Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

11 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

İçlerinden Çıktığımız Köyleri Eleştirel Gözle İnceliyoruz

 

11 Ağustos 1945 Cumartesi

 

Kampana sesine uyandık. Kadir Pekgöz, sevinçli bir sesle:

-Bir süre bu sesi duymayacağız! gibisine bir söz söyledi. Hemşerimi, üzmek istemiyorum ama benim de istemememe karşın önüne geçemediğim bir tavrım var, fazla düşünülmeden ortaya atılan sözleri irdelemek! Bunu yapmazsam, sanki kutsal bir görevi yapmaktan kaçınmışım duygusuna kapılıyorum. Hemşerim Kadir Hamitabat köyünde kalıyor. Benim köyüm Hamitabat’a 4 ya da 5 km. uzaklıkta! Hamitabat köyünün tam ortasında bir un fabrikası var. Bu fabrika kış yaz, salt Hamitabat’ın değil tüm çevre köylerin tahıllarını öğütür. Bildiğim kadarıyla da sürekli çalışıyor. Köydeyken bu fabrikanın sesini zoraki dinlerdim. Şimdilerde de köyde kaldıkça hiçbir değişiklik olmamışçasına aynı sesi duyuyorum. Oysa Kadir, benim gibi uzaktan değil, fabrikanın neredeyse bitişiğinde kalıyor. Bu nedenle o sesi duymaması olanaksız. Şimdi gel de Kadir’e takılma! Neymiş efendim, sabah saat 07:00 sularında kampana çalınıyormuş, arkadaş ondan rahatsız olmuş! Bunu anımsattım. Boş yere kendimi yormuşum, Kadir, un fabrikasının sesini duymuyormuş. Bir süre buna güldük. Arkadaşlar, alışkanlıklar için biraz bilgi sahibi olduklarında üstünde fazla durmadılar ama oldukça da konuyu tırmaladılar. Olay giderek Kadir’in başka çıkışlarına sıçradı. Sonunda söz, insanların “Sakarlık”larına dek uzadı.

Kahvaltıya sonradan gittik. Bizden sonra Muhip Kocaçınar geldi. Muhip Kocaçınar burada öğretmenmiş, Türkçe Derslerine giriyormuş. Sandığımın tersine bu kez bizimle çok senli benli konuştu, Kepirtepe’ye alıştığını, atanması için başka yerler teklif edildiği halde gitmediğini söyledi. Ad vermedi ama başka Enstitüleri de gördüğünü, ancak sevmediğini anlattı. Adı ilgimi çekti; Türkçe Dersi okuttuğunu söylediği için hemen adaşı Ahmet Muhip Dıranas’ı sordum. Çok sevdiğini şiirlerini topladığını, özellikle Fahriye Abla şiirini sık sık okuduğunu söyleyince Muhip Kocaçınar birden gözümde değişti. Geçen gün yabancı yabancı baktığıma neredeyse kızdım. Kendimi tutamadım, Ahmet Muhgip’in Serenat’ını ezberlediğimi, sık sık okuduğumu söyleyince Muhip Kocaçınar:

- A, işte onu ben yapamıyorum. Ezberleme yeteneğim gelişmemiş sanırım, salt şiir değil tarih olaylarını da belleğimde tutamıyorum.

O öyle demesine karşın ben bu kez Cahit Sıtkı, Cahit Külebi’den söz ettim. Muhip Kocaçınar:

-Sizin bol zamanınız var sanırım! deyince Kadir Pekgöz:

-Abi zaman bulur, gerçekte bizim kendi derslerimize bile zamanımız yetmiyor. Abinin şansı piyanoda olması, piyano öğretmeni haftada bir geliyor. O nedenle o okumaya zaman ayırabiliyor. Bizim kemanlar grubunun öğretmeni Bölüm başkanı, bir dakika bile bizi boş bırakmıyor.

Muhip Kocaçınar bizlere başarılar diledi, ayrıldık. Okulun önünde yokuşa çıkana dek yürüdük. Dorukta bir süre araç bekledik. Şanssızmışız, otobüs geçmedi, ancak kamyonlarda yer bulup Lüleburgaz’a indik. Cumartesi günleri bizim köyden kimse bulunmaz. Arkadaşlardan ayrıldıktan sonra, önce Özdilek’e uğrayıp gazete aldım. Cumhuriyet baştan aşağı Japonya’nın savaşı durdurduğunu, teslim olduğunu yazıyor. Japon İmparatoru kendisine dokunulmaması koşuluyla teslim bayrağını çekmiş. Kendi kendime söylendim:

-Müttefikler yutarlar mı bunu? Bak bak, Sovyet ordusu Mançurya’da ilerliyormuş.

Gazeteyi katladım. Eskiden olduğu gibi Kadir Pekgöz’le konuşa konuşa Bağlık Yokuşu’na yöneldik. Yokuşta bir süre durup karşılara baktık, oralarda, Saranlı Ovası denilen düzlüklerde yaptığımız ilk askerlik kamp günlerini andık. Kadir nedense aklını sabah konuştuğumuz Muhip Kocaçınar’a takmış:

-Aklınca mağrurluk numarası yapıyor ama beceremiyor. Öylesini Köy Enstitüleri’ne neden alıyorlar, ben de onu anlamıyorum. Selçuk Korol, Seyfi Çaçur, ne iyi; insana yakınlık gösteriyorlar. Bu ise, kaç gündür bizlere uzak durdu; nasılsa bu sabah yakınlık gösterdi. O da bizim gibi yalnız kaldığından olacak!

Ben olaya başka açıdan baktığımı söyledim; bizim sayımız çoktu. Çoğunluğa, genellikle yabancı bireyler kolay kolay sokulamaz. Eğer içlerinde bir tanışı olursa onu bahane edip yaklaşabilir. Bizden bir yakınlık görmediyse nasıl yaklaşsın? Bir süre girginlikten çekimserlikten söz ettik. Sınıf arkadaşlarımızı biraz dilledik. Kadir, hiç sevmediklerini, orta halli olanları, normal ilişki sürdürdüklerini sıraladı. Kendisine söylemedim ama saydığı adları duyunca şaştım, Bana sorsaydı ben de onları sayacaktım. Çünkü onlar onun değil benim uyum sağladığım arkadaşlar. Örneğin, Kadir’i en çok kızdıranlardan biri Ekrem Bilgin arkadaşımız, onun hakkında konuşacak sanırdım. Sandığımın tersine Ekrem için güzel sözler söyledi:

-Yüreği temiz, aklına geleni söyler gibi konuşuyor ama öyle değil, sözlerini seçerken geriye dönüş yapabileceğini hesaplıyor.

Kadir’in değerlendirmeleri hoşuma gitti. Sabahki konuşmada eksik kalan Ahmet Muhip Dıranas olayını anımsatıp Kadir’e önce Fahriye Abla’yı arkasından da Serenat’ı okudum. Kadir Fahriye Abla için sustu, sanırım beğenmedi. Serenat’ı ise iki kez okuttu, kendisine yazıp vermemi rica etti.

 

Serenat
 
Yeşil pencerenden bir gül at bana
Işıklarla dolsun kalbimin içi.
Geldim işte mevsim gibi kapına,
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.
Açılmış bir gülsün sen yaprak yaprak
Ben aşkımla bahar getirdim sana.
Tozlu yollarından geldiğim ırak
İklimlerden şarkılar getirdim sana.
Şeffaf damlalarla titreyen ağır
Goncanın altına bükülmüş her sak;
Seninçin dallardan dökülen ıtır,
Seninçin yasemin, karanfil, zambak…
Bir kuş sesi gelir dudaklarından,
Gözlerin gönlümde açan nergisler.
Dökülen bir öpüştür yanaklarından
Mor akasyalarda ürperen seher.
Pencerenden bir attığın zaman
Işıklarla dolacak kalbimin içi.
Geçeceğim mevsim gibi kapından,
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.
 
Ahmet Muhip Dıranas

 

Birden şiir sever tavrı takınarak, şiir ezberlemek için nasıl çalışması gerektiği üstüne bilgiler istedi. Benim belli bir yöntemim yok, sevdiğim şiiri alır yazarım. Yazdığım şiiri birkaç kez okurum. Sonra da şiire bakmadan aklımda kalanları anımsamaya çalışırım. Kesinlikle unuttuğum taraflar vardır, onları aralara eklerim, böylece birkaç kez tekrarlanmış olur. Bundan sonra kendimi hiç zorlamadan ezber okurum. Gene aksamalar olur. Bunu normal sayar bundan sonra eksik de olsa ezber okumaya başlarım. Eksikler kendiliğinden tamamlanmış olur. Tamamını okumaya başladığımda sık sık tekrarlarım. Özellikle yatınca kesinlikle bir ya da iki kez tekrarlarım. Bir de bakarım ki şiir ezberimdedir.

Kadir, ne anladıysa:

-Sen kolayını bulmuşsun! deyip kesti. Kolayı zoru yok, her şiir için en az 20 kez tekrar, ezberledikten sonra da sık sık okumak! Bunun dışında şiir ezberlemek için bir başka yöntem olacağını da düşünmüyorum. Kadir’e:

-Senden ayrılınca köye varana dek şiir okuyacağım dedim. Güldü:

-Ben bunu yapamam işte!

-Yapadığın değil yapmak istemediğin belli! dedim içimden…

 

Kısa bir yokuştan sonra oldukça rahat gidiliyor; neredeyse iniş gibi. Köye yaklaşınca Kadir, görevini anımsadı, gezeceği on köyü bile tam saptamamış. Pazartesi günü Lüleburgaz’a dönüp, Maarif Memuru Salih Arı’dan köylerin adlarını alacakmış. Kadir’in gideceği daha doğrusu gitmesi gereken köyleri ben biliyordum. Önceleri, tüm köyleri gezeceğimizi sandığımdan tüm köyleri öğrenmiştim. O nedenle Kadir’e gideceği köylerin yerlerini, yollarını, sıralayıp anlattım. Ayvalı, Hamitabat, Kırıkköy, Sofuali, Büyük Mandıra, Küçük Mandıra, Pancarköy, Çiftlikköy, Sinanlı, Celâliye. Kadir önce inanamadı, bir daha açıklayınca çok sevindi. Pancarköy’ü, Kırıkköy’ü, Sinanlı’yı, Ayvalı’yı, Büyük, Küçük Mandıraları kendisi de biliyordu. Nasıl unutur, Alpullu’da kaldığımız yıl Mandıra’ya banyo için giderdik. Celâliye zaten Hamitabat Lüleburgaz yolu üstünde. Tek yabancı köyü Sofuali. O da Babaeski’nin bitişiğinde sayılır. Kadir çok sevindi, boynuma sarıldı, teşekkür etti. Sık sık buluşmak üzere sözleşip ayrıldık.

Hamitabat’tan sonra benim asıl sıkıntım başlıyor. İnsan kendi kendine kalınca bir başka oluyor. Sevincin de senin, kederin de. Bende böyle oluyor. Çok özlediğimi sandığım köy tepeden bakınca başkalaşıyor. Hep aynı görüntü, benzer duyguları uyandırıyor. Eski, tanıdık duygular, sanki bir birinin tekrarı… Köye girince neredeyse ayaklarım tökezleyecek gibi oluyor. Çok kez, dere boyunca gidip yukardan dolaşıyorum.

Bu kez öyle yapmadım, doğrudan köy içinden gittim. İnsanlar işlerinde, sokaklar ıssız, kimseyle karşılaşmadan kahveye girdim. Babam yalnızdı. Sevindi. Sevindiğini o söylemiyor ama ben anlıyorum, yüzünün şekli değişiyor. Çayı yeni koyduğunu, söyleyip bir bardak verdi. Kaç gün kalacağımı sordu. Ben de hiç kesmeden olayı anlattım, gideceğim köyleri söyledim. Karıncak, Kızılcıkdere, Bayramdere hariç hepsine günü birlik gidip gelebileceğimi söyledi. Karıncak köyünde akrabamız olduğunu, orada kalacak yerimiz olduğunu, Bayramdere için de Deveçatağı’nda kalıp gidip dönebileceğimi önerdi. Salı günü Ali Ağabeyim Kırklareli’ye gidecekmiş, sevindim, birlikte gider, Kızılcıkdere’den başlarım. Zaten öyle kurmuştum; bir hafta köyün kuzey doğusunu, ikinci hafta da güney batısını. Kızılcıkdere’de iki gün kalır, Karıncak’a geçerim. Karıncak’tan Deveçatağı’na dönerken Bayramdere’ye uğrarım.

Deveçatağı’ndan Kavakdere’ye uğrar, köye dönerim. Sonraki günler birer birer ötekilerini görürüm. Hasan Korkut köyde ise bir gece kalırım, yoksa akşam dönerim. Sanki gidip dönmüşüm gibi rahatladım. Babam sularını kendi taşımış, buna üzüldüm. Eve çıktım, Zülfü avazı çıktığınca bağırıyor. Sus mus diyerek eve girdim. Ses değişikliğini mi anladı yoksa yorulduğundan mı ağlamayı giderek azaltıp sustu. Gözler açık, ablam oldukça tedirgin, “Bitti bitecek derken gittin geldin bizde bir değişiklik olmadı, Babası yok, annesi onun yerini dolduruyor.” Biz konuşurken Gülsüm geldi; geldi ama neredeyse yıkılacak. Gene de gelir gelmez Zülfü’yü alıp çekildi. Annelik! Rousseau’nun sözlerini anımsadım, insan cinsinin sürmesi annelerin eseri, doğurmasalar, sonuç felâket olur. Evden ayrıldığımdan beri Rousseau’dan da ayrılmışım. Tam başımın ütünde gırlangıçlara baktım, yavrular cıgıldaşıyorlar. Saim görmüş geldi. Birden yaklaşmıyor. Gel deyince de kasılıyor. Biliyorum biraz sonra yaklaşacak! Kalemlerini, defterlerini sordum, evdeymiş, onları okula götürecekmiş! Ablam doğrucu, çocuğu kandırıyorlar, onun okula girmesine daha iki yıl var! dedi, parmak sayarak hesapladı. Sonra da:

-Belki bir yıl sonra da gidebilir! deyip doğumundan günümüze dek ayları hesapladı. 1939 başından 1945 ortası, ne yandan hesaplasan 7. yaşı bulmuyor, onun daha bir yılı var! Arkasından da, “Ona kardeş gelecek, onunla oynar, annesine yardım eder” deyip Saim’i okşadı. Odama girip, kitaplarıma baktım, bunları nasıl okuyacağım! Emil öylece kalmıştı, karıştırdım. İkinci kitabı okumuştum. Kendime sordum:

-Okuduğumdan ne kaldı? Gene de iyimserim, bende yarım da olsa birşeyler kaldı ama, Rousseau’yu ağzından düşürmeden avur-zavur edenlerde o da yok! deyip okumaya başladım.

Rousseau, üçüncü kitabında çocuğun doğuşundaki durumu için ilginç bir söz söylüyor:

-Çocuk doğduğu zaman, doğumundan bir süre sonraya dek bizde olan duygu, isteklere yeterli devinimleri yapacak güce sahip değildir. Biz bunu böyle biliyoruz. O denli güçsüzlüğüne karşın onda doğuştan gelen bir dayanma gücü vardır ki, bu güç onu, karşılaşacağı bir takım olumsuzluklardan korur.

Rousseau’nun çocuk konusunda neredeyse her dediğine inanmaya başladımsa da, bu noktada sorasım geldi; bu söylediğini nereden biliyor? Rousseau:

-Çocuğun yaşamsal olarak bir çok gereksinimi vardır, o bunları karşılayamaz, ancak bu gereksinimlerin karşılanmasını bekleyecek güce sahiptir! diyor. Bunu nasıl ya da neye dayanarak söylüyor? Bunun sınırı nedir? Buna inanan anne-baba çocuğun o gizli gücüne güverek ağır davranırsa çocuk zarara uğramaz mı? Bir çok bebek ölümü, böyle bir umursamazlığın sonucu olamaz mı?

Gerçi az sonra yetişkinler için öne sürdüğü görüş, benim sorumu karşılamakta ise de onu anlamak için oldukça boyutlu bir düşünce gelişimi gerekmektedir. Sözgelimi yetişkinlerin, çevrelerinin de etkisiyle gereksinimleri çoğalır. Gereksinimler çoğaldıkça, kişinin bireysel gücü bunları karşılamakta zorlanır, hatta zorlansa da bir bölümünü karşılayamaz. Söz gelimi duygusal alanda isteklerinin çoğu yeterince karşılanamaz. Rousseau bunun için, gücüne güç katma yerine isteklerin sınırlanmasını önermektedir. İşte buradan yukarki sorunun karşılığı çıkabilir. O dediği bebekteki güç, az gereksinimi olduğundan vardır. Gereksinimleri arttıkça o var sanılan güç, giderek azalır gibi görünmeye başlayacaktır. Rousseau, böylece kendi genel görüşünü de bize muştuluyor. İnsanlar, dolaylı olarak toplumlar, gereksinimlerini ne denli çoğaltırsa o denli güçlü olmak zorundadır. Bu dengeyi tutturamayan insanlar gibi toplumlar da tutturanların karşında boyun eğmek zorunda kalırlar. Dünyadaki sömürenle sömürülen gerçeği budur!

Rousseau’ya göre, benim çok önemsediğim on üçüncü yaş üzerinde durulması gereken bir yaş. Ben genel olarak Köy Enstitüleri için bu yaşı sınır olarak düşünüyorum. Şimdilerde bir halk deyimi gereği ne bulunuyorsa alınıyor ama ilerde bu dediğime gelinecektir. Halk, fazla incelenmeden yapılan alımlar için:

-“Eşekte paldum, ben seni aldım!” gibi bir tekerleme söyler. Şimdilerde de Köy Enstitüleri sayı doldurma hesabındalar. Bu yanlış biraz da onları yönetmek için yapılan yönetici seçiminden ileri gelmektedir. Milli Eğitim Bakanlığından bildirilen sayıyı tutturmak zorunluğunu duyanlar bunu yapıyorlar. Onlara göre, farklı yaşların bir arada oluşları sorun değil. Onlar emirleri yerine getirince işlerinin süreceği inancında olduklarından değinmeye çalıştığım özellikleri ıskalamaktadırlar. Olaya at gözlüğüyle bakanların bu söylediklerimi anlaması oldukça zordur. Ben, kendi sınıf arkadaşlarımı düşünüyorum, orta 1. sınıfta 1920 doğumlu ile 1926 doğumlu arkadaşlarım vardı. 1920 ya da 1921 doğumlular iskelelerde duvar örerken 1926 doğumlular süklüm püklüm duvar örenlere taş ya da harç taşıyordu. Bu, kısa zamanda öteki olaylarda da kendini gösterdi, duvarı ören ya da marangozluk atölyesinde söz sahibi olanlarla, onlara boyun eğenler gibi bir ayırım oluşturdu. Bu kusur, kültür derslerinin önemsiz gibi gösterilmesinden de kaynaklandı. Kültür derslerinde çok başarılı olan söz gelimi Bekir Temuçin, duvarcılıkta başarılı olan Hüseyin Serin yanında sus pus duryordu. Oysa matematik ya da tarih derslerinde 5 numara almak için çırpınan Hüseyin Serin’e karşın Bekir Temuçin bu derslerden tam (On) numara alıyordu. Bunun bir de biyolojik, psikolojik yönleri var. Bunları umursamadan derslikleri doldurmak, o derslikleri dolduranlarda bir dengesizlik yapmaktadır. Günlük şakalar bile bu olayı sergilemektedir. Sınıfımdan (Yüksek Köy Enstitüsü) örnek verebilirim. Hasan Gülel ya da Süleyman Karagöz zaman zaman sınıf arkadaşı Burhan Güvenir’e “Ağabey!” demektedir. Ancak bu kimi zaman “Amca”ya dönüşüp, gülmece konusu olmaktadır. Bu konuda başka ilginç gözlemlerim var: Kepirtepe’ye bu kez geldiğimizde Yüksek Köy Enstitüsü’ne gideceklerin adlarını gördük. Hasan Üner’in sevinçli tepkisi:

-Recep Abi de kazanmış, geliyor.

Recep Abi dediği bu yıl Enstitü’yü bitiren Recep Türköz. Hasan Üner ise Kepirtepe’yi ilk bitirenlerden biri, Yüksek Bölüm son sınıfta. Recep gelince ağabey kardeş bir arada olacaklar. İki olayı da ben yaşamıştım. 1938 Kasım ayında Edirne/Karaağaç Trakya Köy Öğretmen Okuluna ilk gittiğimiz günlerdeydi. Yat zilinden sonra bir süre konuşmalar oluyordu. Nöbetçi öğretmeni kapıda dinliyormuş. Tam o sıralar yeğenim İsmet bana, “Dayı, yarın Edirne’ye gidelim!” demişti. Kapıdan bizi dinleyen öğretmen ikimizi çağırdı, şakalaşmalar üstüne güzel sözler söyledikten sonra da,

-Böyle sokak sözlerine, argolara sapmayın, onları sokak insanları yapar, bir daha sizden dayı, amca sözü duymak istemiyorum! demişti. Gerçeği anlatınca öğretmen biraz şaşırmıştı. Yeğenim İsmet benden dört yaş küçüktü. Biz dayı yeğen aynı sınıfta okuyup Kepirtepe Köy Enstitüsü’nü bitirdik. İkinci anım da ilginçtir. 1939 yazında Kepirtepe’de ilk bina yapılırken, ahşap işlerini, elektrikten yararlanmak amacıyla kaldığımız Atatürk İlkokulunun bahçesinde yapıyorduk. Bir gün yarı kalan bir işi tamamlamak üzere biz, Hasan Üner’le ikimiz atölyede

 

 Mehmet Yücel-Hasan Üner-İbrahim Tunalı (1939 Haziran)

 

kalmıştık. Çalışırken Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel geldi. Bize sorular sordu, dilimiz döndüğünce karşılıklar verdik. Ancak yaptığımız iş gereği Hasan Üner, (Aramızda adı Küçük Hasan) bana yardım ediyor, kestiğim parçaları getirip götürüyordu. Bizi bir süre izleyen Hasan Ali Yücel bana:

-“Kardeşini iyi yetiştirmişsin bak ne güzel yardım ediyor” demişti. Ben sözü anlamadığım için:

-“Kardeş değiliz, o da benim sınıfımda!” karşılığını vermiştim. Hasan’la aramızda beş yaş fark yanında beden olarak çok büyük bir fark vardı. Daha sonra buna benzer farklar uzayıp gittiğine göre benim sözüm, çalıştırdığım makinenin sesiyle birlikte uçup gitmiş olacak, yıllar sonra Yüksek Köy Enstitüsü’nde Şeyki Aydın’la Süleyman Adıyaman’ı, Rahim Ünüvar’la Vasfi Anıl’ı yanyana görünce hiç de şaşırmadım. Arifiye’den geçen yıl Ahmet Yol’la Yıldız Kırktepeli geldi. Kendi sınıfımda da, Halil Dere ile Sakallı Ahmet ya da Mustafa Saatçı, Yusul Asıl’la ben yan yana oturduk, oturmaya devam ediyoruz. Enstitü bölümüne uygulama derslerine gittikçe buna dikkat ediyorum, yeni alınanlarda da bu fark öylece sürüyor. Söz gelimi Hasan Tekin’le sırasında oturan, tıpkı bizim Hasan Üner’le olan farkımızdan farksız. Mesut Aygen’le Ali Şahin ya da Aziz Bilen de öyle. Kepirtepe’ye dönersek, İbrahim Öznal’la Nedim Menekşe ya da Fahrettin Şen örneği…

Bunları hoş görenler, diyelim ki Rosseau’ya katılmıyorlar. O zaman da hiç değilse geçip öğrencilerin karşısında Rousseau’dan, Emil’den söz etmesinler!

Rousseau, bir çok cahil insanın anlayamayacağı bir dille konuşmaktadır. Örneğin “Kendi elde edemediği bir çok nesneye sahip olmak isteyen insanın istekleri kendi gücünün üstündedir!” diyerek insanlarda bir ikili ayırım yapmaktadır. Güç- istek. Sıradan insanların pek düşünemiyeceği bir görüştür bu. Büyük bir ön görüyle Rousseau’nun 1760’lı yıllarda muştuladığı bu ayırım yüz yıl sonra fizyoloji, psikoloji bilimleri adı altında bilimler sıralamasında yerini almıştır. Günümüzde psikolojinin ayrı dalları altında uygulanan, İnsan Ruhsağlığı olarak dilimizde anlatılan etkinlikler bu görüşün irdelenmesi sonucu gün yüzüne çıkmıştır. İnsan yaşamındaki önemli gelişim evrelerinden ergenlik, günümüz Tıp biliminin de önemli bir konusudur. Özellikle psikolojinin Psikanaliz dalı insan yaş merdivenindeki bu aşamayı, sonraki yaş basamaklarının yönlendiricisi olarak benimsemektedir. İşte Rousseau bunu, 13 yaş özelliği olarak önemseyip insanlığa ışık tutmaktadır. 13. yaş çocukta istek-güç dengesizliği aşamasıdır. Gücünü karşılayacak istekleri çoğalmamıştır. Ancak bu istekler neredeyse kapıdadır. Kendileri yok gibidir ama sanki sancıları başlamıştır. Bu sancılı durum yetişkinlerce değerlendirilemezse çocuk ergenliğe doğal koşullarla giremez. Giremezse ne olur? diye sorulamaz, çünkü çok şeyler olur, oraya dek dengeli gelen gelişim bu duyarlı basamakta bozulur, bu bozukluk hem bedenin gelişme ritmini bozar hem de ruhsal gelişimini beklenenden başka yola yöneltir. İçine dönüklük, şarlatanlık, haylazlık, uyumsuzluk, anarşist tavırlar gencin yakasına yapışır, genci bunlardan koparmak zorlaşır. İşin içine bir de cinsel sorunlar girer ki bunların zararlarını burada anlatmak olanaksızdır. Ancak Rousseau ya da Emil’den söz edildikçe bunları dışlamak, sık sık tekrarladığım gibi, Rousseau’yu okumamakla ya da okudum diyerek yalan söylemekle eşdeğerdir. Rousseau diyor ki:

-On iki on üç yaşlarında, çocukların güçleri, gereksinimlerinden daha önce ve de fazla olarak hızla gelişir. En zahmetli ve en şiddetli gereksinimleri çocuk henüz duyumsamamıştır. Hatta organları da gelişmemiştir. (Burada cinsel uyarı vardır) Bunların gelişmesi ya da işlerlik kazanması için irade zorlamasını beklerler.

Hava ve mevsimlerin etkilerini pek duyumsamadıklarından sanki dayanıklıymış gibi katlanırlar. Yeyip içmelerinde de seçim yapmaz ne verilirse yerler. Giyim kuşam da öyledir. Uykusu gelince toprak üstünde bile yatar uyur. Öyle ki, kendisini her türlü eşyaya, rahat yataklara sahipmişçesine mutlu sayar. Fikirlerle ilgisi yoktur. Kısacası, arzuları kesinlikle güç sınırını aşamaz. İlginçtir, bu durum insanın yaşamında yalnız bu yaşta olur!

Bunları söyleyen Rousseau, şunu da ekliyor:

-Bana katılmayanlar olacaktır, ben onlara fazla bir söz söyleyemem. Onlar çocuklarını bildikleri gibi yetiştirsinler. O bildikleri gibi yetiştirdiklerinin yetişmediğini görünce de ah, vah etmesinler!

Bu konu tartışılabilir. Ne var ki, Fizyoloji, Psikoloji bilimleri bir buluğ çağı olayını doğrulamaktadır. Bu çağ çocuğunun davranış özelliği olabileceği de yadsınamaz. Köy Enstitüleri’nde bu yaştaki çocukların bu doğal davranışlarını salt onlara özgüymüşçesine övmenin yanlış bir tavır olduğunu söylemek zorundayız. O yaşta köydeki çoban da o tavırlar içindedir, Beyoğlu’da dolaşan bir bopstil özentisi de. Bunu abartılı bir şekilde sarmalayıp Köy Enstitüleri’ne özgü bir gelişme gibi gösterme yerine bu yaşta çok çalışan bu çocukların, geleceğine zarar verecek pürüzlerin temizlenmesi sanırım alınacak en doğru önlemdir. Eğitimbaşı Kemal Üstün haklı olarak Yaşar Coşkun için üzülüyor. Yaşar Coşkun 2. sınıftadır (Orta 2. sınıf), besbelli 13 yaşında, 17 Nisan günü birden rahatsızlanıp ölüyor. O gün bayramdır. Ama yapılan açıklamada “Görev başında” deniyor. Bayram günü ne görevi bu? kimse demiyor?

Ablam, yavaşça kapıyı aralayıp sordu, yazman bitmedi mi, acıkmadın mı? Acıktım dedim, bir tepsi hazırlamış, getirdi, Gülsüm Zülfü’yü teyzesine (Şerife Ablama) götürmüş, Ablamın doğumuna gün sayılıyormuş. Gözlerim yorulmuş, yattım.

 

12 Ağustos 1945 Pazar

 

Gece deliksiz uyumuşum, ne değirmen sesi duydum ne köpek ya da horoz sesi. Kalkınca kahvaltı edip kahveye indim. Kahvede Salim Enişte vardı. O bugün işe gitmemiş. Hanife Halamı sordum, daha iyi imiş. Salim Eniştem İstanbul hayranıdır. 1928-29 yıllarında, Selimiye kışlasında askerlik etmiş, anlata anlata bitiremez. Daha önce de anlatıyordu, anlattıklarını pek yerlerine koyamıyordum. Bu gezide bir çok yeri öğrendiğimden anlatılanları daha iyi değerlendiriyorum. Salim eniştem, İstanbul’un Kadıköy iskelesini, Üsküdar, Saray Burnu, Topkapı Sarayı’nın görkemli görüntüleri ile Haydarpaşa, Sirkeci ya da Köprü arasındaki vapur yolculuklarını ballandıra ballandıra anlatır. O bunlara bir de, Atatürk’ün İstanbul’a geldiğinde yapılan törenleri ekliyor. Onun bir de buz gözlemi vardır. 1928 yılında sözde Tuna’dan kopan bir buz gelip İstanbul boğazında takılıp kalmış. O bunu anlatınca babam da duramaz, Tuna üstüne buz hikâyeleri ekler. Babama göre Tuna belli soğuklarda çok kalın buz tutarmış. Yedi karış, bir başka ölçekle bir buçuk metre kalınlığında buz. Tuna’da yedi karış buz tutmazsa tilkiler beriden karşıya geçmezmiş. Babam gülerek anlatır; insanlar karşıya yaya geçmek isteyince önce tilki izi ararlarmış. Tilki geçmişse “Yallah!”deyip Romanya tarafına ya da Romanya’dan beri tarafa geçiyorlarmış.

Salim Eniştem gidince babamın su kaplarını doldurdum. Abbas Amcam evdeymiş ayak üstü konuştuk. Durumumu anlattım, Kırklareli’ye gidince Vahit Dede ile görüşeceğimi söyledim. Abbas Amcam:

-Vahit Dede Keşirlik’te, oraya gidemezsin, binilecek herhangi bir araç gitmiyor. Bir ara yollar yapılmıştı, bu savaşlar nedeniyle askerler o yolları bozmuş, atla gitmek bile zorlaşmış! deyince üzüldüm. Asker neden yol bozar? Abbas Amcam güldü:

-Neden olacak oradan düşman gelmesin diye.

Balkan Savaşı’nda Bulgar ordusu oradan gelmiş, Almanlar da gelir diye tüm yollar çökertilmiş. Abbas Amcam acımsı acımsı gülümseyerek:

-Sanki Alman tankları, onların çukurlarından korkacakmış gibi!...

Abbas Amcam:

- Gitmeden önce oturup konuşalım, özledim seninle konuşmayı, yeni yeni öğrendiklerin vardır, duymak isterim! deyince söz verdim, geleceğimi söyleyip ayrıldım.

Eve dönünce okumayı sürdürdüm. Rousseau, öne sürdüğü düşüncelerin karşısında olacakları varsayarak kendisiyle uzun uzun konuşuyor. Sonunda da savından cayarca sözlerini kendi çocuğu Emil için düşündüğünü, bunları, anlamayanlarla tartışmanın anlamsızlığını söylüyor. Çünkü karşısındakilerin gözlemden yoksun konuştuklarını tüm savlarının kendi düşünceleri değil babadan kalma nasihatler olduğunu söylüyor. Rousseau, dirençle şunu öne sürüyor: 12-13 yaşındaki çocukta görülen o olağan güç, yetişkindeki iş gücü gibi algılanıp çocuk işe yöneltilirse, çocuğun gelişmesine engel olunur. O güç çocuğun beden gelişimi için özellikle yedek bir güçtür. Bu yaşta bir çocuk demircilik, ya da çiftçilik yapar, büyükler kadar başarılı da olabilir ama onun o kendine özgü geçici gücü bu yolda harcanırsa, kendi doğal gelişmesine yeterince katkıda bulunamayacağı için, bu, sonraki yaşlarda bir başka eksikliğe neden olur. İşte bunu bilmeyenler çocuklarına ayırdında olmadan zarar vermiş olurlar. Rousseau’ya göre insanlar cahilliklerinden çok yanlış bilgiler edinip onda direnerek kendilerine körlük etmiş olurlar. 12-13 yaşlarındaki gizli güç çocuğun bir süre sonra kendi bedeninde devinime geçecek kendi cinsine özgü organların güçlü çalışmasına yarayacağını, bunlar sıradan yetişkin işlerinde tüketilince kendinin güçsüz kalacağını, yeni uyanan organların eksik çalışabileceğini savunmaktadır. Tam diyemem ama burada Sigmund Freud’un Psikanaliz teorisine yaklaşan bir görüş var gibi. Özellikle cinsel gelişmelerdeki aksaklıklar düşünülebilir! Dr. Halil Fikret Kanad Pedagoji Tarihi ile pedagoji kitaplarında sık sık, Fransız Büyük Devrimi sonrası uyanan insanlar çocuklara değişik bir gözle bakıp yeni önlemler alırken Rousseau’nun rehber alındığını vurgulamaktadır. Bu konuda, İsviçre’de Pestalozzi başta olmak üzere, Almanya’da Herbart, Fröbel, Kerschensteiner; Fransa’da, E. Demolins, Paul Lacombe; İsveç’te Ellen Key; A.B.D’de John Dewey; İtalya’da Dr. Maria Montessori; Belçika’da O. Decroly’nin kendi ülkeleri için giriştikleri yeni pedagojik deneyimler, Rousseau’nun, çocuğun yetişmesinde, teorilerin değil çocuğun doğal yapısının esas alınması görüşünü benimsediklerini ayrıntılı olarak görülmektedir…

 *

Biberleri sulama günüymüş, tenekeleri alıp dereye indim. Bostan tarlamızın komşusu Şişman Hüseyin’le merhabalaştık. Tarla komşuluğu köyde ev komşuluğu gibidir. Gerçi zaman zaman bu komşuluk tatsızlığa neden oluyor ama, Şişman Hüseyin’le aramızda böyle bir durum yok, o nedenle candan “Merhaba”lar çekiliyor. Şişman Hüseyin’i tarla komşuluğunda değil de onun güleç yüzlüğünden tanıyıp yakınlık duymuştum. O, aşağı mahallede oturduğu için bana yabancıydı. Köyümüz küçük ama gene de iki mahalleye ayrılmış durumda, Yukarı Mahalle, Aşağı Mahalle. Yukarı Mahalle’de bir şişman Veli vardı. Kahveye çok geldiğinden küçük yaşta onu tanımıştım. Şakacıydı, kahveye geldiğinde benimle altmışaltı oynar, bilerek yenilirdi. Bu tavırlarından dolayı ona yaklaşıyordum. Babama da “Dayı!” dediğinden onu yakınımız sayıyordum. Küçük Ablam kaçınca, bizim evdekilerce aforoz edilmişti. Bense ablamı özlüyordum. Büyük Ablam da özlemiş olacak bir gün beni küçük ablama yolladı. Küçük Ablamın yeni evini bilmiyordum. O mahallede oturan okul arkadaşlarımdan öğrendim. Azmanlar denilen ailenin kızı Cemile bana yolu gösterdi. Yol dediğim evler arasından giden bir patika. Oldukça sık ağaçlı bir derin çukurluktan geçiliyor. Bir gün cesurca o çukurluğu geçip karşıya çıktım. Çıktığım meydan bir evin önüymüş, evin sahibi beni tanıdı, gülümseyerek:

-Ablana mı geldin? diye sordu. Ancak benden karşılık beklemeden bize arkası dönük bir evi göstererek:

-Buradan gir, yukarıdan dolaşırsan (bir evi göstererek) o evin köpekleri var, buradan girersen onlar seni görmez! demişti. Ben de öyle yaptım, ablama gittim. Dönüşte gene aynı yoldan döndüm, aynı kişi gene bana yol gösterdi. İşte o kişi Şişman Hüseyin’miş. Benim altmışaltı oynadığımın kardeşiymiş. İki kardeşin biri yukarı mahallede, biri aşağı mahallede oturuyormuş. Bunu ablama söylediğimde ablam bana gülerek:

-Ne var bunda? Bak şimdi biz de ayrıldık, birimiz Aşağı Mahallede, birimiz Yukarı Mahallede! dedi.

Bu Aşağı Mahalle, Yukarı Mahalle ayırımı ilgimi çekti. Yukarı Mahallede oturanları öğrendim. Furtun Şerif, Abbas Amcam, Salim Eniştem, Melek Dede, Çançikler, Arabacı Hasan, Kıymatılar, Köse Mehmet, Pehlivan Ali, Arabacı Ali, Hoca Hasan, Alikoç Ali, Kolsuz Hamza, Durmuş Mustafa, Bekâr Hasan, Dede , Aliler, Paspala Hüseyin, Kasım Hüseyin, Durmuş Şerif, Tantili Hüseyin, Abdi Ahmet, Abbas Veli, Kaplı İsmail, Bodur Veli, Poyraz Mahmet, İsmail Aliler, Kantu Hasan, Fakirler (Yaşar, Ali, İsmail kardeşler) Dedemetler. (Dedemet Mehmet), Karakütüklü İsmail, Karakütüklü Emin, Tabak İbrahim… Bunları hep tanıdım. Okul tam da köyün ortasındaydı. Öğretmen Bektaş’ların evinde oturuyordu. Öğretmenin evini öğrendim. Oradaki evlerden bizim kahveye Kara Veli ile Molla Hüseyin geliyordu. Aralarında Yoluçlar’la Salim Ağalar vardı. Salim Ağaların oğlu Salim’le arkadaş olmuştuk. Kaba Ali ile Zopunlar’ı tanıdım. Küçük Ahmet ile Ellez Mustafa sırasında Ahmet Ağalar, Ali Babalar, Korucular, Şamşilliler, Damgalılar, bu arada bir de Hoca Ali ya da öteki adıyla Küçük Ali vardı. Küçük Ablamların sırasında, Karaahmet Ahmet, Poyraz Hasan, Ali Beyler, Dede Ahmetler, Abbas Kamber, Pehlivan Mustafa, Kaba Kamber, Azmanlar, Nadar Veli, Şişman Hüseyin, Damgalı Ali (Eniştem) Bunları öğrenince iyice şaştım, mahalleler neredeyse kardeşler için ayrılmış. Kaba Kamber-Kaba Ali, Pehlivan Mustafa-Pehlivan Ali, Abbas Veli-Abbas Kamber, Şişman Veli-Şişman Hüseyin, Poyraz Hasan-Poyraz Mehmet. Yoluç Hasan-Yoluç Mehmet, Karakütüklü İsmail-Karakütüklü Emin, Durmuş Şerif-Durmuş Mustafa, Damgalı Ahmet-Damgalı Ali, Arabacı Ali-Arabacı Hasan. Furtun Şerif-Furtun Hüseyin (Dede), Kaplı İsmail-Kaplı Mustafa, Abbas Amcamla Hanife Halamları da sayabilirim. Evleri sıralarken içindeki insanları da sıraladım. Belleğimdekilerle şimdilerde değişenler neler var? Ahmet Ağalar ikiye bölünmüş, Ahmet Ağalar, Ahmet Ağa Salim. (Salim Amcam) bunları düşünürken bol bol su taşıyıp su arklarını doldurdum.

Sulamayı tamamladıktan sonra kapısı önünden geçtiğim Nebi (çocukluk arkadaşım) önüme çıktı. Nebi adı bizim köyde tek onun adı. Köydeyken hiç üstünde durmamıştım. Köyden ayrıldıktan sonra bir yazıda “Nasıralı Nebi!” sözü geçmişti. Nasıralı Nebi dediği kimse Hazreti İsa imiş. Derin bir araştırma sayılmaz ama gene de bir soruşturmadır, öğrendiğime göre Müslümanlar İsa’ya peygamber gözüyle bakmaz, onu peygamberden biraz geride saymak için Nebi derlermiş. İsa Suriye’nin Nasıra kentinde doğduğu için de adı doğduğu yerle birlikte anıyorlarmış, “Nasıralı Nebi!” Nebi ile konuşurken bunları düşündüm. Yeniçeri duasında da Nebi geçer “Hazreti Ali, Nuh’u Nebi, Pirimiz Hacı Bektaş-ı Veli!” Demek ki Nuh Peygamber’e de Nebi diyenler var. Arkadaşımın bunlardan haberi yok. Bir yanda Nasıralı Nebi, bir yanda arkadaşım Nebi. Nebi, kucağında oğlu Hüseyin’le kendi dünyasını düşlüyor. Babasının adı Hasan, oğlu Hüseyin, Nebi nasıl bir düş dünyasında bilinmez! Belki de benim köydeyken yaptığım gibi Hazreti Ali, Hazreti Hamza cenklerini okuyor, Düldül, Zülfikarın verdiği duygulu anlar yaşıyor, Kerbelâ olaylarını okuyup öc alma duyarlığını sürdürüyordur. Ne var ki yaşadığı dünyanın gerçekleri içinde onun dünyası da tıpkı benzerleri gibi küçük birer atomik zerre, kolay kolay kendi kabuğunun dışına çıkamayacak!

Eskiden bu yoldan giderken sol tarafa bakmadan edemezdim, şimdi bakmamak için direniyorum. Biliyorum şimdi orada yabancılar var. Namdar Rahmi Karatay geldi aklıma:

Selvi gibi umutlar döndü birer iğdeye,
Geçti Bor’un pazarı sür eşeğin Niğde’ye!

Tarla komşusu falan derken aklıma takıldı, karpuz yiyoruz, herkes karpuz satmaktan söz ediyor. Bizim bostandan pek söz eden yok, ablama sordum, “Siz satmıyor musunuz?” Ablam anlattı:

-Karpuz satmak bizimkilerin işine gelmiyor; şimdi yeni bir yol buldular; Pazarcı Ahmet Ağa Salim, toptan alıp pazarlıyor. Biz karpuzları toplayıp sayarak bir kenara yığıyoruz, Salim onları alıp gidiyor. Böylece bize bir gel- git olmuyor. Koparılanlar onun, kökünde duranlar bizim!

Ablamın anlatışından, bu yeni yöntemden hoşnut olduklarını anladım.

Bu gece kahvede oturmaya kararlıyım. Dünkü gazete işime yarayacak. Gazetede önemli başlıklar: Prof. Salih Murad Uzdilek yazıyor, Atom bombası, “Eski ve yeni bombalar arasında mevcud ana farklar!” Bir başka atom üstüne yazı… Atom enerjisinin istikbâli. Aya gitmek kabil olacak! Kurşun, altın yapılacak, ağaçlar iki günde büyüyecek!

En önemli haber de, İkinci Dünya Harbi bitti! “Japonya, İmparatorun hükümranlık haklarına dokunulmamak şartiyle teslim olmaya karar verdi.”

Dünya bayram yapıyor. Japonya’nın teslim olma kararı Amerika, İngiltere ve Çin’de büyük tezahüratlarla kutlanıyor. Bir de savaş haberi, Rus ordusu Mançurya’da ilerliyor. Mançurya Çin’in bir parçasıyken Japonya orasını işgal etmişti.

Çocukluk arkadaşlarım arasında iki Ahmet var. Kaplı Ahmet, İsmail Ahmet. Kaplı Ahmet, Hamitabat okuluna benimle gelen, okul arkadaşım. İsmail Ahmet’in arkadaşlığı çok başka. Onunla köy okuluna başladığımızda sıkı fıkı arkadaştık. Ortak yanımız ise ikimizin de annesiz oluşumuzdu. Öteki arkadaşlar sıkışınca ana, diye bağırdığında biz öyle durgunlaşıyorduk. Bu yakınlık sonra daha ileri gitti, iyice birbirimize yaklaştık. Ahmet’in ağabeyi Ali, çok bilgiç biriydi. Kızılcıkdere’de okumuştu. Biz okula başladığımızda o çok yardımcı oluyordu.

İsmail Ahmet, gülerek geldi. Bizim çocukluğumuzu bilen babam Ahmet’e yakınlık gösteriyor. Buna sevindim. Ahmet, aile durumları iyi olmakla birlikte nedense içgüveyisi girmiş. Paspala denilen aileye karışan Ahmet şimdi Paspala Ahmet olmuş. Paspala sözüne hep takılırdım, paspalayı, palaspandıras ya da homhomşorolop türünden bir söz sanarak hep gülerdim. Ahmet’le konuşurken bu düşüncem değişir gibi oldu. Ahmet için, ben daha köydeyken evlenecek sözü çıkmıştı. Babası, Ahmet’in annesinin ölümünden sonra uzun süre evlenmemiş, evlenmesi de beklenmezken Ahmet Ağa’nın dul kalan eşiyle evlenmişti. İşin ilginci, eşinin evine gitmişti, içgüveyisi olarak! Ahmet Ağaların üç çocuğuna da Ahmet’in babası baba olmuştu. Ahmet Ağaların büyük kızı bizim yaşımızda, köyün en güzel kızı olarak anılıyordu. Hemen bir söylenti yayılmışı, Ahmet Arzu ile evlenecek! Ahmet adına seviniyordum. Bu söylenti sürerken Ahmet’in ahretliği Koca Şeriflerin İbrahim Arzu’yu istedi, düğün-dernek hemen evlendiler. Meğer Ahmet için tüm söylentiler düzmeceymiş. Ahmet de ağabeyleri gibi babalarının evlenmesini doğru bulmamış, babasının kurduğu yeni aileye de iyi gözle bakmıyorlarmış. Ahmet birden yok oldu. Babaeski’nin Sofuali köyüne gitmiş. Aynı köyde benim büyük halam vardı, ona gittiğimde Ahmet’i bulmuştum. Bir yıl kadar sonra Ahmet gene köye geldi, ağabeyinin yanında kaldı. Babasına da bu son evlilik yaramadı, kısa zamanda vefat etti. İşin ilginci güzel Arzu’ya da o evlilik yaramadı, birkaç yıl içinde ayrıldı. Ahmet, şimdiki çalışmalarını babama anlatırken ben de bunları düşündüm. Köyde, arkadaş olarak kimsenin evine gitmezdim, Ahmet bu kuralın dışındaydı. Çok yakınlık gösteren bir yengesi vardı, onu ablalarımdan biri gibi görüyordum. Aradan çok yıllar geçtiği için di’li geçmiş konuşuyorum. Şimdi o yengenin gelinlik kızı var, sormadım ama evlenmiş de olabilir.

Ahmet fazla kalmadı, görüşmek üzere ayrıldık. Ahmet’i uğurlarken Furtun Şerif Enişte geldi. Ahmet’e takıldı:

-Kayın pederin kahveden çıkmazdı, seni göremiyoruz, eski köye yeni adet getirme, gel gir aramıza! diye çıkıştı. Ahmet gidince ise övgü yağdırdı. Ahmet, ağabeyinden hiçbir talepte bulunmamış, öylece ayrılıp gitmiş. Bunu kimse yapmazmış. Ne koparırsa onu kâr sayanlar ayrıldığı yeri de kırarmış. Ahmet bunları yapmamış, efendi çocukmuş. Şerif Enişte bana da sordu:

-Sen ne yapıyorsun, bak bütün arkadaşların ev-bark kurdular, yoksa evlendin de bizden mi gizliyorsun?

Öğrencilikte düşünmediğimi söyleyince bu kez de bir seçtiğim olup olmadığını sordu. Sonra da bana birini çok uygun bulduğunu, tanıdık olduğunu anlattı. Belki gereksiz ama ben de sanki ilgi göstermiş gibi sordum. Meğer onun bir tanıdığı varmış ondan söz ediyormuş. Eğitmen Ali Dinçer’in kızından söz açtı. Oğlunu tanıdığımı, kendisine de çok saygı duyduğumu ancak böyle bir girişimin sakıncalarını sayarak kesin tavrımı koyunca Şerif enişte beni haklı buldu. Konuyu bu kez gazeteye çevirdik. Gelenler oldu. Gazetede olan haberleri ayrıntılarına varana dek okudum. Atom bombası oldukça ilgi topladı ama ben atomu anlatamadım. Atomun gözle görülmeyecek küçüklüğü ile şiddetli patlaması dinleyenlere çok ters geldi. Şaka ettiğmi söyleyen oldu. Ben de bunu dünyada birkaç insanın bildiğinden, bunlardan biri olan Einstein’dan söz ettim. Einstein’ın Alman oluşu, Almanya için bir acıma süreci yaşattı. Hitler de Japonya’nın yaptığını niçin yapmadı hayıflanmaları oldu.

Konuşmalar sonunda bir ağızdan babama radyo alması önerisi yapıldı. Gülüşmeler şakalar arasında radyo dinleyenlerin iki çay içme zorunluğu önerildi. Birer teneke buğday sözü edildi. Radyo fiyatları hakkında kimsenin bir fikri yokmuş benden sordular. Geçen yıl bir emanet radyo kullandığımızı ancak fiyatı hakkında bir fikrim olmadığını söyledim. Gene de babamı yatıştırdılar. Babam sonunda:

-Ali (Ali ağabeyim) çoktandır istiyordu, alsın bari! dedi. Radyo gelmeden, gelecek sevinci içinde dağıldılar. İkimiz kalınca babam sordu:

-Radyonun, gramofon gibi sürekli bir masrafı olacak mı? Elektrikli yerde hiçbir masrafı olmadığını, ancak burada batarya için ara ara masraf olacağını anlattım. Salı günü Kırklareli’ye gideceğimi söyleyip orada bunu iyi öğreneceğime söz verdim.

Yatınca kendimi kınadım, üç aya yakın radyo dinledim. Radyo başucumda durdu. Neden öğrenmedim?

 

13 Ağustos 1945 Pazartesi

 

Ali Ağabeyim erkenden Lüleburgaz’a gitti. Sormadım, yarın Kırklareli’ye gitmekten vazgeçti mi acaba? Vazgeçtiyse Kızılcıkdere’ye yaya giderim. Dört saat. Gidecekse onunla Kırklareli’ye gider, oradan Kızılcıkdere’ye geçerim.

Erken uyandığımı görünce ablam sordu:

-Lüleburgaz’a gitmeye mi niyet ettin yoksa? Ablama:

-Yarın, Kırklareli’ye gideceğim, orada bir gün kalıp Kızılcıkdere’ye, oradan Karınca’ya, oradan da Bayramdere arkasından Deveçatağı’na gelip Kavakdere’ye uğradıktan sonra döneceğim! deyince ablam kaygılanarak:

-Çok mu kalacaksın oralarda? diye sordu. Açıkladım, Kızılcıkdere’de iki gün, Karıncak’ta bir gün, Deveçatağında da bir gün deyince ablam gülümseyerek:

-Azmış, ben her köy olarak düşündüğümden o yabancı köylerde kalmandan kaygılandım, onlar bize hep yabancı gözü ile bakarlar!

Ablam haklı, Kavakdere köyü Kırklareli yolumuzun üstündedir ama bizim köylüler o köyün içinde durup kimseyle konuşmazlar. Üstelik Kavakdereli Ahmet Öğretmen köyümüzde bir yıl kalmış, iyi de izler bırakmıştır. Köyler arasında bu gerginlik köylerin kurulduğu yıllarda yaşanan toprak paylaşmalarında çıkan kavgalara dayanmaktadır. Sonunda bir konuda anlaşmışlar, köy mera sınırları orman olarak kalacak. Öyle kalmış, Kavakdere-Çeşmekolu arası orman, Çeşmekolu-Erikleryurdu arası orman, Çeşmekolu- Deveçatağı arası ormandır.

Kahvaltı ettikten sonra Emil’i açtım. Rousseau, 12-13 yaş çocuğunun gerçekte doğal olarak var olan ancak gelecekte kendi bedeninin gereksinimleri için kullanılacak olan güç için herkesin anlayabileceği bir dille anlatıyor. O denli anlatıyor ki, anlamamak için iyice budala olmak gerekir. Öneğin:

-Çocuk, kendisinde bulunmayan meleke ve kuvvet fazlalığını ne yapacaktır? Gereğinde faydalanacağı hizmetlerde kullanacak; şimdiki varlığında olan fazlalığı gelecek için saklayacak, yani bugünün gücü çocuğu, gelecekte zayıf bir adam olduğu zaman, yine kendisine, zayıflığının giderilmesine harcayacaktır. Fakat bu gücü ne sandık, mağaza gibi çalınabilecek yerlerde, ne de kendisine yabancı olan ambarlarda bulunduracak, tersine, gerektiğinde kendi kullanış ve yararına olan başı, kolları ve benliği içinde güven altında bulunduracaktır. İşletme, çalışma ve öğrenim zamanlarında, bu birikirilmiş gücü kullanacaktır ki, dikkat ederseniz bu zamanın seçimini ben değil doğrudan doğruya doğa (Tabiat) yapıyor.

Rousseau bundan sonra çocuğa öğretilecek bilgiler üstüne enine boyuna durup örnekler veriyor. İnsan zekâsının sınırları gibi belleğinin de sınırlı depolaması olduğunun altını çiziyor. İki de tüm insanlar için genel uyarısı var:

-İnsan zekâsının hudutları vardır ve bir insan yalnız her şeyi bilmekten aciz olduktan başka, diğer insanların bildiklerini tümüyle bilmekten de acizdir. Öyleyse şunu da diyebiliriz; her yanlış görüşün bir gerçeği vardır, öyleyse her gerçek sayısınca hatalar da var! diyebiliriz.

Ey insan idrakinin korkunç karanlıkları! Seni gizleyen perdeye hangi el dokunmaya cesaret etti! Şu talihsiz gencin etrafında faydasız bilgilerimizle korkunç uçurumlar açıldığını görüyorum!

Rousseau bundan sonra öğretmenlere öğütler veriyor. İlginç bir uyarı:

-Ey bu tehlike saçan yollardan geçerek çocuğun gözleri önüne doğanın kutsal perdesini gerecek olan öğretmen! Titre! Senin ve onun, hatta ikinizin de başınızın dönmesinden kork ve her şeyden önce çocuğun güven altında bulunmasına dikkat et! Sureti haktan görünen yalanın çekiciliğinden, gururun baş döndürücü buğusundan kork. Ve cehaletin hiçbir fenalık yapmadığını, yalnız hataların uğursuz ve tehlikeli olduğunu ve insanların bilmedikleri yüzünden değil, bildiklerini zannettikleri doğru yolu şaşırıp kaybolduklarını daima düşün ve anımsa!... Çocuklar önce kımıldayıcı sonra da istekli olurlar ve iyi yönetilen bir ilgi, içinde bulunduğu bir yaşı devindirir. Fikir ve doğadan gelen eğilimleri, öğretici olarak seçebilmeliyiz!

Rousseau, yetişkin insanlara da buyruklar yağdırıyor. Ona göre en insancıl zevkler, doğal olanlardır. Onları yapaylardan ayırmak gerekir. Rousseau bu konuda acımasızca, toplumca geçerli gibi görünen yapay olaylara acımasızca karşı çıkıyor.

“En beşeri zevkler tabii olanlardır.

Ey tabiat hilâfına kıtaller yapan insan! Eğer sen kendi nevini parçalamak, kendin gibi kemikli, etli, hisli ve yaşıyan mahlukları yıtıp öldürmek için yaratıldığında ısrar ediyorsan, bu korkunç yemekleri hazırlamaya sevkeden gaddar arzunu tatmin et; hançersiz, bıçaksız, demirsiz aslan ve ayıların yaptıkları gibi kendi ellerinle hayvanları kendin parçala, şu öküzü eser, parçala vücuduna pençelerini sok ve kuzuyu dipdiri ye, sımsıcak kanını iç ve canına kıy. Titriyorsun! Dişlerinin altında canlı bir mahlukun can çekişini hissetmeye cesaret edemiyorsun değil mi? Ey acıyan insan! Hayvanı evvelâ öldürmekten başlıyor, sonra da yiyorsun; bu da yetmiyormuş gibi, ölmüş etten iğreniyor; ona miden de tahammül edemiyor, ateşle başka bir şekil vermek istiyorsun; pişiriyor, kızartıyor, baharlarla çeşniliyor, salçalıyorsun. Cinayetinin dehşeti için sana, kebapçılar, aşçılar lazım,

Zikanı bu salçalarla aldatarak, ölü etleriyle vücudunu besliyorsun. Zaten başka türlü yapamazsın; cinayetinin emarelerini örtbas etmek, tabiatına uygun olmayan ölü etlerini baharlayarak yemek lâzım! Gözün bile ıztırapsız zor tahammül edeceği bu leşleri kopar, parçala ve zevkle ye!

Mevzuumuzun haricinde olmasına rağmen, bu parçayı nakletmekten kendimi alamadım ve zannedersem; pek az okuyucum bundan hoşnut olmayacaktır. Çocuklarınıza hangi gıdalanma tarzını ederseniz ediniz, basit ve umumi yemeklere alıştırıldıkları takdirde yemelerine, koşmalarına, hoşlarına gittiği kadar oynamalarına müsaade ediniz. O zaman çok yemeyeceklerine, hazımsızlıklara mâruz kalmayacaklarına emin olabilirsiniz. Fakat siz, çocuklarınızı, yarı aç bırakırsanız, onlar da nezaretiniz altından kurtulmak fırsatını bulurlarsa, bütün kuvvetleriyle açlıklarını giderecekler; iş bununla da kalmayacak, çatlayıncaya kadar tıkabasa yiyeceklerdir.”

Rousseau sözü burada köylülere getirip, onların yiyeceklerinin açıkta olduğunu, büyükler gibi çocukların da istediği kadar yediğini, yiyen çocuk oyunları sürecinde sindirim olayını kolaylaştırdığından bir rahatsızlık duymadığını, bu nedenle de köylülerin genelde bir hazımsızlık sorunu olmadığını öne sürmektedir.

Köyde Rousseau okumak ilginç diye kendi kendime konuşuyorum. Gene de onun köyleriyle bizim köylerimizi, özellikle de benim köyümü farklı var sayıyorum. Benzerlik, var, var olmasına da, o benzerlikler sınırlı ve de şekilsel benzerlikler. Sözgelimi, bizim de kiler dediğimiz yiyecek deposu gözler denilen bölümlerde arpa, buğday, çavdar, yulaf, mısır gibi hububatlar yığınla durur. Onların üstüne kış kavunu denilen bir tür kavunlar dizilir. O kavunlar, hemen hemen nisan, mayıs aylarına dek durur. Üzümlerin de bir türü (Papas karası) ocak-şubat aylarını görür. Elma, armut, ahlat, dut kuruları sepetler dolusu saklanır. Bunlar benim çocukluğumda böyleydi, bakıyorum gene öyle sürüyor. Başta üzüm olmak üzere lahana, biber, domates turşuları, üzüm, pancar pekmezleri, bal (petek-sızmış) bulunuyor. Oraya girme sorun değil, yalnız döküp saçmama koşulu vardır.

Benim bir başka şanslı yanım da dükkanımızın olması. Dükkan konusunda da hiçbir kısıtlama yaşamadım. Tek bir uyarı almıştım, o kulağıma küpe oldu. O nedenle sık sık da anlatırım. Benden büyüklerin yanına yaklaşıp kendi akranlarıma gösteri yapmak için dükkândan sigara aşırıp içenlere ikram ediyordum. Bunu sık yapmıyordum ama düğün-bayram günlerinde bir iki tekrarlamıştım. Son kez aşırdığımda paket henüz cebimdeydi. Bahçede ağacın birine tırmanmıştım. Rahat tırmandım ama inerken biraz zorlanıyordum. Tam altımdan geçen babam benim sıkıntımı anlamış, geldi, bir türlü dayanak bulduramadığım ayağımı tutup inmemi kolaylaştırdı. Hop dedim atladım ama cebimdeki paket babamın önüne düştü!

Babam paketi aldı, sakin sakin bana öneride bulundu: Dükkana girmekten menedilirsin. Bu senin için iyi olmaz. Bir daha sigaralara dokunmayacağına söz verirsin. Ancak bu çok önemli, bundan sonra gözetileceksin, bir kez daha yaparsan, sana inancım sarsılır. Senden söz vermeni isteyeceğim, dükkana gene gelip bana yardım edeceksin ama sigaralara elini sürmeyeceksin. Dahası bak üç ağabeyin de içiyor. Ben de içiyorum, ama hepimiz bundan pişmanız. İçki içebilirsin ama bana söz ver. Kendini sigaraya alıştırma!

Gözlerim yerde babama söz verdim. Bir daha da sigaralara salt dükkanda değil arkadaşlar uzattığında da el sürmedim. Bir ya da iki kez şarap içtim, birini babam duydu ama bir söz söylemedi. Bağımız olduğu için fıçılar dolusu şarabımız oluyordu, içen arkadaşların durumlarını görünce şarap içmenin saçmalığını anladığımdan tekrarlamadım.

 *

Kahveye erken indim. Kimse yoktu. Babam yarın yola çıkıp çıkmayacağımı sordu. Ali Ağabeyimin gitmesi koşulluymuş, birileri giderse gidecekmiş. Ben ona bağlı olmadığımı, yaya da gidebileceğimi anlattım. Babam neler düşünüyor bilinmez ayakkabılarımı sordu. Ayakkabı konuunda iki büyük deneyimin olduğunu, birini bir çamurda Lüleburgaz’dan gelirken yaşadığımı birini de Kızılcıkdere’den köye gelirken! diye anlattım. Lüleburgaz’dan gelişim çamur yüzündendi, öteki ise sıkı ayakkabıdandı. Şimdiki ayakkabılarım hem yumuşak hem de ayağıma çok uygun.

Kolsuz Hamza Amca geldi:

-Baba oğul dertleşiyor musunuz? diye sordu. Sonra da sözünü düzeltti:

-Derdiniz yok biliyorum, söz gelişi öyle dedim. Sizinki ayrılıp kavuşmak! deyip iyi dileklerde bulundu. Gelenler çoğalınca, konuşmalar, pancardan, ofislere, çiftçiye yapılan haksızlıklara sıçradı. Vergilerin seneye ertelenmesi yapılmazken Devletin vereceklerinin yıllarca geriye atılmasını eleştirdiler. Giderek bunu “Yukardakiler”in değil, küçüklerin yaptığını öne sürdüler. Örnekleri de Pancar Şirketi oldu. Alpullu Şeker Fabrikasını yönetenlerin çevirdiği fırıldaklar, oradaki görevlilerin yaptıkları üstünde hemen hemen birleştiler. Oranın işlerine ne kaymakamların ne de Valilerin karışmamasını buna kanıt olarak gösterenler oldu. Burada konuşmalara ben de katıldım:

- Toprak Mahsulleri Ofisi işlerine kaymakamlar karışıyor mu?

Çançik Ali karşılık verdi:

-Kaymakamlar devlet memuru, onlar devlet adına halkı kullanmak için orada oturuyorlar. Onları oraya oturtanlara dönüp bakar mı?

Ali ağabeyim geldi, önce gazete iletildi. Cumhuriyet Gazetesi.

Büyük başlık:

-Japonya’nın vereceği cevap! Tokyo hükûmeti dün sabahtan akşama kadar süren bir toplantı yaptı, İmparator Dış Bakanını kabul etti! İmparator ayrılırsa yerine bir çocuk imparator olacakmış. Bir ilkokul çocuğu durumunda yeni imparator adayının resmi var. Ruslar Mançurya’da savaşı sürdürüyor.

En çok Mançurya soruluyor. Mançurya hakkında fazla bilgim yok. Tek bildiğim orası da tıpkı Mogolistan gibi bir devletken, Çin orasını kendi ülkesine katmış. Daha sonra da Japonya Çin’e saldırıp orasını aldığı gibi tüm Kore yarımadasını Japonya’ya katmış. Şimdi Ruslar, yenilen Japonya üstüne giderek oraları alıyor. Bunları söyleyince Ruslara tepkiler oldu:

-Stalin, fırsatçı, yüzsüz! Ah şu Amerika’nın yaptığı yanlış. Bu adam Hitler’den çok daha zalim. Belki de Amerika, Rusya’nın bu durumunu sezip Japonya’yı rahat bırakacak! Konu Japonya ile başlamıştı, Rusya’ya beddualarla, şimdilik kapandı.

Eve dönünce Ali Ağabeyim uyardı:

-Sabah biraz erken çıkalım! Erken dedi ama saat falan demedi, onun hazırlandığı bir zamanı erken sayıp yola çıkacağız. Kendimi sıkıp düşlere kapı açmadan gözlerimi yumdum.

 

14 Ağustos 1945 Salı

 

Ali Ağabeyimin iki yolcusu var. Bugün biraz da onlar için gidiyormuş. Bu iki yolcu, yolcu değil tanıdıkmış, pazarlardan hayvan topluyormuş. Ordu müteahhidi imişler, askeri birliklere et veriyorlarmış. Zaman zaman geldiklerinden tanış olmuşlar. Ali Ağabeyim beni uyardı. Güneş doğmak üzereyken yol çıktık. Yolumuz köyden sonra bir süre yokuş çıkıyor. İki yolcu, arabaya biner binmez kendi aralarında bir konu üzerine konuşmaya başladılar. Sanki arabada yalnızlarmış gibi kendi söylediklerine zaman zaman gülüşerek duraklıyorlar sonra gene konuşmaya başlıyorlar. Konuşmalarından, bu çevredeki köyleri hep bildiklerini anladım. Güneşe bakıyorum. Sanki güneşin yükselişini gözetler gibi yüzüm doğuda. Bir süre, köyde “Koca Koru” olarak anılan koruluk boyunca gittik. Kanlı Geçit’ten tırmanarak Harmangölü denilen, gerçekte göl olmayan yere geldik. Burası üç köyün sınırı. Çeşmekolu, Deveçatağı, Kavakdere. Bizim köy buraları tarla yapmış. Öteki köylerse orman olarak bırakmış. Bir süre orman içinden gidildikten sonra Kavakdere köyüne iniliyor. Yabancılar, Kavakderedeki birilerini andılar, Muhtar İsmail, Ali Kısakol, Salih Dilsiz’den söz ettiler. Salih Dilsiz için bir süre güldüler:

-İyi ki dilsiz, Bir de dilli olsaydı ne olacaktı? diye sorup güldüler, adam durmadan konuşuyormuş.

Kavakdere’den sonra oldukça uzun bir yol (2 saat), inişli yokuşlu, bir süre yokuş çıkılıyor. Çıkılırken önde salt ufuklar, inişe geçince de ufuklar arkada kalıyor. Kırklareli görülüyor. Karşı yükseltinin en tepesinde Kavaklı köyü ile aynı adı taşıyan tren istasyonu var. 1936-1937 yılları kasım aylarında oraya pancar taşımıştık. Çeşmekolu-Erikleryurdu-Lefeci-Kavaklı beş saat. Sabah gidip akşam dönüyorduk. Sabah dediğim, gece yarısı, Yıldız doğarken, (Sabah yıldızı) akşam da saat 23:00 sularında evde oluyorduk. Lefeci köyü içinde Şeytan Deresini dolu arabayla geçmemiz çok zor oluyordu. Pancarı teslim ettiğimiz yer ise sanki kasıtlı yapılmış bir çamurluktu. Pancar eken tüm insanlar sorumlulara beddua ediyordu. Bir de söylenti yayılmıştı, Pancarcılar (Şirketin adamları) bu çamuru kasıtlı yapıyormuş. Arabalar çamurlanınca araba darasının kilosu artacak. Bunu herkes biliyor. İşte bundan yararlanarak araba daralarını alabildiğine fazla yazıyorlarmış. Bektaş Ağabeyim bu konuda çok duyarlı, söylenenlere inanmadı ama kendi bir saptama yaptı. Bizim mandalar çok güçlüydü. Alpullu’da genellikle bir ton pancar teslim ediliyordu. Aynı araba, aynı mandalar, aynı tarlanın pancarı, buna karşın Kavaklı’da bir tondan geçtik 800 kg. dolaylarında teslim yapıldı. Bu saptamadan sonra tüm köyde bir soğuma oldu. Bizim gibi başkaları da kendi gözlemlerine göre saptamalar yapmış. Bir de bunu üstüne bu iki yılın eziyeti çekilince biz pancar ekmeyi kısıtladık. Esasta anlaşmamız, Alpullu’ya teslimken ekim ayında bizim köyden pancar alınmıyor, Kavaklı’ya teslim etmemiz isteniyordu. Giderek pancar ekiminin yerine bostancılık geçti. Bir rastlantı Bektaş Ağabeyim 2. askerliğini Kavaklı’da yapmıştı, onu görmeye gittiğimde, tam bizim çamurluk bildiğimiz yerde asker konuşlanmıştı. Her taraf tertemiz, çadırlarlardan bir kent kurulmuşu. Gerçi benim gittiğim zaman yazdı ama kış da olsa öylesi bir çamurluk söz konusu olmamıştı. O zaman bile, o acı günleri üzülerek anımsamıştım. Şimdi de sözünü ettiğim dereden geçiyoruz ama burada dere çok yaygın akıyor. Su çok sığ olduğundan bir zorlanma olmuyor. Lefeci’de dere daralığından sular daha güçlü akıntı yapıyordu. Ayrıca mevsim olarak hem çok yağışlı hem de soğuktu.

Asılbeyli köyünü geçince Kırklareli Bağlığı’na girdik. Buranın bağları da bozulmuş. Ara ara da bağlar tarlaya dönüştürülmüş. Üzüldüm.

Ali Ağabeyim doğrudan arabayı Pazar yerine çekti. Bu da işime yaradı, iner inmez hastaneye gittim. Hasan Amcam yerindeydi. Salı günleri işleri çok oluyormuş, “Çıkarsan öğleye gel!” dedi. Çıktım, Ali Ağabeyim erken dönecekmiş, Molla Hüseyin’in hastası taburcu edilmiş, onu götürecekmiş. Ayrıldık. Millî Eğitim Müdürlüğüne gittim. Daha önce geldiğimizde girdiğimiz odalardan birinde tanıdığım Gezici Başöğretmen Mehmet Turan’ı gördüm. Dikkatli baktığımı görünce işaret etti:

-Biz tanışıyoruz galiba ama nereden? deyince anımsattım: “Eğitmen Mustafa Güvener’in köyünden” der demez değişti bana yer gösterdi. O sormadan ben olayı anlattım. Mehmet Turan eskiye göre biraz şişmanlamış. Beni dinledikten sonra sandalyesindeki oturuşunu değiştirerek:

-Size yanlış bilgiler vermişler, buraya geldiğinizde kiminle konuşmuştunuz? diye sordu. İlhan Görkey’in adını verince gülümseyerek:

-“İlhan Bey başka yerde görevli, belki bilmiyordur. Bizim burası, onun ilinden farklı olabilir. Bizim arkadaşlarımız yıllık izinlerini kullanıyor. Biliyorsunuz 4274 sayılı yasanın 60. ncı maddesine göre öğretmenlerin yıllık izin hakları vardır. Bizim bölgemizde başka iller gibi okul yaptırma seferberliği yok, köylerimizde hemen hemen okullar tamam. Biz okul seferberliğini daha 1935-36 yıllarında tamamladık. Bizim okullarımızda, bilirsin sizin köyde de öyledir, okulların deneme bahçeleri bile vardır. Köy Enstitüsü’nden gelen arkadaşlar onları hazır buluyor. Onlara, yasa gereği verilmesi gereken araç gereçte sorunlar yaşanmakta ise de onlar da çoğunlukla aşılmış durumda. Bu nedenle ders yılı sonunda arkadaşlarla bir genel toplantı yapıldı. Millî Eğitim Müdürümüz Hilmi Tuncel, dört yıldır burada görevli; yöreyi iyi incelemiş bir kimse, gittiği köylerde kendisi not tutmuş, köylerin durumlarını, okulların eksikleri, öğrenci sayıları gibi, gelecekte artacak durumları da hesaplamış. Ayrıca, muhtarları köyün toprak durumunu iyiden iyiye incelemiş, arkadaşların sorularına birer birer olumlu, inandırıcı karşılıklar verdi.

 

 Millî Eğitim Müdürü Hilmi Tuncer

 

Toplantımıza Sayın Valimiz de geldi, açıklamalarda bulundu. Valimiz konuşmasına yasayı anlatmakla başladı:

- Biliyorsun 3803 numaralı yasa Köy Enstitülerini bitirip köye atananlara oldukça yüklü yardım emreder. Yasanın bu buyruklarını bizler emir sayıp derdest yerine getirileceğini düşünürüz. Arkadaşlara öğrenciliklerinde bunlar söylendiğinden onlar gelir gelmez yasada sayılanların tamamını beklediler. Oysa bu buyrukların bir bölümü ancak zaman içinde olacaktı. Söz gelimi, sanat araçları, hattâ hayvanlar hemen verilebilirdi. Ancak evin hazır olması belli bir zaman isterdi. Ne var ki yasa buyruğuna kapılan arkadaşlar bunu da öne sürdüler.

Vali Bey:

-Bunu öne süren arkadaşlar gibi düşünenlere soruyorum, içinizde evli olanlar var mı?

Evli olan bir geçen yıl mezunlarından İsmet Yanar çıktı. Ötekiler sustu. Bu kez Vali:

-Sizin gibi genç insanlar için değil ev, bir yastık bir yorgan yeterlidir. Bunu da nereye olsa serersiniz. Ev olsa ne fark edecektir? Okulun bir kıyısında yatamaz mısınız? Geldiğiniz okullarda ayrı odalarınız mı vardı? Bu söylediğim yaşam boyu değil, bir ya da, iki yıl. Hemen ev kurmaya kalkışsanız sizinki de en az iki yıl sürecektir. Bu konunun üstüne biraz varmazsanız, bu sorun söylediğim zaman içinde kesinlikle çözülecektir. Yasa sizin dediğiniz gibi diyor, anladık. Ancak sizin yasanızın numarası 3803. Demek oluyor ki o kadar yasa var. Yasanız diyor ki , köyün topraklarından verilir. Köyün toprakları bir başka yasayla Köye verilmiş. Sizin bir başka yasanız var 4274 sayılı. Bu iki yasa arasında tam 471 yasa var. 3803 sayılı yasa biliyorsunuz 17 Nisan 1940 tarihlidir. 4274 yasa ise 6 Haziran 1942’de kabul edilmiştir. Bakın iki yılda tam 471 yasa çıkmış. Bu yasalar hep yürürlükte. Bu yasalar birbiri ile çatışmaz. Öyleyse birinin emrettiğini yerine getirirken ötekileri de gözetleyeceğiz. Ben bir ilin valisiyim, bu ilin işlerinin düzenli gitmesinden sorumluyum. Yasalardan da anlarım çünkü hukuk okudum. Böyleyken kendim kalkıp yasa maddesi yorumlamam. Devletin yasa yorumlayacak görevlileri vardır, bunlardan biri de benim hukuk danışmanımdır. İllerde bunlara Hukuk İşleri Danışmanı denir. İşte bu danışmanlar bana doğru yolu gösterir. Bunu şunun için anlatıyorum, yasa maddelerini yorumlamak öyle bireysel iş değildir. Devlet işlerinde bir girişim ötekini engellerse orada işlere düzgün gitmez. Atandığınız yerlerde araştırma yapılıp en uygunu size sunulacak . Ancak başkalarına zarar vererek değil ortayı bularak yapılacak. Bunun için uzun yıllar beklenmeyecektir. Bu işler bir yandan yürütülüyor, teknik elemanlarımız bunlar üzerinde çalışıyor. İçiniz rahat olsun, bu konuda sizi yanıltanlar olur, onları duymazdan gelin. Size yardımcı olan arkadaşlarımız bu konuda çok duyarlıdır, zaman zaman da sizlere yeni bilgiler verecektir. Sakin, sabırlı olmak başarıyı kolaylaştırır. Sizler bunları dert etmeden öğrencilerinize yararlı olma yollarını düşünüp ona hazırlanın!

 

 Kırklareli Valisi Kazim Demirer (1945)

 

Vali Beyin konuşmasından sonra yıllık izni de bu toplantıda kararlaştırdık. Bu nedenle sen köylere gitsen belki çoğunda öğretmen bulamayacaksın. Kendi köyünde çalışan arkadaşlarımız bile, izinli olduğundan başka yere gitmiş olabilir. Keşke onbeş gün sonra gelseydin! O zaman tüm arkadaşlar görevlerinin başında olacaktı.”

Ben, İsmet’in adını verdim. İsmet sık sık geldiği için onun köyde olduğunu biliyormuş. “Onun köyünden başka iki arkadaşınız daha var, onları da görebilirsin!” deyince teşekkür edip ayrıldım. Salı pazarı olduğundan sokaklar bile daha kalabalık, Halkevi parkına gidip oturdum, İsmet gelmişse oralardan geçer. Abdullah Erçetin ya da Arif Kalkan, Mehmet Aygün sanki karşıma çıkacakmış gibi bakınmaya başladım. Yanılmamışım, ummadığım bir başkası çıktı geldi, Kamil Varlık. Benden bir sınıf sonraki gruptan. İnşaat çalışmalarında sık sık benim gruplarıma katılan şakacı, çalışkan arkadaşlardan biri. Yakın köylerin birindenmiş. Köyün adını hep duyarım ama görmediğim, bilmediğim bir köy, Gündalan! Kamil, bana oldukça geniş bilgi verdi. Bir yıllık çalışmasından hoşnut değil ama umutsuz da değil. Neşesini kaybetmemiş. Haydar Mandacı’dan, Ahmet Baştürk’ten, Numan Bayazıt’tan söz etti. Biz konuşurken gözleri hep karşı meydandaydı,

Kâmil birini bekliyormuş, aceleyle, “Yarın buradaysan gene burada buluşalım!” deyip ayrıldı. Kamil’in yarın buluşalım deyişi nedense beni rahatlattı, ondan başka bilgiler de alabileceğimi düşünerek Hasan Amcama, Hastaneye döndüm. Amcam, bu gece kalmaya karar verişime sevindiğini söyleyip güldü:

-Öyleyse sana bir iş vereceğim, şimdi eve git, hem çocukları gör, hem de orada çalışan var, onunla ilgilen. Ben başka günler ara ara gidiyorum ama bugün işlerimiz biraz sıkışık, Pazar oluşu nedeniyle olaylar oluyor, hazırlıklı olmamız gerekiyor.

Amcamlara gittim, yengem sevindiğini söyledi. İki küçük kızını gördüm. Ümran, Şükran. Bir büyük abla Elvan, en büyükleri Şedvan. Şedvan, Elvan, Ümran, Şükran! Tüm isimler bana yabancı geldi, dört kız. Amcamın iş dediği, bir usta, kapının girişine bir kulübemsi küçük yer yapmış. Bir oda büyüklüğünde. Konuk geldiğinde orada yatıracaklarmış. Yengem hemen yakıştırdı:

-Bir daha gelişinde orada yatacaksın! (*)

Ustanın işi bitmiş gibi görünse de, kalan kırık dökük toplamalar, kilit badana falan, bir günlük iş var. Yardımım olacağını düşündüm, tek penceresiyle kapısını alıştırsam, bu bile bir yardım olur.

Amcama gittiğimde yanında Baş Hekim Cevdet Bey vardı, Amcam beni anımsattı. Dört yıl önce bu hastaneye geldiğimde Dr. Cevdet Bey benim elimdeki ezikliği görmüş, tedavi için öğütler vermişti. Besbelli gönül almak için elimi sordu, O yandan bu yana o elle piyano çaldığımı söyleyince dinlemek istediğini söyledi. Ankara’da olduğumu duyunca, Dr. Umay’la görüşüp görüşmediğimi sordu. Dr. Fuat Umay’ı tanıyordum, Ankara’da bir kez onu da başkalarının yanında görmüştüm. Buna karşın yalan söyledim:

-Ara ara görüyorum, onun işleri çok, her zaman görüşmek olanaksız. (Dr. Fuat Umay, Çocuk Esirgeme Kurumu Başkanı, Kırklareli Milletvekili)

Yemeği Amcamla birlikte yedik. Kalacağımı söyledim, Amcam sevindi. Biz konuşurken genç bir doktor geldi, o gece nöbetçi imiş. Odasında radyo var. Geç vakte kadar, oturduk. Doktor Nihat, ihtisasa hazırlanıyormuş. Kendine göre bir şeyler anlattı. Dr. Muin Tayanç’ı tanıyormuş, Dr. Rasim Adasal, akrabasıymış, bunlar ünlü doktorlarmış. Nurettin Artam konuştu, Behçet Kemal şiirler okudu. Fasıl Heyeti def-dümbelek başladı. Ayrılmak için bahane ararken Dr. Nihat arka arkaya esneyince izin isteyip ayrıldım.

Yatınca bir süre Hasan Amcamı düşündüm. O da benim gibi Çeşmekolu köyünde doğmuş. Üç kardeşin ortancası, Hanife halam, Hasan Amcam, Abbas Amcam. Onlar küçük yaştayken babaları alıp onları İstanbul’a götürmüş. Kendisi, İstanbul’da bir Tekke’ye girmiş. Eşini, çocuklarını da bir büyük aileye (Simavîler) bırakmış. O aile halamı, amcalarımı yetiştirip okullara göndermiş. Büyük Savaş, arkasından Kurtuluş savaşı işleri bozmuş, Kurtuluş savaşından sonra Büyük Amcam isteğine kavuşmuş (Dede olmuş) ama işler onun istediğinin tersine dönmüş. Bu kez alıp çocuklarını köye geri gelmiş. Hanife Halamı evlendirmiş. Hasan Amcam müzik okuduğu için (Klarnet çalıyor) Kırklareli bandosunda görev almış. İşin ilginç yanı, Hasan Amcam yaşında olan Mithat Simavî de Hasan Amcam’la birlikte Kırklareli’ne gelmiş, bandoda görev almış. Abbas Amcamın okulu yarım kalmış. Köye dönünce o çiftçiliğe sarılmış. Mithat Beyle Hasan Amcamın Kırklareli’den köye bisikletle geldiklerini anımsıyorum, bana mızıka getirmişlerdi. Mithat Bey nedense çok genç yaşında öldü. Onun ölümüne bizim aile çok üzülmüştü.

Bunları düşünerek uyudum.

 

(*) Ara ara kalmalar dışında 1957-58 yılları; sekiz ay, ekim-nisan süresince ben o odada kaldım.

 

15 Ağustos 1945 Çarşamba

 

Amcam erken gelmiş, beni uyandırdı. Gülerek:

-Evlilik böyledir işte, çocuklar gün boyu uyur, babaları uyurken onları uyutmamak için ellerinden geleni yaparlar!

Yeni yapılan yer için ad koymuş: Bahçe Köşkü! Bahçe köşkünün güzel olduğundan söz etti. Birlikte kahvaltı ettik. Kahvaltıdan sonra Amcamın işleri olduğunu biliyorum, ayrıldım. Eve gittiğimde ustayı işbaşında buldum; geldiğimi görünce, yardıma geldiğimi anladı, gülerek:

-Bugün bitirelim beyim! dedi. Onun için geldiğimi söyleyip iskarpela, gönye, kalem, zımpara alarak önce çerçeveyi güzelce alıştırdım. Usta benim iyi bir marangoz olduğumu anladı, hemen sordu:

-Sen talebe değil miydin abi? Ben de:

-Talebelikten önce Marangozdum, sonra talebe oldum.

Usta inanmadı ama konuştu:

-Öyle bir şey varsa biz de olalım, bu işlerde çalışanlar okuyabiliyorsa hemen koşarım!

Usta benden biraz yaşlı bir göçmen. İçi yanık, belli. Doğruyu anlattım:

- Önce işle okumayı bir arada öğrendim, sonra da salt okumaya geçtim.

Usta sonunda kendisinden geçtiğini, evlendiğini, iki çocuğu olduğunu anlattı. Konuşa konuşa alıştırmaları, iç temizliğini yaptık. Atiye Yenge bize çay getirdi, ustaya beni övdü. Bana da:

-Bebekler bugün çok huysuzlaştı, yemek yapamadım, kardeşimin lokantasında yemek yiyeceksiniz! dedi. Kardeşi dediği Helvacılar lâkaplı, hem helva yapılan iş yerleri, hem de bitişiğinde lokantaları var. Ona karşın ben ustayı başka yere götürdüm.

Usta, sandığımın tersine Yunanistan’dan, Eğriboz Adasından gelmiş. Kırklareli göçmenlerinin çoğu Bulgaristan çıkışlı olduğundan öyle sanmıştım. Usta salt Yunanistan’da askerlik yapmamak için kaçtığını söyledi. Geldiği yerlerde Türkler çokmuş. Yunanistan Türkleri için olumsuz bir inancım vardı, o niyetle çekine çekine sordum. Edirne’ye giderken tren yoluna çıkan fesli çocuklar, yiyecek alanlara:

-Almayın, domuz eti! uyarısı yapıyordu. Oysa usta, kendi büyüdüğü yerlerde kimsenin fes giymediğini anlattı.

Yemekten sonra sıkı bir çalışma daha yaptık. Usta son bir badana yaptıktan sonra kapı kilidi ile baca dışında her şeyin tamam olduğunu söyledi. Baca için kararsızlar. Yapılan oda, amcamın bahçesi içinde ama hemen bitişikte komşularının saçakları var. Bacadan kıvılcım sıçrarsa yangına neden olur. Amcam, “Orada yatan mangal yaksın!” diyormuş. Usta da:

-Baca benim borcum, ne zaman olsa gelir yaparım! diyor. Meğer usta, amcamın tanıdığı imiş, eşinin doğumu hastanede olmuş, o zaman amcam onlara çok yardımda bulunmuş. Çocuğunun adını da Hasan koymuş.

Ustayı uğurladıktan sonra hastaneye gidip Hasan Amcama muştuladım. Hasan Amcam teşekkür etti, oraya benim de elimi değişine sevindiğini söyledi; babam için:

-Amcam gelince, onu nerede yatıracağımı hep düşünürdüm, şimdi rahatladım! dedi.

Vahit Dede’yi görme isteğim gerçekleşmeyecek mi? Hasan Amcam, ilk söz olarak:

-Vahit Dede’ye gitmek oldukça zor. Adam oradan atla bile gelemiyor. Hastaneye gelenlerle haberleşiyoruz, iyi olduğunu söylüyor.

Sanırım Hasan Amcam benim Vahit Dede ile görüşmemi biraz hafifsedi:

-Uzunca bir mektup yazarsın, o memnun olur!

Oysa ben onun yazılarını bulup getirdim, hem onlar üstüne hem de onun hakkında öğrendiklerim üstüne birşeyler söylemek, onun tepkilerini öğrenmek isterdim. Cumhurbaşkanlığı Senfoni orkestrasında hâlâ onu tanıyanlar yaşlı kimseler var. Mahmut Ragıp ise sık sık onu soruyor, sağlığı üstüne bilgiler istiyor. İki yıldır oyaladım, bu kez dönünce ona ne diyeceğim?

Hasan Amcam güldü:

-İstersen bir dene, ben sana bir atlı bulurum, ata biniyorsundur. Paralı olarak o işleri yapanlar vardır. Zaman zaman bize hastaları öyle getiriyorlar. Şimdi yaz, erken çıkılırsa hava kararmadan gidilebilir! Ne var ki Vahit Dede bu, yerinde olmayabilir. Onun orada oluşunun asıl nedeni o, bizim oralardaki Amuca köylerini dolaşır. Bilinmez, bakarsın esmiş gitmiştir, bekleyemezsin!

Amcama hak verdim. Üzüldüm ama bir çıkış yolu düşünemedim. Amcam çıkıp dolaşmamı, akşam yine oraya gelmemi söyledi. Çıkıp Halkevi Bahçesine gittim.

Gazeteci çocuk önümden geçerken bir Cumhuriyet aldım. Dün Japonya teslim oldu deniyordu oysa bugün “Japonya hâlâ cevap vermedi, Amerika, Japonya’yı işgâl için büyük bir ordu kuruyor!” diye yazıyor. Rusya, Pekin’e 250 km. uzaklıkta imiş. Müttefik Orduları Komutanı Eisenhower Mareşal Stalin’le görüşmüş. Ben de buna şaşıyorum, bu büyük savaşı kazanan güçlerin başındaki general Mareşal olamadı ama savaşa katılmadan masası başında oturan Stalin mareşal oldu. Gazete yazıyor, “General Eisenhower Mareşal Stalin’le görüştü!”

Amerika, Japonya’yı bombalamak üzere büyük bir uçak filosu hazırlamış. Gazetede atom üstüne yazılar var. Atom bombası 600.000 insanın canını almış. Ya savaş süresince kaç insan gitti? Onları da ilerki günlerde yazacaklar. Gene de “Batı Cephesinde yeni bir şey yok!” denecek. Bu kez bu Doğu cephesi için de yazılabilir. Japonya Çin’le otuz yıldır savaşıyormuş. Kısacası Japonya 1. büyük savaştan bu yana savaşı sürdürmüş. Gene öyle bir numara mı düşünüyor yoksa? Batılılar, yendikleri devletlerin başındaki Taclı yöneticileri devirirlerdi. Dört büyük imparatorluk, Avusturya, Osmanlı, Rusya, Almanya imparatorluklarını onlar tarihe gömmüştü. Oysa şimdi, İngiltere ile Amerika, Japonya’da İmparatorluğun sürmesini istiyor, acaba neden? Belki de Japonya’yı Çin’e karşı kullanmayı düşünüyorlardır. Çin, çok büyük bir ülke! Askerlik Öğretmenimiz Nuri Teoman bir konuşmasında:

-“Çin’le ülkemiz arası 10,000 km. git git bitmez. Bizim ordumuz Çin’e savaş açsa aylarca yürümek zorunda kalacaktır. Savaşlarda askerlik için bir ölçü vardır: Ülke nüfusunun 1/5’i silah altına alınır. 20 milyonun 1/5’i 4 milyon eder. Bu dört milyon yürüşe kalkıp dörderli kollarla Çin’e gitse Çin’e vardığında ülkeden kopmuş olur. Oysa Çin, bizdeki gibi belli kur’aları silah altına alsa 80 milyonluk ordusu olur. Bu ordu dörderli olarak gelse salt bizim ülkemizi değil Avrupa’yı bile çep çevre sarar!” demişti.

Buna şaşıp uzun uzun hesaplamıştık. Bu, olur mu olmaz mı? Olmasa bile güç büyüklüğü hakkında bir fikir vermektedir. Çin şimdilerde çok zayıf olabilir. bu sürgit böyle gitmeyebilir. Yurdumuz da Osmanlılar döneminde kış uykusuna yatmış gibiydi, oysa şimdi pekalâ ayaklandık. Çin’in burnu dibinde kendisinden çok az toprak üstündeki Japonya dünyaya meydan okuduğuna göre Çin bir gün bunu neden yapmasın? Böyle büyük bir nüfus çoğunluğu Batı ülkelerinin korkulu rüyasıdır. Onlar Çin’i zayıf tuttmak için bütün önlemleri almak zorundadırlar! Bu önlemlerden biri de Japonya’nın Çin karşısında güçlü kalması olabilir. Belki Rus ordusunun Mançurya’yı işgali bundandır. Japonya daralınca, bir süre sonra gene Çin’e yönelecektir.

 

 Yeni Japonya İmparator adayı Hirohito

 

16 Ağustos 1945 Perşembe

 

Gene Amcam uyandırdı, birlikte kahvaltı ettik. Gidip gitmeyeceğimi sordu. Gidersem yengeme uğramamı tembihledi. Gideceğimi söyleyip elini öpmek istedim. Elini çekti, boynuma sarıldı, başarılar diledi, gene gelmemi söyleyerek:

-Burada dört tane can senden güzel haberler bekleyecek bunu unutma! derken duygulandığı sesinden belli oluyordu:

-Bizler yavaş yavaş gidiyoruz, diyerek saçlarını gösterdi. Sahiden saçlarında beyazlıklar vardı. Üzülerek ayrıldım.

Salt vakit geçirmek için önce Arasta’da dolaştım, sonra da İstasyona dek yürüdüm. Parkın tam karşısındaki büyük kahveye gittim. Kahvenin önü gölgelik olduğundan sürekli insanlar olur. Bizim köylüler de geldiklerinde oralarda oturur. Kızılcıkdere’ye gidecek arkadaş bulurum umuduyla bir süre orada oturdum. Tanıdık olmasa bile konuşmalarından rastlarsam Kızılcıkdereli birilerine sorabilirim.

Beklediğime değdi az sonra Haydar Mandacı göründü. Bana da o gerekliydi, Kızılcıkdere’ye gidecek, araba ya da yaya gidecek insan olursa onlara katılırım. Haydar’la Enstitüde pek konuşmamıştım. İsmet onu köylüsü olarak gösteriyordu ama Haydar uzak durduğundan fazla bir ilişkimiz olmamıştı. Uzaktan uzağa gözlemlerime göre, ağırbaşlı, dengeli bir arkadaştı. Yanılmamışım, araba olduğunu, arabacının adını vererek tembihleyeceğini söyleyince arabacıyı tanıdım: Soti Veli. Benim köydeki delikanlılık dönemimin delikanlılarından. O unutmuştur ama ben unutmadım. Soti Veli, Karaburun, Benli Mehmet Ali, Hasan Pehlivan. Onlarla bir Deveçatağı köyü maceramız olmuştu. İyi, arabada giderken bunları anımsatırım. Arkadaşlarla konuşurken bizim müfettişlik olayını açmadım. Zaten Mehmet Turan’la konuştuktan sonra kendim de bu Müfettişlik olayının sanki bir şaka, ya da rol olduğuna inanmaya başlamıştım. Mehmet Özeren, Mehmet Ak, Naci Aydın geldi. Bir araya gelince eski alışkanlıkları sürüyormuş gibi diye de hepsinde bir başkalık seziliyordu. İlginçtir, onlar, benim sezinleyişime göre, içinde bulundukları durumlardan hoşnut. Kars/Cılavuz Köy Enstitüsü Müdürü Halit Ağanoğulu’nun sözünü anımsadım:

-Kars Yöresi ile Trakya arasında elli yıl gelişmişlik farkı vardır.

Haydar’la Mehmet Ak benimle kaldı, ötekiler ayrıldılar. Daha çok Mehmet Ak sorular sordu. Birlikte kalkıp Pazar yerine gittik. Benim bineceğim arabacı (Soti Veli) ile karşılaştık. Ben ona tanıdık olarak yaklaştım. Onun biraz çekingen durmasını, ben kendime göre yorumladım:

-Arabasına bedava binmek istediğimi sanabilir! Bu nedenle hemen borcumu sordum. Haydar’la Mehmet araya girdiler ama ben gene de direndim:

-Öğrenmek istedim, köye de yürümek istemiyorum! Belki oradan öteye de giderim!

Bir süre sonra arkadaşlar ayrıldı. Arabacı geçerken beni alacak. Arabacı, kendisi geldi. Arabaya varınca anladım, neden beni arabaya almak için yutkunmuştu! Arabada iki bayan var. Bayanlar, feraceli ama sanki çarşaflıymış gibi kapanmışlar. Ağızları bile tülbentle örtülü. Arabacının yanına oturup atların yürüyüşünü izledim, kendi aramızda konuştuk. Köye girerken ben indim. Hiç bir bahanem yoktu. Arabacı Veli de sormadı, görüşmek üzere ayrıldık.

Köyü bildiğim için doğrudan İsmet’lere yürüdüm. Hemen karşıda Mehmet Dayımın evi, beni görmüş:

-Yolcu! Buraya buraya! diye seslendi. Gittim, dayım elinde çatallı dirgen, yayılı otları karıştırıyor. Çayır biçmiş, yeşil otları kurutuyor. Otlar iri kurumazsa bir süre sonra küf tutarmış. Öylesi hayvanlara yedirilirse hayvanlar rahatsız olurmuş. Teyzem yaşlanmış. Ya da bana öyle göründü, bir süre ağladı, annemi andı. Mehmet Dayım annesine çıkıştı:

-Sırası mı şimdi?

Yengem geldi, Teyzemi alıp götürdü. Meğer Teyzem bir süredir rahatsızmış. Az sonra İsmet geldi, Dayımla bir süre benim için tartıştılar, akşam onlara gelmek üzere Mehmet Dayımlardan ayrıldım. İsmet beni eve değil de okula götürdü. “Okulda daha rahat konuşuruz!” dedi. Gerçekten okulda daha rahat konuştuk. Bu arada öğrendim Zühre Teyzem de rahatsızmış. İyi bir zamanda gelmediğimi anladım. İsmet okuldaki durumundan, neşeli durumundan pek farklı değil, işine alışmış, okulunu seviyor. Kardeşi Sabri ile iyi anlaşıyormuş. Muhittin Eniştemi sordum. Muhittin Eniştem çoğunlukla Kırklareli’de kalıyormuş. Birden ürperdim:

-Neden?

Ablası Ayşe eşinden ayrılmış, Kırklareli’de, Çocuk Esirgeme Kurumu’nda çalışıyormuş, Muhittin Eniştem de onunla kalıyormuş. Niçinleri, nedenleri sormadan dinledim. Bizim ailedeki çözülme onlarda da var. Ayşe benimle yaşıt, bir ast subayla evlenmişti. Eşi Doğu’ya gönderilince gitmedi, bu ayrılık nedeni oldu. Köyde kalmak istememiş. Muhittin Eniştem de onu yalnız bırakmamak için yanında kalmaya karar vermiş. İsmet bunları anlatınca söyleyecek bir söz bulamadım; Kırklareli’ye gezmek için geldiğimi, gelmişken onlarla da görüştüğümü söyleyip geçiştirdim. Köyün eski emektar öğretmenleri Hamdiye, Nazif çifti Kırklareli’ye nakledilmiş…

Okuldan İsmetlere döndük. Zühre Teyzem de sanki çok ihtiyarlamış gibi. Beni görünce ağladı. İsmet çıkıştı:

-Anne, dayımı andığımızda özlediğini, görmek istediğini söylüyorsun, görünce de ağlıyorsun! dedi. İsmet’in kızı büyümüş, yeşil soğan sapı gibi bir düğüm saçları arkasında sallanıyor. Bir parmağı da ağzında konuşulanları dinliyor gibi. Gelini daha önce tanımıştım, ceylan gibi bir kızdı, gene güzel ama oldukça değişmiş. İsmet’i anımsadım, daha 1939 yılında Benli, Benli diyordu. Alpullu İlkokulunda oldukça gelişmiş bir kız vardı. gerçekten yüzü benliyli. Arkadaşlar İsmet’in benlisi olarak onu sanıp takılıyorlardı. İsmet bunu iyi kullandı, son sınıfa dek arkadaşlar İsmet’e öğüt vermişti;

-Sen o benliyi unut artık! Arkadaşlar bunu diyedursun, İsmet son sınıftayken kendi benlisini kaçırmıştı.

Çevremde insanlarla bakışırken geçmiş günleri anımsadım. İsmetlerin evi iki katlı. Üst katta Hamdiye Öğretmenler oturuyordu. Müzikle ilgilendiğimi duyunca Hamdiye Öğremen benden şarkı notası istemişti. Nota dedimse basılı nota değil, düpedüz söylediği şarkının notasını çıkarmamı istemişti. Bunu ona yapamam diyemediğim için yalan yanlış bir şeyler yazmıştım. Şimdi anlıyorum ki ben o zaman çok büyük bir hata işlemişim. Ancak Hamdiye Öğretmen bir öğretmendi, benden böyle bir işi nasıl istemişti? Dinlenen bir şarkının notası hemen herkezce notaya geçirilebilir mi? Hamdiye Öğretmeni düşledim, kızı başladığı keman çalışmasını sürdürdü mü?

İsmet, tavırlarımdan sezmiş olacak, çıkıp dolaşmayı, öteki öğretmen arkadaşlarla görüşmeyi önerdi. Çıktık ama öğretmenlerle görüşmeye değil doğrudan kahveye gittik. İş zamanı olduğu için kahvede pek az insan vardı. Bir süre orada oyalandık. Dönüşte İsmet beni Mehmet Dayıma bırakıp ayrıldı. Mehmet Dayım konuşma konusu bulmakta zorluk çekmiyor. Bir süre yeni öğretmenleri çekiştirdi. Kahvede halkla pişti oynayan varmış. Yerli yersiz halktan birileriyle tartışıyorlarmış. Sık sık başka köylerden gelenler oluyormuş. Dayımın yanıldığı noktaları bildiğimden karşı olmak istemedim. Oyun oynamak neden sakıncalı olsun? Hele başka köyden öğretmenlerin gelmesi sevindirici değil mi?

Kızılcıkdere, Kırklareli’nin burnu dibinde. Bizim köyde okul, 1930 yılında açıldı. Oysa Kızılcıkdere’de çok eskilerden beri okul varmış. Annem bile orada okula gitmiş, bizim köyden İsmail Ali, Damgalı Dede’nin torunu Ali Kızılcıkdere’de okumuşlardı. Şoför Hasan lâkaplı Amcam Kırklareli’nde çalışmış. Bunlardan başka bir çok insan Kırklareli ile ilişki kurmuş. Bu nedenle bizim köylülere bakarak daha uyanıklar.

Böyleyken Mehmet Dayımın bu konuda bizim köylülerden bile beklemediğim düşüncesine şaştım. Belki büyük bir yanılgı ama bunu, Mehmet Dayı’mın Muhittin Enişteme olan öfkesinin, oğlu İsmet’e dek uzanması olarak algıladım. Belki de haklı. Çünkü, inadım inat çocukluktan beri sürüyormuş. Mehmet Dayım, İsmet, ben üç kardeşin çocuklarıyız. Annelerimizin babası oldukça varlıklı bir kimse imiş. Annem köyden ayrılınca, evle fazla ilişkilenmemiş. Mehmet Dayımın annesi, ailesiyle kapı komşu olarak yaşarken eşi şehit olmuş. Mehmet Dayım şehit çocuğu olarak büyümüş. Teyzem de ikinci bir evlilik yapmamış, oğlunu büyütmüş. Böylece öbür teyzem iç güveyisi denilen biçimde evlendirilip ailenin tüm gelirini sahiplenmiş. Mehmet Dayım bu duruma daha çocukluğunda karşı gelmiş. Askerliğini yapıp dönünce de hemen dava açmış. Ancak çeşitli nedenlerde dava yıllarca sürmüş, sürmeye de devam ediyormuş. Mehmet Dayım bu dava işinin sürmesini hep Muhittin Eniştemin engellediğine yorduğundan giderek öfkesi Muhittin Eniştemin üstüne yığılmış. Muhittin Eniştemle konuşmadığı gibi onun arkasından da konuşmayı sürdürüyor. Bunları duyan İsmet’le kardeşi Sabri, ellerinde olmayarak Mehmet Dayıma yaklaşmıyorlar. Kapı komşu yaşamalarına, üstelik kardeş çocukları olmalarına karşın böylesi bir huzursuzluk içinde yaşamayı sürdürüyorlar. İşin bir başka yanı da Mehmet Dayım, kendi davasının güçlenmesi için bizleri de devreye sokup Muhittin Enişteme karşı getirmeye çalışıyor. Bana bir şey demiyor ama Ablama zaman zaman sitemler ediyormuş.

Bunları düşündükçe üzüldüm. İsmet, bu zıtlaşmada ne yapabilir? Bir yanda babası, bir yanda da annesinin kardeşi ile oğlu. Üstelik istenen hak, doğrudan haksızlık gibi görünüyor. Teyzem, o evden ayrılalı otuz yıl geçmiş. Bu süreç içinde eski aileden kalan salt tarlalar. Öteki varlıklar hep değişmiş. Muhittin Eniştem köyün sayılı Ağalarından biri, Çiftçiliği yanında müteahhitlik yapıyor. Mehmet Dayımın isteği bugünkü varlık üzerinden. Bunu ben bile haksız buluyorum. Ancak bunu Mehmet Dayıma anlatmak güç. Onun danıştığı avukatlar, bunu salık veriyormuş. Veriyormuş ama dava sürüncemede kalıyor. Üzüldüm…

 

17 Ağustos 1945 Cuma

 

Akşam biraz tedirgin yatmıştım, kalkınca oldukça iyimserdim. Aklım Muhittin Enişteme takıldı, yoksa onlar Zühre Teyzemle boşandılar m? Yıllar sonra bu olur mu? Ablam zaman zaman anlatırdı, Zühre Teyzem, Muhittin Eniştemden hep şikâyetçiymiş. Öyleyken beş çocukları olmuş. Muhittin Eniştem çok sabırlı, Zühre Teyzemin bir dediğini iki etmiyor. İsmet’in tehlikeli bir biçimde evliliği de Teyzemin kaprisi. İsmet şimdi öğretmen olmabilirdi!

Dayım işe gitmiş, Yengem kahvaltı hazırladı. Teyzem uyuyormuş, gece bir süre uyanık durmuş. Dayıma, teyzeme iyi günler, sağlıklar dileyip İsmet’lere geçtim. Sabri evdeydi, ayaküstü konuştuk. Hepsine iyi dilekler dileyerek ayrıldım. İsmet beni, köy kenarına, Harmanlık denilen yere dek geçirdi. Daha önce çok yürüdüğüm yola doğruldum. Son gidişimde ayakkabılarım sıkmıştı, bir süre ayakkabılar elimde yürümüştüm. Yol, hafif yokuş aşağı gibi eğilimli, uzun süre böyle gidiyor. Kızılcıkdere köyü, dağlık bir bölgenin eteğindeki düzlükte, ancak güneye gidildikçe dereler oluşuyor. Bu derelerden biri üzerinde Kavakdere köyü, ötekinde de Erikleryurdu. Sağdaki dereyi izlesem üç saat sonra Erikleryurdu’na, yakınımdakini izlesem iki saat sonra Kavakdere’de olacağım. Bir süre sonra sola bir yol sapacak, ondan gitsem Bayramdere Köyüne ineceğim. Bayramdere bizim köyden geçen derenin yamacında. Kendi kendimi böyle sözlerle oyalayarak Deveçatağı’na yaklaştım. İlk hesabımda orada kalmak da vardı. Ancak o hesaplar değişti. Hesap falan yok. Evdekilere bir hafta, on gün süreceğini söylediğim gezinin iki günde bitişini onlara nasıl anlatırım? Kendimi savundum:

-Niçin anlatacakmışım?

Deveçatağı, sol yanımda kaldı, köyümüzün yolunda yürüdüm. Hemen sağımda bizim Gübre adlı büyük tarla. Köy kurulmadan önce orada koyun çiftliği varmış, koyunların yattığı yer, simsiyah bir toprak. Yıllarca orada yatan koyunlar toprağın şeklini değiştirmiş. Yol hep iniş, rahat yürünüyor. Buralardaki tarlalar hep biçilmiş. Yolun solundakiler ise Hamitabatlıların. Hamitabatlılar, bizim köyü geçerek buralara kadar geliyor. Derenin karşıları ise gözümün görebildiği kadarı onların. Oradan öte, ta Lüleburgaz deresine dek köy yok. Besbelli oraları da Hamitabatlıların. Buna karşın onlar koyun beslemiyor. Çobanlık yaptığım süreçte buralarda sürü gezdirdim ama karşı tepelerde bir kez olsun koyun sürüsü görmedim. Neyse bizim mezarlığa gelince soldaki tarlalar da bizim köyün oldu. Kıyısından geçtiğim tarlalar hep biçilmiş. Sağımdaki dere düzlüğü harmanlık, yığınlar yükselmeye başmamış.

Doğrudan kahveye girdim. Babam gülümseyerek “Seni uzaktan seçtim, ben zaman zaman o yola bakarım!” dedi. Babam gözlerinin iyi gördüğüne seviniyor. Erken dönüşümü babama olduğu gibi anlattım. Vahit Dede’ye gitmeyişime ise babam sevindi;

-“O buraya geldiğinde ben ona anlatırım, o gücenmez, kalenderdir, insanlara inanır” dedi. Muhittim Eniştemi, Mehmet Dayımı, Hasan Amcamı sordu. Hepsinin iyi olduğunu söyledim. Özellikle Hasan Amcamın:

-Amcam gelince rahat kalsın, diye oda yaptırdım! dediğini söyleyince babam, “Hasan, saygılıdır, ona inanırım” dedi.

Eve çıktım, ablam çok sevindi, Kızılcıkdere’den iyi haberler bekliyor. Herkesin iyiliğinden söz ettim. İş zamanı olduğundan çoğuyla ayaküstü görüştüğümü söyleyerek kaçamak yaptım. Gülsüm, evde, damat onbeş günlüğüne izinli gelmiş, sevinçliler. Damat demet çekmeye başlamış. Ablam yorgunluğumdan söz edince bunu fırsat sayıp odama kapandın. Emil, sürekli aklımdaydı, alıp okuduğum yerleri şöyle bir karıştırdım. Varlık Dergisi’nde Yaşar Nabi Nayır zaman zaman J. J. Rousseau’dan özlü sözler yazıyor. Sanırım o, bunları buralardan seçiyor.

Eğlenmeyi herkes yapabilir, eğlenmek için varsıl olmağa gerek yoktur.

Mutlu olmadan mutlu görünmeye çalışmak, gerçek mutlu olmaktan yüz kat daha zordur!

Sağlıklı olan ve yeterli gereksinimlerini karşılayanlar, özenti mutluluklardan kendini koruyabilirlerse gerçek varsıldırlar.

Rousseau’ya göre Latin ozanı Horace bunlara L’Aurea-Mediocritas= Altın gibi değerli insan! diyormuş.

Rousseau, bulüğ çağını ikinci bir doğum olarak benimser. Bu nedenle çok kesin övütler vererek ilgililerin dikkatini çeker. Bu çağda yapılacak eğitim hatalarının bir daha düzeltilemeyeceğinin altını çizer.

Rousseau:

“İnsan sanki iki defa doğuyor gibidir. Biri yaşamımızı, diğeri de cinsimizi sürdürmek için diyebiliriz. Kadınlara, erkeğe göre eksik gibi bakanlar, kuşkusuz yanılıyorlar. Gerçi bedenlerinde farklar bulunur ama buluğ çağına dek her ikisi de benzerdir. Görünüşleri, renkleri, sesleri hemen hemen birdir. İkisi de eşit ölçüler içinde çocuktur. Cinsiyetlerinin gelişmesinde yetişkinlerin etkisiyle kadınlara yaklaşan erkekler, yaşamları boyunca bu benzerlikten kurtulamadıkları gibi bir yanlarıyla da çocuk kalırlar. Ne var ki insan türü sonuna dek çocuk olarak kalamadığından onlar da kendilerine özgü değişikliğe uğrarlar. Bu süreçte sarsıntı geçirirler. Krizlerin, bunalımların kendileri kısa bile olsa etkileri uzun sürer…

Doğada, fırtınalardan önce nasıl bir dalga gürültüsüyle geliyorsa, büluğ çağı çocuğunun da bu değişimde bazı kaçınılmaz tepkisel görüntüleri olabilir. Özellikle büyüklerce anlaşılması zor istekler, karşı koymalar tehlike sürecinin geldiğini belirtir. Çocuğun alışılagelen huyları değişir, beklenmedik zamanlarda kızar, sık sık fikir değiştirir, kendisinin yönetilmesini hiç istemez; kısacası kükremiş bir aslan durumuna girer! Buna karşın yetişkinler, kendilerine düşen görevi gerçekten doğru olarak yapmak istiyorsa çocuğun bu geçici dönemdeki sarsıntılarını önemseyip, kırıp dökmeden onun yanında olmalı, sabırla, güzel ve doğal sonuca dönüşmesini sağlamalıdır.” der.

Rousseau, 1712-1778 yılları arasında yaşamıştır; genel söylemlere göre 18. yüzyıl insanıdır. Onun dediklerini daha önce düşünenler de kuşkusuz bulunmuş, bunlardan birileri belki çocuklarında burada söylenenlere benzer uygulamalar da yapmıştır. Belki de doğru dürüst yetişip insanlığa büyük buluşlar sunan bilginler, yeni görüşler getiren aydın yazarlar bunlardır. Ancak, yenilikler şöyle dursun, eskiden kalanları bile koruyamayacak derecede güçsüz, tutarsız insanlar olduğunu kimse saklayamaz. Sanırım, ünlü filozof Descartes bu konuyu aydınlatmak için o bilinen benzetmesini bunun için yapmıştır (Metot Üzerine Konuşmalar):

 

 Rene Descartes

 

Tanrı, Meleklerine buyurmuş:

-Dünyayı gezin dolaşın, insanlar ne durumda; onlara kendilerini düzenli bir yaşam yaşasınlar, düşüncesiyle akıl da verdim. Belki içlerinde verdiğim aklın eksikliğinden kuşkulananlar vardır. Sorun soruşturun, böyle bir kuşkusu olanlar istiyorsa onlara bir miktar daha akıl verebilirim. Gezin, dolaşın, sonucu bana bildirin!

Tanrı’nın buyruğunu alan Melekler gezmiş, dolaşmış, kutsal buyruğu tüm insanlara birer birer duyurmuş. Sonuçta kimsenin aklından kuşkusu olmadığı gerçeği ortaya çıkmış. Kısacası tüm insanlarda yeteri kadar akıl varmış.

Öyleyse, demeye gerek yok, bunu olduğu gibi benimseyip kısaca, “akıl var ama insanların bazılarında aklını kullanma becerisi yok!” diyerek çevremizdekilerden başlayarak tüm dünyadaki insanları değerlendirebiliriz:

-Akıllarını kullanamıyorlar! Perikles’in (İ. Ö.) yaptırdığı Partenon’u hayranlıkla gözleyip Perikles’le Usta Fidyas’ı alkışlarken, o anıtın yapımında çalışmış, çalışırken gırbaçlanmış insanları düşünmüyoruz bile. “Kristof Kolomb Amerika Kıtasını buldu!” diye anıtları dikiliyor ama, onun, aylarca dalgalarla boğuşan gemilerini kürek çekerek götüren kürekçileri anımsamıyoruz. Görünüşte bunlar hep bir anne-babadan doğma insandı. Buna günümüzde de binlerce örnek bulabiliriz. Çevremizde çok daha (üzücü olacak ama) ilginç örnekler de vardır. Bu örneklerin oluşmasında, çocuk yetiştirme umursamazlığının bir payı yok mu acaba?

Köy Enstitüleri’nde yetiştirilecek öğrenciler, salt okuldaki çalışmaları ya da 20 yıl yapmak zorunda olacakları öğretmenlik açısından değil, toplum içinde yaşam boyu uyumlu yaşayacak birer yurttaş olmaları açısından değerlendirme yapılarak yetiştirilmelidir. Tarihimizde hiç de güzel bir örnek olmayan “Yeniçeri” anlayışıyla salt görev süreci düşünülerek yetiştirilmeleri dışlayıcı bir tutuma yol açabilir. 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ