Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

23 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Yeni Müdür Önce Giysi İşine El Attı: Giysi Birliği Ruh Birliğini Sağlarmış

 

29 Nisan 1944 Cumartesi

 

Halil Dere de erken kalkmış, benim oyun olayımı unuttuğundan hayretle bakarak:

-Hadi benim bir konudan dolayı uykum kaçtı, sen neden erken kalktın? Ben de:

-Şaka ediyorsun, benim on gündür bu saatte uykum kaçıyor o nedenle akordiyonu alıp bayan öğretmenlere akordiyon çalıyorum! dedim. Biz konuşurken iki çocuk az öteden seslendi:

-Akordiyonu aldık Öğretmenim!

Halil'le birlikte gittik. Rahmiye Öğretmen Halil'le tanışıyormuş. (Halil, doç. Celâl Tarıman'ın öğrencisi) hemen konuşmaya daldılar. Ben işareti verdim, çocuklar, çok dikkatli çemberini kurup oynadılar. Oyun bitmek üzereyken Müdür Rauf İnan, yanında Eğitimbaşı Şeref Tarlan geldiler. Müdür Rauf İnan eliyle iyi işareti verdi. İşareti "Dur!" anlayan öğrenciler durunca Rauf İnan bana:

-Başındakinin işi benimsediğine inanan öğrenci milleti kendi de o disipline uyar, dostum!" deyip geçti. Halil Dere ile Rahmiye Öğretmen halkanın öbür tarafında olduğunda söylenenleri duyamadı ama, olumlu bir hava estiğini sezdiklerinden gülümseyerek geldiler. Halil Dere sorumsuz olduğundan biraz işin gırgırında. Rahmiye Öğretmen oldukça tedirgin:

-Hiç değilse bu sabahı atlattık! deyince içime bir sıcaklık çöktü. Dün konu olana giysiler sırtımda. Akordiyon nedeniyle Müdür Rauf İnan'ın gözünden kaçmıştır. Ya da görev başında söylemeyi uygun bulmamıştır. Neden olursa olsun bu tavrı iyi karşıladım. Olayı Rahmiye Öğretmene de söyledim. Rahmiye Öğretmen bir süre Çiftelerde de kalmış. Beni teselli etti:

-Giyim kuşam üstünde durur ama öyle çok kırıcı çıkışlar yapmaz. Ancak dediğini yapmayanlara uzun süre başka konularda bahane bulup olayı anımsatır! dedikten sonra bana:

-Eğer size ceket için bir şey demiş de giymeyi sürdürüyorsanız, unutmuş gibi davranır ama başka çok basit bir konuda aslan kesilir!

Aldırmadan kahvaltıya gittik. Dünkü konuşmaların tersine bir durumla karşılaşan arkadaşlar sessiz ama şaşkın şaşkın bakıştılar. Öztekin Öğretmen gelince trene bindik, az sonra tren gelince vagonlara dağılıp yem yeşil olmuş çayırlara, bayırlara bakarak söz üretenlere güldük. "Burası böyle değildi, boyamışlar! Bu ağaçları kim dikti? Yeşermemiş ya da kuruyan bir ağaç görünce bir çokları, onu birine gösterdi:

-Bak, bak, bak seninki uyuyor! Kurtuluşta inemeyenler oldu. Onlar için gülmece sözler söylendi. Az sonra hepimiz toplandık. Faik Canselen Öğretmen bizi karşıladı.

Bu kez, balkondaki piyanolu odaya geçtik. Faik Öğretmen, geçen yıl bizim bölüme piyano dersine gelen Edvard Zuckmayer'den söz etti. İyi bir piyanistlik öğrenimi görmüş geleneksel Almanya çapında piyano yarışmalarında özellikle Bach'ın eserlerini çalmada çok başarılı olduğunu 30'lı yılların başında bir kez de Bach Birincisi seçildiğini anlattı. Şimdilerde de kendi yönetiminde kurulmuş olan Gazi Etiğim Enstitüsü Müzik Bölümünü yönettiğini anlattıktan sonra:

-Bugün ondan Bach dinleyeceğiz. Durun durun, yine onun gibi Almanya'da çok ünlenen, ancak Musevi kökenli olduğundan Nazilerden çekindiği için ülkemize gelen, bizim konservatuvarda iyi piyanistler yetiştiren Prof. Çaçkes var. Johann Sebastian Bach'in 2 piyano konçertosunu dinleyeceğiz. Johann Sebastian Bach'ın bir piyano için olduğu gibi; 2 piyano, 3 piyano, 4 piyano için de konçertoları vardır. Biz bugün ikilisini dinleyeceğiz.

 

1. Johann Sebastian Bach,  2 piyano konçertosu

2. Richard Wagner     Uvertür/Löhengrin

3. Josef Haydn  Senfoni no: 48 ( Maria Theresa)

 

Johann Sebastian Bach için fazla bir söz söylememize bilmem gerek var mı? Konserleri, plak dinlemeleri sürdürdükçe onun için yeni bilgiler kendiliğinden geliyor. Bakın, onun zamanında bizim kullandığımız piyanolar yoktu. Varsa bile Büyük Bach onlar için beste yapmadı; benzeri lavta, org, klavsen üstüne yazdı. Öyle güzel yazdı ki, günümüz insanları onları kolayca piyanoya aktardılar. Salt piyano için de değil öteki çalgılar için de bunu diyebiliriz. Örneğin iki keman için, üç keman için ya da öteki çalgılara uyarlanmış bestelerini değişik saz gruplarıınn çaldığını göreceksiniz.

Öğretmen Büyük Bach'ın yaşamı için de bir süre konuştu. İş bağı ile bağlandığı Kapel Müzik yöneticiliğinden ayrılıp hiç bir yere gidemediğini, müziğini sevdiği Vivaldi Almanya'ya gidince günlerce yol yürüdüğünü anlatınca ben de Almanca kitabımdan öğrendiğim Kral 2. Friedrich'in Bach'ı karşılamasını, ona gösterdiği yakınlığı anlattım. Faik Öğretmen onu bilmiyormuş ama kendisi de bir besteci olan 2. Friedrich'in bestelerini Bach'a gösterdiğini biliyormuş. Johann Sebastian Bach'ın bir özelliği de çok çocuğu olmasıymış. İki evlilik yapmış, ilk eşinden yedi çocuk olmuş ama bunların dördü yaşamış. Bu kez kendi öğrencilerinden biriyle evlenmiş, bundan ise tam 13 çocuğu olmuş. Bach tüm çocuklarını müziğe yönlendirmiş. O dönemde Avrupa saraylarında en gözde sanat müziktir. Tüm kralların saraylarında orkestralar vardır. Belediyelerin, büyük kiliselerin irili ufaklı orkestraları, koroları vardır. . Bunlar arasından besteciler, büyük solistler çıkmıştır. Müzik tarihinde bunlar arasından çıkanlar saymakla bitmez. Bireysel yetenekliler de dolaylı yollarla bunlara katılır. İşte Büyük Bach'ın dört oğlu, daha Bach'ın sağlığında andığım bu müzik kurumlarının, yani krallık orkestralarının, başına geçmiştir. Konuştuğumuz bu Johann Sebastian Bach-Prusya Kralı 2. Friedrich buluşmasında Prusya Krallık büyük orkestrasının başında da bir Bach vardır. Johann Sebastian Bach'ın en büyük oğlu, Carl Philipp Emanuel Bach. Oğul Bach aynı zamanda kendisi de orkestrada çalacak derecede iyi bir flütçü, üstelik tanınmış bir besteci, benzerlerine göre hala el üstünde tutulan flüt konçertoları bestelemiş bulunan ünlü kral 2. Friedrich'e ders vermiştir. Diğer bir oğul, Johann Christoph Friedrich Bach İngiltere Krallık müzik yönetmenidir. Johann Ernst Bach, Johann Christian Bach, o dönemin ünlü başkentlerinde orkestra yönetimleri yanında besteciliklerini de sürdürürler. Johann Sebastian Bach 1750 yılında ölmüştür. Oğulları içinde (BACH) ününü yüzyılın sonuna dek sürdüren olmuştur. (Johann Christoph Friedrich Bach, 1732-1795 )

Bugün dinleyeceğimiz piyano konçertosu, Barok çağı müziğinin tüm özelliklerini taşımaktadır. Bu da; durup dinlenmeden sürekli ses üretmek, bir bakıma seslerle örgü örmektir.

Faik Canselen Öğretmen elindeki listeye bakıp iki kez "Wagner, Wagner!” dedi. Sonra da:

- Bu besteci için günlerce konuşulur ama onun müziğini dinleyip iyice ısınmadan söylenecekler, şairin dediği gibi gök kubbede bir sedâ olarak kalır.

Öğretmen, Lohengrin operasınını anlattı. Bir masal motifi üzerine kurulmuş ama masal, "Sana söylüyorum kızım, sen anla gelinim!" örneği gibi Wagner, Alman ulusuna bir masal anlatıyor ama Alman ulusu bundan alacağını alıyor. Bir süre sonra 10-15 parça olan Almanya bir bayrak altında toplanım Alman İmparatorluğunu kuruyor. Şimdi düşünün; böyle bir masallaşmış söylemi destana çeviren bir operanın uvertürü nasıl olur? Biliyoruz ki uvertürler, operada geçecek müziğin özeti olarak açıklanır. Burada bir başka zorluk da Wagner'in alışılagelinmiş müziğe bir başka katılımı. Bu nedenle Wagner için şimdi söylenmesi gereken sözleri armoni derslerimizde bırakıp uygulamalı olarak konuşalım. Bu nedenle bugün Wagner'i, müziğe yenilikler katmış önemli bir besteci olarak dinleyip katkılarını sezmeye çalışalım. "Yaşadığı çağ!" diyen oldu. Öğretmen:

-19. yüz yıl! diyebilirsiniz! deyip:

-Gelelim Jozef Haydn babaya! deyip güldü. Öğretmen:

-Bach ailesini anlatırken:

-Bir zaman Avrupalılar müziğe, (Haksızlık etmeyelim, resim-heykel, -Edebiyat-tiyatro-mimarlık) çok önem vermiştir.) Onlara bakarsanız günümüzdeki uygarlıklarını ona bağlıyorlar. Bu ayrı bir tartışma konusu olabilir. Sözü Josef Haydn'a getiriyorum. Yaşamını büyük bir bölümünü bir Macar kontunun sarayında geçirmiş. Öyle işçi ya da bir iş sürdürerek değil, besteci, orkestra yöneticisi olarak. Yüzden fazla senfoni besteleyen bir büyük besteci ki, günümüzde ona senfonini babası diyorlar. 10 kadar operası dışında o kadarda büyük dinsel bestesi var (Messe-Oratoryo v. b.) Her biri senfoni ölçüsünde 90 kadar kuarteti, 50 dolayında konçertosu (Piyano-keman-viyolonsel-flüt, 22 adet) ötekilerin sayıları yüzleri aşmaktadır. Bunlar. sevenlerin istekleri karşılığında oluşmuştur. Johann Sebastian Bach için de bunu dedik; istenmese bunlar bestelenir mi?

Sözü uzatmayalım, konserler oldukça, bizler de burada buluştukça bunlar üzerinde konuşacağız. Bugün dinleyeceğimiz senfoninin özel bir adı var, Maria Theresa. Bizim tarihimizde değişik söylenir. Avusturya imparatoriçesi olarak ad yapmış biri. Josef Haydn da çok seviyor olmalı ki adını bir senfonisine vermiş.

Faik Öğretmen dikkatli, istekli dinlemeler dileyip sözünü kesti.

Hava güzel, arkadaşların çoğu Yeni Şehir taraflarına gidip Ankara'yı görmek istiyor. Kimisi daha kestirme olarak, gidebilinirse Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün kaldığı Çankaya Köşkünü yakından görmek sevdasında. Herkes hızlanıp indi. Halil Dere ile ağırdan aldık, boşalan alt salonun öbür tarafında birileri var, ilgisiz ilgisiz o tarafa bakınca Süheyla Öğretmenin sesi çınladı:

-İbrahim, bir dakika! İbrahim, bir dakika sözü oldu ama kapı kapandı. Kendimi rüyada sandım. Neredeyse Halil Dere'ye soracaktım; "Sen de o sesi duydun mu? " Halil Dere benden daha şaşkın, gözleri kapanan kapıda. Neredeyse, "Hadi gel?" diyecek. Kapı açıldı. Süheyla Öğretmen bir arkadaşıyla giyimini düzelterek çıktı. Belli çalışmaları varmış, o nedenle giysi değiştiriyormuş, o nedenle bekletmiş. Birlikte çıktık. Bana bir şey sormadan, kendi için de hiç bir açıklama yapmadan bir süre konuştu. Halil'i göstererek:

-Sizi, hep birlikte görüyorum, iyi arkadaş olmasanız birlikte gezmezsiniz! türü sözleri bir süre sürdürdü. Yanındaki arkadaşını gösterdi, piyano bölümündeymiş, çok başarılıymış. Kız da konuşkan biri çıktı bugün çalacak piyanistleri anlattı. Yol ayrımında durdular, yol ayırımı orasıymış. Onlar durunca bu kez de benim konuşmam tuttu. Parmaklarına baktım, anlamadı ya da sözü saptırmak istedi, azıcık kırıtarak:

-Tırnaklarımı eskisi gibi uzatmıyorum! deyince anlattığı bir olayı anımsadım:

-Ya saçlarınızı? Bir zaman Saç Güzeliydiniz! dedim. Dediğimi anladı, olayı da hemen anlattı. Bu kez de:

-Senin anımsadığın saçlar bir arkadaşımda var, o kestirmemekte diretti, bu ay sonuna dek cumartesi günleri hep okuldayım. Muazzez de öyle! dedikten sonra arkadaşına dönerek ona da onaylattıktan sonra "Sizi bir gün tanıştırırım!” deyip ayrıldı(lar.) Ayrılınca arkadaşına ne anlattıysa, arkadaşı dönüp dönüp baktı.

Halil Dere önce biraz durgun durgun beni dinledi. Sonra da bana:

-Sen bu kızdan ne bekliyorsun? Ulus'a dek geçmiş günleri anlattım. Halil, olayı hep değişik düşündüğünden bir ara:

-Sen o kızın hiç elini tuttun mu? diye sordu. Anladım ama anlamazdan geldim:

-Tutmaz olur muyum? Keman çalışırken kemanı ya da yayı alıp verirken ellerimiz bir birine dokunuyordu (!)

Halil Dere yüksek sesli bir kahkaha attı; arkasından da "Çaylak!" dedi. Dedikten sonra da söylediği söze darılmamamı istedi. Ben de ona, söylediği sözün anlamsızlığını, benim de onun kimilerine baktığı gibi baktığımı, onun gibi oralara (Bentderesi’ne) gittiğimi anımsattım. Ancak özlem duyduğum bir duygu var o, öteki isteklerin dışında bana kendini özlettiriyor. Bunu anlatmak çok zor.

Kızılırmak’ta bir grup arkadaşla buluştuk. Ankara'yı tanımak, salt binalara bakmak değil, sokaklar, parklar, var deyip önce Aile Çay Bahçesine gidip yer bulduk. Hava güzel, herkes masalara tek tek oturup yerde dolaşan kuşlara bakıyor. yiyecek atanlar oluyor, güvercinlerin, yiyeceklere koşmaları bir hoş. Güvercin. diyorlar ama bunlar kesinlikle güvercin değil. irileşmiş üveyikler. Gelenler oldu, bakıcılar bize masa birleştirdiler. Üç masayı bir araya getirene teşekkür ettik. "Avrupalılar gibi müzikçi kıymeti bildiği söylendi. Çocuk bir süre bizi dinledikten sonra önemli ir şey söyleyecekmiş gibi özür dileyerek içimizde Haymanalı kimse olup olmadığını sordu. Nihat Şengül, Halil Yıldırım'ı göstererek:

-Haymanalı, ancak çok küçük yaşta ayrılmış. Şimdi de Haymana hakkında bilgi topluyor! deyince Halil küplere bindi ama o söze başlamadan Haymanalıyı işe çağırdılar. Bu kez de ben:

-Haymana adını hep duyardım ama nedense o zaman ilgimi çekmemişti, şimdi genç anımsatınca biraz olsun bilgilenmek istedim! dedim. Yakın masada oturan bir bay oralıymış, sandalyesini çekip bana Haymana'yı tanıttı.

-Haymana, Ankara'nın geleceği umutlu ilçelerinden biridir. Şimdiki duruma göre Ankara'ya 80 km. ama yakında bu yol kısalacaktır. Haymana'nın şimdilerde Başken Ankara'ya yakışacak bir yöre olmak için halkı durmadan çalışmaktadır. Zaten yeni ilçe olmuş sayılır. Gerçi daha 1912 yıllarında Sivri Köy adıyla ilçe olduğu söylenmişse de savaşlar nedeniyle bir gelişme gösterememiştir. Tanımayanlar Haymana'nın adına da takılırlar. Bu biraz da çok ad değişmesinden kaynaklanmaktadır. Henüz yararlanacak duruma getirilmemesine karşın çok ünlü doğan kaynak suları vardır. Bu yüzden bir ara Adı Yaban Hamamı olarak da anılmıştır. Oysa Haymana sözü Divanı Lügati Türk'te, yeşillik, otlak, mer'a anlamında kullanılmaktadır. Böylece Haymana, öteki ilçelerin çoğunun yakıştırma adına göre özbeöz Türkçe anlam taşır.

Arkadaşlar birer ikişer kalkınca Haymana bilgim yarım kaldı, özür dileyip ayrıldım. Halil Dere aklınca fırsat bilip Süheyla Öğretmenle karşılaşmamı anlatmak için bahane buldu. Sözde bana çıkışırmış gibi:

-Önüne her çıkanla böyle saatlerce konuşacak mısın? Yanıt vermedim ama anlamlı anlamlı güldüm. Gülüşümden anlam çıkaranlar oldu, sordular başka bir Haymanalı'yla da mı konuştu? Yok Haymanalı değildir, olsa olsa Kızılcahamamlı olmalı! Yok devenin pabucu, neden hep ilçeler olsun Ankara'da insan yok mu? Halil sonunda kendi yakıştırmalarıyla bezeyerek herkesi dinletecek bir anlatış biçemiyle olayı anlattı. İşin ilginci benimle konuşurken bana söylediklerinin tersini, kendi fikriymiş gibi arkadaşlara söyledi. İnsanlıktan söz etti. Bayanlara saygılı olmanın kazanımlarından örnekler verdi.

Her zaman yanından geçtiğimiz, her geçtiğimizde de içini merak ettiğimiz spor salonunu gezdik. Dışardan küçük gibi görünen yuvarlak binanın içi oldukça genişmiş, Halkevi'yle işbirliği içinde çalışma yapılıyormuş. Böylece hem amatör hem de profesyonel sporcu yetiştiriliyormuş.

İçimden kendime sordum? Amatör; profesyonel sporcu ne demek? Sözlerin özlük anlamlarını bilir gibiyim ama bunları sporculara yamayınca nasıl bir değişim oluyor, kavrayamadım. Amatörü müzik çalışmalarında biraz daha değişik olarak öğrenmiştim. Notasız keman ya da bir çalgı çalmak. Daha sonra onun yerine pratik sözü gelmişti. Hidayet Gülen Öğretmen bu sözü çok kullanırdı. Amatörce çalışmalar; amatörce oyunlar! gibi.

Konuşa konuşa Güven Parkına dek yürüdük. Bu parka girince parktaki yazı hep konu edildi. "Türk, övün, çalış, güven! Türk, güven, çalış, övün! Türk, çalış, güven, övün! dizilerinden biri ötekilerden daha uygun. Tartışma zaman zaman yapıldı ama, zaman içinde verilmiş kararlar hep değişti.

Saate bakınca bir "Vay, geç kaldık!” ünlemi çekildi. Otobüslerle Ulus'a; Ulus'tan Cebeci'ye geçtik soluk soluğa kapıdan girdik. Halil'le konuşmadık ama ikimizin de gözü önce kapıdan girince sağ köşede oldu. Oturmadan önce bakışıp gülümsedik. Dede-torun yerinde oturuyordu. (Bunu biz yakıştırdık.) Yalnız bir değişiklik ilgimizi çekti. Mahmut Ragıp Öğretmenin hemen arkasındaki sandalye duvara doğru ters çevrilmiş. Sandalye çevrildiği gibi önündeki sandalye de kaldırılmış. Şimdiye dek görmediğimiz bir değişiklik. Hemen akıl yürüttük:

-Yanların biri gelecek, rahatça oturması için de boş yer bırakılmış. Karşılıklı bakışıp sorduk; "bu gelecek kim olabilir? Belli ki bayanın beklediği biri. Balkon tenha idi. Bizim arkadaşlar önlere sıralanmış, orkestrayı rahat gözetiyorlar. Bize de yer gösterdiler. Kalkıp kalkmamaya karar veremeden alkışlar başladı. Az sonra sessizlik derken birden bum, bum bum! diye sesler başladı orkestra da çalıyor ama piyanoların bum, bum, bumları farklı. Giderek piyanolar sanki yarışa kalkmış gibi oldukça sert bir yarışa kalktı. Orkestra onları yalnız bırakmış gibi arkadan arkadan izlediler. Yer yer de piyanoların bıraktığı yerden sesleri alıp götürdüler. Sonra da piyanolar kesinlikle karşılıklı konuştular. Bir ara orkestra piyanoları iyice özgür bıraktı. Bu çok sürmedi Şef. Praetarius çubuğunu sık sık oynatıp orkestrayı üste çıkardı. Piyanistlerin birini yakından görmüştüm, belli belirsiz seçiyorum. Öteki sağ yanda az geride kalıyor, oldukça iri görünüyor. O, burada, konservatuvarda yüksek sınıflara ders veriyormuş. Dinlerken aklıma geldi, Asım Öğretmen kesinlikle gelmiştir. Prof. Zuckmayer! diyor da başka bir şey demiyor, onun konserini kaçırmaz. Biliyorum, karşılaşınca ilk sorusu o olacak:

-Nasıl benim profesör, piyanonun canını okudu, değil mi? diyecektir. Bu ara piyanolar gene yarışa kalktı. Sanki itecekmiş gibi sesler birbirini dinleyerek giderek susmaya başlarken bu kez orkestra sanki kızıp:

-Eeee, yeter be, der gibi sesini yükseltip şef. Praetarius çubuğunu yere doğru dikip susturdu. Salonda kıpırdanmalar oldu ama çabuk durdu. Çok uzaklardan gelir gibi sesler duyuldu. Faik Öğretmenin, Wagner anlatılamaz, ancak dinlenerek öğrenilir! dediği müzik başlamıştı. Gürültülü değil ama uzun uzun sesler birbirini izledi. Orkestra gür fakat yavaş ses çıkarırken arada üflemeli çalgılar karşıdan işaretleşir gibi sesler çıkardılar. ara ara da uzun susmalar oldu. Bu susmalar arasında öksürüğü tutan olsa tüm salonun doldurur. İçimden fesatlık geçti, Ragıp Öğretmenin kızı aksırsa! dedim ama o buranın insanı, onu kimse kınamaz. Halil Dere aksırsa !diye düşünürken gülümsedim. Halil, dirseği ile dizi ile dizime vurup sördü:

-Gene ne tilkilik düşünüyorsun? Bu tilkilik sözü de etkiledi; insana tilki dedikleri zaman kızmıyor da köpek ya da domuz deyince neden kızıyor. Söz gelimi fare ya da kirpi derken müzikte bir değişme oldu. Üflemeli çalgılar konuşur gibi sesler çıkarmaya başladı. Boğuk boğuk ama etkili sesler. Uzun sürmedi, onlar bitiş sesiymiş. Alkış tufanı koptu. Nedense çok alkışlandı. Halil Dere'ye göre çoğu bittiği için alkışlıyormuş. Nedense içimden gülmek geldi; Bittiği için alkışlamak doğal değil mi? Bittiğine sevinince alkışlamak doğal değilmiş. Biz konuşurken sürekli göz altında tuttuğumuz güzel kalkıp sandalyeyi, birinin oturacağı biçimde hazırladı. Halil Dere birden sinirlendi:

-Bir erkek bekliyorsa onun bir daha ne adını anarım ne de yüzüne bakarım. Güleceğim tuttu:

-Sen başka bir karar ver, çünkü onları şimdi zaten yapmıyorsun. Biz konuşurken, operacı Rabia Erler geldi, hazırlanan sandalyeye oturdu. Halil onu tanımıyor, olasılıklar üretti. Sevgilisinin kardeşi ya da ablası olabilirmiş. Olayı uzatmadan anlattım:

-Rabia Erler, operada rollere çıkıyor. Bizimki de operacı, arkadaş olarak yer ayırmış. Rabia Erlerin bizim okula geldiğini, bize şarkılar söylediğini anlattım. Bir sessizlik oldu, arkasından su gibi akan bir müzik başladı. Önce ince keman sesleri arkalarında kalın seslerle birlikte koşarca bir süre gitti. Sesler kaynar gibi başlıyor, bir süre yavaşlayarak gidiyor, ince sesler keser gibi sertleşip uzaklardan gelirce gene uzaklaşıyor. Belli kalınlıktaki seslerse sürekli fon yapıyor. Ara ara uzaktan ince seslerin kesildiği sırada bu kez de kalın sesler koşar adımlarla arkadan geliyor. Ben, orkestra içinde belli seslerin girdiği şekilleri izlerken senfoni bitti. Alkışlar sürerken çaktırmadan gözlerimizle önümüzdekileri izliyoruz. İnsanlar ayaklanınca onlar da Ragıp Öğretmen teşekkür edip ayrıldılar. Hem çekiniyoruz hem de ilgiyle konuşmalarını duymaya çalışıyoruz. Rabia Erler sordu "Yetişebilecek miyiz? "Öteki söz sahibi olmalı:

-Ayol araba var, bizi bekliyor. Dönüşte de Sabahattin bizimle olacak! Az sol önümüzde oturanlar kalktı, konseri konuşuyorlar. Kadir Pekgöz Halil Dere'nin konsere gelmesine hep şaşar, ara ara da takılır. Gene takıldı:

-Nasıl güzel mi? Halil de kendini dışlamış gibi bu tür sorulara kızıyor. Hemen yanıtladı:

-İkisi de güzeldi! Kadir:

- 3. hangisi diye sorunca Halil Dere hala yerinden kalkmamış olan profesör Mahmut Ragıp'ı gösterdi. Kadir koluma takıldı:

-Ne diyor bu Tarımcı? (Bizim Bölümden olmadığı için) Çıkınca anlatacağımı söyleyip savuşturdum.

Yol boyunca herkes kendine göre konu bulup Ulus Meydanına doğruldu.

Kızılırmak’ta Asım Öğretmenle karşılaştım. O söylemeden ben:

-Profesörün güzel çalıyor ama öteki de fena değil. Asım Öğretmen:

-O mu, o konservatuvarın en yetkili piyanisti. O da Macar asılı bir Almandır. Adını sordum. Asıl öğretmen bir kahkaha attıktan sonra :

-Yazılışını istiyorsan bilmem, iki hece için on kadar harf yazılıyor. Türkçe biz ona Çaçkes! diyoruz. Saç kes gibi birşey!

Asım Öğretmeni arkadaşları kaldırdı. Biz de bir süre sonra istasyona indik. İstasyona inerken karşıda gene Asım Öğretmeni gördüm, otobüs bekliyormuş. Bu saatlerde otobüsler çok aralıklı geliyormuş. Asım Öğretmen hep böyle olmaz, sık sık otobüs gelir; arada işte böyle olur. Böyle olunca da sen benden önce varırsın! deyip kahkahayı bastı.

Halil Dere gene çıkıştı:

-Yahu sen ne biçim adamsın, kendi yaşında insanlara öğretmenim, öğretmenim deyip duruyorsun. Üstelik onların ikisinin de öğretmenlikle bir ilgisi kalmamış ya da sen artık onların öğrenciliği dışına çıkmışsın; öyle değil mi? Niçin öğretmenim! diye konuşuyorsun? Ben de:

-Sen de benim gibi müzik çalışsaydın aynı durumda olurdun. Müzik alanında öğrenilenler, öğretenleri sürekli anımsatır. Çünkü müzik öğretmenlerinin öğrettikleri unutulsa bile çevrede tekrarlandığı duyulduğunda kolayca anımsanır. Müzik, insanları birbirine bağlayan en güçlü iletişim aracıdır. Tolstoy'a göre ile aynı müziği sevmek insanları bir birine bağlar (Aşık eder) Halil sordu:

-Tolstoy bunu nerede yazıyor? Söylesem okur musun? "Kreutzer Sonat!" Hemen oku! Söz verdi.

Bizim tren de bu akşam oldukça geç kalktı. Çok kalabalıktı. Bir bakıma iyi oldu; kalabalık olunca gelişigüzel konuşmalar yapılmıyor.

Birileri haberini almış (Geçen yaz Kars/Cılavuz Köy Enstitüsü'nde staj yapanlar) yarın, Kars/Cilavuz Köy Enstitüsü Müdürü konuşma yapacak! haberi yayıldı. Çok konuşkan, neşeli bir kimseymiş. Konuşmaları arasına fıkralar katarak kendini kolayca dinletiyormuş. Halit Ağanoğlu! Soyadını beğenmediğimi. Ekrem Bilgin; "Doğrusu, Ağanınoğlu'dur, da sonradan kısaltmıştır. Bu arada, “Soyadı yasası çıktığında adam kurnazca kendini çevresindekilere babasını ağa olarak söyletmek için bu soyadını seçmiştir!” gibilerde yorum yapıldı.

Yemeğe yetiştik. Şakalaşarak neşeli neşeli yemek yerken yanında kendisinden biraz daha iri birisiyle Okul Müdürü Rauf İnan geçti. Benim arkamdan geçtikleri için bakamadım. Karşımdakiler, belki şaka, belki sahiden öyle (Ben öyle algıladım) "Müdür, seni süzerek geçti!" dediler. Sırtımda örgülü ceketim vardı. Anladım ki ona baktı. "Yiğitlik, ben de kalsın!" havasıyla söylenenleri duymazdan geldim. "Çok isterse bir de ona yaptırırım!" gibilerde bir de abuk söz ettim.

Arkadaşlar, pazartesi günü Bahar Bayramı nerede, nasıl geçirelim havası içinde türlü olasılıklar öne sürdüler. Ankara'daki Yüksek okullardan belli gruplar her yıl Mamak’da inip oradaki çayırlarda eğleniyormuş. Bizden giden olursa biz de katılalım.

Yemekten sonra çoğunluk büyük salona, bir bölümü de Lokale gitti. Hemşerim Kadir Pekgöz'le ikimiz Güzel Sanatlar salonuna gittik. Az sonra Mehmet Yelaldı geldi bana:

-Gel biraz çalışalım! dedi. Piyano başına geçince yavaş sesle Kuzum, sen ister istemez bizim guruba katılmış oldun. Biz on kişi kadar varız, bu giysi işi için okul Müdürü ile tek tek karşılaşma yerine durumu doğrudan Genel Müdüre de değil, Hasan Ali Yücel'e iletmek istiyoruz. Arkadaşlar sana bun u duyurma, işini bana verdiler. Mehmet Yelaldı'nın sözüne inanırım ama bunun altında bir Kızılçullu, Çifteler takışması olabileceğini de düşünerek doğrudan "Çiftelerlilerden katılan var mı? deyince Yelaldı:

-Olmaz olur mu? Beni sana Süleyman Alkan gönderdi. "Biz pek yakından konuşmuyoruz o nedenle ben doğrudan söylemedim, yarın da ben konuşacağım! demiş. Çok sevindim. Piyano çalışmayı bıraktım. Kadir de çalışmak istememiş. Gelenler oldu ama biz ayrıldık. Kitaplığa gittim. Yarın Kars / Cilavuz Köy Enstitüsünü tanıyacağız. 1941 yazında ekip olarak gelenlerden Osman, Hayri adlı öğrencilerle tanışmıştık. Osman'la birer mektup yazıştık. Sonra ötekiler gibi o da kesti. Ben de üzerinde durmadım. Keşke dursaydım, kalkıp arkadaşımı sorar okul Müdürünü de memnun ederdim.

Yaptığıma duyduğum pişmanlığa yanacağıma salı günü dersi (Sabahattin Eyuboğlu) için hazırlık yapmayı yeğledim. 2. sınıflardan (geçen yıl okumuşlar) Karaağaçlar Altında kitabının özetini istemiş. Özeti yazmak değil de adları doğru yazmak önemli. Öğretmen bunun üstünde önemle duruyor.

 

KARAAĞAÇLAR ALTINDA Tiyatro kitabı-Yazan Eugene O'Neill, çeviren Orhan Burian. . . . .

Olay 1850 yıllarında Kuzey Amerika'nın bir çiftlik evinde geçer. Ev, büyük bir alanı kaplamış Karaağaçların arasında kalmıştır. Karaağaçlar kitabın birkaç yerinde geçmektedir. Karaağaçlar evi sarmakla birlikte yaklaşınca pencereleri, pencerelerinden bakınca da içerleri görülebilmektedir. Genel görünümüyle sıradan bir çiftlik evinden daha çekicidir. Evin sahibi Ephraim Cabot, seksenine merdiven dayamış bir yaşlı olmasına karşın çok dinç kalmış ya da kendini öyle sanan bir bencil kişidir. Üç oğul babasıdır ama oğullarına oğuldan çok işçi gözüyle bakar. Ephraim Cabot iki evlilik yapmıştır. İlk eşinden iki oğlu olmuştur. Büyüğü Simeon, küçüğü Peter. Ephraim Cabot çalışkan , çalışkanlığının ötesinde bencil bir "Hepbenimcidir. " iki oğlunu küçük yaştan başlayarak kıyasıya çalıştırmıştır. Salt çocukları değil annelerini de bir işçi olarak düşünüş, ölümüne çalıştırarak, gerçekten ölümüne neden olmuştur. Annesiz iki oğulla kalması onu uyarmamış bir ikinci evlilik yapmıştır. İkinci eşi ayrıca ona, onun elindekilerin kat kat üstünde gelir sağlayan bir mülk katmıştır. Ephraim Cabot, rahatlamış olmasına karşın gözü daha çokta olduğundan çalışma temposunu giderek arttırmış, iki oğlunu gerçekten üvey anneye teslim ederce gözden çıkarmış, üstelik onları genişleyen işlerinin en zorlu yerlerinde çalıştırmayı sürdürmüş. Büyük bir servet getirmesine karşın 2. eşini de ağır işlerde kullanmış. Bir oğlu da ondan olmuş. Bir süre sonra ikinci eşi de ölmüş. Ancak ölümle burun buruna kaldığını anlayan 2. eşi, kendi çocuğu Eben'i çağırıp durumu anlatmış. Tapu kayıtları ya da banka hesapları hakkında bilgi, belge verip Ephraim Cabot çiftliğinin esas sahibi olduğunu anlatmış. Ephraim Cabot'un 3 oğlu yaşlandıkça ( Simeon 48, Peter, 40, Eben 35)Kesin bir karar almışlar. Bu çiftlikten bize yarar yok, böylesi çalışınca nerede olsa karın doyuracak para kazanırız! deyip altın arayıcılara katılmaya karar vermişler. Onlar kurdukları planı uygulamak üzereyken Ephraim Cabot uzun süre evden ayrı kalmış. Bir gün çıkıp geldiğinde yanında torunu yaşında genç bir bayanla gelmiş, evlendiğini duyurmuş. Altın aramaya çıkmak üzere olan oğulları yola çıkmak üzereyken küçük kardeş, annesinin vasiyetini anımsatıp Algın arama olayından vazgeçip Ephraim Cabot'un, çiftliği genç kadına peşkeş çekmesini önleme kararını vermiş. Annesinden kalan elindeki parayı da giden ağabeylerine çiftlik payı olarak verip uğurlamış.

Küçük kardeş Eben iyi tahmin etmişmiş, cidden Ephraim Cabot açık açık çiftliği genç eşi Abbie Putnam'a vereceğini herkese duyurmuş. Kendine verilen iki ikiye sözler yanında herkese de duyurmasını kesinlik sayan cici Anne evde kalan tek oğul Eben'e sahip gibi davranmaya başlayınca genç bay Eben'le genç bayan cici annelik arasında bir süre gerginlik sürmüş: "Çiftlik senin -çiftlik benim" Bir süre sonra tartışmalar anlaşma yollarına dönüşmüş. Yumuşak davranışlar sonunda aşka dönüşmüş. Bu yaklaşımı, çevre halkı sezmiş, izlemiş, yaymış. Bir süre sonra da bir bebek doğmuş. Bebeğin babası olduğunu sanan 76 yaşındaki Ephraim Cabot babalığını kutlamak için büyük bir şölen hazırlamış. Bu şölene katılanlar (içlerinden belki de acıyarak) Çıplak Kral deyiminde olduğu gibi görmemiş, duymamış havasında gönül eğlerken 2 aylık bebeğin annesi Abbie Putnam, namı diğer genç anne Bayan Abbie Cabot doğurduğu bebeği boğar. Boğduğunu da suç ortağı Eben Cabot'a duyurur. Eben Cabot bunu uyunca çılgına döner hemen yetkililere duyurmaya koşar. Katil anne ne yaptığını bilen bir tavır içindedir. Belli ki ona göre bir nedeni vardır. İşin ilginci Ephraim Cabot olaylardan, söylentilerden habersiz kendi dünyasında yaşamaktadır. Sabah geç vakitlere dek uyumuş uyanınca da ilk işi bebeği görmek olmuştur. Bebeğin hareketsizliğinden kuşkulanmamış, derin uykusunda deyip dönmüştür. Abbie Cabot'a da bebeğin derin uykusundan söz etmeye başladığı sırada katil anneye soğukkanlı olarak çocuğu boğduğunu Ephraim Cabot'a söyler. Ephraim Cabot gidip bebeği görür, Şaşkındır, katil anneye bağırıp çağırmaya kalkışır. Çok soğukkanlı davranan katil anne, çocuğun ondan olmadığını, onu hiç sevmediğini sayar döker. Ephraim Cabot hala duygusaldır; keşke bizim bir çocuğumuz olsaydı, bunu deneseydik ya da sen biraz daha sabırlı olsaydın sözleriyle kin tutmamış gibi görünmektedir. "Eben'in çocuğunu öldürdünse sevindim!” bile der, çılgın gibidir. Abbie Cabot'sa hakaretleri sürdürür. Eben'i sorar. Abbie Eben'in kolluk kuvvetlerine haber için gittiğini söyleyince, Cabot buna da kızar. Çünkü Abbie'yi hala sevebileceğini sanmaktadır. Bu arada ilginç bir konuşma da yapar, yalnızlığını her zaman hayvanların yanında giderdiğini, gene oraya döneceğini söyler. Bu söz, Ephraim Cabot'un psikiyatrik bir sorunu olduğunu kanıtlamaya yetecek türdendir. İnsan sevgisinden yoksun, çocuklarına bir baba gibi davranmayan bir kimse yalnızlığını ahırda gideriyor. Güvenliğe giden Eben gelir, Abbie'ye ateş püskürür. Olağanüstü bir zıt duygu çatışması yaşanır. Artık geç kalınmıştır. Güvenlik güçleri gelip işe el koyar. Birbirini yercesine kavga ederek odaya kapanan Eben'le Abbie bir ara sarmaş dolaş olmuşlardır. Eben güvenlikçilere yalan söylediğini öne sürer, bebeği ikisinin boğduğunu, cezalarını da birlikte çekmelerini ister. Güvenlikçiler sanıkları götürürken çiftliği gözden geçirerek "Ne güzel çiftlik tam yaşanacak yer” derler, Baş güvenlikçi ise "Keşke benim de böyle bir çiftliğim olsaydı!” derken, perde iner.

Kitabın özeti hemen hemen bu. Ancak böyle çocuklarını acımasızca dışlayan, eşlerine saygı göstermeyen Ephraim Cabot'in kişiliği nasıl yorumlanacaktır? Hemen Baba Karamazof'u, Rüzgarlı Bayır'ın Heatcliff'ini anımsadım. İkisiyle de benzeşiklik buldum da birini seçip "Onun gibi! diyemiyorum. Abbie için de, Medea da çocuklarının katili ama trajedilerin değişik bir avutucu tarafı olduğunda insan üzerinde etkisi fazla sürmüyor. Buradaki çok başka bir durum. Aşk! sevginin yolu için çocuk bir gerçek engel olarak görülmüştür. Çitliğe el koymak isterken engel olacak Eben'e gönül bağlayıp emeline öyle ulaşmayı kurarken çocuk Ephraim Cabot'un olunca çiftlik ona kalacaktır. Yetişme biçiminden gelen hırs anne olarak çocuğunun yanında olmasına engel oldu. Belli ki doğal annelik duygusundan yoksun. Kesinlikle burada da psikolojik bir sorun var. Bence bu kitaptaki tipler özellikle Freud ya da onun izinde gidenlerin çalışmalarına örnek olacak bisebir bireylerdir. Daha önce ayrılmış oğullar için de bu geçerlidir. 40 yaşını geçmiş insanların aile yuvasını böylesine terketmesi hem sosyoloji hem de psikoloji açısından değerlendirmeye değer davranışlardır. Çocuk eğitimi açısından öğretmenlerin, arkadaşlarıyla uyum zorluğu çeken öğrencilerin kesinlikle aileleriyle ilgi kurmak, hatta geçmişi üstüne bilgi toplamakta yarar vardır. Bu durumlarda saptanacak ya da yakalanacak küçük ip uçları, çocuğun içine sıkıştığı model dışında daha işe yarayacak model seçmesine yardımcı olur. Bu kesinlikle bir kurtuluş sayılmasa bile çocuğa bir süre bir sığıntı olur. Bu sığınma sürecinde kendi yeteneklerini kullanarak olumsuzluk engelini atlatması olasıdır. Bir çok başarılı insan için bu söylenmektedir. "Ben X'ten şunu öğrendim ya da başarımı "A'ya borçluyum! sözleri arasında böyleleri kesinlikle vardır.

 

Kars/Cilavuz Köy Enstitü Müdürü Halit Ağanoğlu'nu merak ettim. 1940 yılında Enstitüyü o açmış, günümüze dek aksatmadan sürdürmüş. Bu başarısı çalışkanlığından mıdır, yoksa Ankara'dan (gözden) uzak oluşundan mıdır? Bu arada Tüm Köy Enstitülerini gözden geçirdim. Köy Enstitülerinin kurucularının büyük bir bölümü kısa denecek sürelerde görevlerinden alınmışlardır.

Trabzon/Beşikdüzü -Hürrem Arman ayrılmış, Samsun/Ladik -Nurettin Biriz ayrılmış, Kayseri/Pazarören-Sabri Kolçak ayrılmış, Eskişehir/Çifteler ikinci kez, Remzi Özyürek-Rauf İnan ayrılmış, Kırklareli/Kepirtepe -Nejat İdil ayrıldı. Onun ayrılışını biliyorum; çok üzgündü. Onu bir gün güler yüzüyle göremezsem, yaşamım boyu üzüleceğim, neden olanlara da söyleyeceğim hep olacak. Malatya/Akçadağ-Şinasi Tamer ayrılmış, Erzurum/Pulur-Ahmet Korkut ayrılmış, Kastamonu/Gölköy-Süleyman Edip Balkır ayrılmış, İzmir/Kızılçullu -Emin Soysal-ayrılmış. Ayrılmayanlar da var; Balıkesir/Savaşte-Sıtkı Akay, Isparta/Gönen-Ömer Uzgil, Seyhan/Haruniye- Lütfi Dağlar. Aydın/Ortaklar-Hayri Çakaloz, Antalya/Aksu-Talat Ersoy, Kocaeli/Arifiye-Süleyman Edip Balkır, görevlerini sürdürüyor.

 

Not: Süleyman Edip Balkır, 1938 yılında Kastamonu/(Gölköy Eğitmen kursu ile Köy Öğretmen Okulu ilkokul bölümünü kurmuş, 3803 sayılı yasa çıkınca Kocaeli/Arifiye Köy Enstitüsünü kurmakla görevlendirilmiştir!

 

Enstitü Müdürü olarak yakından tanıdıklarımı anımsadım. Kendi Müdürümüz Nejat İdil, dört yıl onu saygıyla dinledik. Hiç bir sözünün sonunu söylediğinden farkı bulmadık. Çok senli benli olduğumuz (Özellikle ben kendi adıma söylüyorum) sanat öğretmenlerimizden müdürümüz hakkında olumsuz en ufak bir kuşkulu söz duymadık. Marangozluk atölyesinde dört öğretmen vardı. (Hamdi Bağ, Naci İnan, İrfan Evren, Ali Yılmaz Demirbilek.) 0nlarla iş ortaklığında çalışır gibi çalışır zaman zaman birilerinin arkasından da konuştuğumuz olurdu. Bizim sınıfın Marangozluk grubu sınıfın hep yaşça küçük tamından oluşmuştu. (13-15 yaş arası. Oysa ben 18. yaşımı doldurmuştum. Çalışmalarda bu fark beni hem çok yoruyor hem de mutlu ediyordu. Ben öğretmenlerime saygı duyup onların dediklerinden çıkmıyordum ama onlar da beni arkadaş düzeyinde tutuyordu.

İkinci Müdürümüz İhsan Kalabay'ı ilk Müdürümüzle karşılaştırmak istemiyorum. O bize bir yıldan az müdürlük yaptı. Bana büyük güveni vardı. Dersi olduğu saatlarda işleri gereği bir kaç kez aksatınca kendisini uyarmam için beni görevlendirmesi beni çok onurlandırmıştı. Okulu bitirince okulda kalmamı istemesi de ayrıca benim için bir değerli öneriydi. Geçen ay geldiğinde de burasını bitirince oraya gelmemi istemesi hatta ailemi öne sürerek:

-Orası senin yerin, şansını iyi kullan! deyişi beni mutlandırdı. Bu nedenlerle 2. Müdürüm için "İyi insan! demekten öte söyleyecek bir söz bulamıyorum.

Öteki Enstitü Müdürleri içinde tanıdığım ilk Müdür Nurettin Biriz, Samsun/Ladik Köy Enstitüsü eski Müdürü. 1941 yazında Hasanoğlan'a gelmişti. Evlerimizden, okulumuzdan hatta yurt olarak yakın yörelerimizden ayrılmış olan bizlerle öyle konuştu ki, söyledikleri, duyusal sesi ileri bizleri öylesine etkiledi ki, günlerce O'nun soyadını anarak karşılıklı el çarpıştırıp "Biriz, tamam mı! deyip barışıklık içinde çalışmıştık.

Bu neşeli günler uzun sürmedi, biz Kepirtepe'deki müdürümüzü beklerken bir başka müdür geldi. Yaptığı ilk konuşmada, Nurettiz Biriz'in etkisini kökünden kazıdı. Adam ilk söz olarak :

-Size müdür olarak geldim! deyince öndeki küçük sınıflar, çocuksu duygularıyla:

-Bizim müdürümüz var! dediler. Bunu duyan kişi acıyımsı bir gülüşle:

-Nerde müdürünüz? İyi çoban sürüsünün başında olur! deyince meydan karıştı. Konuşan dinlenmediği gibi adı da o saat "Çoban!' oldu. Adının Mehmet olduğu öğrenilince de ÇOBAN MEHMET! söylemi hemen yayıldı. İşler bırakıldı ya da gevşetildi. Çoban Mehmet mührüne güvenerek odasına öğrenci çağırarak soruşturma yaptı. Hatta; (Sonra öğrendiğimize göre, sizi Halil Basutçu (Arkadaş haftalık nöbetçiydi) ya da arkadaşlarımı kışkırttı türü sorular sormuş. Bu gerginlik günlerce sürdü. Namık Ergin, Hidayet Gülen, Selçuk Korol Öğretmenlerin araya girmesiyle işlere koyulduk ama olay, önce Genel Müdür İsmail hakkı Tonguç'a, oradan ivedi bir yanıt çıkmayınca Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'e duyuruldu. Ne olduysa Çoban Mehmet bir daha öğrenci karşısına çıkmadı, yerini Sanatbaşı Mustafa Güneri’ye bıraktı. Bir süre izinli gittiği söylendi. Sonra da müdürlükten alındığı öğrenildi. Bundan sonra Hasanoğlan Köy Enstitüsü 1941 kasın sonuna dek müdürsüz bekletildi. Aralık 1941 başlarında bir müdür atandığını duyduk. Mustafa Lütfü Ergin . Biz onu görmedik, bizden sonra gelmiş. Kepirtepe'ye dönerken Arifiye Köy Enstitüsü'nde kaldık. Müdür Süleyman Edip Balkır. Süleyman Edip Balkır'ı çok sevdim. Konuk sayıp bizi karşılaması, içlerinde benim de bulunduğum on öğrenciyi evinde bir öğün ağırlaması, sofrada hepimizle candan konuşması, devrisi gün soğuk olmasına karşın bizi trene binene dek beklemesi, kafamdaki müdürlük kavramını olabildiğince genişletti. Şimdi bunları yazarken de o oylum ister istemez beni etkiliyor. Sanırım bunun etkisiyle konuşup geçen, Rauf İnan, Hamdi Akman için fazla söz söyleyemeyeceğim. Bakalım Kars/Cilavuz Müdürü Halit Ağanoğlu bu konuda dilimi çözebilecek mi? Soyadı gene ilgimi çekti Ağaoğlu değil de Ağanoğlu. Bizim oralarda büyük, delikanlı takımı kendilerinden küçüklerin adlarını söylemez, kendi büyüklüğünü anımsatmak için Aganin!der. Bu, ben senin büyüğünüm! demektir.

 

30 Nisan 1944 Pazar

 

Erkencilerden biri de 2. Rıza Dönmez. Birlikte çıktık. Erken kalkınca İngilizceyi daha iyi öğreniyormuş. Enver Ötnü takıldı:

-Yanılıyorsun be paşam, kendini buna inandırmışsın. Bir saat sonra kalkıp çalışsan daha iyi öğreneceksin! Rıza Dönmez inandığından değil de olsun diye sordu.

-Sen neyi öyle çalıştın da başarılı oldun? Enver katılırca gülerek, Türkçeyi öyle öğrendiğini söyledi:

-Annem “kalk!” dediğinde aldırmaz yatardım, bir süre sonra babamın sesi gelir:

-Nerede o haylaz, halâ yatıyor mu? deyince fırlayıp kalkardım. Rıza sordu.

Bunun nesinden Türkçe öğrendin? Enver sordu:

-Anlamadın mı anacığım? Bu bir sabah haylaz olursa devrisi gün tembel; arkasından eşek sıpasına, it oğlu ite dek giderdi. Böylece ben tüm hayvanları yatarken öğrenmiş olum. Rıza Dönmez hiç istifini bozmadan:

-İyi öyleyse burada da insanları öğreneceksin (!)

Mehmet Gönül arkadaş geldi, oyunları en güzel oynayanlardan biri. Mehmet ağabeylerini çocuklar iyi tanıyor, sevinç gösterisine kalkıştılar. Öğretmen Yeni Müdür! deyince çocukların birisi:

-O bizim için yeni değil, biz Çifteler'den geldik, o oyunlarla ilgilenmez, sadece ortalıkta dolaşıyor! Sahiden de Rauf İnan Sanatbaşı Mustafa Güneri'nin koluna girmiş, bir yere gidiyormuş gibi yakınımızdan geçti. Gözleri öğretmeni aradı. Öğretmen yakınımdaydı; öğretmeni görünce gülümseyip eliyle selâm verdi.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

 

Kahvaltıda hemen hemen hepimiz neşeliydik. Neşemizin özü iki yıl sonra göreve gideceğimiz yöneticileri şimdiden görmemiz bizim için bir kazanç. Gene bir olumsuzluk çıkışı yaptım:

-Bizim öğretmenliğimize dek onlar hiç değilse şimdiki yerlerinde olmayacaktır. Enstitüler kurulduğundan bu yana değişen müdürlerin bir bölümünü saydım. Arkadaşlar hep şaşırdı. Onlar salt kendi müdürlerinin değiştiğini sanıyormuş. Halil Dere karşıdan işaret etti, elini yan çevirip köy tarafını gösterdi. Bu banyoya gitme işaretiydi. Yolda Kars ili üstüne konuşanlar oldu. Benim tek bildiğim, 1877-78 savaşında Avrupa yakasında Bulgaristan gibi Kars'ı da Rusya'ya kaptırdığımızdı. Arkadaşlar yeni bilgiler eklediler. Mondros silah bırakışmasından sonra Kâzım Karabekir Paşa'nın diretmesiyle o bölgenin düşmana teslim edilmemesi üstüne konuşarak banyoya gittik.

Banyodan sonra yarın kesinlikle ders olmadığını öğrenince önce salona sonra da Lokale gittim. Lokalde Süleyman Alkan vardı. Süleyman Alkan beni örünce:

-İyi insan sözünün üstüne gelirmiş. Biz de şimdi senden söz ediyorduk. Daha doğrusu kendi derdimizi senin üstünden konuşuyorduk. Biz Müdürümüzü iyi biliriz. Sonunda bir kötülük yapmaz ama; işin işte bir aması var. Hepimizin istediği bir olayda onu neden yalnız bırakalım? deyip dertleşiyoruz. Yanındaki Cahit Erten'i, Vasfi Anıl'ı iyi tanıyordum. Yanlarına oturunca Mehmet Yelaldı da geldi. Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca ile anlaşmışlar. Yarın öğleden önce Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel gelecekmiş. Yanında bizim genel Müdür değil bu kez Ortaöğretim Genel Müdürü Reşat Şemsettin Sirer olacakmış. Buradan da Mamak'a gideceklermiş. Mamak çayırında yarın (1 Mayıs Bahar Bayramı) Ankara liselilerin ortak Kır Eğlenceleri varmış. Sözün doğrusu Hasan Ali Yücel'i yarın Ortaöğretim Genel Müdürü Reşat Şemsettin Sirer'in davetlisiymiş. Hasan Ali Yücel Bu daveti kıramamış; çünkü bu yıl liselerini bitiren kendi çocuklarıyla birlikte Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün kızı da katılıyormuş. Olayı başımı sallayarak dinledim ama içimden:

-Bunlardan bana ne? demek geçiyordu. Vasfi ile Cahit hemen nasıl gidileceğini hesaplamaya başladılar. Süleyman Alkan planlarını söyledi:

-Sanki eğlenceye katılır gibi hazırlanıp Güzel Sanatlar binası önünde duracağız. Birimiz gözetecek. Bakanın arabası yönetim binasının önünden kalkınca istasyon yoluna çıkıp kasıtlı olarak arabaya çok yakın durup selâm vereceğiz. Hasan Ali Yücel cin gibi insan bizim bir sorunumuz olduğunu anlayıp duracak. Durunca çekinmeden sıkıntımızı ben söyleyeceğim. "Müdürümüzü sevdiğimizi, ona karşı durmak istemediğimizi ancak dışımızdaki yaşıtlarımız gibi giyinmek istiyoruz. Enstitülerde onların dediği oldu, lütfen bundan böyle bizi rahat bırakmaları için yardımınızı istiyoruz! diyeceğim. Ben yardım edeceğini bilir gibiyim. Etmezse, biz de o zaman toplu değil teker teker başkaldırırız.

Olaya olumlu bakıp bir süre haktan adaletten söz ettik. Olayı çevreye yaymamaya söz verip ayrıldık. Pazartesi günü ders olmamasın karşın Güzel sanatlar salonuna gidip bir süre çalıştım. Mehmet Yelaldı'nın çok istediği Toselli Serenadın büyük bir bölümünü kavradım. Gerçekte piyano bölümünün notalarını çlmada bir zorluk yok ama sesler arasında bağlantı önemli. Piyano çalıyorum ya da çalışıyorum! diyorum ama bir şeyin ayırdındayım. Parçanın ritmini kendime göreleştiriyorum. Faik Canselen Öğretmenle birlikte iki piyano sonatı (Beringer Metodundaki Mozart'la Beethoven'in) çaldık ama kusurlarım hep oradan kaynaklandı. Birden başlamak, ölçüyü kaçırmadan birden sürdürmek. Mehmet Yelaldı girişi iyi yapıyor ama ben ilk tuşu bir kaç kez tekrarlamak zorunda kalıyorum; bu da hevesimi kırıyor. Buna karşın bugün oldukça uyumlu çalıştık.

Yemekten sonra toplantı salonuna gittik. Halil Dere ile onun arkadaş takımı çoğu Muğlalı, aralarında bir kaç öteki Ege kentlerinden olanlar var. Muzaffer Kayhan, Denizli-Mehmet Gönül, İzmir-Niyazi Başkaya, Denizli-Arif Işınak, Aydın-Faik Demir, Aydın. . . . Konu kitap okuma üstene açıldı. Okuduğum kitapların listesini çıkardığım gibi özetler de tuttuğumu anlatınca kimisi inanmadı kimisi de kendi okuduğu kitapları okuyup okumadığımı sordu. Sorulan kitapların çoğunu okumuştum. Dağları Bekleyen Kız-Bu toprağın Kızları-Çalıkuşu-Mai ile Siyah-Kuyucaklı Yusuf-Bir Kadın Düşmanı (Homongolos)-Allahaısmarladık-Dost Kazanmak ve İnsanlar üzerinde tesir Yapmak. Söz Söyleme ve İşbaşarma Sanatı-Meşhur Adamların Meçhul Tarafları-Citadel (Şahika)- İki Şehrin Hikayesi-Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok-Matahari-Vurun Kahpeye-Sinekli Bakkal-80 Günde Devrialem-Denizler Altında 20 000 Fersah-2 tane Ana, (Gorky-Pearl Buck) Beyaz Geceler-Nora-Peer Gynt. . . "Yeter!" sesleri yükselince durdum. Saydıklarımdan İki Şehrin Hikayesi'ni-Nora'yı-Peer Gynt'ü kimse okumamış. Ötekilerini birer ikişer okuyanlar çıktı. Çalıkuşu, Çıkrıklar Durunca, Silindir Şapka Giyen Köylü, Bu toprağın Kızları, Küçük Paşa, Kuyucaklı Yusuf-Bir Öğretmen Anlatıyor kitaplarını Türkçe Öğretmenimiz Fikret Madaralı'nın derste ya da inşaatta çalıştığımız süreçte paydoslarda çalışma yerine gelip okuduğunu anlattım. Arkadaşlar Fikret Madaralı Öğretmene övgü döktüler. Ara ara aklıma gelmişti ama nedense soramamışım. Sabahattin Ali'nin Kuyucaklı Yusuf kitabı olan bir olaydan sözle başlıyordu, olay Kuyucak'ta geçiyor. Kuyucaklı arkadaşım Şükrü Koç'a sordum. Halil Dere ceketimden çekti ama ben sorumu sormuştum. Şükrü, olayın Kuyucak’la bir ilgisi olmadığını, Sabahattin Ali'nin kendi memleketi olan Edremit'i iyi bildiğinden oranın eleştirisini yapmak için yazdığı kitaba bizim masum Kuyucak'ı Kanlı bir belde olarak almış. O nedenle kitabı okuyanlar Kuyucak'ı Katillerin dolaştığı bir yer olarak algılamaktadır. Bu nedenle biz Kuyucaklılar Sabahattin Ali'yi sevmeyiz. Biraz da bunun için olacak onun çevirdiği o malum kitabı okudum ama kitaba değil kitapta anlatılanlardan onu sorumlu tutar gibi baktım. Biliyorum, yazılmış bir kitabı çeviren ona bir şey katamaz ama insan ister istemez etki altında kalıyor. O kitap, bu kitap derken söz konusu kitabın okunması yasak olan Fontamara olduğunu, kitabı çevirenin de Sabahattin Ali olduğunu öğrendim. Sabahattin Ali'yi; Kuyucaklı Yusuf'u okurken Fikret Madaralı Öğretmen iyi bir öğretmen- yazar olduğunu, yeri gelince başka yazılarını da okuyacağımızı söylemişti.

Bu nedenle yılbaşı gecesi dikkatle izlemiş, Namdar Rahmi Karatay yanında biraz sönük bulmama karşın Mahir Canova öğretmenle birlikte Konservatuar'da çalıştığını öğrenince oldukça önemsemiştim. Bu arada, kitabın yasak olmasına karşın çalışmasını sürdürdüğünü, ancak kitabın okuyuculara yasak bir durumda oluğunu açıkladılar. Mahkemelik olduğu söylenen Çiftelerli arkadaşlarının bir bölümünde bu kitabın bulunması da suçlarını ağırlaştırıyormuş. Yasak kitap, yasak yazı derken Nazım Hikmet adı da geçti. Onun adı geçince okuduğumuz Baki Suha Ediboğlu'nun kitabındaki Nazım Hikmet'i anımsattım. Onun da tüm şiirleri değil bazı şiirleri yasakmış. Kafam iyice karıştı. Sabahattin Ali'nin bir şiirini yazmışım, acaba o da yasak mı? Halil Dere yanıtladı:

-Deli misin sen, yasak olan şiiri gelip burada kendisi okur mu? Kurallara uyma konusunda verdiğim bir söz vardı; "İstenmeyen hallere girilmeyecek, yapılmaması gerekenler yapılmayacak! Buna karşın bu yasak olayına bir sınır koymak için yasak kitabı okuma isteğim giderek arttı. Halil Dere'ye söyledim. Halil hiç ummadığım bir tavırla:

-Vallahi ben aldım birinden okuyamadım, istersen sana alayım. Ancak iki günlük okuma izni var, ona göre! Söz verdim, az sonra bir başka kitap, kapağı içine yerleştirilmiş bir kitap geldi. CRONİN-HEMŞİRELER. Kitabı gene de tuvalete giderek kolumun altına gelecek biçimde gömleğimin içine koydum. Yemekle toplantı arasındaki iki saati Cronin-Hemşireler kitabını karıştırmakla geçirdim. Anlatış bana karışık geldi. Kim ne anlatıyor? Köydeki bizim kahvede konuşanlar gibi konuşmalar, hep yokluk hep, hep varlıklıların haksızlığından söz ediliyor. Konuşanların hepsi haklı gibi ama kim kime şikayet ediliyor? Bizim köyde de tahsildarlar bile bile köylüleri soyuyor. Söz gelimi, "Geçen yıl vergini vermemişsin!" deyip bir de ceza ödetiyor. Adam istediği kadar " Verdim!" desin. Tahsildar vergi makbusunu istiyor. Ortalıkta makbuz yok. Komşular soruyor "Hasan ya da Hüseyin, Ali, Veli, makbuzu getir deyince:

-Geçen yıl makbuzu evdekilere (Karısını kastederek) vermiştim, onlarda kafa mı var, herhal attı bir yere! Kahvede bir kahkaha kopar. Arkasından itiraflar başlar:

-Biz hep böyleyiz! Bunu bir kişi değil onlarla kişi her yıl yapar. Tahsildarlık yapanlar kasabalıdır, açıkgözdür ama makbuzu gösterene teşekkür etmesini bilir. Tütün korucuları ise daha berbattır. Kitabın okuduğum yerlerde olanları okudukça aklım iyice köye gitti. Ancak anlatılanları dinledikçe kendi köyümdekileri düşünüp üzüntüm arttı. Benim unutamayacağım saptamalarım vardır. Özellikle Pancar tesliminde arabalar yüklü olarak iki kantardan geçirilir. Pancar yüklü arabanın geçtiği kantar pırıl pırıl silinir. Pancar döküldükten sonra boş arabanın geçtiği "Dara" kantarı dize kadar çamur olur. İlk gün daha bunun nedenini düşünüp buldum. Bu acıklı durumu anlatmaya çalıştım. Bana gülenler oldu:

-Çocuk işte, düşündüğünü yapacağını sanıyor. Arkamdan da konuşmayı sürdürürler:

-Sen asker gittiğinde sopayı yeyince öğreneceksin Hanya'yı-Konya'yı. . . . . Kitaptakiler de öyle. Onların su derdi var bizim köyde de su-köprü sorunu var, çocukluğumdan beri bunu dinledim. Köyümüz bir derenin yamacına kurulmuş, Köy hemen derenin kıyısından batı yokuşuna tırmanıyor ama köy Lüleburgaz ilçesine hem bağlı hem de öteki kasabalardan daha yakın. (15 km)En yakın komşu köy, Hamitabat ise 4 km. Köy halkının bu iki yer ile bağlantısı sürekli olmaktadır. Örneğin değirmen Hamitabat'tadır. Kısacası, yatağı 2 km. olan dere taşınca sığ olmakla birlikte yaya ya da köyde arabalarla geçilememektedir. Köyün kurulduğu 1900 yılından bu yana bir çare bulunamamıştır. Bulunamamıştır'ı köylüler söylüyor. Oysa kahvede çok durduğum için bu konuşmaları hep dinlemişimdir. (4-5. sınıfları Hamitabat'ta okuduğumdan az olmakla birlikte derin sulardan geçtiğim gibi daha derinleri olabileceği korkusunu hep taşıdım) Yıllarca tek bir çare önerildi. Köyün alt ucu yüksek. O yükseklikte iki ev var. Onlardan yetecek kadar yer alıp tam karşılarındaki tepenin önüne taş yığdırarak betonlayıp köprünün ayağını oraya tutturmak. Orada dere daralmakta. Onun dışındaki yerlerde taşan dere belli belirsiz yerlere tümsekler yaparak ya da çukurlar açarak gezilmez duruma getiriyor. Halk oralardaki işlerini görmek için her yıl haftalarca argaryeye (İmece) katılır.

Yorgun argın kahveye geldiklerinden hep bir suçlu bulup onu yargılarlar. İşin ilginci tıpkı bura oluğu gibi belli bilgiçler türemiştir, en son sözü onlar söyler. Demek dünyanın her yerinde köylüler köylü kalıyor. Bunun bir nedeni olmalı!

Arkadaşların gruplar oluşturarak salona gittiğini görünce gene tuvaleti boylayıp Hemşireler kitabımı usturuplu bir şekilde kolumun altına yerleştirdim. Hemşireler bana okula ilk gittiğim günleri anımsattı. Münevver Hemşire. Neydi Münevver Hemşire, bir sevgili mi? Hayır, sanırım ben ona karşı davranışlarımı ayarlayamıyordum. O da beni iyi niyetli biri olarak görüp yakınlık göstermişti. Ahmet Ağabeyin nesiydi? (Ahmet Gökay okulun ilk kuruluşunda görev almış, çalışkan bir görevliydi) Sanırım yakın akrabasıydı, uzun süre bana ondan söz etti. Sözleri kuşku götürmez iyi niyetliydi, nişanlandığını, evlendiğini, anne olduğunu ondan öğrenmiştim.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

 

Ön sıraları 2. sınıflar tutmuş, Halil Dere ile Halil Basutçu onlar ayırdında olmadan biri sağ elimden biri de sol elimden tutarak yer var deyip çektiler. Gerçekten ikisinin de birer yeri varmış, ben Halil Basutçu'nun yanına otururken Halil Dere!nin tarafına da Muzaffer Kayhan oturdu. Iramız biraz yan ama konuşmacıyı rahat göreceğiz. Az sonra Hürrem Arman, pardon eski Müdür Hürrem Arman baharlık kılığıyla (Örgülü bir hırkayı andıran bol, yakalarını kaldırsa başını örtecek türden) Konuk Müdür Halit Aganoğlu ile geldi. Hürrem Arman, ne dediği pek anlaşılmayan (Uzun cümleli) övgülerden sonra Konuk Müdürle eski arkadaş olduklarını duyurduktan sonra adını söyledi. Bir de okşar gibi elini omuzuna koydu.

Halit Ağanoğlu için Hürrem Arman arkadaş dedi ama o kalkınca arkadaşlıkları hikaye gibi etki yaptı. Çevik hareketli, tın tın öten bir sesle konuşmaya başladı. Önce kendini tanıttı, Şimdilerde karda buzda yaşıyorum ama gerçekte sahil çocuğuyum, dedikten sonra isteyerek öğretmenliği seçtiğini, köylere ışık götürmek için her kademede çalıştığını anlattı. Yaptıklarım büyüklerimizce beğenilmiş olacak beni Cılavuz Köy Enstitüsünü kurmakla görevlendirdiler. Görev yerim de birkaç yıkık binayla bir kaç yardımcı arkadaş verdiler. Kolları sıvayıp işe koyulduk, bir de bakmışız ki aradan koca dört yıl geçmiş. Cılavuz Köy Enstitüsü şimdi tertemiz binalar içinde 700 öğrencisiyle çalışmasını sürdürüyor. Biliyorsunuz, Köy Enstitüleri kurulurken belli amaçlar için değişik bölgelerde kurulmuştur. Kars Bölgesi yüksek yayladır. Kırsal alanlarında hayvancılık yapılır. Bu amaçla su sıralar 40 ineğimiz (20'si buzağılı) 60 koyunumuz kuzulamak üzeredir. İlgili arkadaşlarımız, köylere göndereceğimiz öğretmenlerimiz için alım satım işlerine başlamışlardır. Amacımız bu yıl Kars yöresine 140 arkadaşımızı yerleştirmektir. Bildiğiniz gibi yöremiz soğuk bölgedir. Bizde kışlar uzun, yazlar kısa baharlar ise yok gibidir. Buna karşın kendi yağımızla kavruluyoruz. Arkadaşlarımız o bölgeden gelme, hava koşulları biliyorlar, o koşullara uygun çalışma programlarına hazırlanıyorlar. Kars, iklim olarak sert olduğu gibi köyler hata ilçeler arasındaki ulaşımlar da zorludur deyip Kars iline bağlı ilçeleri saydı, bazı özelliklerini söyledi. Ardahan, Arpaçay, Çıldır, Göle, Iğdır, Kağızman, Posof, Tuzluca. Ardahan için Kura ırmağının iki yanına kurulmuş bir köprü ile bağlanmış eski bir yerleşim merkezidir. Başlıca geçimi hayvancılıktır. Canlı hayvan , yağ, peynir, bal, özellikle de kurutulmuş çayır otu üretir. Arpaçay, adını yakınından geçen Çıldır Gölü çıkışlı bir sudan alır. Canlı hayvan, hayvan ürünleri üretir. Çıldır. Küçük bir göl olmasına karşın akıttığı sular çevrede değişik çalışmalara yol açar. gene de ağırlıklı uğraş hayvancılıktır. Buna ek olarak tahıl da yapılır. Iğdır. Ağrı Dağı eteğinde oluşu nedeniyle bol kaynak suları bulunur. Havası da ılık geçer bu nedenle başta pamuk olmak üzere her turlu ılık iklim ürünleri üretilir. Kağızman: Yüksek dağlar arasında korunaklı bir yerleşim merkezidir. Evler, bağlar bahçeler içinde, çevre sebze, meyve bahçeleriyle sarılmış durumdadır. Kars hatta Erzurum'un gereksinimini karşılayacak ürün yetiştirilir. Posof: Ormanlık, çayırı bol bir uc ilçemizdir. Tarım, ormancılık, sebzecilikle geçinirler. Sarıkamış: Genelde hayvancılıkla uğraşılır. Hayvansal ürünler üretilir. Ayrıca orman ürünleri de yakın pazarlarda alıcı bulmaktadır. .

Duraksar gibi yaptıktan sonra özür dilermişçesine:

-Sözüme başlarken plandan, programdan söz etmiştim. Salt öğretim değil aynı zamanda bir üretim kurumu olması istenen köy Enstitüleri kendi çevrelerinin bilinçli bir incelemesini yaparak uzun ömürlü programlar yapmak zorunda. Biz buna inanarak büyük programın kapısını açmış bulunuyoruz.

Halit Ağanoğlu bölge proğramı üzerinde durunca Şevket Hızal parmak kaldırdı. Halit Ağanoğlu ya bizim hakkımızda bilgi almış ya da çok gerçekçi biri. Gülümseyerek Şevket Hızal'a söz verdi. Söz verirken de sanki ben senin ne soracağını biliyorum, der gibi bir tavır sezdirdi. Şevket Hızal:

-Sık sık programımız! diyorsunuz ama bu hangi program, Köy Enstitüleri programı mı yoksa, sizin kendinize özgü bir programınız mı tasarlıyorsunuz? Halit Ağanoğlu; Şevket'in sınıfını sordu. 2. sınıf olduğunu öğrenince güldü:

-Oldukça yaklaşmışsın, gelince öğreneceksin ama bazı ip uçları vermekte gene de yarar var! deyip gözlerini üstümüzde gezdirdi. Bana işaret etti, ilimi, bitirdiğim enstitüyü sordu. Kırklareli/Kepirtepe! deyince:

-Tam isabet! deyip, bağımızın, bostanımızın, koyunumuzun, kuzumuzun, atımızın olup olmadığını, kaç dönüm ekilir toprağımızın olduğunu sordu. Ben hepsini söyleyince bu kez de gülerek:

-Sormuyorum ama sorsam onlar için de var, diyeceğini biliyorum, deyip yüzüme baktı. Tuvalet? Banyo? İkisinin de olduğunu söyledim. Ekledim "Kahve-dükkan-Han da var, onlarınkileri de sayarsak! derken sözümü kesti, Teşekkür etti. Arkadaşlara dönerek konuşan arkadaşınızın Trakya'sı ile Kars ve çevresi arasında tam 50 yıllık bir fark var. Buna bir de kış koşullarını ekleyince 100 yıl diyebilirsiniz. Kars hatta Erzurum bölgelerinin Trakya düzeyine çıkması için oralarda 50 yıl çok çalışmamız gerekiyor. Genel olan Enstitü programını bizim programımız, yapabilmemiz için işte böyle bir çalışma temposu tutturduk. "Bizim programımız” dememiz, bunu belirtmek içindir. Ayrıca, biliyorsunuz Kars'la çevresi 50 yıla yakın bizden ayrı kaldı. Bu ayrılıkların da sonunda bunca evince, mutluluğa karşın gene de bölgede bir takım sorunları sürdürüyor. İşte Cılavuz Köy Enstitüsü tüm bunları aşarak yurdumuza sorunsuz bir bölge kazandıracak. Özlemimiz, amacımı bu. Az duraksadıktan sonra isterseniz çevremizin başka çevrelerde eşi-benzeri olmayan geleneklerine de değinelim

 

 

Kars/Cılavuz Köy Enstitüsü Müdürü Halit Ağanoğlu

 

Halit Ağanoğlu bundan sonra bize Nasrettin Hoca fıkrası anlattı. Fıkrayı anlatmadan önce kendisi de güldü. Hoca, bir ara hastalanmış, çok yorgun düşmüş. Komşular durumu görüp yardım etmek istemişler. Ama Hoca kibirlidir, kolay kolay yardım kabul etmez. Gene de komşular toplanmış, Hoca yatakta yatarken evinde eksikleri saptamışlar. Önce bakmışlar cübbe perişan, ayakkabı yok. Yoklar oldukça çok. Hocayı neşelendirip hediye kabul etmesini sağlamak için konuşmaya başlamışlar. Birisi:

-Ne yapayım yaratan beni öfkeli yaratmış. Tepem atmaya görsün başımdan sarığı fırlatır atarım. Ötekiler hayretle sormuşlar:

- Peki sarıksız ne yapıyorsun? Rabbim, ben günahsız kulunu sarıksız bırakır mı? Bir de bakıyorum biri kapımı çalıp yeni bir sarık getiriyor. Hoca yutmamış bu masalları ama çaresiz, konuşulanları dinlemiş. Konuşmalar arasında Hoca'nın bir yığın eşyası yenileşmiş. Halit Aganoğlu sözü bir süre şakalı sözlerle geçirdikten sonra iklimlerin acımasızlığından söz etti, buna karşın insanların ilkel de olsa çareler bulduğunu anlattı. Bu arada işi tuvalete getirip, tuvalet için su gerekli eksi 15-20 derece donda sular taş olur. Bakın bizim bölgede bunun için pratik çareyi bulmuşlardır. Yaz gelince, demet demet kaz, hindi, horoz tüyü biriktirip bir yerde korurlar. o işlerini görünce de üstüne bir tüy saplayıp giderler. O nesne oracıkta tüylü olarak donar. Sabah olunca ya da uygun zamanlarda atılacak yere atarlar. Attıkları yerden Nasrettin Hoca da olduğu gibi kısmet gelmez; gelse gelse, komşuların attıkları da onlara gelir! deyince bir süre arkadaşlarla birlikte güldü. Sonra da kırsal toplumların fikirsel üreticiliği yok denecek kadar azdır. Bunun çok çeşitli nedenleri vardır. Bunlar saymakla bitmez. İşin acı tarafı bunları gelenekle sarıp sarmalayarak gelecek kuşaklara övütlerler. Atasözlerin bir bölümüne bakın, Akar suda mikrop olmaz. Bit yiğitte bulunur! Bunun anlamlarını kaydırarak teselli de buluruz. Şu, şu demekmiş, bu, bu demekmiş gibi yorumlarla kendimizi haklı buluruz. Oysa bunları yaparken gerçekte, insa esneyi dillerde gezdirilerek, korkutucu yanının için mikrop taşıyan bir tehlikeli umursamazlığı gafletine düşeriz.

Müdür Halit Ağanoğlu, bundan sonra doğu insanlarının bireysel olarak saygılı oluşundan bu nedenle öğrencilerin okul koşullarına uyumundan söz etti, 4 yıldır hiç bir üzücü olay yaşamadıklarını anlattı. Arkasından Kars’ın tarihsel özelliği, konumu, geçmişi hakkında bilgi verdi, folkloründen söz etti. Kars, başka adlar altında çok eski zamanlardan beri anılan bir kentmiş. Kendi adını taşıyan bir çay kenarında kurulmuş. Ortaçağlardan kalma kalesiyle korunmasına karşın büyük savaşlara sahne olmuş. 1877-1878 Savaşından önce 60. 000 kadar olan nüfusu bu savaşta Rusya'ya geçince göçler nedeniyle nüfus 4000'e dek düşmüş. Kurtuluş savaşından sonra anavatana kavuşan Kars hızla çoğalmış, şimdilerde nüfusu 20. 000'e ulaşmış. Kars Ankara'ya 1080, İstanbul'a ise 1450 km. dir. Başlıca gelir kaynağı hayvan bakımcılığıdır. 2. 000, 000 koyun, 1, 5. 000, 000 sığır beslenmektedir. Halit Ağanoğlu gülümseyerek:

-Bu sayıları duyunca bizim okulun 40 ineğiyle 60 koyununu karşılaştırıp küçümsemeyin. O büyük sayılar koca Kars yaylasının, bizimkiler ise Cılavuz Köy Enstitüsünün henüz dört yıllık bir denemesidir. On yıl sonra inanın ki bu sayılar, binlere tırmanacak; öteki kardeş enstitülerinin gereksinimini de karşılayacaktır. İşte Köy Enstitülerinin yurt düzeyindeki dağılım nedeni budur. Görüyorsunuz bu da ne denli isabetli yapılmıştır. Kepirtepe-Konya/İvriz buğdayını, Trabzon/Beşişkdüzü balığını, Kocaeli/Arifiye, Balıkesir/Savaştepe meyvesini karşılayacaktır. Bunu öyle planlı geliştireceğiz ki kuracağımız kooperatifler eliyle tüm ülke öğretmenleri bundan yararlanacak! Eğitimbaşı Hürrem Arman alkışladı. Onu görünce tüm arkadaşlar alkışladılar. Halit Ağanoğlu gülerek:

- Bilseydim bu müjdeyi baştan söylerdim. Daha önce konuşuldu diye düşündüm. Bu kez de gene Hürrem Arman:

-Daha önce konuşulmuş olsa bile sizin dilinizden bunu duymak bizi çok mutlu etti! İkisi, arasında karşılıklı gülüşüp konuştular. Konuşma giderek iki ikiye dönüştü; başlarını sallayarak kalktılar. Halit Ağanoğlu bize teşekkür etti. Hepimizi ilk fırsatta Kars/Cılavuz Köy Enstitüsü'ne davet etti. Söz verdik, alkışladık.

Onlar gidince arkalarından tartışmalar yapıldı. "Ne öğreniyoruz bu konuşmalardan? " diyenlere "Tüy dikme! yanıtı verildi. "Kars Ankara arasının 1000 km olduğunu, ayrıca Ankara İstanbul arasının da 400 km. olduğunu öğrendik!" türü karşılıklar verildi. Kars/Cılavuz Köy Enstitüsü öğrencilerini ekip olarak tanımış olanlar çok övdüler. Genelde Okul Müdürü olarak Halit Ağanoğlu çoğunlukla beğenildi.

Toplantıdan çıkınca oldukça rahatlamış olarak bir süre gidip piyano çalışmaya kalkıştım. Sözde rahatım ama gene de ikinci sınıfların yapmak istediğinin bir işe yarayıp yaramayacağı kuşkusu içindeyim. Mehmet Yelaldı geldi; o çok rahat:

-Haydi bir parti Toselli! dedi bir parti değil terleyesiye tekrarladık. Bize göre oldu. Bir süre karşılıklı bakışıp gülüştük:

- Bize göreyle olsa, daha neler çalmayız ki? Örneğin, Fritz Kreisler' den Caprice Wienois, Camille Saint-Saens'ten İntroduktion und Rondo Capricioso. Johann Sebastian Bach'tan Air, ya da Beethoven'den Kreutzer Sonat neden olmasın? Yok, o kadar da değil! Daha neler kaldı ki? Daha çok, saymakla bitmez:

-Boccerini-Menuette, Mozart-Menuette-Adagio, tüm keman-piyano sonatları, Gluck-Eurydike, Beethoven-Romanslar, Tchaikovsky, Serenad Melankoli-Tartini, Şeytantrilleri

 

Mehmet Yelaldı

 

Yemekte herkesin dileği, yarın Mamak çayırında yapılacak gösterilere gitmek, Ankara kızlarını topluca yakından görmek. Kimileri bunu doğru bulmuyor; Biz çağrılı değiliz, ayıp olur. Bu arada lise durumundaki okullar sayıldı: Kız Lisesi, Gazi Lisesi, Atatürk Lisesi, Ticaret Lisesi, Türk Eğitin Derneği Lisesi, Kız Meslek Öğretmen Okulu, İsmetpaşa Kız Enstitüsü. . . . . Yüksek okul olarak da, Tıp, Hukuk, Dil Tarih ve Coğrafya fakülteleri, Siyasal Bilgiler Okulu, Yüksek Ziraat Enstitüsü, Gazi Eğitim Enstitüsü, Devlet konservatuvarı. . . . . okulla sıralanınca "   Vay be çokmuş, onlar birbiriyle sıkı ilişki kurduklarına göre biz, onların yanında çok gariban kalırız. Bu kez de öğrenci olarak değil Mamaklı delikanlılar olarak gideriz. "Onun da çaresini bulduk!" deyip gülüşerek kalktık.

Kendi kendime:

- N'olursa olsun, kimse istediği gibi giyinmediğine göre ben neden ayrıcalıklı olmak için diretmeye kalkıyorum? Beni destekleyen 2. sınıfları anımsadım yapacakları bir durum olsa yaparlardı, beni neden beklediler?

Birden aklıma takıldı, yarın bayram olduğuna göre sabahleyin oyun var mı? Öteki bayramlarda vardı biliyorum ama bu Bahar Bayramı. Bunu bizim köyde de yaparlar. Yaparlar ama öteki bayramlar gibi şenlik için değil köycek toplanıp ağaç dikerler, korulukları dolaşıp, kuruyanları toplarlar, bozulan yolları gözden geçirirler. Bu biraz bayramlıktan çıkar ama sanırım bunun için adına Ağaç Bayramı da derler.

Köyü düşledim, köyde en çok meşe ağacı bulunmaktadır. Çeşmedere dediğimiz yerde güneş geçirmeyen sıklıkta dalları vardır. Bir de köyün tam karşısında karaağaçlar vardır. Onlar da çok yaşlı olmalı. Derken aklım Karaağaçlar Altında'ki kitaba gitti. Oradaki karaağaçlar da o denli yüksekmiş ki Ephraim Cabot'un evini bile kapatmışlar. Ephraim Cabot'u anımsayınca uykum iyice açıldı. Adam neredyse 80 yaşına girmiş, 48 yaşında oğlu var. Eşleri arka arkaya ölmüş, oğullarını evlendireceğine gidip genç bir bayanı eş olarak almış. Oğullarının gönlünü almayı bile denememiş. Sonunda da küçük oğluyla anneliği gizli gizli sevişip çocuk doğurmuşlar. Bu, çevrede duyulunca alay konusu olmuş. Toplum bunu ahlaklı bulmuyor. Bu bana Eflatun'un ünlü kitabı Sokrates'in savunmasını anımsattı. Kitabı iki kez okudum bir de Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen derste kendisi okudu. O kitapta Sokrates, "Gençlere ahlâksızlık aşılıyor, toplumun ahlâkını bozan sözler söylüyor diye suçlanıyor. Meletos'un en çok direttiği sözler bunlar. Savunmada açıklanmıyor ama Eflatun Devlet kitabında Sokrates'i bu konuda şöyle konuşturur. Devletin bekçileri, evlenmemeli. Bugünkü anlayışla nikahlanmamalı, çocukları olunca, çocukları anne-babadan alınmalı. Büyüdüklerinde anne baba bilmemeli, mal-mülk edinmemeli. Para-pul peşinde koşmamalı. Öyle bir topluluk olmalı ki onlar ancak devleti korumalı. Bu olur mu? Çocuk, ana-baba bilmeden büyüyecek kardeş falan düşünmeden evlenecek. Çocuk doğunca arkasından bile bakmadan verip geçecek. Tam anlamıyla kedi, köpek ya da kuş türü bir insan. Eflatun bunu Devlet kitabında böyle diyor. Kesinlikle tüm insanlar için değil, Devlet olarak yaşayan insanları korumak için bunların yetiştirilmesini istiyor. Bizim tarihimizdeki Yeniçerililer, bu düşünceden doğma mı acaba? Gittikçe kafam karıştı; yarın yardımını dileyeceğimiz Hasan Ali Yücel geldi özümün önüne. Onu önce resimlerde görmüştüm, okul duvarlarında asılı olarak; Atatürk, İnönü, Yücel. Salt YÜCEL olarak adı vardı. 1939 haziran ayında Lüleburgaz'a gelmişti. Tezgah başında çalışıyorduk. Kaldığımız okul bahçesinde elektrikli tezgah başındaydım. Hasan Ali Yücel resmindeki gibiydi. Lüleburgaz Belediye Başkanı Kemal Çağman da yanındaydı. Hasan Ali Yücel önce beni usta sandı, neler yaptığımı sordu. Yanımda da sınıf arkadaşım Hasan Üner vardı. Kardeş misiniz? deyince sınıf arkadaşı olduğumuzu anlatınca, bu kez öğrenci soruları sordu:

-İşinizi neden okul inşaatında yapmıyorsunuz? Orada elektrik olmadığını, elektrik nedeniyle burada çalıştığımızı anlattım. Bu kez Belediye Başkanına dönerek:

-Değerli Başkanımız elektrik lütfetmezler mi acaba; sizi bu arılı yerden kurtarsın? Çalıştığımız yerin bir duvar ötesinde Lüleburgaz'ın ünlü arıcısı Mehmet Salih Arı'nın kovanları vardı. Biz alışmıştık ama yabancı olanlar hemen sorun çıkarıyordu. Nitekim Hasan Ali Yücel de bir ara beyaz fötrünü çıkarıp salladı. Okul yerine elektrik aldırma işini kurcalayan Hasan Ali Yücel sonra o işi unuttu. Böylece biz son parçasına dek okulun ahşap işini o bahçede yaptık.

Hasan Ali Yücel'i iki yıl sonra haziran 1941’de Hasanoğlan'da gördüm. Gene benzer giysiler içindeydi; tam beyaz değil ama beyazdan başka bir renk de denemezdi. Haziranın ilk haftasıydı. Ders yapmıyorduk ama bir ders proğramımız vardı. Sabah saat 10'00 da derslik adı verdiğimiz bir çadıra girdik. Çadır küçük olduğundan sınıf ikiye bölünmüştü. Ben sabahçı gruptaydım. Coğrafya öğretmeni olarak Reşat Tekinay gelmişti. Reşat Tekinay dersten çok olaylar anlatır, vakit geçiştirirdi. Bir de unutulmaz sevgilisi vardı; NUREFŞAN!

Hasan Ali Yücel geldi, çadırımızı çok romantik buldu. Ancak yanındakilerin hiç birisi içeriye girememişti. Olayı çok anlattığım için tekrarlamak istemiyorum. Hasan Ali Yücel konuşmalar arasında adı geçen Newton'un ulusunu sordu. Elinde liseler için kendi yazdığı Mantık kitabı vardı. Bir arkadaşın elinde gördüğü bu kitabı aldı, hepimize göstererek:

-Bunu şimdi okumanız biraz erken, bu lise 2. sınıf kitabıdır (Biz Orta 3''tük) Soruya birkaç arkadaş yanıt verdi ama yanlıştı. Soruları da arkadaşlara kendisi sormuştu. Son söylenene de yanlış deyince ben izin almadan kalkıp "İngiliz!" dedim. Beğenilme beklerken Hasan Ali Yücel bana gülümseyerek:

-Başka hangi ulus kalmıştı ki? diye sordu. Cesaretimi toplayıp arkama yaslanarak:

-İvedi yanlış söyleme yerini gecikerek doğru söylemeyi yeğlerim! Hasan Ali Yücel bana dönerek:

-Ne dedin ne dedin? diyor sorduktan sonra kitabı atar gibi bana uzatarak:

-Sen bunu okumayı hakettin! dedi.

Dersimiz bitti, Hasan Ali Yücel, çok memnun olduğunu söyleyerek ayrıldı. Memnun olacak ne olmuşu? Benim sözümü beğendiği öne sürüldü. Arkadaşların kanısına ben de inandım. Yorumlar da yapıldı; "Kesinlikle sana bir kitap gönderecek!" Bunu duyunca öğretmenler de daha önce duyduğumuz ona ait olduğu söylenen söz tekrarlandı. Sözde Atatürk Hasan Ali Yücel'e "Sıfır" nedir? diye sormuş, o da:

-Sizin karşınızda "Ben! demişmiş. Bu söylemler beni yanılttı, uzun süre mantık kitabı bekledim. Şimdiki beklentim üçüncü olacak. Şans beklentisi "3'e kadar! diye bir söylem vardır. Bakalım 3. de tutturacak mıyım? Güldüm, birinci, okula elektrik, (Lüleburgaz Belediyesince), ikinci, mantık kitabı; üçüncü ise sırtımdaki giysileri rahat giyme! Amma da tutarsız istek dizisi. Tutarsa sevineceğim!. . . .

 

1 Mayıs 1944 Pazartesi

 

Mehmet Gönül, arkadaşı Zekeriya ile geldi. Ben onlara sordum:

-Oyun var mı? Zekeriya hemen soruyu bana çevirdi:

-Niçin olmasın arka(e)deş? Nöbetçiler akordiyonu getirdi. Önce efeler bir İzmir zeybeği oynadılar. Azıcık uzun oldu. Arkasından Çorum Halayına çevirerek öğrencileri de sevindirdim. Zekeriya bizim olaydan habersiz. Ağabeyi Kerimle haberleşmiş, onlar bir grup olarak Mamak'a gidecekmiş, Zekeriya ile arkadaşlarını davet etmiş, (Bu ara da Zekeriya'nın yengelik olayını da öğrendik. ) Ağabey Kerim'in koşulu “akordiyonla gelin”. Bunun arkasında Askım Öğretmenin de olabileceğini hemen çaktım. Buna da ayrıca sevindim. Asım Öğretmen, Gazi Eğitim Enstitüsünde akordiyon olmadığını söylemişti.

Kahvaltıda önce Mehmet Yelaldı arkasından Ekrem Ula bizim masa yanından geçerken işaret ettiler. Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca da "Milli Eğitim Bakanımız, gideceği yerden önce okulumuza uğramıştır, bilginiz olsun!" duyurusu yaptı. Birden telaşlandım, akşam geç vakte dek saçma şeyler düşündüm, kendi düşüncemi kendim karıştırıyorum! deyip dişlerimi sıktım. Süleyman Alkan'la birisinin bizim bölüm yönünde gittiğini gördüm. Mustafa Ersoy bana " Git!" diye onların tarafını gösterdi. Hızla gittim. Bir de baktım ki en az on kişi dörder beşer yolun iki tarafında ama içerlek duruyor. Az sonra araba korna çaldı, yukarıda yola çıkmış çocuklar alkışladılar. Alkışlar henüz bitmemişti ki Süleyman Alkan'la yanındakiler selâma durunca araba da durdu. Hasan Ali Yücel önce kapıya yaklaşarak Süleyman Alkan'ı dinledi. Araba birden kalkar gibi oldu durdu. Sürücü inip kapıyı açtı , arabadan çıkınca karşılara bakan Hasan Ali Yücel, konuşulanları hiç duymamış gibi Süleyman Alkan'la yanındakilere karşıları (Tren durağının 2 km. uzak çayırlıkları) gösterdikten sonra:

-Gelecek yıl Bahar Bayramını burada yapalım, öğrencilerin kaynaşması için bu güzel bir vesile değil mi ? dedikten sonra:

-Sahi bugün Mamak'a neden gitmediğimizi sordu. Arkadaşlar:

-Sizi bunun için rahatsız ettik! deyince güldü:

-İyi ettiniz, öyleyse bugün benden izinlisiniz, bu izini uzatmak için çalışacağıma söz veriyorum! dedikten sonra arabaya binerken:

-Sizi bugün de orada görmek istiyorum! deyip gülümseyerek ayrıldı.

Mamak'ta sabahtan toplanan olmuş ama yarışlar sonlara doğruymuş. İstasyon memuru için:

-İstasyon Şefi Selim Bey! diyoruz. bizim bu şekilde onurlandırmamızdan mutlu olduğundan, bizi kırmaz, hiç değilse bir marşandiz durdurur! deyip sevinerek döndük. Karşılıklı söz verdik kimseye bir duyuru yok. Müdür duyarsa önlemini alır.

Zekeriya Kayhan, Mehmet Gönül, Ekrem Ula, Rahmi Özdemir, Ziya Fikri Özlen geldi. Ziya Fikri benim eski mektup arkadaşım, bana Adaş diyor. Herkesten önce "Adaş, hayır diyemezsin, akordiyonu biz taşıyacağız. Hemen Mamak’a gidiyoruz.” Hayır; nasıl derim? Hemen akordiyonu aldım, arkadaşlara katıldım. Selim Bey (Bizim duraktaki görevli) bizi bir yük trenine bindirdi. Ancak binince öğrendik, tren Gazi Çiftliğinde duruyormuş. Gazi çiftliği nere, Mamak nere? Gazi Durağında inip banliyö ile Mamak'a döndük. Okullar çayırlığa küme küme dağılmış durumda Kerim Kayhan bekliyormuş, onların grubu kalabalık değil. Düşündüğüm gibi çıktı, Asım Öğretmen henüz gelmemiş ama kesinlikle gelecekmiş. O gelinceye dek Akordiyonu açtım, uzaklara duyurmak üzere uzun sesler çıkardım. Radyoda çok çalınan, Tuna Dalgaları, Karmen Silva, O Çiçorniya, Hatırla Margarit gibi ses oylumlu parçalardan kesik kesik parçalar çaldım. Az ötelerde keman, gitar, mandolin varmış hepsi sustu.

Bizimkiler sabırsızlandı, önce bir harmandalı. Harmandalı çok yaygın bilinen bir oyun olduğu için yakınlık gösterildi, yakın kümelerden de kendi aralarında oynayanlar oldu. Bu kez de bizden kalabalık bir grup Bengi ile Muğla zeybeğini oynadı.

Yarışların başlayacağı duyurulunca biz de durduk. Onlar, daha yönetici bir grup kurmuşlar, çoğu da öğretmen. Birileri ortaya çıkıp okul adlarını, yarışa katılacakları duyurdu. Çevrede büyük bir izleyici grubu oluştu. Çoğu birbirlerini tanıyor, karşılıklı adlarını soyadlarını söyleyip başarı dilediler. İlk koşan kız grubunun birincisi için, "GÜLSÜN! kazandı!" dediler. Büyük bir alkış koptu. Meğer Gülsün Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün kızıymış. Hasan Ali Yücel'in kızı da oradaymış ama ben göremedim. Akordiyon bazı bakımlardan beni bağlıyor. Çoğu kez yakınımdakilere sorarak öğreniyorum

Yarışlar sürerken Asım Öğretmen arkadaşlarıyla geldi. Gelir gelmez de akordiyonu göstererek:

-İbrahim, bu benim akordiyon sen bunu aşırdın mı yoksa? deyip bir kahkaha attı. Ancak arkadaşları olayı merak etmiş olacaklar ki hemen soran oldu. Ben de açıkladım:

-Kepirtepe Köy Enstitüsünde iki akordiyon vardı biri bunun tıpkısı Hohner 80 bas, öteki ise 120 bas Verdi. Verdi, büyük, ağır olduğundan derslerde öğretmeni yoruyordu. O nedenle ben Verdi’yi o da Hohner'i çalardı. Şaka bunu anımsatmak. Asım Öğretmen " Özledim!" deyip uzun uzun çaldı. Gazi Eğitim grubu, Asım Öğretmenin akordiyon çaldığını bilmiyormuş; hemen bir akordiyon bulma yollarını aramaya başladılar:

-Cumartesi geceleri dans ederiz! Akordiyon Müzik Bölümü çalgıları arasında sayılmadığından okullarında yokmuş.

Yarışlardan hemen sonra ayrılan gruplar oldu. Asım Öğretmenin grubu da erken ayrıldı. Trene buradan binmeye karar verdik. Trene vakit var, kendimiz oyunları sürdürmeye başladık. Az uzağımızdaki bir Kız okulundan oldukça kalabalık bir grup geldi. Kız, Meslek Öğretmen Okulu ile İsmetpaşa Kız Enstitüsü adına bizi selâmladılar, ardından da 20 Mayıs tatilinde Çubuk Barajına gitmemizi önerdiler. Öneriyi tüm arkadaşlar benimsedi. Birden bir sıcak kaynaşma oldu. Onlar gidiyormuş ama eğlenemiyormuş, bizim oyunları çok beğendiklerini söylediler. Bizimkiler de bu şölenin gelecek yıl bizim okulda yapılacağını Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'in bugün bize söylediğini duyurdular. Kızların kimileri heyecanlandı:

-AAAA, ne iyi, yılda birkaç kez değişik yerde olsa ne iyi olur! Tüm Ankara öğrencileri birbirini daha yakından tanır. Bu arada biri Fatma Öğretmeni sordu, selam söyledi. Onlar, bize göre tersten gelen trene biz de az sonra bizim diye sahiplendiğimiz Kırıkkale banliyosuna bindik. Trende giderken belli şakalar yapılır. Bunları yapanlar da hemen hemen belli arkadaşlardır. Süleyman Alkan yanımdan geçerken bana kaşlarını çatarak. Gülmeden "İşler, nasıl gidiyor ahbap!" deyince arkadaşların bazıları şaşırdı. Çünkü Süleyman Alkan kolay kolay bir kimseyle öyle konuşmaz. Benimle ise konuştuğu görülmemiştir. Çünkü okul açılalı beri ikimizi konuşurken gören olmamıştır. Ben de hiç aldırmazdan gelip:

-İyi gidecek gibi, gitmese bile hiç değilse yerinde duracak, bu da bir başarı ahbap! dedim. Elini başına atarak yanımdan geçti. Olayı bilmeyenler merak içinde gene gene sordular. Bilenler kıs kıs güldü.

Okula dönünce, her akşamki sessizliğe ya da kendindenliğimize döndük. Yemek masasına oturunca gidenler, gitmeyenlere olayları anlattılar, gelmeyenler pişman oldu. 20 Mayıs Çubuk Şöleni için hemen listeler hazırlandı. Şu, şu, şu yapılsın' falan felan. . . .

Pazartesiyi salıya bağlayan gece geleneksel plak dinleme yapıyorduk. Gidip soranlar oldu, Öğretmen bu haftayı bayram saymış. Buna da sevindim. Böylece ben de Hemşireler kitabımı okuyacağım. Şakadan Hemşireler diyorum. Kitap İtalya'nın güneyinde Fucina gölü kıyısında bulunan bir köyle geçmektedir. Fucina gölü yarı yarıya kurutulmuş. Göl kuruyunca yakındaki köylüler susuz kalmış. Daha doğrusu tam susuz kalmamış ama gölü yarı suyu daha önce gittiğinden kalanı korumaya karar vermişler. Köy, 100 hanelik ( Bizim köy 66 hane) pek küçük denemeyecek bir köy. Ancak çok yoksullar. Konuşmalar hep yoksulluk üzerine. Evleri penceresiz, sokaklar pis. Anlatıcı ne derse desin, köyünü temizlemeyen bir topluluk bence bir çok yararlı şeyi hak etmez, tersine kötülükleri ise hak eder. Burada da öyle bir durum sezdim. Anlatıcı da 20 yıldır orada yaşamış. Bunu olayları doğru ya da tarafsız anlattığına inandırmak için ekliyor. Dünyanın her yanında olduğu gibi burada da açık gözler; üç kağıtçılar var. Köye zarar veren varlıklı tarafa hizmet ediyorlar. Zaten böyleleri olmasa varlıklı taraf o den li varlıklı olamaz. Tek olarak çalışsa o da komşuların düzeyinde kalır. İşte bura da daha önce yapılmış birkaç olayın sonuna gelinmektedir. Fucino gölü bol sulu bir gölken çevre köyler bol ürün alıp rahat yaşıyormuş. Nedense yöneticiler kara verip gölün yarı suyunu kurutmuşlar. Halkın yakınmasına kimse tınmamış. O sıralar İtalya henüz Birliğini kuramamış, küçük devletler sürekli savaşarak kentler el değiştirmiş. Sık sık değişen devletlerin uyumcuları Fucina gölünün kalan suyuna da el koymuşlar. Ancak halk diretince yetkililer iş elkoymuş. İki tarafı da hoşnut edecek bir karar verilmiş Fucina'dan su akıtılacak. Ancak akan suyu 3/4'ü Fontamara köyüne; 1/4'ü cde karşılarındaki varsıla. Fontamara halkına. Halk buna da razı olmuş. Ancak uygulamaya geçince bunun tersi ortaya çıkmış. 1/4'ü Fontamara. 3/4'ü de varsıla. Halk çılgına dönmüş ama insanlar ne yapacaklarını bilmiyorlar bütün öfkeleri uzağındaki insanlara ki onların söylenenlerden haberleri bile olmuyor. Ancak kahırlı sözlerini halk kendisi dinliyor. İşte bu kargaşa içinde onlardan birileri akıl mekanizmalarını ırgalayıp ötekilerin beyinlerine de ışık tutmaya kalkışıyor. Bir yanda yükünü tutmuş korkusuz dev, varsıl doyumsuzların çıkar çetesi, bir yanda devle bir ilişkisi olmamasına karşın kendilerini devin özdeşi sayan gerçekten habersiz, devin doymaz ağzına kaşık tutanlar. Bizim köylerde "Ağanın ya da beyin adamları!" denen gerçekte soyulanlardan farksız yaşamlarında karşın "Odun kesenin hık deyicisi durumdaki gönül yoksunu insanlar

Bu durum tarih boyunca değişmemiş, değişeceğe de benzemiyor. Fontamara yazarı da bunu söyler gibi. Kitabın önsözünde "Yeni baştan:

"Ekim, ayrık köklemek; bağ budamak, kükürt saçmak, ürün kaldırmak, sonunda bağ bozumu. . . .

Hep aynı şey, değişmesi olanaksız şey, zaman böyle geçer, zaman birbiri üstüne yığılır; gençler ihtiyarlar, ihtiyarlar ölür. Fontamara'da insanlar hepsi birbiriyle akrabadır. Ancak çıkar sorunlarında sürekli dırıltıları sürer gider! Tıpkı bizim köy. Tek fark burada bir Fucina gölü vardır, o da kurumaktadır. Yoksulluk, gelişmezlik bakımında benzerlik kurdum ama Fontamara bir zaman elektrik çağı yaşamış. Bu, benim köyüme göre büyük bir tarihsel üstünlük. Ayrıca Fontamaralılar bir Amerika olduğu gerçeğini biliyor: Öyleyse Fontamara dünyadan kopmamış, koparmak isteyenlere karşı bir direnç kıvılcımı çakmaya çalışıyor. İşte benim köyümde bu da yok. Amerika sözü bir ince fabrika dokuması beyaz bezle bir de askerlerin giydiği kalın postallar.

Fontamara köyünün 100 hane olduğunu öğrenmiştik. Bu yüz hanede oturanların çoğu geleceği geçmişten daha kötü olacağını bile düşünmeden yaşarken dinsel duygularını da zaman zaman depreştirip o yandan da görünüşte kopmadıklarını göstermek isterler. Köylerinde eski bir kilise vardır ama bakımsızdır. Çünkü köylerine yıllardır papaz verilmemiştir. Bu onları gocundurmamaktadır. Çünkü köyleri bir papazı besleyecek bir birikime elverişli değildir. Gene de çevrenin yaptığı dinsel geleneklere özlem duydukları olur. Örneğin bir yıl kiliseden bir yortuda köylerine bir papaz gönderilmesini isterler. Bunu duyan halk çok hoşnut olmuştur; eski, kilise derlenip toparlanır, içi dışı süslenir. Yollar temizlenir. Köy gerçekten baştan sona donatılmıştır. Yollar düzenli bir şekle sokulmuş, çevre çiçeklenmiş, bayanlar bayramlıklarını giyinip, papazın geliş saati coşkuyla beklenir olmuştur. Belli bir saatte sarıp sarmalanmış, bir kalabalık arasında papaz gelmiş; halk sessiz, kendilerine gelen papazdan hayırlı dualı sözler beklerken, Köyün ileri gelenlerinden biri yüksek sesle:

-Mesih İsaya ham dü senalar olsun! Bakire Meryem'e hamdü senalar olsun! Kiliseye Hamdü senalar olsun! derken çevredeki insanların kargaşasından rahatsız olan süslü canlı üstündekileri atıp gerçeğiyle ortaya çıkar. Çıkan bir eşektir.

Bunu yapanların şaka anlayışı bir yana dinsel beklentisi olan insanların düş kırıklığı çok doğal olarak bir çatışmaya dönüşmemiştir. Bundan da anlaşılan Fontamara, her yönüyle içine kapanmış bireylerin, bireysellik dışında tüm özelliklerini kaybetmiş yaratıklar topluluğu olmuştur. Buna karşın, içlerinde dış dünya ile ilgili söz edenler bulunmaktadır. Sık sık yapılan savaşlar sonunda hangi yönetime geçtiklerini bilenler bulunur. Örneğin, köyde birileri doğal sezgileriyle dikkatleri su üstünde dönen dalaveraları giderek sezip, su savaşını başlatmıştır. Ancak savaş, halk deyimiyle bir horoz dövüşü olarak uzunca sürer. Köyün sağduyulu (Bir avuç) insanları tükenesiye bağlı bulundukları vurdumduymaz yönetimcilere, onların halk görevlisi adı altında ortaya saldıkları acımasız soyguncu sürüsünü duyurmak için Uzunca bir süre çalınmadık kapı bırakmazlar. Zorlu günler geçirilir, içten-dıştan çıkar işbirlikçilerine karşı giderek zayıf düşerler. Süreç uzadıkça Fontamara boşalmak durumuna düşer. Son çare olarak birileri gazete çıkarıp dertlerini duyurmak yolunu denerler. . Bunu da tam başaramazlar ama hiç değilse gençlere bir sağduyu yolu gösterirler:

-Olayları, basın yoluyla kamuoyuna duyurmak, dolaylı olarak da baştakilere, görevli diye ortalığa saldıkları soyguncuların foyasını tüm halkça bilindiğini açıklamak!

Gazete olayı da ilginçtir. Gazete çıkarmak isteyenlere karşı olanlar çıkar. Bu kez onlara sorulur:

-Ne yapalım? Bu söz o denli tekrar edilir ki, sonunda gazetenin adı, NE YAPALIM? olur. Ancak savaş başlamıştır, Fontamara ateşler içinde yanarken ancak 16 gazete yazılabilmiştir.

Yazar, Fontamara örneğinde ayrıntılara inerek duyumlarla yetinmemiş, gözlemlerini de katmıştır. Böylece daha inandırıcı bir olay ortaya çıkmıştır. Örgütsüz insan yığınlarının haklarını koruma konusunda nasıl çaresiz kaldığını, giderek kendilerine bir yol gösterici aradığını Emile Zola'nın Jerminal romanında görmüştük. Jerminal'de işin kendi gerçeğine uygun olarak, sonunda bir lider belirmişti. Buradaki olay, dar bir çerçeve içinde gösteriliğinden lider değil birlikteliğin önemi vurgulanmaktadır. Olayın sonunda baba ile oğulun konuşturulması da olayın sürekliliği açısından önemlidir. Salt Fontamara değil sayısız Fontamara'ların sorunları böylesi bir dirençle çözülebilir: Büyük olsun küçük olsun ortak konumlara yapılacak iş birlikleri, karşılıklı saygı, hak bölüşmede eşitlik, özveriye dayanan toplum dayanışması gerektirir.

Kitabı bir kaç kez karıştırdıktan sonra kendi kendime:

- Bu kitabın okunması neden yasak edilmiş? Gözümden kaçan bir yanı mı var diye ara ara aradım da. İnsanlar haksızlığa uğrayınca yöneticileri eleştiriyor. Haksızlık ya da kayırmacılık edenler üstüne kimi öfkeli sözler de söylüyor. Burada söylenenler az bile, bizim köydeki kahvedeki konuşmaların yanında da bunlar, çocuk şarkısı gibi kalır.

Meyhaneye, burada siyaset konuşulmaz! yazısı varmış. İnsanlar bunun için meyhanede siyaset konuşulmuyormuş.

Sonra sonra başka yasaklar geldi; "Hiç kimse pahalılıktan; gündeliklerden, vergilerden, fiyatlardan söz etmeyecek! Bunlar, bu kitabın yazıldığı ülkede böyle olduğu için anlatılıyor. Bunları anlatan kitap bizim ülkemizde niçin yasak ediliyor? Oysa bizim ülkemizde tıpkı bunlar gibi olaylar oluyor; bu olaylar, bire bin katarak anlatılıyor. Bizim kahvede, vergiler eleştiriliyor; örneğin "Yol vergisi!" diye anılan bir vergi var. Bu verginin parası nerede harcanıyor? diye sık sık sorulup toplayan tahsildar Kemal Beyin, yıllarca topladığı parayı yediği, yediği anlaşılınca da hapse atıldığı sık sık anlatılıyor. İnhisar (Tekel) korucularının, pancar, türün tarla eksperlerinin ölçeklerini hep yanlı yaptığını, değişik ölçek yazarak para verenlere az ürün göstererek, fazlasını kaçak satmasına göz yumduğunu ad vererek yıllarca dilliyorlar. Ofis fiyatlar eleştiriliyor, toplanan ürünlerin ofis depolarında çürütüldüğü, pancar alımlarında yapılan tartımların yarı yarıya eksik gösterildiği öne sürenler "KİTAP" üstüne yemin ediyorlar. Tahsildarlara para verirken adamların yüzlerine düşman gibi baktıklarını anımsıyorum. Durum böyleyken bu kitapta anlatılanların yasak edilmesini anlayamadım. Zan altında olduğu öne sürülen arkadaşlarımız salt bu kitabı okuduğu için suçlanıyorsa üzüleceğim. Üstelik kitap belli yerlerde faşizm taraftarlarını ya da İtalya’daki Mussolini'nin gençlik örgütünün yarattığı korkuyu anlatır. Aşağıya alacağım alıntı, bence bu kitabın özüdür, şu ya da bu tarafa çekmeye kalkışanları yalanlamaya yeter.

"Bir tek çıkar yol, yani şehirde çalışma meselesi hakkında, Fontamara'da hiç kimsenin beklemediği bir adamdan, hiç umulmadan bir haber aldık.

Bu, kambur bir ihtiyardı. Yarı köylü, yarı şehirli, daha doğrusu şehirde kılığı değişmiş bir köylü idi. Bavulu omuzun da Fontamara'nın meydanında görününce kendisini evvelâ gezici vaizlerden sandık. Bunlar köy köy dolaşırlar, mahsulün nasıl olacağı hakkında önceden haber verirler, salgın hastalıklara karşı korlar, göze uğramış sığırlarla kadınları iyi ederler, en şifalı nasır ilâcını satarlar.

Bu adam, dükkanının önünden geçerken, Generale Baldissera meraka kapılıp arkasına takılmış, Marietta Sorcenera'yı; Michela Zompa'yı, Berardo Viola'yı, bir de beni çağırmıştı; ona sordu:

-Nereden geliyorsun, neler biliyorsun?

İhtiyar meydanın karşısına kadar yürüdü. Bavulunu yere bıraktı, bir daha hiç kalkmaya niyeti olmayan biri gibi onun üstüne oturdu, sonra cevap verdi:

-Hiç kimse kendi yurdunda peygamber olamaz!

Ne demek istediğini evvelâ anlayamadık; tuhaf bir hali vardı: Bir çocuk başı, iki korkak göz, eski usül bir pos bıyık, kocaman; delik deşik bir ayyaş burnu; öyle ki, bir sıkılsa içinden birkaç neslin şarabı akacak. . . . Başında bir melon şapka, sırtında kadife yakalı, iki sıra parlak düğmeli bir ceket, bacaklarında boz renkte bir asker pantolonu vardı.

Michale Zompa;

- Bize gelecekten haber ver, ama faydası yok. . -diye rica etti.

İhtiyar:

-Sabredin bakalım!. . Evvelâ Giuditta Gorianlo'yu çağırın!. . dedi. Michele:

-O çoktan toz toprak oldu. . . diye cevap verdi. Hepimiz güldük, çünkü bu işte ihtiyarın peygamberliği fos çıkmıştı. Tekrar bir istekte bulundu:

-Guiditta öldüyse Berardo Goriano'yu çağırın!.

Bu sefer Sorcanero:

-Berardo Goriano da öldü; hem de harbin başında! diye cevap verdi.

Bu sefer peygamber kızgın bir tavırla:

-Peki, Peppino Goriano? O da öldü mü? dedi.

Bu hususta fikirler başka başka idi. Gençliğinde Peppinlo Goriano ile de yatmış olan Sorcanero, onun Roma'da öldüğünde ısrar ediyordu. Halbuki Baldissera daha ziyade onun Roma'da para kazandığı, zengin bir karı aldığı, bundan sonra da, doğduğu yerin adını unuttuğu fikrindeydi.

O zaman yabancı başını kaldırıp:

-Şimdi size Pappino'nun başından geçenlerin aslını anlatayım! dedi. Son ra başladı:

-Peppino, kral Umberto'nun öldürüldüğü gün Fontamara'dan Roma'ya doğru yola çıktı. O zamandan beri kaç yıl oldu acaba? . . Hesabı kolay. . . .

Humberto'nun ölümüyle, Trablus harbinden sonra görünen kuyruklu yıldız raskında aşağı yukarı on sene var. Kuyruklu yıldızdan; Triyeste için yapılan harbe kadar da beş sene, etti on beş sene. . . Bu Triyeste muharebesi dört, beş yıl sürmüştü, oldu yirmi sene. Ondan sonra beş sene krallar hüküm sürmüştü, etti yirmi beş sene. Bu günkü devir başladı ki, yedi senedir sürüyor; herkes artık bunun da sona ereceğini, yerine belki de Türklerin geleceğini umuyor ama, ne bunun sona ereceği var, ne de ortada Türklerden bir alâmet. . . Hepsi birden otuz beş sene ediyor.

İşte Peppino Goriano kısmetini aramak için otuz beş sene önce Roma'ya gitmişti. Maksadı, kısmetini eline geçirir geçirmez Fontamara'ya dönmek, burada sevdiği 16 yaşındaki bir kızla, o zamanki adıyla Marietta Sorcettenore ile evlenmekti. . . .

Marietta kızararak onun sözünü kesti:

-İşte buradayım!. . . Yalancı peygamber:

-İmkan yok, diye bağırdı, sonra karşısındaki kadını tepeden tırnağa kadar süzdü süzdü.

Biz; Marietta'nın sözünü tasdik ettik. Peygamber şaşırmış bir halde susuyordu. Uzun bir sessizlikten sonra peygamber hikayesine devam etti:

-Peppino Goriano, bir kaç yıl içinde zengin olacağını hesaplıyordu.

Yaşlı adam, ilk bulduğu işten bağlayarak arkasından girip kovulduğu yüzlerce (İş değil, adi; pislik, hırsızlık, kadın satıcılığı, parti goygoyculu, kilise hizmeti görünümünde papazlara pezevenklik olmak üzere) bütün rezaletlere girer, suç işler tutuklanıp aralıklarla 5-10 yıl hapislerde yatar. Parti çığırtkanlığı yaparak boğaz tokluğuna dolaşır. Arada bir de bunları hep yol parası biriktirip Fontama'ya dönmek için yaptığını söyler. Az durduktan sonra konuşmasını sürdürür:

-Nihayet Roma'da bir bekçilik işi yakalamıştım; parası azdı ama tehlikesi yoktu. Dinleyicilerden Sorcanera merak etmişti:

-Faşistler iş başına geçince Peppino neden daha iyi bir mevki alamadı?

-Faşistler işbaşına geçince aralarındaki eski faşistlerin yıldızı söndü. . Mesela Peppino'yu bir komisyonun karşısına çıkarıp sordular:

-Faşist misin?

-Ne zamandan beri?

-Hangi harekete katıldın?

-Neyle yaşıyorsun?

-Hiç hapse girdin mi?

Netice şu: "Faşist grubu, hırsızlıktan mahkûm olmuş kimseleri kucağında barındırmaz, bunun için Porto Pia kahramanı Peppino Goriano Faşist partisinden çıkarılmıştır. Peppino'nun hapishaneden çıkarken polisçe satın alınan öteki dostları da aynı akibete uğradılar. Yalnız pek genç olanlar ayrılıp milis teşkilatına kaydedildi. Aynı zamandan Peppino'yu fukara yurdundaki bekçilikten de çıkardılar. Yerine Monsigner Colgero'nun evlâdı diye anılan bir oğlanı aldılar.

Peppino'un işsiz kaldığını anlatan Peygamber sözü Roma'ya getirip; Roma'nın hiç bir devirde bu denli kötü yönetilmediğini, 7 yıldır kanun üstüne kanun çıkarıldığını, Garibaldi'nin çıkardığı 3 kanuna karşın şimdilerde otobüslere inip binme; şarkı söylememe, duvar diplerine çiş etmeme kanunları çıkarıldığını, ne denli çok kanun çıkarsa ahlâkın o denli bozulduğunu anlattıktan sonra:

-Roma sahiden dayanılmaz bir hale geldi, havası zehirlendi; Roma'nın havası pis kokuyor. Bu pis kokuyu ortadan kaldırmak için bir çok teşebbüsler yapıldı fakat hepsi faydasız. Bazıları bu kokunun farelerden geldiğini söylediler. Belediye meclisi farelere harp açtı, bunları yok etmek içim zehir dağıttı, binlerce, on binlerce fare yokedildi. Fakat pis koku kaldı. Başkaları bu kokunun sineklerden geldiğini söyledi. Bunun üzerine belediye meclisi sineklere harp açtı, bütün Roma halkına, bunları yok etmek için tozlar, zehirler, şerbetler dağıttı, bu sineklerin bilmem artık kaç milyonu yok edildi. Ama pis koku kaldı. Günün bazı saatlerinde o kadar artıyor ki, insanın kusacağı geliyor!"

Michele Zompa sordu:

-Peki bu koku asıl nereden geliyor? Belki pisliktendir.

Yaşlı adam söyleneni duymamış gibi Roma’da olan bir çok olandan söz ediyor, görüp duyduklarını anlattıktan sonra:

-Münakaşa götürmez hakikat var; koku kalıyor, günden güne de şiddetleniyor. Bu sırada da polis her hafta yeni fesat cemiyetleri meydana çıkarıyor. Bütün amele semtleri geceleri binlerce silahlı adamla dolup taşıyor. Evler baştan aşağı aranıyor. Yüzlerce insan hapishanelere atılıyor, hiç kimse bunun sebebini öğrenemiyor. Herkes başına aynı şeyin geleceği biliyor. Bir çokları bundan korkuyor.

Roma'da korku bir hastalık, bir salgın halini aldı. Herkesin günlerce, haftalarca paniğe kapıldığı oluyor. Sokakta yahut gazinoda birinin yüzüne serçe bakmak, onun sapsarı kesilip oradan uzaklaşmasına yetiyor. Neden? Korkudan!

Bu kez de Berardo sordu:

-Korkudan mı? Neden korkuyorlar? Yaşlı adam hemen yanıtladı:

-KORKUDAN KORKUYORLAR!

Yaşlı adam, "Faşistliğin korku üzerine kurulduğunu en çok da onların korktuğunu, Papa'nın da korktuğunu anlatır. Dahası, bu işin böyle gitmeyeceğini faşistler de söylüyor ama bile bile insanlara eziyet ediyorlar! der. Michele merak etmiş:

-Hükümet kuvvetli mi bari? Yaşlının cevabı ilginçtir:

-KORKUSU ÇOK KUVVETLİ!

Yazar, Fontamara köyünü ele alarak, toplumların yere yerleşim aksaklıklarını, Soyluluğun kalkmasına karşın soyluluk yerini soyguncunun aldığını, giderek de kendine özgü acımasız bir düzen kurduğunu Fontamara köyü olayında özetlemiştir. Çoğu bildiğim, tanık olduğum olaylar olduğu için fazla etkilenmedim. Okunmasının yasak edilişini ise kitaptaki olaylara özenti olarak saydım. Ben böyle düşünüyorum diye yetkili de öyle düşünecek değil ya. Kader bizi zıt yerlere oturtmuş! NE YAPALIM?

Arkadaşların, bu kitap için uzun tartışmalara girmesini onaylamayacağım. İtalya'daki yönetim bir gerçek. İtalya, Batı Roma'nın yıkılışından beri birliğini kuramamış. Tarih kitapları 1868 de kurduğunu söylüyor ama besbelli daha tamamlayamamış. Böyle olmasına karşın tüm Afrika kıtasının Akdeniz kıyısını bizden aldı. Demek oluyor ki onların bozuk düzeni bile bizden ileri. Bu noktayı göz önünde tutup kimseye özenmeden, kimseye güvenmeden çalışmalıyız. Falih Rıfkı'nın (Roman) Ali Kasım'ı, Sadri Ertem'in köylüye silindir şapka giydiren Şaban AĞA'sı, Fucino gölünün suyunu çalan Prens Torloni’ (ya da onun adına iş görenler)den daha mı namuslu? Yıllar önce gazeteler günlerce yazdı, ordumuz için satın alınan uçakları İspanya faşistlerine satanlar (Ekrem Könik'le işbirlikçileri) faşist ya da komünist değil de nedir? (Faşistlik ya da komünistliğin gerçekte ne olduğunu bilmiyorum?) İlk kez Ömer Seyfettin'in Bomba hikâyesinde duymuştum. Sonra yabancı çeviri kitaplarda geçti ama hep lafı edildi. Rus yazarların tümüne birden komünist diyen arkadaşlar da vardı. Ancak onların kitap falan okuduğu yoktu, duyduklarını tekrarlıyordu. Söylenenlere aldırmadan okuduklarım hep güzel kitaplardı, Tolstoy, Turgenyev, Çehov, Gorki, Gogol; Puşkin sevdiğim yazarlar. Fransız Anatole France'ın Thais'i ile İngiliz Oscar Wilde'ın Dorian Gray'ın portresi ile Tolstoy'un Kazaklar kitapları biraz kafamı karıştırdı. Ayrıca, Andre Gide'in Dünya Nimetleri, Dar Kap, Senfoni Pastoral'le Henrik İbsen'in Peer Gynt'ü Knut Hamsun'un Açlık adlı kitaplarını okudum ama nedense beynimde ötekiler gibi bir seçkin yere koyamadım. Çok insanın düşman olarak gördüğü, gerçekten sonu gelmeyecekmiş gibi büyük bir dünya savaşı açarak milyonlarca insanın ölümüne neden olan Adolf Hitler'in gençliğinde yazdığı kitabını (Mein Kampf-Kamgam) ben (savaşı düşünmeden), içerik olarak, yurdunu, ulusunu seven bir yazarın kitabı olarak okudum.

Şimdilerde Almanya-Sovyetler Birliği savaşı dendiğinde, biraz da o kitabın etkisinde kalarak, Stalin'i bir soyguncu, katil, (Eğitimbaşı Tahsin Türbay anlatmıştı) Hitler'i, (suçlamakla birlikte) gene de bir yazar olarak görüyorum. . .

Yarınki derste; Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenin ne yapacağı kestirilemez ama geçen dersin sonunda Karaağaçlar Altında kitabından söz etmişti. Karaağaçlar Altında adlı kitap neden ödüle değer görülür?

Ödül almış yazarların kitaplarından neler okudum? Düşündüm düşündüm bir Anatole France'ı anımsadım. Ondan da Penguenler Adası ile Thais'i okuyabildim. İkinci olarak Knut Hamsun'u anımsadım. Ondan Açlık adlı kitabı okumuştum, ya anlamadım ya da güzel değildi. Rabindranat Tagore'i anımsadım, Bahçıvan'la Avare Kuşlar, Gitanjalı'yı okudum. Üçü bir kitap olmayacak kadar küçük. Rudyard Kipling! Onun, iki kitabını da yarım bıraktım. Ancak Eğer diye dilimize çevrilen şiirini çok sevmiştim. Ezberimdeydi, anımsamaya çalıştım. Çalıştım ama boşuna. Bir satırını anımsadığıma sevinirken babamın bir zaman bana söylediği sözler ya da birilerine verdiği övütler aklıma geliyor. Kıvır kıvır kıvranırken uyumuşum.

 

2 Mayıs 1944 Salı

 

Yağmur, sesleri arasında uyandım. Yağmur deniyor ama ben birden kendimi toparlayamadım; geç kalmışlığın suçluluğunu duyarak merdivenden indim. Yapıcılık Bölümü kapısı önünde birikmiş bir grup, özür diler gibi, kimisi abi, kimisi öğretmenim, diyerek özür dilediler. Öteki gruplar çıkmadı. Aysel Öğretmen bugün yoktu, ne yapacağımızı kestiremedik. İçimden sevindim ama “Zararı yok, yaz yağmuru çabuk geçer, yemekhane önüne koşun orası kuytudur!” diyerek aklımca kendi kusurumu kapattım. Çocuklar ellerini başlarına tutarak yemekhaneye koştular. Gerçekte benim erken kalkıp onları uyarmam gerekiyordu.

Önemli bir işim varmış gibi hemen Güzel Sanatlar salonun gittim. Defterim oradaydı EĞER başlıklı (şiir-yazı) Övüt oradaydı. Buldum. Yanılmamışım, Rudyard Kipling'inmiş. Kitap değil ama kitap kadar değerli.

Kahvaltıya neşeli gittim. Ayırdında değilim, biraz nemli gibiyim arkadaşlar sordu neden ıslaksın?

Biraz da kabararak, "Benim staj başladı arkadaşlar, yağmur falan dinlemiyoruz!" İyi oldu arkadaşlar yazın gidecekleri okullar için gönüllü giderlerse nereye, kur'a çekerlerse nereye düşmelerini istediklerinin gerekçelerini anlattılar.

 

Başarısızlık için kırk milyon neden vardır da, bir tek özür yoktur.

Gerçek adam her kadını fethedebilen değil, aynı kadını defalarca fethedebilendir.

Kelimeler, insanlığın kullanmış olduğu en güçlü zehirdir.

Çevrende herkes şaşırsa,

Bunu da senden bilse

Sen aklı başında kalabilirsen eğer,

Herkes senden kuşku duyarken hem kuşkuya yer bırakır, Hem kendine güvenirsen eğer

Bekleyebilirsen usanmadan,

Yalanla karşılık vermezsen yalana,

Kendini evliya sanmadan

Kin tutmayabilirsen kin tutana,

Düşlere kapılmadan düş kurabilir, Yolunu saptırmadan düşünebilirsen eğer,

Ne kazandım diye sevinir, ne yıkıldım diye yerinir,

İkisine de vermeyebilirsen değer, Söylediğin gerçeği eğip büken düzenbaz,

Kandırabilir diye safları, dert edinmezsen, Ömür verdiğin işler bozulsa da yılmaz,

Koyulabilirsen işe yeniden,

Döküp ortaya varını yoğunu,

Bir yazı turada yitirsen bile

Yitirdiklerini dolamaksızın dile

Baştan tutabilirsen yolunu

Yüreğine, sinirine dayan diyecek

Direncinden başka bir şeyin kalmasa da, Herkesin bırakıp gittiği noktada,

Sen dayanabilirsen tek

Herkesle düşüp kalkar erdemli kalabilirsen,

Unutmayabilirsen halkı, krallarla gezerken Dost da düşman da incitmezse seni

Ne küçümser ne büyültürsen çevreni ,

Her saatin her dakikasına

Emeğini katarsan hakçasına;

Her şeyi ile dünya önüne serilir !

işte oğlum, adam oldun demektir!

. . . . . . . . . . . . . . . . . .

Yazı, defterimde onun olduğu sayfalar arasına bir işaret koydum.

Halil Dere sağolsun bana bir sandalye tutmuş, öğretmene biraz yan geliyor ama gene de rahat görünüyorum.

Sabahattin Öğretmen elindeki kitapları sıraladıktan sonra:

-Bugün niyetim Montaigne Öğretmenden söz etmekti ama, o nasıl olsa elimizde, ne onun bizden ne de bizim ondan geçeceğimiz yok. Ancak ben, Karaağaçlar'ı yarım bıraktık kanısındayım. O bir tiyatro kitabı, içinizde öyle düşünenler bulunabilir. Ne var ki o kitap üstüne büyük gürültüler koptu. Amerika gibi özgür bir ülkede pek beklenmeyen bir olaydı bu. Ne dersiniz? Bu büyük tepki neden ya da nedenlerdendi acaba? Parmak kaldıranlar oldu. Mehmet Toydemir, Mustafa Buğday, Hayrettin Özer, Burhan güvenir, Hasan Serinken, Mutafa Yüksel, Mestan Yapıcı, Kadir Aytekin salt parmaklarını değil kollarını bile kaldırdılar. Öğretmen Hasan Serinken'den rica etti. Hasan:

-Annelikle oğul! deyince Sabahattin Öğretmen hemen elini kaldırdı:

-Olayı tek nedene bağlayıp söylenebilecek sözlerin önünü kesersek, tiyatrodan çıkınca daha kapı önüne yapılan yargıcılardan farkımız kalmaz. Tiyatrodan hatta sinemalardan da öyledir. Kapının önünde daha eleştiriler başlar:

-Aklını kullansaydın kızım, o adamın seni kandıracağı belliydi. Ya da o kadının niyeti baştan bozuktu, daha o zaman anladım işin buraya varacağını! Bu böyle beş on dakika gider. . . .

Biz konumuza dönelim:

-Ephraim Cabot'un iki oğlu ayrıldı gitti. Bildiğimiz kadarıyla onların bu olayda bir suçu yok! desek, biz böyle dedik diye sorun çözülmez. Eleştirmenlere bakalım, onlar da öyle demiyor. Ya da şöyle soralım, küçük oğul Eben de ağabeylerine uyup gitseydi, bizim ilgimizin takıldığı olay olmayacak, eser daha mı başka sonuç verecekti. Parmaklar inince Şükrü Koç parmak kaldırdı. Şükrü Koç:

-Yazar, toplumda gözlediği olayları topluma göstermek için kitabını bir oyun biçiminde yazmıştır. Düşüncelerini tek nedene bağlasaydı o tiyatro olmazdı. Olayları tek tek ele alınca tiyatroya gerek yok. Mahkemeler dinlense bundan daha kötü sonuç veren tekil olaylar her çağda, her toplumda görülür. Bu nedenle biz eserin tümünü göz önünde tutup baş kişi olarak Ephraim Cabot'un tutarlı bir aile kurma yerine bencilliğini aşamayarak bozuk ya da çürük temeller üstüne kurduğu irdelemeleyiz. Sanırım yazar da bunu kanıtlamak için Bencil Ephraim Cabot etrafına benzer ama Ephraim Cabot gibi olmayanları örneğin iki oğlunu kattıktan sonra iki bencili katarak gerçekte aile birimini korumak istemiştir. Ancak gösterdiği örneğin toplumsal ürpertisi Amerika'da umulandan çok bir eleştiriye uğramıştır. Öyle olmasına karşın toplumdaki sağduyu sonunda yazarı aklamıştır. Nobel Ödülü aldığına göre, dünya insanları, ya da büyük bir çoğunluk yazara hoşgörü gösterince Amerika toplumu da yazarı gecikmeli de olsa alkışlamıştır.

Ancak insanlar, olaylardaki ayrıntıları çoğunlukla önemsemez, eserin bütününe bakarlar. Nobel Ödülü alan kitaplar eleştiri dışında kalmazlar. Nobel almış bir çok kitap yıllar sonra da eleştirilmektedir. Hatta salt kitaplar değil içlerinden bazıları için sürekli tartışma konusu yapılanlar vardır. Leon Tolstoy'a verilmeyen ödül, Rudyard Kipling , Sully Prudhomme, Rabindranath Tagore ya da Theodor Momsen'e verilmiş. Üstelik Theodor Momsen edebiyatçı da değil, Tarih uzmanı.

Şükrü'nün son sözüne katılır gibi bir duygu sezdiren gülümseyişten sonra öğretmen; "İlk insandan günümüze dek" insanlığın değişimini anlattı:

-Olayın geneli düşünebilmemiz için tekillerden yararlanmalıyız. Özellikle kendimizi ele alabiliriz. Örneğin ben, bir memur çocuğuydum. Babamın memuriyeti nedeniyle bir çok yerler gezdim. Buna karşın hep bulunduğumuz yerlerde evimi, ailemi aradım. Onlardan uzak kalmak bende bir şeylerin eksikliğini duyum satıyordu. 30-40 yaşlarına gelmemize karşın kardeşlerimle bir arada ya da sıkı ilişkide bulunmak benim mutluluğumu tamamlayan bir olay. Kardeşlerdeki bu bağın anne-babadan geçtiğini, bu bağı kurmayan ya da kuramayan ailelerin çocukları, bunu kuranlardan farklı olduğunu çok gözlemlediğini anlattı. Toplumları bir arada tutan bağlayıcı kuralların, hep bu bağı koruma ya da güçlendirmeye yönelik olduğunu özellikle belirtti. Öğretmen sözünü kesip yüzlerimize bakınca arkadaşlardan söz alıp benzer duygulardan söz edenler oldu. Konuyu hemen dinsel alana kaydıranlar yanında toplumsal yaptırımlar üzerinde duranlar oldu. "Bizim Bölgede!" diyen bir arkadaşa öğretmen:

- Çevreyi daraltmayalım! uyarısında bulundu. Hasan Özden: - Ahlâk denilen güçlü toplumsal bağın, tüm insan topluluklarında değişik şekillerde de olsa bulunduğunu, işte bu bağın yozlaştığı ya da umursanmadığı birey ilişkilerinde toplum öylesi bireyleri dışladığını buradaki olayın da bu olduğunu tekrarlandı. Ülkelerin kendine özgü yasaları olduğunu öne sürüp sözü tartışmaya dönüşecek tavır yakınanlar oldu, karşılıklı sözler atıldı. Sabahattin Öğretmen duymazdan gelir gibi yaparak:

-Konuyu bir de yazar açısından irdeleyelim' deyip genel olarak yazarlığı, yazarları ele aldı:

-Yazarlar, kitaplarını yazarken acaba bizim düşündüklerimizi düşünüyor mu? Örneğin, Aiskhilos, ondan sonra Sofokles Kral Oidipus'u yazarken anne-oğul ya da baba kız ilişkisine tanık oldu da bunu önlemek için mi kahinler aracılığıyla Tanrıları olaya katarak trajedilerini yazdı?

Kardeşi Isparta Kralı Menelas'ın karısı Helena'yı Truva kralı Priyamos'un oğlu Paris'in kaçırmasına öfkelenen Başkomutan Agamemnon Truva'yı yerle bir etti. Oysa Başkomutan Agamemnon'a eşi Klitemnestara akrabası Ejist'le ilişki kurup ünlü Agamennon'a ihanet etmişti. Trajedilerde, karı koca ihanetleri gibi kardeş ilişkileri de önemli yer tutar. Örneğin Antigone kardeş sevgisini pekiştirirken onun öz ağabeyleri olan Polinike ile Eteokl iki kardeş kanlı bıçaklı birbirinin düşmanıdırlar. Oysa Antigone, ağabeyi Polinike'nin savaş meydanında bırakılmasına karşı durarak canını verdi Öte yandan Euripides Medea da bir anneye çocuklarını öldürtür. (Onlar, trajedi sonunda canlı gösterilir). Topluca bakınca bize bunlar karışık gibi görünse bile ortak bir yanları vardır. Bunlar, insanları, bireysel istekleri için aşırılığa kaçmama; toplum değerlerine saygı duyup uyumlu yaşamaya çağrıdır. Trajedilerin bu açık çağrıları daha sonra dramların da öncüsü olmuştur. Örneğin William Shakespeare'in 40'ı bulan dramlarında bir olumsuzluk kapısından girilip olaylar sıralanıp anlatılır, onların çoğunda facia yaşanır ama, dram bittikten sonra kişilerde bir bilinç uyanması olur.

Usta ellerden çıkmış romanlar da böyledir. Okuduğunuz romanları düşünün, kesinlikle üzerinizde bu tür bir etki kalmıştır. Okuduğu romanlardan örnekler veren arkadaşlar oldu. Bu arada Dostoyevsky'in Cürüm ve Ceza'yı, bir çok arkadaş, okuyucu için sakıncalı gördü. Ben de salt kitapların okuyucu üstünde bıraktığı etti açısından Werther'i örnek verdim:

Johann Wolfgang von Goethe 1770 yılında Werther'i yayınlayınca binlerce genç intihar etmiş. Ancak bu gerçekte kitabın etkisi mi yoksa yazara bu kitabı yazdıran Romantik çağın etkisi mi? günümüzde de tartışılmaktadır.

Öğretmen bir süre bana baktı. Söylenmek istenenlere ters düşen bir örnek verdiğimi ben de biliyordum ama söylediğim gerçekti. Bu kez öğretmen:

-Hepsinin üstünde duramayız ama içinden seçtiklerimiz de bize yeter. İsterseniz her arkadaş irdelenmesini istediği bir roman seçsin, onlardan seçeceğimiz örnekleri tartışmak bize bir başka bakımdan da yararlı olacaktır. Derslerin kesilmesine az zaman kaldı ama biz gelecek yıl da kendi yöntemimizi uygulayacağız. O zamanda onların içlerinden ele alacaklarımız olur. Bir kaçınız Nobel almış olanlardan seçerse bir karşılaştırma yapma olanağı da buluruz! Öğretmen gülümseyerek:

-Ne dersiniz? diye sordu. Ders zili çaldığı için öğretmen masadaki kitaplarını toplayıp her zamanki gibi başını eğerek selam verip ayrıldı. Ders salonuna geçerken konuşanlar oldu Ahmet Özkan:

-Aygır Fatma'yı kimse seçmesin! demiş. Fısıltı olarak demiş ama, Fatma adlı kendi arkadaşını hiç düşünmemiş. Ahmet Özkan'ın yaygın adı Sakallı. Özellikle kendi arkadaşları, Kızılçullular önce bir ayıpladılar sonra da sakal üstüne ne varsa söylediler. Yerlerimize oturduğumuzda da olay uzaktan uzağa sürdü.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

 

Yunus Kazım Öğretmen dolu çantasını masanın üstüne koyduktan sonra arkadaşların yüzlerine baktı. Şaka da olsa karşılıklı atışıp bağrışanlarda bir farklılık olmuştu. Öğretmen bizim kapıya yönelince susulmuştu ama, sakin bir susuş değildi. Yunus Kazım Öğretmen konuyu bilir gibi konuşmaya başladı:

-Bir olay olduğunda ona tanık olanlara sorulsa görenlerin hepsi başka başka anlatır. Neden? Çünkü kişilerin algılama mekanizmaları farklıdır. Algılama farklı bir olay olmamasına karşın kişiden kişiye değişik sonuçlar verir. Bunu, genellikle öfkeye benzetirler. Aynı derecede acı duyan ya da zarara uğrayan kişilerini tepkileri farklı olur. Bunları bildiğim için yüzlerinize bakınca hemen anladım. Bir süre önce aranızda geçen bir olaydan kendini kurtaramayanların soluk alıp vermesi bile farklı. Siz bana baktığınız için birbirinizi görmüyorsunuz ama ben hepinizi görüyorum. Arkadaşlar karşılıklı bakıştılar. Burhan Güvenir özür dileyerek kalktı, olağan dışı bir olay olmadığından söz etti. Bu kez de öğretmen:

-Her zaman olay olurken bu kez olmaması da bana değişiklik gibi geldi besbelli! deyip güldü. Az duraksadıktan sonra:

-Ya, öyle işte efendim! Geçen dersimizde psikolojinin gerçekte bir ders değil, insan için "Olmazsa olmaz!" bir bilgi yumağı oluğunu konuşmuştuk. Dünyaya gelen insanın, salt insanın değil gerçekte tüm canlıların etki-tepki mekanizması vardır. Ancak biz, önce insanı ele alacağız daha doğrusu kendimizi ele alıp bilgilerimizi arttırdıkça ötekiler için de kıyaslama yöntemleriyle bir yerlere varacağız. Söze şöyle de başlayabiliriz:

-Gerçekte biz psikoloji kitaplarının anlatmaya çalıştığı bir çok konuyu yaşayarak öğreniyoruz. Ancak bu öğrenme, çoğu kez bilinçli değil, el yordamı öğrenme oluyor. Öğretmen :

-Burada durabiliriz! Bilinçli öğrenmeyi örnekleyelim! Parmak kaldıranlar oldu. Örnekler verildi. Deneylerle elde edilen bilgilenmeyi bilinçle bir tutanlar oldu. Öğrenme olayı araya girdi. Hayvanlar araya sokularak içgüdülerle karıştırıldı. Zekâ, sezgi, dikkat. sözleri ortaya getirilip tanımlar yapıldı. Öğretmen söylenenlerin hiçbiri için, ne “olur” ne de “olmaz” demedi. Ancak verilen örnekleri yeterli görmediği belli oluyordu. Bu arada, Arşimet, Kristof Kolomb, Galile, Newton, Edison adları tekrarlandı. Çoğunluk buluş sahiplerinin başarılarını zekâlarına bağlayınca öğretmen:

- Bir ara konu etmiştik, demek yeterince açıklayamamışız; Binet-Simon ikilisinin başlattığı, ardından bir çok bilginin el attığı Terman'la Amerika'da uygulanması tescil edilen Zekâ Testleri konusunu yeterince açıklamamışız. Haftaya tekrar edelim, efendim. Ne demişler efendim! "Tekrar, bilginin anasıdır!” demişler, bunu konuşmuştuk, değil mi efendim! Öğretmen:

-Psikoloji dersinin değil psikoloji biliminin özelliği, "Kendi terimleriyle açıklanıp anlatılabilmesidir. Başka bilimlerde bu tür bir koşul yoktur. Coğrafyada geometri terimlerinden. tarihte Edebiyattan yararlanabilirsin ama psikoloji de yoktur. Başka terimler kullansan bile onun psikoloji diliyle bağını iyi kurmak zorundasın. Sorulan bir soruyu anlamış ya da anlamamışsan kendini yoklaman, olumlu ya da olumsuz da olsa sen psikoloji bilim alanı içindesindir. Öğretmen önce gülümsedi sonra da:

-Eğitim-öğrenme, gözlem, deney terimleri arasındaki ilişkileri düşünmemizi söyleyip ayrıldı.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Öğretmen çıkınca bir grup gene Sakallı Ahmet'in kitabına döndü:

-Böyle bir kitap var mı, yok mu?

Sakallı uydurdu diyenler çoğunlukla bilmediğinden değil Ahmet'i dedikoduya bulaştırmak için yapıyordu. Kadir Aytekin, Ali Bayrak, Fakı Yörük, Durmuş Ali Uğur. Baktım hepsi Çiftelerli. Belki bir rastlantı ama kuşkulandım. Çevreme baktım, az ilerimde Hasan Üner, konuşanlara bakıyor. Yüksek sesle Hasan'a çıkıştım:

-Kitap kurdu, neden susuyorsun? İpsiz Cemal'in anılmasını mı bekliyorsun? Hasan yanıtladı:

-Vallahi söyledim var. Ama bunlar, Sakallı'yı susturmak için uzatıyorlar. Kadir Aytekin bana Müzikçi der. Kapıdan çıkarken kolumdan çekti, yavaşça:

-Kızlar bugün yok. Olay, onun için uzatılıyor. Duyulursa, Fatma, Ahmet'in canına okur!

 

Yemekte yerken bizim masada pek olmayan bir durum oldu; İbrahim Şen bana bilinci sordu. Hatta bilinci de değil, sen bilinçli misin, kendini öyle mi sayıyorsun? Bilinçli olduğumu söyledim. O da bana inandığını, ancak bunu nasıl sağladığımı sordu. Adaşıma şöyle bir tanım yaptım:

-Uyanık olduğum zaman kendimi büyük bir ayna karşısında buluyorum. Ne yapıp ne ettiğimi aynadan izliyorum. Böylece yanlış davranışlara izin vermiyorum. Arkadaşlar gülüştüler. Halil Yıldırım Aynayı sırtında taşıdığını söyledi. Ona da bir süre güldük ama benim tanım biraz değişik de olsa bilinç için bir ip ucu verdi. Bilinçsizliği arka arkaya yürümeye benzeten oldu. Sıra Algıya gelince bunu da bana sordular. Algıyı ben daha Enstitü son sınıftayken Pedagoji kitabından öğrenmiştim. Ona da müzikten örnek verdim:

-Öğretmen piyanoya oturup söz gelimi do majör gamını sıralıyor; do-re-mi-fa-sol-la-si-do!

Sonra da söz gelimi sol sesine basıp soruyor. Sıra seslerden sol sesini ayırabilirsen. Algılama mekanizman duyarlı demektir. Duyulardan gerekeni seçebilme yetisi ya da gücü algıdır. Bu her zaman dış etkilerle de örneklenmez. Eski bilgiler içinden gerekeni seçip alabilme de bir tür algıdır. Burada işin içine çağrışım da girer ama zaten insan beyinin çalışması saç örgüsü gibi birbirine takılır. Ya da bunu örümcek ağına benzetiriz. Örümcek ağını örüp bir köşede bekler, ağın bir yanında kıpırtı olunca hemen oraya koşar.

Masadan kalkmak üzereyken Ekrem Bilgin içlenerek:

-Vallahi ben böyle anlatılanları anlayamıyorum. Bunların kitabı yok mu, kitaplarını aldırsalar ya! Arkadaşlar gülüşerek Ekrem'i teselli ettiler:

-Hep anlamıyoruz, bırak şimdi kitabı; kitap okumak da zor. Var işte elimizde ne güzel kitap, Tiyatro Tarihi, kaçımız açıp okuduk?

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Bugün, Enstitü Bölümünde uygulama dersi var. Muttalip Çardak 3. sınıflarla iki saat ders yapacak. Muttalip daha önce gitmiş öğretmenle, öğrencilerle tanışmış. Zaten öğrencilerin çoğu Çiftelerden gelmeymiş, ders zili çalmadan önce çevresini sarıp "Muttalip Abi!" gösterisi yaptılar. Sınıfta kızlar da var. Kızlar, yabancı gibi, derslikte bir küme olarak duruyorlar.

Öğretmenler gelince Muttalip mandolini alıp ses verdikten sonra İstiklâl Marşı'nı söyletti. Sınıfça daha önce öğrenip söyledikleri şarkıların sonra türkülerin adlarını yazdırdı. Şarkılarla türküler arasındaki farkı ordu. Parmak kaldıran bir öğrenci:

-Halkın söylediklerini türkü, söylemediklerini de şarkı olarak tanımlayınca Muttalip anlamazdan gelip sözü "Söyleyemedikleri!" olarak anlamış görünüp sorularını sürdürmek istedi. Bir öğrenci parmak kaldırdı, az önceki tanıma takılan öğrencilerin söylediklerine şarkı söylemediklerine türkü deyince derslikte bir kaynaşma oldu. Muttalip Çardak durumu çabuk toparladı:

-Sizler şanslısınız, ikisini de söylüyorsunuz hatta üstelik marş söylüyorsunuz. deyip sözü kesti. Tahtaya porte çizdirip sol anahtarı yazdı. Bunu niçin yaptığını sordu. Kız öğrencilerden biri çok güzel açıklama yaptı. Muttalip başka sorular sordu. Kız mandolin çalışıyormuş, mandolin de çaldı. Kız, yeni çalıştığı Toprak Marşı'nı çalmak istedi. Nedense bir yerde tökezledi. Muttalip Çardak fırsattan yararlandı Toprak Marşı'nı çocuklara doğru olarak çaldı, söyledi, bir iki tekrardan sonra tahtaya porte çizdirerek Toprak Marşı'nın notasıyla sözlerini yazdı. Önce notasını mandolinle çaldı. nc çalan kıza çaldırdı. Marşı bölüm bölüm söylettikten sonra tümünü tekrarlattı. Ayrıca gönüllü söylemek isteyenlere tekrarlattı. Sonunda çocuklar hepsi söylemeye katıldı, Toprak Marşını doğru olarak söylediler.

 

TOPRAK MARŞI

 

 

Dersten sonra Öztekin Öğretmen Muttalip'i kutladı. Bir de açıklama yaptı:

-En etkili öğretim fırsat öğretimidir. Çünkü çocuklar o anda tüm ilgileriyle konuyu izlerler; derse girer girmez marşı öğretmeye kalksaydın bu sonucu alamazdın.

Öğretmenin beğenişi hepimizi, özellikle de beni çok sevindirdi, oldukça yüreklendirdi de. Belki yanılıyorum ama bundan daha başarılı olacağıma inancım arttı. Mandolini küçümsemiyorum ama onu çok iyi kullanmak gerekiyor. Hidayet Gülen Öğretmen de mandolinle müzik dersi yapıyordu ama hem çok deneyimliydi hem de mandolini çok güzel çalıyordu. Benim güvenim akordiyondan geliyor. Akordiyon; öğrenciler için ilginç bir çalgı. Göğsümde ceket yakası gibi açılıp kapanan bir nesneden (Onlara göre) güzel sesler çıkıyor. Kimi kez kalın bir bas sesini tek olarak çıkarıyorum. (Konuşan ya da dikkat etmeyen birini görünce) Öteki seslerden çok farklı oluyor; "OOO, UUU, Zart! diye uzatınca herkes sus pus oluyor.

Muttalip'in dersinden dönünce öğretmen kemancılarla çalıştı. Bana da akşamki plak listesini hazırlamamı söyledi. Bu arada:

-Bir yazı okumuştum; bunu fırsat sayıp Bach'ın Messa'sını ayırıp güzelce silip hazırladım. "Öztekin Öğretmenin isteği!" deyince arkadaşlardan kimse karşı çıkmıyor. Messa ya da salt Mess yazılıyor. Johann Sebastian Bach dizisi BWV 232-h moll (Hohe Messe, yüce Tanrı için anlamı taşıyormuş)

Arkadaşlar birer ikişer anlaşarak ortak parçalara çalışıyorlar. Uzaktan dinlenince biraz karmaşık da olsa pekalâ bir müzik havası veriyor. Ancak kapıdan salona girince olay garipseniyor. Piyanoyu boş bulunca oturdum, kısıp pedalla bir süre çalıştım.

Yemek zili çalınca tahtaya çalınacak plâkları yazdım. "17 plâk çok!" diye karşı duranlar olunca 24 plak dinlediğimizi anımsattım (Mozart-Figaro'nun Düğünü).

Yemekte bir haber, eski eğitimbaşı Tahsin Türkbay Manisa'da İlköğretim Müfettişi olarak çalışıyormuş. Çiftelerliler ona Tahsin Baba derdi. Buraya gelmeden önce Çiftelerde çalışmış, orada da öyle derlermiş. Böyle şakamsı takılmalara, hele araya ana-baba gibi saygın sözler sokulunca rengim değişiyor. O sıra konuşmamalıyım; konuşursam kesinlikle ağzımdan güzel söz çıkmıyor. Gene öyle oldu; söze arka masadan Çiftelerli arkadaşlardan Azmi Erdoğan duyurdu. Bizim masadan da karşılık verildi. İlk sözler böyle başladı, böyle bitmesini beklerken adamın müfettişlik yapamayacağını, teftişine girdiği öğretmenlerce Ti'ye alınacağından söz edildi. Bunu duyunca, savunma düşüncesiyle değil anlamsız konuşulduğunu belirtmek için sordum:

-İçinizde bir müfettişle oturup konuşan var mı? Öyle dersliğe gelip öğretmenle ya da iki öğrenciyle değil, karşılıklı oturarak konuşan var mı? Onlar da bana sordular:

-Senin var mı? Olduğunu söyledim, şimdilerde de İstanbul Bölgesi Başmüfettişi Hayrullah Örs başta olmak üzere, Lüleburgaz Ortaokulu Müdürü olan Yalçın Bilguvar daha önce İlköğretim Müfettişi idi, onunla defalarca konuştum. Bizim köy okulunu teftiş için gelen İlköğretim Müfettişi Hamit Gürsel'le konuştuğumu anlattım. Sonuç olarak da:

-Müfettişler de birer insandır. Onlar insanca davranınca karşısındakiler onlara saygı duyar; saygının olduğu yerde de korku ya da saygısız davranışlar söz konusu edilemez. Giden Eğitimbaşı buraya göre yaşlıydı, bize yumuşak davranıyordu, biz onu yetersiz sandık. O gittiği yerde oranın durumuna göre tavır değiştirip işini yaparsa buradaki konuşmalarımızdan ötürü ayıplayacaktır. Arkadaşlar bir ağızdan, "Bizi duymaz!” dediler. Duyup duymaması önemli değil, bizim insanları değerlendirme ölçülerimizin geçerliliği önemli. O, gitti, iş yapmıyordu! diyeceğimize; yerine gelen için bir olumsuzluk varsa onu konuşmak daha gerçekçi olur. Kamil Yıldırım önce güldü, arkasından da:

-Bu , onu aratacak! deyip yüzüme baktı! "Tamam!" deyip el sıkıştık.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

 

Öztekin Öğretmen erken geldi. Gelir gelmez de:

-İsterseniz Messe ya da messa üstüne birkaç söz konuşalım! deyip Messe türü üzerine kısa bir açıklama yaptı:

-Özü itibariyle tam bir Katolik Kilisesi dinsel müzik üretimidir. Bildiğimiz gibi Katoliklerin yönetim merkezi Roma'daki Vatikan denilen Papalıktır. Papalık Katolik olan eski zengin devletlerin katkılarıyla çok zengin olmuştur. Rönesans denilen yenileşme aslında buna dayanır. Kimileri bunu büyük sanatçıların yetişmesine bağlarsa da bence bu görüşü ters çevirip düşünmek daha yerinde olacaktır. Tarihi anımsayalım, 1492 yılında Amerika bulundu. Bulundu ne demek? İspanya, onun yakını Portekiz (İkisi de Katolik) Amerika'yı talan ettiler. Bu yağmanın en büyük payını Vatikan aldı. Tam bu sıralar doğudan da bizim Osmanlılar Hıristiyanlığı hedef almıştı. Bu arada Hıristiyanlık önce ikiye bölündü Katoliklik, Ortodoksluk. Ortodoks Bizans ortadan kalkınca bunun yerine yeni bir güç olmaya başlayan Rusya da Katolik Kilisesini korkutmaya başlamıştı. Bu iki büyük güç karşısında Vatikan kesenin ağzını açıp Kiliseleri halkın gözünde adeta süsleyerek yeni bir dönem başlattı. İşte bu dönem Rönesanstır. Kilise, İsa ile Meryem resimlerini, heykellerini kutsal süs gibi kullandı. Çok para kazanıldığını gören yontucular, ressamlar yarışa kalkıştı. Rönesans Dönemi deyince anımsadığımız Rafaello, Mikelanj, Leonardo da Vinci ve başkaları bu yarışta öne geçtiler. Öne geçtikleri için biz bunları anıyoruz ama, Vatikan gibi Amerika yağmasından az-çok halk da payını aldı. Az değil, bu süreç 200 yıl kadar sürdü. Bu süreçte bir de dinde anlayış değişikliği oldu, Protestanlık ortaya çıktı. Protestanlık, bilirsiniz; protesto etmek yani benimsememek. Bunların sayısı çoğalınca Katolikliğin önüne 3. bir Hıristiyanlık anlayışı çıktı. Bu daha çok Kuzey Avrupa yani Germen-(Alman) bölgesinde oldu. Böylece Hıristiyanlık 3 kiliseye bölündü. Hıristiyanlığın bu anlaşmazlığı kiliseler arasında giderek iyice ayrışır oldu. Kilise törenlerinde, dualarında hatta donanımlarında farklar oluştu. Dualarda Mesi-İsa anıldı ama bunların müzikleri değişik kalıplara girdi. Hangi kilise olursa olsun (üçünde de) geliri arttıkça, büyüdü, olanaklarını arttırdı, salonlarını genişletti. Kimi kutsal günlerindeki törenleri günümüz konser salonlarına benzer geliştirdi, bunlar için eserler ısmarladı. Böylece üç kilisenin de boy boy küçükten büyüğe olağanüstü repertuvarları doğdu, özel bestecileri yetişti. Büyük orkestraları, görkemli koroları oluştu. Çocuk koroları kurarak müziğe de kutsal bir değer verdirdiler. İşte bu dinsel müzik grubundan, oldukça da büyük oylumlu olanlardan biri Mes, mess-messe, messa olarak söylenir. Messe, Katolik Kilisesinin en görkemli bir tören müziğidir. Katolik müziği dememe karşın bir protestan olan Johann Sebastian'dan dinleyeceğiz. Çünkü Bach, kendini besteci olarak saydığından müziğin her türlüsünü denemiş, başarılı da olmuştur. Müzik türünün her alanda en güzel örneklerini vermesine karşın Bach'ı az da olsa bazı türlerde aşanlar vardır. Piyanoda Mozart, senfonide Beethoven gibi. Burada da bir başka öncü görüyoruz. Palestrina, bir İtalyan besteci.

Johann Sebastian Bach, beş büyük messe yazmıştır. Bu dinleyeceğimiz, Si Minör Messe en beğenilenlerden biridir. Bir de Büyük messe anlamına gelen Messe Solemnis'i vardır. Messe'lerin kalıplaşmış bölümleri vardır: 1. Kyrie eleison-2. Gloria in exelsis deo-3. Grede-4. Sanetus-5. Agnus dei. . . . .

Öğretmen:

-Giriş Kyrie, Kirye diye okursunuz, unutmayın bizde de Kirve vardır!' deyip güldü. Plâğı koydum.

Plâğı koydum ama aklım kirveye takıldı; bu sözü sık sık duyarım ama anlamını tam olarak bilmiyorum. Bizim köyde, Abdi Ahmet Dayı kahveye geldikçe ben senin kirvenim, kahvem köpüklü olsun! derdi. Düşündüm taşındım, kimi zaman ablam:

-Senin sünnetini Abdi Ahmet Dayı yaptırdı! derdi. O yoldan bir anlam çıkarmaya çalıştım. Bunu düşünürken az kalsın plâğın iğnesini düşürecektim. Böylece Kyrie bölümünü kirve götürdü. Sonraki bölümlerde kendimi dizginledim, yarım saat gecikmeyle Messe'i bitirdik. Kulaklarımız seslerle dolu olarak pek konuşmadan yataklara serildik. Öteki Messe'leri düşündüm:

-Bundan daha iyisi, daha büyüğü nasıl olur? 100 kişilik orkestra ile 50'si çocuk 100 kişilik koro nasıl bir yere gelir? 250 insan bir sahnede. Orkestra, koro ayrı ayrı sıralanıyor, karşılarında bir şef. Onları kafamda sahneye sıralarken uyumuşum.

 

3 Mayıs 1944 Çarşamba

 

Mehmet Gönül geldi. Ben hazırdım, tam çıkmak üzereydim. Doğrusu onu hiç aklımdan geçirmiyordum. O, yumuşak sesiyle;

-Beni bekliyordun değil mi arkadaşım, özür dilerim! deyince azıcık bocaladım! Ne demeliyim ki? Evet! desem hem yalan olacak, hem de onu sanki zorunluymuş durumuna sokacağım. Oysa o, salt bana yardım için geliyor. "Hayır!" desem; bu kez de "Gelsen de olur, gelmesen de!” anlamına çekilebilir. Daha usturuplu bir yalan uyurdum:

-Canım Efemi bekletmemek için hazıroldayım, kendimi oyun disiplinine uydurmaya alışıyorum. Bu yazım böyle geçecek! Mehmet Gönül gelecek Hasan Çakı Efe'yi iyi tanıyor. Beni rahatlatıcı sözler söyledi:

-Çakı Efe, çok uyumlu insandır, bir gün çıkmasan, "Neredesin? " diye sormaz. O kendine göre bir program yapıp çalgısız da çocukları oyalar' dedi. (Hasan Çakı, daha önce Kızılçullu'da çalışmış)

Bugün Fatma Öğretmen çıktı. Başka arkadaşlar daha önce söylemişler ama gecikmeli de olsa ben de söyledim:

-Arkadaşlarınız sizi özlemiş, selâm söylediler! deyince utanır gibi yüzü değişti, yanaklarında gamzeler oluştu. :

-Şımarık şeyler, her hafta cumartesileri beraber oluyoruz! dedi. Fatma Öğretmen biraz farklı. Halil Dere bir ara söylemişti:

-Fatma Öğretmen ağabeyi gibi ciddi. Ağabeyi Hasan Özbay da ders boyu gülmezmiş. Matematik öğretmenlerinin çoğu böyleymiş. Bunu duyunca canım öğretmenim Ahmet Gürsel'i anımsadım, hiç de öyle değildi. Ara sıra sesini yükseltiyordu ama onu da bana hemen hemen hiç yapmadı. Salt Ahmet Gürsel Öğretmeni görmek için Çifteler Köy Enstitüsü'ne gitmek istiyorum. Yazın burada kalacağıma göre bir gün kesinlikle gideceğim.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

 

Kahvaltıda akşamki müzikle başladık. Messe ile kantat karşılaştırması yapmaya kalkıştık. Dinledik ama ikisinin de kiliseler için yazıldığından başka bilgimiz yok. Bir de Bach'ın 200 kadar kantat bestelediğini duyduk. Hepsi bu!

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

 

Pipolu Öğretmenimiz yeni bir kılıkla geldi. Gene gri-sarı arası saç rengine uygun ama üstü gömlekten farklı iki üst cebi var. Oldukça derin. Pipoyu koyunca görünmüyor. Belki de Amerika’da moda!" diyenler oldu. Sabri Taşkın hemen:

-Rauf İnan uyarmıştır, piponun öğrenciler tarafından görülmesini istememiştir! Sabri Taşkın'a "Kaşınma!" uyarısı yapıldı.

İbrahim Yasa Öğretmen yerine oturunca birini arar gibi iki yana baktı. Niyazı Başkaya'yı arıyor sandım. Çünkü geçen hafta son soruyu o sormuştu. Niyazi de benim gibi düşünmüş, kalkmak üzere hazırdı. Öğretmen dirseklerini masaya koyup iki elinin parmaklarını birbirine sararak çenesinin altına çekti, parmaklarını açarak dirsekten ellerini masaya avuçları masaya gelecek şekilde uzattı. Gülümseyerek:

-Şu Amerika, daha doğrusu A. B. D. orasını görüp, onları yakından tanımayanlar için yepyeni bir dünya sanılıyor. Böyle olmadığını onların çoğu biliyor. Bunu bilen yazarları özellikle şairleri bunu haykırıyor ama A. B. D. Özgürlük Anıtı'yla simgeleştirenler. Ne şiir ne de orada geçen olayları dinleyip yorumlamıyor. Demem o ki, Amerika da, bizim atalarımızın yaşadığını yaşamıştır. O nedenle ben, geçen hafta "Bunu konuşalım!" dediğim konuyu bir tez olarak değil, kendi gözlemlerimi, oralarda duyduklarımla birleştirerek anlatacağım. Ancak siz, benim dediklerimle yetinmeyin orayla ilgili yazıları, incelemeleri okuyarak kendiniz daha bilinçli bir karar verin! dedikten sonra, tarihin karanlık dönemlerinden bu yana Asya'dan Batı'ya göçleri anlattı. İnsanların daha rahat bir yaşam sürdürme isteği doğal bir istektir. Hatta bilimsel olarak bunu tüm canlılar için doğal bir güdü olarak ortaya atan teoriler de vardır. İşte bu güdü, eski insanlarda da vardı. Bu nedenle doğudan yani Asya'dan Avrupa'ya doğru tarihin karanlık günlerinden beri göç edilmiştir. Elimizdeki en eski belgelere göre bunu Yunanistan yarımadasında görmekteyiz. Kitaplarda geçen bilgilere göre orada bir İyon halkı varmış, o günlerin ölçülerine göre oldukça uygarmışlar. Örneğin denizlerden yararlanmışlar. Örneğin çadır tipi gezgin yaşamdan ev hatta saray yaşamına ulaşmışlar. Girit başta olmak üzere bir çok Ege adasında kalıntıları günümüze dek kalan yapılar yapmışlar. Görüyoruz ki bir süre sonra kuzeyden gelen Dor'lar İyonların yaptıklarını yakıp yıkmışlar. Yıkmışlar ama bu günümüz anlayışına göre bir yok ediş değil, beğenmeyip daha güzelini yapma amacına yönelik olmuş. Önce yakıp yıkan Dorlar, günümüze kalan şaheserleri yıktıklarının yerine koymuşlar. Eski Yunan'dan elimizde kalan tüm belgeler gibi Eski Yunan kültürü (Felsefe-matematik-Trajedi) Dorlar döneminin geliştirdiği uygarlık ürünüdür. Ancak bu taraftan bakınca Eski Yunan kültürü bir bütündür. İyonya ad olarak gene vardır. Dorlar da yontu ya da sütun başlıklarında yaptığı değişiklerde geçer. Eski-yeni kaynaşmıştır.

Yunanistan örneğini öteki ülkeler, örneğin İran, Roma, Kartaca için de düşünebiliriz.

Şimdi de Amerika üstünde duralım. Bilindiği gibi çok eskilerden beri, bilinen dünyanın bilinmeyen tarafları olduğu söylentisi hep vardı. Dinsel söylemlerde, Peygamberler menkıbelerinde benzer söylemler geçerdi. Sonunda Amerika, Kristof Kolomb tarafından bulundu. O bulunan yerde insanlar yaşıyordu. Tıpkı Eski Yunanistan örneğinde olduğu gibi bir yöntem uygulansaydı, belki de Amerika şimdikinden daha sevimli olacaktı. Orada, tarihte (bildiğimiz kadarıyla) benzeri olmayan bir yöntem uygulandı; yerliler yok edildi, gidenler orada yaşamak için değil yağma için gitti, yüz yılı aşkın bir zaman yeni kıta soyulup Avrupa'ya taşındı. Yüz hatta iki üç yüz yıl sonra taşınması güç değerlere sahip olanlar oralarda kalmaya başladı. Ancak kalanlar, sahiplendiği değerlerin başında kalmak zorundaydı. Bu bir maden kaynağı, bir çiftlik, bir ormandı. Sahiplenen orada oturmak zorunda kaldı. Ancak her giden böyle bir avanta bulamadı, tersine avanta vuranların yanında çalışmak zorunda kaldı. Sözkonusu büyük kuruluşların durumuna göre çalışanları iş ilanlarına yakınlarda kümeleşerek belli yerlere yerleştiler. Sözkonusu işler giderek büyüdü, ürünleri dünya pazarlarını tuttu. Bu gelişmeler, büyük kurumun gelişikliğine göre büyükçe yerleşkeler oluşturdu. Buralarda yaşayanlar toprağa bağlı olmadığı için kentsel özellikler taşıyan kentlere dönüştü. Küçüğü oldu, büyüğü oldu ancak olanlar özüyle kentsel bir düzene sokuldu. Böyle olunca Amerika'da yerleşim Asya'dan göç ederek çevre ülkelere giden kabile yerleşkelerinden farklı oldu. Bu nedenle sosyolojik olarak ele aldığımızda farklar görmekteyiz. Bu fark genel yönetim bakımından da kendini gösterir. Örneğin A. B. D. demokratik bir devlettir, kavgasız gürültüsüz seçim yapar. Bunu kolaylaştıran bu yerleşim olayıdır. Kentleri oluşturan ailelerin kökeni çalışmaya, iş ortaklığına dayandığından insanlar politik olarak birbirinden çok uzak sayılmaz. Ayni işte çalışan bir Çinli ile bir İspanyolun fazla bir gerginliği olmaz. Oysa Asya ya da Avrupa devletlerinde kabile, soy gibi kökleri eskilere dayanan zıtlaşmalar daha çoktur. Özellikle dinsel kurumların etkisinden kurtulamayan halk, yeniliklere bilmeden düşmandır. Dikkat edin, yeni göçmen köylerde okullara devam normaldir ama eski köylerde çok değişik nedenlerle (daha çok dinsel inançlara dayalı geleneklerle) öğrencilerin okuması önlenmeye çalışılır.

Köylerin yerinin değişmesine gelince; bu başka bir konu. Gerçekten yıllar hatta yüzyıllar boyu oturulan bir yerden insanlar kalkıp bir yere gitmek istemezler. Gitmeleri için büyük bir neden olmalıdır. Hiç olmaz demiyorum, değişmesi için değişmeye değer bir durum olmalı. Bizde, doğu illerimizden Harput boşalıp Elazığ'ı geliştirmiştir. Ancak bunda doğanın zorlaması vardır. Böyle tekil olayları yaygınmışçasına bilimsel kurala dayandıramayız.

Özet olarak şöyle diyebiliriz!

Öğretmen, Niyazi Başkaya'ya bakarak:

-Biliyorum anlattıklarım senin sorunun tam karşılığı değil ama büyük şablonu gördükten sonra ayrıntılarda kolay anlaşırız! diye düşündüğümden bu yolu seçtim.

-Köyler, göçmenlik döneminin toprağa yerleşme sürecinde oluşmuş bir yeniliktir. Ancak yüzyıllar boyu değişmeyen, katılaşmış geleneklerle bir takım manevî bağlantılar yüzünden yaşamsal bir zorunluluk olmadan köylüler köylerini bırakmazlar. Bu nedenle Anadolu'da binlerle ifade edilen köyü dar yerlerden kaldırıp, düz, daha elverişli yerlere değiştiremeyiz. Amerika ya da A.B.D.'nin bizdeki gibi bir köy sorunu yoktur. Orada bunu halkın kendisi düşünür. Gerçektir ama pek işin burası söylenmez; A.B.D.'nin mayası yetişkin, girişken insanlardan oluşmuştur. Avrupa'da Reform hareketi başlayınca reformcu Protestanları bağnaz Katolikler hor görmüş, malından mülkünden edip yurtlarından kaçmaya zorlamışlardır. 18. y.y sonlarına doğru Amerika'ya en büyük göç, yetişkin, yenilikçi çalışkan Protestanlardan oluşmuştur. Şimdiki A.B.D. Başkanlık seçimlerinde bile bir katolik başkan seçilmez. Bir bakıma Katoliklere tarihsel hınç vardır. Bizde böyle bir kitlesel hınç yoktur. Gerçi bizde de tarikatların bazıları benlik güder ama kamuyu yanıltacak girişimlere kalkışmazlar.

Öğretmen bu anlattıklarını şekilsel olarak ele aldığını, bir de işin varlık bakımından ele alınması gerektiğini, bereketli toprakların, değerli madenlerin bulunduğu bir ülkede girişimcilerin çok olacağını, girişken insanların ise her türlü yeniliğe açık olduğunu anlattı. A. B. D'nin günümüzdeki gücünü buna bağladı. Biz halâ karasabanla tarım yaparken onlar karasabanı yüz yıl önce bıraktığını anımsattı. A. B. D. halkının bireysel girişimciliği devlet politikasında da geçerli olduğu için ileri görüşlü olduklarını son iki savaşta da gösterdiler. Kendilerine sataşılmadan "Yılanın başını daha küçükken ezmeli!” Türk Atasözüne uyarak savaşa girdiler. Birincide ezdiler, ikincide de ezecekleri belli oldu!

Öğretmen savaşın sonunu muştular gibi konuşunca arkadaşlar hemen sordu:

-Almanlar yeniliyor mu? Gazetelere göre Ukrayna, Polonya, Kırım'da yeni ilerlemelerden söz ettiler. İbrahim Yasa Öğretmen hiç umursamadan:

-Hepsini geri alsalar ne olacak? A. B. D. 'yi de alacak diyemezsiniz! deyip; zil çalınca çıktı.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

 

Doç. dr. Halil Demircioğlu artık iyice tanıdığımız Atatürk'ün büyük nutkunu çıkarıp masa üstüne koydu. Önce sayfaları karıştırdı. Sonra elinde kitap açık olarak konuşmaya başladı:

-Atatürk'ün Nutkunu okuduk! diyenlerin çoğu; salt okumakla gerçekleri öğrenemiyor. Sözgelimi daha önce duyduğu duyuntuları ya da okuduğu bu konudaki bilgileri ekliyor. Önemli saymayabilir (Sizden de bazılarını öyle düşünerek katalım)siniz ama bu, gerçeği saptırmak olur. Lütfen, bir kaç adı, yerli yerinde belleyerek Kurtuluş Savaşımızı iyi belleyip çocuklarımıza öyle bırakalım. Bakın mayıs ayına girdik. Göz açıp kapayıncaya dek Gençlik Bayramı 19 Mayıs kutlamaları olacak. Bu kutlamalarda salt Atatürk değil, onunla el ele, omuz omuza birlikte çalışanlar adlarıyla anılacak. Bunlardan yaşayanlar alkışlanacak, vefat edenler ise hayır dualarla anılacak. Meydanlarda bunları tüm halkımız dinleyecek. Ne var ki, bu kişiler, gerçek kimleri, ondan önce ya da sonra ne olursa olsun, anlatılan olay içindeki görevleri yerinde gösterilmeli biri ya da ikisi atlanıp onların yerine başkaları yerleştirilmemeli, bunu yapanlara izin verilmemelidir. Yurdunu seven aydın insanlar özellikle de siz öğretmenler bu konuya önem vermelisiniz, vereceksiniz, vermezseniz halk söylemleri içinde zamanla "Ali'nin külahı Veli'ye, Veli'ninki de Ali'ye takılabilir. Böyle olursa ne olur? dememeliyiz. Böyle diyenlere gönül rahatlığıyla "Ebenin körü olur!' deyip doğruyu anlatacağız. Tarihimize bakalım, önemsenmeye önemsenmeye koskoca Osmanlı İmparatorluğu yer yüzünden kalkmış. Osmanlı İmparatorluğu deyince, mışmışlı sözlerle avunmaya çalışıyoruz. Kanije Kahramanı Ali Paşa, Plevne kahramanı Osman Paşa deyip duruyoruz. Düne dek bize bağlı Yunanistan, 2500 yıl önce Termopil Savunmasını yapan Ledonidas'la arkadaşlarını unutmadı. Bizim boyunduruğumuzdayken bile andı, heykellerini korudu.

Sözümü uzatmadan özüne gelelim. 19 Mayıs törenlerinde gelenekleşmiş basma kalıp sözler oluyor:

-Atatürk, arkadaşlarıyla Bandırma vapuruna bindiriliyor, fırtınalarla cenkleşiyor, düşman pusularından kaygılanıyor ama yılmadan Samsun'a ulaşıyor. Burada hiç bir yanlış yok. Ne var ki arada geçen arkadaşları sözü her türlü kaçamağa elverişli. Çünkü Samsun'dan sonra Atatürk hep arkadaşlarıyla ilişki içinde. Bu nedenle Atatürk'ün Samsun'a birlikte götürdüğü arkadaşlarının bir ikisi dışındakiler, o günlerin ordusunda görevli insanlar.

Buradaki noktayı açıklayalım. Onlar birlikte geldi ama sonradan caymış değil, onlar Ordu Müfettişliğinin görevlileriydi. Atatürk bir Ordu müfettişidir. O zaman tüm ordu müfettişliklerinin buna benzer bir kadrosu vardı, bunlar da bu Ordu Müfettişliğinin kadrosuydu.

Mudanya Vapuruyla 19 Mayıs 1919 Samsun'a çıkanlar:

1. Mustafa Kemal Paşa, Anafartalar kahramanı, Ordu Müfettişi.
2. Kazım Dirik, kurmay Başkanı, Albay.
3. Mehmet Arif, kurmay başkanı yardımcısı, yarbay (Lakabı Ayıcı)
4. Hüsrev Gerede, kurmay binbaşı.
5. Kemal Doğan, binbaşı,
6. İbrahim Tali Öngören, dr. Albay.
7. Refik Saydam, dr. Yarbay.
8. Cevat Abbas Gürer, Yüzbaşı, Müfettişlik Başyaveri.
9. Muzaffer Kılıç, Üsteğmen, Müfettişlik 2. yaveri.
10. Ali Şevket Öndersev, Müfettişlik Emir Subayı,
11. Hayati, Üsttemen, Kurmay Başkanı emir subayı,
12. İsmail Hakkı, Yüzbaşı, kurmay mülhakı,
13. Mustafa Süsoy, Karargah Komutanı,
14. Abdullah Üsteğmen iaşe subayı,
15. Faik Aybars, 1. Sınıf kâtip-Şifre Bölümü,
16. Memduh, 4. sınıf şifre kâtibi.

Görüldüğü gibi Bandırma Vapurunda Atatürk dışında en büyük rütbeli subaylar albaydır. Ötekiler üsteğmene dek inerler. Bunları küçümsemek aklımızdan geçmez. Bunların hepsi sonra güven verici çalışmalar yaparak üst makamlara çıktılar. Örneğin dr. Refik Saydam Başbakan oldu. Albay Kazım Dirik generalliğe yükseldi Vali, Genel Müfettişlik görevlerini sonuna dek sürdürdü. (2 yıl önce Trakya Genel Valisi görevindeyken vefat etti)

Dikkatinizi çekmek istediğim budur:

-Atatürk, yanındaki bu görevlilerle Samsun Yöresine görevli olarak gitti. Ancak, arkasından padişah Vahdettin'e yapılan olumsuz (gerçekte olumlu) ihbarlar sonucu Atatürk görevden alındı. İşte o zaman Atatürk ayrılsaydı bu kadro olduğu gibi görevini (Gerçek olarak) sürdürecekti. Bu nedenle bunları, bundan sonra söyleyeceğim Atatürk'ün arkadaşları grubundan ayrı tutmaya dikkatinizi çekmek istedim. Yukarda belirttiğim liste dışı Atatürk'le birlik olan ya da onu destekleyenler, bile bile görevden atılmayı, olası sürgünleri, hapisleri göze alan kimselerdir. Kurtuluş Savaşı başlayınca yurdumuzun düşman işgalinden kurtulması için hepsi canla başla çalışmış olmakla birlikte ilk girişimin önemli olduğu açısından bu ayırım önemlidir. Örneğin Kazım Karabekir Paşa bir Osmanlı paşasıdır. Başında bulunduğu birlikler, eksik olmasına karşın bir kolordu olarak gösterilir. Padişah Hükümeti Kazım Karabekir Paşa'ya askerin terhis edilmesi için emir verir. Kazım Karabekir Paşa bu emri yerine getirmez. Açıkça isyan eder; Atatürk'le bağlantı kurup onun emrinde olduğunu söyler. Bu tür katılımı yapanlar tek Kazım Karabekir Paşa değil, başkaları da vardır. Cafer Tayyar, Refet Paşa, Rauf Bey, İsmet, Fevzi, Abdullah paşalar. Bunların hepsini ad olarak saymakta zorlanırız ama varlıklarını aklımızda tutmamız da bir saygı borcudur. Bizler, öğretmen olarak bu gerçeği göz ardı etmezsek, Kurtuluş savaşından sonraki olayları da doğru yorumlarız. Örneğin Kurtuluş Savaşında işbirliği etmelerine karşın savaştan sonra Abdullah Paşa neden gözden düştü? Kazım Karabekir Paşa neden Başbakan olmadı? gibi soruları sağlıklı açıklarız. Nitekim bir süre Çerkez Ethem için bunu uzun uzun konuşmuştuk.

-Savaş bir savaş işidir, savaş bittikten sonra yapılan işler ise çok başka işlerdir. Bu başka ve de oldukça karmaşık işleri herbirimizin bilmesi olası değil, bunu lütfen güven duyduğumuz başımızdakilere bırakalım! demeyi bir görev sayalım. Böyle yaparsak iki uç arasındaki fikirsel birleşimi güçlendiririz. Bu bir politika değil toplum bilincinin gelişmesi için doğal görevimizdir.

Biz, öğretmen olarak memleketimizin hep olumlu, çözümleyici, birleştirici açılarından bakıp ortak noktalarda yerimizi alacağız.

Öğretmen, kendi dilince konuşarak sanırım bir uyarıda bulundu:

-Ay sonunda derslerimize ara verdiğimize göre iki dersimiz kaldı. Ne dersiniz onlarda yeni konular yerine eskileri bir gözden geçirelim mi?

GEÇİRELİM! dendi ama, arkasından eklendi:

-Bu sınav olabilir. !

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Yemekte konu tarih oldu; sınav yaparsa neler sorar? Sorular sıralandı, Atatük'ü anlatınız! Herkes karşı koydu; Yıl boyunca anlatıldı bitmedi onu biz nasıl anlatırız? Yıl boyunca anlatılan Atatürk değil Kurtuluş savaşıydı. Kişi olarak Atatürk'ü soramaz mı? Bu kez akla uygun geldi, herkes bir yandan Atatürk'ün kişisel özelliklerine değindi. İçki içtiği söylenmişti. Bu yazılır mı yazılmaz mı? Ben, yazılmaz daha doğrusu yazılmasına gerek yok. Zaten rakı ya da su içmenin kişilikle ilgisi yok, beslenmesi sorulursa o zaman yazılır! dedim. Bu beslenme sözü arkadaşlara hoş geldi; kalkınca bir süre iyi beslenmek için içki içmek gerektiği konuşuldu. Hemşerim Kadir Pekgöz fena halde sinirlendi bana;

-Ayıp ediyorsun abi, böyle sözleri ortaya atman arkadaşlar için bir özendirme sayılır. Kamil Yıldırım'la Nihat Şengül beni korudu:

-Onun sözü bugün edildi, Ankara'ya indikçe hep içiyoruz' dediler. Kadir bu kez onlara çattı. Onlara da Ekrem arka çıktı, Kadir'e:

-Onlar kısa boylu olduğu için uzamak amacıyla içiyorlar, sen de iç, boyun uzasın! (Ekrem uzun boylu) Kadir sinirli sinirli sordu:

-Sen içtiğin için mi uzadın? Ekrem, gayet doğl bir tavırla:

-Hayır benim içmeme gerek yok, benim babam çok içtiği için biz üç kardeşiz, üçümüz de uzun boylu! deyince Kadir ortada yalnız kaldı. Kısa boylulardan biri de Muttalip Çardak, Kadir'e sarıldı:

-Gel arkadaş, konserlere gittikçe biz de kafaları çekelim! Ötekiler bu kez onlara uyarıda bulundu:

-Sakın konserden önce içmeyin Kadir Şef Praetorius'un elinde sopayı almaya kalkar! Muttalip sordu:

-Ben ne yaparım? Sen de Halil Onayman'ın yerine 1. keman sandalyesine geçersin! Biz gülüşürken Öztekin Öğretmen geldi, nedir bu neşeniz? İvriz gezinizin izni çıktığına mı? diye sordu. Böylece Konya/İvriz gezimizin kesinleştiğini de öğrenmiş olduk.

Önce, şan, daha doğrusu "Konser Programı” olarak seçtiğimiz, şarkı, türkü, marş, solo olmak üzere 20 parçayı tekrarladık. Gösterilerin süresini 2 saat olarak düşünüyoruz; en az bir saati müzik (Şarkı-türkü-marş-solo, Bir ya da iki tek olarak türkü, Abdullah Ön'den, bir de keman-Mehmet Yelaldı'dan), 20 dakika zeybek, 40 dakika da bir sahne (Gogol'un Müfettiş eserinden)

Son iki saatte enstruman çalışması yaptık. Mozart 331 kv La major 11 no Piyano sonatını pürüzsüz çalıyorum. Tamamını ezberledim. İlgimi çekti, bu kadar notayı nasıl ezberledim? diye kendime sorarken bu kez de notaların sayısını saymaya kalkıştım. İlk üç sayfada 944 nota var. Yuvarlak olarak onu ölçü alsak 18 sayfalık sonatın nota sayısı 944 x 6=5664 nota, o kadar da uyulması gereken işaretler var. Neyse ki yeni başladığım gene Mozart 545 kv. do major 16 no. Sonat 10 sayfa. daha çok nota olmasına karşın kolay gidiyor. Zaten onun. bölümünü. (Beringer. metodunda) çalmıştım. Ayrıca girişini de çok seviyorum. Umarım başaracağım. Dersler kesilince rahat rahat çalışacağım. Gerçi sabah oyunlarından başka her gün bir sınıfa iki saat dersim olacak ama, salt mandolin çalışması olduğu için onu bir iş saymıyorum. Bir de haftanın bir günü öğretmen nöbeti olacak. O nöbet, bir gerçek öğretmenle olacağı için fazla bir sorumluluğum olmayacak. Bunları, bana söylenenlere göre hafifsiyorum iş sonradan değişirse o zaman da şimdiki sevinçlerimi kazanç sayıp elimden geleni yapacağım. Öteki arkadaşlara dedikleri gibi “Yürü Kars/ Cilavuz ya da Antalya/Aksu” deseler ne olacak? Tıpış tıpış gideceğim.

Akşam yemeğinde biz Konya/İvriz falan derken Halil Dere geldi. Ona gezimizi muşrtulamak için ilgi çekecek bir giriş düşünürken Halil Dere pattadak söyledi:

-Biz, Zonguldak'a gidiyoruz. Arkadaşlar, sahi mi? falan derken ben, Zonguldak'a tren olup olmadığını sordum. Halil Dere güldü:

-Zonguldak'ta tren olduğunu biliyorsun ama aklınca dalga geçiyorsun. Ne treni, yaya olarak gidiyoruz. Trene dönüşte arka istasyonlarda bindiğimiz olacak. Gölköy/Köy Enstitüsünden sonra sanırım bir istasyondan Lalabel'e dek trenle dönecekmişiz. Doçent Ferruh Sanır, yol programını tüm ayrıntılarıyla yapmış, önümüzdeki hafta yolları, kalınacak yerleri, yürüyüş koşullarını, yararlanılacak kurumları, görülecek yerleri açıklayacakmış.

Birkaç kez "Sahi mi? " diye sorduk ama sanki biz gidecekmişiz gibi içimizden irkildik. Bir haftadan fazla sürecekmiş. Kastamonu/Gölköy Köy Enstitüsü'nde kalacaklarmış. Önce Halil Dere'nin isteksiz olduğunu sandığımdan kurtulma çarelerinden söz ettim. Halil Dere güldü:

-Elle gelen düğün bayram! bir daha nerde bulurum böyle bir olanağı? 70 kadar arkadaşım olacak. Onlar ne yaparsa ben de onlara uyacağım. Halil'den yarın gidecekmiş gibi ayrılamadım. Bizim oyun yerine (Yüksek Bölüm Kulübü) gittik, satranç oynadık. 23 Mayıs sabahı yola çıkacaklarmış. Hesapladık, daha 3 cumartesi var, Kınalı Saçlıyı bir kez olsun göreceğiz. Şaka olsun diye bunu karşılık söyleyip duruyoruz.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

70 kişilik büyük bir grup yola çıkacak. Hem de Hasanoğlan köyünün hemen üstündeki İdrisdağı eteklerinde aşacaklarmış. 1941 yılında biz de yükseklere çıkıp bakmıştık ama o yoldan, daha doğrusu o patikadan bir yere gitmedik. Az ileride Keskin ilçesi var, Hasanoğlanlılar çoğunlukla oradan gelip gidiyor.

Bizim tarımcılardan (Kepirtepelilerden) hastalık uydurup kalacaklar olacaktır. İlgimi çekti, bakalım arkadaşları doğru tanıyor muyum ya da onlar değişmiş olabilir mi? Böylece derslerin kesileceği gün belli oldu; 23 mayıs günü yola çıkacaklar. Belki biz de o tarihte yola çıkarız. Hasanoğlan'a Zonguldak mı yoksa Konya mı daha uzak? Konya'ya yürümeyeceğimizi biliyorum ama önemli olan uzaklıkları kestirmek. Ankara ile Konya sınır kentler. Ankara ile Zonguldak arasında Bolu ile Çankırı var ama onların da dar yerleri Ankara ile Konya arasında başka il yok ama uzaklıkları çok. Bunları düşünürken uykum dağıldı. Yarın Hamdi Keskin Öğretmen bakalım yarım bıraktığı konuyu mu sürdürecek yoksa yeni bir konu mu getirecek? Neden kaldırıp bize şiir okutmuyor? Kendime sordum "Kalk, beğendiğin bir şiir oku!" dese kimden ne okurum. 1. Yahya Kemal Beyatlı'dan Mahurdan Gazel. 2. Ahmet Paşa'dan "Yazmışam!" redifli gazel. Mahurdan Gazeli ezber okudum. Ahmet Paşa'nın gazelinin 5. mısraını anımsayamadım. Böyle durumlarda çok rahatsız oluyorum. Yatakhanedeki dolabım güvensiz olduğundan şiir defterimi getirmiyordum. Ne olursa olsun bundan böyle getireceğim. Gerektiğinde usulcacık kalkar bakarım. Şu işe bak! Böyle söylenirken anımsadım "Zülfün hikayâtını gönülde misâl edip "Gönülle zülüf arasında bir benzerlik kurmak. "Gam kıssasını levh-i perişana yazmak. Kederlerden alınacak dersleri pek düzgün olmayan kitaba yazmak. Sevinerek tümünü okudum:

 

" Sername-i muhâbbeti canâne yazmışam
Hasret risâlesini varâk-ı câne yazmışam
 
Nalişlerini dert ile bîçare bülbülün
Bâd-ı sabâ eliyle gülistâne yazmışam
 
Zülfün hikâyatını gönülde misâl edip
Gam kıssasını levh-i perişâne yazmışam
 
Resmetmişem gönlümde hayâlini güyiya
Nakşi nigârı sagâr-ı mercâne yazmışam
 
Tâb'ı ruhunda sözünü yazarken Ahmet'in
Şevkımden odlâra tutuşup yâne yazmışam
 
Ahmet Paşa

 

Kalkıp, Hamdi Keskin Öğretmen önünde okumuşçasına sevinerek uyudum.

 

4 Mayıs 1944 Perşembe

 

Herkesin ağzında Zonguldak gezisi. Az değil Yüksek Bölüm öğrencilerinin yarısından çoğu. Konuşmalar hep Zonguldak, Kastamonu/Gölköy üzerine oluyor. Bizim Konya/İvriz gölgede kaldı.

Akordiyonu alıp çocukların yanına gittiğimde Bediha Öğretmen’le Ekrem Ula konuşuyordu. Ekrem Ula'nın geleceğini düşünmediğim için Mehmet Gönül'ün gelmediğini söyledim. Ekrem Ula gülerek:

-Ne o beni beğenmedin mi? diye sordu. Beğenmemek değil, fazla gördüğümü söyledim. Bu kez de:

-Öyleyse fazla görmemeye alıştır kendini, bu yaz birlikte çalışacağız! dedi. 2. sınıfların bölge okullarına dağılacağını sanıyordum. (Ay sonunda 3. sınıf olacaklar) Ekrem Ula, geçen yılki gibi gene burada kalacakmış. Buna sevindiğimi söyledim. Ekrem, toplu oynatmadı, 3'lü, 5'li gruplara ayak, el kol duruşlarını anlattı, birkaç örnek gösterdi. Bana da sürekli büyük gruplar öğrenmeden hoplayıp zıplıyorlar ama oyunu öğrenemiyorlar! dedi. Bunu ben de biliyordum ama uygulaması zor bir olay olduğu için üzerinde durmamıştım. Ekrem tekrarladı:

-Yazın da böyle çalışacağız!

Kahvaltıda bizim masa da Zonguldak Gezi'sini konuştu. Günde kaç km. yürüyecekler, geceleri nerede yatacaklar? Geziye daha 20 gün var, yarın gidilecekmiş gibi güncelleştirildi. Ben konu değiştirmek için akşamki şiir olayımı anlattım. Hiç kimse önemsemedi. Ekrem Bilgin:

-Bana şiir ezberlemek çok zor geliyor! deyip ortadan çekildi. Ötekiler de "Hep öyle!" diyerek, beni ortada bıraktılar. Oysa az sonra iki saat şiir ya da şiir sözü dinleyecekler.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

 

Hamdi Keskin Öğretmen, her zamanki gibi gülümseyerek geldi. İlk sözü:

-Derslere geç başladık, şöyle böyle dengimiz okullardan iki ay sonra başladık. Anladığım kadarıyla biraz da erken bırakacağız. Benim hesabıma göre bundan sonra bir dersimiz kaldı. Umarım gelecek yıl zamanında başlar; bu yıl bir nebze değinip geçtiğimiz konuları daha etraflıca konuşur, o konularda bilgilerimizi arttırırız. Sizler gittiğiniz yerlerin kitaplıklarına bakar, ilgilendiren konularda tekrar yaparsanız, gelecek yıl işlenecek konulara daha tanıdık olursunuz! deyip geçen derste yarım bıraktığımız konu üstünde biraz daha duralım' deyip yüzlerimize baktı. Bu bakışı sanki bize soruymuş gibi arkasından da “Olur mu?” deyip yeni şiir anlayışının Baki Süha Ediboğlu'nun dediği gibi üç şairin işi olmadığını, Divan Şiiri'ne inat oldukça güçlü bir Halk şiiri olduğunu, giderek de Divan şairlerini etkilediğini daha doğrusu bir yakınlaşma olduğunu, Aşık Ömer, Gevherî, Dertli gibi Halk ozanlarının Divan diline yaklaşmaları; Divan şairleri, özellikle Nedim'in Şarkı, hatta türkü denemesi yapmasının hep birer arayış belirtisi olduğunu, Tanzimat Döneminde ise vezin olarak aruz kullanılmasına karşın aruzu bile zorlayıp Türk diline uydurulduğunu Namık Kemal'den Ziya Paşa'dan, Abdülhak Hamit'ten örnekler okuyarak anlattı. Servet-i Fünün döneminde özellikle Tevfik Fikret'in, Mehmet Akif Ersoy'un kullandığı vezinlerin, onları izleyen Yahya Kemal Beyatlı da rahatça Türkçeleşmiş olduğunu söyleyebiliriz. Aruzdaki bu değişmeye biraz da batı dillerinden yapılan çevirilerin neden olduğunu, bu çevirilerin Edebiyat- ı Cedide döneminde hece ölçüsünü öne çıkararak köklü Halk şiirinin devamı olarak algılandığını. Bu kez de çeviri dillerinin etkisiyle şiirde biçim değişiklikleri olduğunu. Bu anlayışları savunan gruplar oluştuğunu örneğin bir Hececiler Grubu (Faruk Nafiz Çamlıbel-Yusuf Ziya Ortaç-Orhan Seyfi Orhun-Halit Fahri Ozansoy-Enver Behiç Koryürek arkasından da Yaşar Nabi Nayır; Vasfi Mahir Kocatürk, Sabri Esat Siyavuşgil, Cevdet Kudret Solok, Ziya Osman Saba, Muammer Lütfi Bahşı, Kenan Hulusi Koray'ın oluşturduğu Yedi Meşaleci grubu Batı şiirinin şekillerini kullanarak şiir alanımızı oldukça genişletti. (Bu yedilinin son ikisi Kenan Hulusi Koray-Muammer Lütfi Bahşı şiirle ilgisini kesmiştir. ) Örneklerini inceleyince göreceğimiz gibi geçen derste konuştuğumuz üç yenilikçi şair hop diye ortaya çıkmamıştır. Büyük fikir adamımız Ziya Gökalp'ın açtığı yoldan yürüyen Hececiler eliyle gelişen hece ölçülü şiirimiz gibi, öteden beri ölçüleri zorlayan kalıplaşmış şiirimiz uzun bir değişimler zincirinden sonra böyle özgür bir deneme devri açmıştır. Vereceğimiz örnekleri inceleyince bunu değişimi daha açık anlayacağız.

Örnek: 1 Yaşar Nabi Nayır'dan A. De Lamartine çevirisi (LE LAC)

 

GÖL
 
Ebedî gecesinde bu dönüşsüz seferin
Hep başka sahillere doğru sürüklenen biz
Zaman adlı denizde bir gün, bir lâhza için
Demirliyemez miyiz?
Ey göl, hernüz aradan bir sene geçti ancak
Seyrine doymadığı o cânım su yanında
Bir gün onu üstünde gördüğün şu taşa, bak
Oturdum tek başıma!
Altında bu kayanın gene böyle inlerdin;
Yine böyle çarpardı dalgaların bu yara,
Ve böyle serpilirdi rüzgâra köpüklerin
O güzel ayaklara.
Ey göl, hatırında mı? bir gece sükût derin
Çıt yoktu su üstünde, gök altında, uzakta,
Suları usul usul yaran kürekçilerin
Gürültüsünden başka.
Birden şu yer yüzünün bilmediği bir nefes
Büyülenmiş sahilin yankısıyla inledi.
Sular kulak kesildi, o hayran olduğum ses
Şu sözleri söyledi:
"Zaman, dur artık geçme, bahtiyar saatler, siz
Akmaz olunuz artık!
En güzel günümüzün tadalım o süreksiz
Hazlarını azıcık!
"Ne kadar talihsizler size yalvarır her gün,
Hep onlar için akın;
Günleriyle birlikte dertlerini götürün;
Mesutları bırakın.
"Nafile, isteyişim geçen saniyeleri;
Akıp gidiyor zaman;
Geceye: "Daha yavaş" deyişim boş; tan yeri
Ağaracak birazdan.
"Sevişmek!hep sevişmek! akıp giden saatin
Kadrini bilmeliyiz
İnsan için liman yok, sahil yok zaman için,
O geçer, biz göçeriz!"
Kıskanç zaman, kabil mi sevginin kucak kucak
Bize zevki sunduğu sarhoş edici anlar,
Kabil mi uzaklara uçup gitsin çabucak?
Matem günleri kadar?
Nasıl olur kalmasın biri, z avucumuzda?
Nasıl yok olu herşey büsbütün silinerek?
Demek vefasız zaman o demleri bir daha
Geri getirmeyecek?
Loş uçurumlar, mazi, boşluklar, sonrasızlık,
Acaba neylersiniz yuttuğunuz günleri?
Alıp götürdüğünüz derin hazları artık
Vermez misiniz geri?
Ey göl! dilsiz kayalar! mağaralar! kuytu orman!
Siz ki zaman esirger, tazeler havasını
Ne olur, ey tabiat o günlerin saklasan
Bari hatırasını!
Sakin demlerde olsun, deli rüzgarda olsun,
Güzel göl, etrafını süsleyen oyalarda
O kapkara camlarda, sularına upuzun
Dökülen kayalarda!
İster meltemlerinde, bir ürperişle esen,
Seslerde, ister uzak ister yakında olsun,
Yahut gümüş pullarla sular üstünde yüzen
Ay ışığında olsun!
Kuduran fırtınalar, sazlar bize dert yanan,
Meltemini dolduran kokular, hep beraber
Ne varsa işitilen, görülen ve koklanan,
Desin ki "seviştiler!"
 

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

 

Örnek: 2. Namık Kemal (Vatan yahut Silistre'den)

 

Vatan Türküsü
İşte adû karşıda hâzır silâh
Arş yiğitler vatan imdâdına
Arş ileri âşr bizimdir felâh
Arş yiğitler vatan imdâdına !
 
Cümlemizin vâlidemizdir vatan
Herkesi lütfuyla odur besleyen
Bastı adû göğsüne biz sağ iken
Arş yiğitler vatan imdâdına!
 
Şân-ı vatan hıfz-ı bilâd ü ibâd
Etmededir süngümüze istinâd
Milleti eyler misiniz nâ-murâd
Arş yiğitler vatan imdâdına!
 
Rehberimiz gayret-i merdânedir
Her taşımız bir nice bin cânedir
Câne değil meyl bugün şânedir
Arş yiğitler vatan imdâdına!
 
Yâre nişandır tenine erlerin
Mevt ise son rüdbesidir askerin
Altı da bir üstü de birdir yerin
Arş yiğitler vatan imdâdına!

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

 

 

Örnek 3: Abdülhak Hamit Tarhan

 

Mevki Viyana,
Bir darbe-i makûs ile düşmüş o yana
Hep tersine dönmüştür onun giydiği şeyler,
Hem bîdefaât
Onlarla yatıp kalkar imiş, kendisi söyler.
Vaktiyle bütün PUL'de yapılmışsa da eyhât!
Cümlesi solmuş.
Vaktiyle siyah,şi,mdi fakat yemyeşil olmuş
Bir paltosu vardır.
Tek gözlüğü vardır,gec eler kandilidir o
 
Yarap ne hayat!
Cepler delik az çok,
Lâkin ne zarar var ki delikten düşecek yok.
Bir korkusu vardır:
Meyhânelerin saat-ı tatili pek erken
Bir kirli paçavrayla gezer.
Mendilidir o.
Lâstikleri bir başkasınındır ki, yürürken
Durmaz,ayağından kaçar ekser...
Serpûşu ne festir,ne külâhtır,ne sarıktır.
Kalpak da değildir.
Bir şapka mı?Haşâ! Bu onun kendine mahsûs
Bir başka şekildir.
Keşkül gibi bir şey...
 
Milliyetini fârik olan yok, soruyorlar:
Kimdir bu alâmet, bu musibet? ne kılıktır!
Ürkütmiyelim sus!
Bir kahkaha,bir av'ava kopmakta peyâpey;
Bâzan da müheyyâ-yı tasadduk duruyorlar.
Zül, farkına bir zam...
Ancak biri vardır, ona der "Şair-i Azam"

 

Örnek 4. Tevfik Fikret: (Vezin Aruz, ancak beyitler özel olarak sıralanmıştır)

 

Devenin Başı
 
Vaktiyle büyük bir devenin bir başı varmış. . .
Başsız deve olmaz ya, masal, neyse bütün gün
Yaz kış, bu beyinsiz, bu çürük baş
Çöl, kır, tepe, dağ, taş
Bî-çâreyi bî-hude sürükler ve yorarmış. . .
 
Bî-çâre ağır göv de ne yapsın, kime küssün?
Bir karga bulup derdini dökmüş; o demiş: Vah!
Baştan büyük Allah. . . başa gelmiş, çekeceksin.
Artık işe hörgüç bile şaşmış,
Kuyruksa dolaşmış
Baştan başa enhâyı; fakat kimseyi Allah
Baştan düşürüp kuyruğa baktırmasın; ilkin
Bir parça durup dinleyen olmuşsa da git git
Alen bu uzun derdi işitmekten usanmış;
Artık kime dinletmeye gitse,
Kim duysa, işitse
Yüz vermediğinden, devecik sâkin ü sâkit
Bir hendeğe inmiş, başı sokmuş ve uzanmış,
Birden çekilip: "Haydi-ddmiş- düzaha-murdar!"
Haksızlık eden başları bir gün. . . koparırlar.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . .

 

Örnek: 5 Ziya Gökalp (Ulusçuluk)

 

Sanat
 
Dinle yeni şair eski ozanı,
Okuyor yürekten altın destan'ı.
Deme Kobuz kırık, yoktur çalanı
Çalgı gönül sesi, kobuz bir ağaç.
 
Kutlutaş'ı yoksa ilhamı kutlu,
Kanı gür, izmeçse kımız ne mutlu,
Umut bir kanatsa, dâim umutlu,
Ona ozan derler, yoluna ortaç.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Arûz sizin olsun, Hece bizimdir,
Halkın söylediği Türkçe bizimdir,
Leyl sizin , leb sizin gece bizimdir.
Değildir bir ma'nâ üç da muhtaç.
 
Irmağız, her akan sele uymayız,
Şarktan; garptan yele uymayız,
El uysun bize biz ele uymayız,
Biz, dilmaç değiliz yalvacız yalvaç.
 
Halk bir vîrân kale, djuvarı siyah,
Giren peşiman, girmeyen de ah;
Duyarız biz ona hürmdt, siz ikrâh
Size dert veren şey bize bir ilâç!
 
Bu yerde biz bulduk gizli bir hazne
Dağarcık omuzda gifrik içine;
Bu inci gerdanlık, şu elmas iğne
Hep ondan çıkmıştır gözlerini aç.
 
Ey şair Parnesse'dan çık, gel Ortaç'a
Baudelaire'i, Verlaine'i kesme haraca
Sen kendi gücünle tırman yamaca:
Bu yükseliş belki olur bir mi'raç. . .

. . . . . . . . . . . . . .

Örnek 6: Enis Behiç Koryürek.

 

Gemiciler
Biz dalgalar; fırtınalar kahramanı yiğitleriz.
Ufuklardan ufuklara haber sorar; gezeriz.
Güneşlerde uyuklayan yamaçları,
Kalbi durdun tarlaları bıraktık.
Gölge veren ağaçları
Sevmiyoruz biz artık.
Sevgilimiz,
Ey deniz!
İşte biz:
Nihâyetsiz
Mâvilikler yolcusu!
Rûhumuzun kardeşidir
Güneşlerde parıldayan bu yeşil su.
Bayrağımız yeşil sular ateşidir.
Biz bayrağın fedâisi sayısız Türk genciyiz.
Biz hilâle şan arayan korku bilmez gemiciyiz.
Ey vatandan müjdelerle bize kadar gelen rüzgâr!
O sarışın sahillerde kara gözlü genç kızlar,
Yaz gecesi meh-tâb ile konuşurken
Doğru söyle, sordular mı bizleri?
Nasıl cevap verdi gökten
Gemimizin reh-beri
O vefa-kâr
Yıldızlar?
Poyraz var;
Yelken dolar;
Gemi sanki kanatlı!
Enginlerde pembe güneş
Gülümserken bu yolculuk ne tatlı!
Çal sazını kalenderce yiğit kardeş!
Nağmelerin yorulmayan dalgalardan bahtiyar.
Gönderelim bu ahengi o sevgili yurda kadar.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

 

Örnek: 7. Ziya Osman Saba.

 

İmkansız Tesadüfler (Cahit Sıtkı Tarancı'ya)
 
Şimdi çıkıverecek karşıma arkadaşım,
Okula gitmek için geçtiğimiz şu yoldan.
Babam tok sesiyle birden çağıracak: "Ziya!"
Kalbimde eski sevinç, dallarda eski bahar.
Gözlerimi kapatıp: "Bil!" diyecek birisi.
Bir mahşer ortasında şaşırıp kalacağım.
Ve girecek koluma bir melek gibi karım,
Saracak etrafımı doğmamış çocuklarım.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . .

 

 

Örnek: 8. Cahit Sıtkı Tarancı:  

 

Gençlik Böyledir İşte
 
İçimi titreten bir sestir her gün.
Saat her çalışında tekrar eder:
"Ne yaptın tarlanı nerde hasadın?
Elin boş mu gideceksin geceye?
Bir düşünsen! yarıyı buldu ömrün.
Gençlik böyledir işite, gelir gider:
Ve kırılır sonra kolun kanadın;
Koşarsın pencereden pencereye"
Ah o kadrini bilmediğim günler.
Koklamadan attığım gül demeti,
Suyunu sebil ettiğim o çeşme,
Eserken yelken açmadığım rüzgâr!
Gel gör ki sular batıya meyleder,
Ağaçta bülbülün sesi değişti,
Gölgeler yerleşiyor pencereme;
Çağınız başlıyor ey hâtıralar.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

 

 

Örnek: 9. Orhan Veli Kanık:

 

Kitabe-i Seng-i Mezar
1.
Hiçbir şeyden çekmedi dünyada
Nasırdan çektiği kadar;
Hatta çirkin yaratıldığından bile
O kadar müteessir değildi;
Kundurası vurmadığı zamanlarda
Anmazdı ama Allah'ın adını,
Günahkâr da sayılmazdı.
Yazık oldu Süleyman Efendi'ye.
2.
Mesele falan değildi öyle,
To be or not to be kendisi için;
Bir akşam uyudu;
Uyanmayıverdi.
Aldılar, götürdüler.
Yıkandı, namazı kılındı, gömüldü.
Duyarlarsa öldüğünü alacaklılar
Haklarını helâl ederler elbet.
Alacağına gelince. . .
Alacağı yoktu zaten rahmetlinin.
3.
Tüfeğini depoya koydular,
Esvabını başkasına verdiler.
Artık ne torbasında ekmek kırıntısı,
Ne matrasında dudaklarının izi;
Öyle bir rüzigâr ki,
Kendi gitti,
İsmi bile kalmadı yadigâr.
Yalnız şu beyit kaldı,
Kahve ocağında, el yazısıyla:
" Ölüm Allah'ın emri,
Ayrılık olmasaydı. "

 

Hamdi Keskin Öğretmen, besbelli etkilendi, içlenerek; "Hep söyleriz bu sözü değil mi? Türkülerimizde de sık sık geçer: "ÖLÜM ALLAH'IN EMRİ, AYRILIK OLMASAYDI!

Hamdi Keskin Öğretmen, “Önümüzdeki derste genel bir gözden geçirme yapalım!” deyip ayrıldı.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Almanca Öğretmeni Doç. Niyazi Çitakoğlu gelmedi. Çoğunluk sevindi. Tersine ben sevinmedim. Sami Akıncı ile benim çevirdiğim, daha doğrusu kaçamak olarak arakladığım Friedrich Schiller'in An die Freude (Sevinç) şiiri ile Handschuh (Eldiven) şiirini Almanca olarak çalıştık. Ben sözde bunları parça parça çevirdim ama, Türkçe çevirilerine baktığım için bütün olarak Almanca okumamıştım. Meğer Almanca daha şiirsel etki bırakıyormuş. Özellikle An die Freude, Beethoven'in 9. senfonisinde geçtiği için iyice öğrenmek istiyorum. Sami de pratiğini güçlendirdiği için ders süresince tekrar tekrar okuyup, söyleştik.

Bu kez yemekte İngilizce bölümü arkadaşlarımız dertlendi. Öğretmenleri derslerde plâk çalıp çevirme yaptırıyormuş. Halil Yıldırım gülerek:

-Vallahi, bir gün kalkıp söyleyeceğim “Ben bu plâk konuşmalarından hiç bir şey anlamıyorum, siz konuşun!” diyeceğim. Ötekiler güldüler:

-Öğretmen konuşunca, yani aynı metni öğretmen okuyunca anlayacak mısın? Arkadaş bir süre sustuktan sonra:

-Yo! bir süre sonra da ona söyleyeceğim! "Cart, kaba kağıt!" sonunda ne olacağını biliyor musun? Halil kıvırdı, “Yok arkadaş, ben söyleyeceğim ama söylediğimi öğretmen duymayacak! Koskoca profesöre böyle der miyim?” Bu kez de profesörün kısa boylu olduğu söylendi. Kısa boy sözlerine alınganlık gösteren hemşerim Kadir Pekgöz:

-Adamın boyundan size ne? Siz onun söylediğini bakın! deyince profesörün bayan olduğu ortaya atıldı. Abdullah Erçetin söze karıştı:

-Ne şanslısınız, bayan profesörünüz var. Nihat Şengül de memnun değilmiş:

-Ne bayanı, cadının teki!

Hemşerim Kadir'i konuşmaya katılmasını düşünerek bizim bir ara derslerimize giren Tarih Coğrafya öğretmenimiz Reşat Tekinay'dan söz ettim; "O da kısa boyluydu ama güzel hikayeler anlatır, dersini hoş geçirirdik.” Kadir hemen Reşat Tekinay Öğretmenin sevgilisinden nasıl söz ettiğini anlattı. Neşeli olarak yemekten ayrıldık.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Bugün, ilk iki saatimiz ders uygulaması, İbrahim Şen, Enstitü Bölümü 1. Sınıfta ders verecek. 1. Sınıflara 2. sınıf oldukları söylenmiş. Önce onun üstünde duruldu. Öztekin Öğretmen sınıfın değişmesi önemli değil senin hazırladığın ders plânı önemli onu uygula! deyince İbrahim Şen, tahtaya bir porte çizdi. Sınıfı boş bırakmamak için de ne yaptığını hep sordu. Şimdi ne yapıyoruz, yaptığımız neydi, şimdi ne yapacağız? Do majör gamının iyi bilinmediğini saptadı, direterek onun üstünde durdu. Son öğrenciye kalana dek tekrarlattı. İyi bildikleri bir şarkıyı sordu. İki parça ortaya çıktı, oylayarak onları sıraya koyup çalıştırdı. Ilgaz şarkısı ile Menekşe Buldum Derede türküsü. Ders sonunda Öztekin Öğretmen ikinci söylenen türküyü beğenmediğini söyledi. Sözlerin heceleri ağızlarda yuvarlanıyor, net anlaşılmıyor' dedi. Hepimizi uyardı:

-Ağızlarda yuvarlanan şarkı ya da türküleri söyletirken dikkat edin, sözler anlaşır olarak ağızdan çıksın! Son iki saatte nota yazma çalışmaları yaptık. Öztekin Öğretmen benim nota defterimi arkadaşlara gösterdi; "Temiz, güzel, dikkatli tutulmuş değil mi?” diye de sordu. Onlar da övücü sözler söylediler:

-Arkadaş çok dikkatli, özenerek yazıyor! Bunun arkasından bir oyun çıkacağını hemen anladım ama ne olduğunu kestiremedim. Öztekin Öğretmen açıkladı:

-Deftere böyle yazan İbrahim, tebeşiri alınca tahtada başkalaşıyor! dedi. Böylece benim, tahtaya kalktığımda yazdıklarımın beğenilmediğini iyice anlamış oldum. Ben bunun ayırdında idim ama başkaları değil sanıyordum. Bunu da tatilde düzelteceğime kendi kendime söz verdim.

Son saat serbest kaldık, alt odadaki piyanoda 545 Kv. 16 no.lu sonatın girişi ile son, Andante bölümünü pişirdim. Bu kez erken bırakıp yukarıya çıktım. Öztekin Öğretmen de gitmek üzereymiş. Daha önce söylediği sözden gücenip gücenmediğimi yoklamak için olacak:

-İbrahim, bilirsin müzikçilerin kulağı keskindir. Nereden güzel bir ses gelse kolaycacık algılar. Odana girmiyorum ama gelip geçerken güzel sesler duyuyorum, bu beni sevindiriyor, bir gün özel olarak gelip dinleyeceğim! dedi.

Salona girdim hepsinin yüzleri asık. Öztekin Öğretmen paylamış:

-Yay tutmasını bile başaramadınız; gidiyoruz, gidiyoruz ama manda arabasında mıyız yoksa Yeniçeri talimlerinde mi? diye sormuş.

Yemekte, tarih üzerine konuştuk :

- Sahiden Yeniçerililer törenlerde neden öyle yürüyormuş? Ekrem Bilgin fikrini hemen söyledi; kendileri çok kalabalık, yerleri dar. Hızlı gitmelerini önlemek için öyle yapıyorlardır. Bu kez de tartışma adımlara dönüştü; "Üçüncü ayak yerinde mi duruyor? Yoksa geriye mi basıyor? Kadir Pekgöz ise solaklar nasıl ayak uyduruyor? Ekrem Bilgin'in gözünden kaçmadı, hemen Kadir'e sordu; "Ayak solağı nasıl olur?" Sahiden benim şimdiye dek duymadığım bir söz. Solak insan, denince sağ elinden çok sol elini kullanan olarak bilinir. Futbolcular hemen yanıtladılar:

-Karagümrüklü Galip, Vefa Nihat, Beşiktaşlı Hüseyin sol ayaklarını kullanıyormuş. İş öylesine şakaya dönüştü ki, Abdullah Erçetin sordu:

-Topu sol elle tutan var mı? Ona da yanıt veren oldu, İbrahim Şen, oyun bitince hakemler topu alır. Eğer hakem topu sol eline almışsa o hakem solaktır! Gülmekten kırıldık. Gerçekten bu akşamki konuşmalarımızın en akla uygun sözü bu oldu. İbrahim Şen'i kutladık.

1941 29 Ekim Bayramı sonunda Galatasaray takımı ile bir İngiliz takımı oynamıştı. Tüm izleyiciler, oynayanların adlarını söylüyordu. Gerçekten ben o zaman buna şaşmıştım. Şimdi bakıyorum da bizim arkadaşlardan kimileri kırk yıllık tanıdık gibi futbolcu adı anıyorlar. Beşiktaşlı Çengel Hüseyin, Eşref, Galatasaraylı Reha, Vefa'lı ya da Karagümrüklü Galip ağızlarından düşmüyor.

Bizim masanın neşesi Başkan Hüseyin Atmaca'nın ilgisini çekmiş, geçerken haberi aldınız o nedenle sevinçlisiniz değil mi? dedi. Arkadaşlar hayretle baktılar. Atmaca:

-İki öğretmeniniz de gelmedi. Malik Aksel, Veysel Erüstün! Duyurması benden ama Mehmet Öztekin burada! deyip geçti.

Malik Aksel Öğretmenin gelmeyişine üzüldüm. Gelecek dersi de bayram tatiline geliyor. Gelseydi Konya'ya gideceğimizi söyleyip eski bilgilerimizi tazelemeyi kuruyordum. Oldukça üzüldüm. Arkadaşlar oldukça sevindiler. Ancak sevinçleri çok sürmedi; dünkü öfkeden sonra Bölüm Başkanının bugün onları rahat bırakmayacağı üstüne olasılıklar ürettiler. Kadir, Abdullah üçümüz kitaplığa gittik. Sami Akıncı oradaydı. Bizim Kepirtepeliler Sami Akıncı'ya saygı duyarlar. O çok çalıştığı için derslerinde başarılı. Onun başarılı olması sanki başka bir özelliğinden ileri geliyormuşçasına onun sözünü tutarlar. Bunu bildiğimden olayı anlattım, özellikle de Abdullah'ın piyanodan sorumlu olmasına karşın hiç oturmadığını anlatınca Sami Abdullah'ı sıkıştırdı. "Olmaz öyle şey kardeşim, burası Kepirtepe'den farklı. Üniversiteden gelen öğretmenler kendi ilkelerini uygulayacaklar. Bu yıl böyle geçebilir ama gelecek yıl verdiklerini isteyeceklerdir. O zaman zor durumda kalırız. Buradan köylere dönmemiz bize ağır gelir. Geçen yıl bırakıp gidenlerin yarısı pişman olmuş, tekrar gelmek üzere Genel Müdürlük kapısında bekleşip duruyorlar.” Sami Akıncı ile konuşmak beni de rahatlattı. Çevremdekilere bakarak kimi zaman gevşekliğe düşer gibi oluyordum. Şimdiki durumda Almanca dersimden hoşnut değilim. Yazın burada benim gibi, kendi bölümünde Hüsnü Yalçın da kalacakmış. Onu sıkıştırıp Almanca bilgimi arttırmasam bile hiç değilse yerinde durduracağım.

İyimser olarak yattım. Bir an için, kendimi sınıfta kalmış olarak düşünür gibi oldum. Kesinlikle kendi köyüme atanmayı istemem. Yakın köye verseler ne fark edecek? Merkez Kepirtepe olduğuna göre, beni kaldırıp Bursa köylerine vermezler. Lüleburgaz olmasa bile Kırklareli ilinde olacağım. Ürperir gibi oldum. Kendimi toparlayıp şimdiki durumumu düşünerek rahatladım. Öylece uyumuşum.

 

 

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ