Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

4 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Düşle Gerçeğin Sınırlarını Çizerken Yapılan Bocalamalar

 

11 Ekim 1945 Perşembe

 

Hiç ummadığım arkadaşlar, bakıyorum yeni gelenlerle senli benli konuşuyor. Hemşerim Kadir, birisine onun geldiği okulu soruyor. Öğretmen adı veriyor, öğrenci adları sıralıyor. Doğan’a baktım o da birisiyle konuşuyor. Bir an duraksadım (?) Çok doğal, onlar, ikinci yıl stajlarını gidip başka Enstitülerde yaptılar. Oradan gelen öğrencileri tanımaları doğal. Ben de sayısız öğrenciyi tanıdım, onlarla konuştuğumu görseler; Kadir’le Doğan da kendilerini yabancı sanacak. Bunu düşünerek insanların her gördüğünü tanıyamayacağını, gerçekten tanınmaların, belli bir süreçte birlikte olmalarını düşündün. Hatta onun da yetmediğini, kendi sınıfımdaki bazı arkadaşlarla iki ikiye hiç konuşmadığımı, adını bildiğimi, derslerde oturduğu yerleri anımsamama karşın hangi bölümde olduğunu bilmediğimi düşündüm. Satılmış Aslantaş okulu bitirdi, nereye verildiyse şimdi orada öğretmenlik ediyor. Hangi derslere giriyor acaba? diye kendime soruyorum. Oysa burada daha yakından ilişki kurup bölümünü pekâlâ öğrenebilirdim. Kendim için bir kaygım yok, herkes beni müzikçi olarak biliyor. Ahmet Emin Yalman’ın çok övdüğü Mektupçu (Dergide mektuplar yayınladığı için böyle ad yakıştırılmıştı) Hüseyin Sezgin, namı diğer Motor Hüseyin, Haruniye’de. Okuttuğu dersleri merak ediyorum; mektuplarındaki sözlerle konuşursa öğrenciler onu nasıl karşılar? Belki de oralı öğrenciler bizim kadar ayırımcı değildir. Biz, hepimiz köylerden gelmemize kendimiz doğru dürüst konuşamamamıza karşın, öğretmenlerin konuşmalarında yanlış aradık. Şimdi sözünü “Şumidi” gibi seslendiren Sabit Soysal öğretmen bir süre dilimizden düşmemişti. Adem Gürçağlayan öğretmen “Bakalım!” derdi. Onun bakalım sözü yanlış değildi ama sık sık söylediği için kimi kez anlamsız oluyordu. “Çalıştınız mı bakalım!” “Şöyle bir yoklayalım bakalım” “Sen söyle bakalım!,, arka arkaya gelince gülümsemeye başlayanlar olurdu. Olurdu ama, arkasından daha vurgulu bir “Bakalım!,, gelirdi:

-Ne gülüyorsun Bakalım?

Arkadaşlardan da dil takıntısı olanlar vardı; yeğenim İsmet, güzel okur, çok güzel şiir okur, buna karşın, ev ya da köy sözlerini köyden geldiği gibi söylemekte diretti. Ev-öv, köy-köv…

“Hüseyin Sezgin, iyi ki Kepirtepe’ye gitmedi!” deyip gülümsedim. Sanki Kepirtepe Eski Kepirtepe, öğrencileri de eski öğrencileriymiş gibi dedim ama gene bir anımsama oldu. Kepirtepe’de bu tür takılmaları üretenlerin başındaki arkadaşımız Mehmet Yücel gelirdi. Mehmet Yücel şimdi Kepirtepe’de öğretmen, aynı şakacılığı sürüyor mu acaba? Kahve konuşmalarından anımsarım, böyle durumlarda sık sık “Can çıkar, huy çıkmaz,, “Huy canın altındadır,, derler. Huy, insanın değiştiremediği bir yapışık tavır anlamında kullanılırdı. Arkadaşım Mehmet Yücel sanırım bu huyunu bırakamayacaktır. Ona yüklediğim bu ad yakıştırma burada da sürüyor. “Efendim,, (Yunus Kâzım Köni) “Yegân yegân,, (yzb. Sıtkı Ulay) sıfatlı kimseler burada da var.

Kahvaltıda konserlerin özlemi üstünde duruldu:

-Kesin olarak ne zaman başlayacak? Konserlerin başlaması değil önemli olan, bizim pasoların hazırlanması! Okul Müdürlüğü başvuru yapmadan paso tazelemek söz konusu değil. “Kendi paramızla gideriz!,, diyen oldu. Güldüm:

-Son sınıfa geldik ama olaylardan habersiziz! Konserlere girmemiz de okul Müdürlüğünün başvurusuna bağlı. Okul müdürlüğü Konservatuvar Müdürlüğüne yazı yazdıktan sonra konser salonuna girebiliyoruz. Konservatuvar Müdürü görevlilere bilgi veriyor, o nedenle görevliler bizi tanıyor.

-“Vay canına!,, diyen oldu. “Ha şunu bileydin!,, uyarıları tekrarlandı.

Bu yılki çalışmalarımızın önemli bir süreci de Millî Eğitim Bakanlığı’nda geçecek bir ay. Son sınıftan her ay 10 arkadaş gidecek. Gruplar, numara sırasına göre hazırlanmış bile. Benim numaram salt bizim bölümün değil tüm sınıfın son numarası. Besbelli mayıs, bilemedin nisan ayında olacak! Arkadaşlar, özellikle de hemşerim Kadir, beni kutladı:

-Abi, şans bakımından seni kıskanıyorum! demeye dilim varmıyor ama ne diyeceğimi bilemiyorum! deyince arkadaşlar hep güldü. Arkadaşların gülüşünden alınan Kadir sordu:

-Ne demem gerekirdi? Gülmeler sürerken Halil Yıldırım yardımcı oldu:

-Şans bakımından hepimizden şanslısın! diyebilirdin. Kadir teşekkür etti, aynı sözü tekrarladı; “Şans bakımından hepimizden şanslısın! ,, Bu kez de İbrahim Şen (adaşım ) sordu:

-Bununla yetinecek misin? Salt şanslı olmak insan için yeterli mi? Söz sözü açtı.

İbrahim Şen soy adını değiştirmiş, Şen soyadı Kavasoğlu olmuş, yeni duyduk. Ona da yeni adının şans getirmesini diledik. Kavasoğlu ne anlama geliyor? Arkadaş, anlamını bilmediğini, ailesine soyadı yasasından önce öyle dendiğini, bildikleri hep öyle andıkları için değiştirdiklerini söyledi. Salona dönünce Cep kılavuzuma baktım, kavas yok ama kavs var. Dönek, dönen ya da kavis, deniyor. Yanlış yoruma neden olurum diye söylemedim. İyi etmişim, keman çalışmaya başlayınca Bölüm Başkanı da duymuş, anlamını da açıklamış:

-Bekçi, korucu, gözleyici anlamları varmış. T.B.M.M. görevlilerine de kavas deniyormuş. Bir süre küçük odada çalıştım, Bölüm Başkanı gelince bıraktım, oldukça sinirliydi. “Devam et!,, dedi ama bahane uydurdum, ayrıldım. Siyah piyanoda daha rahat çalışıyorum, kapıyı kapatıp pedallı çalışınca sanırım pek duyulmuyor.

Kalkınca Kitaplığa uğradım, Varlık Ekim sayısı gelmiş, Liselerde Edebiyat dersleri üstüne bir yazı var, onu okudum.

Liselerimizin edebiyat derslerinde öteden beri tatbik edilegelen sistem ve programlardan hayli vesilelerle şikâyet etmiş olduğumu hatırlıyorum. Bu sistemde, edebiyatın bir sanat olduğu unutularak, tıpkı müspet ilimlerden biri gibi, çocuklara ezbercilik yoluyla ve ne öğretebilirsek kârdır, düşüncesiyle belletilmeye çalışıldığını görüyorduk. Öylesine ki, öğrenciler içinde edebiyata karşı hususî bir hevesi olmayanlar, hattâ sanat mahsulü yazılara karşı alâka duyanlar bile edebiyat dersine bir angarye, bir baş belâsı, sınıf geçmeye karşı bir engel saymaktan kendilerini alamıyorlardı.

İmtihan korkusuyla çocuklara bütün o, sözüm ona edebî bilgiler, bir iki yıl içinde edebiyata karşı bir irkilme, bir tiksinme duygusu bırakmaktan başka bir hayrı olmuyordu. Halbuki edebiyatı okullara bir ders olarak koymaktan maksat elbette ki bu olmamak lâzımdı. Edebiyat bilgisi hayatta ne işe yarayabilir? Ancak edebî eserleri okuyup daha iyi anlamaya ve sevmeye. Şu halde, her şeyden önce öğrencinin içinde edebiyat ve sevgi alâkasını uyandırmak ve doğuştan bu meyle sahip olanları yıldırmayarak teşvik etmek icap etmez mi? Halbuki tutulan yol bunun tam tersiydi. Programın sakatlığı yüzünden, çocuk, anlayışlı bir öğretmenin sınıfına rastlamazsa, bir sürü boş ve lüzumsuz bilgiyi kuru kuru bellemekle kalır ve acı haplar gibi zorla yutturulan bu beyhude bilgiler onda sanat sevgi ve alâkasını uyandırmak şöyle dursun tam tersine körleştirirdi.

Millî Eğitim Bakanlığı’nın çok yerinde bir emriyle bu yol şimdi temelinden değişmiş bulunmaktadır. Geçen ders yılında Türkçe Metinler kitabının ilk cildiyle girişilen tecrübe bu sene lisenin edebiyat sınıfları için yepyeni bir program haline girmiştir. Bakanlıkça teşkil edilen uzman bir heyet tarafından hazırlanan ve çocuğa sormadan alâkasını uyandırmayı hedef tutan yeni “Türkçe Metinler” serisi edebiyat derslerinde ezberciliğin ve basma kalıp bilgiciliğin önüne geçmekte ve hatta “Edebiyat Dersi” tabirini de ortadan kaldırmaktadır, öğretmen liselerin Türkçe derslerinde çocuklara bu seçilmiş metinleri okutacak ve her yazı dolayısı ile, verilen açıklamaların yardımıyla onu metin üzerinde düşünmeye ve anlamaya alıştıracaktır. Bakanlığın attığı ikinci ve daha ileri bir adım da gene bu derslerde dünya klâsiklerinden yapılan tercümelerin okutulup açıklanmasının programa eklenmiş olmasıdır. Bu suretle Türkçe derslerinde öğrenci dünyanın en meşhur edebî eserleriyle temasa gelecek, öğretmenin yardımıyla bunların büyüklüklerinin neden ileri geldiğini anlayıp gerçek değerleri sahtelerinden ayırt etmesini öğrenecektir.

Türk gençliğinin anadil bilgisi ve edebî anlayışı üzerine yakın bir gelecekte esaslı tesirlerini göreceğimiz bu hayırlı teşebbüsünden dolayı Bakanlığı tebrik ederken, bu yenilikten alınacak müspet neticede liselerimizin edebiyat öğretmenlerinin eski alışkanlıklarından kurtularak, yeni yola intibakta gösterecekleri kabiliyet ve çabukluğun büyük rolü olacağını da gözden ırak etmemeliyiz.

 Yaşar Nabi Nayır. Varlık Dergisi sayı 295- 1 Ekim 1945

 

Yemekte gene buluştuk. Sandığım kadar zorlanmamışlar; Öztekin öğretmenin sık sık söylediği sözleri tekrarladılar:

-Aslanım bu böyle mi idi? Dirsekler neden yere düşüyor? Arşeler neden paralel değil?

Aslanım demesine karşın kendisine bu sıfat takıldığında gocunmaktadır. Oysa aslanım övücü bir söz; neden gocunuluyor? Sözler, kimi kez gerçek anlamının tersine de kullanılmaktadır. Kinayeli konuşmalardan söz edilir. Matematik öğretmeni üzerinde çok durduğu bir konuda bocalayan öğrencisine:

-Benim akıllı oğlum, bu problemi böyle mi çözmüştük? dediğinde söz kinayeli söylenmiş olur. Anlam saptırması yapılarak güzel bir söz, ters anlam verecek şekilde vurgulanarak kullanılır.” Aferin, senden ancak bu beklenir,, sözü çok başarılı bir iş yapan için de söylenir, umulmayacak bir başarısızlık yapan için de! Belki birisinde ancak sözü geçmeyebilir. Çünkü ancak, sınırlayıcı bir anlam katmaktadır. O nedenle daha çok, olumsuzluk için kullanılır. “Sen zaten yetersizsin!” derce eklenmiş olur. Ekrem Bilgin dayanamadı, Kadir Pekgöz’e bakarak:

- Sakın benimle, “Ancak”lı konuşma, sonra sana yağmur gibi ancaklı söz yağdırırım!

Bu nasıl olur? soruları arasında kalktık. Salona gidene dek, gibi, kadar, göre, ancak sözleri ya da edatları irdelendi. Soruldu:

-Bunlardan bizde ne kaldı?

-Bir şeyler kalmış ki üstünde duruyoruz! İlk karşılaştığımız Ali Kuş arkadaşa soruldu:

-Ancak sözü ne zaman, ne anlamda kullanılır?

-Bunu bana neden sordunuz? Bilip bilmediğimi neden öğrenmek istiyorsunuz?

-Bilmediğini öğrenince cahil demek için!

-Bana cahil diyebilirsiniz ancak, karşılığına da katlanırsınız! İşte ancak!

Öteki arkadaşlar da geldi:

-Ne oluyor? Bayanlar grubu gelince şakalar durdu.

Bölüm Başkanı gelince kısa bir açıklama yaptı, ders yapmıyoruz, buna belki tanışma, alışma diyebilirsiniz. Bizim bölümün bir özelliği vardır. Başka alanlar gibi, işler hemen söze dökülmez. Yay çeker gibi ellerini kollarını oynatarak güldü. Konuş konuşabilirsen. Bu nedenle bu bir iki günü konuşarak geçiriyoruz. Yeni arkadaşlar bunu böyle bilsin; pazartesi günü yeni, eski yok hep birlikte işbaşı!

Yeni arkadaşlara, Seybold 1. Keman Metotları dağıtıldı. Metot ya da benzer nota, şarkı kitaplarını koyacak dolap gözleri gösterildi. Bir süre sonra herkes serbest kaldı. Doğan aracıymış, Hidayet Gülen Öğretmen’in Kepirlileri çaya çağırdığını söyledi. Abdullah, Kadir hepimiz sevindik. Eskiden bu çağrıları Harun Özçelik yapıyordu, Kadir’in gözünden kaçmamış, hemen sordu:

-Hidayet Öğretmen Harun’u çok sever! deyince Doğan karşı oldu:

-Nedenmiş o? Hidayet Öğretmen benim öğretmenim, o benim 5. sınıf öğretmenimdi! deyince hepimiz duraksadık. Sahiden, Hidayet Öğretmen 1939-1940 Öğretim yılında Kepirtepe’ ye gelince o zamanki ilkokul 5. sınıfı okutmuştu. Doğan Güney de o sınıftaydı. Onlar, 6. sınıfa geçince okul Köy Enstitüsü’ne dönüştü, Doğan Güney de bir ders yılında iki sınıf atlayarak, bizden sonraki sınıfa ulaşıvermişti. Kepirtepe’ de o zamanlar, ilkokul öğrencilerine bizim sınıftakiler, işlere gitmedikleri için onlara Trakyalı ağzıyla çocuk anlamında kızan diyordu. O nedenle Kadir hemen Doğan’a yapıştırdı:

-Sahi sen o kızanlardansın! Doğan hemen karşılık verdi:

-Bak şimdi kızmayanlardanım! Bir süre dağılıp çalıştık.

Öğle yemeğinde öteki arkadaşlarla da iletişim kuruldu, Yapıcıların salonunda toplanıp gideceğiz. Çağrıcı Doğan olmasına karşın olayı kotaran Harun Özçelik. Doğan’ın özelliğini bildiği için onu öne almış. Bu nedenle Kepirli bizim sınıf dışındakiler çağırılmamış. Ben Tevfik Uğurlu’yu, birileri İbrahim Öznal’ı sordular. Harun Özçelik:

-İnsaf edin, adamcağızın kümes kadar yeri var, kendi eliyle çay kaynatıp dağıtıyor. O dediklerinizin, gördüklerinde selâm verip vermediklerini bile bilmiyoruz! Harun Özçelik haklıydı…

Kitaplığa geçip son gelen Varlık Dergisini bir daha karıştırdım. Cemil Sena Ongun sürekli yazıyor. Özellik Saadet Yolları yazı dizisi aylardır sürüyor. Üstündeki numaralara bakılırsa çok uzun bir yazı dizisi olmalı. Onun adını gördükçe okuduğum kitabı Allah Fikri’nin Tekâmülü gözümün önüne geliyor, yüzlerce insanın düşüncelerini toplamış. Kendime söz verdim, o kitabı bir daha okuyacağım.

Arkadaşlar geldi, grubumuzdan Sami Akıncı ile Yusuf Asıl eksildi, buna karşın Doğan Güney eklendi, böylece sayımız on dört olarak kaldı.

Hidayet öğretmen hep bildiğimiz gibi, çalışma yerine bir iki ayak merdiven iniliyor. Bizim salonun alt odasının tıpkısı. Ancak Hidayet öğretmen tüm duvarları değerlendirmiş, küçük küçük gözler, asılı yapma, kaşık, baston, ellik, iri tespih taneleri… Hepsi tahtadan oyma. (Kimisi, sert ağaçtan özellikle kızılcık!)

Arkadaşlar, beğendiklerini söyleyince Hidayet Öğretmen gülümseyerek:

-Sizler isterseniz daha güzelini yaparsınız. Daha genç, dinçsiniz melekeleriniz, daha işlektir; bir deneyin! dedi Arkasından da besbelli konuyu değiştirmek için muştuladı:

-Nejat İdil evlendi, biliyor musunuz? Hem de bir öğretmenle! Bakın o bile bir öğretmeni seçti. O bile diyorum, çünkü bu işi oldukça geciktirdi. Siz, siz olun bu işi geciktirmeden bir öğretmeni düşünmeye başlayın. Köy Enstitüsü yaşamı bekârlıkla sürdürülemez. Halil Basutçu:

-Siz de uzun süre bekâr kaldınız! der demez Hidayet Öğretmen:

-Yok, yok, hiç tavsiye etmem, benim çalıştığım yerler biraz farklıydı. Kepirtepe’de çalıştım ama Lüleburgaz’da oturuyordum. Buraya gelince de oldukça rahat bir ortam buldum. Hepiniz gidip gördünüz öteki Enstitüler çok farklı, her biri kırsal kesimlere kondurulmuş. Konuştuğumuz durumlar adeta hiç düşünülmemiş! Haruniye Köy Enstitüsü’nden gelen bir öğretmenle konuştum. Enstitü, Adana’ya 100 km. Bağlı bulunduğu ilçe Bahçe’ye de 30 km. Ancak, çevrenin dağlık olması nedeniyle yol daha da uzamaktadır. Oradaki bekâr öğretmenlerin beslenme açısından öğrenciden bir farkı olmamaktadır! Hidayet Öğretmen:

-Neyse, öyle söyleyiverdim, siz daha iyisini düşünürsünüz. Biz bu davaya sonradan katıldık oysa sizler içinde geliştiniz, daha sağlıklı uyum sağlayacaksınız. En sağlıklı haberler sizlerde. Kimler nerelere gitti, anlatın da dinleyelim.

Harun Özçelik geçen yıl Samsun/Lâdik Köy Enstitüsü’ne gittiğini, bu yıl ise Kepirtepe’ de bir süre kaldığını anlattı.

Hidayet Öğretmen Kepirtepe’den çok Trakya’daki havayı merak ettiğini, 1941 yılı göç kaynaşmasından sonra insanların yerlerine sahiden rahat oturup oturamadıklarını hep merak konusu yaptığını söyledi. Arkadaşlar değişik söylemlere karşın, göç sözünün ortalıktan kalktığını, Kepirtepe Köy Enstitüsü’ne daha güvenle bakıldığını anlattılar. Bekir Temuçin Edirne, Hasan Üner Tekirdağ çevrelerindeki okul durumlarını anlattı. Hidayet Öğretmen bana da Lüleburgaz’ı sordu. Belediye Başkanı Kemal Çağman’ı, Milli Eğitim Memuru Salih Arı’yı, Ortaokul Müdürü Yalçın Bilguvar’ı, Doktor Sezai Feray’ı, Eczacı Neşet Çal’ı’ sordu. Yeni haber değildi ama aklıma geldiği için söyleyiverdim:

-Ortaokul Müdürü Yalçın Bilguvar’la, Tarım öğretmenimiz Besim İyitanır bacanak oldu. Hidayet Gülen Öğretmen kahkahayla güldükten sonra:

-Bakın bakın, müzmin bekârlardan biri de İyitanır idi, o bile bekârlığı sürdüremedi. Bu size güzel bir örnektir. Salt insanlar değil başka canlılar da yalnız yaşamazlar. Genel yaratıkların yaşamları üstüne fazla bilgim olmamakla berber yakınımızdakilere örneğin kuşlardan kırlangıçlara, leyleklere bakarsak hepsi birer aile hayatı yaşıyor; hem de ne sadakatlılar. Şimdiye dek gözlemedinizse bir bakın, insanlarda yok onlardaki bağlılık.

Hidayet Öğretmen, sanki bunu bana söylemişti, köydeki kendi gözlemlerimi anımsadım. Yattığım odanın önü yerden bir metre yükseklikte, üstü kapalıdır. Bizde oraya hayat, sayvan gibi adlar verilmiştir. Üç tarafı kapalı bir tavan bölümü vardır. Ölçmedim ama sanırım 2 metre yükseklikteki çatıyla kapalıdır. Ön açık olduğundan kırlangıçlar rahat uçup girip çıkıyorlar. Çocukluğumdan beri orada kırlangıçlar yaşar. iki köşede iki yuva, iki kırlangıç çifti her yaz oraya gelir, iki yavru büyütüp gider. Hiçbir zararı olmadığından onlara kimse karışmaz. Yuvaları da çok ilginçtir, çatının hemen altına, duvar köşesine çakılmış gibi durur. Çamurdan yapılıp kurutulmuş gibidir. Kırlangıçlar yere pislik bırakmaz, ancak yavrular hareket etmeye başlayınca sık sık pislik bırakırlar. Çok yapışkan olan bıraktıklarından korunmak için babam, özel olarak köşelere üçgen altlıklar koyar. Babamın güvercin merakı, öteki kuşlara da taşıyor olmalı, kırlangıçları da korur. Zaten bizim köyde genel olarak kırlangıçlarla leyleklere özel bir ilgi vardır. Onlar göçtüklerinde Kabe’ye de uğrarmış. O nedenle leyleklerle kırlangıçlara Hacı Kuşu da derler.

Samanlık dediğimiz yüksek, ancak çatısı sapla örtülü binanın üstünde de leylek yuvası vardır. Zaman zaman leylekleri de gözlerdim. Uzak düştüğü için fazla bir gözlemim olamadı, ancak yavrular büyüyünce başlarını çıkarıp sağı solu gözlerler. Tam o sıra büyük leyleklerden birinin gelip onlara yiyecek vermesi eğlenceli olurdu. Yavrular iki kardeş birbirini iterek gelene saldırması, gelenin, kararlı bir durumda itişenlere eşit pay ayırması merakımı çekerdi. Hidayet Öğretmen’in örnek vermesi beni gerilere götürdü. Son gördüğümde de hiçbir değişiklik yoktu.

 

 

 Hidayet Gülen

 

Hidayet Öğretmen, yeni ders yılımızın iyi geçmesi dileklerinde bulundu. Teşekkür ederek ayrıldık.

Akşam yemeği plâk tartışmasıyla geçti, yeni bir öneri; tek besteci eserlerini dinleyelim. Evet ama kiminle başlayacağız? Çaresiz Johann Sebastian Bach! Bir geceyi tek başına dolduracak başka besteci yok. Daha doğrusu bizde plâğı yok. Telemann’ın, Haendell’in eserleri az. Vivaldi’nin Mevsimleri yeter! denirse olabilir. Ancak Bach’ın üç geceyi dolduracak eseri var. Örneğin, yalnız Kantat’ı 17 plâk. Bach gecesi yapacağız. Dört büyük Süit’i arka arkaya iki gece dinleyelim.

Bir soru:

-Bach, keman metodu yazmadı mı, yoksa onun barok yöntemleri değiştiği için metotları rafa mı kaldırıldı? Keman metodu olarak ortalıkta Schubert, Mozart, Seybold adları geçiyor. Açıkladım:

-Schubert, bizim bildiğimiz Schubert değil, Louis Schubert diye başka biri… Mozart ise bildiğimiz Mozart’ın babası Leopold Mozart. Leopold Mozart, Küçük Mozart’tan önce önemli bir besteci, önemli bir yetiştiriciymiş, o günlerin ünlü bestecisi Josef Haydn’ın da yakın dostuymuş. Bildiğimiz Mozart bu iki ünlünün elinde gelişmiş. Bununla da kalmamış Mozart, Büyük Bach’ın oğlu Johann Christian Bach’dan da ders almış.

Bir süre bekledikten sonra Bach süitleri hazırladım. Dört süitten ancak ikisini çalacağız. Kızlardan gelen olmadı. Toplu olarak gelecekleri, o nedenle bir süre beklenmeleri önerildi. Bizden bu kadar! diyenler ağır bastı kursa da çıkan 3. Süit dinlenmeye başlandı. Pikabı çalıştırdım ama gözlerim neredeyse yolda kalmıştı. Hiç değilse Yıldız’la Halise gelirdi. 3.Süittten sonra 1. Süit çekilmişti. Öneride bulunan oldu:

-3. Suitten sonra 4. Suiti dinleyelim! Numaralar arasında bir bağlantı olmamasına karşın öyle yaptık. İki Suit programımızı doldurduğundan, oldukça duygulu bir hava içinde konserimizi gerçekleştirdik.

Yatınca, sanki tüm sorunum müzikmiş gibi, bestecileri düşündüm. Nasıl bir yaşamları varmış ki, her türlü çalgıları var, kendileri ayarında usta çalanları, besteleyenleri var. Bir yandan da bestelerini satın alanlar dolu. Mozart daha çocukken İmparatoriçe Sarayında piyano çalıyor. Bir dizi konser için çıktığında Mozart tam üç yıl sonra evine dönüyor. Yolda belde besteledikleri de hemen baskıya veriliyor. Bir de kendimi düşündüm; yetiştiğim ortamda ben kimse ile Mozart ya da müziğini konuşup bir paylaşım yapamıyorum. Salt ben değil ülkemin tüm insanları böyle bir konuyu tanımıyor. Mozart Prag yolundaki öyküyü anımsadım. Kontes Duçek evine konuk edindiği Mozart için hemen bir yeni piyano getirtebiliyor. 1780’li yıllar. 165 yıl önce. Oysa biz bugün bir piyanoya kavuşunca sanki Amerika’yı bulmuş gibi seviniyoruz. Kristof Kolomb Amerika’da karaya basınca sanırım benim kuyruklu piyanoya sevindiğim kadar sevinmemiştir. Böylesi bir değişik yaşamın farklılıklarını sanırım ayırmaya başladım. Kimi arkadaşlardan farklı düşünmem bundan olsa gerek. İşte bu farklılığı geliştirmemde bana yardımcı olanlardan biri de kuşkusuz Jean Jacques Rousseau’dur. Onu okumasaydım bu büyük farkı sanırım fark edemeyecektim!

 

12 Ekim 1945 Cuma

 

Yatınca Rousseau’yu anımsamıştım. Onun hakkında yazacağım yazıyı öyle bırakmış gibi olduğumu da anımsadım. Dersler başlayınca belki daha da sıkışacağım. Çok değil daha üç günüm var, istersem konuya eğilebilirim. Arkadaşlar kitaplığa yönelince Varlık’lar eksilebilir. Rousseau’ya değinen sayıları bir daha gözden geçirmemde yarar olacaktır. Kemancılar toplu çalışınca kitaplığa uğramaya karar verdim. Eski sayıları taramıştım; derslerin kesilmesinden bu yana çıkanları gözden geçirebilirim. Haziran, temmuz, ağustos eylül, ekim, beş sayı.

Kahvaltıda, konsere gidilemeyeceği duyuruldu. Gerekçe, yeni gelenlerin öğrenci belgelerinin tamamlanamadığı, derslerin başlamaması nedeniyle henüz tam olarak öğrenci sayılmadığımız öne sürüldü. Buna karşın Ankara’ya gitmemize bir engel bulunmadığı, serbest olarak gidip gezmeye karara verildi.

Kahvaltıdan sonra Kitaplığa uğradım.

Bella kitaplıktaydı, yeni kitaplar gelmiş, onları kayda geçiriyordu. Eniştesinin de çevirileri varmış. O, eniştesinden söz etti ama ben gene de ablasına benzettim:

-Ablanın mesleğine göz koydun, galiba! deyince, biraz hoşlanmamış gibi, ablasının gerçekte çevirmenlik yaptığını, Kitaplığın görünüşte bir görev olduğunu anlattı. Tam anlamadım ama her gördüğümde ablasının yanında birilerinin olduğunu, bunların Tercüme Bürosunda çalıştığını biliyordum. Melih Cevdet, Necati Cumalı en sık gördüklerim. Bella, kitaplıkta çalışmayı bir meslek saymadığını, kendisinin bir mesleği olduğunu söyledi. Kızlarla toplu olarak da ayrı ayrı olarak da konuştuğunu, içlerinde çok isteklilerin bulunduğunu, buna çok sevindiğini tekrarladı.

Başka gelenler olunca, dergilerin bölümüne geçerek Varlıkları karıştırdım. Ekim 1945 sayısından geriye doğru sıralayıp baktım. Gerçekte Rousseau’dan düşünceler arayacaktım. Ancak bir süredir aklıma takılan Cemil Sena yazılarını da okumayı kuruyordum. Aradan alınanlar olmuş besbelli 1-15 Ağustos 1945, 292- 293 sayı vardı. Yaşar Nabi, Büyük Gün başlıklı bir yazı yazmış. Savaşın bitişine sevinç gibi görünmekle birlikte daha çok insanların, bundan böyle savaşa kalkışmamalarını dilemekte.

Cemil Sena Ongun’un Saadet Yolları var. Bu dergideki yazıya 13 numara konmuş. Bunu okumadan önce başları okumayı düşündüm. Sanırım 13 sayı önceki dergide bulacağım. Buradaki yazı da oldukça uzun. Arada bir de şiir var. Jeolog. Bülent Ecevit yazmış, yabancı sayılmaz, kamp arkadaşımız. Kampta, zorla Tagor’dan kısa şiirler okumasına karşın, kendi şiirleri de varmış, yazmayı sürdürdüğüne göre belli ki kendine güveni var.

 

Jeolog
Doğuşumdan önceleri doğmuşum
Bekleye dursun geleceklerde ölüm…
Ben eskiden yaşıyorum.
Avucumda birer esrarlı kâsedir çağlar
Her birinden başka bir gök dağılıp sarar beni..
Haykırsam
Kaybolmuş dağlar
Geri yollar sesimi
Nedir bu aşinalık
Kömürler alevlenince?
Otlarım vardır
Ağaçtan büyük
Çiçekten ince
Billur taslarda dudaklarım
Çağlara kanmış
-Ey nesin sen
Beyaz şahımın eteklerine değen?
İnsanmış…
 Bülent Ecevit

 

Şiirleriyle sık sık karşılaştığım Şinasi Özden bu kez Şinasi Özdenoğlu olarak Cevdet Kudret’in yine Varlık Dergisinde çıkan On Ölüm şiiri için yazmış. Onun Edebiyat üzerine düşüncelerini aldığı dizi yazısını da okumuş, öğretmenlerim Sabahattin Eyuboğlu ile Yunus Kazım Köni’nin yazılarını almıştım. Şinasi Özdenoğlu bununla da yetinmemiş, bir de Oscar Wilde çevirisi yapmış, Sanat ve Sanatçıya Dair. Varlık Dergisinin neredeyse her sayısında şiiri çıkan Şinasi Özden’in (Şimdi Özdenoğlu) ayrıca çeviri-inceleme–eleştiri yazabilmesi olağanüstü bir başarı bence.

Bu sayıda Ziya Osman Saba, Oktay Rifat için yazmış, Oktay Rıfat’ tan Ziya Osman’ın seçtiği Rüya şiirini de aldım.

 

Rüya
Ben bir rüya gördüm akşam
Yeşil giymişim ütüme
Besbelli şiir yazarım
Kalem almışım destime!
Defler vuruldu önceden
Sazlar çalındı inceden
Döşek sermişler yoncadan
Bir nur doluyor cismime
Tepsilerde vişne, kiraz
Şerbet içtim kandım biraz
Dedim artık durmak olmaz
Remil atılsın ismime
Oktay der ki yoktur hiylem
Seni bana yazmış mevlâm
Müjde uzun boylu Sunam
Müjde eşimi dostuma!
 Oktay Rıfat

 

Kahvaltıdan sonra girdiğim Kitaplıktan öğle yemeği için kalktım. Bu denli, kendimden geçerek, aralıksız piyano başında da oturuyorum. Demek o zamanları kitaplıkta geçirsem böylesi, yığınla bilgi toplayacağım! Amacım Cemil Sena Ongun’un yazısıydı, ona bile yeterince bakamadım!

Yemekte, arkadaşlar yeni açılan Kırmızı Kedi’den söz etti. Hemen hemen bizim masadakilerin hepsi gitmiş. Abdullah Erçetin gitmediğini söyledi. Gidenler, işin şakasında, gerçekte beğendiklerinden değil, öyle bir yerin açık olması ilgilerini çekmiş. İşin ilginci Rezzan Taşçıoğlu ile arkadaşı da oraya gidiyormuş. İngilizce okuyan arkadaşlar Rezzan Taşçıoğlu’nu tanıdık sayıyorlar. Şimdiye dek ortalıkta tek bayan olarak anılan mimar Mualla Eyuboğlu’nun pabucu dama atılmış, şimdi Rezzan Taşçıoğlu adı öne çıkmış. Yanındakinin adını bilmemelerine şaştım. Bana göre değerlendirmeleri de yanlış, söz konusu gerçek güzellikse sözünü ettikleri Bella’nın yanında çok gerilerdedir. Onu görmezden gelişlerine ayrıca sevindim. Bunun yerine güzel film yıldızlarını anımsattım, Greer Garson, Joan Crawford, Joan Fontaine, Ava Gardner, Vivien Leigh, Janette Mac Donald, Esther Wiliams, Betty Grable adlarını sıraladım. Gülenler olduğu gibi soru soranlar da oldu, hemşerim Kadir:

-Sen bunları nasıl biliyorsun?

Filmlerini gördüğüm insanları neden unutayım? Kadir Pekgöz, gördüğü filmleri hep unutuyormuş. Bunu söyleyince açtı başına derdi:

-Sen yaşlanıyorsun! İnsanlar, 20. yaşlarında yaşlanır mı? Tartışma giderek ünlü söze dayandı:

-Akıl yaşta değil baştadır! Bu kez de baş sözü kafanın büyüklüğüne döndürüldü. Söz buraya dayanınca bir suskunluk oldu. Çünkü masada en iri kafa benimkiydi. Karşılıklı göz atıp sırıtanlar oldu ama aldırmadım. Böylece tartışma tatsızlaşmadan bitti.

Öğleden sonra küçük odada, uzun süre piyano çalıştım. İki gün sonra gerçek bir piyano öğretmeni ile çalışacağım. Faik Canselen Öğretmeni çok özleyeceğimi biliyorum, onun gibi insanı rahatlatan öğretmen bulunmaz ya da az bulunur. Başaramadığım zaman üzülmeme meydan bırakmadan bir söz söyler, olayı hafifletirdi. Yanlış basılan ya da tam belirtilmeyen bir işaret olunca, Faik Öğretmen beni değil işareti eleştirir, arkasından da işareti azarlarca tekrar ettirir, “Ha şöyle! Gördün mü bak! Demek onun gücü bu kadarmış!,, gibi sözler edip geçerdi. Kendi kendime neredeyse geçen iki yılın tüm olaylarını kafamın içinde tekrarladım. Bunları düşünerek, “Şunun şurasında, başı sonu belli, 7 ay var, nasıl olsa geçer!,, deyip kendimi rahatlattım. Bach’ı anımsadım, Wachet auf….

Bu eserin tamamı koskoca bir Kantatmış. Plâklar arasında kantat var, 17 plâk. Onun tamamını çalmak olası değil, içinden bir bölümünü neden çalmayayım? Parçayı çalarken ayırdına yeni vardım, benim izlediğim Beringer Metodu’nda Bach’tan hiç parça yoktu. Derken daha da genişlettim, Barok dönemden de hiç yok. Bu neden olabilir? Bunu düşünürken arkadaşların yemeye gittiğini duyunca kalktım.

Yemekte, yarın için tasarılar, öneriler öne sürüldü. Gidilecek yerler arasında Çubuk Barajı, Etimesgut vardı. Etimesgut’a gidebileceğimi söyledim. Niçin Etimesgut? Asıl gitmek istediğim ise kamp zamanında özlemle baktığım Atatürk’ün kahve içtiği yerdi; Söğütözü! Kamptayken, Halil Dere ile sık sık sözünü ederdik:

-Gelip burada kahve ya da çay içelim! Halil Dere’ye anımsatacağım. Yemekten sonra Halil Dere’yi bulur bulmaz söyledim. Halil Dere:

-Sen yaşayasın! deyip boynuma sarıldı. Meğer onun staj süresinde de sık sık aklından bu geçmiş. Halil Dere’nin gelişi olayı değiştirdi. Onu ben çağırdığıma göre, biraz ona uymam gerekecek. Böylece, kararsız arkadaşların sıkıntısından kurtulmuş olacağım. Fazla düş kurmadan erkenden uyudum.

 

13 Ekim 10945 Cumartesi

 

Yatarken kampı anımsadığımdan olacak kampla ilgili rüya gördüm. Kamp yerinde anahtar düşürmüşüm, ne anahtarı olduğunu bilmiyorum ama çok önemliymiş, dönüp dönüp yerleri arıyorum. İçim buruk olarak uyandım. Uyanınca bile anahtar arar gibiydim. Halil Dere sordu:

-Gidiyor muyuz

-Öyle konuştuk!

-Hava yağmurlu! Şeker değilsiniz, erimezsiniz! diyen oldu. Sahiden şeker değiliz, erimeyiz!

Kahvaltıda, varsayımlar öne sürüldü, yeni önerilerden söz edildi. En önemlisi konser varsa, gidelim mi? Sayımız az olunca kimse bir şey demez! Teklif bana akla uygun geldi, kapıdan girmem kolay, herkes gibi balkona çıkınca kimsenin dikkatini çekmem. Ya da kapıcıya gene Faik Öğretmeni sorar girerim. Yanımda Halil Dere olacağını düşünmeden biraz da numara olsun diye bunları söyledim. Halil Dere, biliyorum böyle karışık işlere gelmez. Durağa inerken yağmur çoğaldı. Elma Dağları karadı, hava soğuyacağa benziyor. Bella geldi. Halil Dere’yi tanıyor ama o geleli beri konuşmamış, yeni gelmişçesine “Hoş geldin!,, dedi. Halil Dere’ye sorular sordu. Halil Dere Muğlalı olduğunu söyleyince Bella, Muğla hakkında bilgi istedi. Halil Dere, bir iki yutkunduktan sonra deniz kıyılarının çok girintili çıkıntılı olduğunu, bol bol balık bulunduğunu anlattı. Halil Dere, o güzellikleri görmek için çok uzun yolculuklara katlanmak gerektiğini söyleyince Bella zaten şimdilerde gidecek durumda olmadığını ama bir gün mutlaka göreceğine inandığını anlattı.

Bella’yı Millî Eğitim Bakanlığı önünde bırakıp Kızılırmak Kıraathanesi’ne girdik. Arkadaşlar hep geldi. Çoğunluk Çubuk Barajı’na ayrılınca biz İstasyonu boyladık. Etimesgut olarak konuşmuştuk ama bu kez Etimesgut sözünü Gazi Çiftliğine çevirdik. Hava iyice açıldı, gün güneşlik içinde Gazi Çiftliği’ne gittik. Bize katılan Ekrem Bilgin’le İbrahim Kavasoğlu, çok teşekkür ettiler. Çay getirene sorular sordular. Çaycı gençti, sonradan gelmiş, ancak kendisinden öncekinin anlattıklarını tekrarladı. Atatürk, çoğunlukla atla geldiğinde buraya uğrar kahve içermiş. Kahve içerken yanında hep birileri olurmuş. Yanında bayan olunca Atatürk bayanların kahvesini kendisi tutarmış. Bir keresinde birileri gelip buradaki sandalyeleri kaldırıp yeni düzenleme yapmış. Atatürk geldiğinde fena halde kızmış, yeni koltuklara oturmamış, eskilerin getirilmesini istemiş. O nedenle bu hasırlar bir daha değiştirilmemiş. Ekrem Bilgin sordu:

-İnönü gelip oturuyor mu? İnönü, çok seyrek uğrayıp otururmuş. Kendisi eşiyle hemen hemen yazları her gün buradan geçermiş ama inmezmiş. İndiği zaman yanında genellikle yabancılar olurmuş. İnönü çok yüksek sesle konuştuğundan onun yabancılarla konuşmasını hep duyarlarmış.

Biz otururken başka gelenler oldu, çocukları vardı. Çocuklar,

-Atatürk’ün yerine ben oturacağım! tartışmasına başlayınca gülüşerek, kalktık. Onlar bizden daha şanslı, anne- babalarıyla geliyorlar.

İstasyona dönünce bir süre de parkta oturduk. Ekrem ayakkabı alacakmış, İbrahim’le ikisi Anafartalar’a çıktılar. Halil Dere Tavukçu’yu sever, oraya girdik. Çubuk’tan da dönen oldu, “Kim daha kârlı?,,

Çıkınca sinemalara baktık. Sümer sinemasında hâlâ Hitler Öldü mü? filmi var, Ankara Sineması’nda Air Force, belli ki bir savaş filmi. Yakınımızdaki Yeni Sinema’daki de bir savaş filmiymiş, Halil Dere, Muğla’dan dönüşünde Ankara’da kaldığı gün izlemiş.

Diretmedim, Ankara Sineması’na gittik.

 Air force

Pearl Harbor baskını diye savaş başlarında çok duyduğumuz olayı anlatıyor. Başka filmlerde de gördüğümüz ünlü kişiler rol almış. Olaylara bakarken dikkatimi çekti, Amerikalılar savaşı kazanmasına karşın filmde sanki Japonları daha üstün gibi gösteriyorlar. Ancak gene de düşmanlıklarını gösteriyorlar. Olaylarda hep Japonlar saldırgan. Çıkınca gazetelere baktım, Amerikan komutanın resmi var. Çin Cumhurbaşkanı ile görüşmüş.

 

 

 Amiral Douglas Macarthur    Çin Cumhurbaşkanı Çankayşek

 

Gazetedeki habere de şaştım, koskoca Çin Cumhurbaşkanı, Amerikalı komutandan medet umuyor. Japonya daha önce Çin’den yerler almış, onları geri istiyormuş. Bir milyar nüfusu olduğu söylenen Çin neden bu denli geri kalmış? İnsanlar, afyon yeyip, başka uyuşturucu maddeler içiyormuş. Bir yazıda okumuştum, Çinlilerin başlıca gıdası pirinçmiş. Ancak pirincin yenmemesi gereken bir yerini, Çinliler ayırmadan yiyormuş. İşte bu nedenle kafaları fazla bilgi almıyormuş. Bunu anımsadım ama söyleyişim yeterli değil, o yazıyı bulup daha doğrusunu öğrenmem gerekir.

Sinemadan çıkınca Güven Park tarafına yürüdük. Caddenin iki tarafında insanlar sere serpe oturuyor. Onların önünden geçenlere, onlar nasıl bakıyor acaba? İçlerinde:

-Şu adama bak, nasıl da aptal aptal yürüyor! diyen olur mu? İstanbul Pastanesinde otururken bir anlatmıştı:

-Ben burada otururken kendi kendime çok eğlenirim; değişik insanlar gelir geçer. Kimisi salak salak bakar, kimisi bakmamak için gerilir. Kendisine bakıldığını bildiği pencereye bakmamak için direnirken yanındakilere çarpanlar olur, bunlara gülerim! demişi. Orada olan burada neden olmasın? Halil Dere sinirlendi:

-Benim kafama böyle şeyleri sokma, zaten kendimi biraz aptal buluyorum, sonra daha fena olurum. Böyle dememize karşın durup durup yürüyüşlerimize baktık. Şakalar dışında Halil Dere çok doğal yaratışta biri. Sinirlenince biraz homurdanması dışında bir kusuru yok bence. Bunu söyleyince bana kızıyor; kusurlarını sakladığımı öne sürüyor. Bunları açıklarsam benden öne geçer sevdiğimi alacağından korkarmışım. Bozacı Akman önünde Ekrem’lerle buluştuk. İkisinin de elinde birer paket, Anafartalar’da istedikleri ayakkabıları bulmuşlar. Orada satışlar meydanda yapılıyormuş. Gelir geçerken hep görürüm ama, kimin ne yaptığını bilmezdim. Geçen yıl ara ara konserden dönerken Yıldız, Halise sapar, bir şeyler alırdı.

Buluşma yerimiz Kızılırmak, pencere önünden geçerken İstanbul Pastanesine göz attım, Falih Rıfkı Atay, nargilesini çekiyor. Uyur gibi görünüyor ama belli ki geçenleri süzüyor, kuşkusuz o da geçenleri gözleyip gülüyordur. Bir yazısında; “Gülmek, insanlar için rahatlatıcı bir boşalmadır!,, demişti. Arkasından da insanlara Dümbüllü Tiyatrosunu önermişti. Kıraathaneye girerken Halil Dere geri dönerek:

-Sabri’ye gidelim mi? diye sordu. Ben yakında gitmiştim, eliyle saçlarını yokladı, telaşlı telaşlı yürüdü. Sabri’nin boş zamanına geldi, hemen oturtup kesmeye başladı. Bu arada bir de takıldı:

-Senin saçın zaten seyrek! Halil Dere bunu beklermiş:

-Sana tıraşa mı geldik yoksa eksiklerimizi sayman için mi? diye çıkıştı. Sabri önce şaşırdı sonra beni örnek gösterdi:

-Bak, abinin de saçı seyrek. Yumuşak saçlar seyrek olur, bunda kızacak ne var? Yumuşak saçlar daha makbuldür, hem dökülmez hem de geç beyazlaşır. Halil Dere’nin neşesi kaçmıştı, sonraki şakalar pek etkili olmadı. Ayılırken bile:

-Öyle şakaları sevmem! dedi. Sabri’den çıkınca bu kez ben takıldım;

-Saçların yumuşak! denince neden sinirlendin? Sabri’nin yılışmasını istemezmiş. Oysa Sabri’yi şımartan kendisiydi. Bir süre konuşmadan yürüdük. Arkadaşlarla karşılaşınca durum değişti. Gençlik Parkında bir süre oturduktan sonra istasyona indik. Tren oldukça kalabalıktı. Yazın, ayakta gitmek o denli rahatsız edici değil, çevreye bakarken Hasanoğlan geliveriyor. Kışların karanlığında yolculuklar oldukça tatsızlaşıyor.

Yemekte toplandık. Kim ne yaptı? sorusu ortaya atıldı. Herkes kendine göre önemli bir şeyler yapmış, bana sordular. Ben de Çin Cumhurbaşkanı Çankayşek’ten söz ettim:

-Koskoca Çin Cumhurbaşkanı, bir generalden imdat bekliyor! O generalin şimdilerde Amerika devleti gibi olduğu öne sürüldü. Bu kez de Amerika’nın Avrupa’daki kuvvetleri, o kuvvetlerin komutanı Eisenhower öne getirildi.

 

 Eisenhower

Macarthur mu daha yetkili Eisenhower mi? Biri Deniz kuvvetleri komutanı, öteki ise kara kuvvetleri komutanı! Roma tarihine benzetenler oldu. Ancak Roma tarihinde geçen adları sıralayamadık. Bunca tarih okuduk, dinledik, zaman zaman karşımıza çıkmasına karşın böylesi pas geçilen olaya aklım takıldı. Arkadaşların çok doğal karşıladığı olay beni rahatsız etti. Adlarına kitaplar yazılmış ünlü kimseleri unutmamam gerekirdi. Çiçero, Seneka, Plutarkos, Jül Sezar, Antonyus, Oktavius, Neron gözümün önünde sıralanır gibi oldu. Hele sık sık söylediğimiz “Sen de mi Brutüs? Öyleyse yıkıl Sezar!,, sözlerinin bile anımsanmaması beni şaşırttı. Bunları düşünerek salona gittim. Kimse yoktu, küçük odaya gidip bir süre piyano çalıştım. Selçuk Öğretmen Czerny üzerinde durmuştu. Nota kitaplığımızda üstünde numara yazılı dört kitap var. Hepsi Carl Czerny etütleri. 100 Czerny yazanı açtım. Daha önce bir başkasından çalışmıştım. Çok ritmikti. Bir süre karıştırdım. Kimi kemancı arkadaşların çok tekrarladığı “Bu parça benim iştahımı kabartmıyor!,, diyerek kalktım.

Yatınca da bir süre düşündüm, insanlar, öğrendiklerini hep unutuyorlar mı? “Unuttum!,, demek bir başkasıyla konuşurken söylenebilir ama insanın kendi kendine bunu demesi doğru mu? İnsan bunu diyeceği yerde aklına takılanı araştırıp bulamaz mı? Kitaplıklar niçin kurulmuş? Kendimi sorgularken uyudum.

 

14 Ekim 1945 Pazar

 

Akşamki kuruntularımdan kurtulamamış gibiydi. İlk işim kitaplığa gitmek olacak! derken yakınımda konuşulanları duydum. Birileri ayları İngilizce adlarıyla sıralıyor; January, February, March, April, May, June, July, August, September, October, November, December… Ötekileri bilmiyorum ama August tanıdık çıktı. July’yi de şu anda anımsadım. Jül Sezar’la Oktavianius’un adları. Temmuz ağustos. İşte sana bir Roma tarihi!

Kahvaltıda kimseye fırsat vermeden dünkü olayı açmak için Almanca günleri sıraladım, Montag, Dienstag Mittwoch, Donnerstag, Freitag, Samstag, Sonntag! Arkasından da İngilizcelerini istedim. Doğal olarak arkadaşlar tekrarladılar. Bundan yararlanarak ortaya sözde yeni bir görüş getirdim:

-İngilizler, Almanlardan daha çok Romalı! Bakın, Almanlar haftanın günlerine kendileri ad takarken, İngilizler Roma kahramanlarını anıyorlar. Augustus, July bunu kanıtlamaktadır. Augustus, Ogüst , ünlü Roma İmparatoru, July de Jül Sezar demek. Arkadaşlar dünkü konuşmayı unutmuşçasına Romalıların dünya kültüründeki etkisi üzerine konuşmaya başladılar. Ekrem, Sabahattin Öğretmen’in okuduğu kitaptan söz etti. Böylece Montaigne Öğretmen anıldı, orada geçen ünlü kişiler soruşturuldu, Lucretius, Ovidus, Horatius derken Marius, arkasından Sezar, Antonius, Oktavius! deyip noktalandı. Güldük geçtik ama benim kafam karıştı, konuşulan konunun doğrusu neydi? Jül Sezar’la Marius arasında biri vardı. Onu o denli biliyordum ki, zaman zaman haritaya baktıkça Konya ilimizde bulunan bir yerin adı ondan mı geliyor, diye düşünüyordum. Oysa şimdi o yerin adını da anımsayamıyorum. Haritayı açsam, neredeyse “İşte!”,, diyecek kadar yakınımdaki adı bir türlü anımsayamadım. Onu anımsamazsam olay yarım kalacaktı. Birçok Konyalı arkadaş var, onlar bilir! diye düşündümse de arkasından sorun çıkar! diye düşündüğümden sormaktan da vazgeçtim. Birinci triumvirlik, ikinci triumvirlik sözlerini sıraladım. Birincide Sezar, Pompeius, x vardı. İkinciyi de yarım anımsadım, Oktavius, Antonius x. Gene de olmadı. Çünkü esas bulunması gereken Marius’un karşısında olan kişi! Kitaplığa gitmeden soruyu açıklığa çıkaramadım. Arkadaşlara baktım, onların umurunda bile değil, başka bir konuyu tartışmaya başladılar. Oysa o aradığım addaki Konya’daki yer bir başka bakımdan da önemliydi. Malik Aksel Öğretmen Sanat Tarihi dersimizde Topkapı sarayındaki önemli yapıları anlatırken Fatih Sultan Mehmet’in kendisi için yaptırdığı köşk, sonradan Çinili Köşk olarak anılmış, işte onun çinileri oradan getirtilmişmiş. Oranın da İznik ölçüsünde çiniciliği geliştirdiği biliniyormuş. Daha dün denecek yakınlarda Topkapı Sarayını gezdik, Çinili Köşkü, Mustafapaşa köşkünü, Abdülmecit köşkünü gördük. Çinili Köşk’ün duvar boyu mavi çinilerini görür gibi oluyorum da alındığı yeri nasıl unuturum? Süleymaniye Camisinin sütunu Baalbek’ten gelmiş. Baalbek ta neresi? (Lübnan’da, Fenikelilerden kalma bir antik kent) Onu unutmuyorum da kendi ülkemdeki bir yeri unutuyorum! İçimden bir süre söylendim…

Kitaplık açıkmış, elimle koymuş gibi buldum. Romalı komutan Sulla! Unuttuğuma çok üzüldüğüm Konya’nın Sille’si de böylece ortaya çıktı. Marius, Sulla didişmesinden sonra üçlü yönetime 1. Triumvirlik denilmektedir. Bu üçlü, Julius Caesar (Jül Sezar), Crasus, Pompeius’tur. Sezar’ın öldürülmesinden sonra ikinci bir üçlü, ikinci triumvirliği kurmuştur. Bunlar, Oktavius, Antonius, Lepidius’tür. Bunlardan Lepidius hakkında bir bilgim yok. Ancak Antonius’u Shakespeare’in kitabı, Antonius ile Kleopatra’ dan okuduğum kadarıyla bilgim var, sayılır. Oktavius ya da Ogüst olarak tanınan İmparator hakkında oldukça bilgiliyim. Onun, Ankara Anıtı adlı kitabını okudum. O kitaptan ilk kez insanların sayısı hakkında bilgi aldığımı da unutamıyorum. (O zaman Roma 4 milyonmuş) Roma’nın nüfusu hakkında inandırıcı bilgimi ondan aldım. Jül Sezar’ı da gene Shakespeare’in aynı adlı kitabından okuduğum kadarıyla biliyorum, diyebilirim.

Konya ilinde Sille köyü. Konyalı arkadaşlar var, onların içinde bilen vardır. İlk aklıma gelen Muttalip Çardak oldu. Muttalip arkadaş şakacı, olayı ciddiye almadı:

-Sen benim seceremi mi araştırıyorsun? deyip geçti. Konuşmamızı duyan Naci Ön söze karıştı:

-Ben de Konyalıyım, bana sor, ben bilmesem bile ağabeyim var ona sorarım. Naci’nin ağabeyi Abdullah Ön Enstitü Bölümünde öğretmen. İşi böyle velveleye vermek istemediğimden teşekkür edip geçiştirdim. Tanıdığım başka Konyalı arkadaş var, Bekir Semerci, Veli Demiröz.

Banyodan dönerken Bekir Semerci ile karşılaştım. Bekir Semerci bilgiç bir arkadaş, ayaküstü anlattı:

-Sille, Konya yakınında büyükçe, eski bir Rum köyü. Arkasına gerek kalmamıştı:

-Rum köyü olduğuna göre, Romalılardan kalma olabilir! Bekir Semerci sordu:

-Neden bunu soruşturuyorsun? Bekir’e gerekçem hazırdı:

-Gezilerde hep Romalıların kurduğu kentleri dinledik, Kayseri’den Bursa’ya, Edirne’ye hep Romalıların kurduğu söylendi. Konya’da onların izleri niçin olmasın? Bekir güldü:

-Konya’yı bırak sen bizim Karaman’ı sor, ben sana sayfalarca anlatayım! Sonra konuşmak üzere ayrıldık. Zaten benim merakım giderilmişti. Karaman hikâyesini başka bir zamana bıraktım. Hiç değilse ünlü söz dolayısıyla Karaman’ı anacağım:

-Karaman’ın koyunu, sonra çıkar oyunu! Sinsi, art niyetli insanların alttan alttan sürdürdükleri kin gütme, öç alma olayı….

Yönetim binasının önünden geçerken piyano sesi duydum, kim çalabilir? Hüseyin Çakar! Kendi bestesini çalıyor. Sinsin Oyunu! Ankaralıların eski bir meydan oyunuymuş. Hüseyin Çakar, Faik Öğretmenin yardımıyla iki yıl çalıştıktan sonra başardı. Doğrusu kıskandım onu. Bizim, siyah piyanoyu da oraya çektirdi. Besbelli pazar günleri çalışmayı sürdürecek. Hasanoğlan’da kalış nedeni de buydu zaten!

Yemek zili çalarken girip masaya oturdum. Arkadaşlar sordular:

-Çok mu acıktın? Acıktığımı söyledim ama bu doğru değildi, sinirliydim! Neden? İşte burası açıklanamaz! Yemek boyunca konuşmalara katılmadım. Yakınımızdaki masalarda köylü kılıklı öğrenciler var. Öğretmenler başlarında, besbelli yeni öğrenciler. Kimisini kolundan tutup masaya oturtuyorlar. Sekiz yıl önceki ben gibi, ne yapacaklarını bilmemenin şaşkınlığı içindeler. Arkadaşlar geçmişten, gelecekten söz etti, nedense hiç birisine katılamadım.

Yemekten sonra salona gidince yeni piyanoyu açıp uzun süre çalıştım. Kemancıların kimileri geldi çevremde gıygıyladı ama aldırmadım. Sayılarının arttığını anlayınca kalkıp piyanoyu kapatıp küçük odaya geçtim. Az öncenin tersine orada surdinli olarak Czerny eksersizleri tekrarladım. Akşam, öğretmenler gelecek. Faik Öğretmen geçen yıl, pazar günleri gelince akşamdan beni dinler, ödevimi verirdi. Bu beni çok rahatlatıyordu. Selçuk Öğretmen bunu yapmayacak. Böylece ben sıcağı sıcağına çalışarak ders dinletemeyeceğim. Sabah dört saat dersten sonra piyanoya oturup alıştırma yapamadan parça dinletmek zorunda kalacağım! Bunları düşününce üzülmekte haklıydım. Ancak kendi kendime sordum:

-Ben bunları düşünerek üzülmedim ki! Zaten üzgün olarak piyanoya oturmuştum, düşündükçe daha çok üzüldüm. Melahat’la Nebahat geldi, son günleriymiş, yarın Bölüm Başkanına yazdırmak zorundaymışlar:

-Kemanı mı seçelim, piyanoyu mu? İkisine de baktım, iki cici kız, zayıf bedenli, tıpkı Yıldız gibi. Bunlardan, benim gibi zorlanarak piyano çalışması beklenemez. Keman da kolay değil ama hiç değilse kemanlarını, kaldıkları yerlere götürebilirler.

Birden kesin konuştum:

-Ben sizin yerinizde olsaydım keman seçerdim. Piyano çalışmalarınız sizi çok zorlayacak.

Meğer onlar piyanoya hazırlanmışlar, yakınlarında piyano olduğunu söylediler. Bu kez de o piyanonun orada geçici durduğunu en kısa zamanda oradan kalkacağını söyledim. Orada kalsa bile orada çalışacak başkalarının olabileceğini, belki de orada çalışma için başka koşullar öne sürülebileceğini tekrarladım. Kendi kanımı açık açık belirttim:

-Ben sizin yerinizde olsaydım kesinlikle piyano seçmezdim! Biraz burukça, teşekkür edip ayrıldılar. Bu kez de kendimi sorguladım:

-Doğru mu yaptım? Doğru yaptığım inanarak kalktım.

Yemekte ilk duyuru yapıldı: Güzel Sanatlar Bölümü Öğretmenleri geldi! Güzel Sanatlar Bölümü Öğretmenleri, Faik Canselen, Mahir Canova, Selçuk Uraz, Şükrü Arsev, Süleyman Güler. Faik Canselen ile Mahir Canova okul açıldığından beri geliyorlar. Bizden öncekilere ilk yıl Faik Canselen. Prof. Zuckmayer, Mahir Canova,Ruhi Su, dört ay kadar gelmiş. Ders yılı sonunda Prof. Zuckmayer, Alman sayıldığından, Kırşehir’e geçici olarak göz hapsine alınmış. Ruhi Su ise operadaki çalışmalarını öne sürüp ayrılmış. Biz geldiğimizde yerine, o da bir basbariton olan Hilmi Girginkoç gelmişti. Bir yıl, Faik Canselen, Mahir Canova, Hilmi Girginkoç öğretmenlerle çalıştık. Yıl sonunda Hilmi Girginkoç Öğretmen askere (Yedek Subay okuluna) ayrıldı, yerine bu kez bir tenor Aydın Gün geldi. O da ancak bir ders yılı kaldı. 3. yılımızda 3. şan öğretmenimiz Süleyman Güler oldu. Ayrıca bu yıl, bir piyano, Selçuk Uraz, bir de keman Şükrü Arsev, öğretmenimiz oldu. Geçen yıl, öğretmenlerin geldiği duyurulunca Faik Canselen öğretmeni gözetliyordum, çoğunlukla dersini akşamdan yapıyordu. Bu da benim çok işime yarıyordu. Çünkü gün boyu ders parçamı tekrarlıyordum. Gene de salona koşarak gittim. Salonda kimse yoktu, Kuyruklu piyanoyu açıp uzun bir süre çalıştım, gelen giden olmadı. Döndüğümde herkesi yatmış olarak buldum. Kolumdaki saate bakmamışım, kendimi kınadım. Uzandığım gibi kımıldamadan bir süre durdum, uyumuşum.

 

15 Ekim 1945 Pazartesi

 

Rüstem Gündüz’ün köşesini Mehmet Toydemir tutmuş, tıpkı onun gibi:

-Mızıkçılar İşbaşı! uyarısında bulundu. Rüstem Gündüz, okulu bitirememiş. Hoppala! Bir inanç-inançsızlık tartışması başladı. Mehmet Toydemir uyarıldı: “Zaloğulluk taslamaya kalkma, uğursuzluk getirir!” Bu arada bir de boy sorunu ortaya atıldı, Rüstem uzun boyluydu, Mehmet Toydemir de öyle. Derken kısa boylular ortaya çıktı. Haşim Kanar yüksek sesle, aklın boyla ilgili olmadığını söyledi, Uzun Ömer’le Einstein’i karşılaştırdı. “Öp babanın elini!,, diyenler oldu. Gülüşmeler arasında yatakhaneden ayrıldık.

Kahvaltıda, Haşim Kanar yakınımızdan geçti, baktım, sahiden kısa boylu. Kısa boylu olduğu için mi öyle tepki gösterdi! demeye kalmadı, Ekrem açıkladı. “O Kara Çocuk, her konuda öne tırmanmak için öyle yapar. Haşim Kanar, gerçekten toplantılarda da söz alıp bir süre konuşur. Bu arada Dergi Kolunda çalıştığını, Manisalı olduğunu, şiir yazdığını da öğrendim. Gerçekte konuşmalarımızın bir derinliği yoktu aklımızda hep dersler, öğretmenlerdi. Ne var ki, kimse buna değinmiyordu. Nihat Şengül, gizi bozdu:

-Haydi bakalım, derslere! deyince herkes konuştu:

-Hayırlı olsun! Gene de keman öğretmeni Şükrü Arsev için Çatık Kaşlı, piyano öğretmeni Selçuk Uraz için Güler Yüzlü sıfatları eklendi.

Salona gittiğimizden az sonra öğretmenler geldi. Topluca geldikleri için önce bir anlam veremedik. Bölüm Başkanımız açıklama yaptı:

-Okulumuz yeni kurulmaktadır, henüz göçebe durumundayız. Oysa okulların bir geleceğe yönelik planları programları olur. Bu programlar uygulanarak bir gelenek oluşur, o okulun gelenekleri mezun ettiği öğrencilerce tüm yurda dağılır. İlk mezunları verdiğimize göre bizim de kuruluşumuz tamamlanmış sayılır. Bu nedenle bu bölümü oluşturup olgunlaştıracak öğretmenlerin ortak görüşlerini öğrenip o yöndeki beklentileri gerçekleştirmeye çalışmak bizim yol rehberimiz olacaktır. Böylece bölümümüzün dersleri arasındaki bağ daha da sarmallaşacaktır. Tek yönlü bir ilke ya da ülkü yerine kültürleşen, köklü bir sanat benimserliği içinde çalışırsak, gerçek güzel sanatların bilincinde birleşiriz!

Hepimiz dikkat kesildik. Faik Canselen Öğretmen ilk sözü aldı. Kendi dersi üstüne konuştu, armoninin salt bestecileri ilgilendirdiğini, ancak bunun nasıl bir uğraş olduğunu bilmenin özellikle öğretmenler için zorunlu olduğunu, çünkü ömür boyu çalışacağımız müzik alanında armoniden habersiz insanların evrensel müziği kavramasının beklenemeyeceğini anlattı. Hiç beklemediğimiz bir örnek verdi. Sinema, sinemanın insanlık için yeni bir olay olduğunu, topu topu 30 yıllık bir olay olduğunu, ondan önce böyle bir şey görülmemesine karşın günümüzde büyük bir çoğunluğun sinema hakkında bilgi sahibi olduğunu, ancak bunların birkaçının sinema yapmaya kalktığını anlattı. Mahir Canova öğretmen de insanların uygarlaştıkça daha geniş görüşlü olduğunu, çok eskilerde insanlarda uzaklık kavramının sınırlı olduğunu, Türk insanının en uzak yer olarak Kabe’yi düşlediğini, oysa İspanyolların yüzlerce yıldır Amerika’ya gidip geldiğini, İngilizlerin bununla da kalmayıp tüm dünyayı dolaştığını anlattı. Biz Türklerin Karagöz oyunlarıyla yetinirken Batılıların tiyatro sanatını yücelttiğini, bu gelişmelerin sanatlara daha yaklaşarak, daha hoşgörüyle bakarak kazanıldığını, Konservatuvara gelen öğrencilerin dinlemeden çok, görerek öğrenip geliştiğine tanık olduğunu anlattı. Bunun öğretmenler için güzel bir örnek sayılacağını, bizler de öğretmen olduğumuza göre bu ilkelerden yararlanmamız uyarısında bulundu.

Bölüm başkanı, iki deneyimli öğretmenin uyarılarının bize ışık tutacağını tekrarlayarak teşekkür ettikten sonra yeni öğretmenleri tanıttı. Derslik olarak iki küçük oda ile salonu gösterdi. Piyano için de Yönetim binasını kullanabileceğimizi söyledi. Bunu duyunca fena halde üzüldüm. Ben kuyruklu piyanoyu düşlerken hiç sevmediğim kara piyanoda ders vereceğimi duyunca ağlayasım geldi. Arkasından bir başka açıklama yapıldı, bugün öğretmenler tanışma olarak birer saat toplu olarak konuşacakmış. o nedenle 2.-3. Sınıf öğrencileri salonda kaldı. Faik Canselen Öğretmen kısa bir konuşma yaptı. Bitirme tezlerini sordu. Hemen hemen herkes bir konu seçmişti. Benimkini zaten Faik Öğretmen önermişti. Abdullah Erçetin, Ali Kuş, Talip Apaydın, halk türküleri üzerinde çalışacaklarını söylediler. Faik öğretmen onlarla özel konuşacağını söyleyerek ayrıldı. Mahir Öğretmen tiyatro üstüne tez seçmememize sevindiğini söyledi. Bu konuda söyleyecek fazla sözümüz yok, “Atı alan üsküdarı geçmiş!” Alsanız bile başkasından söz edeceksiniz! dedi. Buna karşın, Shakespeare, Moliere, Racine, Goldoni, Sofokles, Euripides, Aşilos, Plautus gibi yazarlardan eserler okumamızı önerdi. Mahir Canova öğretmen arkasından da uyardı:

-Geçmişte konuştuklarımız kesinlikle geçmişte kalmayacak, öğrenilenler geçmişte kalırsa onları taşıyan kişinin gelecekle güçlü bir bağlantısı olamaz. Bizim amacımız geleceğe adapte olmaktır. Unutmayalım ki “Muasır medeniyet,, duran bir höyük değil, koşan bir Herkül’dür! deyip hepimizin yüzlerimize dikkatli dikkatli baktı.

Arkasından Süleyman Güler Öğretmen geldi. Süleyman Güler Öğretmen az konuştu; Aydın Gün Öğretmenin kendisine verdiği bir program taslağı olduğunu, buna göre çalışacağımızı anlatı.

Yemekte herkes biraz rahattı. Buna karşın ben oldukça sıkılmış durumdaydım. Gene de kimseye dert yanmadım, değişik konuları irdeleyerek yemeğimizi yedik.

Salona dönünce Selçuk Öğretmen geldi, bana “Sence bir sakınca yoksa biz dersimizi burada yapalım!” dedi, duraksamadan küçük odaya girip kapıyı kapattı. Birden rahatladım. Hemen Czerny’yi açtım. Öğretmen bir kez kendisi çaldı, Czerny etütlerinin özelliklerini anlattı. Czerny’nin gelmiş geçmiş çok büyük bir piyanist olduğunu, onun düşlediği tekniği bizim kavramamızın olasılığı bulunmadığını, o nedenle öteki parçalarda olduğu gibi onda son şekli düşünmememi, onun da benden bunu beklemeyeceğini anlattı. Rahat çaldım. Ancak olmayan yerleri biliyordum, ikinci tekrarda bozuk yerleri nasıl düzelteceğimi bile düşünmüştüm. Selçuk Öğretmen defteri aldı, parçanın tekrarını çalmamı, alıştırma olarak da bir sonrakini işaretledi. Bölüm Başkanı geldi gülerek:

-Ben de size burasını önerecektim, burası sizin olsun. Selçuk Öğretmene:

-Siz zaten trene erken yetişmek istiyorsunuz! dedi. Birden sevindim; öğretmenin böyle bir sorunu varsa öteki derslerde ben onu kuyrukluya alıştırırım. Paydos saatinde öğretmen olunca kimse salona girmez. Uygulamışım gibi sevindim. Kendi kendime de olsa, geçici de olsa böylesi durumlar beni sevindiriyor, daha güçlü olarak çalışmaya başlıyorum. Selçuk Öğretmen bir süre sanki karşımda gibi çalıştım. Onu görür gibi olduğumda ansızın kendimi toparlıyorum. Arkamda duruyor, nasıl bakıyor, kekeler gibi tökezlediğimde yüzü nasıl değişiyor? Bunları aklımdan geçirdim. Nereden baksam işimin zor olduğu kanısına vardım. İçimden bir gerinmek geldi. İnsanları, kim olursa olsun bu denli büyütmenin anlamsızlığını düşündüm. O da bir görevli, bu işi bir görev sayıp geliyor, evine dönme bile bir sorun! Öyleyse onu da bir insan olarak düşünüp kendime güvenimi korumalıyım. Yapabildiğimi yaparsam, yapamadıklarıma üzülmeme gerek kalmaz, işte bunu iyi seçmeliyim. Faik Öğretmende de böyle yaptım.

Birer ikişer arkadaşlar geldi, birileri beni kutladı, birileri de “O güzel öğretmen çalışını beğenmeyince ne yapacaksın?” diye sordu. Az önce uzun uzun düşündüğüm bu konuya birden tepki gösterdim:

-Başka şey düşünmez misiniz siz? Soran üzüldü, oysa ben çok anlamsız bir soru sorduğuma içimden kızdım. Çünkü soru doğruydu. Ona pekâlâ “O güzel öğretmene verdiği ödevi mahcup olmamak üzere hazırlanacağım!,, demeliydim.

Öğretmenler hep gitmiş. Bölüm Başkanı kısa bir konuşma yaptı, 2.- 3. sınıfları serbest bıraktı,1. sınıfları salona alıp, onlarla konuştu. Kemancı arkadaşlar dertli, keman çalışacak yer arıyorlar. Bir süre aralarında konuştuktan sonra Sanatbaşı Mustafa Güneri ile konuşmaya karar verdiler. Eğer boş bir yer varsa o bilir! Geçici de olsa bulacakları bir yerde çalışmaya razıydılar. Mustafa Güneri’yi biz Kepirliler iyi tanırız. Arkadaşlar bunu bildiği için gidecekler içine Kepirli Abdullah Erçetin, Kadir ya da Doğan Güney’i katmak istediler. Beklenmedik bir tepki, üçü de keman grubunda olmalarına karşın karşı olunca bir tartışma çıktı. Çok haklı bir istek olduğunu gördüğümden arkadaşlara katıldım, bizimkilere öneriyi tekrarladım. Üçü de arkalarını döndü. Sanki ellerinden bir şey geliyormuş da onu esirgiyorlarmış gibi kasılmalarına şaştım. Küçük odada çalıştığım kimi zaman içlerinden biri gelince keman çalışmasına göz yumuyordum, birden bu geldi aklıma, bundan sonra asla! deyip başımı çevirdim. Bizimkilerin inadına kırılan öteki arkadaşlar da bu güzel girişimden vazgeçip salonun bir köşesine çekilerek çalışmalarına koyuldular.

Akşam yemeğinde yeni duyuru yapıldı, her bölümden iki öğrenci Enstitü bölümünde bir haftalık çalışmalara katılacakmış. İçlerinde benim adım da olan öğrencilerin sabah Okul Müdürlüğünde hazır bulunmaları duyuruldu. Nasıl bir görev? Geçen yıl böyle bir görev yapıldı mı soruları arasında masadan kalktık. Başkan Hüseyin Atmaca, yeminli olarak görev hakkında bir bilgisi olmadığını söyledi. Büyük salona uğradım, bir bilen çıkmadı. Arkadaşların olası yorumlarını dinleyerek vakit geçirdik. Ben, zamanımın harcanması açısından kaygılıyım, görev yapmaktan değil. Oldukça kaygılı bir durumda yattım. Duyardım, bölge okullarına gidenler oluyordu, böyle bir ayrılış beni çok üzecektir. Gece bir ara uyandım, gördüğüm rüyalar öylesi üzücü değildi, rahatlar gibi oldum.

 

16 Ekim 1945 Salı

 

Öteki bölümlerden öğrenenler olmuş, Hasan Özden muştuladı, ödev dedikleri, Enstitü Bölümü öğrenci masalarında birlikte yemek yenecekmiş. İnanamadım ama gene de sevindim. On arkadaş Müdür odası kapısına dizildik. Müdür Rauf İnan bizi bekletmedi, görevimizi açıkladı. Enstitü bölümü öğrencilerine bir yaklaşım, birlikte yemek yemek! “Ne olur arkadaşlarınızdan bir hafta ayrılmak sizler için bir ayrılık sayılmaz ama Enstitü öğrencileri için büyük bir zevktir! türünden sözler söyledi. Gideceğimiz sınıfları da kendisi saptamış, en son bizim bölüm, haklı olarak ben yeni gelen bir sınıfa düştüm. Üstelik sınıfım yemekhanede değil yönetim binasının altındaki bir bölümde geçici olarak yemek yiyormuş. Görevli olduğumuz için izinli sayıldık. Zaten kültür dersleri başlamadı, bizim salona gitmedim, siyah piyanoya çıkıp uzun süre çalıştım. Bir ara Bella geldi, bir ara kız arkadaşlar geldi, iyi bir vakit geçirdim. Öğle yemeği çalınca alt kata indim, bir sürpriz, Nebahat’ın sınıfına düşmüşüm. 40 kadar köylerden yeni gelmiş çocuklar. Az sonra okul müdürü geldi, tam karşıma oturdu. Beni biraz suskun bulduğunu söyleyip konuşturdu. Okula ilk gittiğim günü sordu. Atatürk’ün ölüm gününü söyleyince çocukların dikkatini çekti. Çocuklardan bazılarına sorular sordu. Yemekte meyve olarak portakal vardı. Bana bir bıçak uzatarak portakalın kabuğunu halkalı olarak soymamı söyledi. Doğrusu böyle bir olay olduğunu biliyordum ama hiç denememiştim, beceremedim. Müdür Rauf İnan bunun çok doğal olduğunu, öğrenmenin yaşla ilgisi olmadığını anlattı. Kısacası beni mahcup etmemek için konuştu. Yemek sonunda da kendisinin her zaman gelemeyeceği, ancak ağabeylerin her zaman yanlarında olacağını söyleyip ayrıldı. Sıkıntılı başlayan buluşma güzel sonlanmıştı. Nebahat’la bir hafta birlikte olmak beni çok sevindirdi.

Yemekte salona indim, birkaç arkadaş vardı, olayı sordular, olduğu gibi anlattım. Onlar, sabah çalışmasında çok sıkılmışlar, “Gel kültür dersleri, gel!,, diyecek duruma girmişler. Bir süre çalışıp gene yönetim binasına gittim, yemekten önce küçük bölüme geçtim, yemeklerin gelişini izledim, Nebahat çocuklarla geldi. Gözlerim kapıdaydı, gelen giden olmadı. Nebahat’la birlikte olmak beni rahatlattı. Onun çocuklara yaklaşımı hoşuma gitti, iyi bir anne olacağı kanım zaten vardı, bu kez o daha da arttı. Çocukların o ürkek buna karşın candan bakışları üstümde başka bir etki yaptığından Nebahat’a bakarken bile kendimi uyardım. Arkadaşlardan bir süre ayrılmam da bende olumlu bir etki bıraktı. Yönetim binasındaki piyanoya çıkmam da olağanlaştı. Bella ile bir süre birlikte (dört el) çalıştık. Mendelsshon Düğün Marşı hemen hemen olgunlaştı. Czardasfürstin aklıma geldi. Piyanoda tınılayınca Bella çok seviyormuş, onu istedi. Karşı atölyede çalışan kızlar geldi. Aksulu olarak tanıdığım (Pakize) sordu:

-Az önce çaldığınız neydi? Türkçesi Çardaşfrüstin, aslı bir Avusturya-Macar ortak dans müziği Czardaşfürstin! dedim. Onu hep duyuyormuş, çok seviyormuş. Akordiyon müziği olduğunu söyledim, özel olarak çalacağıma da söz verdim. Konuştuğumuzu gören Bella, Pakize’yi göstererek:

-En güvendiğim arkadaş! dedi. Daha önce konuştuklarımızı anımsayıp ekledim:

-O, müziği de çok seviyor ama nedense sevdiğinden kaçıyor! deyince Pakize kıpkırmızı oldu, esmer yüzü daha aydınlandı, gerçekten güzel bir yüz oldu. Simsiyah gür saçları var, uzunca boylu.

Öteki kızlar da gelince dikkati çekip bir yasaklama getirtmemek için ben ayrıldım. Piyanonun sesi zaten gidiyor, bir de iş şamataya dökülünce alt kattakiler desturu çekerler. Gene gelmek üzere ayrıldım. İyi ki ayrılmışım, karşıdan Okul Müdürü, Eğitimbaşı Şeref Tarlan’a yüksek sesle bir şeyler anlatarak geliyordu. Yanımdan geçerken bana:

-Öğrencilerinin adlarını öğren, onları adlarıyla çağırırsan sana çabuk ısınırlar! dedi. Okul Müdürü olayı kendi açısından değerlendiriyordu, kesinlikle de haklıydı. Bir hafta bir hafta! 40 öğrenciyi tam tanımasam bile birkaçının adlarını neden öğrenmeyeyim! deyip Nebahat’ten listeyi alıp yazmaya karar verdim. Önce çok telaşlandığım olaya sanırım Nebahat rastlantısı yüzünden birden ısınmıştım. Geçen yılki staj döneminden duyduğum sıcaklığı duymaya başladım. Sınıfımın ayrı yerde oluşu da ısınmama neden oldu sanırım. Tıpkı mandolin kursuna gelenler gibi çocukları benimsedim. “Otur!,, diyorsun oturuyorlar, “kalk!,, diyorsun kalkıyorlar. Nebahat ise inanamayacağım kadar öğrencileri sahiplendi. Etimesgut’a gitmemeye kararlıyken neredeyse orayı tekrar isteyecek kaygısına kapıldım. Çünkü bu sınıf, bu yılın ikinci yeni sınıfı, sanki fazla alınmış gibi, salt yemekhane değil yatak sorunları da var. Sağlık Kolu kontenjanı aşarak öğrenci almış. Böylece 1-B şubesi üvey evlat durumunda. Ben kendimi öğrencilere değil Nebahat’a yardımcı saydığımdan hiç yadırgamadan katılıyorum. Neyse derslik değil ama derslik olarak ayrılmış bir odaları, sıraları var. Yarın için karar verdim, akordiyonu getirip onları neşelendireceğim. Nebahat’i de böylece çok yakından tanıyorum, çok iyi bir öğretmen, olur olmaz hareketlere kızmıyor, karşısındakinin anlaması için söylediğinin sonucunu bekliyor. Anlayışı ağır olanları arkadaşlarının uyarması olağanüstü, birden kırk çocuk dikkat kesiliyor: “İşttt!,, Sus, yapma demek!

Gülümseyerek Büyük salona geçtim. Benim gibi nöbete çıkanlar var, Kemal Güngör, Mustafa Yüksel, Mestan Yapıcı, Hüseyin Orhan. Herkes kendi izlenimlerini anlatıyor. Mestan Yapıcı, tatsız bir olayla karşılaşmış. (O, 4. sınıftaymış) “Bir tane vuracaksın!,, gibisine bir söz söyledi, irkildim. “Kime, niçin vuruyorsun?,, sorusunu sorasım geldi ama sustum. İlk sınıfa düşmemin sevincini yaşayarak, arkadaşların izlenimlerini dinledim. Nebahat’a rastlamam benim için sahiden büyük bir şans oldu. Piyanoyu bile tavsatışıma üzülmeyişime ayrıca sevindim. Nasıl olsa daha boş zamanım olacak.

Yatınca, bir süre olayları gözden geçirdim. Her gün bir ötekinden farklı geçiyor. Haftaya kültür dersleri başlayınca daha başka sorunlar çıkacak. Tüm bunların arasından fazla kayıba uğramadan sıyrılmak, sanırım başarımı sağlayacaktır. Oldukça rahat uyudum.

 

17 Ekim 1945 Çarşamba

 

Doğan Güney geldi, neredesin, piyanon seni özlemiş! Belli etmedim ama Doğan’a azıcık kırılmıştım. “Ben de özledim, bugün özlemlerimizi gideririz!” dedim. Konuşmuş olmak için yeni gelen bir sınıfa öğretmenlik yaptığımı söyledim. Yeni gelenlerin, saflığından, her şeyi yeni baştan öğrenmeye çalıştıklarından söz ettim. Doğan kendini anımsadı, ilkokul 4. sınıfa gelmişti, ders öğretmenleri Ömer Tunalı, tığ gibi bir delikanlı idi. Bizim sınıfa da beden eğitimi dersimize gelirdi. Beden Eğitimi olarak ne gördükse ondan görmüştük. Asker olunca Hava Kuvvetlerine ayrılmış, uçuş sırasında şehit olmuş. Onu duyunca çok üzülmüştük. Doğan’a kırılmıştım ama bunları konuşunca ortak duygular insanları yumuşatıyor, söz öteki öğretmenlere geçti. Adem Gürçağlayan müzik derslerimize gelirdi. İlkokul öğretmeniydi, ders yılı sonunda Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji Bölümüne gitmişti. Bize notaları ezberletiyordu. İlginç bir ezberletme yöntemi vardı, önce şarkının sözlerini öğretir sonra notaları yazdırırdı, şarkıya uyarak notaları ezberliyorduk. Biz Kimleriz Marşı’nı, Kır Atınla Geçiver Efe şarkısını, Deniz Deniz Akdeniz şarkısını böyle öğrenmiştik. Doğan ilk günden müzikle ilgiliydi, ara vermeden kendi kendine çalıştı. Ben de çalışmıştım, ayrı sınıflardaydık ama karşılaşınca bu müzikleri tekrarlardık. Bu tekrarlar o şarkıları belleğimizde korudu. Kimi zaman şaka olarak onları birlikte okuyoruz. Si-do mi-re-do-si-laaa-si do si la sof fa mi re la sol la siii. Ya da bitirirken fa sol la miiii! deyip kesiyoruz. Hiç ilgimiz olmamasına karşın Adem Öğretmen bir de diyezlerle bemollerin sırasını ezberletmişti.

Fa-do-sol-re-la-mi-si, diyez sırası,

Majör: Sol ve Fa anahtarlarına göre……

Majör:Sol ve Fa anahtarına göre

 

Majör: Bemol sırası, Si-mi-la-re-sol-do-fa.

 

*

Minör: Diyezler; Fa-do-sol-re-la-mi-si

 

Minör: Bemoller; Si-Mi-la-re-sol-do-fa

 

Do majör, diyez, bemol almaz. Sol majörde fa diyez, re majörde iki diyez fa, do; la majörde, üç diyez, fa, do, sol diyez; mi majörde, dört diyez, fa, do, sol, re diyez; si majörde beş diyez, fa, do, sol, re, la diyez……

Bemolleri de böyle ezber sıralıyorduk.

Oysa bunları, değil o zaman sonraki yıllarda da hiçbir parçada görmemiştik. Ancak ben şimdilerde çaldığım piyano parçalarında zaman zaman karşılaşıyorum. Karşılaştıklarım da bütünüyle değil bazı ton değişmelerinde oluyor. Çaldığım parçalarda en çok 3 diyez bilemedin 4 diyez. Kemancılar ise henüz, onların birinden ikisinden öte geçmiş değiller.

Doğan, şimdiki durumda kemancıların en iyisi; ancak bu, benim ölçülerime göre bir başarı sayılmaz. Neredeyse onunki dokuz yıllık çalışma! Kimlerle karşılaştırılıyor? Bir, bilemedin iki yıllık çalışanlarla! Oysa gerçekten çalışsaydı, şimdilerde orkestralarda çalışacak düzeye gelirdi. Doğan’da araştırma merakı da yok gibi, kendisi araştırmıyor, duyduğu parçalardan beğendiklerini seçiyor. Böylece sınırlı kalıyor. Kaç kez gösterdim, dolaplarda sayısız keman parçaları var, al birini çal, salonda değişiklik olur. Geçen yıl Mehmet Yelaldı’dan duyduğu Toselli Serenatı ne güzel çalmıştı. Mozart’ın güzel bir menuetti var, kaç kez gösterdim, oldukça da kolay ama etkileyici bir melodisi var.

Salonda toplandık. Otuz iki olmuşuz. Geçen yıla göre dört fazla. Geçen yıl son sınıf 5 kişiydi, bu yıl on dört arkadaş. Bu yıl yeni gelen on arkadaş beşi bayan beşi bay.

Artıştan hemen hemen kimse hoşnut değil. Ancak kızların artışı tiyatro çalışmaları için yeni bir umut doğurdu. Bölüm Başkanı açıklama yaptı, “Kızlarımız, Yönetim binasındaki piyanolu odada her zaman keman çalışması yapabilecek!” Bölüm Başkanı kesin konuştu:

-Ya bizim piyanomuzu geri verirler ya da orasını kullanmamıza sekte vermezler! Yeni gelenlerden piyano seçen olmamış, ben de ona sevindim. Öğretmen bizleri serbest bıraktı, yeni gelenleri küçük bölüme alıp kapıyı kapattı. Kemancılar yaylara sarıldı, alıştıklarından kendi seslerinin dışındaki sesleri duymazdan geliyorlar. Tiyatro severler, kitaplara sarılmış, kitaplıkta bulunan tiyatro kitapları bizim salona taşınmış durumda. Sağ olsun arkadaşlar oldukça haylaz mı desem, vurdumduymaz mı; getirdikleri kitapları, benim plâk dolaplarının üstüne koymuşlar; baktım, beş altı kitabın arasında Plautus’un iki eseri de var; Urgan, Amphıtryon. Biri 80 öteki 90 sayfa, tiyatro eseri. İkisini de Nurullah Ataç çevirmiş. Plautus’u tanır gibi oldum ama birden kesinleştiremedim. Hemen elime geçen bir kâğıda yazdım. Kitaplardan birinin adı ise bana hiç de yabancı değil, Urgan! Urgan, bizde de çok kullanılan bir ad, uzun kalın, kopmayan ip. Kuyulara salınır, yüksek yükler yüklenince arabalara bağlanır, sicim iplerinin en kalını. En güçlü hayvanı bile bağlasan kaçamaz. Bizim köyde boğaları kimi zaman urganla bağlarlar. Özellikle çok don olduğu kış günleri, boğaları bağlayıp köy ahırına kapatırlar. Bakalım bu kitaptaki urgan nasıl bir şey?

Öğle yemeğine azıcık geç kaldım, daha doğrusu kapıda Hüseyin Atmaca ile konuşurken geciktim. Öğrenciler beni beklemiş, ne diyeceğimi bilemedim, başka zaman gene böyle bir kusur edersem beklemeyin, sizin zamanınız az dedim. Birisi bana cevap vermek için davrandı, ancak yanındakiler susturdu. Nebahat Öğretmense çok bir gecikme olmadığını, ekmeklerin zaten geç geldiğini söyleyerek ortayı buldu. Kendi aralarında konuşmuşlar, okuma saatinde de gelmemi istediler. Söz verdim, ancak onlara güzel, hoşlarına gidecek, öğretici yazılar okumayı düşledim. Ömer Seyfettin’i düşledim; onun iki kitabı, daha doğrusu 9 hikâye kitabı iki ciltte toplanmış olarak var ama köyde bıraktım.

İlk sınıflarda kendi okuduğumuz, Ortaokullar Okuma kitaplarını anımsadım. Orada geçen sevdiğim yazılardan notlarımda olanlar vardı onları okumayı tasarladım. Cenap Şehabettin’in Plevne’den Geçerken parçası ilk aklıma geldi, çok duygulandırıcı bir parça. Yine o kitaplardan Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun Üzümcüsü vardı, onu anımsadım. Kemalettin Kamu’nun İzmir Yollarında şiiri ile Akdeniz’den Geçerken şiirlerini tasarladım. Hüseyin Cahit Yalçın’ın Kayıkçı’sı da beni etkileyen bir parçaydı. Ayrılırken tasarladıklarımı Nebahat’a da söyledim. Nebahat gülümseyerek sordu:

-Nerede bulacaksın onları? Bir yığın notumun olduğun, bulamasam bile arayacağımı söyleyince:

-Boşuna arama, ben de o okuma kitaplarımı saklıyorum, zaman zaman da öğrencilerime içlerinden okuduklarım oluyor. Kitaplarımı verebilirim.

Çok sevindim, kitaplarda başka parçalar da vardı, anımsayamadım ama olduklarını biliyorum. Önce karar verip, araştırmaya kalkınca birtakım sıkıntılarım olacağını düşünmüştüm. Sırtımdan o yükü attım. Öğrencilerden ayrılınca üst kattaki piyanoya çıktım. Birilerine işaret verircesine, Czardasfürstin’i (Çardaş Früstin), Düğün Marşını çaldım. Bunları duyarsa Bella, duramaz gelir. Gelen giden olmadığını görünce kalkmak üzereyken birisi geldi, Mimar Mualla Eyuboğlu, Onun Sabahattin Eyuboğlu öğretmenin kardeşi olduğunu biliyordum. Sabahattin Eyuboğlu öğretmenin bir kardeşinin de Arifiye Köy Enstitüsü’nde çalıştığını da gezide uğradığımızda öğrenmiştim. Yine gezide Uludağ’a çıktığımızda Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun da kardeşi olduğunu öğrenmiştim. Nedense böyle kardeşlerin bir ya da iki yerde toplanmalarını hoş karşılamıyorum. Bu, salt Sabahattin Eyuboğlu öğretmen için değil başkaları için de geçerli. Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’un kardeşi Zekeriya Tonguç’un Kızılçullu’da Müdür yardımcısı olduğunu duyduğumda tepki göstermiştim. Geçen yaz burada kalınca Hasanoğlan Köy Enstitüsü öğretmenlerini inceledim, Fatma Öğretmenin, Rahmiye Öğretmenin ağabeylerinin de burada öğretmen olduklarını duyunca uzun bir süre onlara uzak durmuştum. Ancak onların çalışmasını görünce, onların değil ağabeylerinin 2. planda kaldığını görmüştüm. (Gazi Lisesi Müdürü Hasan Özbay-Doçent Celal Tarıman) Onların çalışmaları örnek çalışmalardı. Mualla Eyuboğlu’nun buradaki çalışması, bence Macar Mühendis Sili Layoş’un şemsiyesi altında kalıyor. Bir de İlköğretim şube Müdürünün kızı var, onu anmaya bile gerek görmüyorum. Besbelli ki kayırılmış bir atama…

Nebahat, onlardan farklı değil ama ona başka gözle bakıyorum. Eniştesi, D.D.Y. Ankara bölgesi girgin insanlarından biri; fazla bilgim yok ama öyle olmasa Müdür Rauf İnan, onu kayırmaz. O nedenle Nebahat’ın durumu da bir tür kayırma. Ancak o, elinden geldiğince görevini yapıyor. Geçen yaz bir gün olsun öğrencilerinin mandolin çalışmalarını aksatmadı. Önemli olan ödevleri yapmak olduğuna göre, yapanla yapmayanı ayırmak vicdan borcu. O nedenle onu eleştirmeye dilim varmıyor.

Çalışmalarımı bir düzen içinde yapmaya çalışıyorum. Bunu yapmazsam karışıklık oluyor, piyanoda otururken bir başka olaya takılırsan bir an tuşların sesleri kayboluveriyor. Bunu düşünerek uzun bir süre piyanoda oturdum. Ara sıra aklıma gelince sevinçle tuşlara basıp kitapları oluşuna sevindim. Parçaları elimle koymuş gibi bulacağım. Çocuklara söylemem ama Plevne’den Geçerken parçası beni de ayrıca duygulandırıyor. Onu ben, babama da okumuştum. Babam 10 yaşlarındayken olan 1877-1878 Rus Savaşı, birçok yerde olmuş ama en kanlısı Plevne’dekiymiş. O nedenle halk kendi aralarında o şavaşa Plevne Savaşı da diyormuş. Marşta adı geçen Şanı büyük Osman Paşa’nın karargâhı Plevne’deymiş.

 “Karadeniz akmam diyor, etrafımı yıkmam diyor,

 Şanı büyük Osmanpaşa, Plevne’den çıkmam diyor! ,,

Babam bunu zaman zaman duygulanarak söyler.

Uzun süre bilinçli bir bakıma da sevinçli olarak çalıştıktan sonra akordiyonu çıkarıp parmaklarımı alıştırdım. Biliyorum çocuklar hoşlanacak ama çaldıklarımı kavrayacak değiller, onlara kulaklarının alıştığı türkülerden, çok bilinen okul şarkılarından çalmam gerekecek. Daha Dün Annemizin, diye yaygın olarak bilinen Maman’ın girişini, Ankara, Dumlupınar marşlarını, Onuncu Yıl Marşını, Gül, Sonbahar şarkılarını çalacağım. Onların istedikleri de olabilir, anımsadıklarımı eklerim. Nöbetçi öğrenciyle akordiyonu, yönetim binasındaki nöbetçiye gönderdim. Zil çalınca da kendim gittim. Akordiyon çocukların ilgisini çekti. Başka şey konuşsalar bile gözleri akordiyonda. Bu sınıfın özel bir dersanesi yokmuş, sığıntı olarak 1-A bölümünün yanına giriyorlarmış. Ancak bu gece özel bir durum olduğundan burada kalacaklarmış. Buna, bir bakıma ben de sevindim. İlk nöbet günümde beni onurlandıran Okul Müdürü yerinde olursa akordiyonu duyacaktır. Yemek çabuk yendi, Nebahat öğretmen kısa bir açıklama yaptı.:

-Bu gece biz bize kalacağız, öteki sınıfın belki özel etkinliği vardır! Akordiyonu alıp çok sakin olarak küçük parçalar çaldım. Çaldıklarım benim unutmadığım çocuk şarkılarıydı. Fış fış kayıkçı, Hendekte bir tavşan uyuyordu, Mini mini bir kuzum, Yalancı v. b….

Gelen giden olmadı, bir bakıma da iyi oldu. Arkadaşlardan (Başka bölümlerden) görenler oldu, çok doğal saydıklarından ilgilenmeden geçtiler. Bir saatin nasıl geçtiğini ben de anlamadım. Zil çalınca çocuklar başka akşam için söz istediler. Nebahat, yarın akşamki okuma saatini de muştuladı, ayrıldım. Öyle sevinmiştim ki akordiyonu aldığım gibi Bölüm binasına gittim. Arkadaşlar, stajda olduğumu bildiklerinden sorular sordular, olayı anlattım. Kendilerine de sıra gelince kemanları alıp gideceklerini söylediler. Birden neşem kaçtı, ben yaptığımı olağan üstü bir iş sayıyorum. Onlarsa hemen kendilerini bir yere adapte edebiliyorlar. Ben yaptımsa onlar neden yapmasın? Diyesim geldi:

-Ben o sınıfın öğretmenini çok beğeniyorum, onun hatırı için birçok sıkıntılara katlanıyorum, siz rastgele bir sınıf ya da öğretmen için bu özveriyi gösterebilir misiniz?

Kuyruklu piyanoyu açıp bir süre aklıma gelenleri çaldım. Salonda yalnız Doğan Güney kaldı. Kalkınca bana takıldı:

-Sen bana piyanoyu sevdirdin, kesinlikle piyano çalışacağım. Burada bu fırsatı bulamasam bile bir piyanom olacak, gönlümce onu çalacağım.

Doğan’ın candan konuşması beni üzdü, Piyanoya ayrılmamasını ben istiyordum. İstiyordum ama onun kemanı daha iyiye götürmesi için istiyordum. Hazır, Cumhurbaşkanlığı Orkestrasından dirayetli bir öğretmen gelmişken kemana sarılmıyor da piyano! diyor. Sessiz kaldım, ancak umutlandırmak için “Bu yıl piyanolar çoğaldı buna karşın öğrenci azaldı. Arada boş bulduklarına otur. Okulu bitirince de belki piyanolu bir Enstitüye düşersin!” diyebildim. Bunları konuşarak yatakhaneye gittik.

Yatınca da bunları düşündüm, çalışmak nasıl bir şeyse insanlar bundan kaçıyor.

Nebahat’in yeni sınıfı ,1-B 44 öğrenci, hepsi tam anlamıyla köylü çocuğu. Benim sınıfımdakiler gibi yarısı ortaokul kaçkını değil. Onlar arasında da benim gibi ara verenler var. Soruşturdum en fazla iki yıl ara veren çıktı. Hem de yaşları küçük. Ben gerçekte tam beş yıl ara vermiştim, 2 yıl 3-5. Arasında, 3 yıl da 5. sınıftan sonra.

Öğrenciler gözümün önüne geldi. Çocuklar portakal yemesi bilmiyor, Müdür Rauf İnan onlara kabuklarını oymalı soymalarını önerdi. İlâhi Müdür Bey, onlar buna kalkışırsa yarısı ellerini kesecektir. Bunun için alınmış bir önlemin var mı?

 

Hasanoğlan Köy Enstitüsü 1945-1946 Öğrenim yılı, 1-B sınıfı (44)

Adem Sarıaltın  Cemal Baştuğ   Hamdi Alkan    Kemal Ünal

Şevket Yılmaz  Ahmet Şahbaz   Neşet Kaya                Resul Yıldırım

İhsan Mantar     Halil Köse         Satılmış Aydın  Hasan Arıkan

Ali Terzi           Emin Ön           Zülfikar Alyanak       Hıdır Çil

Hulusi Gökçe    Kemal Karabulut       İbrahim Çiçek   Arif Demir

Cemal Baştuğ   Kâmil Tandoğan        Mehmet Kutlu   Osman Durdemir

Mahmut Güç     Hasan Sarıyüce Ali Çolak          Abbas Mızrak

Osman Gümüşsoy     İsmail Bilici              Fehmi Kılıç               Adem Kalkanlı

Mustafa Aktepe Celal Albayrak  Nizamettin Okay       İsmail Akyürek

Selahattin Aydın        İsmail Seçen      Ali Şahin          Şakir Uludağ

Haluk Koç Mustafa Deliktaş      Rıfat Adıgüzel Durmuş Gülmez

 *

 

Plautus (Titus Maccius) Romalı yazar.

Roma dönemi güldürü tiyatrosunun önemli kişilerindendir. (İÖ. 254-184 yılları arasında yaşamıştır.) O günlere göre kendine özgü bir biçimde süren Roma güldürü anlayışıyla Roma öncesi gelişen Yunan Güldürü tiyatro anlanışını yaklaştırarak yeni bir Komedi anlayışına önayak olmuştur. Çok üretken biri olduğu, 130 kadar komedi ürettiği; ancak bunlardan 21 tanesinin günümüze kaldığı bilinmektedir. İnsanları, güldürerek mutlu edeceğine inanarak durmadan yazmıştır. Konuları genellikle insan inançlarıyla o dönemin Tanrı anlayışlarının çatışması noktalarında doruğa ulaşır. Güldürerek eleştirmesi çoğunlukla da dinsel inançları konu etmesi, Hıristiyanlarca hoş karşılanmadığından öteki yazarlar gibi, Plautus da gözden düşmüş, bu düşüş Rönesans dönemine dek sürmüştür. Büyük uyanışta, birçok eski yazar gibi Plautus da gün ışığına çıkmış, Moliere, Shakespeare gibi ünlü tiyatro yazarlarını etkilemiştir. Dilimize henüz dört kitabı çevrilmiştir. Amphitryon, Çifte Bakkhisler, Çömlek, Urgan. Kitapları, Nurullah Ataç Fransızcadan çevirmiştir. Adını duyar duymaz bilip bilmediğim arasında bocalamıştım. Anımsar gibi olunca Montaigne Öğretmenin kaynak kişiler listesine baktım. Listede var:

-Bilge kişi, kendi mutluluğunun ustasıdır! demiş.

Tanıtacağım kitap Urgan. Kızı kaybolan bir babanın üzüntü, özlem çırpınışları içinde oluşunu gösterir gibi sunuluyorsa da o günlerin anlayışına uyularak insanların gizlerine inandığı yıldızların, tanrıların konuşmaları da olur. Genelde, iyilik, dürüstlük üstünde durulur; insanları insanlara yaptığı kötülükler affedilmez. 17. yüzyıl İngiliz filozofu Thomas Hobbes’un yinelediği:

- Homo Homini Lupus, (İnsan, insan için kurttur!) özlü sözünü, Plautus’un da söylediği bilinmektedir.

Kitap, kısa bir özetle başlar. Balıkçı balık beklerken ağına bir çanta takılmıştır. Balıkçı bir soylunun kölesidir. Takılan çantayı açar, bakar ki içinde çocuk oyuncakları var. Çocuk oyuncakları ona geçmiş bir olayı anımsatır:

-Efendisinin yıllar önce bir kızı kaybolmuştur. Kaybolan kız uzunca bir zaman sonra bir fırtına nedeniyle karaya oturur. Kız değişik bir yerdedir, babasıyla karşılaşsa da tanımaz. Ancak Efendi, kızının oyuncaklarını görünce duygulanır, tavırlarından kızının o kazada kurtulan olabileceği kanısına varıp, araştırır, böylece kızını bulur ama nasıl bulur?

Sahne açılınca ilk konuşan kişi Arcturus Yıldızı (Kutup Yıldızı olsa gerek) bir öndeyiş söyler. Burada büyük bir övünme vardır. Çünkü kendisini, yeryüzüne egemen olan Jupiter’in göklerde dengi olarak görür, bununla övünür.

 

Tüm kişiler:

Arcturus Yıldızı.

Sceparnio, Daesmones’in kölesi.

Pleosidippus, Delikanlı,Palaestra’nın yavuklusu.

Daemones, Atinalı bir ihtiyar, Palestra’nın babası.

Palestra, Konunun kahramanı kız,

Ampeliska, ikinci bir kız.

Ptolemocratio, Venüs tapınağı görevlisi,

Balıkçılar.

Trachalio, Pleosidippus’un kölesi,

Labrax, Esirci,

Charmides, Bir ihtiyar, Labrax’ın asalağı.

Köle bekçileri, kayakçılar.

Gripus. Balıkçı, Demense’ un kölesi..

İlk çıkan kişi Arcturus’tur. Uzunca bir konuşma yapar, söyledikleri hep insanlarla Tanrıların ilişkileri üstünedir. Daha çok da insanların tanrılara daha fazla saygısının olması gerektiği yönündedir. Arcturus, övüngen bir konuşma yapar ama gene de kendisinden üstün güçlerin olduğunu sezdirir:

-Görüyorsunuz ben parıl parıl ak bir yıldız, burada olsun, gökte olsun hep vaktinde doğan bir yıldızım. Gece gökte, tanrılar arasında ışıldar, gündüzün de ölümlüler diyarını dolaşırım. Gökten yere inen yıldız bir ben değilim, daha niceleri vardır. Tanrıların da, insanların da ulu efendisi Jupiter bizi ulus ulus ayırmıştır. İnsanlar ne yapıyor, ne ediyor, nasıl yaşıyor, dinin buyruklarına uyuyorlar mı, özleri, sözleri bir mi, bilsin de her birinin kısmetini bilsin de ona göre versin diye kimimizi oraya buraya gönderir. Yalancı tanık dikip yalan dava açanların, borçlarını tanımayıp yargı kapısında yalan yemin edenlerin adlarını yazar, Juppiter’e sunarız…..

Plautus, bunları söyletir ama sanki sözlerde biraz abartı olduğunu da duyumsatır gibidir. Sahne açılmıştır. Kahramanlar tanıtılır. Kim soylu, kim söz sahibi, kim köle gibi. Daha çok da belli tanrısal olaylardan yakınılmaktadır. Konuşmalardan, insanların ayrıca insanlardan da çok yakındığı sezilmektedir. Neredeyse herkes bir ötekinin kendisine kötülük yapacağı kuşkusu içindedir.

 

 Titus Maccius Plautus

Tanrıların verdiği zararlar sayılıp dökülmekle birlikte bir öteki Tanrılardan gene de umut kesilmemiştir. Yakınmalar ayyuka çıkarılırken küçük de olsa yaşama şanslarının tükenmediği görülür. Bu arada bir olay ortaya getirilir. Olayda ya da olaylara bulunan kişiler belli belirsiz ortaya getirilir. Daha çok sahnedekilerin bildiği olaylara değinilir. Konuşmalarda, konuşanların sanki aralarında kişisel sorunlar varmış gibi bir hava eser. Gene de dikkatli izlenince gelecekte olacaklar için izler sezilebilir. Örneğin büyük bir fırtına olmuştur, deryalarda gemiler batmış, insanlar yok olmuştur. Bunlar üzerindeki tekrarlı duruşlar belli ki bu olaylardan biri üzerine gidilecektir. Ne var ki bu öyle, damdan düşerce söylenmez! Bir sahne önce konuşulan konulardan biri, ardından kendine özgü bir anlatımla gerçekleşir. Örneğin ikinci sahnede sözü edilen gemilerin batması sonucu kurtulanlardan biri olan Palaestra sahneye gelir, aranan kimse olduğunu bir başka açıdan anlatır. Olay açılır gibi olsa da, yaşanan dönemin koşulları ortaya getirilmeden düğüm çözülmez. Nitekim Palaestra’ın ortaya çıkması yetmez, yanına bir arkadaş alıp, gelecek olaylara kapı açacaktır. Aynı kaderi paylaşmış bir başka bayanla buluşup alın yazılarına kahreder gibi görünseler de birliktelikleri onları umutlandırır, Tanrı ya da Tanrıçalar yardımlarına güvenerek tapınaklara sığınacaklardır. Nitekim böyle olur, iki bayan yakındaki bir tapınağa girerler. Burası belli ki küçük bir tapınaktır, karşılayan:

-Burası varlıklı bir tapınak değildir, gene de Tanrıça Venüs, yardımını yapacaktır! diyerek bir açıklama yapar. Böylece izleyiciler tapınaklar arasındaki farkları da öğrenmiş olurlar.

Genellikle böyle bir girişten sonra Yunan Tiyatrolarına benzer korolar yer alır. Ancak Roma tiyatro Koro duruşları, konuşmaları da biraz farklıdır. Bu nedenle Roma tiyatrosunda koro daha insancıl konuları ele alır. Burada da Plautus Balıkçıları konuşturur. Balıkçılar doğrudan kendi yaşamlarını, çektikleri sıkıntıları dile getirirler. Bununla da kalınmaz, Trachalio, onlara karşı konuşur, bu bir bakıma sataşmadır. Balıkçıları bir tür soygunculukla suçlar. ”Deniz soyucular, Kabuk toplayıcılar,, türü sıfatlar kullanır. Balıkçılar, sorulan soruların karşılığına uyacak türden güldürücü dil kullanıp sorucuyu savuştururlar. Ancak Trachalio bir ödev yüklenmiştir, ödevi gereği araştırmayı sürdürerek Venüs tapınağına uğrar. Oyunun düğümü çözülmeye başlamış olur. Venüs tapınağındaki iki bayanla karşılaşan Trachalio düğümü çözmek üzeredir. İzleyicileri ilgisini çekecek konuşmalar olur, araya kişiler katılıp konuşmalar renklendirilir. Konuşmalarda genellikle halkın, güncel olayları anımsaması için güldürücü sözcükler seçilmeye çalışılır. Örneğin perişan bir şekilde Venüs sığınağına sığınmış Ampeliska su için Sceparnio’ya ricada bulununca hemen dünya ölümlülerinin yapışkan numarası ortaya gelir. Bayanın güzelliğinden söz ederek, izleyicilerde hep var olan, küçük bir gıdıklama ile canlanan evrensel bir hava estirilir. Örneğin gerçekte köle olan Sceparnio, sahte bir görüntü altında Ampelisca’ya güzelliğinden söz ederek yaklaşmaya kalkışır. Onun güzelliğinden söz eder, kendisini de, halk katında geçerli değerlerle donatarak bir başka görüntü oldurmaya kalkışır. Duruma göre, olaya ek olaylar katılarak (Eserin bütünlüğü bozulmadan) oyun uzatılır. Bu uzatmalar, genele de asıl konuyu iyice açıklamak amacına yöneliktir. İşte bura da bu görüyoruz. Kızları kaçıran esirci ile onun ortakçılarından biri karşımıza çıkar. Bunların konuşmalarından kaçırılma olayını öğreniriz. Bu tip tanrıtanımaz insanların olduğunu da öğreniriz. Sceparnio, Venüs tapınağından dönerken kendi kendine konuşur. Konuşması, kurtulan kızlar üstünedir. Onun görmediği fakat çok yakınındaki asıl İnsan Hırsızları konuşmaları duyar. Bunlar esas suçlu Labrax’ le onun benzeri, Charmides’tir. Sahneye onlar getirildiğinde, olayın doruk noktasına çıkılmış olur. Kızlar kurtulacak mı yoksa kara bahtları sürecek mi? Bu arada Daemones sahneye çıkar, düşler görmüştür, yorumlar yapmaya çalışır, dilince sesli olarak yorumlar yapar. Bu arada bir ses duyar. Yakaran, yalvaran bir tınıdır, ilgilenir. Gelen Trachalio’dur; çok acı sözler söyler. Bu sözler izleyicileri etkileyen, acındıran türden sözlerdir, sonunda Daemones dayanamaz; sözün özünü söylemesini ister. Trachalio, Kızların durumunu açıklar. Bu ara zaten kızlar denizden çıkmış görüntüleriyle ortaya çıkar. Olay açıklık kazanmış gibi bir duygu belirlesine karşın bir takım olasılıklar gene de akla gelebilir. Daemones’in kızlara ulaşması işi bitirdi sanılırken, güçlü bir insan kaçırma örgütü ya da haydudu ile karşılaşır. Böylece Daemones’e değil halkın dikkatini çeken bir olayla karşılaşılır. Adam kaçırma öyle sıradan bir olay değil, büyük bir pazarı oluşturan şebekeler ortayı sarmıştır. Kaçırma örgütü başkanı Labrax, Daemones’le başa baş tartışmaktadır. Kaçırdığı besbelli kızlar üstünde hak iddia eder. Böylece yazar, toplum içindeki oyunbozan çetelerinin varlığını bilinçlendirmeye çalışmaktadır. Sonuçta, hak yerini bulacaktır ama ne zaman, nasıl? Kızlar kurtulur, giyindirilir. İki güzel gen insan, albenileri vardır. Şimdi ne olacak? Sorusu izleyicilerin düşlerinde şekillenmeye başlar. Bu, çok insancıl bir duygudur. Gerçek Daemones bile kendini bu duygudan kurtaramaz. Üç yaşında kaybettiği kızının da şimdilerde bu boyda olacağını düşlerken bile kızları bir karşı cins olmaktan kurtaramaz. Plautus’un ön görüşü alkışlanmaya değer. Bu, doğal duygu böylesine köklü olmasına karşın kimi insanlar bunu sakladıkları gibi, varlığını duyuranlara da acımasızca saldırırlar. Bu ve buna benzer duygulara değinmeyen eserlerde bir takım, insancıl duyguların göz ardı edildiği bilinmektedir. Bu arada köle Gripus gelir, elinde bir şeyler vardır; çanta, içinden bir urgan parçası sarkar. Gripus çok sevinir tanrılara (Neptunus) şükranlarını sunar, giderek sevinci göklere çıkar. Çünkü çantada hazineler vardır, borcunu ödeyecek kölelikten kurtulacaktır. Kölelikten kurtulma özlemi çeken her kölenin kuracağı düşleri Gripus da kurar. (Burada, Eski Yunan geleneklerinde geçenlere değinmeler de vardır.) Komedi türü geleneği, ara olaylarda kişilerin tavırlarıyla güldürme denemeleri yapılır, köleler ne de olsa köledir, onların başarılar gene kendi çizgilerinde sürer, gülme denemeleri yapılır. İşin ilginci bu oyunda (Urgan’da) gerçek suçlu, savunulan haklar çizgisinde suçluyu cezalandırmamış kendisine yardımcı olanları (Köle Gripus) öne geçirmiştir.

Dikkat edilirse, ta başta Arcturus, (Kutup Yıldızı) olayın nasıl biteceğini açıklamıştı. Bir bakıma, bilinen bir hikâye dinlenmiş oluyor gibi ise de yazarın, bilineni sunuşundaki ustalık nedeniyle, izleyiciler eserin sonunu ilgiyle bekliyor.

Kitabı, bu şekilde özetledim ama tam olarak beğenmiş değilim. Daha bazı alıntılar katsaydım daha anlamlı olur, diye düşündüğüm oldu.

Yatınca rahatladım; bir başkasını daha ayrıntılı hazırlarım!

 

18 Ekim 1945 Perşembe

 

Hava kapalı, yağmur yağdı yağacak. Arkadaşlar bizim salona koşuşarak giderken ben, yan dönüp Yönetim binasına girdim. Öğrenciler bekleşiyor, kapı açılmamış. Ali Coşkun Öğretmen az önce öğrencileri paylamış:

-Konuklar var, sizin burada işiniz ne? Ali Coşkun Öğretmene durumu anlattım. Anahtar ondaymış kapıyı açtı. Öğrenciler sus pus oldular. Nebahat Öğretmen geldi, duruma o da üzüldü. Oldukça neşesiz kahvaltı edildi. Öğrencilerin biri sordu:

-Öğretmenim bizim bir dersliğimiz olmayacak mı? Nebahat üzgün bir tavır içinde (sanki suçlu oymuş gibi) öğrencilere, umut verici sözler söyledi, bir derslik bulunacakmış! Bir başkası da neden onların dersliği olmadığını sordu. Bu yıl 90 öğrenci alınmış bu öğrencileri ikiye bölüp 1-A, 1-B yapılmış. A harfi önde olduğu için tek boş derslik onlara verilmiş. Neyse ki, kahvaltıdan sonra yerleri oluyormuş, büyük sınıflar iş alanlarına dağılınca derslikler boş kalıyormuş. Çocuklar, kışın tarımcılar dersliklerinde kalınca ne yapacaklarını sordular. Baktım, Nebahat, renk değiştirerek inandıracak sözler bulmaya çalışıyor. Sonradan öğrendim Okul Müdürü:

-Gerekirse bu sınıfı köy okulunda yer var, oraya alırız! demiş. Onlar bir sığıntı dersliğe gitti ben de salona döndüm.

Bölüm Başkanı çok geç geldi. Geç geleceğini bildiği için kemancıların çoğu dereden tepeden konuşuyorlardı. Genel istek:

-Oynayan bir tiyatro oyunu izlemek. Otelci Kadın tekrar oynuyormuş, Goldoni! Aynı yazarın Kahvehane’sini görmüştük. Bunu da hemen hemen orada oynayanlar oynuyormuş. Yeni gelenler, konuşmaları ilgiyle izliyor, nasıl bir değerlendirme yapıyorlar acaba? Oysa konuştuklarımız oldukça eğreti bilgiler, oyunu görüp, bir iki oynayan tanıyınca üstünde konuşuyoruz. Oysa oynanan oyunu gerçekten eleştirenler sayfalar dolusu yazı yazıyor. Kahvehane için yazan Nahit Sıtkı Örik’in yazısını anımsıyorum, her oyuncuyu ayrı ayrı değerlendiriyordu. Salt yazı da değil yazarı Goldoni hakkında da bilgi veriyordu. Daha sonra Askerlik Kampı’nda gördüğüm oyuncu Salih Caner ile Ragıp Haykır’ı ben o yazıda tanımıştım.

Bölüm Başkanı gelince, önce bir genel konuşma yaptı. Daha çok yeni gelenleri uyararak söze başladı. İlk yıl gelenlerin çok şanslı olduğunu, gelir gelmez birer keman alıp çalışmaya başladıklarını, arkasından birer ikişer yeni bilgilerle karşılaştıklarını, oysa şimdi onlardan farklı bir durum doğduğunu anlattı, “Onların zamanla ortaya getirdiği sorunlarla, şimdikiler hemen karşı karşıya kalıyor!” dedi. Örnek verdi:

-İlk yıl, bir öğrencinin çalıştığı ya da dinlediği parçanın adı dışında başka bir söz söylenmezdi. Çünkü onlar, sınırlı bilgi sahibiydiler. Oysa zaman içinde yeni bilgiler kazanıldı. Örneğin plak dinlerken kendiliğinden eser adları yanında yazı türleri de öğrendiler. Çok basit, senfoni dinlendi, senfoninin ne olduğu ortaya çıktı. Solo bir parça dinlediler, parçanın türü ortaya geldi. Bu dediklerim, Müzik okuyanların bilmesi gereken bilgilerdir. Bakın, solo dedim, solonun konser olayları içinde başlı başına bir yeri vardır. Senfoni, konçerto, Suit, serenat sözleri sık sık geçecek. Konserlerde, plâk dinlemelerde yapılan bu konuşmalar kesinlikle bir ders olarak algılanmalı. Bunların sınıfı yok, müzik sever, daha doğrusu müzikseverliğe kalkışan kişiler bunları benimsemek zorundadır. Bakın, geçen iki yıl üzerinde hiç durulmayan Müzikte Formlar ya da Müzikte şekiller adlı bir ders göreceksiniz. O ders geçen yıllar yoktu. Bu yıl oldu. Bu dersi, üç sınıf da görecek. Yeni bir alan değil, bilinenleri, duyulanları birer tür olarak ayrı sınıflamak. Senfoni, deyince hepimiz bir olayı anımsayıp canlandırıyoruz. Bir olayın ayrı ayrı algılanması bir bütünlük kazandırmaz, onu ortak bir noktaya getirmek gerekir. Bu da örneklerle üstünde durularak yapılırsa ortak bir söylem ortaya çıkar. Bu nedenle Faik Canselen Öğretmen bu yıl, tıpkı konser tanıtmalarda olduğu gibi bir Form ya da şekiller, biçimler adlı ders okutacak. Söze başlarken söylediğim de buydu. Bu dersi, üç sınıf bir arada görecek. Çünkü, senfoniyi, konçertoyu, konseri ya da resitali birlikte izlemektesiniz.

Bölüm Başkanı bu arada bana da:

-Plâklarımızı gözden geçir, türleri, sırala, arkadaşlar isterse bakarlar! dedi.

Kemancılar üç bölüme ayrılarak dağıldılar. 3. sınıflar alt odaya, 2. sınıflar yandaki odaya, 1. sınıflar da salonda kaldı. Öğretmen, bana izin verdiği için salonda kalıp istenen müzik türleri belli plâkların listesini hazırladım. Öğretmen, 1. sınıflarla önce toplu olarak bir süre konuştu, sonra kemanlara sarıldılar, yaylar tutuldu, dirsekler belli yüksekliklere dek kaldırıldı, önce boş olarak yaylar çekildi.

Listelere bakıp yazdım. Ancak kulaklarım çekilen yaylarda, çıkan seslerin acayipliğinde. Başlayanlar için elbette fazla bir kusur değil ama onlara ders verenlerin göstereceği sabrı düşündüm; kolay olmasa gerek.

Ödevim kolaydı, kısa sürdü. Konser, senfoni, uvertür, Opera, operet, Kantat, Oratorio, füg, Lento, Sonat, Kapris, süit, Şerzo, fantezi, Vals, legent, eleji, mazurka, Saraband, Gavot, senfonik şiir, polka, Polonez, serenat, intermezzo, marş, şarkı, koro, solo……

Bunları böyle sıraladım ama birer örnek ya da hiç değilse plâklardaki örnekleri vermem gerektiğini düşündüm, Örneğin, uvertür, Leonora Uvertürü, gibi, senfoni, Jupiter Senfoni gibi. Ancak o denli sıkıldım ki, yazdığımla yetinip dışarı çıktım. Ekrem Ula, yeni yapılan Enstitü öğrencileri lokalinin eksikliklerini tamamlatıyormuş, beni alıp oraya götürdü. Ekrem, Ula, ile güzel bir yaz geçirmiştim, o günlerin güzelliğinde onun payı büyüktü, hep oturup konuşmak istiyordum. Neden konuşmamıştım? Bunu hep düşündüm ama kimseyi suçlayamadım. Biliyorum ki bu durumlarda suçlu aranmaya kalkılsa, onu bulmak zorlaşır. Kişi önce kendine bakmalı! Ben, kendime henüz bakamıyorum. Bakabildiğim zamanlar oluyor ama o zamanlar da kendime acı paylar düşüyor. O nedenle Ekrem Ula ile güzel ilişkilerimiz, o güzel günlerin anılarında öylece duruyor. Ekrem çalışanlara birtakım tarifler yaptıktan sonra yakındaki Kırmızı Kedi denilen köy çay evine gittik. Çalışma zamanı olduğu için kimse yoktu. Yerin sahibi Ekrem’e özel teşekkürde bulundu. Sanırım yapım işleri için ondan bilgi almış. Oturunca Ekrem birden bana:

-Sen ne yaptın öğle, arıya çotuk, ya da benzine kibrit atmışsın! Sözlerin anlamlarını bildiğim için önemsedim, ancak olayın kendisini anlayamadım. Geçmişte sık sık konuştuğumuz “Aşk, maşk üstüne bir olay gibi algılayarak fazla önemsemedim ama gene de ilgiyle dinledim. Ekrem sözü kuyruklu piyano hikâyesine getirince içim cızladı. Ancak işin nereye gideceğini kestirememiştim. Ekrem:

-Senin konuştuğun eski Bakan, Saffet Arıkan! deyince gözlerim kararır gibi oldu. Gene de dikkatlice dinledim. Ekrem, kendisinin duyduğunu değil de arkadaşların konuşmalarından anladığı kadarıyla diyerek o günkü olayı anlattı. Saffet Arıkan, Büyükelçi olarak kaldığı Berlin’den Ankara’ya dönünce kendi açtığı okulların durumlarını görmek istemiş. Bu istek birtakım dedikodulara neden olmuş. Sözde Eski Bakan gene eski görevine dönmek istiyormuş. Eski Bakanın parti içinde çok tutan varmış. Şimdiki Bakan birçok Milletvekilinin isteğini yerine getirmediğinden günden güne karşıtları çoğalıyormuş. Ayrıca şimdiki bakan İstanbul Üniversitesinden çıkan her isteyeni, o istedi diye liselere öğretmen olarak atamıyormuş. Bunun yerine Yüksek Öğretmen Okulu açmış, lise öğretmenleri oradan yetiştiyormuş. Bu da onun karşıtlarını giderek çoğaltmış. Bizim bakanlıktakiler bunları duyduğu için eskibakanın buraya gelmesini zamansız bulmuş. Öyleyken başka birileri de onu alıp getirmiş. O geldiğinde Müdür Rauf İnan, burada olmasına karşın ortaya çıkmamış. Amaç, geleni hoş karşılamamakmış. Olay böyle geçiştirilmeye çalışılırken sen ortaya çıkıp Saffet Arıkan’a, onu tutanların beklediği sözlerle karşılık verince Saffet Arıkan çok mutlu olmuş, kendisine Hitler tarafından hediye edilen kuyruklu piyanosunu okula hediye etmiş. Ortaya şöyle bir kanı yayılmış:

- Yüksek Köy Enstitüsü öğrencileri arasında Saffet Arıkan’a yakınlık duyan çok öğrenci var. Şimdiki yönetim bu öğrencileri izlemekteymiş.

İnanamadım, ancak anlatılan bir kişinin uyduracağı bir olay değil. Şimdiki Bakanı sevmeyen İstanbul Üniversitesinde bir grup öğrenci geçen yıl, Hasan Ali Yücel merkez binasına geldiğinde “Kır belini Ali Dayı,, şarkısını söylemişti. Bunu gazeteler yazmıştı, hep okuduk. Nihal Adsız-Sabahattin Ali Davasında da onun adından söz edilmişti. Özellikle de Emin Soysal’ın son zamanlarda İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’u gösterip onu koruyan Hasan Ali Yücel’e yönelik sözleri de öteki söylentileri tıpatıp uyuyor. Ekrem’in sözleri, beni çok aşan bir boyutta olduğu için fazla ırgalanmadım, ancak, okul içindeki durum nasıl gelişir? bunu düşündüm. Gerçekte piyano, öyle göründüğü gibi birilerince pek hoş karşılanmadı. Önce konacak yer sorun oldu, arkasından demirbaş kaydı sorunu öne sürüldü, günümüze dek de çözümlenmedi ki, piyano şimdi bile demirbaşa kayıtlı değil. Yüksek Köy Enstitüsü’ne hediye edilmesine karşın Enstitü bölümüne kayıt yapılmak isteniyor. Yüksek Bölüm bir yere göçse piyanosunu götüremeyecek. Bölüm Başkanı da bu konuda rahatsız, ara ara yakınıyor ama doğrudan bir neden göstermemektedir. Bir süre kendi kendime düşündüm:

-Ben, nerede yanlış yaptım? Şununla, bunula konuşmuşluğum ya da karşıcı Emin Soysal’la bir ilişkim var mı? Yok, öyle ki adamı görsem tanımam; öyleyse bu konuda beni kimse suçlayamaz. Köyümden ayrılıp okula gittim. Gittiğim yerde güzel şeyler gördüm. Bunlardan biri piyano idi. O piyanoyu çalmak istiyordum, olmadı. Ancak içimde bir özlem kaldı. Yıllar sonra bir ortam buldum, piyanoya kavuştum. Bana o ilk piyano görme şansı veren kimseye bunu söylersem niçin suç olsun? Bunu suç sayan kişi ne diyebilir ki?

Köydeymişim de köylüce konuşuyormuşum gibi bir küfür ettim, kendimi topladım. Sanki biri bana sataşmış da ona gereken karşılığı vermişim gibi bir rahatlık içinde piyanoya oturup Bach Wachet auf’u tekrarladım. Onun melodisi beni kendimden alıp uzaklara götürüyor gibi. Ben kimi melodileri kendime göre değerlendiriyorum. Örneğin Beethoven’in Für Elise ya da sol majör Menuet beni sınırlı bir yerde tutuyor. Mozart’ın Türk Marşı ise belli bir patikadan koşar gibi daraltıyor. Mozart La majör kv.331 Sonat’ın 1.2.3. bölümleri salıncakta sallanırmışım duygusu uyandırıyor. kv. 545 Sonatın1. bölümünde şarkı söyler gibi oluyorum 2. bölümde ise birisiyle konuşurum. 3. bölümde kesinlikle ya sinirliyim ya da elimde bir nesneyle iş yaparmışım duygusuna kapılıyorum. Bach’ın Wachet auf’u ise beni havalarda uçuruyor. Bu saydığım değişmelerin tümünü ise Beethoven’in 6. Senfonisini dinlerken yaşıyorum. Gerçekte başka eserleri dinlerken de sayılamayacak kadar değişik duygular içine girdiğimi biliyorum. İyi mi fena mı bilmiyorum ama bu tür duygulanmalar sanırım yararlı, bunlar nedeniyle birileri gibi horul horul uykuya dalmıyor, çalınanları dikkatli dikkatli izliyorum.

Neredeyse bir hafta olacak, sınıf bekleme nöbetim bitmek üzere, yemeklerde arkadaşlardan ayrı olmama üzüldüm. Onların söylediklerine katılmasam bile ne denli boş şeylerle uğraştıklarını görmek benim için eğlenceli olmaya başlamıştı. Anladım ki, onun da beni çeken bir tarafı varmış, bir haftadır sözde huzurlu gibi isem de eksik bir tarafımın olduğunu anladım. Babam, sık sık tekrarlar:

-Köylerdeki kahvelerin köylüler için yararlı bir yanı vardır; orada konuşanlar, aklına estiği gibi konuşur, daha sonra söylediklerini o da beğenmez ama, bir anlık boşalması onu rahatlatır! der. Bizim masa da öyle bir şey.

Yönetim binasının altındaki dersliğe giderken bir grup konukla karşılaştım, sanırım birilerini bekliyordu, yirmi kadar, bizim yaşımızda gençler. Bir grup öğrenci olabilirler. Dersliğe gelmeyeceklerini biliyorum ama gene de dikkatli oldum, ayakta dolaştım. Yanlarında bizim arkadaşlardan, Ali Bayrak, Burhan Güvenir, bizim bölümden Yusuf Demirçin, Talip Apaydın var. Bu arkadaşlar hep Ankaralı! Öyleyse bu gelenlerin Ankaralı olmaları gerekir! Ben sessiz sakin böylesine akıl yürütürken Nebahat biliyormuş, açıkladı:

-Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesinden bir grup öğrenci geldi, Ali Coşkun Bey onları gezdirdi, köyü bile gördüler! dedi. Söz konusu Fakülte öğrencileriyle bir önceki kampta ise iyiden iyiye kavgalıydık; bu kampta ise oldukça barışıktık. Bunları düşünerek bir masaya oturup yemeğimi yedim. Gerçekte Nebahat’la oturup yemek istiyorum ama bunun sakıncalarını da hesaba katıyorum. Sanırım Nebahat’ında bu tür düşünceleri var.

Az önce gördüğüm grup gene bizim tarafa geldi, oradan yukarı çıktı. Acaba? demeye gerek kalmadı, piyano sesi geldi. Çalan Hüseyin Çakar. Besbelli gelenlere, bizden giden yeni öğretmenler sahip çıkmış, belki de tanıdıkları vardır. Derken bir olay anımsadım, bir önceki kampta Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesinde Nurettin adlı biri vardı. Nurettin elebaşı durumundaydı, bizim arkadaşlara çok yan bakıyordu. Bir gün karşısına Süleyman Alkan çıktı, yumruklarını göstererek:

-Bunlarla demir eziyorum, yüreğin varsa gel, anana, babana eziklerini göndersinler! dedi. Sözler belki tam böyle değildi ama bundan da yumuşak değildi. Bunu anımsayarak gülümsedim, Nurettin adlı kişi de var mı? O fakülteden tek kişi şair Selahattin Ertürk’ü tanıyorum; sanıyorum o buraya gelmez. Bir konuşmasında, kendisinin de köylü olmasına karşın Köy Enstitüleri’nin yararlı birer kurum olduğuna inanmadığını söylemişti.

Yemekten hemen sonra kapıyı kapatıp kitap okuduğumuz için dışarıyla ilişkimiz kesildi. Öğrenciler parçaları kendileri okumak istedi. Üzülerek bir süre öğrencileri dinledim, çocuklar, ilkokul okumamış gibi. Bizim köyün Eğitmeni Mustafa Ağabey, sanırım bunlara diploma vermezdi. Azıcık eleştirdim, kendimin de köyden geldiğimi, gelir gelmez de bu kitapları ders kitabı olarak okuduğumu söyledim. Birisi kalktı, kendisi okulu bitirdikten sonra iki yıl ara verdiğini söyledi. Kendisi kitap okumayı seviyormuş. Diretmedim:

-Aferin, kendini savunuyorsun, ben bunu savunma olarak almıyorum, sen daha iyiye geçeğine söz veriyorsun! deyip tatlıya bağladım.

Çıkınca gelenlerin kimler olduğunu, niçin geldiğini öğrenmek istedim. Yapı Bölümündekilerden pek ilgilenen olmamış. Halil Dere ile karşılaştım, o açıkladı. Gerçekten Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesini bitirenlerden ya da bitirmeye yaklaşanlardan bir grup Köy Enstitüleri’nde çalışmak üzere karar almışlar. Bu nedenle Köy Enstitüleri’ni yakından tanımak istiyorlarmış. Benim konuşmama fırsat vermeden Halil Dere konuştu:

-Köftehorlar, Ankara’nın burnu dibindeki Köy Enstitüsü’nü tanıyacağına gitsin, Kars/ Cilavuz’ u görsün. Burasını görecek, sonra da bir dayı bulup kapağı buraya atacak! Ebesinin körü!...

Yatınca daaynı konu konuşuldu, yorumlar yapıldı. Birisi sordu:

-Hepsi Ankaralı mı? Grubu gezdirenlerden biri olan Burhan Güvenir açıklama yaptı:

-İşin doğrusu şu arkadaşlar! Genel Müdürümüz, bizzat fakültelere gidip öğrencilerle konuşmalar yapıyormuş. Biliyorsunuz Siyasal Bilgiler Okulunda ders de veriyor. Onlarla konuşurken, “İş eğitimi yöntemleri içinde yetişen Köy Enstitüleri öğrencilerinin kültür eksikliğini siz tamamlayacaksınız! diyormuş.

Bir süre de bu söz irdelendi. Bizden esirgediklerini, onlardan bekliyorlar. Böylece bizler, tıpış tıpış; bize, işe yaramaz diye tanıtılan Fakülte çıkışlıların yönetimi altına gireceğiz. Mestan Yapıcı, Sabri Taşkın, Mehmet Toydemir, Haşim Kanar, Hasan Gülün konuştu. Hepsinin Kızılçullu çıkışlı oluşu dikkatimden kaçmadı. Başımı çevirip, konuşmaları daha az duymaya çalıştım. Bu kez de kendi düşüncelerim depreşti. Niçin? Köy Enstitülerinden kültür dersleri niçin esirgeniyor? Neden hiçbirine gerçek bir matematik öğretmeni gönderilmiyor? Matematikten geçtim gerçek bir müzik öğretmeni gönderilmiyor. Kepirtepe’ye gelen İsmet İnönü’ye ben kendim söyledim, “Müzik Öğretmenim olsaydı akordiyonu daha iyi çalacaktım!” deyince İsmet İnönü:

-Yakın zamanda bir müzik öğretmeniniz olacak! demişti. Geldi ama müzik öğretmeni değil benim gibi müzik meraklısı bir ilkokul öğretmeni Asım Kaveller gelmişti. O da ders yılı sonunda Gazi Eğitim Müzik Bölümü sınavlarına girerek kazanıp ayrıldı. Şimdi son sınıfta, okulu bitirince ancak müzik bilen bir öğretmen olacak. Kepirtepe’ye gittim, orada gene müzik öğretmeni yoktu. Umarım Genel Müdür bir gün Gazi Eğitim Enstitüsü öğrencilerine de gider, Köy Enstitüleri için öğretmen aradığını söyler.

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ