Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

12 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Okul Kooperatifi İşlevinin Genişletilmesine Katkılar

 

5 Ocak 1941 Pazar…. .

 

Bu pazar da banyo yapamıyoruz. Bunu söyleyene en çok İdris Destan yanıt veriyor. Hem gülüyor hem de azarlar gibi, “Sus be, babanın evinde her gün banyo mu yapıyordun?”İdris’i daha fazla konuşturmak isterse İsmet hepimizin duymaya alıştığı sözü söylüyor:İnanmazsınız ama ben evde her gün iki kez banyo yaparım. “Yalanın böylesi!” diyenler yanında, “İsmet’in evi hayvan sulanan yalaklara yakın, orada yapıyordur!”diyenler çıkınca, bu kez de yeminli, vallahlı billahlı inandırıcı sözler başlıyor. Gene öyle bir patırtı koptu. Sonunda, İsmet’e bir bidon su bulup ısıtmaya karar verildi. Kar eritip suya dönüştürülecek. Bu kez de Arif Kalkan, “Kar eritip su ısıttıktan sonra neden İsmet’e verecek mişim, kendim yıkanırım!” Kahvaltıya dek bu zıtlaşma sürdü. Dersliğe döndüğümüzde, bu tür konuşmaların yapılmaması gerektiğini, yöneticiler duyarsa , su sorununu böyle çözmeye kalkabileceğini, durup dururken başımıza iş çıkacağını öne sürdüler. Konuşmalara katılmayan sıra arkadaşım Halil Basutçu yüksek sesle: “Sizi kurnazlar sizi, araya iş sözü girince kaçacak delik aramaya yöneliyorsunuz. . Toplama karla okulun su işi çözülecek olsa yöneticiler onu düşünüp uygulamaz mı?”Arkadaşın söylediğine kimse bir şey demedi ama sözü bir başka yöne çekip sataşanlar oldu. ”Sen de hep yönetimden yana olursun!”Yusuf Asıl Harun Özçelik’e gitmeyi önerdi. Tartışmaları bırakıp revire gittik. Revirde Harun gibi yatan on kadar hasta öğrenci var. Hemşire onlar için, ”Soğuk algınlığı, önemli bir rahatsızlıkları yok dedi. Revir eksikliklerini tamamlarken konuştuğumuz için hemşire bize yakınlık gösteriyor. Ayrıca o da Harun Özçelik’i çok sevmiş, yavaşça”Çok terbiyeli bir arkadaşınız var!”dedi. . Yusuf bir süre Harun’la kaldı. Ben atölyeye gidip akordiyon çalıştım. Soğuklar nedeniyle biraz gevşettim. Parmaklarım kalınlaşmış gibi rahat hareket etmiyor. . Biraz üzüldüm. ”Ben böyle çalışıp çalışıp öğreneceğim, sonra da ara verince unutacak mıyım?”Kooperatife gittim, Fevzi ile Cavit çalışıyorlar. Onlar, önümüzdeki seçimde gene seçilmek için arkadaşlarının gözüne girme yarışındalar. Fikret Madaralı Öğretmen de onlardan çok memnun. Bir ara Cavit’i tanıyordum, Fevzi’yi yeni tanıdım, tam beklediğim gibi çıktı. !”dedi. Salih Baydemir de geldi. Biz konuşurken bir öğrenci beni arayan olduğunu söyledi. Şaşırdım;pazar günü beni kim arar?Dersiliğe giderken pencereden asfalta doğru bakınca bizim atları gördüm, koştum:Ali Ağabeyim. Önce şaşırdım, bu soğukta benim için gelişini istemezdim. Oysa Ali Ağabeyim, bana geçerken uğramış; o Yeni Bedir’e Kamber Amcamlara geçiyormuş. Yarın Lüleburgaz’da işi varmış. Aynı gün gelip dönme olmasın diye, çoktandır gelmediği amcamlara uğramayı düşünmüş. Böylece akşam orada kalıp yarın etkenden işini görüp akşam köye dönecekmiş. Ali Ağabeyim, koşulu atları fazla bekletmemek için yola çıkmak istedi. Bana, ”İzin alabilirsen birlikte gidelim, akşam getiririm!”dedi. Arabaya atladım, ”Yeni Bedir’e ben her zaman izinliyim, sağ olsun Kamber Amca, beni koruyor!”dedim. Arabadaki yaygıya sarınıp oturdum. Asfalt kardan çoktan kurtulmuş, yolda kar mar yok. Yoldan çıkınca sanırım diz boyu devam ediyor. Kamber Amcamın haberi varmış, bizi karşıladı. Önce beni azıcık payladı, ”Kravatlı olduğu için bizden uzaklaşmaya başladı!dedi. Ali Ağabeyim de onu onayladı;Kırklareli’deki amcalarımı örnek gösterip, benim için de öyle olacak!’”deyip, onları bir güzel çekiştirdiler. Sonra da sözü değiştirip, ”Sen, onlar gibi İstanbul’da değil burada, Kepirtepe de, Kamber Amcam gülerek, ”Bizim Sulak derede okuyorsun, yarın çıkınca da gene buralarda çalışacaksın, kravat seni buralardan alıp götüremeyecek!”dedi. Kamber Amcamın bu sözünü duyunca Ali Ağabeyim köydeki tevatürden söz etti. Sözde ben okulda çok başarılıymışım, öğretmenler beni birinci seçmişler. Yakın zaman da Ankara’ya gönderilecekmişim. Üstün başarılı öğrencileri böyle yaparlarmış. Babam dolayısiyle bizin aile buna inanmamış ama söylentinin nereden kaynaklandığını da saptayamamışlar. Bu kez Kamber Amcam hayretle Ali Ağabeyime sordu”Okulun karşıya bir yere taşınacağı çoktandır söyleniyor, siz duymadınız mı?dedi. Duymuşlar, onu herkes duymuş ama bu söylediği benim için ayrıca ortaya atılmış. Ali Ağabeyim, ”Köyde zaman zaman çıkarılan söylentilerin aslı astarı olmadığı için buna da inanmadık!”deyip güldü. Onlar konuyu değiştirip kendi işlerini konuşmaya başlayınca benimle ilgili sözü düşündüm. Sonra da buna benzer tevatürlerin köylerde hep olduğunu anımsadım. Kızılcıkdereli bir çocuğun Kırklareli Ortaokulunda birinci olduğu uzun süre konuşulmuştu. Hele Deveçataklı bir çocuk ki ben onu sonra tanımıştım:Cafer. Cafer, o denli zeki çocukmuş ki, Atatürk’e duyurmuşlar. Atatürk Cafer’i Ankara’ya istemiş. Cafer Ankara’ya gitmiş. Daha neler de neler!Oysa Cafer okulundan bir izci grubuyla Ankara’ya gitmiş. Olay bu denli olağan. Cafer yüzlerce çocuktan biri. Ama bu söylenti yıllarca sürdü. İlkokula giderken, kahveye, babamın yanına gittiğimde bana hep sen de Cafer gibi ol!”diyorlardı. Oysa ben köy okulumuzun 3. . sınıfındanken öğretmenimiz bizi Deveçatak köyüne götürmüştü. Cafer o zaman okulunu terketmiş, köyde boş olarak dolaşıyordu. Köye döndüğümde bunu söyleyince bana kimse inanmadı. Üstelik bana sen yanlış insan görmüşsündür:O Cafer, senin söylediğin Cafer olamaz!deyip durmuştular. Benim için söylenen de buna benzer bir uydurmadır. Sözü her duyan kendince bir söz eklemiş, sonunda böyle bir durum olmuştur. Köye gidince;Böyle bir durum yok!”desem, bu kez de “Var ama saklıyor, nazar değeceğinden korkuyor, bizi, büyücü yerine koyuyor!”deyip yakınırlar. Ali Ağabeyime, Sakın öyle sözlere inanmayın, memleketimizde o kadar çok okul var, o okullarda öyle çalışkan insanlar var ki, benim gibi sonradan okula başlayanlar onlar yanında sıfırdır. Bizim okulda, benim sınıfımda bile benden en az bir sınıf üstün arkadaş var. Ben de çalışıyorum, özellikle atölye çalışmalarında başarılıyım ama aramızda böyle bir seçim yapılmıyor. Babama bunu anlat!”Ağabeyim, Babam bunlara inanmaz, ama seni övdükleri için gülüp geçer, babam için üzülme!”dedi. Vakit geç oldu diyerek ayrıldım. Yengem, bazlama arasına, yağ, peynir koymuş, aldım. Kamber Amcam ayrılırken bana bir şey gösterdi, anlayamadım;sonunda anlaştık tüten bacaları gösteriyormuş. ”Duman bu tarafa döndü, kar gidiyor, iki güne kalmaz toprağı görürüz dedi. Gerçekten baktım bacaların dumanları belli bir yöne daha doğrusu bizim okula doğru, yere yere tütüyor. Bir anlam çıkaramadım. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmene bir soru yakaladım. Sevinerek okula döndüm. Bayrak töreni için azıcık kaygılanmıştım, yetiştim. Bayrağı yerine Hüsnü Baykoca Öğretmenin odasına koydum, kimse yoktu. Radyo açık biri radyoda konuşuyor. ”Bulgaristan komşumuz yanlış bir karar almıştır. Kırk yıldır barış içinde yaşadığı üstelik Balkan Andantı’na bağlı olan Yunanistan’a savaş açması komşularını küstürecektir!” diye konuşuyor. Azıcık duraladım, Hidayet Öğretmen geldi. ”Ne o kaçak olarak radyo mu dinliyosun?dedi. Ben toparlanınca da, ”Otur otur, otur da dinle! Bak, ebepsiz komşumuz Bulgaristan Yunanistan’a savaş açtı, toprak istiyor. Hem de kimin toprağını istiyor biliyor musun?Bizim torağımızı. Arsız mirasçılar gibi burnumuzun dibinde bir de savaş yapacaklar. Bilmiyorlar ki Hitler sonunda ikisini de paylayıp haritadan silecek!”Öğretmenin anlattıkların anladım. Teşekkür edip ayrıldım. Derslikte yokluğum farkedilmiş, soranlar oldu. Gittiğimi 6 Ali Güleren görmüş, söylemiş ama kimse inanmamış. Yusuf’la Hilmi, Abdullah atölyeye bile bakmışlar. Anlattım. Özellikle baca dumanları ilgi çekti. Konuşa konuşa bir ortak görüş saptandı:Rüzgar güneyden kuzeye estiğine göre ılık esecek, dumanlar yere doğru indiğine göre havada rutubet yoğunluğu var. O halde hava ısınacak. . Kamber amcamın Bir iki gün sözüne ise sevindiler. Arkasından radyo haberlerini söyledim. ”Varsın savaşsınlar!diyenler yanında nasıl olsa oralarda savaş var:İtalya yerine Bulgar olsa ne değişir. Arkasından nasıl olsa Almanya gelecek!”diyenler çoğunluktaydı. Türkçe ödevlerimi yapmıştım, uzaktan baktım, Mehmet Başaran şiir kitabı açmış okuyor. Galiba ezberlemeye çalışıyor. Fazla şiir kitabın varsa, ver!”dedim. Bildiğim kitapları gösterdi, Rıza Tevfik, Faruk Nafiz, az düşününce “İkisini de alabilirsin!dedi. . İkisini de aldım. Daha önce hep kısa şiirfleri seçiyordum. Bu kez uzun şiirleri okumak istedim. Faruk Nafiz Çamlıbel:Han Duvarları. . Şiiri daha önce görmüştüm;sanırım bir bölümünü de üstünkörü okumuştum. Bu kez dikkatlice aktım sahiden çok uzun, önce satırları saydım140 satır. Başarn’a sordum, Bu şiir 140 satırmış. Başaran şaşırtıcı bir yanıt verdi:Dikkatlı saymamışsın, o şiir141 mısradır. Şaşırdım, satır değil mısra, ayrıca bölünen bir mısra da iki sayılıyormuş:Gözlerin uzun uzun burkuldu kaldı bende, Dedi:-Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!”. . Sakin sakin okumaya başladım. Okudukça hoşlandım. Özellikle arada değişik yazılmış dörtlükleri çok sevdim. Önce onlar arasında bir bağlantı kuramamıştım. Birkaç kez okuyunca bu bağlantıyı kurdum. Sonunda bu şiiri ezberlemeye karar verdim. 140 mısra. . İstiklal Marşı’nı ezberledim, o 40 mısra, bu ondan 100 mısra daha çok ancak bu daha kolay okunuyor. Üstelik bir olay anlatıyor. Bu kez Rıza Tevfik’in uzun şiirlerini açtım. Onun uzun şiirleri sayı olarak daha çok. Hasan Dayı ile Hamza Bey Sahillerini seçtim. Hasan Dayı benim Mehmet Amcamı anlatıyormuş gibi bir şey. . Han Duvarları daha kolay geldi. Bir kaç kez tekrarladım. Yazmayı düşündüm. Çok uzun geldi. Başaran’a sordum, bir süre kalabilirmiş. Daha doğrusu “Yazıncaya dek kalabilir!”dedi. Anladım, ezberleyinceye dek kalmayacak. Boş derslerde yazacağım. Hem yazarken daha iyi ezberleyeceğim. Yazdıklarımı daha iyi öğrendiğimi saptamış durumdayım. On iki satır yazdım. ”Ellerim takılırken rüzgarların saçına-Asıldı arabamız bir dağın yamacına. -dizelerinde bıraktım. ”Tekrarlamaya başladım:

 

“Yağız atlar kişnedi, meşin gırbaç şakladı-

Bir dakika araba yerinde durakladı-“

 

Kendi arabamızı anımsadım. Bizim atlar, yağız değil, kınalı ya da doru, denen tüğde. Gerçekten atlar ilk çektiklerinde araba birden sarsılır, az duraklar gibi olur. Ağabeyime göre atlar, bedenlerini koşumlarına uyduruyorlarmış. Özellikle boyunlarını koşuma dengeli yerleştiremezlerse rahatsız oluyorlarmış. Bu her zaman konuşulan bir durumdu. Burada geçince tanıdık bir söz gibi geldi. Bana göre burada yabancı olan sadece atların yağız oluşu. Hamitabat’ta Şakir İsmail’in atları yağızdır. O atlarından çok memnun. Ali Ağabeyimle karşılaşınca hep önerir, ”At dediğin yağız olacak, gösterişli, çevik, tazı gibi hızlı, ceyhlan gibi zarif, manda gibi güçlü!”diye takılırdı. Onun atlarını anımsadım. Bir gün arabasına binince bu şiiri okuyacağım, kuşkusuz çok mutlu olacak. Lüleburgaz’a çok gelir ama bu tarafa geçmiyor. İki yıl önce Alpullu’da karşılaşmıştık, beni arabasına aldı, Sinanlı Köprüsü’ne dek götürmüştü. O taraflarda bir işi varmış, ona gidiyordu. Ancak İsmail Ağa, gırbacı alınca kalın sesiyle “Deha!”diye bağırır, o ses bu şiire hiç yakışmayacak!Deha, yağız atlar, hiç güzel değil. . . . Şiiri daha rahat ezberlemek için küçük bir kağıda yazıp cebime almayı tasarladım, yalnız kalınca sık sık bakarım. Öyle yaptım. İkinci kez yazarken oldukça bellediğimi de sevinerek gördüm. Sıra içindeki elime yan bakarak kendi kendime konuştuğumu görünce Halil, ”Gene kiminle kavga ediyorsun?” diye sordu. Faruk Nafiz Çamlıbel!”deyince, Halil hayretle, ”O bir şair değil mi?diye sordu. ”Evet ama şiirleri beni rahatsız ediyor, okuyorum okuyorum, aklımda kalmıyor!”deyince , ”Hay Allah, ben de bu adamla senin ne alış verişin olabilir? diye düşünmeye başlamıştım!”diyerek güldü. Ezberleme yöntemimi beğendi. Yat zili çalarken yazdıklarımı ezberlemiş durumdaydım. Yatınca tekrarlamak üzere kağıdı aldım ama ışıklar gene sönünce planımı uygulayamadım. . . . . Kamber Amcamı, yengemi, çocuklarını, Ali Ağabeyimi, konuşulanları düşünürken uyudum. . . . . .

 

6 Ocak 1941 Pazartesi

 

“Kar eriyor! “ sevinç sözleri arasında uyandım. İnanamadım. Kar eriyor, denince şapır şupur sular akıyor sandım. Merdivenlerden çıkarken baktım, bildiğim kar yığınları yerinde duruyor. Arkama dönüp “Neresi erimiş, karlar yerinde duruyor!” derken tepeme saçaktan soğuk bir damla düştü. Meğer kar erimesi dedikleri, saçaktan damlamlar şeklinde düşmeye başlamasıymış. Ben böyle düşünüp bakınırken, “Kar erimeye böyle başlar!”diyerek yanımdan geçenler oldu. Dersliğe yürürken gerçekten karda bir yumuşama olduğunun ayırdına vardım. Bastıkça ayaklarım batmaya başladı. Derslikte, arkadaşların benden daha sevinçli olduklarını gördüm Çoğu karın eriyeceğini daha dünden anlamışlarmış. Şaşırdım;Kamber Amcamın sözünü söyleyince gülenler, dünkü konuşmalarını unutmuş. Neyse ki Sami Akıncı, benim baca dumanlarını söyleyişimi anımsattı. Üstelik köylülerin bir çok deneyimi olduğunu da ekleyince “Ben bilmiştim”lerin arkası kesildi. Türkçe ödevlerini yeni anımsayanlar telaşla sağdan soldan sorular sormaya başladılar. Yemekhane yolunda neredeyse unuttuğumuz kepir çamuru kendini göstermeye başladı. Hilmi Altınsoy bizim masanın en çok konuşanı. ”Yahu arkadaşlar, biz hep karsız yerlere gitmeyi düşündük. Hiç birimizin aklına da gelmedi;biz aslında kepirsiz bir yeri istemeliyiz:Hem karsız hem de kepirsiz olsun. !”Hasan Üner ekledi:”Neden olmasın? Ötekini nasıl hemen verdilerse bunu da verirler, yeter ki sen iste(!)”Küçük bir dırıltı çıktı. Ancak kahvaltıya öğretmenlerden gelenler oldu. İrfan Öğretmenin yanın biri var. ”Bu kim ki?falan derken, bunu geçenlerde gelen yeni öğretmen olduğu öne sürüldü. Gelmiş, bir gece kalıp gitmişti. Onun için Marangozluk öğretmeni denmişti. İçim cızladı. ”Bu o ise, bizim öğretmenler, kesinlikle gidiyor. Yapıcılık atölyesinde bir öğretmene karşılık marangozluk atölyesine dört öğretmen olmaz!”Böyle düşündüm ama bunu kimseye söylemedim. Mehmet Aygün de benim gibi düşünmüş olacak, ”Bu bizim atölyeye gelirse bizden biri muhakkak gider!”dedi. Gider mi gitmez mi? konuşa konuşa yanlarından geçtik. İrfan Öğretmen beni çağırdı, atölye anahtarını aldı. ”Tamam, İrfan Öğretmen, yeni öğretmene atölyeyi gezdirecek!”Derslikte özel ilgi, ”Yeni öğretmen geldi, eskiler gidiyor!”Bunlar konuşulurken Fikret Madaralı Öğretmen geldi. Üşüyüp üşümediğimizi, yemek durumlarımızı sordu. İsmet, önceden seçilmiş konuşmacı gibi kalktı, üşüdüğümüzü, yemeklerin giderek değiştiğini, özellikle son günler elektriklerin yanmaması nedeniyle ders çalışamadığımızı söyledi. Öğretmen İsmet’in yakınmalarını haklı buldu. ”Ancak!”diyerek önce kar olayının bir doğa olayı olduğunu nerede olursa olsun, insanların yaşamını olumuz yönden sınırladığını, elektrik kesilmesinin bu zamana gelmesi bir rastlantı olabileceğini, yemeklerin ise en gerçek olanı, doğrudan savaş koşulları yüzünden olduğunu, buna da hepimizin alışması gerektiğini anlattı. Benim dün radyodan yarım yarım duyduğum konuşmaya benzer şeyler söyledi. ”Bulgaristan doğrudan doğruya Almanya’nın işgali altında buna karşın Yunanistan’a savaş açıyor. Belli ki bu bir bahane. Almanya Bulgaristan’ı öne sürüyor. Onun hakkıymış gibi gösterilen yerleri aldırıp, kendisi sahiplenecek. Bulgaristan’ın istediği yerler Balkan Savaşı’ndan önce bizimdi. Bulgaristan oraları bizden almıştı. Aynı Bulgaristan o savaşta bizden de buraları almıştı. O savaşı bahane edip Yunanistan’dan yer istediğine göre bir süre sonra bizden de isteyebilir. Bu doğrudan doğruya savaş demektir. Bu kez de biz tam savaş ortasında kalmış olacağız. İşte bu nedenlerle içinde bulunduğumuz süreç çok nazik. Bizler bu savaş ortamında isteklerimizi kısmak zorundayız. Devlet, çiftçiyi de esnafı da hatta kendi çalıştırdığı memurları da hesaplı olmaya zorluyor. İlerideki güzel günlerimiz için çaresiz özverilerde bulunacağız!”Öğretmen İsmet’i çağırdı, karşımızda asılı bulunan haritadan, Yunanistan sınırı ile Lüleburgaz arasını ölçmesini istedi. İsmet, istenileni yaptı, ölçtü, cm. sini km’ye çevirdi, 45 km. onu da saate çevirdi, yaya olarak 9 saat!”dedi. . Öğretmen, ”İşte bu kadar. Motorlu araçlar için bu, bir iki, bilemedin üç saatlik bir uzaklık, çoğunuzun köyünden buraya daha yakın!”dedi. Öğretmen, çok duygulu olarak bize öğütlerde bulundu. Geçen büyük savaşlarda da çocukların aynı sıkıntıları çektiğini, savaşlarda aslında en çok çocukların zarar gördüğünü anlattı. Zil çalınca öğretmen oldukça kederli bakışlarla ayrıldı. Arkasından arkadaşlardan bazıları, öğretmenin çocukları çok sevdiği konuşuldu. Kimisi de bunu kendisinin çocuğu olmayışına bağladı. Fikret Madaralı Öğretmenin çocuğu olup olmadığı üzerinde bilgimiz yoktu. Alpullu’da okurken biz, Halil, Hüsnü, Emrullah dördümüz gitmiştik ama bahçede oturduk. Çocuk olup olmadığı konusunu düşünmemiştik. Ben daha sonra da bir kez gittim, o zaman da öğretmen evin önünde yalnızdı, ”Sizi bekliyordum!”deyip yürümüştük. Öğretmeni en yakından tanıyan Hüsnü Yalçın arkadaşımız, çocuk durumunu açıklarken öğretmen geldi, gülerek Hüsnü Yalçın’a takıldı, ”Ne o, nutuk mu çekiyorsun?”Öğretmen oldukça değişik bir yüzle geldi. Doğanın kendi kurallarından söz etti, kar yağması, yağması, yağmur yağması insanların durdurup değiştireceği olaylar değildir. Bu konuda beklentisi olanlar yanılmaz zorundadırlar. En iyisi bunları olağan karşılayıp, onlardan yararlanma yollarını bulmaları gerektiğini anlattı. Özellikle karın başka ülkelerde de yağdığını, ancak onların kardan korkup sinme yerine karı kendi çıkarlarına kullandıklarını, kızaklar yaparak kar üstünde yolculuk ettiklerini, kar sporları yaparak bedenlerini geliştirdiklerini anlattı. Birden durdu, Bekir Temuçin’i, göstererek “Arkadaşınız, unutturmamak için defterini açmış, istemeyerek gözüm takıldı, size verdiğim ödevler vardı. Bekir arkadaşınız yapmış, gördüm, acaba hepiniz yaptı mı?”dedi. Arkadaşlar “Yaptık !” deyince bu kez “Benden soracağınız var mı?”diye sordu. Kimseden ses çıkmayınca öyleyse konumuzu genişletelim!”diyerek tebeşiri alıp tahtaya tümceler yazdı:Anahtarı olmazsa kilitli kapıyı açamazsın. -İyi not alabilmek için biraz daha çalışmak gerekir. -1. Lodos esince kar eriyiverdi-2. Çocuğu oyundan alıkoymak büyük bir ceza sayılır-3. Kar öyle cıvımış ki, kaydım;az kaldı düşeyazdım. -4. Kar yüzünden, günlük yürüyüşlerimi yapamıyorum. -5. Zannediyorum, bu kar birkaç gün içinde eriyecek!’Bu cümlelerde, eriyiverdi, alıkoymak, düşeyazdım, yapamıyorum, zannediyorum. Sözlerinin ne gibi

özellikleri var?Bu sözcüklerin kullanıldığı başka tümceler de seçerek araştırınız. Nerelerde, nasıl kullanılıyorlar, tümcelerde nasıl bir görev alıyorlar?”Öğretmen yavaşçacık Sami Akıncı’ya sordu,   Bunlarda zorlanacak mısınız?Sami başını atarak, ”Hayır öğretmenim, zor bir tarafı yok, biliyoruz!”dedi. Öğretmen ayrılınca Sami Akıncı etrafında toplanıp çıkışmaya kalkışanlar oldu. Sami Akıncı çok sert bir dille karşılık verdi. ”Aynı sıralarda oturuyoruz, aynı haklara sahibiz, benim bildiğimi siz de bilebilirsiniz. Makbul olan bilmektir. Bilmiyorsanız, kabahati kendinizde arayın. Ben bildiğimi sizin hatırınız için bilmiyorum, diyerek yalan mı söyleseydim. Siz zamanlarınızı boşa harcıyorsunuz ben çalışıyorum. Aramızda bir fark varsa bundandır. Buna katlanmak zorundasınız!”Sami’nin sözlerine kimse karşılık veremedi. Bu kez Sami bana döndü, sordu”Sen bunları biliyor musun?Bilmediğimi söyledim. Bu kez “Şimdi sen ne yapacaksın?” diye sordu. Çalışıp yapacağımı söyledim. Sami, “İşte size bir örnek, siz de onun gibi çalışıp yapın!”dedi. Ben aslında bu, bileşik fiilleri okudum. Olumsuzları ayırmakta zorluk çekiyordum. Bu kez daha dikkatli çalışıp iyice öğreneceğime sevindim. Ayrıca tembel takımının Sami Akıncı ile ters düşmelerine sevindim. Bu güne dek Sami Akıncı’yı korudular. Sanki Sami onlar için çalışıyordu. “Bilmiyorum ama çalışacağım!”deyişim de bunun içindi. Güldüm, benim beklediğim bir durum ortaya çıkmıştı. Sami çok çalışkan, şimdiye dek susması bence hataydı. Madem ki kendisi durmadan çalışıyor, öyleyse çalışmayı, çalışkanlığı, çalışanları savunmalıydı. Çalıştığımı görüp zaman zaman beni üzenleri görmezden gelişine kızıyordum. ”Ooohh, işte dedim, böyle olacaktı…Az sonra bir sessizlik oldu, bu sessizlikten yararlanarak İsmet’e çıkıştım:Sen bunları iyi biliyordun, neden sustun, önemsemedin yoksa?İsmet, önemsemediğini söyledi. Gülerek biz bunları ilkokulda iyi öğrenmiştik, kimilerinin adlarını unuttum ama düşünürsem çabuk bulurum!”dedi. Ödevleri sıcağı sıcağına yapmak hoşuma gidiyor, okuma kitabımı açıp örnek tümceler seçtim. -Atım ürkmüştü, ayağımı üzengiden zor çıkarabildim. -Topu kapınca kale önüne görürsün ama onu doğrulayıp kaleye atabilmek ustalık istiyor. -Avlanacak balıklar suyun derinliklerindedir:Dikatli bakmazsan, göremezsin. - Beklemediğim bir sırada aldığı kitabı getirip yerine bırakıverdi. -Yerler çok kaygan, az kaldı düşeyazdım. -Atabilmek=Atma-bilmek…Göremezsin, görmezsinden farklı, bu görebilmenin ya da görüvermenin olumsuzu…Düşeyazmak=Düşmek-yazmak…Görmek-bilmek…Görmek-vermek…İki fiilin birleşmesiyle oluşturulmuş bileşik fiiller…. . İlerde okuma kitabımdan başka örnekler de seçeceğim…. Bu kez açtım, Han Duvarlarından bir bölüm daha yazdım……Ellerim takılırken rüzgarların saçına-Asıldı arabamız bir dağsın yamacına-Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık-Yalnız arabacının dudağında bir ıslık……. . Kendimi kaptırırken tekerleğin sesine-Uzanmışım, kalmışım yaylının şiltesine……Yirmi iki dize yazdım. İlk yazdıklarımı ezberledim. Bunlar daha kolay. Ezberleyeceğime iyice inanmaya başladım…Halil gene takıldı, ”Bu uzun şiir ezberlenir mi?”O şiir değil masal!”diyorum. Bu kez açtım Rıza Tevfik’ den masal okudum. Gelibolu’da Hazma Bey Sahili ve Ayazma İçin. …O yerlerde güneş mahmur-ı Fikret bir peridir ki… diye başlıyor. Tam 56 dize…. . Benim asıl sevdiğimse Koca Hasan Dayı…Issız dağlar, gür ormanlar, akar sular geçerek-Rumeli’nin bir yanını baştan başa dolaştım…. Ne tesadüf, babam ad olarak Rıza Tevfik’i biliyor ama hiç görmemiş. Ancak Vahit Dede, Rıza Tevfik’in toplantılarına katılmış, ona çok bağlı biridir. Babamla konuşurken sık sık Rıza Tevfik’i övmesi, babamda bir Rıza Tevfik sevgisi yaratmış. Ama babam onun şiirlerini okumuş değildir. Böyleyken konuşmalarında babam, rastlantısal olarak, ”Rumeli’nin, ıssız dağlarını yemyeşil ormanlarını, göllerini, nehirlerini görüp geçtim-Köylerini kentlerini bir bir dolaştım!”diyerek bir tür övünç payı çıkarır. Bu benzerlik yüzünden bu uzun şiire gözüm takıldı. Saydım 114 dize. Han Duvarlarından kısa ama okunması biraz daha zorca. Ezberlemeyi düşünmüyorum an cak çok tekrarlayarak güzel okumaya çalışacağım. Köye gidince de babama okuyacağım. Ned v ar ki u şiiri yazmak da zor. Köyünde yalnız yaşayan bir dedecik. 6o yıldır yalnız yaşıyormuş. üç oğlu ile bir çok yakınını kaybetmiş. İçinde yaşadığı köyden ayrılmaya razı olmuyor. Babam da hep böyle konuşur. Köy onun için sonsuz yurt…. . Halil’e okudum. Okuyuşumu beğenmedi, aldı o okudu. Halil bir bakışta benden daha iyi okuyor. Ne var ki, benim gibi sevip şiir ya da müzik çalışmaları üstüne düşmüyor. Öteki dersler için de öyle. Az çalışarak idare ediyor. Buna karşın atölye derslerinde hilesiz hurdasız çalışıyor. Namık Ergin Öğretmenin en güvendiği arkadaş. Namık Öğretmen bana bunu kendisi söyledi. ”İbrahim, sen bizi bıraktın ama arkadaşın Halil bize seni aratmıyor. Sen de kalsaydın daha iyi olacaktı ama, ya Halil de gitseydi o zaman bizim işler çok aksayacaktı. O nedenle, senin gidişine üzülmekle birlikte Halil’i, n kalışına çok sevindik!”demişti. Halil şiiri bitirince “Sende kalsın, okumak istersin!”diyecek oldum. Halil, ”Okudum, bir daha neden okuyayım !”deyip kitabı uzattı…Öğle yemeğinde İrfan Öğretmenle yeni gelen gene beraberdi. Artık durum iyice anlaşıldı. Az sonra yeni öğretmeni tanıyacağız. Uzun gür saçları var. Sarışın. Bu durumda öğretmenlerin en sarışını olacak. Yemekten çıkarken İrfan Öğretmen gene beni çağırdı, anahtarları verdi. İkisi de bana baktılar, ne yapacağımı bilemediğim için yeni öğretmene bakamadım. Doğrudan atölyeye gittim. Zil çalınca arkadaşlar geldiler. Herkes merak içinde. Bu merak salt gelen için değil, o geldiğine göre, gidecek var mı?Gidecek varsa kim gidecek?Ne Hamdi Bağ Öğretmenden ne de Naci İnan Öğretmenden ayrılmak istemiyoruz. Az sonra öğretmenler geldi. İrfan Öğretmen “Yeni öğretmeniniz Ali Bey, bundan böyle bizimle çalışacak, kendisi daha önce başka okullarda başarılı çalışmalar yapmış, çalışmalarını bizimle sürdürmek için kendi isteğiyle aramıza katılmıştır!”dedi. İrfan Öğretmen Ali Beye dönerek, Buradan ötesini sen anlatırsın, şimdi işimize geçelim!”dedi. Gülüşerek İrfan Öğretmenin tezgahına çekildiler. Biz yarım işlerimize başladık. Daha doğusu yarım işlerimiz bitmiş durumda. Tutkal kirleri temizlenecek, verniklenecek. Bu işleri nöbetleşe yapıyoruz. Bir yandan çalışıyor bir yandan da yeni öğretmene bakıyoruz. Daha doğrusu bakmaya çalışıyoruz ama onlar sürekli bize baktıkları için başımızı çevirince özellikle yeni öğretmenle göz göze geldiğimiz için bakışlarımız yarım kalıyor. Bunu tekrar tekrar denedik olmadı. Salih yavaşça, ”Bakmayacağım bir daha:nasıl olsa bir gün birlikte çalışacağız, o zaman yakından tanışız. Şimdi o bize baksıın doya doya!”dedi. Yavaşça hepimiz güldük. Öğretmenler birlikte erken çıktılar. Zil çalınca biz de toparlanıp çıktık. Ben çıkar gibi yaptım ama geri dönüp akordiyon çaldım. Havanın ılıması, beni rahatlattı. Parçaları özlemiştim, birer ikişer kez tekrarladım. Komparsite notasının arkasında ince notalı bir bölüm var, yavaş yavaş orasını çalıştım. Parmaklarım biraz dolaşıyor ama bakarak oldukça başardım. Havalar ısınınca çok çalışacağımı, çalışınca da daha başarılı olacağımı düşünerek sevindim. Böyle bir duyguyla dersliğe gittim. Arkadaşlar gene okula gidecek yer arıyorlar. Deniz kenarında olsun diyenler oldu. ”Deniz “ sözünü duyunca Ali Güleren arkadaşımız söze karıştı. Arkadaş konuşmaları genellikle izlemez. Ancak ilgi duyduğu yerden söze girer. Böyle olunca çoğu kez söze girişi konuşulan konuya uygun düşmez. Bu da arkadaşların gülmelerine neden olur. Sonra da konu Ali Güleren üzerine döner. Arkadaşlar takılırlar. Şakaların çoğuna yanıt vermez ama arkadaşlar gene de takılmalarını sürdürürler. Ali Aga, Kaz Ali gibi adlar takılmıştır. Bunlara pek ender tepki gösterir. Bu kez de öyle oldu. ”Deniz olacaksa bizim Mürefte’ye gidelim!”dedi. Arkadaşlar önce bayılasıya güldüler. Arkasından da Ali’nin ne kazlığı kaldı, şaşkınlığı. Adaşı Ali Önol, Enez’de de deniz var oraya gidelim!”dedi. Fettah Biricik Selanik’i, İsmet’se Atina’yı önerdi. Ali Güleren’den sert bir tepki beklerken O gülerek, ”Arkadaşlar siz hep kaçmayı düşünüyorsunuz. Ben okulu daha güzel bir yere taşımak istiyorum. Bunda şaşacak ne var? diye sordu. Takılan arkadaşlar bu kez sustular. B elli ki Ali Aga gene konuyu dinlememiş, bir ucundan duyduğu göçü, kendi beldesine uygun görüp önerisini yapmış. Bunda şaşılacak bir yan yok. Ali Aga bu. Mustafa Saatçı, gönül almak için yeni bir öneri getirdi:Okulu, gideceği yere taşımadan önce birkaç günlüğüne Mürefte’ye götürelim, Ali Aga memnun olsun sonra öteye gidelim!”dedi. Buna, ”Çok doğru, öyle yapalım, diyenler oldu. Ali bu kez sinirlendi, ”Sizinle konuşulmaz, adamsınız diye öneride bulunduk, alay etmeye kalktınız!”deyip urdu. Yemek zili yardımımıza yetişti, tartışma kavgaya dönüşmeden derslikten ayrılık. Yemekte Selçuk Korol Öğretmeni gördük. O nöbetçi olmasa gece okulda kalmazdı. Nöbetçi olduğuna göre bizim dersliğe kesinlikle gelir. Dersliğe gelince de ortaya bir söz getirip uzun uzun konuşur. Özellikle yapılan savaşlar üstüne bilgiler verir. Bu kez, Bulgaristan’ın Yunanistan’a saldırması üstüne bilgiler verecektir. Bunları düşünüp sevindim. Dersliğe gidip dinlemeye hazırlandım. Beklediğim gibi olmadı, öğretmen uzun süre gelmedi. Neredeyse yat zili çalmak üzereyken gülerek geldi. ”O kadar sessiz çalışıyorsunuz ki, gelip sessizliğinizi bozmak istemedim!”dedi. İsmet, ”Biz sizi beklediğimiz için sessiz duruyorduk!”deyince öğretmen, ”Ne o benden soracağınız mı var?dedi. İsmet, ”Var, savaş yakınımıza geldi diyorlar, doğru mu?dedi. Öğretmen gülerek, ”Vallahi bunları ben de duyuyorum ama gerçeğini pek bilemiyorum. İsterseniz bildiğim kadarını size de aktarabilirim. Yalnız pek de telaşlanmayın, bu gece ile yarın arasında fazla bir değişiklik olmaz, bunları yarın da konuşabiliriz. Zaten konumuzu ilgilendiren durumlar ortaya gelmeye başladı. Bazı benzerlikler önümüze çıkacak, dolaylı olarak bugünkü durumlara da değineceğiz!”dedi. Ben hemen radyo haberleriyle, sonra da Fikret Madaralı Öğretmenin anlattıklarıyla bağlantı kurdum:Balkan Savaşı, öncesindeki, sonrasındaki durumlara değinecek, Bulgaristan’ın bizden de toprak isteyeceğini, bunu isterse savaşın kaçınılmaz olacağını anlatacak. Öğretmen İsmet’e takıldı”İsm et, tarihi sevdiğini biliyordum ama, sen siyasetle de ilgileniyorsun galiba. Bunlar biraz siyasetçilerin işidir!”dedi. Dışarıdan sesler geldi, öğretmen o tarafa gitti, geri gelmedi. Zaten zil çalmış oldu. Yat zilinden sonra 10-15 dakika içinde ışıkları kararıyor. B u neden le ivedi olarak yatmak zorunda kalıyoruz. Ben hep öyle yapardım, bana göre fazla bir değişiklik sayılmaz ama şimdi herkes öyle olduğu için sıkışıklıklar oluyor. Ben biraz daha erkenci olmaya çalışıyorum. Tam yattım, kararma oldu. Aydınlıkta sallanıp dolaşanlar, karanlıkta dur, sus, uyarıları yaparak yerleşmeye çalışıyorlar. Komşum Orhan da benim gibi erkenci, bitişik komşu Kadir, her gece ayni sözleri sözlüyor, ”Vay canına, gene yetişemedik!”Orhan buna çok gülüyor ama, gücenmesin diye Kadir’e duyurmuyor. Yandan kestirmeye çalışıyorum, gülerken örtüyü sallıyor. Belli ki sesini duyurmamaya özen gösteriyor. Bu durumda olan salt Kadir Pekgöz değil başkaları da var. Bize yakın olduğu için onu görüyoruz. Ötelerden başkaları daha sonraları da konuşup duruyor. Yatınca gene düşünmeye başladım, Selçuk Korol Öğretmen de aynı sözleri söyleyecek. Bulgaristan bizden de toprak isteyecek. Ben önce babamdan dinlemiştim daha sonra öğretmenler anlattılar. Babam anlatırken 328 yılında diye başlardı. 328, 1912 yılı demek oluyor. Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan, Karadağ krallıkları bize, yani Osmanlı İmparatorluğuna savaş açmışlar. Koca Osmanlı ordu bu küçük krallıkların küçük orduları karşısında dağılmış, küçük düşmanlar istedikleri toprakları almışlar. Üstelik zorla bir de anlaşma yapıp Osmanlı yönetimine imzalatmışlar. Dört küçük krallılar içinde en büyük parçayı Bulgaristan almış. Çünkü İstanbul yakınındaki Çatalca’ya dek, Bulgar ordusu gitmiş. İmzalanan anlaşmaya göre, Bulgaristan. O zaman bizim olan Selanik’ten başlayıp, Karadeniz kıyısındaki Midye koyunda biten bir hattın kuzeyini almış, iki yıl kadar da oralarda kalmış. Başka bir deyimle Markara, Keşan-Çorlu-Vize Midye dahil kuzeyindeki, Lüleburgaz, Kırklareli, Babaeski, Uzunköprü, Hayrabolu, Havsa-Edirne Bulgaristan’a verilmişti. Bu süreçte sözü geçen yerlerdeki insanlar Anadolu yakasına göçmüşlerdi. Bizim ailemiz Balıkesir-Şamlı bucağında konaklamıştı. Bulgaristan’ın çok toprak almasını için sindiremeyen öteki küçük krallıklar, bu kez Bulgaristan’la savaşa tutuşmuşlar. Bundan yararlanan Osmanlı devleti, Edirne’ye kadar olan, yani şimdiki Türk Trakya topraklarını geri almıştır. Ancak o zaman Selanik-Edirne arasındaki yerler, Bulgaristan’ın elinde kalmıştı. Bir kaç yıl sonra patlak veren 1. Dünya savaşı sonunda Yunanistan, Selanik dahil Edirne’ye dek uzanan Batı Trakya topraklarını Bulgaristan’dan geri almıştı. İşte Bulgaristan şimdi Yunanistan’dan bu toprakları istiyor. Bunları isteme cesaretini de Almanya’ya güvenerek gösteriyor. Böylece Balkan Savaşı sorunu olan bu toprak davası daha da uzatılarak bizim başımızı da ağrıtabilir, kaygısıyla ülkemiz, savaş hazırlığı içine girmiştir. Bir yandan Alman Devlet başkanı Adolf Hitler Cumhurbaşkanımıza dostluk mektupları gönderiyor, bir yanda da kendisine hiçbir zaman güvenemediğimiz Bulgaristan Almanya. ’ya sırtını yaslayıp komşusuna saldırıyor. Yunanistan’a saldıran bize de bulaşabilir. Ben kafamda böyle bir bilgi yumağı oluşturdum. Bakalım yarın öğretmen farklı bir şey söyleyecek mi?Oldukça rahatladım, yeni yatmış gibi dönüp gölerimi kapadım….

 

7 Ocak 1941 Salı

 

Zili duydum ama nedense gözlerimi açmadan yatıyorum. Arkadaşlar konuşuyor:”Bugün derslerimiz hep boş!”Bu sözlere tepki gösterdim:”Gidip Müdür Beye haber verirsem, hiç değilse biri dolar. Sonra da niçin böyle düşündüğümü anlamaya çalıştım!’Bu arada “İdris Destan gelmiş!”diye bir konuşma duydum. Zaten kalkacaktım ama bu konuşma kalkışımı hızlandırdı. ”İdris ne zaman gelmiş?Gece gelmiş. ”Kim görmüş?” diyerek indim. Arif Kalkan nöbetçi, erken çıkmış. Bu arada hemşireyle karşılaşmış Hemşire söylemiş, ”Bugün. dinlenecek, yarın çıkacak!”demiş. Hepimiz sevindik. Üç yıldır otuz arkadaş hep bir arada olduğumuzdan olacak İdris Destan’ın ayrılışı bizi şaşırttı. Neyse, geldiğine, ayrıca iyi olduğuna göre , kaygılarımız dağıldı. Gene de “Acaba ne dediler, rahatsızlığı geçici mi?”soruları kafamızda takılı kaldı. Bunları yarın kendisinden öğreneceğiz. Hemşire izin verirse bugün bile öğrenebiliriz. Ancak hemşire, ”Gece treniyle döndüler, uykusuzdur, bugün uyuyacak!”demiş…

Kahvaltıda gene pekmez vardı, kimi arkadaşlar ekşidiler. Bekir Temuçin arkadaşı uyardım. Arkadaş, pekmez içenlerin güçlü olacağını gülertek anlatıyordu. Şaka ediyor sandım. Meğer arkadaş pekmezini içmiş, bardağını da ters çevirmiş. Bu, tamamını içtim;anlamı taşıyormuş. Sözümü geri aldım. Bizim masada herkes bardaklarını boşaltıp ters çevirdiler. .

Derslikte arkadaşlara Müdür Beye haber vereceğimi söyledim. Karşı duran olmadı. Sami Akıncı, ”İlk derse gelemez, 2 hatta 3. derste haber versen daha rahat gelir!”diyerek beni uyardı. Kimi arkadaşlar da sorular hazırlamaya başladılar. Hava oldukça ılık;karlar eriyor. Hiç de tasarladığımız gibi olmadı, Müdür Bey, ikinci derse gir zili çalarken çıktı geldi. ”Günaydın!”dedikten sonra, ”Bugün sizinle bizi hangi makamlar yönetiyor?bunu konuşalım. Öğretmen olunca hangi makamlara karşı sorumlu olacaksınız?bunları tanımaya başlayalım!”dedikten sonra tahtaya geçip çizmeye başladı. En tepeye Cumhurbaşkanlığı, buradan iki ok çıkararak birine T. B. M. M. birine de Başbakanlık yazdı. Başbakanlıktan da oklar çıkararak bakanlıkların adlarını yazdı:Adalet, Milli Savunma, İçişleri, Dışişleri, Maliye, Milli Eğitim, Bayındırlık, Tarım, Ulaştırma bakanlıklarını yazdı. Bu kez de Milli Eğitim Bakanlığı’ndan oklar çıkardı. Müsteşar, T. T. Kurulu, Yüksek Öğretim, Orta Öğretim, İlk Öğretim, Teknik Öğretim Gn. Müdürlükleri yazdı. Sonradan Milli Eğitim Bakanlığından bir ok ayırarak: Şuralar yazdı. İlk Öğretim Genel Müdürlüğünden oklar çıkardı bunlara da :1. 2. 3. Şube Md. Gene genel Müdürlükten çıkardığı bir ok üzerine 63 İl Milli Eğitim Müdürü yazdı. Az ileriye İl Milli Eğitim Müdürlüğü yazdıktan sonra oradan da oklar çıkararak, ilçelere sözünü ekledi…. Bize dönerek, ”Ben buraya bir şeyler yazdım. Yazdıklarımı da birer birer açıklayacağım. Ancak merak ettim;bu çizdiklerimden siz neler anladınız?Beş altı arkadaş birden el kaldırmıştı. Müdür Bey içlerinden İsmet’i seçti. İs onuyu iyi bildiği için hem rahat konuştu hem de doğru anlattı. Müdür Bey gülerek, ”Aferin İsmet, arkadaşlarından soran olursa bunları, böylece anlatırsın!”deyip konuşmasını sürdürdü. Cumhurbaşkanlığı için ”Devletimizin başıdır. T. B. M. Meclisince milletvekillerinden biri 4 yılda bir seçilir. Cumhurbaşkanı devlet işlerini yürütecek birini başbakan olarak seçer. Başbakan da çalışma arkadaşlarını bakan olarak seçer. Böylece İşleri yürüten hükümet oluşur. Bakanlar da yine milletvekillerinden seçilmiş olur. Hükümetin işlerini milletvekilleri, yani T. B. M. M denerler!” derken zil çaldı. Müdür bey, ”Bakın, başımızdaki yöneticilerin nasıl seçildiğini gördük. Ne kadar çok olduklarını da sezmiş olacaksınız. Bunlar daha da çoğalacak. “Bu kadar çok yönetenin emrinde nasıl çalışılır?” demeyin. Onların buyrukları belli bir düzen içinde gelir. Bunu da bir başka zaman konuşacağız!” deyip çıktı. Tahtadaki okları olduğu gibi çizip yazılarını yazdım. Arkadaşlar İdris Destan’ı görmek istediler. Recep Kocaman gidip hemşireden izin istedi. Ayşe Hemşire aralıklarla 4 kişiden fazla olmamak üzere gidebileceğimizi söylemiş. Numara sırasıyla gittik. İdris arkadaş çok iyi. Revirde neden tutulduğuna şaşıyormuş. İki doktor birlikte konuşa konuşa bakmışlar, ”Besin eksikliğinden gelen bir zayıflık, iyi beslenirsen kısa zamanda kilo almaya başlayacaksın!”demişler. Arkadaşımız çok şakacıdır. Bunları söyledikten sonra gülerek, İstanbul’a nasıl gittiklerini, özellikle de İstanbul içinde nasıl gezdiklerini güldüre güldüre anlattı. Rahatsız arkadaşları okulun ambar memuru Asaf Amca götürmüş. Asaf Amcayı hepimiz tanırız. Ancak bizlerin Asaf Amca ile konuşması olanaksızdır. Asaf Amca öğrenclerle konuşmaz. Sevgisizlikten değil, o, öğrencilerle arasında bir çizgi olmasını ister. Bu nedenle olacak, İdris’le yanındaki çocukların canları biraz sıkılmış. İdris’in anlattığına göre Asaf Amca yola çıkarken öğrencileri birerle kol olarak arkasına dizip öyle yürütmüş. Arada bir de durup doğru bir çizgide olup olmadıklarını gözleyerek, beden eğitimi öğretmenlerinin derslerde yaptığı gibi eliyle de işaretler ederek “Ok gibi olacaksınız!”diyormuş. Sirkesi tren istasyonundan İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğüne, oradan da Sağlık Müdürlüğüne böyle “Ok gibi!” yürüyerek gitmişler. Çok doğal gibi görünen bu olayı İdris, göz yaşartacak ölçüde güldürerek anlatıyor. İdris arkadaşımız neşeli. Daha doğrusu neşeli olmaya çalışıyor ama, arkadaşların arka arkaya gelip hastalık durumunu sorması, ister istemez onun neşesini arada bozuyor. Bu durum, geçen yıllar okuduğumuz bir parçayı, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Hecir-Sabır öyküsünü anımsatıyor. Orada da baş sağlığı için aralıklarla gelenler ailenin acısını gene gene tazelemekteydiler. Ben erken ayrıldım. Zaten az sonra yemek zili çaldı. Atöyle dersimizde bugün çizimlere çalıştık. :Geçmeleri, açılacak lambaları resimlerden okuyup doğru uygulamak. Çatı çizimlerinin oran büyütmelerinı doğru yapma çalışmaları yaptık. İrfan Öğretmenden iki kez aferin aldım. Paydostan sonra bir süre akordiyon çalıştım. Erken bırakıp dersliğe gittim. Arkadaşlar gene söyleniyorlar; yarın öğleden sonra çalışma varmış. ”Ne çalışması?” diye soracak oldum, bir kaç kişi birden:”Kar kürüme bitti, şimdi de çamur kürüme başladı!”dediler. Anlamadım, ”Ne çamuru, çamuru nereden nereye kürüyeceğiz?” diyecek oldum. Mehmet Yücel:Sorma arkadaşım, öğrenip de ne yapacaksın? En iyisi yarın işbaşı yapınca öğrenirsin!”dedi. Zaten ben de öyle yapacaktım, deyip yerime oturdum. Yarın Askerlik dersimiz var. Binbaşı Yaşar Cindoruk Öğretmenimiz aylardır gelmedi. (Binbaşının gerçek adı Cemal, soy adı Cindoruk, Askerlik kitabımızın yazarı Yaşar Cindoruk. Bu nedenle biz Binbaşıdan söz ederken Yaşar Cindoruk, diyoruz)Birgün çıkıp gelecektir. Ogün, arın olabilir. ”Dikkat, hazrol!” İsmet, beğenmemiş, ” Dayı, hazırol mu hazrol mu, yoksa hazır ol mu?”Dorusu senin ikinci söylediğin ama hızlı söyleyince “I” harfi yutuluyor. Ya da ben söyleyemiyorum. Söylediğime gülenler oldu. Sanırım, beceremediğimi söyleyişim, onları güldürdü. Sözümü esirgemedim:”Bana gülenlerin beceremediklerine gülmeye kalksam, yaşam boyu gülmem gerekecek!”dedimBirden gülmeler kesildi. …….

Yemekten sonra bir süre kooperatifte çalıştık. Sumartesi günü alış-veriş için Lüleburgaz’a gidiyoruz. Harun biraz keyifsiz, Cavit Kafkas gelecek. Havalar oldukça ılık gidiyor. Yağış olmayınca çarşıda rahat geziyoruz. Halkevi salonuna uğramayı deneyeceğim. Kısa da kalsam insanların çalışmalarını görünce hevesim artıyor. Yeni bir şey öğrenmesem bile benim çaldıklarımın da bir değer olduğunu anlıyorum; böylece kendime güvenim tazeleniyor. Sık sık çalmadığım parçaları çabuk unuttuğumu anladım, buna canım sıkıldı. Her parçayı her gün çalamam ki!Nota bilmem şimdi işime yaradı, notaları açınca unutma söz konusu değil;baka baka çalıyorum. Uykum geldi, zili bekliyorum. Stehltglok. . İch gehe nach Bett……. Guten schlafen Herr Orhan……. . Der Nachbar…Daha ocak ayının yedinci günündeyiz Kar kalktı diye seviniyoruz. Oysa mart ayına daha elli bilmem kaç gün var. Üstelik mart girince hemen bahar gelmiyor. Mart ayı için, ”Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır!” Ayrıca mart ayının ilk on günü için:”Mart’ın dokuzu, dondurur öküzü!”demişler. Mart soğuklarına “Koca karı soğu da derler. Bunu niçin derler, kimseye sormadım, o nedenle de öğrenemedim. 10 martı bitiş sayarsam daha tam iki ay kış var. Bu iki ayda birkaç kez kar yağar……. . Köydekiler karlı günleri, bizim gibi önemsemiyorlar. Bizim okulun yeri nedeniyle kar büyük bir sorun oluyor. Yollar kolay açılsa, çarşıya kolay gidilse, sular kesilmese bir de sobalar iyi yansa sanırım bu denli yakınmalar olmayacaktır……Yemekleri unutmuş gibi konuştum. Uyumak üzereyken güldüm. Nerelerden geldik, neleri beğenmiyoru

 

8 Ocak 1941 Çarşamba

 

Uykumu almış olarak uyandım. Bugün boş geçecek olan matematik derslerinde matematik çalışacağım. Kitaptaki problemlerin hepsini çözemezsem, Ahmet Gürsel Öğretmene karşı utanç duyacağım. Takıldıklarımı Sami’ye de sorabilirim. O kesinlikle kitabı gözden geçirmiştir. Bunları düşünerek önce dersliğe sonra da kahvaltıya gittim. Kahvaltıda varsayımlar ortaya atıldı:”Bugün ders yok. Öteki sınıfların sağlık kontrolu süreceği için kar kürüme nöbeti bize verilecek!”Ben, ”Bu doğru ise diyecek bir sözüm yok. Bu sözü biri uyduruyorsa, bunu uydurana söyleyecek çok, hem de fena sözlerim olacaktır!”Herkes sustu. Konu değiştirildi dersliğe döndük. 7. ınıflar yemekhane ile okul arasını tertemiz kürümüşler. Kar suları için küçük çizikler bile yapıp suları yönlendirmişler. Yatakhane-Tuvalet-Revir yolu kardan arındırılmış. Bize atölyelerle, Tarım binası tarafı kalmış. Bu kalan yerleri bizim sınıf temizleyecekse en az bir hafta uğraşacağız, demektir. Çünkü en uzun yollar bu binalar arasında. Üstelik altları tam çamurluk toprak, kepirin kepiri. Bunları konuşa konuşa dersliğe girdik. Ders zili çaldı;kuşku içinde gelecek ayak sesleri bekliyoruz. Kapı yakınındaki Bekir Temuçin arada , biri geliyormuş gibi toparlanıyor. Onu izleyenlerde de bir hareket başlıyor. Arkasından gene bir gevşeme; derken, bu dalgalı bekleyiş içinde bir dersimiz geçti. İkinci derste kitaplarımı açtım. Örnek problemleri, küçümsemeden, hiç değiştirmeden kitaptaki gibi bir kez daha yazdım. Seçtiğim üç sorudan ikisini zorlanmadan çözdüm. . Kendime güvenim arttı. Geometriden silindir, küre alanları ile hacimleri üstüne soruları tekrarladım. Çizimler isteniyor, onların bir bölümünü yaptım. O denli dalmışım ki, Selçuk Korol Öğretmen gelince, içimden ”Yanlış geldi!”dedim. Yanlış falan değil, öğretmen geçti yerine oturdu. ”Dersi anlatıp geçiyoruz, ne kadarını öğreniyorsunuz, ne kadarı kafanızdan uçup gidiyor, bunu saptamamız gerekiyor. Konuların çoğu uçup gidiyorsa yıl sonu gelmeden bazı tekrarlar yaparız. Bu nedenle bir yazılı yoklama düşünüyorum. Haftaya buna göre hazır olun. Bugün de şöyle bir iki arkadaşınızla özel olarak konuşalım!”dedi, arkasından da “Ne dersiniz?”diye sordu. Yerinden kalktı, İsmet’e baktı. ”Arkadaşların içinde, gördüğüm kadarıyla konuşmayı en çok sevenlerden biri sendin galiba, ne dersin İsmet?”diye tekrarladı. İsmet ayağa kalktı, ”Kalk diyorsanız kalkarım öğretmenim!”dedi, tahtaya doğru yürüdü. Öğretmen “Yerinde dur, kısa sorularla yetineceğim. Amacım, şöyle bir fikir edinmek!”. İsmet’e Kırım Savaşı ile bu savaşın öteki savaşlardan farkını anlat!”dedi. İsmet tarih dersine çalışanlardan bir olduğu için doğru anlattı. Ancak, savaşa bizim yanımızda olan devletler arasına İtalya1yı da kattı. Sami Akıncı buna karşı çıktı, ”İtalya o zaman henüz birliğini kuramamıştı, , böylece savaşta bize yardıma gelmesi söz konusu olamaz!”dedi. Öğretmen güldü, Sami’ye haklısın, ancak arkadaşın o günkü küçük devletlerin sonradan İtalya ‘yı oluştuduğundan dolayı bugünkü adını söylemiş olabilir, ben öyle algılarım. Bu nedenle sen de haklısın, bir bakıma İsmet’te!”İsmet’ten sonra 75 Yakup Tanrıkulu kalktı. Soru Lale Devri ile sonuçları idi. Yakup Lale Devri sonuçları ile Alemdar Mustafa Paşa olayını karıştırdı. Abdullah Erçetin, Ali Güleren, Ahmet Güner, İdris Destan arka arkaya kalktılar. Öğretmen sanırım hiç birinden hoşnut olmadı ki İsmet’e dönerek, ”Sana söylediklerimde haklıymışım değil mi?Bak millet yan gelip yatmakta kararlı gibi!”dedikten sonra ortaya, ”Topu topu haftada 6 saat ders görüyorsunuz. Resmen 22 saat ders okumak zorundasınız 16 saatiniz boş geçiyor. Bu saatlerde ne yapıyorsunuz?Doğrusu merak konusu. Bir bilen bana anlatsın bunu. Tüm ders öğretmenleri gelse haliniz nice olacak?Doğrusu üzücü bir durum!”. Ders bitimi zili çalınca öğretmen oldukça üzgün, görünüşe göre biraz da şaşkın, küsmüş gibi ayrıldı. ”Allahaısmarladık falan da demedi, öyle yürüdü gitti. Bir süre sessizlik sürdü. 6. sınıflardan bir nöbetçi öğrenci, Nuri Altınseven mektup getirdi. Beklemiyordum, getirip sırama bırakırken Ahmet Gürsel Öğretmenden diye açıkladı. Birden doğruldum, ”Sahi mi?diyerek mektubu alıp birkaç kez evirip çevirdim. Mektubu açarken Nuri’ye “Ben bu öğretmeni çok seviyorum!” dedim. Meğer o da Ahmet Gürsel Öğretmeni çok severmiş, ”Ben de!”deyince yanıma sıkıştırıp onun duyabileceği sesle okumaya başladım. Mektup şöyle başlıyor: Değerli öğrencim, mektubunu memnuniyetle aldım. Sorduğum sorulara genellikle doğru yanıtlar bulmuşsun. Yalnız, işaret hataları dikkatimi çekti. Yalnız mektupla verilecek yanıtlarda doğal olarak hatalar olacaktır. Bu senin içinde geçerli benim içinde. . Ayrıntılı açıklamalar mektupları daha o kadar uzatabilirdi. İşine yarayacağını sandığım birkaç noktayı yazarsam hataların hemen hemen yok denecek ölçüde azalacaktır. Örneğin 6. Problemi ele alalım:3Xkare+33X+90=0Mektubun devamından sıkılacağını düşündüğüm için matematik konusunu atlayarak mektubun sonunu okudum . . ”İşte sana şimdilik bu kadar bilgi verebildim. Takıldığın konularda, çekinmeden sor. Senin ve arkadaşlarının geçmiş bayramlarını, yeni yılını kalbimin enderin sevgisiyle kutlar, hepinize yeni yılda başarılar dilerim. Öğretmenin. Ahmet Gürsel/İmza. . . Nuri, can kulağıyla dinledi çok mutlu olarak ayrıldı.

Not:Bu mektubun tamamı GİRİŞ’te verilmiştir.

 

Yemekten hemen sonra Salih Ziya Öğretmen Sefer Tunca ile beni çağırmış, gittik. Depo anahtarlarını verdi, kürekleri hazırlamamızı söyledi. Biraz zorlanarak gittik. Ezilen karlı yollar bozulmuş. Cıvık kara basınca bu kez ayaklar çamura geçiyor. Biz bugün bu yolu bu koşullar altında açacağız. Arkadaşların bir bölümü çok fena bozulacaklar. Sefer’le yirmi kadar kürek seçtik. Çok zayıf arkadaşları biraz korumak için nöbetleşe kürüme yapacağız. Sefer yeni bir durum önerdi. İnşaatlarda kullanılmış kalasları döşeyerek üstünde çalışsak daha iyi olmaz mı?Öğretmene söyleyelim, ”Olur!”derse bizim atölye deposunda istediğimiz kadar kalas var. İşimiz bitince gene yerine koyacağız. Öğretmenler gelince söyledik. ”Olur ama, biz sormadan oradan kalas değil kibrit çöpü bile almayız. Almayız değil alamayız!”dediler. Sefer’le İrfan Öğretmeni bulup izin istedik. İrfan Öğretmen bana, ”Aldığınız gibi yerine koymak koşuluyla istediğiniz kadar alabilirsiniz!dedi. Önce 4 metrelik bir kalası alıp götürdük. Düşündüğümüz gibi bir süre çalıştık. Naci Birkök Öğretmen uygun gördü, altı arkadaş gidip üç kalas daha getirdiler. Ayaklarımız daha az kirlenerek ya da hiç değilse kuru kalarak çalıştık. Arkadaşlar bizim keşfimize teşekkür ettiler. Paydosa dek yolun tamamını bitiremedik ama yaptığımız yerler çok düzgün oldu. Paydos olurken Mehmet Yücel, öğretmenlerin duyabileceği bir sesle,  “Yarın erken erken bitiririz!”dedi. Amacı bunu öğretmenlere duyup, tepkilerini öğrenmek. Öğretmenler sanırım duymadı. Bu kez İdris Destan, Mehmet Yücel’e Yarın duvarcılık yok muydu?”diye sordu. Arkadaşlar arasında bir gülüşme başladı. Sanırım Naci Birkök Öğretmen arkadaşların konuşmalarını duyup kendince göre değerlendirdi. Gülüşmeleri duyunca, ”Çok güzel çalıştınız, tamamı sizinle yapmak isterdik ama bizim ders programlarımız sürüyor, biz, zor da olsa yarın 6. sınıflarla bu kalanı tamamlarız. Böylece sizin atölye çalışmalarınıza engel olmayız!”dedi. Kalasları aldığımız gibi götürüp yerlerine koyduk. Bizim atölye boşalmıştı, girdim bir süre çalıştım. Komparsite’nin alt notalarını oldukça hızlı çalmaya başladım ama tempo tutturamıyorum. Zaten solo diye yazılan bölümde ölçü de yok, notalar zincir gibi sıralanmış. Ayak temposuyla bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Dersliğe geçip kitabımı okumaya başladım. İlk anladığım, Don Kişot, benim gibi şövalyeliği pek bilmiyor. O da benim gibi şövalyeliği bir at, bir kılıç, özel giysileri, bir de kendisine uygun sevgili ile tamamlandığını sanıyor. İşte Don Kişot bunları tamamlayıp yola koyur. Yoluna ilk çıkan bir tüccar grubu ile kavgaya tutuşur. Tüccarlar önce Don Kişot’u ciddiye almıyorlar. Ancak Don Kişot’un direttiğini görünce onu bir güzel dövüp, yol kenarına bırakırıyorlar. Don Kişot yara bere içinde kasabasına geri dönmek zorunda kalıyor. Kasabada onu tanıyan birkaç kişiden biri papaz Perez’le berber Nicholos’tur. Geri dönen Don Kişot’u bakıma alıp yaralarını sararlar. Onlar Don Kişot’ûn bu duruma gelmesin neden olan kitapları ortadan kaldırmak isterler. Az iyileşen Don Kişot yeni planlar kurarak yoluna devam etmeye kararlıdır . Bu kez de her şövalye gibi yanına bir arkadaş bulur. Sancho Panza. Oldukça cahil bir kişi olan Sancho eşeğiyle Don Kişot’a katılır. Tam bir şovelya sanılması için Don Kişot’un bir de sevgiliye gereksinimi vardır. Don Kişot, kasabada et tuzcusu olarak bilinen Dulcinea’yı Toboso Prensesi olarak düşünüp kendine sevgili seçer. Bundan sonra Toboso prensesi için savaşacaktır. Zıhlı kılığı, elinde mızrağıyla tirit atı üstündeki yaşlı Don Kişot’la zayıf eşeği üstünde bir çuvalla bir su matrasından başka bir eşyası olmayan Sancho Panza görüntü olarak herkesin ilgisini çekmektedir. Bir süre sonra bir yel değirmeniyle karşılaşılaşırlar. Don Kişot’a göre bu bir devdir, iyi bir şövalye olan Don Kişot, bu devi tepelemeden yoluna devam edemez. . Düşündüğü gibi cesurca yel değirmenine saldırır. Ancak dönen değirmenin kolu Don Kişot’u aldığı gibi savurup atmıştır. Durumu gören uşak Sancho Panza yüreği ağzında şövalyesine yardıma koşar. Don Kişot canını kurtarmıştır ama karşısındaki değirmenin büyücülerin devleri olduğunu, gene büyücülerin devlerin kollarını bu duruma soktuğunu, bu nedenle kendisinin başarılı olamadığını öne sürer. Değirmen savaşında ucuz kurtulan Don Kişot bu kez gerçek bir prensesle karşılaşır. Ancak Don Kişot bu prensesi, tutuklu bir kadın olarak düşler, onu koruyanları da kadının tutuklayan katiller olarak niteler. Bu kez de esaslı bir kötek yer. Ancak dövülmesine karşın karşısındakilere bir takım koşullar öne sürer. ”Gidecekler, Toboso prensesi Dulcinea’ya çıkıp Don Kişot’un kahramanlıklarını anlatacaklardır. Bundan sonra Don Kişot bir hana iner, kendisinden ücret isteyen han sahibine, şovalyelerden para istenmeyeceği üzerine bir sürü söz söyler. Sabah olunca ise arka kapıdan sıvışır ama hancı Sancho Panza’nın eşeğini tutsak eder. Tam yola koyuldukları bir sırada karşılaşılarına bir koyun sürüsü çıkar. Toz duman içinde gelen sürü, Don Kişot’a göre bir düşman ordusudur. Kılıcını çeker hamleye hazırlanmıştır. Ancak çobanlar çekilen kılıcı işlevsiz duruma getirirler. . Don Kişot, bu zapartadan sonra da yola devam etmeye kararlıdır. Bir cenaze alayıyla karşılaşır. Cenaze alayı, Don Kişot’a göre canavarların av partisidir. Onlara da karşı bir hamle yapar ama bir zılgıt da burada yer. Yollarına yakın bir değirmenin sesini duyarlar. Don Kişot tetiktedir. Bu kez Sancho Panza önlemekte kararlıdır:Don Kişot’un atı Rosinante’yı bağlayarak hareketi önler. Karşılaştıkları bir berberle de dalaşırlar. Don Kişot berberde gördükleri bir tıraş tasını. ünlü birinin, Mambrino Kontunun ünlü altın mihveridir(!)diye diretir, tası alıp başına geçirir. Sonunda karşılarına gerçek mağdurlar yani bir tutuk evinden bir başka tutuk evine götürülen tutuklular çıkar. Don Kişot yuyukluları kurtarmakta başarılı olur. . Ancak tutuklular, göründüğü gibi masum değil gerçekten haydut, herkese kötülük edecek türden yaratıktırlar. . Bunların Don Kişot’da kötülük edeceği kuşkunu ortaya atan Sancho Panza gece ormana gitmelerini salık verir. Ormanda bir keşişle karşılaşırlar. Keşiş onlara aşkın ne olduğunu anlatır. Don Kişot çok etkilenir, Duygularını iletmek amacıyla prensesi Dulcinea’ya bir mektup yazıp Sancho Panza ile gönderir. Sancho Panza kasabaya dönünce başlarından geçenleri Don Kişot’un arkadaşlarına ayrıntılarıyla anlatır. Don Kişot’u seven arkadaşları, Don Kişot’un bulunduğu yere gelip. Don Kişot’u kente döndürmek isterler. Don Kişot kasabaya dönmemekte kararlıdır. Papaz arkadaşı bir hile düşünür:. Kandırdığı bir kız, şakadan Toboso prensesi Dulcinea olmayı geçici olarak kabul etmiştir. . Zaten bitkin bir durumda bulunan Don Kişot bu kez kasabaya döner. Dönüş yolunda gene gidişteki engellerle karşılaşırlar. Hancı onları görünce alacağını ister. Berber tıraş kabını almadan bırakmaz. . En önemlisi de pranga tutuklularının kaçmasına neden olduğu için suçlanıp yakalanmak istenir. . Papaz arkadaşı araya girer, aklından zoru olduğunu söyleyerek tutuklanmasını önler. Tüm bu olumsuzluklara karşın Don Kişot kasabaya dönmemekte diretir. . Bu kez arkadaşları onu zorla kafese koyup yola çıkarlar. Ancak Don Kişot’un, yapay da olsa şövalye anlayışıyla kafeste gitmek onuruna çok dokunmuştur. Arkadaşlarına namus sözü verir, kaçmayacaktır. Arkadaşları inanır, kafesten çıkarırlar. Don Kişot bir süre evinde kalır. Onu seven arkadaşları, yalnız bırakmazlar, sık sık uğrayıp hoşuna gidecek olayları anlatırlar. Örneğin İspanya’nın. girdiği, gireceği savaşlardan söz edip, içindeki savaş güdülerinin boşalmasına yardımcı olurlar. Bu arada İspanya’ya Osmanlı korsanlarının saldırmasından söz açılır. Don Kişot birden heyecanlanıp, öneriler sıralar. Ona göre İspanya’yı ancak asiller kurtarabilir. Hemen, tüm İspanyol asillerini toplamalı, düşmana onlar saldırmalı. Don Kişot’a göre düşmanları İspanya’dan ancak asiller kovabilir. Sancho Panza yeni bir haberle döner:. Don Kişot’un kahramanlıklarını anlatan bir kitap yazılmıştır kasabada herkes bundan söz etmektedir. Bunu duyunca, . Don Kişot’un şovalye damarı gene kabarmıştır. İlk iş olarak El Toboso’ya gidecektir. Hemen yola çıkılır. El Toboso yakınlarında kendisi bir ormana gizlenir. Sancho Panza’yı sevgilisine gönderir. Bu kez Sancho Panza da hile yoluna sapmıştır. Üç köylü kızını kandırır, birini Dulcinea, ötekileri de yanında arkadaşları olarak görünecekler. Don Kişot’la konuşacaklar. Sancho, durumu Don Kişot’a aktarır, Dulşcinea’sıyla rahatça konuşabileceğini muştular. Don Kişot inanarak kente gidip kızlarla konuşmaya kalkışır. Kızlar, söz vermelerine karşın bu garip kılıklı yaşlıdan korkup sıvıştılar. Don Kişot bu kaçışı kendi, duyguları doğrultusunda yorumlar:Ona göre Dulcinea’ büyülendiği için kaçmıştır. Gene ormana dönerler. Yatacakları sırada bir başka şovalye yanlarına gelerek yüksek sesle konuşmaya başlar:İspanya’nın en ünlü şovalyesi odur, kendisi ile düello yapacak kimsenin bulunmadığını tekrarlar. Don Kişot heman karşılık verir, sabah uygun saatte düello yapılacaktır. Gerçekten düello yapılır, Don Kişot düelloyu kazanır. . Öteki şövelye kaçıp gitmiştir ama Don Kişot’tan öç almaya da karalıdır. Bundan sonraki yolculuklarında. da ilginç olaylara neden olurlar. . Örneğin kafesleri içinde götürülen aslanları görünce Don Kişot kafeslerin açılıp aslanların salınmasını ister. Arabacı, Don Kişot’un buyruğuna uyup, kafesin birini açar. Ne var ki Don Kişot’un umduğunu aksine aslan kafesten dışarı çıkmaz. Don Kişot buna şaşmakla birlikte üstünde durmaz. . Bundan sonra bir düğün şenliğine katılırlar. Don Kişot, şövalye otoritesini kullanarak düğünde damat değişikliği yapar. Bu arada bir de mağaraya girerler. Mağarada bir saat kadar kalmalarına karşın. Don Kişot çıkınca mağarada üç gün üç gece kaldığını, Dulcinea ile beraber olduğunu mutlu bir dille anlatır. Yoları gene bir hana çıkar. Handa bir hokkabaz maymuna para karşılığı numaralar yaptırmaktadır. . Don Kişot hokkaza engel olmak isteyince itiş kakış olur. Hokkabazın eşyalarına zarar verilmiştir. Zarara neden olan Don Kişot; suçlu olarak yaptığı zararları ödemek zorunda kalır. . Geçtikleri bir nehir kıyısında bir değirmen görürler. Don Kişot’a göre bu değirmen tutuklu bir şehirdir. Don Kişot bu tutuklu şehri özgürlüğe kavuşturmak için ortaya çıkar. Ancak değirmencilerden hem sopa yer hem de tepe taklak suya atılır. Sudan çıkınca ormanda bir süre duraklarlar. Onları gören bir bayan avcı kendileriyle ilgilenir. Az ileride dostlarının şatosu vardır, onları dostunun şatosuna davet eder. Don Kişot bu daveti kabul eder, şatoya giderler. . Şato sahibi Don Kişot ile Sancho Panza’yı çok iyi karşılar. Çünkü onları, bir bakıma bu iki garibanı anlatan kitabı daha önce okumuştu. O gece konuları onuruna eğlence düzenlenir. Şato sahipleri büyük emlak sahibidirler. Sancho Panza’ya bir ada hediye ederler. . Böylece Sancho Panza bir adanın valisi olur. Sancho Panza , ’nın valiliği kısa sürer ama o, kısa zamanda başarılı işler görür. Onlar, gezmek için yaratılmışlardı, gene yollara düşerler. Önce Saragossa’ya gitmeyi tasarladılar. Yolda karşılaştıkları birisi onları tanır, Saragossa’da onlar hakkında yalan yanlış olaylar anlatan bir kitap yazıldığını söyleyince Saragossa’ya gitmekten vazgeçip Barselona’ya doğrulurlar. . Bir süre sonra onları gene bir şovalye karşılar. . Bu şövalye de o bir zamanki gibi bir bahane öne sürerek Don Kişot’u düelloya davet eder. . Bu Şovelye Don Kişot’u düelloda yener. Kılıcı Don Kişot’un boğazına dayayıp bir koşul söyler:Don Kişot o koşulu kabul ederse cesur şövalye onun canını bağışlayacaktır. Öne sürdüğü koşul:Don Kişot, doğup büyüdüğü kasabaya dönmeyi kabul ederse canı bağışlanacak, yaşayacaktır. . Bu koşulu kabul etmezse kılıcı Don Kişot’un boynuna saplanacatır. . Don Kişot koşulu kabul edip kasabasına döner. . Ancak hem ihtiyarlamış, hem de çok zayıf düşmüştür. Bir süre sonra da hastalanır. Ölmeden önce söylediği şu sözler uzun bir süre dillerden düşmez:”Şövalyelik çok saçma bir san, bunu hiç kimse önemsememeli, sıfat olarak benimseyip adının yanında taşımamalı!”Yazan……. . Cervantes…Kitabı öteki kitaplardan farklı olarak duraksamadan okudum. Okurken hiçbir şey de düşünmedim. Şövalyelikle alay ediyor ama niçin?Şövalye olamamış biri, yaşlanınca çok heveslenmese böyle bir saçmalığa kalkışmaz. Kötülediği şövalyelik onun yaptığı gibi uyduruk şövalyelik mi yoksa savaşan, savaş için hazırlanan şövalyelik mi?Daha doğrusu ben şövalyelik hakkında fazla bir bilgi edinmediğim için sadece Don Kişot’un yaptıklarına daha doğrusu yapmaya kalkışıp da hiç birisini gönlünce yapamamasına hem güldüm hem de üzüldüm. Sahiden Don Kişot, arkadaşlarının tutuklamak için gelen subaya dedikleri gibi, biraz deli. Fikret Madaralı Öğretmen, “Bildiğimiz üç deli grubunun dışında kalan delilerden. biri!” demişti. Fikret Öğretmen bir öyküde geçen deli sözü üzerinde durmuş, delileri, zır deli, zırzır deli, hınzır deli olarak üç gruba ayırtmıştı. . Don Kişot bence bunlardan farklı. Don Kişot’a zararsız deli de mek yeri nde olur. . Tam zararsız değil doğal olarak;kendisinden başkasını az zarar veren türünden. Aslında böyle bir insanın olduğunu da sanmıyorum:Yazar bunu kafasından uydurmuştur. Gene de bir benzerini görmüş olabilir. Görmese nereden aklına gelecektir. Türkçe dersinde gene Fikret Madaralı Öğretmen bize ödev vermişti:Okuduğumuz romanlardaki kişilerden birini seçin, onu andıran bir kişi gördüğünüzde siz de seçtiğiniz kişinin saptayabildiğiniz özellikleri yazın!”demişti. Belki de Cervantes böyle birini seçip kendince anlatmıştır. Gene de kitap kişilerden çok olayları anlatıyor. Sanırım ilerde ben bu kitabı anımsayınca kişilerden çok olayları anımsayacağım. Koyun sürüsüne saldırma, yel değirmenlerine hücum, berberden traş tası alma gibi olaylar uzun süre unutulmayacak. Don Kişot’la Nasrettin Hoca arasında benzerlik aradım ama pek bulamadım. Tek ortak yanları ikisi de güldürücü. Bir başka ilginç tarafı da , o kadar olaya karışan Don Kişot’un giysilerini gözümde canlandırmaya çalışıyorum da yüzü üstüne bir biçim düşünemiyorum. Bu adamın bir yüzü yokmuş gibi geliyor bana. Ayağından başına dek düşlüyorum, sıra yüzüne gelince orası kararıyor. Yüzsüz bir kahraman. Kendi kendime bu söylediğime de güldüm. Don Kişot’a bir de ben ad takmış oldum. Delilik kadar yüzsüzlük de yakışacak ona…Ama bu yüzsüzlük, ektilik anlamında değil, yüzünün şekli belirsiz. Gerçek yüzü maske ile örtülmüş gibi. …. . Don Kişot’u düşünerek yattım ama kesinlikle rüyama girmesini istemem. Bir de rüyamda onunla uğraşamam!….

 

9 Ocak 1941 Perşembe

 

Nöbet sırama daha vardı, ya da ben öyle sanıyordum. Arkadaşların rahatsızlıkları nedeniyle sıra değişmiş, Hasan Üner beni uyardı. 63 Hilmi Altınsoy rahatsız olmuş, akşam revire almışlar. Bense onun yatağını boş görünce “Nöbetçi, erken kalkmış!”demiştim. Hazırlanıp yemekhaneye gittim. Nöbet grubumda tanıdık çocuklar var:Nedim Menekşe. Onu daha önce tanımıştım. Arıcılık öğretmenimiz, babamın 40 yıllık tanıdığı Mehmet Salih Arı Öğretmenin yakın akrabası olduğunu anlattı, büyük dayısıymış. Mandolin takımına da girmiş. Nezir Üşenmez. Nezir bir başka zaman da benim nöbetimde bulunmuştu. Ziver Çorbacı, Hasan Akyol, esmer çocuk, onu da iyi tanıyorum. Ahmet Has, Hüseyin Başaran, Ali Şen, Cemalettin Mert, Doğan Güney, şu keman çalan çocuk, geçenlerde ondan bir nota almıştım. Sordum, keman çalışmasını sürdürüyormuş. Mehmet Faruk Gürtünca’nın akrabası. Rasim Dereli. Rasim ‘i çok iyi tanıyorum, Daha önce nöbetlerde birlikte olduğumuz gibi eski yatakhanede de yakın köşelerde yatmıştık. Rasim’i görünce hep anımsarım. Bir gece, bağıra çağıra kalkmış, karyolalardan atlaya atlaya kapıya dek gitmiş. Gene geri dönüp yatağına yatmış. Uyananlar, şaka yaptı diye başına gidip sormuşlar. Rasim derinliğine uykudaymış. Bu olay uzun süre aramızda konuşulduğu gibi, öğretmenlere bile yansıtılmıştı. Sanırım bu olay bir daha tekrar etmedi ki, unutuldu gitti. ?Yoksa etti de ben mi duymadım?Ancak Rasim çok çalışkan, hele nöbetlerde durmadan bir şeyler yapıyor, mutfağa yardımcı oluyor. Bugün de ben gelmeden önce gereken işleri yapmışlar. Ben onları görünce nasıl sevindimse onlar da benim gelişime sevindiler. Bugün hava gene kapalı. Kaç gündür kar kürüyoruz, gene kar yağarsa deyip tedirginliklerini açığa vuranlar var. Ben, böyle konuşanlara içimden katılmakla beraber kendimin de açıklamakta zorluk çektiğim bir nedenle “Ocak ayındayız. Ocak demek, bizim köylülerin deyişiyle büyük ay, kış aylarının en büyüğü, bir bakıma en sert kış yapan ay. Bundan sonra da şubat, yani küçük ay gelecek. Sonra mart, ”Ne haber?” Yani ilkbahar!”. Böyle söyleyince kış bitmiş gibi algıladık ama daha ocak ayının ilk haftasındayız. Belki birkaç kez daha kar yağacak, belki de mart sonuna dek hiç kalkmayacak. Ben öyle kış olduğunu biliyorum. İlk okuldayken bir yıl, bizim köyün okulu tam bir ay açılmamıştı. Bunları salt ben değil arkadaşlar da biliyorlar. Mehmet Başaran arkadaşın kardeşi tanıdım. Mehmet Başaran’ın da kardeşi olduğunu hep duydum ama, bizim dersliğe gelmediği için tam olarak tanımamıştım. Nedense ağabeyinden uzak duruyor. Belki de da ağabeyi kendisinden uzak durmasını istiyor. ”Ağabeyinin yanına geldiğini hiç görmedim, köylün Namık Yücel, kendi ağabeyine sık sık geliyor!”dedim. Küçük Başaran sustu. Gayretli bir iş başaran, küçük Başaran, arkadaşlarından geri kalmıyor…Kahvaltıdan sonra bir hamlede temizlikleri yaptık. Bizim arkadaşların kürekler ellerinde, dünkü işi sürdüklerini görünce bugün nöbetçi oluşuma sevindim. Doğan Güney, akordiyonu merak ettiğini söyledi. Kendisi kemanını getirdi, çalıştığı parçaları çaldı. Az sonra, akordiyonu almak için atölyeye gittiğimde İrfan Öğretmenle karşılaştım. İzindeki öğretmenlerimizi sordum. Hamdi Bağ Öğretmen bugün yarın gelebilirmiş. Naci İnan Öğretmen iznini bir hafta uzatmış. Buna çok sevindim. Demek ki, kaygılandığımız gibi temelli ayrılmak yokmuş. Akordiyonu alıp yemekhaneye döndüm. . Bir süre gendi kendime parmak alıştırması yaptım. Arkadaşlar beni dikkatle izliyorlar. Onların böyle suskun bakışları beni -sanki bir şeyler yapıyormuşum gibilerde- şımarttı. Oysa ben, akordiyoncu asker Kurken Karayan çalarken ne duruma geliyorum, bir de onu görseler!”diyorum, içimden. Karşılıklı gösterilere ara verdik…. Hava giderek açıldı, bulutlar arasından zaman zaman güneş bile çıktı. İzmir-Kızılçullu’dan 66 nolu arkadaşımdan mektup bekliyorum. Darıldı mı ne? Çoktandır göndermedi. Okulunu bana tanıt demiştim, buna mı gerek görmedi, eli mi değmedi. Mektuplaşmayı keserse üzüleceğim. Derken bugün arkadaşım Ziya Fikri Özlen’den mektup geldi. Arkadaşım çok güzel bir el yazısı var. Zarfı arkadaşlara gösterdim. Zarfı açmadan anladım, içi dolu, istediklerimi yazmış, diye açmadan sevindim. Mektubu açınca olay anlaşıldı. Arkadaş okulunu kendisi anlatmamış, okulları hakkında yazılmış yazıları kesip mektuba koymuş. İki yazı çıktı. Yazının birisini Trabzon İlk öğretim Müfettişi Kemal Üstün yazmış. KÖY İDEALİMİZİN KIZILÇULLU’DAKİ REALİTESİ…İdeal, Türkçe derslerimizde çok geçti. biliyorum. Mefküreci Muallim adlı kitap açıklamasında da üzerinde duruldu. Realite sözcüğünü tam olarak bilmiyorum. Fikret Madaralı, Salih Ziya Öğretmenler bu sözü çok kullanıyor. Özellikle Salih Ziya Öğretmen “Bu işin realitesi başka, realite öylemi ya” gibi konuşmalarında kullanıyor. Ben, realiteyi, doğrusu gibi anlıyorum. Cep Kılavuzumda bu söz yok. Yazının tamamı:”Kızılçullu” İzmir’e çok yakın güzel bir köydür. Tabiatın özenerek süslediği bu yeri görenler ancak bugün Cumhuriyet devrine nasip olan muazzam bir eser karşısında bulunduklarını duyarlar. Bu muhteşem esere biz, köy davamızın anahtarı olan “Köy Enstitüsü” diyoruz. Köy bir dava mıydı?Evet: Belki davadan da daha çok bir şey. Asırların ve devirlerin ihmal ettiği, halletmesini düşünemediği eski bir dava!Fakat bu ebedi olmayacak. İşte Cumhuriyet bu işi de başarıyor…. Kızılçullu Köy Enstitüsü, geniş bir arazi parçası üzerine kurulmuş ve kurulmaktadır. Bugün bunu kuranlar, Yarının temiz Türk köylerini yaratacak olan Türk çocuklarıdır. Enstitü, şimdi 400 ü aşan, yakında 600 e varacak olan kız ve erkek öğretmen namzetlerinin toplandığı bir yuva gibidir. Buradaki çalıştırma ve yetiştirme tarzı, şimdiye kadar gördüğümüz ve bildiğimiz klasik sistemlerin hiç birine benzemiyor. Buradan çıkacak genç öğretmenler “Köy Kalkınması” diye adlandırdığımız büyük köy davamızı başaracaklardır…Enstitünün hususiyetleri ve çalışma sistemi…. (*)1-Fikir ve beden faaliyeti-kelimenin tam anlamıyla-ahenkli bir şekilde tanzim edilmiştir. Enstitü kuru, işe yaramayan, tek cepheli, nazariyatçı unsurlar yetiştirmeyecektir. Burada yalnız hayat, teknik, kültür hakimdir. Bunu toplu ifade etmek lazım gelirse şöyle diyebiliriz:Ruh vücuda, vücut ruha feda edilmemiştir. 2-Enstitünün değerli bir hususiyeti de çocuklarda milli, içtimai, ekonomi ve estetik kıymetlerin ayni derecede inkişafına çalışmasıdır. 3. Enstitünün, diğer mekteplerde gördüğümüz ve alıştığımız gibi, bir işçi kadrosu yoktur. Burada topluluk hayatının vazifeleri ve samimiyeti vardır. Herkes kendisi için olduğu kadar başkaları için de çalışmasını bilir. Bugün enstitüde şuurlu bir iş bölümü sayesinde ”Kendi kendini idare” prensibinin temelleri atılmıştır. 4-Enstitü yaz-kış faaliyet halindedir. Diğer mektepler gibi üç –dört aylık uzun bir tatil devresi, iş hayatının bünyesine ve icaplarına uygun değildir. Öğrenci, yılda iki defa gruplar halinde sıra ile yirmişer gün köylerine izinli olarak gidebilirler. Enstitü hiç aksamadan işine devam eder. Köyüne giden öğrenci, köyün özelliklerini, ihtiyaçlarını, folklorünü tetkik etmiş olarak döner. 5-Enstitü ilkokuldan sonra beş sene süren bir kurumdur. Buradan çıkanlar yedek subay olurlar. Enstitünün öğretimi, Cumhuriyet Eğitiminde pedagoji literatürümüzün beslediği öz iş esasları üzerine kurulmuştur. ”Sınıf usulü” yalnız bir isimdir. Daha doğrusu öğrencinin hangi sınıfta hangi sınıfta olduğunu ifade eder. Öğrenci, faaliyet tarzlarının icaplarına göre ya toptan, yahut gruplar halinde, Türkçe, tarih, coğrafya, odalarına, müzik sakonuna, laboratuara, atelyelere, fotoğrafhaneye, demirhaneyeitarlaya gider. Her hangi bir dersten zayıf kalan bir öğrenci, ”Küme dersleri vasıtasıyla yetiştirilmektedir. 6-Kız öğrenci biçki-dikiş, ev idaresinden başka derslerini de kendileri hazırlamak ve tezgaha uygulamak suretiyle olağanüstü güzellikte halılar dokumaktadır. 7-Öğrenciler üreticidir. Yani enstitü üretime de değer verir. Fakat üretim, burada bir ön amaç değildir:Öğrencinin yeteneğine göre yetişmesini, bilinçli olarak iş içinde gelişmesini sağlayacak bir araçtır. 8_Özet olarak Enstitü, ”İş okulu”, ”Etkin okul, diye adlandırdığı, ileri sistemlerin feyizli bir uygulamasıdır. 9-Bütün idealleri realize eden bu kurumun etkinliklerinden, memleketimizin v onun dertlerini önleyecek gençlerin geleceği adına, bir dilekte bulunmamak bilmem ki haksızlık olur mu? Uygulama saatleri genel olarak 6. sınıflarda bulunmaktadır. Bundan sonraki senelerde her çocuk seçtiği sanat kolunda usta olmaya çalışmaktadır. İlerde, köydeki üretim yaşamına girecek olan öğretmenin, daha bilgili olması, köylünün sorunlarına daha çok yönlü yanıt verebilmesi için uygulamalı derslerin hiç değilse 7. sınıfta da verilmesi acaba daha yararlı olmaz mıydı? Dün bir hayal olan bu kurum, bugün gerçek olmuştur. Türk köylerini de bu gerçek gibi mutlulukla gözleyeceğimiz günler uzak değildir. Kalplerimiz umut, cesaret ve ülkü ile çarpıyor. Ey Kızılçullu’da çalışan kardeşler!Size selam ve sevgiler, Yarın hep beraber elimizde meşale köy yolundayız…. Kemal Üstün…. . 2. Yazı…Kızılçullu İdeali. . Okulun önünden otobüs geçerken bir züppe yüzünü ekşiterek, alaycı bir şekilde:Yazık!bu güzelim koleji Köy Öğretmen Okulu yapmışlar. Birkaç baş okula doğru çevrildi. Biri atıldı:Burada müthiş bir boğa vardı. Bir diğeri. Hele civciv makineleri!Horozları!Acayip tavuklar!Ve söz uzadı. Züppenin dünya görüşü, gündüz baykuş görüşü kadar kısadır. Dudağının üstündeki bıyığı kadar sahte, pomatlı saçları gibi kirli züppe;Amerikalının makinesine değil, artistine vurgundur. Onun alın teri flört yorgunluğu, bizimki çalışma yorgunluğudur. Dava düşmanının kafası, çelmesi, kadar zayıf…. Amerika hasreti ve rüyası, kolejle beraber maziye gömüldü…Kızılçullu Köy Öğretmen Okulu üçüncü yaşına basmıştır. Üç seneyi aşan bir davanın tohumu, toprak üstünde bir fırtınadan kırılmayacvak ve yeniden sökülemeyecek kadar kök salmış demektir. Her yeni dava önünde bunalan kafa, bükülen ağız, evvela uyar gibi görünür;sonra çelmesini dener;ve kendi yuvarlanır. Köy davasının öncüleri köy ufuklarını aştılar”Davamız, köyü toprağiyle, insaniyle, ağaciyle, kafası ve gönlü ile yeniden yaratmaktır. Tohum gibi bire yüz veren insan enerjisi v dal gibi bükülen değil, gövde gibi sökülemeyen karakter yetiştiriyoruz. Eşraf oğlu zihniyetini boğduk. Eskiden salt dinlenilen bir yerde, köyün kızları, usta bir Türk kadınının önünde halı dokuyor. ;Dikiş makineleri İsa sessizliğini boğmuştur. Klişeleşmiş okulu bir arı kovanına çevirdik. Bir kaç gencin Amerikan kaprisi yerine bir memleket davası koyduk. Kızılçullu;kitap, yoprak, traktör, örs, ağaç, bina ve insan değerlerinin toplamıdır. Sıralarında ne ulaşılamayacak sandalye rüyası ne de büyük kazanç tutkusu yoktur. Memleket için insan olmak, Köyü canlandırmak davası, örs başında çekiç tutan mini mini nasırlı ellen, gazete odasında bir makaleyi süzerek, içine sindirerek okuyan, okuduğunu tartışan çocuğun yüzünün gergin çizgilerinden anlaşıolır. N no için çalışma ve sınıf geçme;ne öğretmene karşı gelme ya da kinle bakma. . Sekiz saat sınıf, atölye, tarlada, yüzde en ufak bir yakınma olmadan istekle çalışma…Çünkü onu, yetişmiş bir evlat gibi bekleyen ana babasından çok onu özlemle bekleyen dertli köyü vardır. Çalışmsı, baba korkusuna dayanmayan, kuvvetini köyünün acılarından alan çocuklar yaptıkları binanın üstünden haykırıyorlar:Biz bu yurdun öz evladı, memleketin efendisi köylüyüz. ”……. İzmir-Kültür Gazetesi…İ. A. K….

Arkadaş, yazı gönderdiği için olacak bu kez kısa yazmış; mektubu bir solukta okudum. Ayrıca arkadaşlara da okudum. Arkadaşlığımızın nasıl başladığını anlattım. Bu işe Cavit Kafkas’la birlikte başladığımızı. Cavit’e Eskişehir-Çifteler’den 25 nolu Ali Yılmaz arkadaştan, bana da İzmir –Kızılçullu’dan 66 nolu Ziya Fikri Özlen arkadaştan yanıt geldiğini, bu yazılara da karşılık verince, mektuplaşmamızın süreklilik kandığını, arada bir gecikmeler olsa da tümden kopmadığımızı anlattım. . Başlangıçta Cavit’le ikimiz de sözkonusu iki okuldaki numara arkadaşlarımıza yazmıştık. Bana Eskişehir_Çiftelerden bir kez yanıt geldi bir daha gelmedi. Cavit Kafkas’a da İzmir_Kızılçullu’dan bir yanıt geldi bir daha gelmedi. Daha doğrusu benim Eskişehir-Çifteler’deki arkadaşın okul Köy Enstitüsü olunca numarası değişmiş, bundan dolayı arkadaşın mektuplaşmayı sürdürmek istemediğini varsaydım. . Cavi Kafkas’ın İzmir-Kızılşçullu’daki arkadaşı ise büyük sınıftaymış, susuşunu biz ona yorduk. . Bunu ben sonraları arkadaşım Ziya Fikri’ye sordum, ”Sözünü ettiğin çocuk ağabeyim Fevzi’nin sınıfında diye yazmıştı. Cavit’le ben, İzmi-Kızılçullu Köy Öğretmen Okulu 25 numaralı öğrenciyi böyle değerlendirip, defterimizden sildik. Mektup konusunu kapattıktan sonra. Doğan kemanını ben de akordiyonumu kapatıp kaldırarak işlerimize döndük. Öğle yemeği gene üç kap, etli(Kavurmalı)mercimek, bulgur pilavı, erik hoşafı. Arkadaşlar sevmediklerini söylüyor ama ben erik hoşafını da seviyorum. Sudan daha iyi geliyor bana;hiç değilse bir tatlımsı tadı oluyor. Zil çalınca arkadaşları kapıda karşıladım. Hilmi Altınsoy, Yakup Tanrıkulu, Mehmet Başaran, Ahmet Güner, İbrahim Ertur yok. ”Hepsi birden neden rahatsız olmuşlar?”Halil Basutçu, ”Onlar dokturu, haklı çıkarmak için yattılar!”dedi. Hani doktor, sizler zayıfsınız falan demiş ya, sözde arkadaşlar”Gelin birkaç gün yatalım;böylece doktorun dediği yerine delir!”demişlermiş. Bu söze gülenler oldu. Ancak Harun Özçelik, ”Hasta yatağında yatmak çok zor, insan öyle doktor hatırı için falan hasta yatağında yatmaz!”deyince Halil sözüne açıklık getirdi, ”Şaka söylüyorum, gerçekte arkadaşlar rahatsız, bunu hepimiz biliyoruz!”

Bizim masadakilere Hamdi Bağ Öğretmenin yakında geleceğini, Naci İnan Öğretmenin ise bir hafta izin uzattığını anlattım. Bu habere en çok Yusuf Asıl sevindi, ”Ben o öğretmenleri çok seviyorum, onlar bu okuldan hiç ayrılmasınlar!”Çoktandır gelmiyordu, bugün Okul Müdürümüz de öğle yemeğine geldi. Yemek boyunca Hüsnü Baykoca Öğretmen Müdür Beye bir şeyler anlattı. Kalkıp giderken bile Hüsnü Baykoca Öğretmen anlatmasını sürdürdü;yolda durup durup konuştular. Masalarda başka on kadar öğretmen vardı, onların yanında, Okul Müdürü ile yardımcısının ayrı olarak konuşmalarının nedenini bir türlü anlayamadım. Onların iki ikiye sakin sakin konuşmasına karşın Hidayet Gülen Öğretmen yüksek sesle bir şeyle anlattı, ötekiler de kırılasıya güldüler. Müdür Beyle yardımcısının öğretmenlere katılmadan böyle ayrı durmaları, öğretmenlerle dargın mı yoksa? gibilerde bir kuşku uyandırdı. Öğleden sonra bir ara herkes bir yerlere gitti. Arkadaşları atölyelere dağıldığı için dersliklerine gitmişler. Aşçıbaşı patates soydurmak için iki üç kişi gerekli, dedi. Bu sıra gelenler oldu sorun çözüldü. Akşam yemeğimiz, çorba patates yemeği. Nöbetimiz çok iyi geçti. Geç vakit dersliğe gittim. Hasta arkadaşları görmüşler, hepsi iyi imiş. Nöbette işinde yorucu bir taraf yok ama, işlerin düzgün yürümesi için dikkat ederken, insan iş yapmış gibi yoruluyor. Bundan olacak uykum geldi, esnemeye başladım. Yarın Türkçe dersimiz var ödevleri gözden geçirmem gerekiyor. Gözlerim yaşarıyor, yazı okuyacak gibi değilim. Halil Basutçu, kendine göre bir neden buldu:”Nöbetçi, sen soğan doğradın galiba!”Doğramadığımı söyledim ama, uykumun geldiğine de bir türlü inandıramadım. Neyse ki yat zili çaldı, son nöbet görevim olan dersliklerin boşalması, kapıların, pencerelerin, sobaların durumlarını gözden geçirdikten sonra yattım…

 

10 Ocak 1941 Cuma

 

Rahat uyandım. Kalkıp hazırlanırken Türkçe ödevlerini düşündüm . Öğretmen kimi ödevleri sorup üzerinde durmuyor. Köy ödevleri böyle oldu. Dilbilgisi için de verdiği bir sürü ödev öylece kaldı:Arkadaşlar biraz da bu nedenle gevşek davranıyorlar:”Nasıl olsa bakmayacak!”deyip geçiştiriyorlar. Ben, ”Ya bakarsa!”deyip verilen tüm ödevleri yapıyorum. Derste bugün ödevleri kurcalarsam, ödev yapmamış arkadaşların azarlanmasına neden olurum, düşüncesiyle son okuduğum kitap, Don Kişot’la ilgili sorular soracağım. Don Kişot, , bir deli saçması kitabı mı, yoksa ben mi doğru anlamadım!” Şövalyelik nedir? Yazar Cervantes şövalyelikle niçin alay etmiştir?Üç Silahşörleri okurken de bu şövalyelik sözü çok geçti ama, o zaman fazla ilgimi çekmemişti. Daha doğrusu, o zaman şövalye ile silahşörlüğü eşdeğerde sanmıştım. Kardinal Rişliyo için “Şövalye ruhlu gibilerde sözler geçiyordu. Don Kişat’ta da kılık kıyafet aslında silahşör bozuntusu gibi. Bu bakından Don Kişot’a “Silahörlükle alay ediyor!” deseler daha iyi olmaz mı?Kahvaltıda arkadaşların konuşmalarına katılmadım. Revirde yatan arkadaşlardan söz ettiler;tam dinlemedim. İyi olduklarını dün öğrenmiştim. Bugün çıkacaklarını söylüyorlardı. Dersliğe gidince biraz şaşırdım:İdris Destan çok ateşlenmiş, gece doktor Sezai Feray gelmiş. İdris’in durumunu önemli bulmuş, İstanbul’a gönderilmesi için gerekçe yazmış. Öteki sınıflardan da benzer hastalar varmış. Arkadaşlar, bugün yarın İstanbul’a götürüleceklermiş. İdris Destan sevdiğim arkadaşlardan. Önce üzüldüm. Dersten sonra da gidip bir kez daha görmeyi istedim. Dersimiz Türkçe, Fikret Madaralı Öğretmen derse geldi. Günaydından sonra üzülerek benim gibi o da İdris Destan nasıl?gidip göreniniz var mı?dedi. Harun yanıtladı:”Üşütmeden ileri gelen süreli bir ateşi varmış. . Bunun üzerine öğretmen sağlığımızla ilgili konuşma yaptı. Söylediğine göre bizim yaşımızdakilerde rahatsızlıklar kolay etkiler çok da koya geçermiş. Ancak geçişlerin kimileri aldatıcı bir geçiş de olabilirmiş. Geçti gibi görünmesine karşın örneğin akciğerlerde bir iz bırakırmış. Bu iz, bundan sonraki rahatsızlıklarda bir tür hastalık destekleyiciliği yaparak kişiyi güçten düşürürmüş. Öğretmen İdris için”Böyle bir durumu var mı yok mu? umarım yoktur. Ancak ben hepinizi uyarıyorum:Ateşli hastalıklardan sonra kendinizi iyi gözlemleyin. En ufak bir rahatsızlık kalıntısı varsa, bunu ilgililere söyleyin ki onlar sizin bu durumunuzu iyi bilsinler. Öğretmen bunları söyledikten sonra Sağlık üstüne söylenmiş”. . Sağlık, varlıktan yeğdir!”atasözünü. . . söyledi, anlamını sordu. Bekir Temuçin parmak kaldırdı. Bekir açıklamasını yaptı. Öğretmen Bekir Temuçin’e dikkatli dikkatli baktıktan sonra gülümseyerek, ”Can boğazdan gelir!”sözünü açıklattı. Bekir’e sevip sevmediği yemekleri, tabağında yemek bırakıp bırakmadığını sordu. Bekir, ”Tabaklarımda yemek bırakmam, ayrıca yemek seçmem, ne bulursam yerim!”deyince bu kez de15 Hüseyin Serin’e aynı soruyu sordu. Hüseyin de aynı yanıtı verince üçüncü kişi olarak bana sordu. Ben de benzer yanıtı verdim. Bu kez öğretmen gülerek Bekir Temuıçin’e “üçünüz de aynı yanıtı verdiniz. . Şu ikisi çok sağlıklı göründüklerinden onlara inanmak zorundayım. Senin sağlık durumun onlarınkilere bakarak biraz farklı. Bir süre benim dediğimi göz önünde tut, yemekten kalkarken tabaklarına bak. Tabaklar boşsa fazla tasalanma. Ama tabaklarda bir şeyler kalıyorsa lütfen onları boşaltmadan kalkma!”Bekir Temuçin arkadaş biraz zayıf bedenli. Bunların ondan söylendiğini anladığı için, üzgün bir sesle “Peki öğretmenim!”dedi. Öğretmen, hepimizin yüzlerimize bakarak bir değerlendir yaptığı besbelliydi. Sıraların arasından masasına geçince bana bakıp, ”Sen bir soru soracaktın galiba, şimdi sor!”dedi. Kalktım, son okuduğum bir kitapla ilgili…dedim, ama sözümü bitiremeden öğretmen ”Sor, süremiz yeterse yanıtlarım!”. Ben, ”Don Kişot’u okudum !”deyince öğretmen:“Sen onu yeni mi okudun?biraz geç kalmışsın;ama olsun o kitap, aslında her yaşın kitabıdır!”dedikten sonra sorun nedir?”diye sordu. Ben “Kitap üstüne yazılmış bir yazıda, Don Kişot’un Şövalyelikle alay etme için yazıldığını söyleniyor. Şövalyelik nedir?Öğretmen saatine baktı, “66, sen bir soru değil uzunca bir çağın tarihini sordun. Bunu bir başka derse bırakalım. İstersen bunu tarih dersinde öğretmeninize de sor. O da yardımcı olacaktır. Ondan sonra benim anlatacaklarımı daha rahat kavrarsınız. Çünkü şövalyelik uzunca bir tarihsel süreçtir. Okuduğun kitaptaki gibi, bir kılıç, bir kalkan bir de at olunca şövalye olunmaz. Buradaki bir simgesel durumdur. Don Kişot onu yapmaktadır. Ancak alay konusu olan öteki tarihsel süreçtir!”Öğretmen sözünü bitiremeden zil çaldı. Öğretmen bana dönerek:”Sizin dersiniz yok biliyorum ama, benim dersim var hem de arka arkara üç saat sürüyor!”deyip ayrıldı. Öğretmen gittikten sonra Don Kişot, günün konusu oldu. Arkadaşların çoğu okumuş, herkes anımsadığı bölümleri anlattı. Ancak benim önem verdiğin noktalara kimse değinmedi. Örneğin Don Kişot bir deli mi?Eğer o deli ise, onun arkadaşları nedir?Onlarda mı dedi?Onlar da deli ise, o zaman deliler arkadaşlarına akıllılardan daha bağlı oluyorlar, demektir. Çünkü onlar Don Kişot’u hiç bırakmıyorlar. Arkadaşlar bu tür tartışmalara hiç girmiyorlar. Hele şövalyelik onlar için ilgi çekici bir konu değil. Öğle yemeğine dek genellikle Don Kişot konuşuldu. Sonunda 6 Ali Güleren’i Don Kişot yapmaya karar verdiler. Ali dinledi ama söze karışmadı. Bir ara gene sordular;”Ali Aga, ”Bir at bulsak Don Kişot olur musun?Ali, kızmadı, ”At bulun olurum!”dedi. At bulmak için bir yığın çare düşünüldü. Sonunda hayvan pazarından en ucuz bir atı satın almaya karar verdiler. . Ali buna da razı olduğunu söyledi. Arkasından bir de yel değirmeni istedi. Yel değirmeni tartışılırken öğle yemeği zili çaldı. Kadir Pekgöz arkadaşımız nöbetçi. Bugünkü nöbetçiler arasında kız da var. Sazan adı takılan kız nöbetçi. Oldukça şişman. Kadir’e takıldılar”Dikkat et o mutfağa girmesin, yemeklerimiz yarıya iner!”Kadir sinirlendi. ”O sizin bildiğiniz gibi değil, çok iyi bir insan, onunla alay edilmez!”Kadir bunu söylediğine pişman oldu. ”Kadir bu kıza abayı yakmış, kız Kadir’e büyü yapmış!”gibi sözler ortalığa döküldü. Kadir sinirlenip, arkasını döndü gitti. Kız bu durumlardan habersiz, masalar arasında güleç güleç dolaşıyor. Mustafa Saatçı, Mehmet Yücel’e seslendi:”İskelet, bu sana bakıyor!bana imam deyip duruyorsun, nikahını kıymak için imamlığı kabul ediyorum!”

Yeni bir gelişme…. Öğleden sonra Atölyede toplandık. Bugünkü işimiz çivi sökmek, kalas temizlemek. Soba yakma işi zorlaşmış. Kar uzun süre kaldığından yakacak odunları da kömürleri de sulandırmış. Tutuşturmak için Gereksiz inşaat artığı parçaları çıra yapacağız. Bunlar çoğunlukla iskelelerde, kalıplarda kullanılan kalın tahtalar, kalaslar. Çivili, çimentolu. Temizleyip kesiyoruz. Yığınla kesip atölyenin önüne yığdık. Yığın büyüdükçe bir ilgi artışı oldu:Soru “Bunları kim taşıyacak. ?”Paydos olunca, ”Haydi taşıyalım!” sesini bekler gibiyiz. Böyle diyen olmadı. Arkadaşlar gitti. Ara verdiğim çalışmama tekrar başladım. Yeni parçalarım, O Çiçorniya, Volga, La Polama, Komparsite…. Uzun uzun parmak alıştırması yaptım. Gam, üç oktav aksatmadan yapabiliyorum. Kromatik gamlara başladım Parmak değiştirmeleri pek beceremiyorum. Cumartesi günü Musa ile karşılaşırsam bunu soracağım. O arada yapıyor. Zaten kromatiği bana o söylemişti. Dersliğe gittim. Arkadaşlar İdris Destan’ı konuşuyorlar. Herkes benim gibi düşünüyor. İdris hasta değildi, birden nasıl oldu?. 63 Hilmi, 75 Yakup için daha önce böyle bir söylenti çıkmıştı. Daha doğrusu daha Edirne_Karaağaç’taki doktor, onlar için bir şeyler söylemişti. Arkadaşların bir bölümü o zaman, İdris’e de. Uyarıda bulunulmuşlar. Hepimiz üzgünüz. İdris’le birlikte öteki sınıflardan da gidenler olmuş. Benim gibi revire gitmeyenlerle birlikte gidip yatan arkadaşları gördük. Revirdekiler iyi. İdris’in de iyi olduğunu, doktor, daha iyi bir kontroldan geçmesini istediği için gönderdi!”dediler. Hemşire de “Kaygılanacak bir durum yok, arkadaşınız, yarın iyi olarak dönecektir!”dedi. İdris arkadaş şakacıdır, herkese bir kulp takıp güldürür ama kimseyi fazla incitmez. Bana göre ise çok iyi müzik sesi kavrayışı olduğundan içimden on u kıskandığım oluyor. Mandolini eline alır almaz şarkıları çıkardı. Ancak, çalışma gayreti olmadığından üstüne düşmedi. Tıpkı Abdullah Erçetin gibi. Radyoda duyduğumuz bir melodiyi ikisi de hemen yakalayıp doğru olarak ıslıkla falan tekrar ederler. Ama olay orada kalır. Ben , onların tekrarından yararlanarak akordiyonda ya da mandolinde çalarım. Zaman zaman da yanlış bellerim. Onlardan biri ses düzeltmesi yapar. Sonunda o melodiyi çalan ben olurum, onlar olayın yabancısı kalırlar. Ben bu nedenlerle İdris’i, yetenekli ama tembel, ancak çok iyi yürekli olduğunu kanısına vardığımdan, rahatsızlığına çok üzüldüm. Öteki arkadaşların bu denli sevdiğini görünce ayrıca sevindim. Demek arkadaş hemen hemen hepimize kendini sevdirmiş. Oysa arkadaş küçük olaylardan bile abartılı sonuçlar varsayıp kimi arkadaşlarla sürekli tartışırdı. Demek ki o tartışmalar kırgınlığa dek gitmemiş. Yemekte Kadir geldi, ”Arkadaşların konuşmalarını öteki sınıflar duyuyor, ya konuşmayın ya da daha yavaş konuşun, öğledeki konuşmaları duyanlar Mukaddes’e söylemişler, kızcağız ağladı!”dedi. ”Halil Basutçu, ”İşte sınıfımız adına kötü bir haber!Hani biz ağabeydik?Ağabeylik bu mu?”Birilerimiz dondu kaldı. Birilerimiz de, örneğin Hüseyin Orhan, ”İçimizdeki bir iki geveze boşboğazlık ediyor, arkadaşlara karşı bizler mahcup oluyoruz, bu kez kız öğretmenlere söyler de öğretmenlerden soran olursa bu tür konuşma yapanların adlarını vereceğim!”dedi.  Hüseyin Orhan arkadaşımız, dediğini yapan biri olarak tanınıyor. Böyle deyince birileri sustu. Yemeğin yarısı öteki yarısına göre suskun geçti. Derslikte Hüseyin Orhan’ın sözü tartışıldı. . Sorulursa kimi söyleyecek?Konuşurken herkes katıldı, herkes güldü. . Biri çıkıp gülecek bir söz söylerse ona gülmek yasak mı?”O sözü söyleyeni ele vermeli, gülenleri değil!”Belli bir grup bu kez, derslikte konuşmaların nasıl olması gerektiği üstüne konuştu. Sonunda söze ben de karıştım, ”En iyisi, orada bulunmayanlar için konuşma yapılmasın!Hele kızlar için derslikte konuşulmayacağı üstüne söz verilmişti, bir süre de bu söze uyuldu. Gene bu tür konuşmaları keselim. Mustafa Saatçı, salt oyun bozanlığı yapmak için, ”Ben delikanlı adamım, kızlar için konuşma yaparım. Ancak benim konuşmalarım kimseyi incitmez. Ben kimseye ad takmıyorum, takılmış adları söylemiyorum  !”İsmet, Mustafa’ya “Sevsinler senin gibi delikanlıyı, sen yaşlı başlı adamsın. Asıl delikanlı benim gibilere denir. Bak, senin boyundayım ama senden tam dört yaş küçüğüm!”Bu kez ikisinin de kimlikleri istendi. Derken konu sen ben davasına döndü. . Mustafa’yı savunmayı düşünen Sami Akıncı söze karıştı, ancak o da Mustafa Saatçı’yı haksız buldu. ”Delikanlılık hiç kimseye ayrıcalık getirmez, üstelik hepimiz delikanlıyız!”dedi. Bu sözü Sami’den duymak bir çoğunun hoşuna gitmiş olacak”Delikanlı Sami!”demeye başladılar. Yattığımda bir süre bunları düşündüm. Mustafa Saatçı’yı susturdular ama, galiba o haklıydı. Onun söylediği söz bizim köyde çok söylenir. ”Delikanlık adam, ona ne denir, tam onun çağı!”. . . . ”Delikanlı değil mi? Elbet bakacak!”Bakmadan kız beğenilir mi?elbette bakacak!”türünden konuşmaları çok duymuştum. Demek Mustafa’nın köyünde de böyle deniyor ki, o da öyle söyledi. ”Mustafa’nın köyü!”deyince kendi kendime anımsadım:Okula yeni geldiğimiz sıralar bir gün Mustafa ile tartışırken sormuştum, ”Köyünün adı ne ?” diye. Mustafa söylememiş, susmuştu, arkadaşları söyleyince gülmüştüm”Çöpköy, bu nasıl köy adı?demiştim. Çöpköyü!Gerçekten nasıl ad bu böyle?Çöpköyü gözümde canlandırmaya çalışırken uyudum. . . . . . . . .

 

11 Ocak 1941 Cumartesi…

 

Selahattin Üsteğmen, yumuşak davranışlarıyla bizi oldukça şımarttı;aynı zamanda gevşetti de. Binbaşı gelince bakalım bu durumu nasıl karşılayacak?Ben, Üsteğmene tekmil veriyorum, gülümseyip geçiyor. Yanlış ya da doğru olduğu üstüne bir söz söylemiyor. Binbaşıya karşı nasıl davrandığımı unutmuş bulunuyorum. Bunları düşünerek kalktım. Önceden dersliğe oradan da kahvaltıya gittim. Hamdi Bağ Öğretmen yeni giysileriyle geldi. Kahverengi kırmızı arası bir renk. Arkadaşlar atölyeye de bunlarla mı gelecek acaba ?”diyorlar. ”Neden gelmesin?”diyenler de var. ”Bugün cumartesi, Hamdi Öğretmen belki de Lüleburgaz’a gitmek üzere hazırlandı!” diyenler de çıktı. . Hamdi Öğretmen saçını hiç uzatmıyor. İki yan la arka kısa, tepeden alına doğru uzun saç. Ne ilginç, Hüsnü Baykoca da öyle tıraş oluyor. Kulakların üstünden tepe ile başın arkası kısa tepeden alna doğru saçlar uzun kalıyor. Müdür Bey saçlarını arkaya tarıyor:Saçlar düz olarak arkaya iniyor. Namık Öğretmenle Nazmi Aybar Öğretmen de öyle, saçları arkaya dek uzatıyorlar. Öteki öğretmenlerin hemen hemen hepsi saçlarını sol yan taraftan ikiye bölüp, büyük bölümü soldan sağa, küçük bölümü de sağa tarıyor. Fikret, Naci, İrfan, Tarımcı Naci, Salih Ziya, Selçuk, Latif öğretmenlerle, adlarını tam olarak henüz öğrenmediğim öteki sekiz on öğretmenin saçları hep ikiye ayırıyor. . Saçlarımı uzatınca ben nasıl tarayacağım?Dersliğe gidince arkadaşlara sordum. ”Saçlarınızı uzatınca nasıl tarayacaksınız?”Sorduğuma pişman oldum. ”Saç uzatma ile ilgili bir haber mi duydun ?”diyerek başıma toplandılar. Yemin billah ederek başımdan zor savdım. Sorduğuma ise kimse yanıt vermedi. ”Önce uzatalım, sonra karar veririz!”diyenler oldu. Benim kitap taşıyıcım Hasan Üner Rasputin adlı bir kitap gösterdi:Bir solukta okuyacaksın, o da senin gibi bir köylü çocuğu, sonrasını oku da gör, anlatmakla bitmez!”dedi. Aldım, okumaya başladım. Rasputin, benim gibi köylü çocuğu falan değil düpedüz bir papaz. Papazları ise hiç sevmem. Babamın öykülerinde papazlar hep kötü adamlardır. Rasputin gerçekren bizim köylere benzeyen kırsal bir yerde doğmuş. Ancak zeki olduğu kesin. Çünkü öteki köylüler gibi olduğu yerde kalmamış, önce papaz olmayı başarmış;giderek de insanları kendine bağlamayı. . Bizim muskacı hocalar gibi hastaları dualarla iyileştirdiğini söylemekle kalmamış, sayısız hastayı iyi etmiş. Ünü gittikçe yayılarak Rus Çarı’nın kulağına dek gitmiştir…………. .

Ders zili çalınca kapıya çıktım. İçimden “Binbaşı gelirse ne yapacağım?. . Demeye kalmadı, Üsteğmen gülümseyerek kapıdan girdi. ”Dikkat, hazrol, selam dur!”dedim. Üsteğmen bu kez bana “Sen bu işi benimsedin, giderek de pişirdin. Ancak askerlikte katmanların üstünlüğü benimsenir. Aynı katmandakilerin üstünlüğü söz konusu olamaz. Bu nedenle Binbaşım geldiği zaman sen gene görevini yaparsın. Ben geldiğim sürelerde, öteki arkadaşların da bu işi denemelerini isteyeceğim. Örneğin bugün ilk numaradaki arkadaşımız kalksın!”dedi. 4 Mehmet Aygün kalktı. Üsteğmen ona salt “Dikkat!”dedirtti. Haftaya gene 4 Mehmet kalkacak. Ondan sonra numara sırası sürecek. Bu işe çok sevindim. Çünkü ben bundan bıkmıştım. Zaten hiçbir zaman da isteyerek yapmadım. Ancak Binbaşıdan çekindiğim için zorunlu katlanıyordum. Hemen bir kurnazlık düşündüm:Binbaşı gelince de kalkmayacağım. ”Üsteğmen değiştirdi!”deyip çekilmeye çalışacağım. Üsteğmen, radyo dinleyip dinlemediğimizi sordu. Dinlemediğimizi, daha doğrusu dinleyemediğimizi söyleyince, ”Oh, ne rahatsınız! Haberleri dinlemiyor, böylece üzülecek şeyleri de duymadan huzur içinde günlerinizi geçiriyorsunuz!”dedi. Arkadaşlar hep sustular. Üsteğmen kesinlikle bir şeyler söylenmesini bekler durumdaydı. Bunu anladığım için parmak kaldırdım. Gerçekten ben parmağımı kaldırırken daha söyle bakalım!”dedi. Ben, haberleri dinleyemediğimiz için üzgünüz. Bu üzüntümüz bile bizi huzursuz ediyor. Ayrıca, çoğumuzun ailesinden birer ikişer asker var. Onlar karda kışta savaş beklerken huzur içinde yaşamamız olası değil. Ayrıca yemeklerimiz giderek hem azalıyor, hem de neredeyse her gün aynı yemeklere dönüştü. Bunlar bile bizim huzurumuzu bozmuş durumda!”dedim sustum. Üsteğmen, ”Yanlış anladın, elbette hepimiz huzursuzuz. Benim kastım, dış devletler arasındaki haberler içindi. Hiç değilse siz onların durumlarından etkilenmiyorsunuz. Ben bunu kastetmiştim!”Anlatacağı konuya geçti. Asker toplama, sınıflandırma, sınıfların askerlik süreçleri. Askerlik şubeleri, Askerlik daireleri, yetkileri, görevleri üstüne örneklerle bilgiler verdi. Askerlik yoklaması yaptıran var mı?” diye sordu. Gene yalnız ben parmak kaldırdım. Üsteğmen gülerek ”Bugün senin günü galiba!”dedi. Nedense bana teşekkür etti. Haftaya yazılı yoklama yapacağını, soruları kitaptan soracağını, kitaptaki soruları gözden geçirmemizi tembihledi……. Ders bitiminden sonra nobetçi öğrenci geldi, ”Önce bayrak töreni sonra yemek!”uyarısı yaptı. Tören zili çalınca ben görevimi yaptım. Hava serin ama güneşli. Törenden bir süre sonra öğle yemeğine girdik. Kamyon tam saat 14-oo de kalkıyor. lokmaları atıştırdık. Cavit, Salih, ben, üçümüz Lüleburgaz’a gittik. Elma-portakal-muşmula-Üzüm-incir türünden yiyecekleri eczane yan sokağına taşıdık. Alacaklar çok çeşitliymiş gidip gelmeler bana zaman bırakmadı, Halkevine gidemedim. Tüm alacaklarımızı alıp vaktinde okula döndük…Bir süre kooperatifte ben de arkadaşlara yardım ettim. Dersliğe dönünce Rasputin’i kaldığım yerden okumaya başladım….

Çarın oğlu iyileşmesi güç bir hastalığa tutulmuştur. Çarın oğlu bu, tüm ünlü doktorlar ilgilenmiş ama hiç birisi iyileştirici bir çare bulamamıştır. , sayısız doktorun hastayı görüp de iyileştirici bir yol bulamaması sonunda Çar 2. Nikola, Rasputin’i sarayına çağırmış. Rasputin küçük prensin derdini tümden geçirememiş ama kendine özgü bir tedavi yöntemi uygulayarak, hastalığın ilerlemesini bir süre durdurmuş. Ancak bu süre oldukça uzamış. İşte Rasputin bu uzun Çar sarayı konukluğunda gerçek Rasputin’liğini göstermiş. Çariçe’ye yaklaşımının söylentilerinden başka sayısız sosyete kadınıyla ilişki kurup yaşamını çılgınlığa dönüştürünce tüm Çarlık Rusya’sının birincil sorunu olarak yıllarca gündemde kalmış. Ahlaksal davranışları yetmiyormuş gibi bir de politika alanına el atmıştır. 1. Dünya savaşı sürmektedir. Rusya-Almanya arasındaki çarpışmalar ikinci yılına girmiştir. Rasputin Almanya yanlısıdır. Almanya adına casusluk yaptığı söylentileri halkı tümüyle aleyhine çevirmiştir. Sonunda Çar 2. Nikola gözdelerinden bir grup Rasputin’i öldürmeye karar verirler. Bu kitabın yazarı da o grup içindedir. Böylece yazar, tanık olduğu bir olayı kitaba aktırmıştır. Özellikle Rasputin’in öldürülüşünün anlatımı Kitabın yazarı Prens Yosopof’un gözlemleridir. Rasputin, yakından tanıdığı ya da tanıdığını sandığı dört ünlü kişi tarafından dostça çağırılır. Zaten Rasputin sürekli çağrılarda içki alemlerindedir. Rasputin’in çok güçlü bir bedeni vardır, içki, eğlence onun için yorucu değil tersine güçlendirici etkinliklerdir. Sibirya’nın sert ikliminde yetişmiştir. 40 yaşlarına dek büyük zorluklara göğüs germiş, bu zorluklara aşarak olağanüstü bir dayanıklık kazanmıştır. Bu kez de söyleşiler arasında kadehine atılan zehri içmesine karşın ölmez. Kalkar yandaki bir odaya gidip yatar. Kitabın yazarı , Rasputin’ölü göreceğini umarak yanına gittiğinde Rasputin bir bardak şarap ister. Şarabı içince canlanıp ayağa kalkar. Ölümünü bekleyenler bu kez tabanca kullanırlar. Kurşunlar tam kalbine gelmiştir. Rasputin yere yuvarlanır. Kalp parçalanmış, beden kanlar içinde Rasputin boylu boyunca yatmaktadır. Cesedi alıp bodrum indirirler. Yosopof eğilip Rasputin’in yüzüne bakar. Gözler canlıdır, önce biri sonra ikisi açılıp kapanmaktadır. Birden sıçrayıp Prens Yosopof’un ustüne atılır, elleriyle sımsıkı yakalar. Bu kez de yanındaki arkadaşı tabancasını ateşler, Rasputin’in bedeni İyice delik deşik olmuştur. Gene de bir iki kalkma girişimi yapmıştır. Sonunda boylu boyuna uzanır. Raspotin ölmüştur. . Rasputin’in ölümüne halk sevinmiştir. Ancak Çariçe ile yandaşları, Rasputin’in tuzağına düşmüş kimi öngörüsüzler, kederlerini içlerinde tutarak yaslarını sürdürmüşlerdir. Kitabı bitirdiğim zaman Hasan Üner’e hak verdim. Gerçekten başlayınca kolay kolay bırakılamadan okunacak bir kitap. İnsanın inanası gelmiyor. Köyden çıkmış biri bu denli kurnaz olsun, koskoca Rus Çarının bile gözüne girsin, şaşılacak bir durum. Onca okur yazarın arasında birkaç gün değil 5-6 yıl dediğim dedik, diretmesi içinde her istediğine kavuşsun, inanılacak gibi değil. Bunun, biraz da Çarlık Rusya’sının yönetim bozukluğundan ileri geldiği anlaşılşıyor. Nitekim Rasputin’den bir yıl sonra Çarlık yönetimi de hem savaşı kaybetti hem de yıkıldı……. . Rasputin kitabını verince bu kez gene bir Rus yazarı, Anton Çehov’un Maske adlı kitabını aldım. Önce bunu da roman sanmıştım. Daha doğrusu ben o niyetle aldım ama karıştırınca, kısa öykülerden oluşan bir kitap olduğunu gördüm. Bu daha iyi, çünkü ara vermelerde bir sorun olmuyor:Bir öykü bitince orada kesip, tekrar okumaya başlayınca yeni bir öyküyle okumayı sürdürüyorum. Anton Çehov. İlginç bir durum, Kitabın kapağında yazarın adı Anton Çehov, oysa kitabın iç kapağında Çehof yazılmış. Daha sonraları da hep Çehof olarak geçiyor. Herhalde doğrusu Çehof, yani f, harfi ile yazılıyor. Kitap, Remzi Kitabevi tarafından çıkarılmış. Rusça’dan çeviren Zeki Baştımar. 190 sayfa, 30 öyküden oluşuyor. Anton Çehof’da Ömer Seyfettin benzeri öyküler yazmış. Beni, şimdilik Ömer Seyfettin ölçüsünde etkilememekle birlikte gene de okuyabiliyorum, okudukça da seveceğimi umuyorum. . İlk öykünün adı, aynı zamanda kitabın da adı olmuş. Acaba kitapta en güzel öykü bu mu?Maske’yi gülerek okudum. Ancak öykü bitince elimde olmayarak düşündüm, bu öykü kime ne anlatıyor?Öyküdeki kişiler, belli bir yaşam ilkesi olan kişiler olarak ortaya çıkarken öykü sonunda bambaşka bir yönde durdukları anlaşılıyor. Öyküye ilk girişinde, dengesiz biri olarak görünen Pyatigorof’u ise öykü sonunda, öykü boyunca konuşmalarından kendimie yakın bulduğumuz kişilerin saygı göstermesiyle hem biraz değişik bir duyguya kapıldım hem de biraz çarpıldım. . Daha önce kınadığım Pyatigorof sonunda dediğini niçin yaptırdı?Pyatigorof’un saygınlığı ile ötekilerin sözlerinin arkasında olamamalarının nedenlerini tam anlayamadan öyküyü geçtim, bu nedenle bir kez daha okuyacağım. Kitaptaki 30 öyküyü araka arkaya değil de uzunluk kısalık durumlarına göre işaretleyerek okumaya karar verdim. Örneğin ikinci olarak 92. sayfadaki Sevinç öyküsünü okudum. Bu, bence bir öykü bile değil. Değil ama okuduğuma sevindim. Mitya Kuldorof gibi insanlar var. Bunlar, kendi, ne göre değer saydıklarının dışına çıkamayan, üstelik kendisine katılmayanları da kınayan türünden zayıf karakterli insanlardır. Çevremde böyle kişiler görüyorum ama onları bu denli rahat anlatmam olanaksız. 100. sayfadaki dilenci ilginç. Bu öykü de Maske deki gibi, tam anladığımı söyleyemem. Öğüt verici mi kazandı?Yoksa öğüt verici yüzeysel sözlerle kendini mi kandırdı?Kendi işçisi Olga bile avukat Sakvortsof’u aldatıyor. Gel gelelim Sakvortsof kendi havasında, olayların iç yüzünü göremiyor. Yazık ki sonunda olaya benim gibi o da şaşıyor. 136. sayfadaki Ayna’yı iki kez okudum. Birincide derslikteki gürültüyü bahane sayarak iyi anlamadığımı düşündüm. İkinci okuyuşumda derslşik çok sessizdi ama sonuç değişmedi Hayal kurmaların geçmişe dönüşmesini bir türlü kavrayamadım. Nelli, gerçekten aynaya bakarken uyuyup rüya mı gördü? Rüya ise bu denli ayrıntılı rüya olur mu? Bu öyküyü de bir daha okuyacağım. 150. sayfadaki Kazanan Bilet öyküsü de ilginç. Öykü, bilet milet anlatmıyor;zıtlaşan karı-kocanın durumunu sergiliyor. Bence öykünün özetini, öykünün sonun da İvan Dimitriç, ”Allah canımı alsa bari;gidiyorum. Önüme ilk çıkacak kavak ağacına kendimi asacağım!”sözleriyle açıklıyor…Belli ki yaşam sevincini yitirmiş bir birliktelik. . Piyango bileti burada aracı olarak kullanılmış. Anton Çehof’un öykülerini sevmeye başladım…. . Kitabı karıştırıp karıştırıp okuduğumu arkadaşım görmüşSordu, ”Ne o, bir baştan bir sondan mı okuyorsun?”Kitabı gösterdim. ”Zil çalınca öykü yarım kalmasın, diye kısalarını seçiyorum. Hepsi ayrı öyküler olduğundan karışık okumakta bir sakınca görmüyorum!”dedim. Arkadaş da kitabın tamamını değil ama içinden birkaç öykü okumuş;okuduklarını beğendiğini söyledi. . Zili beklerken bu kez kitabın girişindeki açıklamaları okudum. Anton Çehof doktormuş. Hem doktorluk yapmış hem de yazarlıkÜstelik o da kırsal kesimde yetişmiş. Hem de bir kuşak önceki ailesi düpedüz köleymiş. Dedesi kölelikten kurtulmuş, torunu ünlü bir yazar olmuş. Düşündüm:Yazar olmak için ne yapmak gerekiyor?. Sürekli yazmak mı?Ben de yazıyorum ama yazdıklarımı bir başkasının okuyacağını sanmıyorum. Geldim, gittim, yedim, içtim diyerek yazı yazılmıyor. r. Anton Çehof hiçbir şey yemiyor, içmiyor ama yazdıklarını düşünerek okuyorum da gene de tam anlayamıyorum. Zil sesini duyar duymaz yatakhane yolunu tuttum. Portakal sandığı taşıdım, kamyona bindirdim, indirdim. Bundan olacak yorgun gibiyim, yatar yatmaz uyudum. .

 

12 Ocak 1941 Pazar….

 

Banyo günümüz. Arkadaşlar çamaşır yıkamaktan, yıkatmaktan söz ediyorlar. Onlar konuşurken yarı uyur yarı uyanık, Kamber Amcama, yengeme içimden teşekkür ediyorum. Kepirtepe’ye geleli beri benim böyle bir sorunum olmadı. Bundan böyle de olmayacağını umuyorum. Öğleden önce banyo yapabilirsem, öğleden sonra Türkçe dersime çalışacağım, Maske’yi bitireceğim. Yarın da Türkçe dersinde fırsat bulursam Anton Çehof’u ortaya getireceğim. Zaten öğretmen daha önce ondan söz etmişti. Öyküleri okunacak yazarları sıralarken Anton Çehof adı geçmişti. Kahvaltıda çorbayla karşılaştık. Bir yandan kaşıklıyoruz bir yandan da söyleniyoruz. Arada soranlar oldu:”Bu ne çorbası?”Yanıt çok kısa oldu:”Su çorbası!”Arkasından sıralandı;Savaş çorbası, sıcak su çorbası gibi anlar takanlar da oldu. . İlk sıra banyo bizim olduğunu öğreniyoruz. Ben buna sevindim. Söylenenleri dinlemekle, arada da gülmekle birlikte ben çorbamı bitiriyorum. Burada, çorba morba diyerek dudak büküyoruz ama köyde kendi evlerimizde de sabahların çoğu bu tür çorbalarla geçiştiriyoruz. Ben kendi payıma, onun bile olmadığı günleri unutmuş değilim. Banyodan sonra bir süre kooperatifte kaldım. Harun Özçelik çalışmaya başladı. Bu kez Fevzi Üner rahatsız olmuş. Cavit’le Salih iyiler. Kooperatifte fazla kalmadım, dersliğe geçtim. Maske’yi bitiremesem bile bugün çoğunu okuyacağım. Atölye soğuk olduğu için oraya belki akşam üstü uğrar kısa bir çalışma yaparım. Sırama oturunca Maske’ye “Tanış Erkek” öyküsüyle başladım. Zavallı Vanda, ortalıkta kalmıştır. Öyküde anlatılmıyor ama sonuçtan kolayca anlaşılıyor:Vanda, yaşamın kolay tarafını seçmiştir ama yakalandığı hastalık onu gerçekle karşı karşıya bırakmıştır. Biz, Vanda’yı bu zamanında tanıyoruz. Oldukça kendine acındıracak bir durumdadır. Dilenecek ölçüde yoksul düşmüştür. Eski dostlarını arar. Ancak dost görünenler, kolay gizlenmektedir. Vanda sonunda bir diş doktoruna uğrar. Amacı para istemektir. Doktor oralı olmaz;belki bile bile tanımazdan gelip onu hastası olarak karşılar, bir dişini çekip, elindeki az olan parasını da alarak sokağa bırakır. ”Su destisi su yolunda kırılır!” özlü sözünü kanıtlarca Vanda gene eski yaşamına dönmüştür. Çok değil bir gün sonra Vanda , Kazan’lı bir yeni yetme ile dans etmektedir. Kılığı da yeni modaya uygundur(!)Ya da uzaklaştıracağını düşündü. ……. Vanda’ya fena sinirlendim. Dün ne idi, neler düşünüyordu!Parasızdı ama utanç duymaktan söz ediyordu. Bu duygu onu yaşama sevincine iletebilirdi, bir okuyucu olarak bana bu umudu vermişti. Düşündüm:Vanda’ya mı kızayım yoksa Anton Çehof’a mı? İçimden bir ses, ”Ne ona kız ne de buna!, İnsanlar, çok ayrıntılı düşünecek yetilere sahiptir, iyileri de düşünürler kötüleri de. Bu karmaşık düşünceleri onları bir yol ayrımına getirir. İşte bazıları, bu yol ayrımını doğru yapmakta zorlanırlar. Anton Çehof Vanda’ya bu ayrımda yardımcı olmamıştır. Yazar, bence Vanda’yı uçuruma attı ama binlerce okuyucuyu da o uçurumdan uzaklaştırdı…Eğer Vanda’yı kurtarmış. olsaydı bu kez binlerce okuyucusu Vanda’nın düştüğü çukura düşecekti. Azıcık duraksadım:Ömer Seyfettin’le Anton Çehof arasında hem benzerlik hem de büyük bir ayrılık var, bunu sezer gibi oldum. Ömer Seyfettin’in yüzden fazla öyküsünü okumuştum. Ancak anımsadığım kadarıyla, Piç, Bilgi Bucağı, Gayet Büyük Bir Adam, Efruz Bey, Çanakkale’den Sonra, Hürriyet Gecesi, gibi sayılı öyküleri dışındakilerden kendime pek pay çıkaramamıştım. Okudum, beğendim. Kahramanlar, pek kahraman, belleğime öylece yerleştiler;bundan böyle de çıkıp gideceklerini de sanmıyorum. Koca Ali’yi nasıl unutabilirim?Ferman’daki ihanet, Kaşağı’daki kıskançlık güdüsü, Nakarat’taki gençliğin sorumsuz yaklaşım isteği, Mermer Tezgah’taki ibretengiz bencillik, Keramet’te Çiroz Ahmet’in bağnaz kalabalığın hiçe sayıp türbe soyması ya da din min derken toplumun Çiroz Ahmet’lerin oyuncağı olması belleğimde silinmeyecek izler olarak kalacaktır. Ancak, o kahramanlar tümüyle belleğimde ama, sanki onlar, belleğime hapsedilmiş gibiler. Hacı Hasan Beyin kızı Lale, olağanüstü güzelliği ile belleğimde. Onun çektiği acıları, düştüğü aşağılayıcı durumu anımsadıkça, boğazım düğümleniyor, burnumun direği sızlıyor. . Bu duygu kahramanın Lale oluşundan çok, insan oluşundan, diyorum. Çünkü ben Bomba’daki Mağda için de aynı duyguları taşıyorum. Hem de bu duygular, Lale’ninkilerden eksik değil. Ancak, onların o çok büyük acısına karşın onlar, benim belleğimde durağanlar; koleksiyonlardaki renkli kelebekler gibi, öylece güzelliklerini koruyup, acılarını anımsatıyorlar. Ben onların güzel görüntüleri, sonsuz acıları karşısından soluğumu tutarak duruyorum ama, . düşünemiyorum. Öylece durgun bakıyorum da, kendimi onlara daha fazla yaklaştıramıyorum; acılarını paylaşıp karşılarında donmuş gibi kaskatı baktığımı duyumsuyorum…. . Böyle düşünürken. birden başka bir bulgunun ayırdına vardım, Ben, Vanda’da da derin bir acıma duygusuna kapılmıştım. Örneğin Vanda’nın sokağa çıkışı, aynalara bakışı, bir eski dostla karşılaşamamanın verdiği burukluğu, yalnızlığın verdiği ruhsal yıkıntıyı hep duyar gibi oldum. Hele eski dostu olan dişçininVanda’yı umursamazlığı, üstelik Vanda’nın ağrımayan dişini ona çektirmesi, cebindeki tek lirasını dişçiye vermesinin nedenlerini kahırlanarak izledim. Vanda’nın içine düştüğü, o korkunç insancıl acıları, benim içimi de sızlattı. Hele bir gün sonra Vanda’nın gene eski yaşamına dönmesi, bu kez sinirlerimi de bozdu;geçip karşısına dövesim geldi. Böyleyken ben, Vanda ile değişik bir ruhsal iletişim kurdum. Kendisinden tiksindiğim bir yanı da oldu. Ayrıca bende resimsel bir iz de bırakmadı. Buna karşın, gerçek bir Vanda ile tanışmış gibi oldum. . Vanda artık bende bir kişi değil bir unutulmaz kişilik izi bıraktı. Onun, bende unutamayacağım acıları kalmadı ama sanırım o, öylece kendisi kaldı . Yüzüne baktığım çevremdeki insanların hangisi bendeki Vanda diye süzmeye başladım. . Kendini, olduğunda daha değişik gören, başkalarının da öyle göreceğini düşleyen, düşlerine yakın sözleri duyunca hemen yumuşayan, hoşuna giden sözleri söyleyenlere hemen inanan Vanda!Acaba, Lale’nin, Mağda’nın ölmüş olması, buna karşın Vanda’nın yaşamını sürdürmesi mi beni bu tür düşünceye itti?Yoksa Anton Çehof’un anlatışında mı bir kendine çekicilik var? Bir süre bunu düşündüm…Şimdi ara versem bile bu konuyu, kuşkusuz daha sonraları çok düşüneceğim…. . . Maske’yi bir yana bıraktım……. . Yarın Türkçe dersimiz var, Fikret Madaralı Öğretmen dilbilgisi ödevleri vermişti;ödevleri yaptım ama çalışın dediği konuları yeterince çalışmamıştım. Özellikle Dilbilgisi kitabımız olmadığından okuma kitabımızdan örnek tümcelerden göz yordamıyla sonuçlar almaya çalıştım. Örneğin zarflar için böyle bir yöntem uyguladım. Dün-Bugün-yarın-hemen-şimdi-birazdan-çabuk-çabucak-önce-sonra-sabah-akşam-gece-gündüz-öğle-erken-geç-henüz-hala-daha-elbet--asla-hiç-keşke-bari-inşallah-gene-tekrar-evet-hayır-artık-kadar-en –fazla-çokça-biraz-ne-nasıl, niçin-hani sözcükleri zarf olarak kullanılıyor. Bunlara örnekler buldum. Ancak bu tür sözcükler daha çok var. Bunların bir bölümü de çift yazılıp söylendiği gibi kimileri ne kısaltılarak, ekler alarak söyleniyor. Ne biçim-ne için-azıcık-fazlaca-belki de-alabildiğine-birazdan-ne biçim-Bunlara kitaplardan örnekler buldum. Bu örneklerin uzun olması nedeniyle tümcelerin salt zarflarını not ettim. Dün gelemedim-Bugün gülüyorsun-Yarın konuşuruz-Hemen gitmiyorsun ya-Şimdi söyleyebilirsin-Zil birazdan çalacak-Hala konuşuyor-Daha gelmemiştir-Elbet duymuşundur-Asla vazgeçmedi-Hiç bitmeyecek-Keşke vermeseydin- Bari utansa-İnşallah yazacaktır-Gene kaybetmiş-Tekrar yazmadı-(Evet-hayır yanıt olarak kullanılıyor. Gidiyor musun?Evet!Kalacak mısın? Hayır!gibi) Artık konuşmuyor-Ne kadar uslanmış-En son gelen-Fazla karıştırmadı-Çokça yüz vermişler-Biraz azarlansa-Ne yapıyor-Nasıl kavuşacak?Niçin susturuldu?Hani yemeyecektin?gibi. Ancak okuma kitabımdaki parçalarda bunlara benzeyen daha bir çok sözcük var, bunlar hangi tür sözcüklerdir, kestiremiyorum. Örneğin neydi…Neyse…. Pek çok-Daha az-En fazla, Azıcık-Böyle-böylece-Birazcık-Hemencecik-Bu kadar-O kadar-Şu kadar-Bu kere-Birden bire-Öldü…resiye- konuş. . masına-(mesine)…Öldüresiye dövdü-Konuşmasına konuşuyor ama konuşması yaptıklarına pek uymuyor. Öldüresiye dövdüler de gene doğruyu söylemedi…. Neyse :İki gündür çalışıyoruz, (sununda), neyse bitti…Pek çok göreni var ama kimse almadı-Daha aza satılırsa üzüleceğim-En fazla 100 tl. eder-Azıcık sabretse başaracak- Böyle giderse aç kalacağız-Böylece susturuldu-Birazcık çalışsa-Hemencecik sinirlenme-Bu kadar atlatılmaz-O kadar uzamasın-Şu kadarını söyleyebilirim-Bu kere dinlemelisin-Birden bire yuvarlandı…. Çalışmaya başladığımda zarflar üstüne bu kadar bilgim yoktu. Azıcık kendimi sıkınca oldukça bilgi sahibi oldum. Hiç değilse ben öyle sanıyorum. Bu bilgilerimle bizim köydekileri okuturum…. Kendi sözüme kendim güldüm;bunu Halil’e de söyledim. Onun bu tür konuşmalarda yanıtı hazır:”Sen salt sizin köylüleri değil buradakileri de okutursun!”dedi. Arkasında da “Sami Akıncı hariç!”diye ekledi. Sami neden hariç oluyor?O bunları biliyor mu ki?”Onun ne bildiğini biz ne bilelim?Arkadaş, ortaokul kitaplarını çoktan bitirdi, lise kitaplarına başladı. Neyi bilip neyi bilmediğini bizim bilmemiz olası değil!”Ben, ”O zaten ortaokul kitaplarını buraya gelmeden bitirmişti!”deyince arkadaş:”O buna evet demedikçe başkalarının sözüne inanamayız. Sami çalışkan bir arkadaş, gitse de gitmerse de hepimizden daha okuma hevesli olduğu kesin. Ben, senin kadar o söze inanmnış değilim Ancak bizden daha çok ders çalıştığı bir gerçek. Hüseyin Soysal’la sürekli mektuplaşıyor, Hüseyin ona uzun uzun mektuplar yazıyor. Bu mektuplarda kesinlikle sorular, yanıtlar gelip gidiyor…. ”Neyse o, onun bileceği işler. Arkadaşımız çalışıyor. Onun çalışması bize güzel bir örnek. Keşke herkes onun gibi çalışsa da hiç değilse boş geçmeyen derslerimizde ilerleyebilsek!”Çoktandır sırada bu denli uzun oturmamıştım. Gerinerek kalktım. Yemek zili çaldı. Yemekten sonra atölyeye gittim. Tüm notaları gene büyük tezgaha sıraladım. Hepsini bir kez tekrarladım. Öncelikle Türk Marşı’nı radyonun çaldığı kadarını birkaç kez tekrarladım. Çalmamı isteyenler olunca çalacağım parçaları ayırdım. Gülnihal, Margarit, Çardaş Früstin, Macar Dansı, Kafkas Dansı, La Polama, Komparsite, Tuna Dalgaları, Karmen Silva, Volga…. La Komparsite ile Tuna Dalgaları’nın solo bölümünde hala tökezliyorum. Notaları doğru basıyorum ama tempo bozuluyor. Akorlara çalıştım. Sol elle rahatça gam yapıyorum. Zaten tuşlar sağ el sırasının tersi gidiyor. Sağ aşağı giderken sol yukarı, sağ yukarı giderken sol aşağı giderse iki sesli, gam yapılmış oluyor. Sol elimle Yalancı, Annemizin Kollarında gibi okul şarkılarını çalıyorum, nasıl olduğunu ben de anlamadım ama seviniyorum. Bas tuşlarının da bir düzeni olduğunu yeni yeni anlamaya başladım. Ancak bas tuşları ötekiler gibi düz sıra değil bir atlayarak iki sırada dizilmişler. Kurken’i anımsadım, o, çalarken sol elini hep gezdirirdi. Oysa Musa gezdirmiyor. Sanırım Kurken’in daha güzel çalması biraz da bundandı……. Tam bırakıp toparlandım, tören zili çaldı. Az kalsın geç kalacakmışım. Törenden sonra Hidayet Öğretmen bana:Ne haber, senin akordiyonu buraya ne zaman çıkaracağız?” diye sordu. Sonra da “Sana bir süre tanıyalım, o süre bitince bir gün kendin çık ger!”dedi. Ara ara geldiğimi söyledimHidayet Öğretmen gülerek:Biliyorum, unutur muyum. Benim demem şu işi tyümüyle üslen, çal söylet, komutlar falan senden olsun!”Ben “Olur!”deyince de, ”Nisan olsun mu? Sözgelimi 23 Nisan törenine ne dersin?”Daha iyi olur!”dedim. 23 Nisan’a daha üç ay var, iyice hazırlanmış olacağım. Aslında benim sorunum çalmaktan çok akordiyonla ortalığa çıkmak. Atölyeden alıp meydana taşıyacağım, törenden sonra yine geri getireceğim. Buna da yanaşmak istemiyorum….

Maske’yi bitirmekte kararlıyım, Yazar, Eski Ev, Kıymetli Dersler, Uyku öykülerini okudum. Yazar (Kitaptaki adı Muharrir) ilgimi çekti. Tüccar, yazarlığı ne denli kolay sayıyor. Böylesi kolay işi, kendisi neden yapmıyor. Eski Ev ya da Ev Sahibinin Öyküsü. İlginç bulduğum bir öykü, olay molay yok daha önce bu evde oturanların varsayıldığı kimi özellikleri anlatılıyor. Bir bakıma güzel bir örnek. Bu öyküyü örnek alıp Lüleburgaz Köprüsü adıyla bir roman yazabilirim. Köprü, 1360 tarihinden beri Türk insanının İstanbul-Edirne arası git-gellerine tanık olmuştur. Üstünden geçtini varsayacağım bir dizi kişiyi okuyucunun sevebileceği türde anlatabilirsem roman oluşur. Maske’yi de düş kurmayı da bir kenara atıp okuma kitabımı açtım. Enis Behiç Koryürek’ten bir şiir:Süvariler.

“ Biz kasırga oğulları, biz kanatlı süvariler-

Sınırlarda akın eden, tamam yedi bin nefer!-

Ordumuzun dolu dizgin hücumlarından-

Dalgalanır bir kahraman uğultu-

Şimşek gibi bir ordu-

Hep muzaffer-

Cenk eder"

Geçen yıl ezberlediğimiz “Gemiciler” şiirinin kardeşi;E harfi şeklinde:Yazarın adının ilk harfi, Enis’in E’si……, . Enis Behiç Koryürek’in okuduğum bu üçüncü şiiri. İlki,

Biz Kimleriz, marş olarak bestelenmiş. Adem Gürçağlayan öğretmen öğretmişti:

“ Biz kimleriz, biz Altay’dan gelen erleriz-

Çamlıbel’de uğuldarız, coşar, gürleriz………”

Dilbilgisinde karar kıldım :Soru sıfatları-soru zamirleri-işaret sıfatları-işaret zamirleri…. Defterimdeki örneklere bakarken zil çaldı. Ders bitimini bildiren ziller gibi bu zile de sevindim…. .

 

13 Ocak 1941 Pazartesi….

 

Kar kalkmış durumda. Ancak hava bugün gene kapalı. Soğuk değil ama bulutlar karşı tepelere dek inmiş. ”Aman kar yağmasın, kardan bıktık!”diyen arkadaşlar oluyor. Kimileri de “Aman yağmur yağmasın, kara razıyız, üşüyoruz ama bari çamurdan kurtuluyoruz!”. Benim gibi düşünen birkaç arkadaş, ”En iyisi sizden sorsunlar:Kar mı, yağmur mu(?!)”deyip gülüyoruz. Türkçe dersimizde yazılı olasılığı var, ben iyi hazırlandım. Hem ders konularını hazırladım, hem de yazılı için kağıt, kalem, silgi tamam. Öğretmen gülerek geldi. Gelir gelmez de:”Okulumuzun bir yasa ile adı değişti. Aslında adı gibi başka değişecek tarafları da var ama, bunlar birden olmuyor, yavaş yavaş ele alınıp zaman içinde uygulamaya konulacak. Bunlardan bir tanesi de bizim dersimizin uygulama şeklidir. Biliyorsunuz, geçen yıllarda birer okuma kitabımız vardı, kitaptaki parçaları okuyup inceliyorduk. İşte bu yöntem bundan böyle değişecek. Gerçi ben bunu bu yıl başından uygulamaya başlamıştım ama, şimdiden sonra zorunlu olarak derslerimiz gelen emirlere uyularak böyle yapılacak. Okuma kitabımıza da zaman zaman bakarız. Bundan böyle sizin işleriniz zorlaşacak. İşte Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu konudaki emirleri!”deyip uzun bir yazı çıkardı. Bir ön yazı okuduktan sonra tahtaya başlıklar yazdı. 1. Metin seçme. . 2. Serbest okum, 3. Ders dışı etkinlikler, 4. Ders içi etkinlikler, 5. Yazı yazma etkinlikleri, 6. Konuşma etkinlikleri. Bu başlıklar altındaki yazıları iki ders boyunca okudu. Sonunda gülerek, böylece eskisi gibi yazılı yapmaya da gerek kalmayacak. Sürekli ödev yapacaksınız. Yaptığınız ödevleri değerlendirip notlarınızı vereceğiz. Belki arada sırada gene bir yazılı yoklama yapacağız ama esas çalışmalarınızın değerlendirilmesi yapacağınız ödevler üzerinden olacaktır. !”dedikten sonra saatine baktı. ”İşte ilk ödev!”deyip tahtaya bir taslak yazdı. Bir kitap okunacak. Kitabın oylumu, türü, yazarı, sayfası, özgün dili, romansa konusu, kısa bir özeti, anlatım özelliğini saptamak için en fazla 10 tümcelik bir bölümü yazılacak. Seçilen öykü kitabıysa, kitabı oluşturan öykülerin kısaca konuları, kitaptan beğenilen bir öykünün özeti, anlatım biçemini yansıtacak on tümcelik bir bölümü alınacak. Öğretmen, süre olarak da ocak ayı sonunu gösterdi. Öğretmen gidince arkadaşların çoğu şaşkın şaşkın bakıştılar. Ben, durumdan hoşnut olduğumu, zaten ödevlerimi her zaman yaptığımı özel olarak da yazılıların azalmasına sevindiğimi ekledim. Elimdeki öykü kitabı Maske’yi tanıtmaya karar verdim. Gerçi otuz öykünün özeti uzun olacak ama, olabildiğince kısa özetlemeye çalışıp yükümü azalmaya çalışacağım. Kitabın başında yazarını tanıtıyor. Ayrıca başka yerlerde bilgi de aramayacağım…Kalan öyküleri sırasıyla okuyorum. Şimdilik

Sayfiyede, Vak’a, Sayfiyeciler, Zinoçka, Ayna öykülerini okudum. Tamamını bitirince sırasıyla özetleyeceğim. Öykülerin çoğunu atlayarak okudum. Ancak özet için bir kez daha okumam gerekiyor. Sıraya koyduğum öyküler: Suikastçı, İlkbahar, Muharrir, Eski Ev, Kıymetli Dersler Uyku, Prişiyebef Çavuş, Bahis, İstidat, Şiddetli Teessür, Uyku Sersemliği, Bukalemun, Dilenci, Ak Başlı, İcabeden Tedbirler, Mustantik, Fazla İnsanlar, Duvar, Bayan N N’ın Öyküsü, Keder…. . Suikastçı:Genç bir mujik tren raylarından. vidaları (Somunları) sökerken yakalanır. Yaptığının suç olduğunun ayırdında değildir. Mahkemeye çıkarılınca yargıç, ona suçunu söyler. Müjik Denis, yargıcın söylediklerini duyunca şaşırır, yargıca, ”Ağır bir nesne takmazsam ağım suya batmaz;batmayınca da balık tutamam!”der. Denis için önemli olan ağını batıracak bir ağırlıktır. Müjik Denis bu arada, tüm köy halkının, bu ray sökme işini yaptığını söyler. Hapse atılır. Denis buna da şaşar, ”Bari doğru dürüst bir ceza verin!”der, örneğin dayak falan!”Hapiste bir iş yapmadan yatmayı doğru bulmaz. ……Öykü, İçinde yaşadığı toplumun, katmanlar arası anlaşma kurallarından habersiz, el yordamı yaşamaya çalışan, toplumsal bilinçten habersiz bir kişinin ilkel tavrını sergilemektedir. . Öykünün anafikrini:Cezayı ancak dayak olarak algılama çağı kalıntısı bir kişi ile gelişmiş insan evriminin ürünü olan ceza anlayışının çatışması olarak düşünüyorum…. .

Atölyede gene resim çizimi, çizilmiş çizgi resimlerin okunması üstüne çalışacağız. Çizim işlerini Salih Baydemir, Harun Özçelik çok güzel beceriyor. Öğle yemeğinde öğretmen masalarında konuklar var. Okul Müdürümüzün yanında oturan, kırlaşmaya başlamış gür saçlı biri, arada bizim tarafa bakıyor. Yalnız Müdür Beyle konuşması dikkatimizi çekti. Bu bir müfettiş olabilir. Belki de derslerimize gelecek!Bugün gelmediğine göre, yarın tarih dersi var, tarih dersi ne gelmesini isterim. Ders, müfettiş, teftiş diye diye atölyede toplandık. Öğretmenlerin büyük kitapları var, onlardan resim seçip benzerlerini çiziyoruz. Ben daha çok çatı çizimlerini seçiyorum. Onların çizimleri bana kolay geliyor. Tam çalışmaya koyulduğumuz sırada yemekte gördüğümüz iki konukla okul müdürümüz bizim atölyeye geldi. Yemekte Müdür Beyle konuşan kişiyi müfettiş olarak düşündüğümüz için, ”Tamam!”dedim içimden, teftişe buradan başladı!”öğretmenlerle uzun uzun ayakta konuştular, müfettiş dediğimiz, atölyenin çatısına baktı. Öteki konuk öğretmenlerle konuşurken müfettiş dediğimiz, çizimlerimize baktı. Önce Harun Özçelik’in sonra Salih Baydemir’in çizimlerini alıp Müdür Beye gösterdi. Benim çizimimi de beğendiğini söyledikten sonra, ”Bu çizdiğinin uygulamasını yapabilecek misin?” diye sordu. Tam anlayamadığım için duraksadım. Bu kez, ”Bu çizdiğin makası çatıya oturtabilecek misin?” diye tekraraldı. İrfan Öğretmen bana yardımcı oldu. ”İbrahim, bizim çatı ustamızdır. Büyük binanın çatısını hemen hemen ikimiz yaptık!”deyince soru soran konuk gülerek, ”Öyle mi?o halde planları size güvenerek çizeceğim, bu benim için mutluluk olacak!”dedi. ”Aferin, kolay gelsin!”deyip ayrıldı. ”Sağol!”dedim. Arkadaşlar bana baktılar. Konuşmayı ben dinledim ama o çizme işini ben de anlamadım. Öğretmenlerle el sıkışıp ayrıldılar. Onlar gidince durum açıklığa kavuştu. Gelen kişi, Kepirtepe Köy enstitüsü’nün genel planını çizen ya da çizmekte olan Yüksek Mimar Emin Onat. Okul binası dışında tüm binalar yeniden on un çizdiği yerlere onun çizimlerine uygun yapılacakmış. Birden duraksadım:Bu kişi daha önce buraya gelmişti, ben bununla okul çevresini dolaşmıştım!”dedim. Arkadaşlar unutmuş, daha doğrusu ghepimiz unutmuşuz. İrfan Öğretmen de anımsadı, yarışmaya katılmadan önce yeri tanımak içimn gelmişti!”dedi. Bu kez, konumuz değişti. Binaların okul alanlarına dağılımını incelemeye başladık. Yüksek Mimar Emin Onat çok yakında çizdiği genel planın bir suretini gönderecekmiş. Onun planı gelinceye dek biz de bir plan oluşturabilirmişiz. Bunu için önce okulun yayılma alanının ölçülmesi gerekliymiş. İrfan Öğretmen bize sordu, koca bir alan bunu nasıl ölçeriz?Arkadaşlar doğal olarak metre ile yanıtını verdiler. Bense iple ölçme önerisinde bulundum. Öğretmen açıklamamı istedi. ”Uzun iple kaç ip boyu gelirse yazar ipi ölçüp metreye çeviririz!”deyince İrfan Öğretmen “Öyleyse, senin yarınki ödevin budur. İki arkadaş seç, uzun bir ip bul, sonucu bize bildir!”Arkadaşlar, yapıcılarda ip olduğunu söylediler. İrfan Öğretmen bana, ”İstersen hemen git ipi garantile, boş derslerinde sabahtan da ölçebilirsin!”Paydostan önce Namık Öğretmeni gördüm. Öğretmen, 20 metrelik iki yumak verdi, ayrıca ölçme kolaylığı söyledi:Asfalt yola dik olarak tarım binası ilerisindeki sürülmüş tarlaya dek ölç. Sonra da asfalt yol boyunca birinci dere ile Lüleburgaz yönündeki tepe arkası tarla yolu arasını ölç, metreye çevir, ondan sonrasını ben bilmiyorum, herhalde sen de bilirsin!”deyip güldü…. Yumakları aldım atölyeye girerken zil çaldı. Bu arada arkadaşlar, daha yapılması gereken 20 bina saptamışlar. Bu binaların yapımına bahar gelince başlanacakmış. Salih Baydemir az konuşan bir arkadaşımız ama konuşunca da bazen kestirme söz söyler. Arkadaşlar, ”bizim yaptığımız binalar n’olacak bunlar bir işe yaramayacaklar mı?”diye sorunca Salih, ”Bizim yaptıklarımız zaten bir b…benzememiş herhalde ki yenisini yaptıracaklar!”dedi. Buna önce güldük. Ancak birer ikişer hepimiz karşı durduk. Yeni yapılacakları kim yapacak?Gene biz yapacağımıza göre, kusur yapılan binalarım işçiliğimde değil, her halde yerlerinin seçimindedir. Belki atölyeleri daha uzaklara götürecekler. Belki yatakhaneleri daha büyütüp bizi, Edirne-Karaağaç’ta olduğu gibi tek karyolada yatıracaklar!Bu tür önerileri ileri sürdükçe arkadan alaylı takılmalar da geldi:Belki herkese ayrı oda verilecek. Yusuf Asıl ekledi, Belki bana ayrı bir dinlenme yeri , Harun Özçelik’e resim çalışma yeri, belki İbrahim’e akordiyon çalışma odası verilecek…. . . Yusuf sözünü uzatınca, arkadaşlar, “Unuttun, hepimize birer tuvalet!”diye bağırdılar. Dersliğe gidince konu tüm arkadaşların ilgisini çekti. Mühendis, mimar, mimar-mühendis derken bir de yüksek mühendisle karşılaştık. Yüksek sıfatı bir çok mesleklere yakıştırıldı. Yüksek mühendis, yüksek mimar. Yüksek doktor, yüksek öğretmen, Yüksek subay, yüksek müdür, derken konu Mustafa Saatçı’ya geldi dayandı:Yüksek imam, yüksek hafız. Şakalaşmalar çabuk geçti. Ancak okul planı konusu sürdü. ”Acaba, bu yirmi bina içinde sinema var mı?Sık sık film görecek miyiz?Acaba konuk evi var mı, anne-babamız gelince burada kalabilecekler mi?Edirne Öğretmen Okulunda olduğu gibi havuz, Alpulu Atatürk konutu bahçesindeki gibi gül bahçesi isteyenler de oldu. İstekle, yemek süresince de tekrarlandı. Yarınki Tarih yazılısı anımsatılınca herkes tarih kitabına sarıldı. Uzun süre çıt çıkmadan çalışıldı. Bizim sıranın az ileri sağında oturan 6 Ali, hafif sesli gülümsedi, ”Siz önemli bir şeyi unuttunuz, her şey istediniz ama onu unuttunuz!”diye tekrarladı. Mustafa Saatçı, ”Biz unuttuksa sen söyle yav Ali Aga!”dedi. Ali, ”Bir de cami gerekli, onu neden istemediniz?diye sorunca Mustafa Saatçı, ”İsteseydik, camiye gidecek miydin?”dedi. 6 Ali hiç duraksamadan, ”Yok ben gitmezdim ama ben senin için düşündüm, madem hafız ya da imamsın, neden bir cami olmasın?”Mustafa Saatçı, durup dururken bu sataşmayı, birden anlayamadı, duraksadı”Kaz Ali, bu da şimdi nereden çıktı?”diye sordu. Ali, ”hafız mısın, imam mısın?sen, ibadetini nerede yapıyorsun?Herkes gülerken, Mehmet Yücel Ali Agaya yanıt verdi, ”Arkadaş ibadetini elektrik santralında yapıyor, ortada bir küçük mescidi var, orası yetiyor ona. !” Mustafa bu kez Mehmet Yücel’e dönüp, İskelet, sana mı kaldı beni savunmak?deyip bir süre dik dik baktı…. 6 Ali’nin bir sözü dersliği gene eski kargaşasına döndürdü. Yat zili yetişti, zil sesi kesilmeden ben kapıya yöneldim. Tam da Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yı Mısır’a vali yapacaktım. !  Yatınca düşüncelerimde Mehmet Ali Paşa’yı vali de yaptım, oğlunu Güney Anadolu’ya getirip babasını yetkilerle donatan padişahın ordusuyla savaştırıp ona zafer bile kazandırdım. Nasıl olduysa bu savaşı ben gördüm. Selçuk Korol Öğretmen bir tepenin üstünden dürbünle bana bakıyormuş. Dürbünü gözlerinden çekince onu tanıdım. Yere yatıp yüzümü kapattım. Sürüne sürüne uzun süre gittim. Sonunda bir sevinç bastı beni, aslında savaşta değilmişim, köy yolunda aşağıya köprüye doğru yürüyorum. Peki bana dürbünle bakan kimdi?Arkama bakınca olay anlaşıldı. Selçuk Öğretmen benim arkamdan bizim köye geliyormuş. Ben yola çıkarken, Selçuk Öğretmen bana, ”Sizin köye ben de geleyim!”demiş. Ben, ”Olur!”dememe karşın, ondan habersiz kaçmışım. Şimdi bu kaçışın utancını duyuyorum. Köyde öğretmenlerimin iyi olduklarından, onlara sonsuz saygımdan söz ediyordum. Şimdi Selçuk Öğretmen, ”Beni bırakıp kaçtı!”derse halin nice olacak?Köprüde durdum, dönüp arkama baktım kimsecikler yok. Sevincimden ayağımı köprü kenarına vuruyorum. Vurdukça da ayağımın altı gıdıklanır gibi oluyor

 

14 Ocak 1941 Salı

 

Gözlerimi açtım, ayağım dizimden aşağıya düşmüş. Bunu gören Hilmi Altınsoy, uyandığımı sanarak gıdıklıyormuş. Ben çektikçe de uyanıklığıma iyice inanmış. Bu kez de işi oyuna çevirmiş. Son kez ben uyanıp ne olduğunu sorunca, Hilmi en az on kez ayağımı çekip uzattığımı anlattı. Uyandığım halde köprü kenarına tekme attığımı sahici gibi anımsıyorum. Uyanınca düşündüm, gece boyunca mı rüya gördüm. Mehmet Ali Paşa’yı düşünerek yatmıştım. 8 saat sonra gene onun uzantısı olan bir rüya ile uyandım. Selçuk Öğretmen İbrahim Paşa ile yapılan savaşta vardı, sabah ben köprüyü tekmelerken de gene Selçuk öğretmen var……Hemen aklıma takıldı acaba yazılıda başarılı olamayacak mıyım?Bu duyguyu üstümden attım:Ben rüyaların gelecekle değil de geçmişle ilgili olduğuna inanmaktayım. Bu nedenle Selçuk Öğretmenin bugün yapacağı sınavla benim rüyam arasında bir ilişki olamaz…. . Ancak rüyamın etkisini de bir türlü atamadım…Kahvaltıda Hilmi olayı arkadaşlara anlattı, güldüler, sorular sordular. Rüya gördüğümü, köprüye tekme attığımı anlattım ama olayı başka bir yana saptırdım…Zaten yazılı olayı herkesi tasalandırıyor. Sonunda konu yazılıya döndü. ”Nereden soracak?Alemdar Mustafa Paşa mı?Kavalalı Mehmet Ali Paşa mı?Gazi Osman Paşa mı? yoksa Mithat Paşa mı?Halil Basutçu karşı durdu, ”Koskoca tarihte bu paşalardan başka soru yok mu?”Var var, paşalardan çok padişahlar var?

Öğretmen gülerek geldi, Kağıtlarımızı hazır görünce, ”Ne o çocuklar beni yazılıya zorluyorsunuz, kağıtlarınız görmeseydim yazılıyı unutmuştum!”deyince “Birden yapmayın öğretmenim diye bağıranlar oldu. Cebinden soruları çıkarıp, ”Size şaka söyledim. , kağıtları çıkarın demek için ağzımı açmıştım, buna gerek kalmadı, teşekkür ederim!”dedi sorulara başladı. Soru 1. ”Osmanlı İmparatorluğu sorumluları hangi olaylardan sonra yenileşmeye karar verdi, ilk yenileşme gereksinimleri nelerdi? 2. Yenileşme hareketlerine karşı tepkilerden birinin nedenlerini, sonuçlarını anlatınız. 3. Yenileşme hareketlerine Osmanlı ailesi dışından öncülük edenlerden birini başarılarını anlatınız. Her soru üç numara üçünü de tam yapanlara birnumara da öğretmenden. 1:Soru için Nizamı Cedit olayını, 2. soru için Vak’a-ı Hayriye’yi, 3. Soru için de, Mustafa Reşit Paşa ile Tanzimat olayını anlattım. Nizamı Cedit’i, Napolyon Bonapart’ın Mısır’ı işgaliyle başlattım. Gemilerle gelen az bir askerle koskoca Osmanlı ülkesi, o zamanki Fransa’dan büyük olan Mısır’ı işgal etmesinin nedeni olarak askerin sayısal çokluğu yerine nitelikli askerin başarılı olacağı savının öne çıktığı görüşünü esas alıp olayları anlattım. Ancak Padişah 3. Selim’in insancıl tavırları sonucu isyancıların gelişmeleri önlediğini anlattım. 2. Soruyu da gene Padişah 3. Selim olayına bağlayıp süre gelen 2. Mahmut’un yenileşme düşüncesiyle Yeni Çeri yöneticilerinin zıtlaşması sonucu, padişah 2. Mahmut’un başarılı olduğunu, okuduğum Devrilen Kazan romanından edindiğim bilgileri de ekleyerek tamamladım. 3. Soruyu, Yunanistan ayaklanması, Avrupa devletlerinin taraf tutması, bu arada Rus-Osmanlı savaşından sonra Batı Devletleriyle yakınlaşma nedeniyle onların görüşleri doğrultusunda bir takım yeniliklerin yapılacağı üstüne bir tür söz verme belgesi olarak Tanzimat-ı Hayriye fermanın hazırlandığını. Bunu o dönemim Londra büyük elçisi olan Mustafa Reşit Paşanın başardığını, tarihe de bu sanla geçtiğini anlattım. Kağıdımı verirken Selçuk Öğretmen sordu,  Nasıl? ben, ”İyi deyince de, ”İyi senin için yeterli mi?”diye sorunca bu kez, ben, ” Tam numara bekliyorum!”dedim. Öğretmen gülerek, ”Umarım, o dediğinden bende çok yok, yeter ki sen hak et, bir şeyler yaparız!”dedi. Zil çalınca yazmayı sürdürenler vardı;öğretmen, başka sınıflara dersi olduğunu söyleyerek kağıtları topladı……. Boş geçen coğrafya dersimiz adeta serbest bir tarih dersi çalışması oldu. Herkes seçtiği soruyu söyledi;açıklamalar yapıldı. Bir ara iyice korkuya kapıldım. Genellikle konuşulanlarla benim yazdıkları ayrı ayrı şeyler gibi geldi bana. Aynı soruyu cevapladığı halde kimse ne Napolyon Bonapart’tan söz etmiş ne de Fransız Devrimi’nden. Hatta Napolyon Bonapart’ı Mısır’da perişan edip canını bağışlayanlar da olmuş. Ancak bu denli güçlerine karşın neden yenilik yapmaya kalktıklarını bir türlü anlatmamışlar. Sonunda kendi yazdıklarımı beğendim, kaygılanmadan sonuçları beklemeye karar verdim. En fazla bir hafta bekleyeceğim. Hava oldukça ılık, buna sevindim. Yemekten sonra doğrudan atölyeye gittik. Bşir süre atölyede oturduk. Oturunca çabuk üşüyorum. Bu nedenle havanın ılıması sevindirici…. Ayrıca bugün bir süre ölçüm biçim için kırlıkta dolaşacağız. Ben, arkadaş olarak Hasan Üner’i seçtim, üçüncü arkadaşı düşünürken Hüseyin Orhan kendisi gelmek istedi. Ben de onu aklımdan geçirmiştim ama, Hüseyin Orhan çok onurludur, buna, “Olmaz!” da diyebilir diye düşünmüştüm. İpleri alıp Lüleburgaz yolu tepesine çıktık. Tepe yamacındaki yoldan başlayarak 1. dereye dek gittik. İpi gerdiriyoruz, gidiş ucundaki yerinde duruyor, ötekimiz bir ip ileri gidiyor. Böylece 23 devir yaptık. Hasan bir fit attı, ”Yanlış saydık!”dedi. Geriye bakınca bu kez ben de şaşırdım. O kadar uzun bir yol ki tepedeki insan küçücük görünüyor. Gerisin geri bir daha saydık. Ancak bu kez daha kısa çıktı, 22 boy ip. 440 m. ile 460 m. Bu kez tepe ardından Tarım binasına, oradan da futbol alanına, bir tarla sınırına dek saydık. 18 ip=360 m. Çıktı. Bir kez okul önünden, bir kez de dere kenarından ölçtük;biri 14, öteki de. 12 ip çıktı. Toplam 44 ipi üçe bölüp 20 ile çarparak yuvarlak bir ölçü alıp metreye çevirdik. 44/3=14, 7 ölçüsünü alıp 20 ile çaptık. 294 m. Bunu da 460 la çarpıp, yuvarlak olarak okul yayılım alanını, 460X294=11040 m2 alan çıkardık. Çiftçi deyimiyle 11 dönüm alan. Doğru mu yanış mı?”Hem doğru hem de yanlış!”dedim arkadaşlara. ”Çünkü ölçtüğümüz alan tam kare değil. Buna yamuk diyebiliriz; ancak düzgün bir yamuk da değil. !”Atölyeye gidince oradaki arkadaşlarla öğretmen bizi konuşmuşlar:Öğretmen, ölçeceğimiz yerin eksik olacağını söylemiş. Yolun öbür tarafında da yerimiz varmış. Biz yaptığımız işlemi anlatınca, öğretmen “Aferin, çok doğru, ben de 12000 m2 kare olarak söylendiğini anımsıyorum!”dedi. Öbür tarafın ise henüz sınırı tam oalarak çizilmemiş, bir o kadar da o tarafta yer istiyormuşuz. İrfan Öğretmen, ”Zaten bizim kesin bir rakam saptamamız söz konusu değil. Amacımız okul genel planının hangi genişlikte bir alana yayılacağı hakkında bir fikrimiz olması için böyle bir ölçüm yaptık. Genel plan elimize gelince bunlar titizlikle ölçülüp yerleşimler yapılacak!”dedikten sonra İrfan Öğretmen bize takıldı, ”Arttık rahatça köylerde tarla ölçümleri yapabilir, alım satımlara uzman olarak katılabilirsiniz!”dedi. Öğretmenin “Uzman!”sözü Yusuf Asıl’a ilginç gelmiş olarak hemen, ”Uzmanlar, tatilde bizim tarlaları gelin, ölçün!”dedi. Öğretmen Yusuf’un bu sözü üzerine, ”Bakın, ben size işte bunu dedim, uzmanlığınıza çok kişi gereksinim duyacak,

Yusuf bile buna şimdiden gerek gördü!”deyince. ben karşılık verdim, ”Biz okul yeri ölçme uzmanıyız. Yusuf’un tarlasına okul yapılacak değil ki gidip ölçelim. Hem ölçmeye ne gerek var Yusuf zaten tarlada çalışmayı sevmiyor. Tarım dersinde öğretmenlerden hep uyarı alıyor!”deyince öğretmen uzun bir “Öyle miiiiii?Bak bunu bilmiyordum, ben de sanıyordum ki, Yusuf salt bizim derslerimizde konuşuyor!”deyip güldü. Yusuf az düşündü, öğretmene karşılık verdi. ”Ben aslında sizin dersinizde konuşuyorum, konuşa konuşa daha rahat çalışıyorum. Ancak salt sizin dersinizde konuşup ötekilerde susarsam size karşı ayıp olacak diye öteki derslerde istemeye istemeye konuştuğum oluyor!”Öğretmen gene, “Öyle miiii?Demek onlarda zoraki konuşuyorsun, bizimkilerde gönülden, teşekkür ederiz!” Sanırım Yusuf bir şey daha söyleyecek konuşmayı uzatacaktı, Harun Özçelik, ceketinin arkasından çekti. Yusuf bu kez, ”Biz sizin hoşgörünüzden cesaret alıyoruz, zaman zaman hoşgörünüzü aşarsak kusura bakmayın öğretmenim!”dedi. İrfan Öğretmen, bu kez, ”Benim mi, asla, ben sizlerden çok memnunum, sizinle çok rahat çalışıyorum. Hiç bir zaman da sizin, ilişkilerimizde “Bardağı taşıracak bir durum yaratmayacağına kendim gibi inanıyorum!”Bu kez öğretmen gülerek Yusuf’a gel sen, arkadaşların sözlerinden alınma, tatilde götür onları tarlalarını ölçsünler!”dedi. Gülerek paydos ettik. Öğretmen ayrılırken “Yarın Naci İnan Öğretmen geliyor, gözünüz aydın!”dedi. Naci Öğretmen uzatmalı olarak izin yaptı. Bir kaç kez ayrıldığı haberi de yayılmıştı. Bu habere ben çok sevindim. Hamdi Öğretmen okulda ama nedense atölyeye birkaç gündür gelmiyor. Belki de atölyede iş yapılmıyor, planlarla, çizimlerle uğraştığımız için dinlenme yapıyor. Arkadaşlar ayrılınca terleyesiye bir çalışma yaptım. Serbest okumada kooperatif iznim olduğu için soranlara arkadaşlar bunu söylüyorlar. Akordiyon sesi önündeki yatakhane binası nedeniyle okuldan duyulmuyor. Ancak atölyeler önünden geçen olursa duyuluyor. Bu saatlerde de kimse geçmiyor. Yemek ziline dek çalıştım. Yemekten sonra dersliğe gittim. Fikret Madaralı Öğretmenin sözünü ettiği yeni program Salih Ziya Öğretmene de gelmiş, Çarşamba günleri tarım dersi yapılacakmış. Buna ders yılı başın da da başlamıştık ama sonradan ara verildi. Yarın gene başlanacakmış. Salih Ziya Öğretmenin boş olduğunu görürse dört saat ders yapacağını söyleyenler oldu. Dört saat tarım dersi çekilmezmiş. Ben buna karşı geldim, ”Mız mız bir kimyacı gelse ne olacak?Hiç değilse Salih Ziya Öğretmen ele aldığı konuyu güzel konuşarak anlatıyor, dinletiyor. İsmet karşı olanlardan, bana, ”Dayı, sen karışma, sakın derslerin uzaması için bir şey söyleme!”Anlamadım ama, ”Peki!”dedim. Kendi kendime söylendim, ”Ben deli miyim, gidip öğretmene, ”Gelin bize çok ders verin mi diyeceğim?Sustum. İsmet, niçin böyle konuştuğunu bana söyler!”deyip Maske’yi okumaya başladım. Prişibeyef Çavuş öyküsüne fena takıldım. Fikret Madaralı Öğretmen bize, öyküler için”Olmuş ya da olabilirliğine inanılacak olayları anlatan yazı türü!”demişti. Prişibeyef Çavuş öyküsü bence ne olmuştur ne de olabilecek türden bir olaydırl. Öyküyü okuyunca aslında bayıldım. Ancak böyle bir insan yaşamış olabilir mi?Ya da bundan sonra yaşayabilir mi?Hasan’la konuştuk, ”Ne olur, bu öyküyü birimiz okusa da arkadaşlar dinlesinler!”Dedik ama bu girişimden gene kendimiz vazgeçtik. ”Evet!”deseler bile arkasından, şimdiden kestiremeyeceğimiz bir sorun çıkar, sonra üzülürüz!”deyip vazgeçtik. Çavuş, ”Ali kıran, baş kesen !”türünden. bir kabadayı. Ancak mahkemeye düşmüş, yargıç ceza verirken bile yaptıklarının suç olduğunu bir türlü anlamıyor. Kuralları kendisi koyuyor, uymayanları cezalandırıyor. Görevli insanları da o yönlendirmeye kalkışıyor. Örneğin, yargıca, kendisinden şikayeti olanlar için:”Çaresiz kaldım beyefendi;ne yaparsın, dayaksız olmuyor. Hele fena bir iş yapılmışsa, asayiş ihlal edilmişse haydi haydi…Yargıç, ”müsaade edin! Asayişe bakacak adam var. Jandarma var, muhtar var, köy bekçisi var. Prişibeyef Çavuş, ”Jandarma her yere bakamaz. Sonra, jandarma benim bildiğimi bilmez ki…. Yargıç, ”Düşünün, bu sizin göreviniz değil. Prişibeyef Çavuş, ”Nasıl benim görevim değil?Acayip şey, herifler azıttılar. Yok, benim görevim değilmiş. Ne o, alkışlayacak mıyım onları?Bakın şarkı söylemekten menettiğim için size şikayette bulundular. Evet şarkı da nedir ki?Bir işle uğraşacak yerde şarkı…Bir de geceleri ışık yakma modası çıkardılar. Yatıp uyumak lazım. Halbuki onlar konuşuyorlar, gülüşüyorlar. Bende bunlar hep yazılıdır!”Yargıç, ”Sizde yazılı olan ne?Prişibeyef Çavuş, ”Işık yakanlar!”Bu sıra cebinden bir kağıt çıkarıp okumaya başlar:İşte ışık yakan köylüler:İvan Prohorof, Sava Mikiforot, Petr Petkof…Asker karısı Şustrova Semen Kislof’la cinsel ilişkide bulunuyor. İğnat Sverçkof sihirbazlık yapar, karısı da cadıdır. Geceleri gezip başkalarının ineklerini sağar. Yargıç”Yeter!” deyip kestirir. . Deli desen, deli de değil!. Ancak savunduğu hakları, akıllı birinin sahiplenmesi de olası değil…. . Bu günü de Prişibeyef Çavuş’u düşünürken bitirdim. Köydekileri birer birer anımsıyorum, içlerinde böylesi var mı? Bencil diyebileceğim çok insan tanıyorum ama bu denli doğrucu başı yok(!)Biri böyle tavırlara kalkışsa çevresindekiler, tezelden hesabını görürler. Üstelik bizim köylüler kavgacı da değildirler. Böyleyken çok ileri gidenleri durdururlar. Hele Hamitabat’ta biri böyle bir tavır takınsa iki günde pestilini çıkarırlar. Bunu düşünürtken Hamitabat köyünde tanık olduğum bir muhtar seçimini anımsadım. Oy verecek köylüler okul bahçesine toplandı. Seçimi gözetmek için dört de jandarma gelmişti. A’nın babası mutar adayıydı. Öteki aday da Sadık Rıfat olarak bildiğimiz Rıfat’ın babası Hafız Sadık’tı. Ali Ağa’yı isteyenler bir yana toplandı, Hafız Sadık’ı isteyenler de öbür yana. İlk sayımdan iki grup eşit oy aldı. Dağılıp yeniden toplandılar. Bu kez Hafız Sadık’ın oyları azaldı. Yön değiştirenlere küfürler başladı. Onbeş yirmi kadar insan bir birine girdi. Jandarmalar havaya silah sıkarak olayı durdurdular. Seçim başka bir tarihe ertelendi. İstediğini muhtar yapmak için kavga edenler Prişibeyef Çavuşa pabuç bırakır mı?Sonraki seçimi görmedim ama A’nın babası eski muhtardı. ”20 yıl muhtarlık yaptım, yoruldum!”deyip adaylığını geri çekti!”demişlerdi. Yeni seçilen Hafız Sadık, uzun süre muhtar kalmıştı. Hafız Sadık daha sonra Muhtar Sadık olarak anılıyordu. Zaten gerçek hafız değildi;güzel şarkı söylediği, arada bir ezan da okuduğu için öyle bir ad takmışlarmış. Oğlu Rifat’ı anımsadım, Küçük Rıfat, 9 Mehmet’in sınıf arkadaşıydı, karşılaşınca Mehmet’e soracağım…. .

 

15 Ocak 1941 Çarşamba….

 

Bugünü dört saat boş geçirmeye alışmıştık. İki saat kimya iki saat Tarım. Kimya öğretmeni olmadığı için, nedense tarım dersine de kimse gelmediği için geçen üç ay öylece gitti. Bundan böyle Tarım dersimiz olacakmış. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen “Derslere başlayacağız!” diye haber göndermiş. Nedense salt bu yıl değil başlangıçtan beri bizim tarım dersimiz başlıyor bir süre sonra kesiliyor. Gerçekten bugün başlarsak bu, bizim dördüncü Tarım dersine başlamamız olacak. İlk derslerimiz, Edirne-Karaağaç’da başlamıştı. Alpullu’ya göçünce kesildi. Nisan ayında Alpullu’daki bahçeyi hazırlamaya kalkışınca Tarım dersimize ikinci kez başlamış olduk. Mayıs ayı sonunda Lüleburgaz’a göçünce gene kesildi. Kepirtepe’ye gelince üçüncü kez başladık, bir ya da iki ders yaptık, bir haftalık ders program değişikliği yapılarak Tarım dersi kaldırıldı. Bu yıl başından beri iki saat Tarım dersimiz olmasına karşın öğretmen gelmedi. Salih Ziya Öğretmenimize söylediğimizde o bize, ”Benim o saat başka sınıflara dersim var, bir yanlışlık olmuş her halde!”deyip geçti. Sanırım şimdilerde Salih Ziya Öğretmenin programı düzeltildi, bundan böyle gelecek. Ben bu habere sevindim. Tarım dersini de öğretmeni de sevdiğim için ders oluşu benim için yük olmayacak. Azar azar da olsa, ilk yıl gibi öteki yılların notlarını da sakladım, onlardan yararlanacağımı umuyorum.

Kahvaltıda arkadaşlar, azıcık söylendiler, ”Bahçelerde çalışıyoruz işte, ayrıca derslikte ne okuyacağız?Zaten bu dersin kitabı bile yok!”türünden yakınmalar oldu. Konuşmalara katılmadım. İzmir-Kızılçullu’dan arkadaşımın mektubunu, ayrıca arkadaşımın gönderdiği yazı kesiklerini anımsattım. ”Onlar, Tarım derslerine bizden çok önem veriyorlarmış. Sınıfça Tarım nöbeti tutup, bir hafta Tarım bahçesinin bulunduğu yerde yatıyorlarmış. Oysa biz, daha minicik iki fidanlıkla on arı kovanı ürettik. Onlar gibi ne ineklerimiz var, ne de atlarımız!”Bunu söylerken aklıma geldi;aslında bizim de böyle yerimiz var ama nedense biz gitmiyoruz. Evrensekiz köyünde Eğitmen Kursu var. Onlar bize yardıma geliyorlar ama nedense biz onlara gitmiyoruz. Arkadaşın bana yazdığı da belki budur:Onlar Eğitmen Kursu ile daha yakın işbirliği kurmuş, ona göre geliş gidiş yapmış olabilirler. Salih Ziya Öğretmen tam zamanında geldi. ”Günaydın!”dedikten sonra hepimize bakarak “Nasılsnız?” diyerek güldükten sonra -Tam da benim düşündüğüm gibi-söze başladı:”Sizinle bu dördüncü olacak, Tarım dersine, nazari olarak dersliktelerde başlıyoruz. Sıra ile üçünde de bir engel çıktı, bıraktık. Dilerim bu kez bir engel çıkmaz. Hemen şunu da söylemiş olayım, aslında biz bu kez de sürekli derslik dersi yapmayacağız. Önümüzdeki mevsim yapacaklarımızı tasarlayıp, neleri nasıl yapacağımızı kararlaştırdıktan sonra gene bahçelere çıkıp söz yerine işi sürdüreceğiz. Sizin anlayacağınız, bizim nazari derslerimiz bir ön çalışma ya da bir hazırlık çalışması olacak. Biz zaten daha Edirne-Karaağaç’ta böyle başlamıştık. O saman bu bizim kendi görüşümüzdü. Bu kez Yüksek Bakanlık bize “Böyle böyle yapın!” diye emir veriyor. Sizin anlayacağınız bu kez emir yukardan geldiği için, geçmiş zamandaki gibi ara vermeden çalışacağız!”Öğretmen çantasından bir tomar yazı çıkardı, içlerinden birini ayırarak önce bize gösterdi sonra kendisi okudu. Yazı Fikret Madaralı Öğretmenin yazısının tıpkısı gibi bir şeydi. Belki de aynı yazının tarım bölümüydü. Okulların, yasaya uygun çalışmaları, benzer okulların benzer yöntemlerle sonuca gitmelerinin beklendiği söyleniyor. Öğretmen okuduğu bölümleri kendi açıklayarak, anlamamızı kolaylaştırdı. İkinci derste de aynı durum sürdü. Öğretmen, yazının bitiminde gülerek, ”Size yapacaklarımızı değil, bakanlığımızın bizden yapmamızı beklediklerini okudum. Bundan sonraki derslerde de kendi yapacaklarımızı birlikte saptayıp birlikte yapmaya çalışacağız!”deyip Bizi sorgulamaya başladı. İlk soru, ”Geçmiş derslerde neler konuştuk, ne gibi araştırmalar yaptınız?”Sami Akıncı hemen parmak kaldırdı. Öğretmen beklemeksizin Sami Akıncı’ya söz verdi, o da benim anımsayıp kendi kendime konuştuklarımı neredeyse aynen, benden duymuşçasına öğretmene birer birer anlattı. Öğretmen bize dönerek: “İşte bu kadar!”İş dönüp dolaşıp aynı bu noktaya geliyor. ”Yapacağın işi önceden tasarlayacaksın. Tasarlamak için de o bilgiye sahip olacaksın. İşte bizim yapacağımız da budur. Öğrenci sayımız geçen yıla göre arttı. Sözgelimi geçen yıl yüzelli olan sayı bu yıl yuvarlak olarak üç yüz oldu. Bu üç yüz insanın yıllık yiyeceğini hesaplamak, onun gereksinimini karşılayacak, tahılı, sebzeyi, meyveyi üretmek için bir takım hesaplar yapılmak zorunluluğu vardır. İşte biz bunları bahçe kazarken, fidan budarken konuşup sonuçlandıramayız. Bunları yeri geldikçe derslikte konuşup hazırlayacağızhazırladığımız programlarısırası geldikçe tarlamızda, bostanımızda, bahçemizde uygulayacağız!”Öğretmen biraz gülümseyerek baktı. ”İşte böyle çocuklar!”dedikten sonra az durdu. bu kez Fettah Biricik arkadaşımıza, ”Ne dersin Hacı Fettah, bu dediklerimizi yapmaya hazır mıyız?”diye sordu. Arkadaşlar güldüler. Fettah, ”Hazırız öğretmenim!”dedi. Öğretmen gene “İşte böyle, olay bundan ibaret!”dedi. Arkadaşların gülmesinin nedenini öğretmen, ”Hacı Fettah, deyişine yorduğu için, ”Bir insana hacı, demek pek gülecek bir sıfat değil ama, siz bunu gülmeye değer bulduğunuza göre, ben de güldüm. Ben bu sıfatı çok kullanırım. Bu bana okul sıralarından kalma bir söylemdir. Fettah adlı bir arkadaşımıza böyle derdik. Onu anımsadım. Bana göne bu sıfatı arkadaşınıza kullanmak çok doğal. Siz arkadaşlarınıza bir takım sıfatlar yakıştırmaz mısınız?”diye sordu.

 

 

Fettah Biricik

 

İsmet, ”Öğretmenim biz daha doğrusu ben kullandığınız sıfat için değil, arkadaşımız aslında tarımda çalışmayı pek sevmez de ondan güldüm!”dedi. Bu kez öğretmen, ”Vay vay vay, demek tam isabet!Demek ki baltayı taşa vurmuşum!”deyip bu kez kahkahayla güldü. Sonra da, ”Eeeee, şimdi ne olacak?Sen bu işe ne diyorsun?diye gene Fettah’a sordu. Fettah, 1smet için, ”Arkadaş yanlış biliyor:Ben köylü çocuğuyum, babam çiftçi, izinli gidince tarlada çalışıyorum. Tarımı nasıl sevmem?. Arkadaş kendisi, müteahhit çocuğu, asıl sevmeyen odur!”dedi. Öğretmen, ”Durun durun, ben sizin zıtlaşmalarınıza karışmayayım, sorunlarınızı kendiniz çözün!”Öğretmen, sözünü bitirmiş gibi bir tavır almışken, cebinden küçük defterini çıkararak Ben size geçmiş derslerimizde ödevler vermiştim, onlar nelerdi, anımsayanınız var mı bakalım?”dedi. Arkadaşlar hiç beklemiyormuş, birden sustular. Ben parmak kaldırdım, öğretmen baktı ama başını öbür taraflara çevirdi. Bu kez Bekir Temuçin parmak kaldırdı. Öğretmen Bekir’e söz verdi. Bekir, ”Köylerimizde yetişen hububatı, meyveleri, meyvesiz ağaçları, sebzeleri, , bunların ekim zamanlarını, koşum hayvanlarını sormuştunuz!”diye sıraladı. Öğretmen, ”Tamam, bunları o zaman yaptığınızı varsayıyorum. Bir çoğunu unutmuş olsanız bile az düşününce anımsayacaklarınız olacaktır. Şimdi, belleklerimizi yoklayarak bir ödev daha yapacağız. Köylerimizde, yılın on iki ayına göre yapılan işleri taslak olarak sıralayacaksınız. Örneğin ocak ayında aileniz ne işler yapar?Doğal olarak bu işler tarın etkinlikleri olacaktır. Örneğin temmuzda biçim işleri, ekimde, ekim işleri gibi. Ancak, çiftçi ailelerinin işleri tek konu değildir, ağırlıklı olandan başlayıp aza doğru sıralayacaksınız. Konuyu bir daha tekrarladı. Zil çalınca da gülerek, ”Şakalarınızı tadında bırakın, güzel öğrencilik günlerinizi zıtlaşmadan geçirmeye bakın. Bu günlerinizi sevgiyle anacak izleriniz kalsın. Onlar size ilerde mutlu geçmişinizi anımsatacak, yaşama sevincinize güç katacaktır!”dedi, ”Allahaısmarladık!”deyip gitti. Öğretmen gidince Fettah, İsmet’e bakarak, “Yalancı!”deyince, arkadaşların çoğu Fettah’a dönerek, ”Doğrucuya bak, doğrucuya !”diye bağırdılar. Fettah güldü, ”Ne yapayım, kendimi hiç mi savunmayacağım?” diye sordu. Hacı Fettah, Tarımcı Fettah takılmaları içinde yemeğe gittik. Fettah’la ilk günden başlayarak iyi bir arkadaşlık kuramadığım gibi giderek de kuramayacağımı anladığımdan bugünkü atışmalarda, takılmalarda sessiz kaldım ama, rastlantı da olsa Salih Ziya Öğretmenin Fettah’ı ele almasına sevindim. Gerçekten tarım çalışmalarına en çok karşı olan arkadaşlarımızdan biri, belki de en çok kaytaranı da odur. Bunu salt ben değil herkes böyle değerlendiriyor. Yemekte atölye öğretmenlerimizi görünce sevindik. İrfan Evren, Naci İnan, Hamdi Bağ Öğretmenler üçü de yan yana oturmuşlar. Hamdi Bağ Öğretmen kahve rengi, Naci İnan Öğretmen yeşile dönük gri, İrfan Öğretmen de kareli giysilerle gelmişler. Yusuf Asıl varsayımlara başladı. ”Öğretmenler üçü de bir yere gidecekler, çalışma yok!”Harun Özçelik ”Hiç bir yere gitmeyecekle, atölyede gene çizim yapacağız. İki komşu köylünün tartışması başladı. Ben herhangi bir olasılık öne süremedim. Ancak üçünün de kılıkları atölye için uygun değil. Atölyeye gidince durum aydınlandı. Tezgahlara bölünerek çizimlerle uğraştık. Naci İnan Öğretmen geldi. İrfan Öğretmen bir hafta izinliymiş. Hamdi Öğretmen de nöbetçiymiş. Bugün akşam üstü okula konuklar gelecekmiş. Geçme resimlerini belli bir oranda büyütüyoruz. Coğrafya derssinde öğrendiğimiz harita ölçeklerini burada uygulama olanağı bulduk. Resim çizimleri 2, 3, 4 cm. gibi küçük çaplı, oysa biz bunları, 10, 12, 14 cm. olarak çiziyoruz. Naci Öğretmen, iki yıl önce bizim bunları uyguladığımızı, ancak büyütmeleri hazır bulduğumuzu anlattı. Okul binasının çatı makaslarını Lüleburgaz’da kaldığımız okul bahçesinde biz yapmıştık. Tüm çatı, kiriş, makas v. b. kesimlerini çizimler üstünden biz kesmiştik. İşte o çizimleri bizim öğretmenler yapmış. Naci Öğretmen, ”O zaman bizim geceleri çalışarak büyüttüğümüz çizimlerin benzerlerini şimdi siz çalışıyorsunuz. !”Sık sık da açılar geçiyor. Bir bakıma geometri dersinde gibiyiz. Dik açı, geniş açı, dar açı…. . Kendi aramızda konuşurken, gelecek olan konukları bilmeye çalıştık. Uzun varsayımlardan sonra, bir ara öğretmen “Ne fısıldaşıyorsunuz?” diye bana sordu. Öğretmene yalan söyleyemedim, konuk olarak geleceklerin buraya uğrama olasılıklarını konuştuğumuzu söyledim. Öğretmen, ”Sanmıyorum, gelenler eski dostlarımız, bir nezaket ziyareti için geliyorlar. Alpullu Şeker Fabrikası müdürü, bizim kaldığımız okulun müdürü!”deyince ben adını söyledim:Ferit Bey!”öğretmen tekrarladı, ”Ferit Bey, Babaeski kaymakamı. . Bunlarla hep işimiz oldu, onlar bize çok yardımcı oldular, iyi insanlardı. O zaman, işlerimiz düştükçe onlardan çok yardımlar gördük!”diye tekrarladı…. Bizim atölyeye gelen giden olmadı. Paydostan sonra ben tasarladığım gibi bir süre çalıştım. . Volga Volga’nın girişindeki ağır bölümü baslarla çalıyorum. Bana daha güzel geliyor. Kendi kendime denemeler yapıyorum. Erken bırakıp dersliğe gittim. Türkçe kitap tanıtma ödevimi tamamlamaya çalışacağım. Anton Çehof, öykü kitabı, Maske. . Otuz öykünün tamamını yazmayacağım. Ancak öykülerin tamamı da çok ilginç. Öykülerin tümünde anlayamadığım bir taraf oluyor. Sanki o taraf böyle olsa daha iyi olacak diye düşünüyorum. O zaman da öykünün şekli değişiyor. Bu düşüncemden vazgeçiyorum, bu kez öykü yazarın yazdığı şekilde belleğime gelip yerleşiyor. Örneğin Bayan N N’ın Öyküsünde, genç, güzel, varsıl N. N. At binmesini de seven bir kimse. Gene kendisi gibi genç, bilgili, atları seven Petr Sergeyç artkadaşlık eder. Bir birlerine çok yaklaşırlar, N. N. düpedüz Petr Sergeyç’le evlenmek ister. Petr’de bunu ister ama evlenmezler. Neden?N. N. çok varsıl, Petr ise yoksuldur. Olsun, ben bu öyküyü yazsam, onları evlendirirdim. İşte kafamda bunu yapıyorum. Ancak o zaman, öykünün bir tadı kalmıyor. Öykünün bana verdiği bir iç burukluk, benim yaptığımda ortadan kalkıyor. O zaman da öykünün hiçbir önemi kalmıyor. Salt bunda değil tüm öykülerde bu oluyor. Örneğin Vak’a. . İki çocuk, kedi yavrularının arkasına düşmüştür. Tüm çocuklar kedi yavrularını değil küçük Taylar gibi yavruları da severler. Buna karşın yetişkinler çocuklardaki bu yaklaşımı önemsemezler. Bu öyküde de bu belirtilir. Çocuklar yavruları buca bucak saklayıp korumaya çalışırken evlerine köpeğiyle gelen bir tanıdık onları kedere boğar. Çünkü köpek küçük yavruları yemiştir. Yetişkinler bu olayı önemsemezken çocuklar, ürperirler. Yetişkinlerin vurdumduymazlığı, çocukları olağanüstü duyarlığı karşı karşıya getirilmiştir. Bu öyküde hiçbir değişiklik yapılamaz. Yapılırsa öykü değerini kaybeder. Galiba öykü olayını kavramaya başladım. Sorulsa belki anlatamayacağım ama kendi kafamda belli belirtilerin oluştuğunu duyumsuyorum. Duvar öyküsü de ilginç. Bir büyük çiftlik sahibi ilanla çalıştırıcı arar. İlanı okuyan bir genç, çıkar gelir. Çiftlik sahibi, kısa bir konuşmadan sonra geleni işe alacağını söyler. Ancak bir koşulu vardır:Çiftliğini yönetirken fazla çalmayacak. ”Yıllık bin lira önerir. Gelen kabul eder, çalışacaktır. Çiftlik sahibi aynı sözü tekrarlar, ”Sakın fazla çalma, istersen bin yerine iki bin vereyim!”İş isteyen bundan alınır, ”Sen beni hırsız yerine koyuyorsun, ben bu işi kabul etmiyorum!”deyip gider. İşte burada da, aynı olay var. Gelen, ”Kalıyorum!”deseydi, öykü bu denli etkili olmayacaktı. İş için gelenin belli bir tavrı var. Bu açıklanmıyor ama, açıklanmaya gerek kalmadan açıklanıyor. Ayrıca çiftlik sahibinin bir iki sözü de önemli. İş arayan gidince kızı babasına sorar:”Baba gelen i tuttun mu?”Baba konuşur:”Hayır kızım, gelen çok küçük, sonra!…Sonra, çok da namuslu!”Bu kez kızı:”iyi ya daha ne istiyorsun?”Baba, ”Hayır, namuslu insanlardan Allah korusun, namuslusu ya işini bilmez, ya gevezedir, ya da aptal. Allah korusun. Namuslu çalmaz, çalmaz ama bir de apansızın öyle bir darbesini yersin ki, nereden geldiğini anlayamazsın. Hayır kızım namuslulardan bizi Allah korusun!”Az düşündükten sonra. Beş kişi geldi, hepsi de böyle, bunun gibi. Ne talihsizlik bu!Galiba gene eskisini çağıracağız!”…. Oysa eski çalıştırdığını çok çaldığı için çıkarmıştı……Seçtiğim son öykü, Sayfiyede…Pavel İvaniç, evli- barklı, aklı başında bir insandır. Ya da o, kendisini böyle sanır. Bir sabah, ”Sizi seviyorum. Benim hayatım, mutluluğum, her şeyimsiniz!Bu itirafımı affedin, ne yapayım, acılar çekiyorum. Daha fazla susmaya takatim yok. Sizden mukabele değil merhamet istiyorum. Bugün saat sekizde sizi Eski Çardak’ta bekliyorum. . İmza atmaya gerek görmedim. Mektubumun imzasız oluşundan kuşkulanmayın, gencim, güzelim. . Daha ne istiyorsunuz?. . . . . Evden genellikle çıkmak istemeyen Pavel İvaneç giyinip ivedilikle çıkar. Çıkarken karısı sorar, ”Nereye böyle , giyimli kuşamlı, kimlere gideceksin?Pave İvaniç karısına bir yalan uydurup çıkar. Kafasında bir soru vardır, bu daveti kim yaptı acaba?. Bir kaç gün önce güzel bir yabancı bayan görmüştü, bu bayan galiba dönüp ona bakmıştı. Olsa olsa odur!”deyip sevinir. ”Çok güzel bir bayandı. !”der iiçinden. Eski Çardak’a gider. Kimse yoktur. Kuruntular içinde yollara bakarken bir erkek çıkıp gelir. Bu gelen kayın biraderi Mitya’dır. Buna sinirlenir. Mitya’nın gitmesini bekler. . Mitya gitmek bilmez. Sonunda Pavel İvaniç’le Mitya tam bir ağız dalaşı yaparlar. Bir birlerinin alçaklığı, yüzsüzlüğü sayılıp dökülür. Pavel İvaniç bir daha yüzüne bakmamak üzere Mitya’ya hakaret eder, oradan ayrılır. Bu sıra, geçenlerde gördüğü güzel bayan da oradan geçmiştir. Ona göre, çağıran odur ama Mitya’yı görünce gelmekten vazgeçmiştir. İşin acıklı tarafı o güzel kadın, yanında bir erkekle geldiği için Pavel İvaniç’e gücenmiştir. Pavel İvaniç bunları düşünerek, bu talihsizliğine neden olan kayın biraderi Mitya’ya kahrederek eve döner. Çok gergin bir durumdadır. Karısı güler yüzle karşılar. Ancak Pavel İvaniç karısına da sert davranır. Karısı bu tafralara kızmaz, üstelik gülerPavel İvaniç bu kez karısına, ”Durup dururken aptallar güler!”diyerek hakarete kalkışır. Karısı bu sözlere karşılık vermez. . Bu kez, ”Sabahleyin aldığın mektup kimdendi diye sordu. Pavel İvaniç, Biraz sıkılarak, ”Kim ben mi?Ben sabahleyin mektup falan almadım!”Karısı gülerek, ”Hadi hadi söyle, aldığını söyle, çünkü mektubu ben yazdım!”Pavel İvaniç, bunu duyunca afasllar:”Bu aptalca bir şaka!”der. . Karısı açıklar:”Ne yapayım, bugün evi temizlemem gerekirdi. Mitya’yla oturup akşama dek oyun oynuyor ortalığı dağıtıyorsunuz. . Seni öyle gönderdim, akşama dek bekleyeceğini varsaydığım için Mitya’ya da arkadaş olsun diye benzer bir mektup gönderdim!”dedi. Bu kez Mitya’ya dönerek, ”Mitya sen de Çardak’a gittin mi?Mitya gülümser, Pavel İvaniç’e ters bakmaktan vazgeçer……. . Bu öykü ötekileri gibi duygulandırıcı gibi görünmüyorsa da, Pavel İvaniç’in mektubu alınca duygusal değişimi, kendi kendine varsayımlar üstüne kurduğu kurgular okuyucuyu etkilemektedir. Öyküde olay önemsiz, her zaman olabilecek türden olmasına karşın, Pavel İvaniç’in sindirilmiş duygularının ardı ardına ortaya çıkması öyküyü değerlendirmektedir…. . Kitap:Maske…Yazarı:Anton Pavloviç Çehof. 1860 yılında doğmuş, bir Rus yazarı. . Tıp öğrenimi yapmış, doktor olarak çalışmış. Bir yandan doktorluğunu sürdürürken bir yandan da yazarlık yapmış. Öykülerinden başka İvanov, Marti, Vişne Bahçesi, Üç Kız Kardeş adlı tiyatro, Düello, Maske, Muharrir, 6 numaralı Koğuş, adlı kitapları vardır. Maske kitabını Zeki Baştimar dilimize çevirmiş, Remzi Kitabevi tarafından 1938 yılında basılmıştır……. . ……… Fikret Madaralı Öğretmenin verdiği Türkçe ödevinim yaptığımı düşünerek sevindim. Ödev, bir kitap tanıtmaktı. Bu bir roman ya da öykü kitabı olabilecekti. Ben öykü kitabı seçtim. Öykülerin kısa özeti ile bir ya da ikisinden birkaç satırlık tıpkı yazın örneği alınacaktır. Sanırım hepsini yaptım. . Rahat bir uykuyu hak ettiğime inanarak yattım…….

 

16 Ocak 1941 Perşembe

 

Kar yağmış sözleri arasında uyandım. ”Tam kurtulmuştuk!”derken gene kar, diyerek kahırlandım. Gerçekten merdivenlere dek kar dolmuş. Üstelik yağış sürüyor. Derslikte de aynı konu. Ben bu defa, az önce kendi kendime düşündüğümün tersine arkadaşlara: “Eh. . zamanı, daha ocak ayının ortasındayız!”gibi kendimin de içtenlikten uzak bulduğum sözler söyledim. Sevgili yeğenim İsmet bana, ”Eeee, dayı, ocak ayı her gününü karlı geçirmek zorunda mı?Geçen yılki ocak böyle mi geçmişti?diyerek karşı çıktı. Tartışmayı uzatmadık. Çünkü ben zaten kar yağsın istemiyordum. Konuşa konuşa kahvaltıya gittik. Kahvaltıdan çıkınca karın lapa lapa yağmaya başladığını hafif rüzgarda yaprak büyüklüğünde parçaların savrulduğuna tanık olduk. Karın bu tür yağışı özellikle ilginç oluyor;iri iri, kelebek gibi parçaların uçuşması ayrı bir görüntü veriyor. Dersliğe girince bir sürede asfalta baktık. Asfalt kısa zamanda kar kaplandı. Bir kaç gün önce kalkan kar on gün kadar kalmıştı. Bu da o kadar kalırsa ocak ayını bu yıl karlı geçirmiş olacağız. Kar ya da çamur:Kepirtepe demek, kar, çamur, kuraklık. Mustafa Saatçı içimizde en umutlu çıktı, ”Artezyen çıkınca kuraklık silinecek, kuraklık silinince, çamur da yok olacak!’Mustafa Saatçı bunu söyleyince arkadaşlarımızın küçük takımı çevresini sardı:”Bu dediğin ne zaman olacak?Mustafa Saatçı’dan önce. Halil Basutçu yanıtladı:”Sizin sakallarınız ağarınca!”Bu söze herkes güldü. Sami Akıncı bile güldü, söze karıştı;o söz şöyledir:”Kösenin sakalı çıkınca!”Kar bir tarafa itildi, söz tartışması başladı…”Kösenin sakalı!”Köse kimdir?Sakalı çıkmayana köse denir. Elimdeki küçük Osmanlıca-Türkçe sözlüğe bakıyorum, orada köse yok. Bu kez sınıfın yarıdan çoğunun sakalı çıkmamış, yaşları küçük, Onlar istedikleri kadar kendilerini savunsun, Mustafa Saatçı, Arif Kalkan, Sefer Tuncam onlara takılıyor. ”Sakalınız çıkmadığına göre öylesiniz;çıkınca kurtulursunuz. İsmet Yanar konuşuyor:”Bakın benim de yaşım küçük ama sakalım var. Çünkü boyum uzun. Köselerin yalnız sakalı değil boyu da uzamaz!  “Küçük Takımı!”dediğimiz sınıfın yarısı İsmet’e bağırdılar. ””Sen küçük değilsin, yaşını saklıyorsun!”İsmet beni öne sürdü:”Dayım burada, o benden en az üç-4 yaş büyük, ablamla yaşıt!”Bu kez bana döndüler, doğru söyle, sen kaç yaşındasın?”Az düşünür gibi yaptım, konuşmalara katılmadığım için benden doğru bir söz bekliyorlardı, hesaplar gibi yapıp az beklettim:”Ben on yedi yaşımdayım!”dedim. Bu kez hepsi bağırdı, işte bu da yalan!”Böylece İsmet 13 yaşında olmuş oldu. Yusuf Asıl sinirlendi, ”Bu sınıfın en küçüğü benim, ben on üç yaşındayım, İsmet Yanar deve kadar olmuş nasıl 13 yaşında olur?diye bağır bağır bağırırken Selçuk Korol Öğretmen geldi. ”Ne o çocuklar, anlaşamadığınız bir konu mu, yoksa paylaşamadığınız bir gömü mü var?”dedi. Dersimiz Türkçe, Fikret Madaralı Öğretmeni beklerken Tarih öğretmeninin gelmesine biraz şaştık, biraz da öğretmeni şamatayla karşılamış olmamız nedeniyle olacak utangaç tavırlar içinde sustuk. Öğretmen, ders değişikliğini, Fikret Madaralı Öğretmenin isteğiyle bugünlük yaptıklarını, esas programın gene süreceğini anlattı. Öğretmen kendine göre ders değiştirmenin çok doğal olduğunu, dersin boş geçmesi yerşine böylesi daha iyi değil mi?” diye de sordu Bu olayı gülümseyerek anlatmasına karşın biz, hoşnut olmamışlığımızı belirten suskunluğumuzu bir süre sürdürdük. Öğretmen bu durumumuzdan mı yoksa söze başlamak için bir neden olsun düşüncesiyle mi, ”Soracağınız bir soru var mı?” diye sordu. 6 Ali Güleren bu sessizliği bozdu, ”Gömü nedir öğretmenim?Öğretmen “Hazine!”der demez Ali sorusunu tekrarladı, ”Hazine nedir öğretmenim?”Selçuk Öğretmen bu kez 6 Ali’nin sırası yanına doğru yönelerek konuştu:”Doğrusu hazinenin ne olduğunu ben de bilmiyorum. Size söyleyeceğim de daha önce söylediklerim de benim başkalarından duyduğum sözlerden ibarettir. Ancak ben, duyduklarımı, bilgi yerine sayar, bunları, yeri gelince kullanırım. Siz de böyle yapmaya çalışın. Böyle yaparsanız, gerçek bilgileriniz de giderek perçinlenerek artar’”Öğretmen sanırım konuşmasını sürdürecekti, bu kez Ali Aga, ”Biz de öyle yapıyoruz!”deyip, gülümsedi. Selçuk Öğretmen, ”Doğal olarak siz de öyle yapacaksınız, yapmalısızdır da!…Ancak yapmak başka, yapıyoruz, deyip yapmadığını böyle senin yaptığın gibi kalkıp kendisi ilan etmesi başkadır. Ali oğlum, biz, tarih derslerimizde önemli konuları özetlerken , Anadolu’da kurulmuş devletlerin de kültürlerini incelemiş, onları, bu gün dünyanın kullandığı ortak bulgular ölçütleri içinde. değerlendirmeye çalışmıştık. Bizim dilimize başka dillertden geçmiş Atasözlerini, sık sık söylenen deyimleri tahtaya yazıp kullanmıştık. Sen gene burada oturuyordun. Hatta, ”Anladın mı?diye sorulduğunda, anladığını söylüyordun. ”Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?”deyimini bari bundan sonra unutma!. . Şimdi dikkat et, bak arkadaşların sana gömü ya da hazineyi nasıl anlatacaklar!. Bir daha dinle de hiç değilse bundan böyle unutmamaya çalış!”dedikten sonra hepimize bakarak tüm dersliği gözden geçirdi. ”Kim!”der demez, ben parmak kaldırdım. Benden sonra da parmak kaldıranlar oldu. Öğretmen bana, ”İbrahim, ben hazineyi sormayacağım, yaptığım konuşmayla ne anlatmaya çalıştığımı soracağım;sen bunun yanıtı verecek misin?”Evet!”deyip, duraksamadan, Lidyalıların, ticarette ilk para kullandıklarını, ünlü Lidya kralı Krezüs’ün çok parası olduğunu, bunları büyük bir hazinede koruduğunu. . Pers kral Kurus’la yaptığı savaşı kaybedince, bu hazineyi dağlara sakladığını, bu hazinenin günümüze dek bulunamadığını, hazine arayıcılarının günümüzde de bunu aradıklarını, konuşmalarda da parası çok olanlara, (Krezüs’ün öteki adı olan) “Karun kadar zengin!” dendiğini söyledim. Öğretmen “İşte bu kadar, bu bilgileri kafasına yerleştiren insan, hazineyi bir daha unutmaz. Ancak bilgiler yerine oturmamışsa ne hazine kalır ne de hazinenin içindekiler!. Tarih öğrenmek, biraz da budur. Bir birine bağlı olayların tümünü önemseyip belleğe yerleştirmeyenler tarihi öğrenemezler. Tarih bilgileri örümcek ağı gibi bir birine bağlıdır. Ağa takılan bir sinek ağı nasıl sallıyorsa, sorulan bir tarih olayı tüm tarih ağını titretir, o ağ içindeki bilgiler istenilen yere gelip dili devindirir. İşte arkadaşınızın yaptığı buna güze bir örnek. Bize hazine sözcüğiü için Lidya devletini, o dönemi, hatta tarihlerini bile çağrıştırdı. Krezüs, dedi, Kurus dedi. Kurus, Pers imparatorluğunu kurup tüm Anadolu gibi Mısır’a dek Küçük Asya’yı yönetimi altına alan, ünlü hükümdar. Bunu anımsayanlar, kesinlikle İsa’dan önce 600. yıları anımsayacaklardır!”Öğretmen bu kez 6 Ali’ye daha yumuşak bir sesle, ”Mamafih, sen gene de yararlı bir soru sormuş oldun, dersimizin iyi öğrenilmesi üstüne bir tekrar konuşma yapmış olduk!”dedikten sonra, ”Bugün aslında ben sizden, kendinizi ne kadar biliyorsunuz, ailenizin geçmişi il ilgili neler biliyorsunuz?bunları irdeleyelim, diyecektim. İşte bir Tarih olayı, hepimiz göçmen çocuğuyuz. Biz bura doğmuş olsak bile anne-babalarımız başka yerlerden gelmiştir. Ulus olarak Orta Asya’dan geldiğimizi biliriz de babalarımızın ya da dedelerimizin nereden geldiğini araştırmayız. Lidya kralı Krezüs ya da Pers hükümdarı Kurus bizim bir tanıdığımız gibidir de babamızın babasının adını umursamayız. Şimdi sorsam, biliyorum ki çoğunuz bana Napolyon Bonapart’ı anlatacaksınız. Ancak Bonapart’ın yaşadığı günlerde yaşayan büyük dedeniz hakkında en küçük bir bilgi veremeyeceksiniz. Bunu size söylüyorum ama siz de benden sorsanız, ben de bir bilgi veremeyeceğim. İşte bu tarafımızın zayıflığı tarih dersini sevmememize neden oluyor. Kendi ailemizin geçmişini bilsek, kesinlikle tarih bilgisiyle daha okula başlamadan karşılaşacağız. Okul, o ilk bilgilere yeni, daha sağlıklılarını katacak, geçmişimizi geriye doğru derinliğine sa da sağlıklı bileceğiz. Bu düşüğncelerle bir aile araştırma çalışması yapmanızı düşündüm. Öğretmenleriniz okumuşlardır, yeni çalışmalarımızın bu tür araştırmalara yönlendirilmesini bizden istiyorlar!”Zil çalınca öğretmen, bu konuyu uzun uzun konuşacağız, siz hazırlığa başlayın, bildiğiniz ölçüde notlar alın, gelecek derslerde daha açıklayıcı konuşmalarla konuyu. kavramış olacakınız, şimdiden kolay gelsin!” deyip ayrıldı…. . Selçuk Korol Öğretmenden sonra bir süre sessizce oturup kendi içimize dönük olarak kendi kendimizle konuştuk;ya da ben öyle sanıyorum. Ben bu derste arkadaşlara göre daha rahat daha kazançlıydım, bunu duyumsadığım için, susmayı yeğledim. Başkası konuşsun, ondan sonra söze karışırım, diye düşündüm. Beklediğim gibi olmadı. Mehmet Yücel, bana, çok zaman yapığı gibi(İsmet’e öykünerek-Mehmet Yücel’le İsmet iyi arkadaşlar, ilk günden bu yana sıra arkadaşıdırlar)”Dayı, öğretmen varken bülbül gibi konuşuyorsun, öğretmen gidince neden susuyorsun, bari gene konuş da bu sessizlik bozulsun!”dedi. Ben hemen işime gelen biçimde yanıt verdim:Öğretmen varken konuşuyorum, çünkü biliyorum, öğretmen beni dinleyecek, söylediğim sözleri değerlendirecek. Öğretmen gidince beni kim dinler, kim neyi değerlendirir?”İyisi mi susayım!”diyorum…”Haklısın!”dedi o da sustu. Az sonra Ali Güleren bir “Of, Ooooofff!”çekti. ”Ben ne desem sorun oluyor, çok mu yanlış konuşuyorum arkadaşlar?”diye sordu. ”Ha şunu bileydin!”sesleri yükseldi. ”Çok susuyorsun, sonra da birden çözülüyorsun, bu nedenle de ölçüyü kaçırıyorsun!”diyenler oldu. Sami Akıncı ise, Ali’ye “Arkadaş, bunun ayırtına vardınsa bundan sonra daha değişik bir yöntem uygularsın; örneğin arkadaşlar nasıl yapıyorsa sen de onlar gibi davranırsın, olur biter!”diyerek Ali’ye yol gösterdi. Herkeste bir gerginlik oldu. Ali Güleren arkadaşımızın sesli olarak “ Of. . ooooof!”demesi bizi olumsuz etkileri. . Onun her sözüne takılanlar bir çok hareketine gülenler acınır bir durum takındılar. Bunu görünce bir değişiklik olur düşüncesiyle, son saat resim dersinde Müdür Beye haber vereceğimi söyledim. Çoğunluk uygun gördü. Bu öneri gerçekten havayı değiştirdi. Müdür Beyin gelip gelmeyeceği, gelirse hangi konular üstünde duracağı ortaya sürüldü, derken konuşmalar yavaş yavaş her zamanki duruma dönüştü. Ders zili vurunca Müdür Beyin odasına gittim. Kapıyı vurup girince Müdür Bey, ”Ben de size gelecektim, derslerinizin boş olduğunu gördüm, gelmeye kara verdim!”dedi. Hızla dönüp arkadaşlara haber verdim.

Müdür Bey dersliğe gelince güler yüzle “Günaydın!”dedi. Kar yağışının toprağa, çiftçiye, sağlığa yararları var ama bu arada bize de çok zararı oluyor, diyerek önce okulun karda karşılaştığı zorluklara değindi. ”Önümüzdeki yaz bu zorlukların çoğunu aşacak önlemler alacağımızı, su, elektrik sorunlarımızın ortadan kalkacağını, bahçelerimizden yeteri kadar ürün alacağımızı umduğunu söyleyip konuyu, Milli Eğitim örgütünün Merkezle, merkez dışı örgütlerini anlattı. Önden bir sıra arkadaşı kaldırıp adlandırdı:Sen, İl Milli Eğitim Müdürü, sen, İlçe Milli Eğitim Memuru, sen Okul Müdürü diyerek konuyu dramatize ettirdi. Yazılı emirler Milli Eğitim Bakanlığından çıkıp illere geldi. İllerden de ilçelere, oradan da köy okullarına yayıldı. Bizim okulları da köy okullarına benzetti. Ancak bizim okula parasal işlerin il yoluyla, doğrudan eğitim, öğretim işlerinin Milli Eğitim bakanlığından geldiğini öğrendik. Her zaman Müdür Beyin gelişinden rahatsız olan arkadaşlar bu kez sevindiler. Gerçekte Müdür Beyde bir değişiklik yoktu. Ancak daha önceki sıkıntılı durumu dağıttığı için bence bugün daha yararlı oldu, sanıldı……Günler sonra okul radyosundan gene haberler verilmeye başlandı. Önemli haber, Trakya Bölgesi tümden kar altındaymış. Alman uçakları Girit Adasına baskın yapmış, oraya çıkan İngilizler Mısır’a çekilmişler. Almanlar, Fransa’yı yenip savaş dışı ettikten sonra Fransız sömürgesi olan Suriye’ye el koymuştu. Şimdi de bir İngiliz sömürgesi olan Irak’a göz dikmiş, orada karışıklıklar çıkartmış. İran’da da Almanya yanlıları sokaklara dökülmüş. Savaş haberleri bizi iyice şaşırttı. Bulgaristan, Yunanistan derken Almanlar güneyimize indi. Bu durumda ülkemizin yarısını çevrelemiş durumda. Biz onları Edirne’de beklerken, onlar Adana’ya, Hatay’a komşu oldu. . Askerlik dersimize Üsteğmen gelirse bu yeni durumu sormaya karar verdik. Arkadaşlar haberlere ilgi gösteriyor, duyduklarını değerlendirmeye çalışıyor ama oradan öte gitmiyor mu, yoksa bana mı öyle geliyor? Örneğin kimse, Edirne çevresine yığılmış askerlerimizin bir bölümü acaba Güney Anadolu’ya gönderilecek mi?demedi. Oysa benim bu haberi duyar duymaz içim burkuldu;iki ağabeyimle eniştem , hiç değilse şimdi bir hafta da olsa ara ara gelip gidiyorlar. Ya Güney Anadolu’ya giderlerse!deyip birden ürperdim. Yoksa arkadaşların yakınlarından birileri askere alınmadı mı?Böyle diyorum ama bir çoğunun ağabeyi, babası, eniştesinin askere alındığını çok iyi biliyorum. Örneğin Kadir Pekgöz’ün ağabeyi Hüseyin Pekgöz askerde. Öyleyken Kadir, ağabeyinden hiç söz etmiyor……

Kar fırtına şeklinde devam ediyor. . Pencereden bakıyoruz, asfalttan geçen araçlar zorlanıyor. Nöbetçi geldi, öğle yemeği gecikecekmiş. Arkadaşlar nöbetçiye takıldılar:Biz acıkmamıştık zaten!”Gecikme nedeni, ekmek gelmemiş. Öğle yemeğini iki saat geç yedik. Atölye çalışması yapmadık, kar kürüdük. Kar kürümesi bu kez geçen defa ki gibi zor olmadı;kar yumuşak, kolayca alıyoruz. Arkadaşlar: “Bu kolaylık kardan değil, biz deneyim kazandık, bu deneyimimizi daha arttırırsak köylere gidince, köylerimiz kardan kurtulmuş olacak!. Nedir o köylerin hali, kış boyunca kar içinde kalıyorlar!İşte bizler bu sorunu da çözeceğiz(!)”Bu sözlere hepimiz gülüyoruz. ”Başka daha neler yapacağız?”diyenler oluyor. Bir birimize bakışıp bu soruyu yanıtsız bırakıyoruz……Mandolin sesi duydum, merdiven altında bir grup, (4 öğrenci) birlikte çalışıyorlar. Çalıştıkları parçalardan biri hoşuma gitti. Bir okul şarkısı:Boş Fıçı…Boş fıçıdan çok ses çıkar:Çünkü içi boştur. Boş insan da öyledir, ondan da çok ses çıkar. Yanlarına gittim. Başka notalar da var. F. Schubert’in Serenad’ını aldım. Bunu daha önce de duymuştum. Belki de benim notalarımın arasında vardır, kısa bir parça diye önemsememiş olabilirim. Atölyeye gidip ağır ağır seslendirdim. ”Ben bu melodiyi duydum!”dedim durdum, kendi kendime. Sonunda buldum:Bu bir şarkı, ilkokuldayken. Münevver Öğretmen söylerdi. Adı da Güzel Çoban gibi bir şeydi. ”İçi nde, ”Güzel Çoban, ne güzel kırların, kuzuların var!” sözler geçiyordu. Münevver Öğretmenin güzel sesini anımsayınca parçayı da kolayca çaldım. Hemen de ezberledim. Münevver Öğretmenin söylediği şarkıyı iyi anımsadım ama kendimi ne denli sıksam söylediği sözleri bir türlü çıkaramadım. Dersliğe gidince  arkadaşlara birer birer sordum. Abdullah Erçetin şarkıyı anımsadı, ilk sözlerini de tahtaya yazdı:Güzel çoban, bir içim, bir yudum su destinden…. dedi arkasını getiremedi. Öteki arkadaşların bazıları da şarkıyı anımsadı ama sözleri doğrultamadılar. Varlığını bilip de doğrusunu araştırıp öğrenememeyi kendim için bir dürüstlük saymadığımı düşünerek öğrenme çareleri aramaya başladım. Şiirle en çok uğraşan arkadaşımız Mehmet Başaran, a sordum, bilmiyormuş. Halil Basutçu, ”Derse gelince Türkçe Öğretmeninden sor!”dedi. Bu aklıma yattı. Pazartesi günü derste öğretmene sorarım. Bu kez de nasıl soracağımı düşünmeye başladım. Ya öğretmen de bilmiyorsa!Bilmiyorsa, ”Bilmiyorum!”deyip geçmez, belki bunu bir sorun yapar:”Her aklınıza geleni sormayın, öğretmenler her şeyi bilmezler, onların sınırlı bilgi alanları vardır!”deyip oturtursa. Ben böyle bir duruma düşmek istemem. Bundan vazgeçtim. Bu defa Halil, ”O dizeyi tahtaya yaz, ”Bu dize hangi şaire aittir?diye altına yaz. Öğretmen gelince tahtada görüp söylerse öğrenirsin. Tahtaya bakıp ses çıkarmaz ya da başka sözler söylerse konuyu kurcalamazsın. ”Ya bu soruyu kim sordu?”derse. ”O zaman sen de, arkadaşlara sormuştum, silmeyi unutmuşum, deyip kalkar silersin!”Bu öneri hoşuma gitti, pazartesi günü bir deneyeceğim. ”Güzel çoban, bir içim, bir yudum su destinden. . !”Bu kez de aklım bu dizeye takıldı. Güzel çoban, bir içim, bir yudum su…destinden. Çobanlar desti ile mi dolaşıyor ki, onun destinden su istiyor, diye sormaya başladım. Elinde desti ile dolaşan çoban görmedim. . Bizim köydeki çobanları bir yana bıraksam, binlerle koyunu süren Karakaçanların bile ellerinde desti yoktu. Karakaçanlar, Bulgaristan’dan Sonbaharda kışı geçirmek üzere Gelibolu yarımadasına inerler. Bizim köy Karakaçan’ların yolu üstün olduğu için onları çok gördüm. Bu desti sözü de nereden çıktı?Yatınca da bu sorular kafama takılı kaldı. Münevver Öğretmeni anımsıyorum, gülüşü, şarkı söyleyişi, özellikle çok sık söylediği “Gelişi güzel!”sözünü hiç unutmuyorum. Biri anlamsız bir söz söylese Münevver öğretmen, ”Gelişi güzel konuşma, oyunlarda yanlış atlasa, ”Öyle, gelişi güzel atlama, gelişi güzel yanıt verme!”derdi. Bunlar hep aklımda da, onun söylediği şarkının öteki dizelerini bulduramamama sinirleniyorum. A’yı anımsadım, o, kesinlikle unutmamıştır. Şarkıyı da daha çok onlar söylerdi. Kendi kendimi azarladım. ”A, ma zamanı değil, şimdi uyku zamanı kapa gözlerini!”deyip gözlerimi kapadım….

 

17 Ocak 1941 Cuma…. .

 

Uyandım. . Daha zil çalmamış. Bugün hiç dersimiz yok. Kitap alıp okuyacağım. Gene bir öykü kitabı seçersem iyi olacak…. Zil çalar çalmaz hazırlandım. Dersliğe gittim. Tahtada adımı gördüm, soba nöbetçisi benmişim. Nöbetçiler akşamdan tahtaya yazılıyor. Ben tahtaya bakmadan çıkmıştım. Görmüş olacağımı düşünerek bana kimse anımsatma yapmamış. Benden önceki nöbetçi Hilmi Altınsoy, ”Ağabey, bilseydim söylerdim!”diyerek benim adıma üzüldüğünü söyledi. Hasan Üner’le ikisi yardım da ettiler. Hasan külleri aldı, Hilmi odun getirdi, sobayı elbirliği ile yaktık. Soba için yedek odunlar merdiven altına yığılmış, oradan alıp sobaya tıkıştırıyoruz. Kahvaltıda çorba ile karşılaştık. Arkadaşlar gene ekşidiler. Mehmet Yücel gülerek, ”Müdür Bey söyledi, gelecek yıllarda her şey bol olacak, azıcık sabredin!” Sami Akıncı ekledi:”Sabreden derviş, muradına ermiş!”Birkaç kişi birden, ”Biz derviş değiliz, dervişlik çoktan kaldırıldı!”Sami gülerek, ”Breh breh(!)”deyip sustu. Dört dersimiz de boş olduğuna göre bugün derslikte çok tartışma olacağı beyliydi. Kime sorsan bu varsayımı söyleyecekti. Ancak az sonra Hüsnü Baykoca Öğretmen geldi, benden başlayarak herkese takıldı, güldürdü, sonunda da ağzından baklayı çıkardı, ”Bugün mü çalışmak istersiniz, yarın öğleden sonra mı?Okul önü ile Tarım binası yolu açılacak, geçen defa siz bunu çok güzel yaptınız, bu ustalığınızı gene bekliyoruz, rica ediyoruz, Müdür Beyin de selamını getirdim!”Arkadaşlar az bakıştıktan sonra. İsmet başta olmak üzere büyük bir grup “Bugün!”yanıtını verdi. Hüsnü Baykoca Öğretmen gülerek “Ben de bunu beklerdim, ne demişler?”Bugünkü işini yarına bırakma!”kapıdan çıkarken de “Ne olur ne olmaz, sınıf nöbetçisi derslikte kalsın, sobayla ilgilensin, döndüğünüzde dersliği sıcak bulun!”deyip çıktı. Arkasından Hilmi Altınsoy, ”Vay canına, şansa bak, biz karda yuvarlanırken ağabey sıcak soba başında oturacak!”Herkes bana baktı. Mehmet Yücel, ”Bunda ne var?Dün olsaydı, sen oturacaktın. Ya da çalışmayı yarına bıraksaydık, yarın da bir arkadaşımız burada kalacaktı!”diyerek sorunu kapattı. Ben az düşündüm, bu bir şaka mı yoksa gerçekten kıskançlık mı?Dahası başkalarına söz yolu açmak mı?Hilmi az önce bana yardım etti. Hatta yardım değil sobayı büsbütün o yaktı. Sustum ama içimde bir şeyler kıpırdadı durdu. Onlar çıkarken de Hilmi’ye, yorulunca gel yerine ben gideyim!”diyerek niyetini anlamaya çalıştım. Kesinlikle razı olmadı. Bu kez Hasan Üner’e aynı öneriyi söyledim. Hasan Üner, sırasından bana bir kitap verdi, Carmen, ”Bu kitabı beğeneceksin. !”deyip gitti. Carmen-Yazarı Prosper Merime, Dilimize çeviren Avni İnsel…Yalnız kalınca rahatça okumaya başladım. Genç Don Jose askerdir. Atlı askerler grubunda görevlidir. Ünlü bir aileden gelmektedir. Amacı da ailesinin ününe ün katacak başarılar kazanmak, görevini dürüstlük içinde sürdürmektir. Tütün fabrikaları işçileri-ki çoğu bayandır- tatil sıralarında çılgınca eğlenirler, çevrenin dikkatini çekecek tavırlar yaparlar. Yörenin toplumsal düzeninden sorumlu kolluk birliklerinde çalışan Don Jöse bu tütün fabrikasına salt disiplin sağlamak amacıyla gitmiştir. Özellikle bayanların neşeli haykırışlarına önce şaşar, onları uyarmak ister. Bu arada şımarık tavırlarla ortalıkta dolaşan Carmen’e gözü takılır. Carmen güzeldir, güzel olduğu ölçüde de şımarık bir (Çingene) dilberidir. Don Jose, öteki bayanları uyardığı gibi Carmeni de tatlı dille susturmayı dener. Carmen kendi çevresi içinde oldukça cerbezeli biri olarak bilinir. Rahattır, Don Jose’yı dikkate almaz, onunla ileri geri konuşur. Bu öçzgürce davranışları Don Jose’yı şaşrtır. Önce sertlikle çıkışmaya kalkar. Bu tür sertliklere gülerek karşı çıkan Carmen yavaş yavaş Don Jose’nin kalbinde tohum salmaya başlar. Sertlik, yumuşaklık derken ilişki kurup konuşmaya başlarlar. Carmen, kural tanımayan bir yaratılıştadır. Damarında taşıdığı çingene kanı gereği özgür tavırlarıyla, çevresinin ilgisini çeker. Don Jose’nin nöbeti olan bir akşam, Carmen onunla gezmek ister. Don Jose, görev ilkelerine ters düşen bir davranışa kalkışacak ölçüde Carmen’e bağlanmıştır. Önerisine “Hayır!”diyemez, görevini terk edip Carmen’le çıkar. Görev terki ona ceza getirir. Bu ceza hapis yatmaktır. Don Jose’nin bağlı olduğu görev anlayışı zedelenmiştir. Carmen’e olan aşkı görev düşüncesini aşmıştır. Özgür tavırlı Carmen başka zamanlar da Don Jose’yi arkasından sürükler. Carmen’in kaprisi, Don Jose’nin görev tutkusuna üstün gelir. Çatışmalar, tartışmalar hatta kavgalar başlar. Öte yandan Carmen, Don Jose’nın sandığı gibi kendi başına buyruk kısaca özgür biri değildir. O özgür tavırlar içinde kendini öyle göstermeyi başarmaktadır ama bunu salt Don Jose böyle algılamaktadır. Gerçekte Carmen, bir çok yasa dışı güçlü kişilerin kıskacındadır. Onların özgürce ortalığa çıkamamaları nedeniyle o özgürlük numarasını sürdürebilmektedir. Çingene kurallarına göre evlidir. Gene içinde bulunduğu toplumun hoşgörüsüne sığınarak birileriyle düşüp kalkmaktadır. Bunları Carmen gibi çevresindekiler de bilirler. Ancak Don Jose kendi yaşam ölçülerinin dışına çıkamadığından, Carmen’i gördüğü ölçüler içinde düşleyip ötesinden habersizdir. Giderek Carmen gerçekeğiyle karşılaşınca da kendi düzleminden kaymaktadır. Kavgalı gürültülü bir buluşmadan sonra Carmen’in evine gider. Orada bir Üsteğmenle karşılaşır. Bu onursuz durumu görmezlikten gelemez, kavga başlar, Don Jose, üsteğmeni öldürür. Bunun suçundan kurtulmak ancak dağlara çıkmakla olabilir. O da bunu dener. Başarılı işler düşleyen Don Jose, Carmen’le birlikte dağlara çıkar. Dağlar boş değildir. Bu boş olmayan dağlarda Carmen’in dosları da vardır. Ne dostu, azılı eşkıya kör Garcia Carmen’in düpe düz kocasıdır. Carmen hiç sakınmadan Don Jose’yi kocası ünlü ekşiya kör Garcia koruyuculuğuna getirmiştir. Don Jose bunlara katlanmak zorunda kalır. Bir yandan da için için kendini yer. Carmen’e öfkesi ise günden güne artar. Tüm bu olumsuzluklara karşın Carmen’i düşündükçe, Carmen’in onun olmasını düşledikçe geçmişi bir yana itip yeni koşullar içinde Carmen’le yaşayabileceği kuruntularına kapılır. Her şeye karşın Carmen sevgisi onda azalmamıştır. Carmen ise bunu tam tersini düşünür. Belki buna düşünmöek demek de az gelecek;Carmen açık açık Don Jose’ye hakaret eder, iki sözünden biri onu sevmediği, hatta ondan nefret ettiği üstüne olur. Don Jose her şeye karşın güçlü kuvvetlidir, sınırlı da olsa kendini koruyucu yetileri sağlamdır. Kör Garcia’yı bir yolunu bulup öldürür. Bir beladan kurtulmuştur. Bir dost bulup birlik kurarlar. Onların da bu dağlarda sözü geçmeye başlar. Ancak Carmen güçlü erkek sözü dinyeyecek yaratılışda değildir. O güçlü erkeklere meydan okuyarak, onları eritmiş, kendisi aklınca ayakta kalmıştır. Belki de kendi kuruntuları içinde sonunun geldiğini varsayıp işi özeklikle Don Jose ile olan konuşmalarında sonu gelmeyecek ölçülerde küçültücü sözlere döker, Don Jose’nin sabrını dener. Don Jose yeni arkadaşı Dancaire ile iyi uyum sağlamıştı. Bir süre Carmen’i rahat bıraktan yarar umar. . Carmen Granada’ya gider. . Carmen Granada’da da yeni bir dost bulur. Bu cesur bir boğa güreşçisidir. Don Jose bunu duyunca yeni baştan kıskançlığa kapılır. Bu kez olay daha önem kazanır. ”Bunca arkasından koşulmasına karşın direnecekse bu iş; güzellikle bitmeyecek!”der. Buna katlanamayacağını kesin olarak düşünür. . Son kez Carmen’e birlikte olup, Amerika’ya gitmeyi, orada yeni bir yaşamı denemelerini önerir. Carmen her zaman olduğu gibi bu öneriyi hakaretle karşılar, kendisini Lucas da terk etse gene Don Jose’ye dönmeyeceğini söyler. Bu kez, iyi bir aileden gelen, dinsel yaptırımları anımsayan Don Jose bir papaza gidip kendisinin bir kadını öldüreceğini, onun için dua etmesini ister. . Carmen’e dönünce de bir daha önerisini tekrar eder, ”Amerika’ya gidelim, orada sil yeni baştan birlikte bir yaşam kuralım!”Carmen öldürüleceğini anlamıştır. Geçiştirici sözler söylemeyi düşünmez, başkaldırmış bir tavırla, :”Asla seninle bir arada olmak istemiyorum!”der. Böylece Don Jose, önerisiyle birlikter tümden reddedilmiş olur. . Don Jose kamasını hazırlamıştır. Carmen’i hemen oracıkta öldürüp, kamasıyla açtığı bir çukura gömer.

Carmen(Karmen) Hiç ara vermeden(En kısa zamada) okuduğum kitap oldu Carmen. 116 sayfa. Satte 4o sayfa okuyarak paydos zili çalmadan bitirdim. Çalışmadan dönünce Hasan da şaştı, ”Atlayarak okudunsa zevkini alamamışsındır!”dedi. Zevkini aldım mı bilmem ama aralıksız atlamadan okudum. Aslında kimi bölümleri atlanabilirdi ama, ben atlamadım. Çünkü başka yapacak işim yoktu, derslik sıcak konuşan kimse yoktu. Bir saat kadar önce Sami Akıncı geldi, o da kitaplarını açıp çalıştı. Okudum ama bir olay dikkatimi çekti. Daha doğrusu anımsadığım bir başka kitabın bitişi ile Carmen’in bitişi benzerlik gösterince daha önce okuduğum kitabın sonunu anımsayıp, ondaki acıklı durumla karşılaştırınca Carmen’nin öldürülüşünden pek etkilenmedim. Zaten iki benzeyişte de salt ortak nokta sevenlerin sevdiklerini öldükleri yerde ellerindeki sınırlı gereçlerle gömmüş olmaları. Ölüm nedenleri çok farklı. Benzerlik kurduğum, Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf adlı romanında Müzeyyen’in ölümü, Yusuf’un Müzeyyen’i oracıkta gömüşündeki şekilsel benzerliktir. Müzeyyen, bir hainin kurşunuyla ölür, Yusuf’sa Müzeyyen’i yüreği parçalanarak gömer. Don Jose, kıskançlık duygularını bastıramadığı için sevgilisini kendi öldürür. Öcünü almıştır ama, bilinçli bir cinayet işlemiş olmaktadır. Önceden papaza gidip dua ısmarlaması da Don Jose’nin bilinçli katilliğini kanıtlamaktadır. Bu nedenle bende, duygusal açıdan Carmen’in sonu, Müzeyyen’in talihsiz sonunun gölgesinde kalmış oldu. İlerde bir gün Carmen’i anımsarsam, sanırım Kuyucaklı Yusuf’la onun talihsiz sevgilisi Müzeyyeni de birlikte anacağım…. Ben kendi yaptığımın bir başarı olduğunu düşünüyorum. Bu arada(İçimden) arkadaşlara karşı biraz acır gibi baktım. Ben sdoba başında otururken onlar karda çalıkştılar. Yanılmışım herkes mutlu, şakalaşıyorlar. Gene kızları dillerine dolamışlar. Nachtigall, Sazan, Anaç, Sırıklı, Madam, Kıvırcık, İspinoz gibi adlar ağızlarında. Bir yandan da yarın öğleden sonra serbest olacaklarına seviniyorlar. Yarın okul önü ile okul yatakhaneler arası temizlenecekmiş. Ben, yarın öğleden sonra Lüleburgaz’a gideceğim için olası bir kayhgım yok. . Eğer gidebilirsek, çarşıda birkaç kez dükkanlar arasında gidip geleceğiz. Vakit ayırabilirsem Halkevi salonuna uğrayacağım. Başka bir dileğim yok. Halil çok çalışmış, ”Yoruldum!”deyip oturdu:”Parmak kaldırmadım, kar kürümeyi yarına bırakmak istedim ama olmadı. Çalışmalarda hile yapamadığım için sürekli çalıştım. Öyle olunca da çok yoruldum!”dedi. ”Her zaman, başımıza gelen de bu!”deyip güldük. Aramızdaki arsız insanlarla ayrıldığımız özelliklerimiz de bu;onlar yorulmadan, ”Yorulduk!”yaygarası koparıyorlar, bizler yorulduğumuz zaman bile “Yoruldum!”demekten çekiniyoruz. Arkadaşlar bugün çalışırken bizim sınıfa yeni bir ad bulmuşlar, Kürekçi Takımı. Kar Kürüyücüler…Güldüm, Edirne’deyken ilk giysileri alınca ne takımıydık?”diye sordum. Birileri hemen anladı ama neden bunu sorduğumu anlamadıkları için öylece baktılar. Ben de, ”Bakın onu unutmuşuz, bunu da unuturuz!”dedim. Kimse tınmadı. Akşam yemeğinde genellikle gündüz ki konuşmalar tekrarlandığından ben sessiz kaldım. Bu bir bakıma da iyi oldu. Daha sakin düşünüp bugünün kazanımlarını rahatça not ettim. Yarın için tek dileğim askerlik dersine Üsteğmenin gelmesi. O gelirse sınıf çavuşluğunda kurtulacağım. Ders öncesi kapı önünde durmanın nasıl bir olay olduğunu başkalarını gözleyerek değerlendirmeye çalışacağım. Ya Binbaşı gelirse?O zaman, arkadaşlar bana bakacaklar. Acaba nasıl bir duruma giriyorum. ?Hüsnü memleketine mektup yazmış, aylardır yanıt alamamış, mektupların buradan gitmediği kuşkusuna kapılmış, ”Yarın gidersen, mektubumu at!”dedi. Atacağımı söyledim ama sonra vazgeçtim, ”Gel birlikte gidelim, kendi elinle at, hem bize yardımcı olursun, hem de gönül rahatlığı ile mektubunu atarsın!”dedim. Bu önerimi Halil de destekledi. Yarın Hüsnü Yalçın da bizimle kooperatif görevlisi olarak gelecek. Hüsnü soruyor, ”Kooperatif görevlisi ne demek?”Anlattım, Cumartesi günleri Lüleburgaz’a izinle gidilir. İsteyen, Hüsnü Baykoca Öğretmenden izin alır, belli zamanda gidip gelinir. Nasıl gider, hangi araçla gidip gelinir, kimse ilgilenmez. Özel bir izin almışsa o zaman Hüsnü Baykoca Öğretmen kamyon sürücüsü Kazım Ustaya bir pusla ile bildirir. o kişiyi Kazım Usta kamyona alır, götürür, getirir. Kooperatifçiler için, benim, Salih Baydemir, Harun Özçelik, Fevzi Üner, Cavit Kafkas’ın cumartesi günleri için özel izinleri kooperatif çalışma dönemi olarak alınmıştır. Kazım usta bizi tanıdığından sormadan alır götürür-getirir. Yarın seni bize yardımcı aldığımızı söylersek soru sual etmeden bizimle geleceksin. Hüsnü arkadaş az düşündü, alınmış gibi bakarak:”Buna ne gerek var?Kazım ağabey beni tanıyor, tatillerde hep kaç kez on unla Lüleburgaz’a böyle izin almadan gittim, kimse de bana bir şey sormadı!”dedi. Af diledim, ben sözümü geri aldım, ”Mektubunu ver, ben atayım!”dedim. Bu kez Halil sordu. ”İbrahim’in söylediğinde alınacak ne var?”Hüsnü hiç yanıt vermedi, mektubu da vermedi. Yüzünü döndü. Biz de alınganlığa bir ad veremedik. Bir süre sonra Halil, ”Üzülme, arkadaş zaten çok huzursuz. Anneden babadan, kardeşlerden ayrı, aylardır haber alamıyor. O sıkıntılar onu bunaltıyor. Alınganlığı bundan, Yarın değişik düşünüp belki de özür dileyecektir!”dedi. Dedi ama , o da ben de üzüntümüzü bir süre üstümüzden atamadık. Ben, konuyu değiştirmek üzere benim Güzel Çoban şarkısını anımsattım. Halil Fikret Madaralı Öğretmene sor demişti. Sorayım ama nasıl sorayım?Değişik önerilerden sonra Halil, gene geçen gün söylediğini tekrarladı:”Elindeki dizeyi tahtaya yaz. Bunun devamını bilen varsa altına yazsın!”de. Öğretmen gelince görecektir. Görünce de kesinlikle bir şey söyleyecektir. Onun bunu bilmemesi hiç değilse duymaması olansızdır. !”dedi. Benim de aklıma yattı. Öyle yapmaya karar verdim. Zil şimdi çalacak, ha çaldı ha çalacak derken Hüsnü döndü, gülerek, ”Yarın ben de geleceğim, darılmadın değil mi?”dedi. ”Neden darılayım, birlikte gidip birlikte geleceğiz, ayrıca senin işinin olmasına da yardımcı olacağım. Darılmak ne söz, mutlu olacağım!”deyince o da biz de sevindik. Ayrılırken Halil bana, bunun nedenini hiç düşünme, önemli olan sonucu;kendi işini kendi görecek. Böylece içi rahat edecek. Böylece bir arkadaşlık görevi yapmış olacaksın!”yiyerek beni uyardı. Yatınca aynı konuyu düşünmeden edemedim. Ben düpedüz kızacaktım. Oysa Halil, olayı başka açıdan düşünüp beni yatıştırdı. Çok iyi oldu. Amacım yardım etmekti. O halde konu nereye kaydırılırsa kaydırılsın esas amaçtan sapmamak gerekir. Ben sinirlenip amacıma ters düşen bir tavır almak üzereyken arkadaşın uyarısı bir yanlışı önledi. Bundan bir ders çıkarmalıyım. . Böyle düşünerek uyudum…. .

 

18 Ocak 1941 Cumartesi

 

Uyanınca askerlik dersini düşündüm. . Komutanların sıralamasında neden değişik söylemler var. Örneğin onbaşı, sözü nereden kaynaklanıyor?Yüzbaşı, yüz askerin başı mı, Binbaşı, bin askerin komutanı mı. Askerlik şubesindeki Binbaşıyı tanıyorum, kendisi konuşurken söyledi, ”Bizim işlerimiz, azımsanır ama aslında çok yoğun çalışız. Emrimde bir üsteğmen bir gedikli on asker var, 33 köyü ile koskoca Lüleburgaz’ın askerlik işlerini düzenli yürütmek sanıldığı kadar kolay değil. Gece gündüz durmadan çalıştığımız, yazıştığımız olur!”diye yakındığını anımsıyorum. On kişinin bin başısı nasıl oluyor?Onbaşı on kişinin, yüzbaşı yüz kişinin, binbaşı bin kişinin başı ise albay kaç kişinin başı oluyor?. Neden bir bölümü sayısal ad alırken ötekiler sayı dışına çıkıyor?Hele tüm general, bütün general gibi bir anlam taşıyor, Öteki generaller yarım mı ki?Oysa onlar tüm generalden daha yüksek rütbeliler. Salih Omurtag Korgeneral, Fahrettin Altay Orgeneral, Fikri Tirkeş tüm general…Üsteğmen gelir yumuşak davranırsa bunları soracağım. Halil de benim gibi soba nöbetini unutmuş. Ben de bu sabah ona yardım ettim. Kahvaltıya azıcık geç gittik. Hasan Gülümser nöbetçiymiş bize sıcak tarafından çay getirdi. Halil Basutçu sordu, bunu nasıl yapıyorsun?Hasan gülerek:” Ben bir şey yapmıyorum, kaynayan kazandan gidip bardağı dolduruyorum. Aşçıbaşına çok yardımcı olduğum için, o bana kesinlikle güvenir, bu nedenle göz yumar Siz geç geldiğinize göre çayınız soğumuştur. Sıcak içmenizi istedim. iyi mi ettim ağabey!”diyerek benim düşüncemi sordu. Gülerek, ”Çok iyi ettin, kazan nasıl olsa kaynıyor!”dedim. Bu kez Hasan, . ”Kaynayıp buhar olacağına ağabeyler içsin buhar etsin, istedim!”Teşekkür ettik. Hasan gidince Halil, Hasan Gülümser için, ”Açıkgöz bir çocuk!”dedi. Halil nöbetlerinde hiç karşılaşmamış, pek tanımıyor. Hasan’la benim nöbetlerimde birkaç kez rastlaştık. Ayrıca eğlence hazırlıklarında birlikte çalıştık. Kooperatif seçimlerinde de Hasan bizim için çok çalıştı. Soyadına yakışır şekilde gülümserdir. Halil’e Hasan Gülümser’i tanıttım. Dersliğe döndüğümüzden az sonra Üsteğmenin geldiğini öğrendim. Son derece sevindim. Arkadaşlar, son savaş durumlarını soracaklar, derse geçince de ben rütbelerdeki bu ad karışıklığını soracağım. Belli zamanlarda yolcular, özellikle İstanbul otobüsleri yolcuları okul önünden geçerken gazete atıyorlar. O sıra oralardan olanlar alıp, okuyor ya da dersliklere getiriyorlar. Bugün de iki gazete atılmış;Cumhuriyet, Akşam. İkisi de bizim iyi tanıdığımız gazete. Biz Halil Basutçu ile evvelki yıl Akşam gazetesine abone olmuştuk. Geçen yılda birkaç ay sınıfça Cumhuriyet gazetesini almıştık. Cumhuriyet’le Ulus gazeteleri okula gelmeye başlayınca, bunları bir gün sonra kitaplığa konmaya başlandı. Bir süre kitaplıkta okuduk. Savaş haberleri can sıkıcı bir duruma gelince önce radyodan dinlemeye heveslendik sonra da savaş haberlerinden bıkkınlık duyarak radyoyu da gazeteleri de umursamaz olmaya başladık. Bugünkü iki gazetede de önemli bir haber, Almanya devlet başkanı Adolf Hitler, bizim Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’ye mektup yazmış. 1. Dünya Savaşında aynı düşmanlara karşı birlikte savaştığımızı, dost olduğumuzu söylemiş, bu dostluğun sürmesini istemiş. Gazetelerin yazdığı bu haberlerin ne anlama geldiğini Üsteğmenden hemen soracağız. Önce doğru mu?Doğruysa bundan sonra nasıl bir değişiklik olacaktı?Oldukça heyecanlandık. Özellikle ben, ağabeylerimin eve dönecekleri umuduna kapıldım bile. Bu sabah boş geçen iki saat bana yıl gibi geldi. Üsteğmen geldi. Gene 4 Mehmet Aygün “Dikkat!”çekti. Üsteğmen üstünde durmadan, konuşmaya başladı. Öğretmen masasındaki gazeteleri görünce, ”Beni konuşturmak için mi bu gazeteleri buraya koydunuz?”diye sordu. Bekir Temuçin gazete olayını anlattı, gazetelerin aslında sahipsiz olduğu için orada kaldığını belirtti. Üsteğmen, ”Öyleyse bugün ben de gazete okumadım, onlara bir göz atayım!”deyip gazeteleri katlayıp kapattı. Alman diktatörü Hitler’in her devlet başkanına böyle mektuplar yazdığı, hatta bazı devlet sorumlularını bu mektuplara aldanıp Almanya’ya bile gittiğini, dostça karşılanıp ağırlandığını, bir süre sonra o o devlete aniden savaş açıldığını anlattı. Norveç’i, Holanda’yı, Belçika’yı, Romanya’yı, Bulgaristan’ı buna örnek gösterdi. Bize de aynı numaraları yapabilir, düşüncesiyle tetikte durduğumuzu, ancak giderek de dört yanımızdan sarıldığımızı anlattı. Şu sıralar, Suriye ile Irak’ın tamamen Almanya elinde olduğunu, İran’da da karışıklıklar çıkararak içten çökertmeye çalıştığını, ancak İran konusunda bu kez Rusya’nın sahneye çıktığını anlattı. Almanya ile Rusya Polonya’da olduğu gibi İran üzerinde de anlaşırlarsa o zaman bizim iyice sarılacağımızı, Az bir olasılık da olsa anlaşamazlarsa ki biz bunu bekliyoruz. O zaman Almanya bize savaş açmayacaktır. Rusya bizim başlıca düşmanımızdır. Buna karşın Rusya savaşa girmediği sürece Almanya’nın korkulu rüyası olarak kalacağından biz savaşın dışında kalabileceğiz. Ancak bir gün Almanya öteki devletler gibi Rusya ile de savaşıp, onu da saf dışı bırakırsa. savaş bizim için kaçınılmaz olacaktır. . Tam anlamasak bile savaşın şimdilik başlamayacağını anladık, sevindik. Arkadaşlar başka sorular sordu, Üsteğmen sevecen bir dille anlayabileceğimiz yalınlıkta anlattı. İkinci derste ben de sorumu sordum. Üsteğmen, önce benim sorumu anlamazdan geldi, ”Onbaşını, yüzbaşının ne olduğunu bildiğine göre benden neyi öğrenmek istiyorsun?”dedi. Sorumu bir kez daha tekrarladım. Bu kez de, ”Bak bak bak, sen beni değil, Milli Savunma Bakanlığı ile Genel Kurmay başkanlığını sigaya çekiyorsun!”dedi. Güldü, ”Doğrusunu isterseniz, biz subaylar bunu, daha öğrenciliğimizde eleştirmeye başlarız ama hiçbir sonuç almadan emekli olur, çıkarız. Arkadaşınız çok haklı, Onbaşının on askerle falan hiçbir ilgisi yok. Onbaşı görevli çavuşun yakın yardımcısıdır. Keza yüzbaşı ile yüz askerin de bir ilişkisi söz konusu değildir. Kısaca komuta sıralamasındaki sayı bildiren rütbelerin, söylenen sayılarla hiç bir ilgisi yoktu. Geçmiş zamanlardan kalmış birer addır bunlar. Tarihin derinliklerinde kalmış zamanlarda belki bir anlam taşımıştır. Günümüzde onbaşı, Ahmet, Mehmet gibi komuta sıralamasında, merdivenin ilk ayağına verilmiş bir addır . Onbaşı, çavuş, üstçavuş, başçavuş, asteğmen, teğmen , üsteğmen, yüzbaşı, binbaşı, yarbay, albay, tuğgeneral, tümgeneral, korgeneral, orgeneral, mareşal, . Bunların hiç birisinin sayılarla ilgisi yoktur. Birliklerin sayıları savaşlarda başka barış sürecinde başkadır. Yörelere göre de değişir. Örneğin 1. Ordunun toplam sayısı ile 3. ordunun toplam sayısı bir değildir. Önemli görülen yerlerdeki kimi alaylar bir başka yerdeki tugay dayısına eşittir. Bunu tümenler için de, kol ordular için de söyleyebiliriz. Bu soruyu sorduğum için Üsteğmen bana teşekkür etti ”Bunları anlatarak size gerçekten önemli bir konuyu açıkladığıma inanıyorum. Bu bir kusur değil yerleşmiş bir düzendir. Umarım üzerinde durula durula bir gün çağın gelişmelerine uyulan değişiklikler yapılıp daha anlamlık adlar takılacaktır. !”dedi gülerek bir daha tekrarladı“Umarım!”Zil çalınca askerce selamlayıp çıktı. . Mehmet Aygün, ”Oh be, sıramı savdım!”deyip derin bir nefes aldı. 6 Ali Güleren, ”Sıra şimdi bana mı geldi?”diye sordu. Arkadaşlar hep güldüler. Arif Kalkan Ali’ye öğüt verdi, ”Kendini alıştırman için dersliğe girip çıkarken bana tekmil ver. Ben “Tamam!”deyince öğrenmiş olacaksın!” dedi. Bu kez başkaları da aynı öneriyi yaptılar. Tören zili tartışmaları kesti, temizlenmiş merdivenlerden alana inmek üzereyken anımsayıp dönüp bayrağı aldım. Bayrak çekerken tam bakamıyorum ama Üsteğmenin bana baktığını düşünüp tüm dikkatimle kendimi tutuyorum. Marş başlar başlamaz bayrak yerine çıkıyor. Başımı çevirip bakmadan bunu becermeme ben de şaşıyorum…. Sanıyorum bu becerimi Hidayet Öğretmen de beğeniyor ki beni değiştirmiyor. Bir keresinde “Ben, İstiklal Marşı yönetimini sana bırakınca sen de bayrağı bir başkasına devredersin!”demişti. Öğle yemeği bugün iyi çıktı. Etli mrcimek, bulgur pilavı, Sütlaç. . Hava bulutlu ama esinti yok, soğuk değil. Gözümüzün görebildiği her yer kar. Göre bildiğimiz en yakın yer Yeni Bedir köyü yok olmuş, bitişikteki höyük bir çizgi gibi. Köyün yerini duman birikiminden saptayabiliyoruz…. . Ergene Ovası’ndaki engebeler dümdüz olmuş…. Kazım ustanın ivedi işi çıkmış saat beklemeden Lüleburgaz’a gittik. Fikret Madaralı Öğretmen bizi eczanede bekliyormuş, çıktı. Önce kırtasiyeye gittik. Öğretmen kıyasıya pazarlık ederek alışlarda ucuzlatma sağladı. Şeker türü yiyeceklerden en çok Yeni Hayat satılıyormuş. Onu iki katına çıkardık. Öğretmen, elma ile portakalların çok satılmamasına şaştı. Derslikleri gezerek meyve yemenin yararlarını anlatmak gerekiyor. Alabilenler olabildiğince bunları alıp yemeli!”diyerek bize de önerdi. Hüsnü daha önce bizden ayrılıp P. t. t’ye gitmişti. Bize katılınca öğretmen Hüsnü Yalçın ‘la ayrıca ilgilendi, konuşa konuşa bizden uzaklaştılar. Biz aldıklarımızı kamyon durağına taşıdık. Öğretmenin geri geleceğini düşünerek Halkevine gitmekten vazgeçtim. Bir süre sonra Hüsnü yalnız döndü, öğretmen eve gitmiş. Az sonra kamyon geldi, okula döndük. Öğretmenin önerisine uyarak Harun Özçelik yazı yazdı:Dişlerinizin çürümemesi için portakal yemelisiniz!”Portakal Dişleri Güzelleştirir!” Bir süre kooperatifte çalıştık. Ben dersliğe döndüm, arkamdan Salih Baydemir geldi. Salih tahtaya “Portakal Yiyenlerin Dişleri Çürümez!”diye bir yazı yazdı. Hiç bir söz söylemeden yazdığı için arkadaşlar, işi şakaya çevirdiler. Bekir Temuçin kalktı”Portakal Dişleri Sarartır!”yazdı. Mustafa Saatçı kalktı, ”Portakal Cepleri Boşaltır!” yazdı. Eline tebeşiri alanlar kalkıp bir şeyler karalayınca bu kez Salih Baydemir kalkıp yazdığını sildi. Portakal-elma türü meyvelerin yararları yemek boyunca konuşuldu. Dersliğe döndüğümüzde tahtada”Bu sınıfta en çok kabak yenir!”yazısıyla karşılaştık. Arkadaşların kimileri benim yazmış olacağımı öne sürdü. ”Derslikte yalnız kalmadığıma göre benim yazmam olanaksız!”diyereık kendimi savundum. Harun Özçelik gelince konunun nereden kaynaklandığını açıkladı, Fikret Madaralı Öğretmenin önerisini söyleyince şamatalar durdu, herkes elma sever, portakal sever oldu, yedikleri elmaları, portakalları anmaya başladı. Trakya’nın her tarafında elma yetiştiği konuşuldu. Bekir Temuçin bir kağıt çıkararak, köyünde elma yetişenleri yazdı. Sonuç şaşırtıcı çıktı. Otuz arkadaşın içinde tek ben, bizim bahçemizde elma var yazmışım. Köyünde elma ağacı olduğunu anımsayan yedi arkadaş çıkmış onların da kimisi kuşkulu konuştular. Elma olayı giderek ciddi bir duruma dönüştü. Okulda koca bir elma bahçesi yetiştirilirken, bu bahçeyi en az iki kez biz kazmışken bundan kimsenin söz etmemesine şaştığımı söyleyince buna fena bozulanlar oldu. Fettah Biricik, ”Armut olsa neyse ben elmayı zaten sevmem!”dedi, Mustafa Saatçı Fettah’a bunu söylemene gerek yok biz senin armut sevdiğini biliyoruz!”deyince gülenler oldu. Fettah bundan alındı, sert bir tartışma başladı. Mustafa Saatçı, dolaylı olarak Fettah’a ayı demiş oluyormuş. Sefer Tunca, Sami Akıncı gibi sözü geçer arkadaşlar araya girince olası bir kavga önlendi. Mustafa Saatçı ile Fettah Biricik’in kavga etmesini bekledim, sanırım bunu biraz da istedim. Neyse beklediğim olmadı ama ortalığın sakinleşmesine de ayrıcva sevindim.

Daha önce karar vermiştim, Enis Behiç Koryürek’in geçen yıl Gemiciler şiirini ezberlemiştik. Geçen derslerde öğretmen bu kez Suvariler şiirini okuttu. Onu da ezberlersem iyi olacak. Başka kimsenin ezberleyeceğini sanmıyorum. Ezberimde ikinci bir E harfi benzeri şiir olsun. şiirin başlığı Suvariler ”Biz kasırga oğullar, biz kanatlı süvariler, -Sınırlarda akın eden tamam yedi bin nefer!- Ordumuzun dolu dizgin hücumlarından-Dalgalanır bir kahraman uğultu-Şimşek gibi bir ordu-Hep muzaffer-Cenk eder…. . E harfinin üst uzun çizgisi bitti. Bunun iki katı orta çizgi, bu kadar da alt çizgi…Görünüşte 30 dize ama toplansa 15 dize bile olmayacak…Yarın bunu ezberlerim. Han Duvarları uzadı ama o çok uzun, dolu dolu 140 dize. . Onun bile 110 dizesini ezberledim. Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’a ulaştım. Zavallı zaten orada ölmüş, gidecek hali yok. Bu nedenle ben de orada duraksadım. Zaten oradan ötesi üzücü , belki de bu nedenle duraksadım. Süvariler daha canlı bizim kınalıya bindiğim günleri anımsıyorum. Gene de içimde bir kuşku var:Ben ata binebiliyor muyum?Örneğin arkadaşım Nalbant Yusuf’un oğlu Raşit at biniyor, çevre köylerde yapılan at koşularında birinciliği kimseye bırakmıyor. Onunki at binmekse benim ki Don Kişot’un at binmesine benziyor, demektir. Gene de şiiri okurken kendimi, at üstünde gidiyormuş varsayıp gurur duyacağım…. Kendimi Don Kişot’a benzetince güldüm. Halil gördü, hemen sordu, ”Gene ne kurnazlık düşündün?”Aklımdan geçenleri anlatınca o da güldü. At mat derken gene ilkokul yıllarımı anımsadım. O günlerin yarışçı Raşit’i şimdi asker, evlenmiş, bir de kızı olmuş. Geçen yaz babasıyla konuşmuştum. Yine okul arkadaşlarımızdan N ile evlenmiş. N, A’nın en iyi arkadaşıydı. Ancak benden hep uzak durmuştu. Ben, bunu arkadaşlık duygusuna yordum. A’yı benden kıskanıyordu. A’nın okula geç geldiği bir gün, N’ye, A’nın neden gelmediğini sorunca sinirlenerek, ”Ne bileyim ben, gelince kendisine sorarsın!”demişti. Bunu ben sonra A’ya anlattım. A şaşırdı, ”Nasıl bilmez?geç geleceğim haberini öğretmene N getirdi, çok iyi biliyordu, nedense öyle söylemiş, domuz!”Bir süre bu domuz sözüne gül müştük. . İşte Raşit bu domuzla evlenmiş, bir de kızları olmuş. Bu küçük domuzun da annesi gibi güzel olacağını sanıyorum. Daha doğrusu güzel olmasını diliyorum…

 

19 Ocak 1941 Pazar…

 

Gerinerek uyandım. Bugün Yeni Bedir’e Kamber Amcama gidecektim. Bu karda gitmeyi göze alabilecek miyim?. Gerçi araçlar yolu açtılar ama gene de yer yer, eriyikler, su birikintileri vardır. Öğleye dek kooperatifte olacağım, öğleden sonra da bir süre akordiyon çalışıp sonra kitaplığa çıkacağım. Kitaplık sessiz olursa şiirimi ezberleyeceğim. İlginç bir tarafımı yakaladım, eski bildiklerim, yenilerin gelmesini engelliyor. Örneğin Süvarileri ezberliyorum. Okuduktan az sonra bir tekrar yapmaya kalkınca, İlk dize olan, ”Biz kasırga oğulları, biz kanatlı süvariler, diyeceğime Biz dalgalar fırtınalar kahramanı yiğitleriz-Ufuklardan ufuklara haber sorar gezeriz…. deyip çıkıyorum. Süvariler yerine Gemiciler gelip oturuyor. Birden Han Duvarları’na dönesim geldi. ”

“ Garibim namıma Kerem diyorlar,

Aslımı el almış, harem diyorlar,

Hastayım derdime verem diyorlar,

Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın ben…

……………………………………….

Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında

Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında

Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı,

Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı!

Az değildir varmadan senin gibi yurduna

Post verenler, yabanın hayduduna, kurduna!”….

……………………………………………

Dizeler su gibi rahat akıp gidiyor. . Baştan sona bir kez daha bakarak okudum. . Koopratifte bir tartışmayla karşılaştım. Salih Baydemir görev konusunda çok titiz olmasına karşın Harun Özçelik’in beklediği gibi çıkmamış. Harun bunu söyleyince Salih Baydemir, öteberisini toplayıp kooperatifi terk etmeye kalkmış. Bir daha gelmemek üzere ayrılacakmış. Ben söylenecek olan sözleri söyledim, Salih oturdu. Sil yeni baştan onların konuştuklarını tekrarladık. Salih Baydemir haksız. Bu kez ben, isterse ayrılabileceğini, ancak ayrılması için, öğretmenin onaylayacağı bir devir vermesinin gerektiği, bunu yapmadan ayrılırsa tüm sorumluluğun üzerinde olacağı, öğrenci olarak bu sorumluluğu taşıyamayacağını anımsattım;suçlu duruma girersin!”dedim. Salih Baydemir, Harun Özçelik’in elini eline alıp tuttu sımsıkı tuttu, ”Offff!”dedirtince ye dek sıktı. Sonra da “Tamam!” deyip yerine geçti. O yazmadığı hesapları inceden inceye yazdı. Cavit’le Fevzi gelince de öğleden sonra satışları onlara devredip kooperatiften ayrıldılar. Ben bir süre daha Cavit’le Fevzi Üner’le konuştum. İki arkadaş da konuştukça çalışma yöntemleri, sabrı, sabırsızlığı, paylaşımcılığı bakımından Harun Özçelik’i çok olumlu bulduklarını, Salih Baydemir’i ise çok bencil olduğu kanısına vardıklarını söylediler. Buna karşın mart sonuna dek çalışmaları sürdürmeye kararlı olduklarını eklediler. İşin ilginç yanı onlar bu durumu Fikret Madaralı Öğretmene söylediklerini, öğretmenin de normal seçim devresi sonuna dek sabırla çalışmalarını istediğini söylediler. Olaya biraz üzüldüm ama, öğretmene güvenimden ötürü, kendime bir olumsuzluk payı çıkarmadım. Kitaplığa gittim, kitaplık bizim derslikten daha gürültülü. Pazar günleri biraz böyle oluyormuş. Özellikle pazar günleri öğleden öncesi kitap alış verişine ayrıldığından konuşmalar doğal sayılıyormuş. Dersliğe indim, yemek saatine dek orada oyalandım. Yemekten sonra. Atölyede yorulasıya akordiyon çalıştım. Yorulunca şiir okudum. Serenadı ezberledim. Bir oktav incelmelerde sağ elime bakıyorum ama bunu doğal sayıyorum. Akordiyonu susturunca okul zilinin çaldığını duydum, koşarak törene yetiştim. Törenden sonra gene atölyeye gidip ortalığı topladım. Geç vakitler dersliğe gittim. Derslikte arkadaşların çoğu yarınki Türkçe dersini konuşuyorlar:Yazılı olur muyuz?Olacağını öğretmen çok önce söylemişti. Ancak öğretmen , ”Benden, şu tarih mi bu tarih mi diye de sorup durmayın, demişti. Hatta kağıtlarınız hazır bulunsun, derslerin birinde yazılı yaparız!”diyerek bizi uyarmıştı. Türkçe dersinden yazılı olacağımızı hiç düşünmüyordum. Arkadaşların konuşmaları beni de etkiledi. Akşam yemeğinde yediğimiz içtiğimiz neredeyse Türkçe yazılısı oldu. Dersliğe dönünce duraksamadan Okuma kitabımı açıp incelediğimiz parçaları gözden geçirdim. Soruların Okuma kitabından gelmeyeceğini bilir gibiyim. Ancak gene de belli olmaz, parçasını okuduğumuz yazarlardan sorabilir. Örneğin, Ömer Seyfettin, Falih Rıfkı Atay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin, Ahmet Haşim, Ahmet Rasim, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Yahya Kemal Beyatlı, Faruk Nafiz Çamlıbel, Halit Ziya Uşaklıgil, önemsediği yazarlardan bazıları. Bence bu kez dil bilgisi soruları da soracak. Bu varsayımımımı saklı tutup ödev defterimdeki işlenmiş konuları bir bir gözden geçirdim. . Tekrar tekrar üstünde durduğumuz konular, fiiller, fiil çekimleri, mastarların tümce içinde kullanılmaları, yüklendiği ödevler. Adlar, adıllar, sıfatlar, zarflar, edatlar, bağlaçlar. Adıl, sıfat, zarf olarak kullanılan sözler. Tümcelere soru anlamı katan bağlaçlar. Yazılışları belli olduğu halde okunuşlarında ses değişimiyle farklı anlamda kullanılan sözler, Sözcükler üzerin konularak söyleniş değişikliği yapan geçici işaretler. Fiillerde bileşik zamanlar. Adların fiil olarak kullanılması gibi konuları işlemişiz. Başlıkları okuyunca hepsini bildiğimi sanıyorum. Oysa az önce okuyunca, bunların kimilerini defterime ben mi yazdım? diyerek şaşkınlık geçirdim. Sonuç olarak, çalışmam gereken konular var. Dilerim yarın yazılı olmayız da bunları bir daha çalışırım. Halil hemşerisi Bekir Temuçin’in sırasına gitmişti, dönünce anımsattı;yarın öğretmene sorunu soracak mısın?Soracağımı söyledim. Onun söylediğini yapacağım. Halil güldü, ”Bunu yaparsan öğretmen anlatmaya dalar, belki korkulan yazılıyı yapmaz!”dedi. Birden cesurlaştım, ”Yazılıdan neden korkuyor muşuz?Sen de o tembel dedikoducular gibi. mi düşünüyorsun?” dedim. Halil biraz sıkışır gibi oldu. ”Yok, öyle değil ama, derslerde, kitapta olmayan konular işleniyor. Çoğunu tam öğrenemiyoruz. Aradan zaman da geçince tümüyle unutup gidiyoruz!”Halil’in bu sözlerine karşılık, ”Aklına takılanlar varsa, birlikte çalışalım!”önerisinde bulundum. Bu kez Halil, ”Neyi çalışayım, ben dilbilgisi konularının hiç birini öğrenmiş değilim ki hangisini sorayım. Bir adları biliyorum birde tümce sonlarındaki çekimli fiilleri seçebiliyorum. Bundan öte, ” Ne nedir?” gibi soruları yanıtlayacak bir bilgim yok. Ben özellikle en karmaşık bulacağını düşündüğüm zarfları örnek alıp tümce üzerinde anlatmaya başladım. Soru zarflarına örnek yazarak, bunların adıl olarak da, sıfat olarak kullanıldığın söyleyince, Halil beni susturdu. ”Öğretmen bunları sorarsa, kendisi üzülür;bunlara seninle Sami’den belki daha bir iki arkadaştan başka kimse yanıt veremez!”deyip kestirdi. Yat zili çalınca yabancı gibi bir birimize bakarak ayrıldık. Ben bilgiç bilgiç yürüdüm, sanırım Halil de kendisine küfredilmiş gibi beni gözleriyle izledi…Yatınca, özellikle dil bilgisi konularını sıraladım. Öğretmenin konulardan çok konuları işlerken nelere ağırlık vererek konuştuğunu anımsamaya çalıştım. Uzun süre uyuyamadım….

 

20 Ocak 1941 Pazartesi….

 

Uyandığımda yatakta olduğuma sevindim. Sıkıntılı bir rüya görmüşüm. Uyanmadan az önce askerlik şubesi önünde duruyordum. Benim gibi asker adayları tek sıra olmuş bekliyorlar. Hepsi benden büyük. Neden onların arasında olduğumu bir türlü anlayamıyorum. Dönüp arkalara bakıyorum, bir tanıdık çıksa orada oluşumun nedenini anlayacağım. İçinde bulunduğum insanlar hep bir biri ile konuşuyorlar. Sözleri de askerlikle ilgili değil. Bir ara birisi Poyralı sözü etti. Sevindim, Poyralı köyünden bir arkadaşım var, siz aradan mısınız?” diye sordum Hepsi güldüler. Birisi bana, “ Sen ne konuşuyorsun? O Poyralı başka, o bizim memleketten söz ediyor. Senin arkadaşın oradan olamaz. Sen bizim aramıza nereden katıldın?”diye sordu, arkasından da, ”Bu kibar yabancı nereden çıktı?” diye bağırmaya başladı. Ben, ”Kibar falan değilim, köyden okumaya geldim, şimdi de askere aldılar!”dedim. Hepsi birden güldü, ”Sen ne diyorsun?Hangi askerlikten söz ediyorsun?diyerek gülüşlerini sürdürdüler. Aralarından çıkmaya çalışınca da önümü kesmeye kalktılar. Bir süre öylece soluksuz durdum. Birden sıçrayıp aralarından kaçarken kendimi yatakta buldum. İçimden, ”Yatağım ne rahatmış!”deyip gerindim. Gördüğüm rüya, bir süre gözümün önünden gitmedi. İri kıyım bir sürü adam. Akşam yatarken canlı olarak düşlediğim Türkçe konularını rüyam alıp götürmüş. Rüyayı bir yana itip Türkçe sorularını düşünmeye çalışıyorum, istediğim gibi bir anımsama olmuyor. Kalkıp kendimi dışarıya attım. Hava çok soğuk değil, gene de bir kar soğukluğu var. Dersliğe gittim. Soba yanmamış. Nobetçi Yakup Tanrıkulu, rahatsız olduğu için revire yatmış. Ondan sonraki arkadaş Arif Kalkan. O da geç haber almış. Yardım ettik, sobayı yakıp kahvaltıya gittik. Kahvaltıda mercimek çorbası. Sıcak oluşuna sevindim. Dersliğe gidince, Halil’le tasarladığımı yaptım, tahtaya, ”Güzel çoban, bir içim, bir yudum su testinden; yazdım, altına da bu dizenin devamını, yazarını bilen altına yazsın!” Arkadaşlar, güldüler. ”Öğretmen gelecek, kızar!”diyenler oldu. Bu kez herkese sordum, kimse yanıt vermedi. Abdullah Erçetin melodiyi söylerken öğretmen içeriye girdi. Sesi duymuş, kapıdan girince Abdullah sustu. Öğretmense devam devam, deyip arkasını söylemeye başladı. Tahtaya bakınca da güldü. Bana bakarak, ”Bunu sen yazmışsındır!”dedi. Ben, hiç çekinmeden, şarkının sözlerini öğrenmek istemişim, arkadaşlardan bilen olup olmadığını öğrenmek için yazdım!”deyince, Öğretmen gülerek, ” İyi bir yöntem, ilan yoluyla bilgi toplamak!”dedi. Tahtaya giderek ilk düzeltmeyi yaptı. Ben testi yazmıştım, öğretmen testi’nin ilk t’sini d yaptı, ”Destinden, elinden anlamına gelir!”dedikten sonra bana, ”Sen istediğine göre, ben söyleyeyim, sen defterine yaz, tahtaya yazmaya gerek kalmasın!”dedi. Başlık Bir İçim Su…. Güzel çoban, bir içim, bir yutum su destinden, -Bugün sıcap yine pek, sanki ortalık yanıyor…Güzel çocuk, senin olsun hayatım, istersen;Niçin gözüm sana baktıkça böyle yaşlanıyor?. . Güzel çoban ne kadar tatlı söylüyorsun sen?Yalan da olsa içim doğru söylediğini sanıyor. -Güzel çocuk, bana bak aldadatır mıyım seni ben?_İçin bu yaşları boş sanırsa, aldanıyor!Güzel çoban bir içim, bir yutum su destinden;-Bugün sıcak yine pek, sanki her yanım yanıyorİ Tevfik Fikret…. . Öğretmen , dest:El anlamında kullanılmıştır. Elinden su istemektedir. Testi bir su kabıdır. Arkadaşınız bunu bildiği için el yerine testiyi yakıştırmış. Olur böyle yanılgılar!” dedi…. Bana dönerek”Beri bak, böyle kurnazlıklar her zaman böyle iyi sonuç vermez. Bu şarkıyı ben severim, ayrıca büyük şairimiz Tevfik Fikret olunca görmezden gelemedim. Bunlar senin şansını arttırdı. Ancak bilgi edinmek de insanların hakkı. Atalarımız, ”Bilgi Çin’de bile olsa git al!”demişler. Bu nedenle yaptığını her bakımdan hoş görmek zorundayım, aferin!”dedi. Öğretmen bundan sonra çantasından küçük bir kitap çıkararak Tevfik Fikret’ten şiirler okudu, yaşamı üstüne bilgiler verdi. Hasta Çocuk-Balıkçılar, Yağmur-Bir Lahza-yı Taahhur, Mart-Nisan-Mayıs-Ocak-Sis-Rücu-Devenin Başı-Millet Şarkısı-Haluk’un Vedaı şiirlerini açıklayarak okudu, şairin esinlendiği olayları anlattı. Tevfik Fikret’in bir şiirini defterimize yazmamızı, ayrıca açıklamasını da yapmamızı istedi. Ders bittiğinde öğretmen çok çok hoşnut olmuş gibi yumuşak bir sesle bize iyi çalışmalar diledi. Yazılıdan da hiç söz etmedi. Öğretmen gidince İsmet duramadı, ”Dayı, kurnazlık yapıp öğretmenlerin programlarını aksatıyorsun. Bu bizim zararımıza oluyor!”dedi. Bunu hiç beklemiyordum, beş altı kişi birden ”Ne atlatması, bundan daha iyi ders mi olur?” diye İsmet’e çıkıştılar. Bu kez İsmet, ”Ben dayıma şaka söyledim, siz ne karışıyorsunuz!”karşılığını verince, Mehmet Yücel, Yusuf Asıl, Hasan Üner, Mehmet Aygün hep birlikte”O, yalnız senin değil bizim de dayımız, diye bağırdılar. Öteki arkadaşların da karışmasıyla derslik bir süre gürültüye boğuldu. Kapı yanında oturan Bekir Temuçin öksürmeye başlayınca sesler kesildi. Herkes bir işle uğraşıyormuş gibi sıralara kapandı, kimisi de sırasından kitap alıyormuş gibi eğilip kalktı. Hüsnü Baykoca öğretmen, ”Şuradan geçiyordum da, dersiniz boş mu diye sorayım, dedim!” diyerek dersliğe girdi. Önce Arif Kalkan’a, sonra bana daha sonra da İsmet’bakarak, üçümüz birden sizin köyler şimdi hep kardır, oralara buradan daha çok kar düşer, bilirim, orman kuytularına kar yığılır, uzun zaman da kalkmaz!”diyerek sıra aralarında gezindi. 6 Ali Güleren’e, Hilmi Altınsoy’a, Kadir Pekgöz’e nereli olduklarını sordu. Kadir Pekgöz

“Hamitabat!”deyince gülerek, ”Aaaa, bak, bak, demek sen bizim Domuzormanlısın, öyler mi?”diye sorusunu tekrarladı. Kadir’in yanıtını beklemeden bana dönerek, ”Komşu köylün varmış, bana hiç sözünü etmedin!”dedi. Benim yanıtımı da dinlemeden, Hamitabat’a çok gittiğini, Hamitabat okulu başöğretmeni Nuri Beyi tanıdığını, köyün çok canlı, insanlarının çok hareketli olduğunu, oradan paşalar, milletvekilleri yetiştiğini anlattı. Kadir’e dönerek babasını sordu. Kadir babasının hafız olduğunu söyleyince Hüsnü Baykoca Öğretmen ellerinin baş parmaklarını kulak memelerinin arkasına dayayarak avuçlarını yukarıya açtıktan sonra Kadir’e, sende de var mı, yapıyor musun?”diye sordu. Arkadaşlar hep güldüler. Kadir Pekgöz, ”Bende yok ama, o arkadaşta var!”diyerek Mustafa Saatçı’yı gösterdi. Hüsnü Baykoca Öğretmen buna çok güldü. Ancak, Kadir’e dönerek, ”Sende olmayan şeyin başkasında olduğunu söylemeye hakkın yok!”diyerek Mustafa Saatçı’yı konuşmanın dışında tuttu. İsmet’e takıldı, İsmet’in öğretmenleri olan Nazif-Hamdiye Evrenleri sordu. Onları çok yakından tanıdığını söyledi. Arif Kalkan’a da takıldı. Bu arada Yakup Tanrıkulu ile Abdullah Erçetin’i tanıdı. Zil çalınca, Hüsnü Baykoca Öğretmen, bizimle konuşmaktan mutluluk duyduğunu söyleyerek ayrıldı. O ayrılınca, İdris Destan, ”Amma da nazik adammış!”diyerek ilk sözü söyledi. Sami Akıncı, ”Ne yapsın?çok gürültü ettiğimizi söyleseydi daha mı iyi olacaktı?Nazik nazik, yaptığımızın doğru olmadığını bize anlatmaya çalıştı, adam işini gücünü bırakıp geldi , bir ders boyu başımızda durdu!”dedi. Arkadaşların çoğu Sami Akıncı’nın dediğine katıldı, 2. boş derste sessiz bir 50 dakika geçirdik. Bu sessizlikten yararlanarak dün için hazırlanmaya başladığım Türkçe konularını baştan sona bir daha gözden geçirdim. Yarın tarih dersimiz var ama, öğretmenler geçen hafta ders değişikliği yapmış, Fikret Madaralı Öğretmenin yerine Selçuk Korol gelmişti. Sanırım yarınki tarih dersi yerine Fikret Madaralı Öğretmen gelecek, Türkçe’den yazılı yapacaktır. Öğle yemeğine çıkınca havanın değiştiğini, Ergene taraflarının güneşlendiğini gördük. Belki de kar erimeye başlayacak. On gün olsun açılsa ocak ayını atlatacağız…. . Yemekte biz, sevdiğimiz yemekleri sıralayıp tartışırken geçmiş nöbetlerden tanıdığım Necdet Şıpka adlı öğrenci gülerek geldi, ”Ağabey mektubun var!”dedi zarfı uzattı. Zarfa baktım, Ahmet Gürsel öğretmenden. Ahmet Gürsel Öğretmene mektup yazmış, sorduğu problemleri de yanıtlamıştım. Önceleri çok meraklandım, acaba doğru mu yaptım?gibi sorularla kendimi yemiştim. Zamanla bu duygudan sıyrıldım. Belki de öğretmen mektubumu alamaz, belki de yanıt vermez gibi düşüncelere kapılarak olayı unutmuştum. Şimdi mektup gelince şaşırdım. Mektup elimde ama açamıyorum;acaba öğretmen ne yazdı?Tabağımı hemen boşaltıp kalktım. Önce kendim okuyacağım. Bence bir sakınca yoksa sonra isteyene veririm. . Doğru atölyeye gittim. Orası benim sığınağım. Zarfı titreyerek açtım, mektup oldukça uzun, bunu görünce rahatladım. Uzun yazıldığına göre…. Kuşkularım dağıldı, okumaya başladım. “”Değerli öğrencim, mektubunu memnuniyetle aldım. Sorduğum sorulara genellikle doğru yanıtlar bulmuşsun. Yalnız işaret hataları dikkatimi çekti. Mektupla verilecek açıklamalar kuşkusuz noksan olabilecektir. Etraflı açıklamalar, mektubu daha bir o kadar uzatabilirdi. Şimdilik sana, işine yarayacak birkaç şey daha söylersem hataların hemen hemen yok denecek düzeye inecektir. !”Öğretmen bunları yazdıktan sonra bir denklemle söyleyeceklerini söylüyor. Çözümü 8 sayfa süren bir örnek problemden sonra Ahmet Gürsel Öğretmen: ”İşte sana şimdilik bu kadar bilgi verebiliyorum. Senin ve arkadaşlarının geçmiş bayramlarını kalbimin en derin sevgisiyle kutlar, hepinize yeni yıllar için başarılar dilerim!” Öğretmenin Ahmet Gürsel/imza… Not: Mektup, GİRİŞ bölümündedir.

 

Hepsi bir yana “Öğretmenim Ahmet Gürsel imzası bile beni sevince boğdu. Dalıp gitmiştim, birden sesler duydum:Gelenlerin, mektubu elimden alacaklarından korkmuş gibi ivedi toplayıp zarfa sıkıştırdıktan sonra, gömleğimin içine, karnımın üstüne koydum. Çok neşeliyim. Önce Naci Öğretmen geldi, gelir gelmez de bana takıldı:”İbrahim, atölyede mi uyuyorsun?” dedi. Ben öğretmene yanıt seçmeye çalışırken arkadaşlar girdi. . Yusuf Asıl kar toplayıp yığmak, yaz gelince de satmak için planlar kuruyormuş. Naci Öğretmen, bunu dünyanın bir çok yerinde yapıldığını, istersek bizim de yapabileceğimizi anlattı. Ancak bu iş için büyük bir kuruluş gerektirdiğini, önce bu kuruluşun oluşması koşulunu tartışılmasını önerdi. Hiç birimizin bu konuda bir fikri yok. Yusuf hemen öyle bir söz söylemiş. Ancak öğretmenin açıklamasından sonra olay genişledi. Bu kez öğretmen bize sordu. ”Trakya’da yılın kaç ayında kar bulunur?Bizim hesabımıza göre yılın üç ayında kar bulunur. Öğretmen güldü, ”Doğu Anadolu’da yılın 9 ayı kar olan yerler var, kar satmak kolay olsa bunu onlar yapar!”deyip Yusuf’un girişim(!) isteğini azalttı. Bugünkü işimiz kurtarıcılık. Eski çalışmalardan arta kalan, yeni yapılar için getirtilen keresteler atölyelerin yakınlarına öylece yığılmıştı. Uzun süre kar altında kalınca ıslanıp bel vermesi söz konusuymuş. Bugünden başlayarak onları elden geçireceğiz. Önce kardan temizlenecekler, sonra altları beslenerek istif edilecekler. Naci Öğretmen bize sordu, ”Olayı anladınız mı?Salih Baydemir, hepimizden önce, ”Anladık öğretmenim, yazın rahat rahat yapacağımızı işi bugün kar altında yapacağız!”Naci Öğretmen, Salih’e bakarak, ”Aferin Salih, kafan her zaman çalışıyor ama bazen daha da hızlı gidiyor. Yaza dediğini yaparız. Salih azıcık bozuldu…Bunu anlayan Naci Öğretmen Salih’in gönlünü almak için, çizimlerini Müdür Beye gösterdiğini, Müdür Beyin de Salih için “O’nu akademiye gönderelim!” dediğini, anlattı. Bu Salih için övünçten çok, bize yeni bir umut, bir bakımı da ağzımıza yeni bir sakız olacak:Başarılı olanlar yüksek okullara gidebilecek. . Naci Öğretmen böyle bir şey demedi. O, Müdür Beyin sözünü tekrarladı. Ancak arkadaşlar o sözü alabildiğine genişlettiler. Bir bakıma iyi de oldu. Atölyenin yarı büyüklüğündeki iki kereste yığını bunları konuşurken yer değiştirmiş oldu. Ellerimiz önce çok üşüdü, bir ara da ellerim iyice şişti, sonra sonra eski durumuna döndü. İstifleri bitirip atölyeye girdiğimizde gene geldiğimiz gibiydik, titremeleler, el yangıları geçmişti. . Naci Öğretmen bize, iş bilinci konusunda açıklama yaptı. ”Biz, düşünmeseydik o keresteler uzun sürede bir yöne eğik şekil alacaklardı. Onların öyle eğri kalması sonradan düzeltilemeyecek, kısacası o keresteler kullanılamayacak duruma girecekti kadar ıslansın, ıslananlar hemen çürümez, onlar yazın gene kurur. Düzgün kalacakları için de rahatça kullanılacaktır. İlerde çaresiz, onların yerine yenisi alınmak zorumnluğu doğacaktı. Bu ise devletin parasını gereksiz harcamak demekti. . Üşüdük ama biz bugün, büyük bir zararı önledik. Şimdi istediği!”dedikten sonra öğretmen bir takım kötü örnekler anlattı. Sözü bize getirerek devletin olan her şeyin korunması gerektiği, bunu yapmayanların hepimize zarar verdiğini, özellikle okul eşyalarını kullanırken, bunları düşünmemizi, başkaları hor kullanırken görünce onları da uyarmamızı tembihledi. Saatine bakarak “Zil çalmak üzere, isterseniz çıkabilirsiniz!”dedi. Arkadaşlar çıktılar. Ben koynumdaki mektubu çıkarıp dikkatlice okudum. Bir kat daha duygulandım. Çok çalışıp Ahmet Gürsel Öğretmenin güveninii kazandığım için kendimi mutlu saydım. Ayrıca matematik bilgimin de iyi oluşuna sevindim. Yeni açıklamayı bir daha okudum. Matematiğin ne mene bir uğraş olduğunu bir kez daha anladım. ”Çalışırsam başaracağım!”deyip, bu kez akordiyonu körüklemeye başladım. Önce birkaç kez gam çalışmöası yaptım. . Do majör, re majör, la majör, mi majör, kromatik iniş, çıkışlar basta gamlar, akorlar… bunları her çalışmaya başlangıçta yapıyorum. Schubert Serenad, öteki adı Bir İçim Su ya da Güzel Çoban…Sanırım en güzel şekilde çalıyorum. Hemencecik de ezberledim. . Dersliğe gidince biraz, düşündükten sonra “Ahmet Gürsel Öğretmenin hepinize sevgileri, selamları var!”dedim. ”Nerde gördün, gelmiş mi yoksa?”diyenler oldu. Mektup geldiğini anlattım. Sami Akıncı hemen kendisine de geldiğini söyledi. Konu Ahmet Gürsel Öğretmenden açılınca herkes ilgilendi. Kimse açık açık söylemiyor ama içimizde kimi arkadaşlar Ahmet Gürsel Öğretmenin geri gelmesini istemiyorlar. İstemeyenler aslında öğretmenin kişiliğinden çok matematik dersine karşılar. Aramızda bunu konuşurken Halil Basutçu, ”Sen ona bakarsan birileri tüm derslere karşı, Hamdi Bağ Öğretmen iş yaptırdıkça sevilmez, Namık Öğretmen duvar ördürdükçe sevilir mi?Hele Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen ne kadar güzel konuşursa konuşsun, ne denli cana yakın olursa olsun bahçeleri çapalattığı için sevilmez. Bu tip arkadaşlarımız için en iyi öğretmen, bizim derslerimize gelmeyen öğretmendir!”Kendi aramızda gülüyoruz. İsmet ayağa kalkmış birilerine söz yetiştiriyordu. Tartışmayı uzatmasın düşüncesiyle sordum, ”Sence en iyi öğretmen hangi öğretmendir?’İsmet durdu, bir süre düşündü, ” Bol not veren öğretmendir!”Bu kez Halil sordu, ”Kime bol not veren, çalışan öğrenciye mi yoksa çalışmayan öğrenciye de not veren öğretmen mi?”Bizi dinleyenler varmış bunlardan, Yakup Tanrıkulu, Ahmet Güner, Ali Önol üçü birden “Çalışmayana da bol not veren!”dediler. Bu kez biz sesli gülmeye başladık. ”Sizi haylazlar sizi!”. . . . . . Yakup yanımıza gelerek sordu, durumu, Ahmet Gürsel Öğretmen için konuştuğumuzu öğrenince deminki sözünden vazgeçtiğini söyleyip gitti. ”Bu zaten aramızda bir şakaydı!”diyerek biz de onun gönlünü aldık. Aklım gene mektuba takıldı:Çözdüğüm problemlerde öğretmen işaret yanlışlarımdasn söz etmiş. Bunları araştırdım. Denklemleri mektuba yazmadan önce defterimde çözmüştüm. Açtım baktım. Ben bir yanlış bulamadım. Aklıma takıldı;yanlış olmasa öğretmen bunu yazmazdı, buna inanıyorum. Varsa neden bulamıyorum. Ayrıca, işar et yanlışı olan bir denklem doğru nasıl çözülür?Kafam iyice karıştı. Sonunda bir kurnazlık düşündüm. Aynı problemi Sami akıncıya soracağım. Temiz bir kağıda yazdım. Derslikte yalnız olduğumuz bir sırada soracağım. Kağıda bakarken kusurumu gördüm;denklemin eşit tarafındaki büyük parantezi yazmıyorum. Kendi defterimde de yok. Denklemin sağ tarafına yazıyorum, nedense sol tarafına büyük psrsntez açmıyorum. Ancak işlemi yaparken parantez varmış gibi işlem yapıyorum. Hazırladığım kağıdı buruşturuıp elimde iyice sıktım. Halil gördü, mektup yazdığımı sanmış:”Mektubu yazdın yazdın sonunda yırttın!”dedi. ”Güzel olmadı, yeniden yazacağım!”deyip konuyu geçiştirdim. Halil güldü:Ne iyi sen yazıp beğenmediğini anlayıp yenisini yazıyorsun, bıkmıyorsun;ben en kısa mektubu bile yazmak istemiyorum!”dedi. Yat zili çalınca mektup yazmaktan söz ederek kalktık. Yatınca arkadaşları düşündüm, hepsi başka başka düşüncedeler. Birisi mektup yazmayı sevmiyor, birisi başkasının çalışmasından hoşlanmıyor, birisi, başkalarının çalışmasını istemiyor. Birileri de hem okulda kalmayı hem de derslerin olmamasını istiyor. Geçen yılki eğlencede çocuklar, bir köy muhtarıyla köylüleri konuşturmuşlardı. Bizim sınıftaki arkadaşların bir bölümünü böyle konuştursalar, sanırım çok beğenilir. Yatarken buna güldüm. Yatak komşum Orhan. Neden gülüyorsun?” diye sordu. ”Anlatmam uzun sürebilir, yarın konuşalım!”deyip kestim. Kestim ama gene, bu yapılırsa nasıl yapılır?diye kendime sordum. Reşat Nuri Güntekin, Ömer Seyfettin ya da öteki yazarlar bu tür olayları nasıl yazmışlar?Sorumun yanıtı sesli bir esnemeyle gene kendim verdim. İkinci esnemenin sonunu bilemiyorum.

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ