı. Bu arada Abdullah geldi, kapıdan duymuş, şarkıyı söyleyerek girdi. Notayı gösterince o da şaşırdı. Daha sonra geçmişte duyduklarımızı anımsadık:

-Bir çok şarkının notası büyük-küçük bestecilerden alınmış. Örneğin Gençlik Marşı, Artık Savaş bitti, ey şey arkadaş; büyük zaferin günüdür ya da Sosyal Varlık, insanlığa güneş gibi nur saçar v. b.

Yeteri kadar çalıştığımı söyleyip piyanoyu Abdullah'a bıraktım. Gerçekten yeterince çalışmıştım, Faik Canselen Öğretmeni de bu gece beklemiyordum. Kitaplığa gidip Milli Eğitim Bakanlığı kitaplığından aldığım Yunus Emre kitabını karıştırdım. Kitabın adı Divan, Yunus Emre Divanı. Önce duraksadım. Bu divan Fuzuli Divanı'ndan farklı. Kitabın BAŞLANGIÇ yazılı uzunca bir bölümü var, orasını okudum. Doğrusu pek bir şey anlamadım ama kendi kendime şaştım; kitaplıktan iki kitap aldım, iki kitabın yazarı bir biriyle kavga ediyor gibi. Köprülüzade Fuat Bey'in söylediklerini bilmiyorum ama Yunus Emre Divanı'nın yazarı Burhan Toprak onu oldukça paylıyor. Yunus Emre, Abbas Amcamın çok sık andığı bir şair, herhalde onun da Bektaşilikle bir ilişkisi var. Bir yerde; Kırşehir-Hacıbektaş'tan söz ediliyor ama tam anlayamadım, tekrar okuyunca dikkat edeceğim. Hamdi Keskin Öğretmen, Fuzuli'de olduğu gibi onun da üstünde durursa sorar öğrenirim.

Yemekte arkadaşlar, Faik Canselen Öğretmenin geldiğini söylediler. Önce şaka sandım. Doğrusunu Başkan Hüseyin Atmaca bilir, çünkü gelenlerle doğrudan ilgili, yataklarını, yemeklerini o izliyor. Yanımızdan geçerken tam soracaktım; ne soracağımı anladığı için gülerek:

-Seninki geldi! dedi. Yemeğimi yeyip koştum. Faik Canselen Öğretmen Bölüm Başkanıyla birlikte geldi, uzun süre kendi aralarında konuştular. Faik Öğretmen gülerek:

-Gel bakalım İbrahim, gene başbaşa kaldık iki Trakyalı. Söylemiş miydim bilmem ben de Trakyalıyım. Ama benim söylediğim Trakyalılık öyle orada doğma büyümelikle ilgili değil, beni görenler şeklime bakarak yapıştırıyorlar; “Sen Trakyalısın!” Sarışın oluşum beni hemen Trakyalı yapıyor. Canselen Öğretmenin göçmen olduğunu, gerçekten Trakyalı olduğunu biliyordum. Trakya, Edirne, Kırklareli derken öğretmen:

-Sahi sen Kırklareli’lisin, sizin oralarda bizim bir Selahattin'imiz olacaktı hiç görmüşlüğün var mı? deyince önce biraz durakladım. Faik Öğretmen hemen ekledi:

-Müzik öğretmeni Selahattin Yücesoy! Selahattin Öğretmeni iyi tanıdığımı, Hasan Amcamla olan yakınlığını, daha sonra Kepirtepe'ye gelişini, oradan evlenişini anlattım. Faik Öğretmen bu kez, ellerini bir birine vurarak:

-Ah sen Muazzez, Muazzez! dedi. Faik Öğretmen açıkladı:

-Selahattin'in bizim Konservatuvarda kız kardeşi vardır. Tiyatro bölümünden, zaman zaman karşılaşınca ağabeyine selam gönderirim, gelince o da bana selamları söyler. Oysa Selahattin'in evlendiğinden hiç söz etmedi. Öğretmen:

-Selahattin evleneli bir yıl mı oldu dedin? dedi ama bu kez de:

-Kızcağız kendi evlendi ya da evleniyor, ağabey mi düşünecek? deyip elini salladı. Sonra da Selahattin Yücesoy, daha doğrusu babasının başından geçen bir olayı anlattı. Asım adlı bir kişi, devlet dairelerinin birinde küçük bir memurdur. Müzik sever, içinde yetiştiği toplumun sevdiği türden şarkılar da besteler. Bu bestelerden birini genç bir subay olan Mustafa Kemal çok beğenir. Beğenmek ne söz, dilinden düşürmez. Yıllar sonra yurdun kaderini değiştirmek üzere Samsun'a çıkıp oradan Amasya'ya geçince arkadaşlarıyla sohbet edip eğlenirlerken Mustafa Kemal Paşa, eski şarkısını söyler:

 

“ Cana rakibi handan edersin-

Ben bi-vefayı giryan edersin

Biganelerle ünsiyet etme-

Bana cıhanı zindan edersin!”

 

Çevresindekiler hemen:

-Paşam, o şarkıyı bestecisinden dinlemek ister misiniz? Mustafa Kemal Paşa memnun olur. Şarkının olarak tanınan bestecisi Giriftzen Asım Mustafa Kemal'in yanına gelir. Giriftzen bir çalgı. Asım Bey çaldığı çalgıyla anılıyormuş. Böylece şarkının bağ kurduğu bir dostluk önce yüzyüze gelmeye ardından da daha güçlü bağ kurmaya yardımcı olur. Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra dostlar arasında ilişkiler sürer. Giriftzen Asım'ın çocukları yetişir, oğul Kemal Müzik Öğretmeni olur, kızı Muazzez, tiyatro bölümünde olağanüstü başarılıdır, Muazzez Yücesoy. Selahattin Yücesoy... Faik Öğretmen gülerek Yücesoylar bu kadar da değil, dileyelim arkaları da iyi gelsin!

Faik Öğretmenin yumuşaklığından yararlanarak Mozart Sonatları getirdim. Öğretmen, sonatları ayırdı, yanına koydu VARİASİON yazanları kapattı. Oysa benim soracağım asıl ondaydı. Dalgınlıkla “Hık!” ettim sanırım, öğretmen sordu.

-Bir soracağın mı vardı? Birini alıp sordum. Faik Canselen Öğretmen gösterdiğim Maman-Maman’lı parçayı açıp anlattı, tek eliyle biraz seslendirdi. Sonra da uzun uzun Türkçe varyasyon olarak andığımız bu tür parçaların bestelenişinde zorluğun öne çıkarıldığını anlattı. Son söz olarak da:

-Bunlar, yalın parçaların ancak ustaların çalabileceği zorluğa çıkarılmasıdır! deyip kitabı bana verdi. Sonatları karıştırıp:

-Al sana yabancı olmayan bir oyuncak! deyip çaldığım Andante'nin tamamını işaretledikten sonra da Beringerdeki yolumuzu aksatmadan gitmek koşuluyla mart ayına dek bana zaman tanıdı. Mart 1944. Şaştım. Ocak ayının ilk haftasındayız; neredeyse iki ay!

Öztekin Öğretmen beklediği için olacak Faik Öğretmen zamanı kısa tuttu, ayrıldılar. Operacı Rabia Erler yanına bu kez de bir tiyatrocu Muazzez Yücesoy eklemiştim. Öztekin Öğretmen ayrılınca tüm arkadaşlar ayrıldı. Pazar akşamları yatakhane erken açılıyor. Bu gece ben de erkenciler arasına katıldım. Bir de yataklara baktım ki, hemen hemen hepsi dolmuş, dolmuş ama herkes birbirine bir şeyler anlatıyor. Fısıltılarını duyduklarımın hiç biri dersle ilgili değil, ya gazete haberi ya da kadın-kız üstüne. Baktım biri de Milli Eğitim Bakanlığı Kitaplık görevlisi bayan Dora'dan söz ediyordu. “Dora” adı mı, soyadı mı? ” “Bilmiyorum! Öyle diyorlar, saçına beyaz düşmüş ama çok güzel. Bir başkası karıştı:

-Sen onun bir de kız kardeşini gör, bir içim su!

Yatınca aklım gene Kepirtepe'ye gitti. Öğretmen Selahattin Yücesoy, önceleri geldiğinde seviniyordum. Hele piyanoyu onarmaya kalkışınca boynuna sarılasım geliyordu. Sonra ne olduysa, önemini kaybetti. Oysa bugün salt ilk günlerdeki yanını göstermeye çalıştım. Hele Selahattin Öğretmenin bizim dökülmüş (söylem Asım Öğretmenindir) piyanoyu onarmak için gösterdiği çabadan söz etmedim. Bu da bir kurnazlık. Anlatsam, piyano çalıştığım ortaya çıkacak. Bu bir hilekarlık mıdır? İnsanlar bunu hep yapıyor. Arkadaşımız Sami Akıncı Ortaokula gittiğini bizden beş yıl boyunca sakladı. Oysa onun dosyasında bu kayıt vardı. “Bir gün açıklanır!” diye düşünmedi mi? Yüreğim cız etti, Ya Selahattin Yücesoy bir gün kardeşine geldiğinde bizimle karşılaşır bana eski günleri anımsatırsa, Faik Öğretmene karşı ne duruma düşerim?

Arkadaşımız Mehmet Yücel'i anımsadım. Selahattin Yücesoy Öğretmeni sevmediğini söylerdi. Sevmemesi için hiç bir neden göstermezdi. Salt Kırklareli Ortaokulunda öğretmen olması yeterliydi. Çünkü o, o okula devam edip sınıfta kalmış. Sınıfta kalınca da Kırklareli Ortaokuluna küsmüş, bunu, kendisinin okumasına engel saydığından, oradaki öğretmenleri de, (sonra gelenleri de) sorumlu sayıyordu. Rezzan Öğretmenimiz Selahattin Öğretmenle nişanlanınca ona da kızıp ad takmıştı: “Pabuç!” Arkadaşlar susturdu, yakıştırma yaygınlaşmadı ama bir süre aramızda öyle anıldı. Oysa Rezzan Öğretmen güzel bir bayandı; ince, uzun boylu, neşeliydi. Bayan öğretmenler içinde bizim sınıfa yakınlık gösteren bir öğretmendi.

Edirne'ye gittiğimizde onları dans ederken görmüştük. Rezzan Öğretmenin yüzü o gece her zamankinden daha güzeldi. Sonradan öğrendiğimize göre, Selahattin Öğretmenle ilk dans edişleriymiş. (Bunu, Rezzan Öğretmen kendisi söylemişti. )

Bu gece rüyamda kesinlikle onları göreceğim düşüncesiyle gözlerimi kapadım.

 

10 Ocak 1944 Pazartesi

 

Uyanınca akşamki düşüncelerime güldüm. Selahattin Yücesoy Ankara'ya gelecek, Konservatuvara uğrayacak, biz de orada olacağız, o, beni görecek, piyano çaldığımı söyleyecek. Daha neler? Kepirtepe'de tanıyordu ama o zaman değişmeyen bir giyimim vardı. Ayrıca hep okul içinde Asım Öğretmeninin odasında ya da oralarda bir yerde karşılaşıyorduk. Ayrıca Hasan Amcamı tanımış olması sanırım onunla karşılaşınca hakkımda konuşmuş olmaları beni unutturmuyordu. Geçmiş ola, burada burun buruna gelsek bile tanıyamaz. Süheyla Öğretmenle karşılaşsam ne olacak? Onun tanıması olası değil. O beni hep iş giysilerim içinde gördü, kumaş öğrenci giysilerim için bile ancak sayılı günler gördü. Hele saçlı olarak hiç göremedi; bu nedenle tanıması olası değil. Görünce sokulup kendimi tanıtmazsam haklı olarak gelip geçecektir. Böyle bir durum olursa nasıl davranırım; daha doğrusu nasıl davranmalıyım?

Abdullah seslendi:

-Faik Canselen Öğretmen nasıldı? Faik Canselen Öğretmen kimi kez yanlışları özellikle bir kaç kez düzeltme yaptığı yanlışlar tekrarlanırsa, sabretmeyip söyleniyor:

-Bu olmaz işte, bu doğrudan bana hakarettir; bunca nefes tükettikten sonra bu olmamalı! gibisinden sözler söylüyormuş. Şimdiye dek bana böyle bir söz söylemedi; daha doğrusu söylemesine ben olanak hazırlamadım ama, olabilirliği ya da olacak olabilirliği her zaman beklenir. Şimdilik bu konuda rahatım. Abdullah'a akşamki konuşmaları tekrarlayarak Faik Öğretmenin yumuşaklığına inandırdım. Bu kez de Abdullah bana sordu:

-Bu tür sözleri nasıl ortaya getiriyorsun, ben de Kırklareli'yiyim ama, bunu ortaya getirip de öğretmenle konuşmayı aklımdan bile geçiremiyorum. Abdullah'ın sözünden azıcık alındım; sanki ben suç işlermişim gibi bir tavır sezdim. Bu nedenle ben de ona sordum:

-Seninle, Kepirtepe'de aynı sınıftaydık. Birlikte müzik derslerine girdik. Çoğu derste Asım Öğretmen seni ön planda tutar, not okutur, şarkı söyletir, arkadaşlara örnek gösterirdi. Böyleyken bir gün olsun öğretmenin kapısını çalıp ondan bir dilekte bulundun mu? Asım Öğretmenin kaldığı bir yıla yakın süreçte Selahattin Yücesoy geldi gitti, bir yol olsun yanına yaklaştın mı? İşte ben böyle davranmıyorum. Asım Öğretmen Kepirtepe'ye geldiğinde biliyorsun akordiyon yoktu. Okula akordiyon alınıncaya dek Asım Öğretmen benden akordiyonu istedi. Akordiyon nedeniyle bir yakınlık gösterdi. Bu yakınlık benim istediğim bir ilgiydi, müzik çalıştığıma göre müzik öğretmenine yaklaşmam benim çıkarımaydı, elimden geldiğince yaklaştım. Asım Öğretmen de çok iyi insanmış, beni özendirerek iyice müziğin içine çekti. Şimdi hiç bir bağımız olmamasına karşın her hafta karşılaşıyoruz, beni arıyor, buluşup konuşuyoruz. Selahattin Yücesoy Öğretmenle tanışmam da buna benzer bir karşılaşmada oldu. Onu ben daha önce duymuştum, Kırklareli Ortaokulu Müzik Öğretmeni, Hasan Amcamın müzikseverliği nedeniyle tanışmışlar. Amcam bunu bana anlatmıştı. Selahattin Öğretmen Kepirtepe'ye geldiğinde bizimle konuşurken ben Hasan Amcamdan söz edince Selahattin Öğretmen özel ilgi gösterdi, böylece merhabalaşma başladı. Faik Öğretmenle konuşurken de buna benzer bu konu konuşulurken Selahattin Öğretmenin adı geçince Faik Öğretmen konu üzerinde durdu, bildiklerini anlattı.

Abdullah'la hem konuştuk hem de salonun sobasını yaktık. Bu kez Abbullah'a çekinmeden düşüncemi söyledim:

-Arkadaşım, sen yeterince çalışmıyorsun. Abdullah:

-Daha nasıl çalışayım? Bu kez Abdullah'a Hamdi Keskin Öğretmenin anlattığını anımsattım. Hamdi Keskin Öğretmenin kardeşi için söylediğini Abdullah da dinlemişti, gülerek:

-Ben onu da yapmıyorum, bakma böyle konuştuğuma! Hamdi Keskin Öğretmenin kardeşi kapılarda bekleyip soru alırmış. Doğrusu ben onu da yapmıyorum; haklısın! deyip sustu.

Kahvaltıdan sonra koşarak Müzik Salonuna gittik. Az sonra öğretmenler de geldi. Hilmi Girginkoç Öğretmen elini şıklatarak bizi piyanonun önüne çağırdı. Bizim beklentimiz, söz operadan açılacak, Satılmış Nişanlı'dan söz edip iki saatı doldurmaktı. Hiç de öyle olmadı, önce gamlar yapıldı. Abdullah Erçetin dışında hepimiz en az üç kez tekrarlamak zorunda kaldık. Azmi Erdoğan, İbrahim Şe , Halil Yıldırm, Kadir Pekgöz, Mehmet Ünver. ayrıca aralıklı ses çalışmaları için haftalık ödev yüklendiler. Ders sonuna doğru konu operaya geldi ama bizim beklentimize değil, teorik bilgiye geçildi; Opera, Bas, Bariton, Tenor Soprano, Koleratur Soprano, Alto sesleri tanımı, Orkestra, uvertür, resitatif sözlerinin anlamları, seslerin sınırlarının bilinmesi istendi.

Ders bitiminde biraz buruk olarak karşılıklı bakıştık. Oysa biz, Satılmış Nişanlı üstüne konuşarak, hem dersi atlatmak hem de gerçekten anlayamadığımız bölümlerin açıklanacağını, ayrıca gelecek operalar hakkında ön bilgiler bekliyorduk.

Mahir Canova Öğretmen bugün çok güleç bir yüzle söze başladı. Beklediğimiz Opera konusu ondan geldi:

-Sezona opera ile başladınız, ben bunun tiyatroyla olmasını istiyordum. Çünkü bu sanat ailesinin ilk ocağı tiyatrodur. O nedenle sezonu tiyatroyla açmak istiyordum. Neyse bir hafta gecikmeyle de olsa olacak! deyince yüzler güldü. Öğretmen sezon sözünü açıkladı. Sözlerini perçinlemek için Çin-Japon tiyatrolarının başlangıç tarihlerini anımsattı:

-Eski Yunan Uygarlığının doğuş, doruğa çıkış tarihlerini sordu. Çin- Japon tiyatrolarını 2000, 3000, 4000 dedikten sonra Yunan Tiyatrosunu 1. Ö. 6. 5. 4 y. yıllara getirdik. Mahir Öğrettmen bakın bunlarda operanın o'su bile yoktur. Opera için İ. S. 1100-1200 diyenler varsa bile bugünkü görünümündeki operalar 1700 y. yılda başlamıştır.

Mahir Canova Öğretmen:

-Operadan başlayıp 17. yüzyıla geldik, gelin isterseniz bugün, Opera doğarken tiyatro ne durumdaydı onu konuşalım. Hiç düşünmediğimiz ya da üstünde durmadığımız bir olay. 16-17. yüzyıl olarak tarih derslerinde sanatlardan söz ediliyor ama ayrıca tiyatroya yer verildiğini bilmiyorduk. Bildiğimiz genel olarak, Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u alınca, oradaki bilginlerin, sanatçıların Avrupa kıtasına özellikle de Kuzey İtalya'ya gidip oralarda (Venedik-Cenova-Milano) yeni bir uyanış başlattığını bu uyanışın bir süre sonra Rönesans denilen Büyük Uyanış'a döndüğünü duyduk ama, bunu yüz yıllara yamayıp ayrıntılara inmemiştik. Mahir Canova Öğretmen tam benim beklediğim bir soru sordu:

-Shakespeare'den kitap okudunuz mu? Çok rahat olarak parmağımı kaldırdım. Mahir Öğretmen kitap adı değil de yaşadığı dönemi sordu. Yaşadığı dönemi okuduğum kitaplardan değil de Kraliçe Elizabet'ten biliyordum. Kraliçe Elizabet döneminde yaşadığına göre 16. yy. sonu ile 17 yy başı oluyordu. Friedrich von Schiller'in acıklı kitabı Marie Stuart'ı okuduğumda çok duygulanmış, Kraliçe Elizabet'e kin bağlamıştım. İşte o kin Shakespeare'i bana tanıtmıştı. Bir iki kitabından sonra onun yaşadığı tarihi bir daha unutmamıştım. 1564-1616 arası. Zaten kimi kitaplarında bu konuda hep bilgi verilmişti. Bu tarihi de bizim tarihimizdeki padişahlara bağlamıştım; 1564 Kanuni Sultan Süleyman'ın son yılları. (Ölümü 1566) 2. Selim 1574, 3. Murat 1574-1595, 3. Mehmet 1595-1603, 1. Ahmet 1603-1614-1617 olmak üzere 5 padişah zamanında yaşamıştır. Aynı zamanda İngiltere'nin büyük kraliçesi Elizabet'in 50 yıllık saltanatı süresinde ünlü olmuş, kraliçe tarafından korunmuştur.

Mahir Öğretmen söylediklerimi duymamış gibi gözlerini yumar gibi yapıp çenesini ileriye iter gibi yaparak:

-Okuduğun kitaplar biliyorsun yabancı kitaplardır. Bunları birileri oturup çevirirler. Okuduğun kitapları çevirenlere bakıyor musun?

Anladım ki öğretmen benim okuduğuma ya inanmadı ya da dikkatli okuyup okumadığımı öğrenmek istedi. Hemen defterimi açıp okuduğum kitaplar bölümüne baktım. Shakespeare en çok kitabını okuduğum ikinci yazardı (1. Ömer Seyfettin) 1. Hamlet, Kamuran Şerif, 2. Julius Caesar, Nurettin Sevin, 3. Kral Lear, Seniha Bedri Göknil, 4. Othello, Orhan Burian, 5. Romeo Juliette, Ertuğrul İlgin. 6. Yanlışlıklar komedisi, Avni Givda! Öğretmen güldü. Arkadaşlara dönerek:

-Arkadaşınız, işini sağlama bağlıyor; bu çok iyi bir yöntem; keşke hepiniz demiyeceğim HEPİMİZ bunu yapabilsek! deyip “Tiyatro tarihinin en büyük Dram yazarı, tartışmasız İngiliz, Wilhelm Shakespeare'dir!” dedikten sonra, onun tiyatrosu önce mekanlarını anlattı. Onun tiyatro mekanıyla tarihteki tiyatroları karşılaştırdı. Sonra da konularına geçti. Konularının da hemen hemen hepsinin tarihten alınma olduğunu anlattı. Tarihten bildiğimiz Julius Caesar'ın ölüm olayının bile daha eski tarihlerde bir benzeri olmuş yazar ondan yararlanmıştır. Ancak anlatışı, olayı başlatıp bitirişi, izleyen üstünde bıraktığı etki bakımından onun yaptığı kesinlikle üstündür. Bu nedenle ele aldığı konuların daha önceden bilinmesi önemli değildir. İşte Shakespeare'in üstünlüğü buradan ileri gelmektedir. Öğretmen bana bakıp gülümseyerek:

-Gelin Wilhelm Shakespeare'den bir kitap birlikte biz okuyalım! deyip Atinalı Timon'u, ara ara atlayarak okudu. Kitabın ana sözüne uygun Atasözü bulmamızı istedi. Zil çalınca haftaya devam edeceğimizi, bir engel çıkmazsa bu cumartesi günü de Shakespeare'den bir oyun göreceğimizi söyleyip ayrıldı.

Bu habere sevinenler yanında “Konserler kaçıyor!” diyenler de çıktı.

Yemekte konu bir süre didildikten sonra ortak bir karar alındı, oyunda oynayanlar saptanıp adları yazılacak. Kimin adları, oyunda olanların mı yoksa tüm Tiyatro Bölümünde olanların mı? Önce bir patırtı koptu sonra da salt oyunda olanların adlarında karar kılındı.

Yemekten sonra Faik Canselen Öğretmen oldukça sert davrandı. Diyezsiz, bir diyez, iki diyezli gamların 1, 3, 5, 8. nci notaları üzerine akarlar kurmamızı istedi. 2 diyezli re majörü bulamayan arkadaşımız çıkınca Faik Canselen Öğretmen sinirlenip tahtaya gitti, tahtaya vura vura re majör gamını yazdı. Ancak, tebeşirler yumuşakmış, öfkeyle tahtaya vurunca tebeşir iki üç kez kırılıp elinden düştü. Üçüncüde güldü, bize bakarak:

-Öfkeyle kalkan, zararla otururmuş! Benimki de öyle, öfkem tebeşire geçti! deyip piyanoya döndü. Ne düşündüyse piyanodan kalkıp beni oturttu. Önce Do majör, 1, 3, 5, 8 akor dizinin, do-mi-so arkasından so-si-re ondan sonra da re-fa diyez-la yazdım. Faik Öğretmen bu kez de bana kızdı ya da kızar gibi yaptı. “İbrahim de yorgunu yokuşa sürdü!” dedi. Faik Öğretmen önce do majörün dört basamağını istiyormuş. Özür diledim neden öyle yaptığımı savundum:

-Uzun sürecek, re majöre sıra gelmeyebilir! deyince öğretmen saatine baktı:

-Haklıymışsın! deyip, konuyu haftalık ödev olarak verdi. Gene piyanoya oturdu dörder dörder nota seslendirmesi yaptırdı “1. do-2. mi-3. sol, 4. do (İnce) Hep birlikte do-mi-sol-do... Tek diyezli sol majöre geçerken zil çaldı. Sol-si-re... , re-fa diyez- la... sesleri bir süre tekrarlandı.

Mehmet Öztekin Öğretmen ellerini şaplatıp kemancıları uyarınca Beringer'imle Mozart Sonatları alıp alt kata indim. Beringer metodumdaki Mozart Andante'nin bütününü Sonatlar arasından seçtim. Do Major K 545 yazıyor. Major, Do major tonunda bestelendiği için. K 545 ise Mozart'ın tüm besteleri sıraya konmuş, 1'den 626 sayısına dek bestesi varmış. Bu sonat, 545. nci bestesiymiş.

Benim bu saatteki çalışmam dün akşam geçmişti. Faik Öğretmen bu hafta yeni parça vermedi; “Tüm parçaları biraz daha pişirelim!” dedi. Bu, bir bakıma olmamış demeye geliyorsa da ben işi vurdum duymazlığa getiriyorum ya da umursamaz bir tavırla o parçaları daha severek çalıp gerçekten pişiriyorum. Şimdiye dek geçen hiç bir parça için “Biraz daha pişsin!” denmedi. Buna seviniyorum.

Akşam yemeği neşeli geçti.

Kendi salonumuz açıldıktan sonra Kitaplık çok tenhalaştı. Sami Akıncı gerçekten kitaplık memuru gibi hep orada. Ona böyle deyince hemen açıklama yapıyor:

-Kitaplık görevliliğini üstlenirim ama kitaplıktan kimseye kitap vermem, ben oturduğum çalışma masamın memuruyum. Sami Milli Eğitim Bakanlığı kitaplığına gitmemiş, orasını anlatınca ilgilendi. Bu arada oradaki görevli Bayan Dora'dan söz ettim. Sami, kitaplığı görmek için gideceğini söyleyince arkadaşlar takıldılar:

-Sami, Bayan Dora'yı görmeye gidecek! Dora adı konu edildi. Dora diye bayan adı olur mu? Belki de soyadıdır. Dora soyadı arandı. Atlar için Doru, dendiği öne sürüldü. Yusuf Asıl kestirdi attı:

-Do-re, söylenirken bozulmuş do-ra olmuştur. İnsanların çoğu nota bilmiyor. Emrullah la, sesini a'yı inceltmeden söyleyince Adem Gürçağlayan Öğretmen, “Dağ, dağın da'sı, dana, dananın da'sı! demişti. O zaman Emrullah'a uzun süre takılan olmuştu:

-Dananın nesi? dendikçe Emrullah da kızıp yanıtlıyordu:

-Ananın memesi! . . . . .

Kepirtepe anılarına hemen kayıverdik. Hasan Üner geldi. Gelir gelmez de:

-Al Abi emanetlerini deyip iki kesik uzattı. Eski dergilerden kesmiş, Namdar Rahmi'den iki mizah şiiri. Yusuf alıp okudu. Herkes güldü. Ancak benim alıp saklayacağımı öğrenince kaşları çatılanlar oldu:

-Saklayıp da ne yapacaksın? Hamdi Keskin Öğretmenin söylediği bir sözü anımsattım. Öğretmen, Namdar Rahmi'nın Yılbaşı gecesi okuduğu şiirlerden söz edince:

-O tür mizah şiirleri üzerinde duracağız!” demişti, sanırım o zaman gerekli olacaktır!

 

Eşeğe Gem Vurma

 

Benim ağzım pek yandı, aman siz dikkat edin,

Yalnız layık olan adama hürmet edin,

Haddini kim bilmezse ona hakaret edin,

Ele ürkek durmayın, onu hakikat sanır,

Eşeğe gem vurmayın, kendisini at sanır.

İnsanların kimisi uyuz köpek gibidir,

Kimisi ayı gibi, kimisi eşek gibidir,

Tilkiye doğru olmak, hakka sövmek gibidir,

Namerdi okşamayın, onu bir tokat sanır,

Eşeğe gem vurmayın, kendisini at sanır.

Pehpehlerle, pohpohlarla çok itleri at yaptık,

Uçurduk da göklere, alkıştan kanat yaptık,

Hiç yoktan başımıza koca saltanak yaptık,

Üstüne çul vursanız, it onu kanat sanır,

Eşeğe gem vurmayın, kendisini at sanır.

İşini uyduranlar, tilki gibi kurnazdır,

Silahı hep yalandır, zekalarıysa azdır,

Yalanını tutsanız, fayda yok utanmazdır,

Yüzüne tükürseniz onu kalafat sanır,

Eşeğe gem vurmayın, kendisini at sanır.

Gösterme karda gez de kimseye izleri,

Kıymet bilmeyenlere tüketme cevherini,

Varlığını belli et, açmadan her yerini,

Bir hammal kayığını, sarhoş bilmez at sanır,

Eşeğe gem vurma, kendisini at sanır.

Sözü yerinde söyle, demiri tavında döv,

İti, it olarak gör, öveceksen yiğit öv,

Döveceğin adamın yüzüne tükür de söv,

Yüzüne tükürmezsen, onu iltifat sanır,

Eşeğe gem vurma, kendisini at sanır.

 

Namdar Rahmi Karatay

 

Çarşambadır Çarşamba

 

Ey oğul bu alemde maksadın yaşamaksa,

Al sana hiç modası geçmeyen bir siyasa,

Bu sözü iyi, belle, olsun sana bir yasa,

İşte her şeyi süt liman, her işinil gül pembe,

Çarşambadır çarşamba, perşembedir perşembe.

Olsa da yılbaşımız, her yılın son kanunu,

Değişir mi kolayca sosyetenin kanunu?

Her gün amirlerine söyleyeceksin şunu:

-Bugün dünden iyisin a sultanım merhaba!

Perşembedir perşembe, çarşambadır çarşamba.

Tuttuğumuz yol büyük bir medeniyet yolu

Kılavuz mu istersin, gözetle sağı solu

Şahlanmış gidiyoruz sanki dizginler dolu,

Atlıyoruz ok gibi yılda bin bir mertebe,

Çarşambadır çarşamba, perşembedir perşembe.

Kendinden küçüklere sakın gösterme meyil,

Baş sallamayı öğren , büyük önünde eğil,

Sallanır şapkayla da, baş hep kavukla değil,

Eski kavuklar şapka, fraklar eski aba,

Perşembedir perşembe, çarşambadır çarşamba.

Nabza göre şerbet ver, herkesi sal umuda,

Cennet köşkündeyiz, de olsak bile tamuda,

Şeftaliye benzet sen, benzese de armuda,

Bütün kötü görenler ya mürteci ya kaba,

Perşembedir, perşembe, çarşambadır çarşamba.

Böyle bitek tarladan umudunu kim keser?

Çıkmaktadır ortaya her gün yeni bir eser,

Kar yağar, güneş açar, uğurlu yeller eser,

Geceler çift doğurur, şimdi gündüzler gebe,

Çarşambadır çarşamba, perşembedir perşembe.

 

Namdar Rahmi Karatay

 

Hasan Üner'e çok teşekkür ettim; aramayı sürdürecek. Hasan hemen düzeltme yaptı:

-Ben aramıyorum, Tombul Teyze ile Amca Bey'i izlerken onlar karşıma çıkınca alıyorum; özel olarak onlar için bir çabam yok!

Konuşmalardan etkilenen Yusuf Asıl, şiirleri almak istedi. Ciddi olduğunu sanarak:

-Ben yazayım, bir ara defteri alır yazarsın! diyecek oldum, Yusuf hemen:

-Yazacak vakti olmadığını, bunları ben yazınca ona vermemi isteyince Hasan Üner şiirleri alıp bölümler okudu:

-İşini uyduranlar tilki gibi kurnazdır, Sözleri hep yalandır, zekalarıysa azdır! deyince Yusuf fena laflar söyleyerek ayaklandı. Yusuf'u ayıpladım. Öteki arkadaşlar da Yusuf'a çıkıştılar:

-Zamanım yok diyorsun ama her gece gelip burada sürekli konuşuyorsun! diyen oldu. Yusuf sözü uzatınca Sami Akıncı konuştu:

-Azizim Yusuf Asıl, doğrusu ben senin burada eline bir kitap aldığını görmedim, seni yakından görüyorum, buna seviniyorum ama, görmediğim bir şeyi de gördüm diyemem! Yusuf adına üzüldüm. Gelenler oldu. Halil Basutçu:

-Kepirliler, sizin uykunuz gelmedi mi? diye sorunca esneme numarası yaparak kalktık. En tumturaklı esneme numarasını Yusuf yapınca içim rahatladı. Besbelli, tepki gösterdiği ölçüde gücenmemiş. Önce öyle bir öfkeyle kalktı ki, bir daha yüz yüze gelemeyeceğimizi bile düşünmüştüm. Yusuf zeki, okunan dizelerin arkasından neler geldiğini anımsadı, ona kızdı. “Utanmaz, köpektir” v. b. gibi sözleri, gerçekten her insan üstlenemez.

Yatınca önce Yusuf'u düşündüm. Aramızdaki yaş farkına karşın hemen hemen en iyi arkadaşım Yusuf oldu. 5 yıllık süreç içinde Yusuf'la karşı karşıya kaldığımı anımsamıyorum. Ayrıca o da özellikle çalışmalarda hep isteyerek benim grubuma geldi, kaytarmadan, yapabileceğini yaptı. Nedense burada, az da olsa belli konularda ayrı düşünüyormuş gibi tavırlara giriyor. Yeni arkadaşlarının etkisinde kalması doğal da kişiliğini değiştirmesi bence zararına olur. Hiç kimse için düşüncesini açıklamayan Sami Akıncı bile düpedüz bu akşam Yusuf'u karşısına aldı. Sanırım Yusuf'un dönüş yapmasında Sami'nin etkisi oldu. Yusuf'un Sami'ye sonsuz güveni vardır. Sami Akıncı ile bir zamanlar zıtlaştığımızda Yusuf oldukça sıkılmıştı. Kendisini, “İki arada bir derede!” sayıyordu. O zamanlar ben, onun Sami Akıncı ile konuşmasını hoş gördüğümü söylediğimde Yusuf boynuma sarılıp teşekkür etmişti. Ondan sonra bana daha çok yaklaşmıştı. Her şeye karşın Yusuf Asıl'ı iyi bir arkadaş olarak düşüneceğim. Özellikle de yeğenim İsmet'le olan yakınlığı İsmet'in okula bağlılığını perçinlemişti. İsmet'le gelecekte yapacağımız eskiye dönük konuşmalarda Yusuf'un önemli bir yeri olacağını biliyorum. Şimdi bile yeğenim İsmet bu üç ay içinde bana bir, Yusuf'a iki mektup gönderdi. Onlar kendi aralarında o denli ortak konular saptamışlar ki, onları anlatmakla bitiremiyorlar. Geçen yıl, benim de geçirdiğim en büyük kaygı buydu. İsmet kız kaçırdı, resmen evlendi. Bunu okul duysa hemen kaydı silinecekti. Benden başkasının duymasını istemiyordum. Ancak İsmet Yusuf'la o denli sıkı fıkı ki, çocukluk edip Yusuf'a olayı anlatırsa, ne denli tembih edilirse edilsin Yusuf daha bir çocuk, ağzından kaçırır. Bu düşüncelerle Yusuf'u bir yıl başımın üstünde tuttum, sürekli gözledim, ağzını aradım, Yusuf'a sevgililer önerdim, bizim Köy Muhtarımız Çavuş Amcanın kızı Fatma, Kamber Amcamın kızı Elif, benim dilimde Yusuf için sıra bekliyordu. Yusuf'u Kamber Amcamlara götürdüğümde yengem de demez mi:

-Ben Yusuf'u çok sevdim, onu evlendireceğim. Gelin adayı kesinlikle bir tesadüftü, bizim Muhtar Amcanın kızı Fatma çıktı. Yengem soy olarak o aileden geldiğinden Fatma'yı iyi tanıyor. Yusuf bu olayı benim yakıştırdığıma inandı, düşüncesinden caydıramadım ama kesinlikle yengemle böyle bir konuşma yapmamıştım. Ayrıca okulda da Feride'yi Yusuf'un sevgilisi olarak öne sürüp, Yusuf'u sürekli belli konu içinde tutarak biliyorsa İsmet üstüne ağzından söz kaçırmasın ya da kaçırırsa yaygınlaşmasını durduracak önlemler alayım. Yusuf'ların köyüne gittiğimizde annesiyle konuşurken, Yusuf'la aramızdaki bu pazarlıklı sevda olaylarını annesinin de bildiğini öğrendim. Hatta annesi:

-Oğluma gösterdiğin bu çabayı kendi yeğenine göster! deyince içimden bir “Eyvah!” çektim ama yanılmışım; bizim giz, Yusuf'a karşı da gerçekten “GİZ” olarak sonuna dek sürmüş.

 

11 Ocak 1944 Salı

 

Sabahattin Öğretmenin öfkesi geçti mi?

Bu soruyu duyan 2. sınıflardan bir kaç kişi birden yanıtladı:

-Sabahattin Öğretmen öfkelenmez; onda öfke şöyle dursun en küçük bir sinirlenme belirtisi bile görülmemiştir. Onda Eyüb sabrı vardır! Eyüb kimdir? Peygamberlerden biridir. Peygamberler sıralamasında kaçıncıdır? Ne sıralaması? ... Sus! Burada ben de söze karışıp Peygamberleri, Adem, İdris, Nuh, Hud, İbrahim, Lud, İsmail İshak, Salih, Yakup, Yusuf, Eyub olarak parmak sayarak sıraladıktan sonra 12. işareti verdim. Yüzüme tuhaf tuhaf bakmalar, fısıldaşmalardan sonra geçen haftaki olayı anlattılar. Dinleyenlerden biri de Rıza Dönmez'di. Rıza Dönmez bir süre suskun suskun durduktan sona birden:

-Siz de birader “Manda çatlatanlardansınız galiba! Adam size iyi niyetle, özgürlüğünüze dokunmadan bilgi vermeye çalışıyor, sizse özgürlüğü vurdumduymazlığa çeviriyorsunuz. Ona kimse katlanmaz. Ne demişler “Yumuşak atın tekmesi sert olur!” Rıza Dönmez'in Atasözü tam yerinde oldu. Ona denklikte bir güzel sözü de Muttalip Çardak ekledi:

-Anacığım, benim için dualarını eksik etme! Sözler güzeldi ama gene de “Ti'ye alınmış tafrası içinde yatakhane boşaldı. Abdullah Erçetin'le bizim salona gidip sobayı yaktık. Öztekin Öğretmenin bugün Enstitü Bölümü son sınıflarıyla çalışması var. Son sınıf öğrencilerinden Turan Yiğit'le Galip Gürler geldi, salonu onlara bırakıp kitaplığa döndük.

Sabahattin Öğretmenin kitabı o kadar büyük değil, benim büyük defterin yanında göze batmıyor. Defter renginde kapladım. Önden dört sayfayı da kaplama kağıdı içine aldım. Biri alıp iyice karıştırmadan ne kitabı olduğunu ayırt edemeyecek. Zaten çekinmem arkadaşlardan değil, birileri alıp Sabahattin Öğretmene gösterirler, arkasından da benim olduğu çıkarsa işte o beni utandırır.

Sabahattin Öğretmen, elinde küçük bir kitapla geldi, kitabı kendi küçük masasının üstüne koyduktan sonra kitaplığa yeni kitap gelip gelmediğini sordu; bir ağızdan konuşmaya kalkışılınca öğretmen elini kaldırarak susturdu. Sami Akıncı kalktı:

-Yeni kitaplar geldi, (eliyle göstererek) Ali Kılıç Öğretmen oraya dizdirdi! deyince öğretmen gülümsedi. Bu kez de:

-Kitaplığımız daha da büyüyecek, amacımız bu diziyi yüze çıkarmaktır. Haberiniz olsun, okuyacaksınız, buyurun size uygar dünyanın seçkin kitaplarından yüz tanesi sizi bekliyor. Onlar, raflarda eskimeden açın, karıştırın onları! Oldukça kalabalık bir grup:

-Okuyoruz! deyince öğretmen gülümseyerek:

-Okuyun, okuyun! deyip masasına koyduğu kitabı aldı. Kitabı göstererek:

-Bakalım, öğretmenimiz Montaigne bugün bize ne diyecek? Az durduktan sonra da:

-O bize çok şey söyleyecek ama biz onları bir sıraya koyup, azar azar alalım. İlk derslerimizde konuşmuştuk; bizim derslerimiz metinler üstünde olacak, metinde geçen fikirler tartışılacak. Tartışmaların bir yöntemi yok mudur? Olmaz mı? Bakalım bu konuda öğretmenimiz ne buyurmuş?

Öğretmen kitabı açıp “TARTIŞMALAR!” dedikten sonra tane tane okudu.

Tartışmalar

Azgın tartışmalar da keşki, diğer söz suçları gibi ceza görselerdi. Hep öfkenin alıp götürdüğü bu fikir çarpışmalarında insanın etmediği kötülük kalmaz. İlkin fikirlere çatarız, sonra da insanlara. Tartışmada esas, karşımızdakinin düşünlerini çürütmek olduğu, herkes çürütüp çürütüldüğü için, tartışmanın sonunda olan şey gerçekten büsbütün uzaklaşmaktadır. Onun için Platon, Devlet'inde akılca ve ruhça zayıf olanlara tartışmayı yasak etmiştir. Doğru dürüst adım atıp yürümesini bilmeyen bir insanla gerçeği aramaya çıkmanın bir anlamı var mı?

Aradığımız şeyi bırakıp onu nasıl bir yoldan arayacağımızı düşünürsek ondan hiç de uzaklaşmış olmayız. Ama yol derken softaların ve allamelerin yollarını değil, kendi duyularımızla bulduğumuz doğal yolları, demek istiyorum. Tartışma ile nereye varabiliriz? Biri Doğuya gider biri Batıya; yolda rastladıkları ayrıntılara saplanır ve konudan ayrılırlar. Bir saat cebelleştikten sonra neyi aradıklarını bilmez olurlar. Kimi konunun üstüne çıkmış, kimi altına inmiş kimi de kenarında kalmıştır. Kimi bir söze, bir benzerliğe takılır; kimi söylenene kulak bile vermeden bir yol tutturur; yalnız dendi söylediklerini dinler. Bakarsın bir başkası da, kendine güvenemediği için her şeyden kaçınır. Böyleleri, hiç bir fikri kabul etmez, ta başından her şeyi karıştırır yahut da söz kızışınca, büsbütün susar ve bir daha ağzını açmaz; bilgisizliğini, küskünlüğünün altında saklayarak mağrur bir küçümseme ya da budalaca bir alçak gönüllülükle tartışmadan kaçar. Bazısı yalnız saldırmasını bilir, kendini korumak umurunda değildir, bazısı da yalnız sesinin ve ciğerlerinin gücüne dayanır. Bakarsınız birisi tutar, kendisine karşı dönüverir; başka biri kalkar önsözler, yersiz öykülerle kafa şişirir. Kimi vardır, sıkıştırılınca ya da sıkışacağını anlayınca karşısındakini susturup kaçırmak için düpedüz sövüp saymaya başlar ve bir Alman kavgası çıkarmaya çalışır. Başka bir dürtüsü de vardır, konuya hiç bakmadan sizi mantık çemberleriyle, diyalektik oyunlarıyla kuşatıp boğmaya kalkışır.

Michel Montaigne

 

Öğretmen okuduktan sonra bir süre yüzlerimize baktı. Kendi kendine konuşarak:

-O kadar çok örnek verdi ki hangisini aklımızda tutalım? İsterseniz bir daha okuyalım da yapacağımız tartışmalarda nasıl bir yol tutacağımızı düşünelim. Doğru bir yol tutabilirsek Montaigne'in söylediklerini yapmamış oluruz.

Kemal Güngör hazır bekliyormuş, öğretmen kitabı kaldırır kaldırmaz okumak için kalktı. Öğretmen kitabı verince Kemal'de tıpkı öğretmen gibi tane tane okudu. Öğretmen gene gülümsedi:

-Öğretmenimize göre, her konuda olduğu gibi tartışmalarda da bencilliklerinin tutkusundan kurtulamıyorlar. Bunda biraz da haklılar değil mi? Yoksa bana mı öyle geliyor? Tartışan insanın kendi görüşünü, ona biraz benliğini katmadan savunması olası mı? Buyurun önce bunu tartışalım.

Azmi Erdoğan, Turan Aydoğan, Durmuş Ali Uğur, Sabri Taşkın, Veli Demiröz, Şükrü Koç, Hasan Özden, Burhan Güvenir, Sami Akıncı, Mehmet Kocaefe, Niyazi Başkaya, Ahmet Özkan, Bekir Semerci parmak kaldırdı. Öğretmen parmakların çokluğunu gösterip:

-Birilerinize söz düşmezse gücenmeyin deyip tam karşısındaki Azmi Erdoğan'a konuşması için işaret etti.

Azmi Erdoğan, olayı tartışma konusu değil de bedensel kavga gibi algılayıp, vuruştan kırıştan söz edince sınıfın yarıdan çoğu parmak kaldırdı. Öğretmen Azmi Erdoğan'a teşekkür etti. Ne düşündüyse soruyu kendisi açıkladı. Önce bencillik duygusu ile ben arasındaki farkı ele aldı, bu kez de ben'le bencilliği sordu. Turan Aydoğan, sözü oldukça uzattı, gene de ben'le bencilliği tam olarak ayıramadı. Daha doğrusu anlattı da bir ad koyamadı. Sabri Taşkın, Turan Aydoğan'ın söylediklerini tekrarladı. Sami Akıncı hızlı bir şekilde parmak kaldırdı. Öğretmen gülümseyerek Sami'ye söz verdi. Sami:

-Ben'de, sen, o gibi somut bir varlığı gösterir, bencillik bir kavramdır, insanlar için evrensel bir duygudur. Ben'den kimse kopamaz, vazgeçemez ama bencillikten sıyrılmak ya da azaltıp çoğaltmak elimizdedir!”

Öğretmen kitabı göstererek:

-Burada bir yığın örnek gösterilmiş, bence onların özü burada, ben'le bencillik içindedir. Bu konu bitmedi, ne bitmesi, daha başlamadık bile! derken zil çaldı. Öğretmen, metni tam bitirmedik ama yapacağımız tartışmalar için gene de bize yardımcı olacak fikirler edindik, değil mi? deyip, kitabın ucundan tutarak ayrıldı.

Psikoloji Dersinin boş geçeceği söyleniyordu. Geçen hafta öyle söylenmişti. O nedenle herkeste bir gevşeklik vardı. Bizim salon bugün öğleye dek dolu, Öztekin Öğretmen Enstitü Bölümü son sınıflarla çalışma yapıyor. Bu nedenle kitaplıkta kalacağız. Birden kapıya vuruldu, Yunus Kazım Öğretmen derse bekliyor! Toparlanıp koştuk. Gerçekten öğretmen gelmiş, kapının iç tarafında ayakta durmuş, önünden geçerek bir yerlere oturduk.

Öğretmen:

-İşte bir psikolojik olay deyip konuşmaya başladı:

-Öğretmen gelmeyecek rahatlığı içinde öğrencilerin, sere serpe oturması; öğretmen ansızın gelince birden toparlanmaları. Bu değişik durumlarda öğrencilerin ruhsal değişimlerinin kendilerini etkilediğini anlattı. Bu durumların Psikoloji laboratuvarlarında ölçüldüğünü, bu durum kanıtlandıktan sonra politikacıların bu durumlardan yararlandığını, özellikle de ticaret alanında reklamların bu ruhsal değişimler üstüne döndüğüne dikkatimizi çekti. Bu durumun çok daha önce bilindiğini, ancak laboratuvar fikri olmadığı için deney yapılamadığını anlattı. Ancak insanlık uzun zamanlardan beri, bireyin ruhsal durumu ile düşüncesinin dolayısiyle yaşamının doğrudan bağlantılı olduğunu biliyordu. Sokrates'in “Kendini bil”, Descartes'in “Düşünüyorum, öyleyse varım” özlü sözleri, insan varlığı ile düşüncelerinin bütünleştiğini anlatmaktadır. Filozof Descartes'e göre düşünce doğrudan ruhsal bir olaydır. Ruhsal durumu sağlıklı olan bir insanın düşünceleri de sağlıklı olur. Bu, kişiye bir üstünlük sağlamaz belki ama bireyin yapabileceğinin, böyle bir durumda en iyisi olabileceği anlamını taşımaktadır. Bireyler arasında üstünlük elbet vardır. Ancak bu üstünlük, bir çok etkenin denk düşmesiyle olur; “Sağlıklı beden, üstün zeka, elverişli ortam, iyi yetişmişlik v.b. gibi... Descartes'e göre insanın bir bedeni gibi ona denk bir de ruhsal yanı vardır. Beden, doğanın koşullarına uyabilen bir somut varlıktır. Ruhsal varlığı ise soyut görünümde olmasına karşın somutlaşacak ölçüde fikirsel etkinliği vardır. Bu fikirsel etkinlik, etken-edilgen olarak iki türlü varlığını gösterir. Her iki durumda insan düşüncesini oluşturur. Düşüncelerimizin gerçekte iki kaynağı vardır. Doğuştan gelenler, sonradan alınanlar. Her ikisi de bizim ruhsal etkinliklerimiz içinde filizlenip gelişir. İşte bunların sağlıklı serpilip gelişmesi bizim ruhsal durumumuzun sağlıklı durumuna bağlıdır. Bakın, benim geçen hafta derse gelmeyişim, sizin bugün derse gecikmeniz bize bunları konuşma olanağı verdi. İnsan olarak ruhsal durumlarımız çok önemli. Gazetelerde her gün olaylar okuyoruz, beş lira için adam on liralık kurşunu kullandığı gibi yaşamını da mahvediyor. Bu bir anlık kendini kaybetme! Ne demek bu? O an düşünmüyor, beyindeki aydınlık kararıyor, elleri karanlıkta iş görüyor. İlginçtir, beyin karanlıkta ama ellerin gözü açık, açık ki tabancayı ya da bıçağı kullanıyor. Cinayetten sonra konuşurken “Kendimi kaybettim! demesi bundan. Oysa o kendini kaybetmemişti, Kaybetseydi, karşısındaki yaşayacaktı. O kendisini kaybetmedi, sağlıksız ruhsal tarafı onu bilinçsiz bırakıp hayvanlaştırdı. Hayvanlaşınca da hayvanlığını yapmış oldu.

Yunus Kazım Öğretmen ruhsal rahatsızlıklarla fiziksel rahatsızlıkları karıştırıp karıştırmadığımızı sordu. Süleyman Koyuncu, hastalandığı süreçte ruhsal durumunda da bir bozulma olduğunu söyleyince öğretmen:

-Bunu bekliyordum, hepimizde olan bir gerilemedir bu, güçten düşme deriz buna. Bu bir bozukluk değil. Zaten ruhsal varlığımız bedensel varlığımızdan ayrı bir parça değil, ayrı görev yüklenmiş bir taraftır. Kimi zaman bedensel gücümüz gibi ruhsal yanımızın da güçsüzleştiğini anlarız. O zaman söylediğimiz bir söz vardır, “Maneviyatım bozuldu!” Bu maneviyat sözüyle biz, ruhsal durumumuzu anlatmış oluruz. Uzuneşek ya da kasa atlarken her seferinde 150 cm atlayan kişi bir kez takılınca atlamaktan çekinir. Sorarsanız maneviyatının bozulduğunu söyler. İşte bu bir ruhsal olaydır, burada bir geriye çekiliş vardır. Beden için de bunlar olağandır. 50 kg. ağırlığı “Hop!” diye taşıyan kişi, uzunca bir hastalıktan sonra aynı başarıyı gösteremez. Burada da beden gücü eksikliği olmuştur.

Öğretmen, Süleyman Koyuncuya bakarak sordu:

-Değil mi efendim? Zil çaldı, Yunus Kazım Köni selam verip ayrıldı. Öğretmen çıkınca oturdukları yerden sağa sola dönen kimi arkadaşlar yüksek sesle konuştular:

-Yaa, nerden çıktı bu şimdi? Hani bir kaç hafta gelmeyecekti? Hasan Özden konuşanlara:

-Geldi de fena mı etti? İki üç laf öğrendik! Ali Bayrak kahkahayla güldü: “Kimsenin bir şey öğrendiği yok azizim, işte öyle öğrenmiş görünüyorlar! Gülenler oldu, kalkmış gitmek üzereyken döndüm:

-Ne öğrendim, biliyor musunuz? (Ali Bayrak'ı göstererek) Dün arkadaş böyle konuşsaydı hiç bir şey diyemeyecektim; bugünse rahatça “Senin ruhsal durumunda kuşkulu bir taraf var!” diyebiliyorum. Bunu diyebildiğim için de mutluyum! Bak ben bunu bu derste öğrendim. Ali Bayrak, öylece ağzı açık baktı kaldı. Ötekiler sustular. Numan Köse ağzını açarken yanındaki Hayrettin Özer Numan'ın ağzını kapattı. Alkışlayanlar oldu. Alkışlayanların arasında Fatma ile Dürriye'yi görünce sözlerimin yerinde söylendiğine inanarak ayrıldım. Zaten arkamdan Halil Dere ile Yusuf Asıl gelip kollarıma girerek aferinlediler, birlikte yemeğe gittik.

Yemekte bizim masada sevinç vardı. Bölüm başkanımız bugün 4 saat çalışmış, öğleden sonra gelmez. Kemancılar bunu hesaplayarak düşler kurdular. Kimsenin tarih ya da Sosyoloji ile ilgisi yok.

Gerçekten Bölüm Başkanımız gelmedi. Büyük salonda kemancılar, inadına yay çektiler, konuştular. Ben de alt odada 59-60-61 nolu parçaları iyice pişirdim 62 Andante'yi de K 545 no'lu sonatın arkasından tüm bölümü çalışarak oldukça ısıttım. Abdullah sağ olsun geç geldi. Abdullah için kimi zaman üzülüyorum. Tıpkı 2. sınıftaki Mehmet Zeybek gibi, “Piyano öğrencisiyim! diyor ama piyano başına ayda yılda uğruyor. Mehmet Zeybek 2. senesi olmasına karşın Beringer'in 40'lı numaralarında, Abdullah ise daha numaralara geçmedi, Lehrer-Schüler işbirliği sürecini yaşıyor. Yarın Sosyoloji (Toplumbilim) dersimizde Sami Akıncı köyünü anlatacak. İçimden gülüyorum “Sami'nin ne bereketli köyü varmış. Onu Kepirtepe'de iki kez anlatmıştı. Bakalım burada kaç kez anlatacak!” Bayramlı köyünün anlatılmaya değer olduğunu ben de anladım. Ergene Ovasında, Uzunköprü'ye yakın, tren istasyonu olan bir köy, 1500 nüfusu olduğuna göre, anılmağa değer tarafları olsa gerek. Ben, büyük köy olarak Hamitabat'ı bilirdim, Bayramlı ondan büyükmüş. Yusuf Asıl'ın Büyük Manika'sı da oldukça büyük.

Tarih dersimizde Atatürk'ün Büyük Nutku'nu okuyacağız. Şimdilik ona hazırlanacak bir durum yok. Sıra geldi Hamdi Keskin Öğretmene. Hamdi Keskin Öğretmen geçen hafta ayrılırken:

-Haftaya, Halk Şiirine göz atalım! demişti. Yunus Emre de Halk şairleri arasında; Köprülü Zade Mehmet Fuat, onu, Anadolu Türk şairleri arasında sayıyor. Yunus Emre kitabının yazarı Burhan Toprak ise Yunus Emre için “ Türk Orta Çağının zirvesi!” diyerek tüm şairlerin önüne geçiriyor. Bu nedenle Halk Şiiri konuşulurken Yunus Emre geçecektir. Bir kaç şiirini şimdiden yazarsam ilerde işim kolaylaşır.

 

Yunus Emre'den 1.

 

Ben dost ile dost olmuşam   Kimesne dost olmaz bana

Münkirler bakar gülüşür   Selam dahi vermez bana

Ben dost ile dost olayım   Ölmezden evvel öleyim

Canıma kurban vereyim    Dünya baki kalmaz bana

Ben aşıkı biçareyim     Baştan ayağa yareyim,

Ben bir deli divandeyim    Aklım da yar olmaz bana

Sanurlar beni deliyim     Ben dost bağı bülbülüyüm

Mevlanın kemter kuluyum   Kimse baha saymaz bana

Derviş Yunus nice diyem   Ben bu cıhanı terkedem

Yana yana dosta gidem    Perde hicap olmaz bana

 

Münkir: İnkar eden, suçunu saklayan. . . Kemter: Değersiz, sevilmeye, sayılmayan. . Hicap: Utanma

 

 

Yunus Emre'den 2.

 

Kapıda Kaldı Şeriat

 

Aşk imamdır bize, gönül cemaat

Kıblemiz dost yüzü, daimdir salat

Dost yüzün görücek, şirk yağmalandı

Anınçün kaldı kapıda şeriat

Gönül secde kılur, dost mihrabında

Yüzün yere vurup, kılur münacat

Münacat için vakit olmaz arada

Kim ola dost ile bu demde halvet

Şeriat der sakın şartı bırakma

Şart ol kişiye kim, ede hiyanet

Erenler nefesidir devletimiz

Anınla fitneden olduk selamet

Beli kavlin dedük evvelki demde

Henüz bir demdir, ol vaktü saat

Derildü başımız, bir vakte geldi

Beşi bir eyleyip, kim kıla taat

Biz kimse dinin hilaf dimezüz

Din tamam olıcak doğru muhabbet

Doğruluk bekleyen, dost kapısında

Gümansız ol bulur ilahi devlet

Yunus ol kapuda kemine kuldur

Ezelden ebede dekdür bu izzet

 

İmam: Öncülük eden, yol gösteren. Salat: Namaz. Şirk: Allah'a koşutluk, Büyüklük özentisi.    Şeriat: İslam inanç dayanakları, dinsel yaptırımlar. Münacat: Allah'a yakarış, Allahiçin yazılmış şiir. Taat: Allah'ın buyruğuna uyma, ibadet. Derülmek: Toparlanmak, kendine gelmek, bilinçlenmek. Güman: Kuşku, Kötü, sakıncalı, düşünce. İzzet: Onur, güvenirlik, değerlilik, yücelik.

 

 

Yunus Emre'den 3.

 

Yüz Bin Peygamber

 

Hor bakma sen toprağa, toprakta neler yatur

Kani bunca evliya, yüz bin Peygamber yatur

Cennette buğday yiyen, gaflet gömleğin giyen

Hem dünyaya meyleden, Adem Peygamber yatur

Arkasıyla kum çeken, göz yaşıyla yuğuran

Kabeye temel kuran, Halil Peygamber yatur

Vücudunu kurt yiyen, kurt yedikçe şükreden

Belalara sabreden, Eyyup Peygamber yatur

Balık karnında yatan, deryaları seyreden

Kabak kökün yastanan, Yunus Peygamber yatur

Kuyuda nihan olan, kul deyüben satılan

Mısır'a Sultan olan, Yusuf Peygamber yatur

Yusuf'un yavu kılan, kurt ile da'vi kılan

Ağlayup gözsüz kalan, Yakup Peygamber yatur

Asasın ejder eden, bahra urup yol eden

Fir'avnı helak eden, Musa Peygamber yatur

Ol Allah'ın Habibi, dertlilerin tabibi

Enbiyalar serveri, Resul Muhammet yatur

Hayber Kal'asın yıkan, kafiri oda yakan

Şahinler gibi bakan, Ali gibi er yatur

Ata ana gülleri, Kur'an okur dilleri

Fatma'na oğulları; Hasan, Hüseyin yatur

İğnesin suya atan, balıklara getirten

Tacın tahtın terkeden, İbrahim Etem yatur

Gündüzler saim olan, geceler kaim olan

Arifler sultanı, Bayizit Bestam yatur

Hakikat erleri, geçti dünyadan herbiri

Konya'da; ol Mevlana Hüdavendigar yatur

Çoktur Hak'ın has kulları, fikreyle bunları

Saysam tüm erenleri, görsen ne sultanlar yatur.

Yunus sen de ölürsün, kara yere gömülürsün

O kara yer altın, çok günahkar kullar yatur

 

Yunus Emre'nin andığı peygamberlerden başkaları da var. Onları nedense saymamış. Bilmemesi olanaksız. İsa Peygamber'i nasıl unutur? Salt İsa değil, Davut, İbrahim, İsmail. Nuh Peygamberler yok. Buna karşın Bayizit Bestam'la İbrahim Etem'den söz ediyor. Ben de bunları bilmiyorum, derslerde bu adlar hiç geçmedi. Bu şiir derste okunursa Hamdi Keskin Öğretmen sanırım söyler. Yunus Emre Divanı'nı aldığıma çok sevindim. Böylece, Divan nedir? Divan şairlerinin divanları nasıl yapılmıştır? Bu konuda fikrim oldu. Eski, yazıyla olduğu için, ancak başlıklarını okuyabildiğim Fuzuli Divanı'nı görünce, Divanları her zaman şairleri kendileri hazırlıyor, sanmıştım. Oysa burada, öyle olmadığını öğrenince Divanlara karşı kuşkum da arttı. Örneğin Yunus Emre sayısı tam bilinemeyen çoklukta şiir yazmasına karşın şiirlerini bir araya toplamamış. O toplamamış ama birileri bu şiirlerin bir bölümünü toplayıp gönlünce Divan yapmış. Ne Divanı? bence bu bir şiir defteri olmuş. Ancak şiirde Divan sözü geçerli olduğu için adını Divan koymuş; “Yunus Emre Divanı”. Bunu bir kişi değil sayısız kişiler ya da kurumlar yapmış. Üstelik, Burhan Toprak'a göre bunların hiç birisi tam olarak Yunus Emre şiirlerini içermiyormuş. Sayıları da az değil tam on dört tane Yunus Emre Divanı. Burhan Toprak'ın yaptığını da sayarsak karşımıza on beş adet Yunus Emre Divanı çıkacak. Burhan Toprak da ötekileri beğenmiyor, seçilen şiirleri eleştiriyor ama o da yüzlerce şiir içinden şiir seçtiğini söylüyor. Onun da yanılmış olacağını düşünmeden geçemiyorum. Oysa ben DİVAN denince şairin, denediği şiir türlerini geleneklere uygun olarak sıralayarak kendi eliyle düzenlediği bir kitap olarak algılamıştım. Münacat, Na't, Kaside, Gazel, Musammat, Müseddes, Muhammes, Tahmis, Murabba, Terkibend, Terciibend, Mesnevi, Rübai olarak sıralanacağını bekliyordum. Bu nedenle ben, Yunus Emre Divanı'nı benim şiir defterimden pek farklı görmedim. O tek şairin şiirleri, benimki ise sevdiğim şiirler. Bakalım bundan sonraki DİVANLAR nasıl çıkacak!

 

Yunus Emre'den 4.

 

Bir Şaraptan İçmek Gerek

 

Bir şaha kul olmak gerek

Hergiz ma'zul olmaz ola

Bir eşik yasdanmak gerek

Kimse elden almaz ola

 

Bir toy toylamak gere

Bir soy soylamak gerek

Bir söz söylemek gere

Melekler de bilmez ola

 

Bir kuş olup uçmak gerek

Bir kenara geçmek gerek

Bir şaraptan içmek gerek

İçenler ayılmaz ola

 

Çevik bahri olmak gerek

Bir denize dalmak gerek

Bir cevher çıkarmak gerek

Anı sarraf bilmez ola

 

Bir bahçeye girmek gerek

Teferrüç eylemek gerek

Bir gülü yıylamak gerek

Hergiz o gül solmaz ola

 

Kişi aşık olmak gerek

Maşukunu bulmak gerek

Aşk oduna yanmak gerek

Ayruk oda yanmaz ola

 

Yunus imdi sen tek otur

Da'vi manisini yetür

Özün gibi bir er getür

Cihana hiç gelmez ola

 

Hergiz: Bağlı kalan, ayrılmayan, Mazul: Azledilmek, uzaklaştırılmak. Yasdamak: Sahiplenmek, kazanmak, Teferrüç: Gezme, rahatlama. Yıylamak: Koklamak, sevmek. Da'vi: Dava etme, hak arama. Yetür: Kaldırmak, silmek, yok etmek. Da'vi manisi: Dava engeli, dava konusu. Getür: Bul, göster, yetiştir. Gelmez ola: Öylesi gelmesin , gelmemiş olsun.

Hamdi Keskin Öğretmenin gözüne girmeyi iyice aklıma koydum. Kepirtepe'de bu çabamı, Sabahat Öğretmende göstermek istemiştim. Nedense Sabahat Öğretmen ya anlamadı, ya da kasıtlı olarak anlamazdan geldi. Verdiğim şiirleri önce kaybettiğini söyledi. Kaybettiğini söyleyince inanmıştım. Oysa bir süre sonra vakit bulup bakamadığını söyledi. İki ay sonra da Hamitabat köyüne giderken yakınından geçtiğimiz gölü göstererek sormuştu:

-İbrahim, senin göl bu mu yoksa? O değildi, nedense ben de; “O!” demiştim.

Sabahat Öğretmen gerilerde kaldı. Zaten o günler için söyleyeceklerimin çoğunu söyledim. Hamdi Keskin Öğretmen çok anlayışlı, ilişkileri kesinlikle kişiselleştirmez. Salt Hamdi Keskin Öğretmen değil buradaki Öğretmenlerin çoğu Kepirtepe'dekilerden, hele son yıl gelenlerden dağlar kadar farklı. Faik Canselen, Mahir Canova, Mehmet Öztekin, Hamdi Keskin, Sabahattin Eyuboğlu, Halil Demircioğlu Öğretmenlerde ilk Müdürümüz Nejat İdil'le Türkçe Öğretmenim Fikret Madaralı'da gördüğüm olgunluğu görüyorum. Olgunluk yaşta başta değil, bence. Eğitimbaşımız da yaşlı ama ben, onda olgunluğa yaklaşan bir tavır göremiyorum. Sözde şakacıymış gibisine sözler söylüyor ama, söyledikleri hiç de yerine oturmuyor. Son toplantıda söylediği söze herkes güldü. Herkes gülünce o da güldü, arkasından sözünün onaylanmasını bekledi. Kimseden ses çıkmayınca da teşekkür etti. Sözü gerçekten üzücüydü, şaka olsa bile söylenecek söz değildi. Arkadaşlar, daha önce söz verilmiş gereksinimleri sordu. Ankara'ya gittiğimiz günler, götürdüğümüz kumanya yerine para verilsin. Bu istek yerinde görülmüş ki, söz verilmiş. Geçen akşam bu anımsatılınca Eğitimbaşı, bizim çalışkanlığımızdan söz etti, Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nün çok ucuza çıkarıldığını söyledi. Bu sözlerden sonra bizler:

-Bu isteğiniz yerindedir, kısa zamanda verilmelidir, ya da verilecektir! sözü beklerken o, pişkince gülerek:

-Siz isterseniz bir Hasanoğlan daha yaparsınız! deyip yüzlerimize baktı. Arkadaşlar, kırmamak için söz söylemediler ama apaçık acımsı acımsı gülüştüler. Birileri de boğazlarını temizlerce öksürdü.

Yatarken uykum var gibiydi. Yunus Emre aklıma takıldı. Burhan Toprak kimdir? Bir yazar mı? Şair mi? Ne çok bilgisi var? Prof. Dr. Köprülü Zade Mehmet Fuat'a bile çıkışıyor. Haklı mı, haksız mı bilmem ama Yunus Emre hakkında çok araştırma yapmış. Salt yurdumuzda değil dış ülkelerde de bulunmuş, İsviçre'den Fransa'dan söz ediyor. Fransız yazarlardan alıntılar yapmış. Gene de söylediği bazı sözlere katılmayacağım. Çünkü tüm geçmiş dönem şairlerini beğenmiyor değil, kötülüyor; çok aşağılayıcı sözler söylüyor.

Şu sözleri gene gene okudum, gözlerimi yazılanlardan ayırınca kuşkuya düşüyorum:

-Bu kadar da olamaz! deyip bir daha okuyorum. Bakıyorum ki doğru okumuşum. Her defasında da şaşkınlığım artıyor. Nasıl artamasın ki daha kitaba başlarken Burhan Toprak:

-Yunus Emre'yi keşfetmeden evvel Türk edebiyatının havasından bunalıyordum. Saz şairlerini lüzumundan fazla yeknesak, lüzumundan fazla sade, hatta bayağı buluyordum. Divan edebiyatına gelince: Bu edebiyatın kendisine mahsus Cachet'si (Basma kalıp, değişmeyen, katılaşmış) bedi ve beyan kaideleriyle tesbit edilmiş teşbih, istiare, mecaz vesairesi; klişeleri: gül deyince arkasından bülbül, gülşen, bahar, saba; bade deyince yine arkasından bezm, saki, mahbup, canan, sagar, piyale kelimelerini sıralaması, nihayet daima aynı terimleri, aynı fikirleri gevelemesi, en büyüklerinde bile beni kusturacak kadar iğrendiriyordu. Mesela Baki'nin şu cins mısraları:

“Saki uzat ayağını sen ta dehanıma!”

 

Yahut:

 

“Şer'a uymaz nidelüm nale vü zar eyler ise

Gerçi kanuna uyar zemzemei musikar”

 

Yahut Nef'i'nin şu cins beyitleri:

 

“Safı rezminde Rüstem bir tehirkeş sipahidir

Deri cüdunda Hatem bir gedayi biserupadır”

Ne aşağılık bir medih: (Övgü)

 

Senin karşında muharebe safında Rüstem gibi (Zaloğlu Rüstem) büyük kahraman, ok kuburu boş bir sipahidir. Cömertliğinin kapısında Hatem-Arabın en cömerdi başsız ve ayaksız bir dilencidir.

Miktarlarını istediğimiz kadar çoğaltabileceğimiz bu mısraların fikri, ahlaki bayağılıkları o kadar aşikar ki üzerinde durmaya lüzum yok.

Divan edebiyatının bu ahlaki sefaletini ve manevi ataletini unutmak mümkün olsa yine sevilecek bir çok şiirler, okunup ezberlenecek bir çok gazeller bulmak mümkün. . . . Fakat, onların da müthiş bir yüz karaları var:

– Made in Persia hissini veriyorlar.

Ben bir esere alakadar olmak için daha önceden değilse bile, hiç olmazsa aynı zamanda ve aynı şiddetli rabıta sanatkara merbut olmalıyım. (Tümce, kitapta yazıldığı gibi alınmıştır.) Halbuki Divan edebiyatının sözde ustalarına bir türlü ısınamıyorum. Aklı küllün kendisinden ders okuyabileceğini nazmasn söyleyen Nef'i yi padişahın atını tasvir ederken veyahut biraz evvel naklettiğim beyitte olduğu gibi alçakça birisini medhederken görmek onun namına beni utandırıyor. Bu adamların hain, yalancı, riyakar ve müthiş sürette gayrisamimi olduklarını zannediyorum.

“Aşıkı sadık benem Mecnun'un ancak adı var”

diyen Fuzuli meşhur bir gazelinde:

“Demadem cevrlerdir çektiğim birahm bütlerden

Bu kafirler esiri bir Müselman olmasın yarab

Görüp endişei katlimde ol mahı budur derdim

Ki ol endişeden ol mah perişan olmasın yarap”

 

diyor. İlk beyit tamamiyle bayağı ve bir zampara ağzına yakışacak nazma çekilmiş bir sözdür.

“Merhametsiz put gibi güzellerden mütemadiyen cevr ve cefa çekiyor. Sevgilisi kendisini öldürmek kararından dönmese diye titriyor. Bu şiirde zerre kadar samimiyet yok! Hepsi yalan, sun'i, ca'li. Hele o evkaftan kendisine tahsis edilen dokuz akçenin neden verilmediği hikayesi olan Şikayetname, bu en cazip Divan şairini tahammül edilmez bir derecede çirkinleştiriyor. İşte bu nefret beni edebiyatımızdan uzaklaştırmıştı.

Bu denli acımasız olmasa da Fuzuli için Agah Sırrı da pek sevimli olmayan sözler söylüyor. Üstelik Agah Sırrı, sıradan bir kitapta değil liselerde tüm Türk çocuklarının okuması için yazdığı Edebiyat Tarihi Dersleri adlı ders kitabında söylüyor. Bunları, Hamdi Keskin Öğretmene bir yolunu bulup duyurarak onun bu konudaki düşüncesini öğrenmek istiyorum.

Burhan Toprak kendi kişisel düşüncesini söyleyebilir. Onun kitabını, alabilenler okuyacaktır. Oysa lise öğrenimi yapan tüm Türk gençleri Agah Sırrı'nın kitabını zorunlu olarak okumaktadır. Bence iş bununla da kalmamakta; tüm devlet dairelerinde görevli kimseler liselerden çıkmaktadır. Ayrıca devletin önemli yüksek makamlarındaki yöneticileri yetiştiren Yüksek Okullara da liseleri bitirenler girmektedir. Böylece Fuzuli bir şair olarak açık açık Türkiye Cumhuriyeti sorumluları tarafından liseler aracılığıyla değersizleştirilmiş oluyor. Gerçek böyle midir? Köprülü Zade Mehmet Fuat'ın, Eski Şairlerimiz Divan Edebiyatı Antolojisi'nde bulunan tüm şairlere ayrılan sayfaları saydım, Fuzuli'ye 56 sayfa ayrılmış. Onu izleyen Baki için 50, öteki şairlerin sayfa adedi giderek azalmaktadır. Fuzuli'nin Türkçe Divanı'ndaki tüm şiirlerini beyit olarak hesaplayan bir yazı okudum. Yazıdaki hesaba göre; Fuzuli'nin doğduğu günden ölümüne dek yaşadığı günlerin her birine en az altı beyit düşmektedir. Bu denli şiir tutkunu bir şair nasıl küçümsenir, nasıl küçümsetilmeye kalkışılır? Üstelik, sayısız kitaba kaynaklı eden Köprülü Zade Mehmet Fuat Fuzuli için:

“Türk Edebiyatından bahseden bütün müelliflerin onu en büyük Türk şairi addetmeleri itiraz kabul etmez bir hükümdür. Çünkü bu hükmü veren ve asırlardan beri te'yit eden, şu veya bu şahıs değil, Türk milletinin müşterek zevkidir; Türk'ün şiir dehası, Fuzuli'de en yüksek mümessilini bulmuştur!” diyor.

Değerli bir şair olan Necmettin Halil Onan'ın Divan Şiiri Antolojisi'ne de baktım. O da kitabına aldığı önemli Divan Şairleri arasında en çok yeri Fuzuli'ye ayırmış. Tamı tamına 80 sayfa. Onu izleyen Baki için 60 sayfa ayrılmış, ötekiler giderek azalmaktadır.

Fuzuli için bir diyeceğim de gene okullar ya da öğrenci kesimiyle ilgili bir yorumdur. 1938 öğretim yılında Ortaokullar 1. Sınıf Okuma kitabı okunuyordu. Fuzuli adını, ilk kez o kitapta okumuş, oldukça ilgi göstermiştim. Çünkü yazar, Fuzuli'nin bir beyitini Atatürk'e söyletiyordu:

“Canımı canan isterse eğer minnet canıma

Can nedir ki onu kurban etme (ye) yim cananıma”

Atatürk'ün beğenip beyitlerini okuduğu Fuzuli için doğrusu çok yakınlık duymuştum. Sanırım bu yakınlığım sürdüğü için konunun üstünde duruyorum.

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ