Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

18 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Savaş Söylentilerine Karşın Derslere Sıkı Sarılma

 

16 Aralık 1940 Pazartesi

 

Akşam nedense geç uyudum, daha doğrusu uzun süre uyuyamadım. Komşum Orhan dürtükleyerek Guten Morgen! demese uyuyacağım. Bir yenilik benden, kitaptan ezberledim Herr Orhan, Wieviel Uhr ist es jetzt? Orhan gülerek, “saatım yok abi!” dedikten sonra gülerek “Herr İbrahim, Wieviel Uhr ist es jetzt?” Sami hemen karıştı: “Nein!” “Warum nein?” dedim, sustum. Orhan da sustu. Bu kez Sami takıldı, “Benim karışmamdan hoşlanmadınız mı?” Hoşlandığımızı, ancak ona yetişemediğimizi söyledik. Böyle söyleyince birlikte dersliğe yürüdük. Sami benden Almanca büyük lügatı istedi, verdim. “Bugün kalabilir mi?” diye sorunca uzun süre kalabileceğini, arada istersek darılmamasını, birlikte kullanabileceğimiz söyledim. Sami buna sevindi. Aslında ben de sevindim: Belki bu tür ilişkilerle aramız ısınır da onun çevresine sarılan birkaç kişi, kendiliklerinden sırtlandıkları Sami bekçiliğinden vazgeçerler.

Hava gene soğumuş gibi. Soluyunca dumanlar uzaklara dek gidiyor. Durup konuşanlara bakıyorum, sigara içenlerin dumanı bir süre ağzında tuttuktan sonra bıraktığı gibi soluyorlar. Üşüdüğüme inat yerime oturdum, kahvaltımı yaptım. Karşımda, Yusuf, Hilmi, Mehmet Aygün söylene söylene titrediler. Yusuf duramadı, “Sen üşümüyor musun?” diye sordu. Üşümediğimi, dünkü kadar soğuk olmadığını, bugün karın eriyebileceğini söyleyince üçü de kızarak “İnadına böyle konuşuyorsun!” diye dikeldiler. Mehmet Aygün, az sonra fikir değiştirdi; “inadına minadına, ne olursa olsun, demek ki yapılabiliyormuş; biz neden denemiyoruz?” diyerek oturdu. Yusuf Asıl Mehmet Aygün’e, “Hadi, sen de bugün karlar eriyecek de de göreyim!” diye çıkıştı. Mehmet Aygün, “Vallahi oturdum ama, karın bugün değil mayıs ayına dek eriyeceğini sanmıyorum!” deyince, Yusuf’la Hilmi Mehmet’i kolundan tutup kaldırdılar. Gülüşerek dersliğe yöneldik. Bir taraftan da Türkçe Öğretmenini gözetliyoruz: Geldi mi gelmedi mi? Mehmet Aygün gülerek, “Geldi, şu anda da öğretmen odası penceresinden bizi izliyor!” dedi. Adımlarımızı düzeltip dersliğe gittik.

Hasan Üner soba nöbetçisi, ona yardım etmek için atölyeden parçalar seçtim. Yusuf’la Mehmet taşıdılar. Hasan çok sevindi. Hasan, yaşça olduğu gibi bedence de en güçsüzümüz. Yusuf’la aynı yaştalar ama Yusuf daha güçlü. Hasan sobayı karıştırırken Fikret Madaralı Öğretmen dersliğe girdi. Hasan’ı soba başında görünce hepimize bakarak, “En soğuk günde bu küçük kardeşinizi mi görevlendirdiniz?” diye sordu. Kimse ses çıkarmayınca Sami Akıncı duramadı, “Öğretmenim, bu görevi numara sırasıyla hepimiz yapıyoruz, bugün de arkadaşımızın sırası!” dedi. Öğretmen bana, “66 bari sen gün değişseydin!” Bu kez İsmet, “Öğretmenim, daha kışın çoğu geride, arkadaş o günlerde daha zorluk çekebilir!” deyince öğretmen İsmet’e “Kış konusunda kehanetten mi söz ediyorsun yoksa dayını kurtarmak için mi konuşuyorsun?” diye sordu. Arkadaşlar güldüler. Öğretmen de güldü: “Aa şöyle biraz gülüşerek derse başlayalım. Nedense derslerimiz sonunda çoğunlukla gülme mekanizmamız biraz duraksıyor!”

Öğretmen, çantasından bir kitap çıkardı. Kitap eski yıllarda okullarda okutulan bir gramer kitabıydı. “Sözler değişti ama kurallar değişmedi!” deyip tahtaya örnekler yazdı. Fiil, fail, meful. Arkadaşların çoğu bunları biliyormuş. “Öyleyse işimiz kolay!” diyerek tahtaya cümleler yazdı: Kar yağdı-Kar çok yağdı-Kar yollara yağdı- Öğretmen, Bekir Temuçin arkadaşımıza tebeşiri vererek, benzer cümleler yazmasını istedi. Arkadaşımız Bekir konuyu iyi biliyormuş: Bekir yazdı-Bekir tahtaya yazdı-Bekir tahtaya yazı yazdı-Bekir tahtaya tebeşirle yazdı-Bekir tahtaya beyaz tebeşirle güzel yazı yazdı. Öğretmen gülerek Bekir arkadaşımıza, “Sen giderek, yazdığın yazıyı bizim çok beğendiğimizi eklemek niyetindesin, galiba!” diyerek takıldı, teşekkür edip yerine oturmasını söyledi. Ardından Sami Akıncı’yı kaldırdı. Sami tahtaya kalkacağını hiç beklemediği için, öğretmene “Ben mi?” diye sordu. Öğretmen gülerek “Evet sen, Sami Akıncı sen değil misin?” dedi. Sami bu kez iyice şaşırdı, sıranın ters tarafından kalktı. İki kişilik sırada Sami ile Mustafa Saatçı oturuyordu. Nedense Sami kendi boş tarafından değil de Mustafa Saatçı’yı kaldırarak çıktı. Öğretmen, Sami’nin tavırlarını dikkatle izlediği için durumu gördü. Bize dönerek, “Arkadaşınız hep kendi istediği zaman kalkmaya alıştığı için, çağırılmayı beklemiyordu. Öğrenciler için tahtaya çağırılma olasılığı her zaman vardır. Öğrenciler, hiçbir zaman istisnayım duygusuna kapılmamalıdır!” dedi. Sami’ye, Bekir Temuçin’in yazdığı tümceleri sıra ile sordu. Önce fiilleri, sonra failleri buldurdu. Sami hepsini duraksamadan buldu, nedenlerini anlattı. Sami, “Mefuller!” dediğinde öğretmen durmasını söyledi. “Gramerin, dilimiz Türkçenin gramerinin alfabesi budur. Sami arkadaşınızın anlattıklarını bilirseniz, akşam sabah konuştuğunuz sözleri, kurduğunuz tümceleri böyle değerlendirebilirseniz, dilinizi biliyorsunuz, demektir. Bu aynı zamanda gremer olarak görevini bilmediğiniz sözleri kullanmayın anlamına da gelmektedir. Bu nedenle konuşurken, yazarken anlamını bilmediğiniz sözler gibi tümce içinde ödevini bilmediğiniz sözleri de kullanmamak gerektiği anlamını taşımaktadır. Kısa tümceler, hem açık olur, hem de güzel!” Zil çaldı, Öğretmen Sami’ye, “Mefulü de bir başkası açıklasın!” deyip oturttu.

Öğretmen çıkınca bir gürültü koptu. Salih Baydemir kalktı, “Arkadaşlar öğretmen beni kaldırmayacak, biliyorum, açıkçası ben mefulün ne olduğunu bilmiyorum ama ayıp olan tarafı ben bu sözü doğru olarak söyleyemiyorum: Me-fuul mu, Meful mu? Mef’ul mu, Mefül mü?” Otuz kişilik derslikte bir meful, mef’ul yaygarası koptu. “Durun, susun!” derken öğretmen geri geldi. Öğretmen yerine oturunca tahtayı gözden geçirdi. Bekir Temuçin’e, “Bunları sen yazdığına göre sen açıkla!” dedi. Buna sanırım en çok ben sevindim. Hem bilmiyordum, hem de öğretmenin benim bildiğimi sanıp kaldıracağına inanıyordum. Kaldırınca da belki en üzüleceğim dersim belki bu olacaktı. Bekir, yazdığı tümceleri sıra ile yanıtladı. Öğretmen Bekir Temuçin arkadaşa oturmasını söyledikten sonra bize dönerek. “Arkadaşınızı fazla yormak istemedim, ancak daha soracaklarım var!” deyip tahtaya geçti. Tebeşir, Beyaz, Yazı, güzel yazı, tebeşirle sözlerinin altlarını çizdi. “Kim söyleyecek?” Daha sözünü bitirmeden bu kez İsmet Yanar parmağını kaldırdı. İsmet’in biraz patırtılı el kaldırışını gören öğretmen, “Senden bekliyordum, sussaydın üzülecektim!” dedi. İsmet, biraz sırıtarak kalktı, sorulanları doğu yanıtladı. Öğretmen bu kez “Bizim yarım kalan bir konumuz vardı. Gramer, salt adlar ya da fiiler değildir. Tüm sözcükler birbirinin yerine geçer, birbirine yardım eder, değişik şekiller, değişik görevlerle karşımıza çıkarlar!” dedikten sonra tahtaya, On gün önce yağan kar, hala kalkmadı- Görünen köy kılavuz istemez-At binenin kılıç kuşananın-Sütten ağzı yanan yoğurdu üfler! tümcelerini yazıp defterlerimize de yazdırdı. Bu tümcelerdeki sözlerin bildiklerimizi adlandırmamızı, bilemediklerimizi, ise birbirimizden sorarak yanıtlamamızı, hiç yanıt bulamadıklarımızı da gelecek derste konuşacağımızı söyledi. Öğretmen, Sami Akıncı’ya, İsmet Yanar’a, Bekir Temuçin’e ortak bir ödev verdi: Fiillerin zamanlarla ilgili çekimlerini büyük bir kartona yazıp, tahtaya asacaklar. Seçilen söz, ÇALIŞMAK: 1. Çalışıyorum 2. Çalıştım 3. Çalışacağım 4. Çalışsam 5. Çalışmışım 6. Çalışmalıyım- 7. Çalışayım 8. Çalışırım 9.  Çalış! Çalışsın! Bunların önce yalın biçimlerinin çekimi yapılacak. sonra da bileşik şekilleri araştırılacak. Ayrıca her birinin bir çekimi bir cümle içinde kullanılacak. Türkçe çalışıyorum. Almanca mı çalıştın? Önümüzdeki günlerde dilbilgisi çalışacağız. Biraz çalışsa o da başarılı olur. Bu derse çok çalışmışsın. Dilbilgisi konularına çok çalışmalısın. Türkçe dersine çok çalışasın ki iyi not alasın. Unuttuğun konuları bir daha çalış, öğrenirsin. Ben bunları yazdım. Doğru olduğuna inanıyordum. Halil baktı, “Bu kadar mı?” diye sordu. Bekir yanına gelmişti, ona söyledi, Bekir “Hayır, öteki çekimler de yazılacak!” deyince ben karşı koydum. Bu kez İsmet söze karıştı, beni doğruladı. İsmet’le Bekir tartışınca Sami Akıncı karıştı. Sami “Şimdilik bu kadar. Siz bu kadarını yapacaksınız. Biz listemizi tamamlayınca ötekileri de sonradan yapacaksınız!” dedi. “Benim yaptığım şimdilik yeterli olduğuna göre ötesi beni fazla ilgilendirmez!” deyip defteri kapattım.

Arkadaşlara sordum, “Müdür Beyi çağırayım mı?” Mehmet Yücel çıkıştı: “Dayı, gayretkeşlik etme, haftanın ilk günü iki ders yeter!” İsmet bekliyormuş, Mehmet Yücel’e, “Dayıma ikide bir dayı deyip durma, sinirleniyorum, sonra bana enişte demek zorunda kalırsın!” Mehmet Yücel, İsmet’e, “Ne diyorsun? Benim sana uygun kimim kimsem yok! Nasıl eniştem olacaksın?” İsmet, araştırma yaptığını, sayısız güzel kızları olan akrabaları olduğunu, ancak kıskançlığı yüzünden bunları sakladığını söyledi. Bu kez tüm arkadaşlar Mehmet Yücel’e takılmaya başladılar, “Ne olursun bizi de enişteliğe al!” Mehmet Yücel bir yandan gülüyor, bir yandan da “Yahu nerden çıkardınız bunu şimdi?” Her zaman Mehmet Yücel’in takıldığı arkadaşlar bunu fırsat sayıp bir süre dile doladılar. En son takılan Mustafa Saatçı Mehmet Yücel’in sabrını taşırmış olacak ki “İmam, sen o koyun bakışlı kızdan vazgeçme, pişman olursun!” dedi. Mustafa Saatçı’nın beğendiği güzel kız, böylece Mehmet Yücel’den bir ad aldı. Koyun Gözlü. Önce ben, Mehmet Yücel’i sözünde durmamakla suçladım. Kızlara ad takmayacaktı. Bu kez sözünü geri aldı. Ancak kim dinler; söz çoktan benimsendi, giderek de yaygınlaştı: Koyun Gözlü mü olsun, koyun bakışlı mı yoksa sadece koyun mu densin? Kuzu diyenler de çıktı. Yemek zili çalınca iki ders boyunca boş yere çene çaldığımızı bir kez daha saptamış oldum. Yemekte S’yi gördüm, güzel bir kız, ne koyun, ne koyun gözlü. Bakışlarında da hiçbir tuhaflık yok. Utangaç, öteki arkadaşlarından bir farkı yok. Belki, bir çoğundan daha güzelce.

Bir hafta aradan sonra bugün ilk kez atölyeye gittik. Naci Öğretmen gelmedi. İrfan Öğretmenin dediğine göre özel bir işi çıkmış, Lüleburgaz’daymış. İşlerimize devam ettik. Revir masaları bu hafta tamamlanacak. İki masanın ikinci cilası, iki masanın da zımparası yapılıyor. Hasan Üner, Yusuf Asıl, Hüseyin Orhan’la zımpara yapıyoruz. Harun, Salih, Recep Mehmet (4 M. Aygün) cila yapıyorlar. Hamdi Öğretmen öteki arkadaşlarla revirin eksikliklerini tamamlamak üzere orada çalışıyorlar. Yusuf duramadı: “Bizi en çok revir işi oyaladı!” dedi. İrfan Öğretmen, gülerek “Biz ötekileri hep yarım bıraktık. Revir işini son şeklini vererek yapıyoruz. Öyle ki revir uzun süre usta eli girmeden işlevini sürdürecektir. Bakın, Müdür Odası da dahil tüm birimlerde kullanılan masalar, dolaplar kaba marangozluk işidir. Çünkü onlar yeniden ele alınıp yerine yakışır şekilde yapılacaktır. Kitaplık dolapları, dersliklerdeki sıralar dahil hepsi geçici olarak düşünüldü, ivedi yapılarak kullanılmaya başlandı. Revir yapımı ağır gitti ama çalışma programımızdan da çıktı. “ İrfan Öğretmen bu arada bize, okulun temeli atıldığı günden bu yana yapılan tüm çalışmaların bir genel plana göre yapıldığını, bu genel planı ise mimarlar arasında yapılan bir yarışma sonunda kazanan mimar Emin Onat’la bir arkadaşının yaptığını söyledi. Öğretmen bunu söyleyince birbirimizle bakıştık. Ben gülerek: “Emin Onat buraya geldiğinde, ben onunla tüm okul alanını gezmiştim!” dedim. İrfan Öğretmen duraksadı: “Bak unutmuşum, tabi tabi geldi, gelmese genel planı nasıl çizecekti?” Bu kez sorduk: “İlk bina yapılırken, gelecek yıl, daha büyük, üç katlı, yemekhanesi, yatakhanesi içinde olan binalardan söz ediliyordu, ondan bu plan nedeniyle mi vazgeçildi?” diye sorduk. Bu kez öğretmen sözünü genişleterek genel bilgi verdi. Köy Öğretmen Okulu projesi öyle tasarlanmıştı: “Onu biz, okul yönetimi olarak öyle uygun görmüştük. Milli Eğitim Bakanlığı da onaylamıştı. Ancak 3803 sayılı yasa çıkınca konu değişti. Daha doğrusu konu yurt çapında büyütüldü. Yeni yeni benzer okullar açılmaya başlanınca bunlar için ayrı ayrı özel planlar gerekti. Onlarla beraber bizim okulun da yeni uygulamaya uygun yerleşimi düşünüldü. Öteki okul planları için yapılan yarışmaya bizimki de katıldı. Okul binamız yerinde kalmak üzere, çevresine uygun binaların yerleşimi için yeni bir plan hazırlandı. Bundan sonra bu plan uygulanacak. Bu yeni planda yüksek yapılara yer verilmedi. Çünkü okul için ayrılan alan geniş, birbirinden uzak birimlerin kondurulmasının daha yararlı olacağı düşünülerek yapılar yaygınlaştırıldı. Bu genel plana göre biz şimdi, kaç bina yapılacağını, bunların nereye kondurulacağını, hangisine ne ölçüde kereste, ya da çimento gideceğini biliyor, gereksinim sırasına göre kurmayı tasarlıyoruz!”

Öğretmen sözünü bitirince anladık ki, biz, henüz doğru dürüst iki bina yapmışız. Okul binası ile yatakhane, Banyo-tuvalet-Revir binası. Yemekhane, mutfak değişecek. Öğretmen, Tarım binası ile diğer üç atölyenin de yerinde olduğunu, büyütme düşünülürse yerinde büyütüleceğini, bundan sonra öğretmenler için evler yapılacağını, ayrıca  büyükçe bir Konuk Evi, Resim, Müzik salonları yapılacağını söyledi. Yusuf Asıl, “Biz onları bitiremeden gideriz!” deyince öğretmen, ”Siz, bundan böyle işlere, hep biz gözüyle bakmayın, okulumuz şimdi 280 öğrenci barındırıyor. Haziran ayında 100 öğrenci alınması gerektiği şimdiden daha bildirilmiş durumda. Siz otuz kişiydiniz, sizin dışınızdakiler şimdilerde 250, yaza bu sayı 350’ye çıkacak. Bu sayı oldukça büyük bir sayı, Bunlarla çok işler yapılır. Yeter ki ödenek verilsin. Bu yeni planı, bir, bilemedin iki yılda tamamlarız. Sizin gitmenize daha üç yıl var!” Öğretmenin açıklamaları bizi umutlandırdı, kimi kapalı sandığımız noktaları da açıklığa çıkardı. Bir kez ben, bu binaların yapılıp yapılıp yıkılmasını beceriksizliğe yoruyordum. Dünyanın kerestesi harcanıyor, bir süre sonra oradan kaldırılıp başka yere taşınıyordu. Bunun nedenini iyi öğrendim. Benim yazık dediklerime öğretmen de yazık dedi ama arkasından da ekledi, “Çaresizlikte bunları yapmak zorundayız!”

İrfan Öğretmenle çalışmayı bu açıdan çok seviyorum. Çalışırken yumuşak yumuşak konuşuyor. En küçük ayrıntıları atlamadan açıklıyor. Zımpara işimizi gözden geçirdi. Gülerek “Olmuş olmamış demeyeceğim: Parmaklarımın uçları konuşacak!” deyip sol eli parmaklarını gezdirdi. Bir iki yerde eli, ileri geri gitti geldi. Bana bakıp güldü. Benden önce Orhan, elindeki kalemle oraları işaretledi. Öğretmen gülerek, başıyla “Evet!” dedi. “Oraları az daha zımparalanacak!” Parmaklarımızın ucuyla yoklaya yoklaya zımparaladık. Öğretmen kendi tezgahı üstünde bir çizim inceliyordu, Yusuf geldi, öğretmenin yaptığı gibi yaptı, Orhan’a, başını atarak, “Olmamış bu oğlum, daha dikkatli zımparala!” derken öğretmen gördü, “Başkalarının çalışmalarını kontrol etmek zevkli değil mi?” diye sordu. Yusuf, “Hayır öğretmenim, parmaklarımı deniyorum!” dedi. Öğretmen, Yusuf’un sözünü duymamış gibi gülerek “Zevklidir zevkli!” dedi. Revirde çalışan arkadaşlar geldi. O sıra paydos zili çaldı. Arkadaşlar, öğretmenlerle birlikte çıktılar.

Bir hafta aralıktan sonra akordiyonu çıkarıp çalıştım. Parmaklarımın tutuklaştığını üzülerek gördüm. Uzun süre gam yaparak parmaklarımı yerlerine oturtmaya çalıştım. Neyse ki kısa zamanda elim alıştı. Önce en kolay çaldığım Gülnihal’i Çardaş Früstin’i, 5 Nolu Macar dansını, Sirtoyu, Harmandalı’yı derken ezberimde olanları sıradan geçirdim. Buna çok sevindim. Unutmak diye bir durum yok ama alışkanlık soğuması gibi bir olumsuzluk var. Az uğraştıktan sonra o da aşıldı! Okuma saatinde dersliğe gittim. Hasan bana, “Sana yeni bir kitap seçtim, bunu da beğenmezsen bir daha kitap okuma işine hiç karışmayacağım!” dedi. Kitap Penguenler Adası. Penguenin ne olduğunu sordum. Bir tür kuşmuş. Kitabı aldım. Yarın bir saat tarih dersimiz var. Tarih dersinin konusunu iyi biliyorum. Zaten Selçuk Öğretmenle anlaşmış durumdayız. Öğretmen, geçen derste parmak kaldırınca bana: “66 sen dur, senin tarih sevdiğini, sevdiğin için de çalıştığını biliyorum. Şu tarih sevmeyen arkadaşlara soralım, tarihi niçin sevmiyorlar? Çalışmamak için mi sevmiyorlar yoksa başka bir nedeni mi var?” demişti.

Penguenler Adası’nı okumaya başladım. Tarihte okuduğumuz Orta Çağ. Papazlar insanları kandırıyor, şeytanlar ortalıkta cirit atıyor. Haçlı Seferleri öncesindeki gibi atına, eşeğine binen papazlar çarşı pazar dolaşıp insan kandırıyorlar. Papaz Mael de bunlardan biri. Şeytan Mael’i kandırıp Kuzey Kutbuna gönderir. Papaz Mael ıssız bir adaya çıkar. Ancak bu ıssız adada penguenler yaşamaktadır. Papaz Mael iyi göremediği için penguenleri insan sanır. Hemen onlara dinsel vaazlar vermeye başlar. Penguenler sessizce dinlerler. Papaz Mael çok memnun kalır, bu saygılı dinleyicileri hemen hıristiyan yapar. Ancak papaz Mael’in bu yanılgısı Cennette iyi karşılanmaz. Mael’in yaptığı dualar tartışmalara yol açar. Kesin bir çözüm bulunamayınca, penguenler insan sayılıp olay çözülür. Bundan sonra? Bundan sonrası kolaydır: Papaz Mael’in bulduğu ada Bretanya yakınlarına çekilir. Adanın adı Alca olur. Alca adası Penguen toplumunun yeni bir yaşam sürecini başlatan yer olarak tarihe geçer. Önce giyimsiz olan penguenler din gereği giyinmek zorunda kalırlar. Giyinen dişi penguenler erkekleri kışkırtmış sayılmakla birlikte uzun didişmeden sonra en güçlü penguen kral olup ülkeyi yönetmeye başlar. Yenilikler art arda sürer. Kral penguen herkese eşit davranacağını söyleyerek vergiler toplar, parasal olarak da elinde bir erk oluşturur. Buna karşın aklını kullanmaya başlayan penguenler de çıkar. Örneğin, Kraken, adanın uzak bir yerinde bir mağaraya çekilerek yalnız yaşamaya başlar. Giderek en güzel pengueni de yanına alır. Ayrıca namuslu penguenlerden türlü entrikalarla paralar toplayıp oldukça varsıllaşır. Kraken’in soyduğu insanlar bu kez güç birliği yaparak Kraken’e karşı çıkarlar. Kraken birileri tarafından canavar olarak adlandırılır. Halk papaz Mael’e başvurup canavarın öldürülmesini ister. Mael, canavarın öldürüleceği kendisine malum olunduğunu, az beklemelerini isteyince Kraker bu kez yapay bir canavar ortaya çıkarıp, canavarı kendisi öldürür. Halk bu kez Kraker’i kahraman olarak karşılar. Kraker’in oğlu Draco saygın bir aile çocuğu sayılır. Krake’nin karısı Oberosio aziz ilan edilir. Krake’den sonra Draco ailesi azizler arasına girer, Alca adasında Penguenlerin Orta Çağı başlar. Alco’da sanatsal çalışmalar da yapılmıştır. Örneğin Dante’nin Divina Komedi’sine benzeyen bir yapıtı Morbedius adlı bir papaz yazmıştır. Ayrıca Johannes Talpa adlı bir başkası da Alco adasının büyük tarihini yazmıştır. Ancak bir gün gelir, halk gene baş kaldırınca kral öldürülür. Bu kez Trinca adlı biri yönetimi ele alır. Uzun savaşlar yapılır, büyük zaferler kazanılır ama sonunda Trinca’nın elinde salt Alco adası kalır. Bu kez yönetim Cumhuriyet olmuştur; ancak ülkeyi gene varsıllar yönetmeye başlar.

Kitabın burasına gelince duraksadım: Bu yazar, benim anladığım kadarıyla kendi ülkesi FRANSA’yı anlatıyor galiba, dedim. Gerçekten, penguenleri filan ortadan kaldırınca Fransa’daki olaylarla büyük bir benzerlik var. Önce din adamları egemenlik kurup, uzun süre halkı aldatıyorlar. Sonra halk baş kaldırıp kralları deviriyor. Kral devrildikten sonra on yıllarca bir didişmeden sonra Napolyon Bonapart başa geçiyor. 20 yıl süreyle Napolyon Bonapart sayısız ülkeyle savaşıp Fransa’yı egemen kılıp genişletiyor. Ancak hesapsız savaşlar sonunda yıpranan Fransa Birleşik Avrupa ordularına yenilince gene eski durumuna çekiliyor. Sanırım yazar penguenleri anlatıyor aldatmacası içinde Fransa’yı anlatıyor. Bu, geçmiş dönemlerin tüm imparatorlukları için de geçerli. Osmanlı İmparatorluğu böyle, Roma İmparatorluğu, Cengiz İmparatorluğu hep bir birine benzer şekilde gelişmişler, gene benzer şekillerde dağılmışlar. Ancak yazarı, Fransız olduğu için ben Fransa olarak düşündüm. Bakalım bundan sonra nasıl devam edecek?

Akşam yemeğinde, daha önce türkü söylemek isteyen, bu nedenle gelip benimle konuşan iki kız gene geldi. Hilmi Altınsoy bana “Senin türkücüler gene geldi!” dedi. Kızlar bunu duymuş, gülerek: “Bu kez türkü için değil mektup getirdik!” dediler. Şaşırdım, “Ben kimseden mektup beklemiyordum, aldığım mektupları daha yanıtlamamıştım!” dedim. Melahat Erkan eliyle arkasında tuttuğu mektubu uzattı, “Bu size değil mi?”dedi. Benim adıma yazılmış güzel yazılı bir mektup. Arkasına baktım: Ömer Uzgil, Isparta-Gönen Köy Enstitüsü müdürü. Geçen iki bayramda da tebrik yazmıştım, birine tebrikle karşılık vermişti. Mektup yazmıştım, oldukça zaman geçti, karşılık vermeyeceğini sanıyordum. Birden çok sevindim. Hemen açtım iki kağıt dolusu yazı. Yazılar çok güzel. Zaten arkadaşlar Ömer Uzgil Öğretmenin yazısını anlatmak için, “Kitap yazısı gibi yazı!” diyorlardı. Getirenlere teşekkür ettim. Yemekleri kaşıklayıp dersliğe koştum. Bir Okul Müdüründen mektup aldım. Bunun çok onurlu bir tarafı var benim için. Mektubu okudum. Ömer Uzgil Öğretmen ilk atanmasından mektubu yazdığı güne dek yaptığı çalışmaları anlatıyor. Okulu, okul işlerini, o yöreyi, Isparta’yı, öğrencileri ayrıntılarıyla anlatıyor. Okul, bizim okul gibi yeni değilmiş. Öğrencileri daha azmış. Kışın soğuğu bizimkine benzermiş. Sayısı az olmakla birlikte güzel resim çizen öğrencileri varmış. Önümüzdeki yaz, Köy enstitüsü öğrencileri arasında karşılıklı öğrenci gezileri yapılacakmış, Ömer Uzgil Öğretmen bir grup öğrenciyle bizim okulu görmeye gelmeyi düşünüyormuş. Gidilecek yerleri gidecek öğrenciler kendileri seçecekmiş, bizim okuldan bir grubun da onların okulunu seçip gelmesini bekliyormuş.

Mektubu arkadaşlara okudum. Çoğu sevindi. Her zaman olduğu gibi birkaç kişi gene aralarında bakıştılar. İnanamaz gibi bir durumları var. Ya da onlardan böylesini beklediğim için bana öyle geliyor. Mehmet Yücel şaka yollu sordu, “Nasıl düşünüp de yazabiliyorsun, sen ne yazıyorsun bu adamlara?” dedi. Arkadaşlar hep sustular. Ben Mehmet Yücel’e biraz sertçe, “Senin bu adamlar dediklerin, bana az da olsa bir şeyler öğretmiş kimselerdir. Onlara sonsuz saygım var. İşte bu saygıyı anlatmaya çalışıyorum. Kusurlarım bile olsa onlar beni anlıyor, mektuplarımı yanıtlıyorlar. İlkokul 4-5. sınıf öğretmenim Ahmet Korkut da Erzurum-Pulur Köy Enstitüsü Müdürü, ona da mektup yazdım. Müdür olacağını öğrenince buraya gelmişti, ayrılırken bana ‘Mektuplarını beklerim!’ demişti. O bunu dedi, ben de duydum. Neden yazmayayım? Yanıt vermese bile yazacağım. Çünkü o ne düşündüyse düşündü, bana mektubunu değil, mektuplarını bekliyorum dedi. Ben bundan şu sonucu çıkarıyorum, Sen küçüksün, sen yazabildiğin ölçüde yaz, ben hepsine yanıt veremeyebilirim. Bunun için gönül kırıklığı yapma, elim değince kesinlikle yanıt vereceğim! İşte bak, öyle oldu. Ahmet Gürsel Öğretmen de benzer sözleri yazdı. ‘Asker ocağındayım, kimi zaman akşamımız başka yerde sabahımız bir başka yerde oluyor. Bu nedenle cevaplarda gecikmeler olabilir!’ demişti. Aynı durum askerdeki ağabeylerimde de oluyor. Edirne yakınlarında olan Mahmut Ağabeyimden zamanında mektup alırken, Kırklareli’ye yakın bir birlikte bulunan Bektaş Ağabeyimden uzun gecikmelerle mektup alıyorum. “

Ben bunları anlatırken arkadaşlar sessizce dinlediler. Ancak bir arkadaş, alışkanlığını engelleyememiş olacak, “Adamın ömrü mektup yazmakla geçiyor!” deyiverdi. Bunu duyduğumu, kesinlikle yanıt vereceğimi bilen arkadaşlar o tarafa bakınca ben yanıtımı verdim: “Evet, benim ömrüm sevdiklerime mektup yazmakla geçiyor, bunu da severek yapıyorum. Ya seninki nasıl geçiyor? Söyleyeyim mi? Kabak büyütmekle!” Tüm arkadaşlar sustu. Benimki bir hakaretti, biliyorum. Ama bildiğim bir şey daha var. Arkadaşın öyle söz söylememesi gerekirdi. Defalarca bu tür sataşmayı yaptı, özür diledi. Tekrarlayınca gene benzer sözlerle karşılandı, susmadı. Bu kez Sami Akıncı bile arkadaşa dönerek, “Sen aranıyorsun be kardeşim, sen mektup yazmıyorsan, sana birileri gelip ‘Neden mektup yazmıyorsun?’ diye soruyor mu? Ben de sana durup dururken ‘Ömrün mektup yazmamakla geçiyor!’ desem hoşuna gider mi?”  Arkadaş önüne baktı, karşılık vermedi. Sami bu kez ne düşündüyse sözü benim mektubuma getirdi. “Ömer Uzgil sevdiğimiz bir öğretmendi. Okulumuza olduğu gibi bizlere de yararı olmuş bir insandı. Bizim onu sevip özlediğimiz gibi o da bizi, arkadaşlarını, okulu özlemiştir. Arkadaşımız ayrıntılarıyla okulu, hepimizin durumunu anlattıysa, öğretmenimiz de ayrıntılı yanıt vermiştir. Öğretmenimize ben de mektup yazdım. Sanırım kısa yazdığım için olacak o da kısacık yanıtladı. Bu nedenle ben sizlere duyurmadım. “ Hüsnü Yalçın dönüp bana baktı. Sıra arkadaşım Halil hafifçe koluma dokundu. Ben zaten olayı anlamıştım. Arkadaşların uyarıları, tahminimi güçlendirdi. Ancak Sami arkadaşın Fettah Biricik’e çıkışması işime geldiği için oradan ötesini dikkate almadım. Arkadaşlar gibi ben de Sami Akıncı’nın Ömer Uzgil Öğretmene mektup yazdığını öğrenmiş oldum. Oysa gerçekte biz bunu aylar önce öğrenmiştik. Bugün gene ortaya getirilmesinin belli bir amaca dayandığı apaçık. Deminden beri tartışmalara hiç katılmamış bulunan İsmet, “Dayı, o kızlar senin mektuplarını neden taşıyorlar, yoksa sen onlar aracılığı ile öteki kızlara da mektup mu gönderiyorsun?” dedi. Herkes benim İsmet’e tepki göstermemi beklerken ben, “Ömrü mektup yazmakla geçen birinin yapması gerekeni yapıyorum. Başkaları ad takıyor, sevdiğini söylüyor. Ben de mektup yazıyorum. Ne sakınca var bunda?” Mehmet Yücel yüksek sesle, “Dayı, işte bunu yapamazsın!” deyince Kadir Pekgöz, “Benim hemşerim onu da yapar, siz onu daha hiç tanıyamadınız!” dedi. Birden gülüşmeler arttı.

Sesimiz öğretmen odasına dek gitmiş, nöbetçi öğretmeni Selçuk Korol Öğretmen gülerek geldi: “Ne o, koro mu yapıyorsunuz, sesiniz ayyuka çıktı!” dedi. Çalışmıyordum ama tarih kitabı önümdeydi. Yanımdan geçerken Selçuk Öğretmen takıldı, “Çalışıyor musun yoksa gösteriş için yanında mı tutuyorsun?” dedi. Tarih çalıştığımı, ayrıca bir de tarihle, geçmiş savaşlarla ilgili kitap okuduğumu söyledim. Kitabın adını verince Selçuk Öğretmen böyle bir tarih kitabı ya da kaynak tarih kitabı duymadığını söyledi. “Özet olarak anlatır mısın?” deyince Penguenler Adasını anlatmaya başladım. Öğretmen az dinleyince “Anladım!” deyip kestirdi. Sonra açıkladı. “Bu bir tarih mizahı kitabı. Kronolojik bir dayanağı yok. Gelmiş geçmiş olaylardan pay çıkararak insanları uyarıyor. İşte bak, o kitaptaki olaylar gibi olaylar hala tekrarlanıp duruyor. Yüz yıllardır insanlar kralların, imparatorların arkasına takılıp rahata, huzura kavuşmaya çalışıyor. Ne var ki her defasında gene insanların huzuru bozuluyor. Geçen dünya savaşında Alman halkını kandıran yöneticiler, koskoca imparatorluğu batırdılar. 20 yıl sonra gene başka yöneticiler bu kez Alman insanını bir başka büyük savaşa soktular. Yazar, bu durumdaki yöneticileri hicvediyor. “ Öğretmenin konuşmasında geçen iki söz aklıma takıldı. Hicvetmek, mizah yazısı. İkisini de geçmiş yıllar Türkçe dersinde okuduk. Kitaplarımızda Hüseyin Rahmi Gürpınar ile Ahmet Rasim’in örnek parçaları vardı. Ama koca bir roman söz konusu olunca duraksadım. Öğretmen konuyu değiştirdiği için açıklama isteyemedim. Yat zili çalınca da öğretmen ayrıldı. Bir romanın mizah yazısı olmasını bir türlü benimseyemedim. Bunu Türkçe dersine dek beklemeye karar verdim.

Yatınca öteki olayları bir süre anımsadım. Ömer Uzgil Öğretmenin mektubu Ahmet Gürsel Öğretmene hazırladığım mektubu göndermemi çabuklaştırdı. 2. dereceden bir bilinmeyenli bir örnek denklem çözmesini isteyeceğim. Onun gösterdiği yoldan giderek ötekileri kendim çözeceğim. Ya da ben öyle düşünüyorum. Geometriden radyana takıldım. Aynı radyan karşısındaki merkez açısı, çember üstündeki açının iki katıdır. Bunu çizerek yapıyorum ama bu yaptığım doğru mu? Geometri biraz yakıştırma ile doğru sayılıyor. Denklem örneği: ax kare+b+c=o bunu nasıl çözerim? Mektubu yazdım ama bir türlü kapatamıyorum. Acaba çok basit bir soru mu sordum? İçimden bir ses “Ne basiti, arkadaşların çoğu birinci dereceden, hatta x ya da y harflerinden habersiz. Radyandan geçtim, 3. 1416 sayısının alınışını bilmiyorlar. “ Esnemekten yorgun düşene dek kendi kendimle didiştim.

 

(*) Mustafa Oktay

(**) Sami Akıncı’nın ortaokula gittiğini, çok sonra kardeşi Oktay Akıncı’dan öğrendim.

 

17  Aralık  1940  Salı

 

Selçuk Korol Öğretmenin sesiyle uyandım. Çoktandır nöbetçi öğretmenler bizim  tarafa uğramıyordu. Birden şaşırdım. Ancak yakın arkadaşlarım hepsi burada, buna da bir anlam veremedim. Yatak komşularım, Halil, Orhan, Kadir  hem  yataklarını düzeltiyor hem de  rahat rahat konuşuyorlar. Telaşlandığımı gören Halil:”Duyamadın galiba zil daha yeni çaldı!”dedi. Rahatladım. Gene de “Selçuk Öğretmenin sesi geliyor!”dedim. Halil:”O nöbetlerinde hep öyle yüksek sesle konuşur. Sesini duyanlar toparlanıp çıkarlar!”dedi. Dönüp baktım, Orhan konuşuyor ama henüz kalkmamış bile”Guten Morgen!” yerine “Ervachen sie bitte !” dedim. Güldü, Karşılık olarak: “Guten Morgen!”dedi. Sonra da “Nerden çıktı bu ervachen?”diye sordu. Sözcüğü anımsadığımı, “Sitzen sie!” buyruğuna bakarak öyle söylediğimi ekledim. Ömer Uzgil Öğretmen hep öyle derdi:Sitzen sie!Doğrusunu  Orhan da bilmiyormuşBu kez açıkladım;Ervachen= uyanmak. Orkan kalktı, “Bir sözcük daha öğrendim!”diyerek sevindi. Bu kez de”Du freuet!”dedim. “Ja, ja, ja, nein, nein, nein, diye şakalaşarak dersliğe gittik Almanca’ya ara vermiştik. Ömer Uzgil Öğretmenin  mektubu, ilgimizi o yana döndürdü. Akşamları çalışmaya, hem de bu kez yazarak çalışmayı deneyeceğiz. . Yolda Selçuk Korol öğretmenle karşılaştık, elinde bir sopa ortalıkta dolaşıyor. Yüzü güleç ama, elindeki sopa ilgimizi çekti:Benden önce Orhan  değindi:”Sopa Selçuk Öğretmene yakışmıyor. Gerçekten biz kaç yıldır hiçbir öğretmenin elinde sopa görmemiştik. Adem Gürçağlayan Öğretmen İstiklal Marşı’nı söyletirken küçük bir çubuk alırdı. Hidayet Gülen Öğretmen de  kimi zaman törene bir çubukla çıkıyor ama Selçuk Öğretmenin sopası bize fazla  göründü. Kahvaltı masasında bunu konu etmek üzereyken Selçuk Öğretmen elinde sopası kapıdan girdi. Bizim söylememize gerek kalmadan başka masalardan, “Nöbetçi Öğretmeni almış sopayı geliyor!”diyenler oldu. Besbelli herkesin dikkatine takılmış. Az sonra Selçuk Öğretmen, elindeki sopayı göstererek:”Beni dinleyin!”dedi. :Sonra da  sopayı göstererek:  ”Bunu dersliklerin birinde buldum, doğrusu niçin hazırlandığını anlayamadım, anlamak da  istemedim. Bilen varsa bana açıklasın. Bunu hazırlayan, bilmeden yaptıysa benden öğrensin  ki o bir suç işlemiştir. Bundan sonra bir daha tekrarlarsa, kesinlikle aranacak, kesinlikle bulunup cezası verilecektir. Bu bir suç aracıdır, bununla ne savunma yapılır, ne de saldırı. Öğrencinin savunma aracı, dili, kalemi, kağıdıdır. Bu tür  buluntular, sakın sakın, dışardan  da alınıp getirilmemelidir!” Birbirimize bakarak güldük. Mehmet Yücel  yavaş bir sesleÖğretmenim siz şimdi suç  işlediniz. Arkasından Yusuf Asıl, bir sopa bulup getirirsem, “Bunu öğretmen getirmişti, bu nedenle almakta sakınca görmedim!”desem bana ne ceza verirler? diye sordu. . Ben, “Az sonra dersi var, bu söylediklerinizi aynen kendisinden soracağım!” MehmetYücel, “Yapmazsın!” dedi. “Yaparım!”deyince Yusuf, inandı, sözünü geri aldı. Bu kez Yusuf’un  korkaklığı öne sürüldü. “Bu sopa olayı neden bu kadar önemli? Yanıt:”İlerde çocuklar arasında kavga aracı olarak kullanılacağı için kökten yasaklanıyor!” Hilmi Altınsoy değişik bir yorum yaptı. Önce ileri sürülen tüm nedenleri yetersiz bulduğunu söyledi. İleri sürülen nedenlerim hepsine “Hayır!”dedikten sonra:”. Sopa yapıp hazırlamak köylü çocuklarını küçük yaşlarda başladığı bir alışkanlıktır. Burada buna izin verilirse, eski alışkanlıkları gereği çocuklar, fidanlığa girip gözlerine kestirdikleri fidanları acımasızca kesebilirler. . Bundan korkan okul yönetimi böyle bir numarayla önlem almayı düşünmüştür!”Önce gülünmesine karşın bir süre sonra  bir çok arkadaşın ilgisini çekti. Sonunda söz birliği ederek bir başka deney yapmaya karar verdi. . Selçuk Korol Öğretmenin gelecek nöbetlerinin birinde kimse görmeden  öğretmen odasına yakın bir yere yumurta büyüklüğünde  bir kaç taş konacak. Öğretmen, taşaları görünce önemseyip aynı titizlikle bunları da gösterirse Hilmi  savını kaybetmiş olacak, taşlar konu edilmezse, Hilmi kazanmış olacak. Bu kez de şöyle diyenler oldu:”Öyleyse önemli olan öğrenciler değil, fidanlar. Fidanlar korunursa öğrenciler bir birini yese kimsenin  gıgı çıkmayacak!”Birkaç kişi birden:”Ya ne sandın!…. . Herkes kahvaltısını etmiş biz, ayırdında değiliz. Selçuk Öğretmenin dikkatini çekmişiz bizim masaya gülerek bakınca toparlanıp kalktık. Masanın yanından geçerken öğretmen bana, “Ne o arkadaşlarına penguenlerin uçuşlarını mı anlatıyordun? dedi. Penguenlerin uçamadığını da böylece bu söz üzerine Hasan Üner’den sorarak öğrenmiş oldum. Penguenler kuşmuş ama uçamıyormuş. Hindiler, devekuşları gibi….

Boş geçen matematik derslerinde önce mektubumu bir daha gözden geçirdikten sonra kapatıp yapıştırdım. İçimden “Bu iş bitti, bundan sonrası öğretmenin  ilgisine kalır. Bu saatten sonra  mektubumun yanıtını bekleyeceğim. Ömer Uzgil Öğretmenin yanıtı beni çok sevindirdi. Ahmet Korkut Öğretmene de yazmıştım. Samnırım iki ayı geçti. Yanıt vermeyeceğini düşünmeye başlamıştım. Şimdi  gene umutlandım. Ahmet Korkut Öğretmen de Köy Enstitüsü Müdürü. İşi çoktur. Ayrıca onun tek öğrencisi ben değilim ki. Yakından tanıdığım için biliyorum, Ahmet Korkut Öğretmenin benim tanıdığım  benim yaşımda üç tane yeğeni var, Hasan, Vehbi, Selim. Hasan’la Vehbi’nin liselerde okuduğunu biliyorum. Bir o kadar da öğrencisi vardır. Onlar da mektup yazmışlardır. Hangi birine  yanıt yetiştirecek?. . .

Boş dersimiz var:Arkadaşlar Müdür Beye haber verip vermeyeceğimi sordular. “Tarih dersinden sonra da boş dersimiz var, o derste çağıracağımı söyledim. Müdür Bey, o derste gelirse, daha kısa kalmış olur!”dedim. “Yaşa!”diye bağıranlar oldu. Arkadaşların kimileri, tüm dersler boş geçse çok mutlu olacaklar. Oysa ben mektupla  cebir denklemi çözmeye çalışıyorum…. . Arkadaşlar yüksek sesle konuşurken Selçuk Korol Öğretmen kapıdan girdi, gülümseyerek Günaydın!”dedi. “Sağol!”dedik. Oturmamızı söyledi. “Bugün sizinle azıcık konuşacağız!”diyerek söze başladı. “Tarih dersini sevenler elini kaldırsın!”dedi. Önce beş el kalktı. Az sonra iki el daha eklendi. Öğretmen, “Otuz kişide  yedi, fena değil dedikten sonra “Sevmeyenleri saymaya gerek yok, her zaman, her yerde görüldüğü gibi  büyük bir  çoğunluk tarihi sevmiyor!”dedi. Biz, öğretmenin kendisine bir pay çıkaracağını, arkasından da üzüntüsünü öne süreceğini  varsayarken öğretmen çok doğalmış gibi konuşmasını sürdürdü. Tarih dersinin sevilmemesinin onun sevimsizliğinden değil de ortaya konmasından kaynaklandığını anlattı. :Tarih dersi, özel bir tarih salonunda, bol kaynaklarla gösterilse kuşkusuz daha sevimli olacaktır, dedikten sonra bazı yabancı  memlekette böyle yapıldığını anlattı. Kendi öğrenciliğinde bir azınlık okulunda bunun bir örneği gördüğünü, o okuldaki haritaların, tarih kitaplarının büyük  boy resimleri, bizim hiçbir okulumuzdaa bulunmadığını üzülerek anlattı. “İşte şimdiden sonra biz de böyle bir denemeye kalkışıyoruz. Tarih dersinde salt ben anlatmayacağım;zaman zaman siz konuyu ortaya getireceksiniz, arkadaşlarınızla tartışacaksınız. Bir eksik kalırsa ya ben bir şeyler ekleyeceğim ya da kitabımızın o bölümünü okuyarak  konuyu toplayacağız. . Yanlış anlamayın, bu benim düşüncem ama, böyle yapılmasını buyuran bizim bağlı bulunduğumuz Milli Eğitim Bakanlığıdır. Aralarına bizim de katılmış bulunduğumuz Köy Enstitüleri okul sistemlerinde dersleri bu tür  bir yöntemle Tarih derslerinin sürdürülmesi isteniyor. Hatta buna isteniyor değil emrediliyor diyebiliriz. Biz üç aydır hangi konuları işledik?18. 19. Y. Yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu, ile aynı süreçte Avrupa devletlerinin durumları, Fransız İhtilali, İhtilal sonrası gelişmeler, Almanya birleşmesi, İtalyan birlinin kurulması, Osmanlı İmparatorluğunda 3. Selim, 2. Mahmut ıslahatları, bu süreçte yapılan savaşlar, nedenleri, sonuçları, Tanzimat, Kaptilasyonlar, 1. Meşrutiyet, 2. Meşrutiyet, Kırım, Plevne, Girit, Balkan savaşları, arkasından 1. Dünya Savaşı, Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü, Kurtuluş Savaşı, 1923-1938 arası Türkiye Cumhuriyeti dönemi…. Bu yılki okuduğumuz okuyacağımız konular bunlar Bu konuları başlık yapıp  ikişer ikişer aranızda paylaşıp hazırlayacaksınız. Sıranız gelince kalkıp arkadaşlarınıza anlatacaksınız. Arkadaşlarınız da bu konulara  hazırlanmış olacak. Anlatılanlarda yanlış, eksik görülünce uyarılıp tamamlama yapılacak. Eğer yapılan hazırlıklarda bir eksiklik olursa bu kez öğretmen ya tamamlayacak ya da kitaptan o bölüm okutularak konu  gerçeğe uygun ortaya çıkarılmış olacak. !”Öğretmenin uyarısı üzerine hep birlikte konuları bir daha gözden geçirip belli başlıklar altında on beş konuya böldük. Arkadaş gruplarını numara sırasına göre yaptık. Ben Hilmi Alştınsoy’la eşleştim. Konumuz, Kırım, Plevne, Girit, Balkan, 1. Dünya Savaşı Mondoros silah bırakışmasına dek geçen savaş olayları. Hilmi Altınsoy tarih dersini sevmeyenlerden. Savaşlar düşünce şaşırdı:Ne yapacağız biz şimdi?diye sormaya başladı. Oysa bana göre en yaygara yapılacak konu bizimki. Ben çok sevindim deyince Hilmi bu kez “Yaşa abi, beni kurtaracaksın değil mi?”diye, nerdeyse öğretmenin yanında boynuma sarılacaktı. Öğretmenden sonra ben Okul Müdürümüze haber vermeye gittim. Müdür Beyin odasında kalabalık insanlar vardı. Müdür Bey beni görünce anladı, güldü, bugün beni affedin, bir başka zaman  geleyim!”dedi. Döndüm, arkadaşları sevindirdim. Ders sonuna dek tarih dersi iş bölümü şamatası sürdü. Öğle yemeğinde bile bu konuşuldu. Yemekte bizim masaya Cavit Kafkas gelmişti. Konuşmaları duyunca hayretle sordu:Siz şimdi mi yaptınız?Biz bu konu bölümünü  geçen ay başında yapmıştık!”deyince hepimiz şaşırdık. Biz arkadan arkadan Köy Enstitülü yapılmaya çalışılıyoruz.

Atölyede toplandık, öğretmenler biraz geç geldiler. Önce İrfan Öğretmen geldi. İrfan Öğretmen girince, Yusuf Asıl, öğretmene Revir işlerini bitirdik, revir açılınca hiç değilse ilk gece orada biz yatalım!”dedi. Öğretmen Yusuf’a sordu, “Hasta olarak mı yoksa zevk için mi?”Yusuf birden toparlanamadı, hık mık etti. Arkadaşlar güldüler. “Yusuf için fark etmez, o zaten  her zaman yarı hasta!”dediler. Yusuf çok sinirlendi, özellikle Mehmet Başaran’la Harun Özçelik’e “Hasta sizsiniz, revir defteri sizin adınızla dolu, benim  bir kez  bile olsun yazılmadı!”dedi. Bu kez  takılmalar daha da arttı:”Sen kurnazsın, adını silmişsindir!”diyenler çıktı. İrfan Öğretmen konuşmaya başlayınca susuldu. Meğer Revir gereksinimleri henüz bitmemiş. Öğretmen önümüze çizimler koydu. Tek kişilik tahta somya: Rendeli, geçmeli, zımparalı, boyalı, olacak10 adet. Her somya yanına bir küçük  kapaklı dolapçık. Onlar da tıpkı somyalar gibi. Resimleri hep beraber inceledik. Sayıları saptadık parça toplamlarını yapıp kesmeye başladık. İlk kes 14 arkadaş bir iş için bir arada, el birliği edip çalışacağız. . Yusuf Asıl gene bir öneride bulundu, “On dört kişiyiz, on  somya yapacağız, sayıyı on dörde çıkaralım da herkes bir tane yapmış olsun!”öğretmen, “Nedenmiş o, herkes birer tane yapacaksa, benim başka işlerim de var, alırım dört kişiyi, işimi görürüm!”dedi. Yusuf durdu kaldı. Öğretmen, Harun’u, Salih’i, Beni, Recep’i yanına çağırdı, bir süre yanında bekledik. Hamdi Bağ, Naci İnan Öğretmenler geldiler. İrfan Öğretmen durumu onlara anlattı. Naci Öğretmen Yusaf’a bakarak, “Başımıza kahya kesildi!”dedi. Aralarında fısıldaştılar. Az sonra Hamdi Bağ Öğretmen gülerek, “Benim küçüğüme yeter bu kadar eza!”deyip Yusuf’un yanına geldi. . Herkes gülüşünce Yusuf da gülmeye başladı. Ancak bir ses duyuldu. “Kahya!”Gene gülmeler başladı. . İrfan Öğretmen gerçekten bizi ayıracakmış, birlikte gene revire gittik:İki odasının duvarlarına çakılı  raf dolap gerekiyormuş. Yeni hemşire gelmiş, yer gösterip nasıl kullanılacağını söyledi. Ölçü alıp atölyeye döndük. 2  adet 2 metre boy, 10 cm. derinlik 15 cm. genişlik, 2 adet aynı ölçülerde 1 metreli, 1 adet de ayni ölçülerde 1, 5 metrelik 5 raf. . Revirin açıldığını, hemşire geldiğini ben yeni öğrenmiştim. Meğer  bunu herkes daha önce duymuş. Hemşirenin kızı olduğunu bile  söyleyenler oldu. Biz tahtaları hazırladık ama planyadan geçiremedik. Nedense elektrikler kesildi. Erken paydos ettik. Ben akordiyon çalıştım. Okuma saatine azıcık geç gittim. Hüsnü Baykoca nedense bizim dersliğe gitmiş. Kapıyı vurup girdim, “atölyeden geldiğimi söyledim. Başıyla , gözlerini de yumarak”Peki!”işareti verdi. Yerime orurdum az sonra Hüsnü Baykoca  Öğretmen gitti. Meğer bir duruma sinirlenmiş, gelip ortalığa yağmış, esmiş. Öyle öfkelenmiş ki, arkadaşlar beni de paylayacağını sanmışlar. “Ucuz kurtuldun diyenler olduğu gibi, kırk yıllık tanıdığını paylamadı, diyenler de çıktı. Bu sözlerden biraz gururlandım. Yemekten sonra kooperatifte oturduk. Arkadaşlar kendi işlerini yaptı, sözde ben onlara baktım. Ancak onların yaptıklarına ne karışmaya niyetim var ne de karışacağım konuların sınırlarını biliyorum. Cavit Kafkas’ı Başkan yardımcısı seçtim. Daha doğrusu bu fikri bana Harun Özçelik verdi. Önümüzdeki seçimlerde Cavit adaylığını koyacakmış. Yeni gelenlerden istekliler varmış. Cavit onları yeni saydığı için hakkın kendisinde olduğuna inanıyormuş. Gerçekten Cavit bizim gibi Edirne Karaağaç’a gelenlerden. Bunu duyunca önce  Fikret Madaralı Öğretmene söyledim, olurunu alınca kendisine duyurdum. Harun’la Salih’in bir üst sınıfta oluşunu bahane edip karşı çıktı ama  inandırarak, herkesin fikrini alarak değişikliği yaptım. Dersliğe döndüğümde konu yeni gelen hemşire. Adını bile öğrenenler var. Gidenlere çok iyi davranıyormuş. “Ne diyerek gidiyorsunuz?” diye sordum. “Sen gitmiyor musun? diye bana sormalarına iyice şaşırdım. “Hasta değilim, neden revire gideyim?”Bunu der demez Arif Kalkan arkadaş, gülerek, “Sahi sen Edirne-Karaağaç’ta hasta değildin ama ikide bir revire gidiyordun, neden gidiyordun?”Ben Arif Kalkan’a bakarken  İsmet yanıt verdi, “Yeni Hayat, almaya!”Arkadaşların bunu anlamadılar ama birileri yorumlarını sürdürdü. Sessiz, sakin olarak bilinen Arif Kalkan  da yanındakilere bir şeyler anlattı. Duymazdan geldim. Olay, onların konuştuğu gibi miydi, yoksa benim sanki bir şeyler varmış gibi tavır takınmamdan mı kaynaklanıyordu?O gün olmadığı gibi bu gün de  kesin bir fikrimin olmadığı bir anı…. Ama Arif’e içimden hak verdim:İnsan hasta olmadan da bazen revire gidebiliyor. Arif sevdiğim arkadaşlardan biridir. İlk günlerden beri arkadaşlığımız sürdü. Edirne-Karaaçaç’ta  revire galiba onu birkaç kez ben götürmüştüm. Yakup’u doktor istiyordu, Yakup yalnız  gidemeyince Arif  beni alır birlikte götürürdü. Durup dururken bunu şimdi neden kurcaladılr?Azıcık neşesiz yattım…. .

 

20 Aralık 1940  Cuma….

 

Nöbetçiyim. Bu nöbet işlerini bir türlü düzene sokamadık. Eskiden Sami Akıncı yapıyordu, beğenmeyince Sami Akıncı’yı suçlayıp boşalıyorduk. Şimdi Yönetici Hüsnü Baykoca kendisi yapıyor. Sınıflar numara sırasıyla sürüyor. Sınıf sayıları değişik olduğu için, her nöbette başka başka insanlarla karşılaşıyorum. Bir ara Hasan Gülümser bir grup yaptı bir iki nöbet onlarla birlikte çalışmıştım. O sıra şimdilerde bozuldu. Bu kez pek tanımadığım çocuklar rastgeldi:Rafet Kurşun, Ali Şen, Necdet Şipka, İbrahim Öznal, Nazmi Üstündağ, Salih Sevilmiş, Raif Kayın, Nuri Altınseven. 6. Sınıf olan Nuri en küçükleri. İbrahim Öznal, sormadım ama en az benim yaşımda. İş söylemeye çekiniyorum. Oysa çok anlayışlı biri gibi davranıyor. Ama ben, onun yaşına bakarak üstüne fazla gitmiyorum. Raif Kayın 15 Hüseyin Serin arkadaşın köylüsüymüş. Raif doğru dürüst Türkçe konuşamıyor. Buranın sınavını nasıl kazanmış, anlayamadım. Neşeli biri ama işe de pek yanaşmıyor. Rafet Kurşun da kaytargan biri. Salih Sevilmiş’e iş yaptırmak için önce çok dil dökmek gerekiyor. Ali Şen ise çok ağır davranışlı biri, “Gitsem mi, gitmesem mi?der gibi iş  sürüyor. Küçük olmasına karşın Nuri ile İbrahim, Nazmi, Necdet koşturup işleri sürdürdüler. Böylece benim nöbetim benimle birlikte  beş kişi desem yalan olmayacak. Öğleden sonra bir ara atölyeye uğradım. Arkadaşlar rafları çakıp dönmüşler. Öteki grup somyaları yerleştiriyormuş. Revir işimiz asıl bugün tamamlanıyormuş. Doktor Sezai Feray gelmiş, çok beğenmiş, zevkle çalışacağız!”demiş. Doktorun zevkle çalışacağız sözüne takıldım:Bir tekerleme vardır tam bilmiyorum ama, adam her sözü yanlış söyler, o sözü duyanlardan sopa yer. “Mezar kazıcılara “Bereketli olsun!”der. Gelin alatyıyla karşılaşınca rahmet okur böylece her sözü sonunda  dövülür……. Doktor Sezai Feray’ın  zevkle çalışacağı yer hastaların yattığı yer. Adam hastalara bakmaktan zevk mi alıyor acaba. ?Ben bunları söyleyince arkadaşlar yüzüme biraz  garip baktılar. İrfan Öğretmen gelince  sözümü gene  söyledim. Öğretmen bana katıldı:Sezai Bey çok dikkatlidir, bu hatayı nasıl yaptı şaştım!”dedi. “O işini zevkle yapabilir, bu onun görev anlayışının bir sonucudur. Ancak bunu  başkalarına söylemesi bence de doğru değildir!”Sonra da öğretmen gülerek, “ameliyat eden cerrahlar da Adamın karnını zevkle yardım, böbreklerini çıkarınsa mutlu oldum, ya da  cellat, herifin kellesini zevkle uçurdum!”türünden konuşmalar olamaz, olmamalıdır. Hele kasaplar?Kasaplara ne demeli?Adamlar akşama dek canlı hayvanları kesip doğruyor. Yorgun argın eve dönünce ya da  arkadaşları  yanına, söz gelimi bir kahveye uğrayınca yaptığı işleri, boğazladığı hayvanları zevkle anlatabilir mi?Arkadaşlar, hem çalışıyor   bir  yandan da gülmelerini sürdürüyor. Onları neşeli olarak  bırakıp mutfağa döndüm. Şaka gibi bir şey, az önce yazdığım dört arkadaş, Nuri, Necdet, İbrahim, Nazmi mutfakta çalışıyor, ötekiler ortalıkta yok. Sordum, hiç birisi nereye gittiklerini bilmiyorlar. Nöbet yönetmeliğimize göre ben çalışanları, kaytaranları, Hüsnü Baykoca öğretmene  bildirmem gerekiyor. Bunu söyledim. Duyurmuşlar, az sonra etrafımda sızlanmaya başladılar. Rafet Kurşun, azıcık  karşı durmaya yeltendi. Bu kez onu uyardım:İşten kaçarsan, seni  rapor ederim, kendini orada savunursun. Ancak bana karşı bir tavır alırsan cezanı ben veririm, kendini yerde bulursun. Yanına gittim, tekrar sordum:Rapor edilmek mi, yoksa yerde yuvarlanmak mı istiyorsun?Böyle bir durumu hiç beklemiyormuş her halde, özür diledi. Konuştuk, üstelik hemşeriymişiz. Annemin köyüne yakın bir köydenmiş. Anlaştık Nöbetimiz oldukça iyi geçti. Akşam yemeğine öğretmenler gelmediği için  yemekhanede biraz gürültü oldu ama bu bizin sorunuz değil, deyip üstümüze alınmadık. Yapılacak işleri tamamladıktan sonra Raif Kayın’la Salih Sevilmiş’e uyarıda bulundum. “Bir daha benim nöbetime gelmeyin!”Salih hiç ses çıkarmadan, cılız bir sesle “Peki!”dedi. Raif çok duygulandı, çalışacağına söz verdi, yeminler etti. kısaca böyle dışlanmaya gönlü razı olmadı. Ağlayacak gibi olunca İbrahim Öznal, araya girdi, “Biz birlikte olursak ben onun için söz veriyorum, birlikte çalışacağız!”dedi. Raif çok sevindi, İbrahim Öznal’ın boynuna sarıldı. Böylece gülerek ayrıldık. Dersliğe gittiğimde konu yarınki Askerlik dersi . Üsteğmen gelir mi gelmez mi?Ben gelmesini istediğimi söyledim. Gelmesin diyenler varmış. Bu kez ben, “Gelmesin demekle olmaz, elinizde bir güç varsa durdurun adamı gelmesin. Durup dururken gelmesin!”deyip bizim kafamızı karıştıracağınıza gücünüzü gösterin. Bunu yapamıyorsanız bari susun!”“Üsteğmeni sevdin!”diyenler oldu. “Üsteğmeni sevmeyenin aklına şaşayım, ondan daha  yumuşak asker olur mu?diye sorduktan sonra bizim köyde, Adapazarı’ndaki komutan için söylenenleri anlattım. Meğer benim duyduklarımı başka duyanlar da varmış:Salih Baydemir, İbrahim Ertur, Ahmet Güner, benzer olayları anlattılar. Generalin adını onlar da biliyormuş:Fikri Tirkeş Paşa ya da Tümgeneral Fikri Tirkeş. . Eğer anlatıldığı gibi sertse, demek öyle subaylar da var!Bunlardan biri bir gün bizim başımıza  neden gelmesin?Askerlik kitabımı açıp rasgele bir yerden okumaya başladım. Gerçekte askerlik kitabının konuları anlatışı bile askerce. Hep yapılır, edilir, yaptırılır, ettirilir. “Düşmanın büyük güçleriyle bir küçük birliğimiz temas kurmuşsa, kayıpları olabildiğince azaltmak amacıyla birlik, düzenli bir şekilde geri çekilir!” “Bozulmaya başlamış düşman birlikleri, gözlem altında tutulur, toparlanmasına meydan vermeden kıskaca alınır!”Bu sözler sanırım düşman okullarında da okutulmaktadır. Babamın anlattığına göre Balkan Savaşı’nın en büyük  çatışması bizim Lüleburgaz kuzeyindeki Saranlı ovasında olmuş, Abdullah Paşa komutasındaki koca Osmanlı ordusu, birkaç saat içinde  düzenli Bulgar güçleri karşısında tarumar edilmiş. Buna karşın  bir yıl bile geçmeden, Enver Paşa komutasındaki iki tabur asker Edirne’yi bir gecede kurtarmış. Belli ki “Yapılır, edilirden çok, nasıl yapıldığını doğru kestirip direnci o noktada toplamak  türünden akıl yollarını yoklamaya gerek var. Özellikle Atatürk’ün savaş sürecinde yaptıklarının bu konuda  sonsuz bir öğretici tarafı bulunduğu bunun en güzel kanıtır. Ben böyle düşünürken dalıp gitmişim. Konuşmalara dönünce baktım ki arkadaşlar  tartışmayı sürdürüyorlar:Binbaşı mı gelsin üsteğmen  mi?Nedense ben Üsteğmen taraftarıyım. . Bunu da düşündüm:Binbaşıdan çekindiğim için değil, Üsteğmene özel bir yakınlık duyuyorum. Bunun nedenini de kendime göre bulmuş gibiyim. Üsteğmenin adı bana oldukça  yakın geliyor. Annemin kardeşi Zühre teyzemin eşinin adı Muhittin. Muhittin, Selahattin adlarını benzeşik   buluyorum. Sanırım baba adını andırdığından olacak yeğenim İsmet’te Üsteğmenin gelmesini istiyor. . Ben ayrıca başka bir olayın da etkisinde kalmış durumdayım. Köydeki kahvemizde yıllardan beri bir şakalaşma konusu vardır. Bu şakalaşmada birinci kişi de  Ali Ağabeyimdir. Aynı zamanda kahveyi işleten durumunda olduğundan müşterilerle iyi ilişkileri şaka hoşgörüleri içinde bu  tartışmalara usanmadan yanıt vermeye çalışır. Konu askerlikle ilgili olduğu için çok kimse zaman zaman dolaylı da olsa  anımsatır, tartışma yeni gibi  bilmem kaçıncı kez ortaya dökülür. Ali Ağabeyim 1315 doğumludur. Kurası askere alındığında  tam gelişmediği öne sürülerek ilk celpte askere alınmamıştır. Bu erteleme o günlerin anlaşı içinde  iyi karşılanmamıştır. Yaşdaşları askerde Ali Ağabeyim, köyünde. Üstüne üslük 1315’liler için bir de türkü yakılmıştır. “Ey On beşli on beşli-Tokat yolları taşlı-On beşliler gidiyor-Kızların gözü yaşlı…. diye sürer gider. Ali Ağabey köyde kaldığına göre  arkasından yaş döken yoktur. Takılan şakacılar bunu ön sürerler. Dahası, gramafon plakları arasında bulunan bu şarkıyı özel olarak çaldırırlar, kahkahalarla da gülerler. Gerçekte Ali Ağabeyim ikinci celpte asker olmuş, oldukça da uzunca bir süre askerlik yapmıştır. Ancak Ali Ağabeyin için bu süreçte de bir sansızlığa uğramış, bunun için de  şakacıların diline düşmüştür. Mondoros ateşkesinden sonra köye dönerken, Yunan işgaline karşı birlik oluşturan Trakya savunma gücüne katılmış, ilk gönüllülerden sayılarak başkomutan Cafer Tayyar Paşa yakından görev almıştır. Köyümüzden, bir  başkamutan yakınında bulunmak onurunu yakalamışken ağabeyim başka bir şanssızlıkla karşılaşmıştır. Bilindiği gibi Cafer Tayyar Paşa, bir  Yunan baskının sonucu yakalanmış, tutuklu olarak Yunanistan ‘a. götürülmüştür. Ali Ağabeyim de bir çok arkadaşı gibi, örgütlü Yuan kuvvetleri karşısında geri çekilmek zorunda kalmış, sonunda  Bulgaristan’a sığınmıştır. Bir yıllık ayrılıktan sonra yurda dönmüş, bu kez işgalci Yunan güçleriyle  bölgesel çatışmalara katılarak görevini yapmıştır. Ancak gerçek olayın şakacılar dilinde pek önemi yoktur:Onlar tutturabildikleri yerden girip güldürülerini sürdürürler. Ali Ağabeyim  bu kez koskoca Cafer Tayyar Paşa’yı Yunan askerlerine teslim etmekle suçlanır. . Defalarca dinlediğim, her dinledikçe olaya değil de insanların aynı konuyu gene gene konuşup gülüşmelerine ben de katılırdım. Bu takılmalarda Onbeşliler şarkısında tanıdığım yer  olan Tokat Selahattin üsteğmenin  memleketi olduğunu duyunca, bana tanıdık gibi geldi. Askere gidenleri, gidenler arkasından söylenenleri, ağlayanları, söylenen şarkıları duyar gibi oldum. Olanlar, bizim köyde de  yapılmaktadır. Üsteğmenin  memleketi olan Tokat’la, adı beni ona ısındırdı. Kendimce bunlara bir üçüncü neden  daha ekledim. Binbaşı ile aramız düzelmiş durumda ama, her zaman bir hata yapabilirim;bu kez  bunu onarmak çok daha zor olabilir. Bu nedenle  arkadaşlara açık açık söyleyeceğim:Ben gönlümden  Selahattin Üsteğmenin gelmesini istiyorum… Yat zili çalarken bu kez Hüseyin Orhan geldi:”Mein lieber Freund, ich geche nach bettzimmer!”Duraksadım, sözcükleri tane tane sıraladım”İch verde gechen!”Hüsnü  Yalçın güldü. Anladım ki yanlışım var. “Olsun!”deyip yürüdüm…. Gideceğim demekle, ben de gideceğim, farklı, anlıyorum ama birden toparlamak  da  elimde değil…. . Gülüşerek yattık. Kendi kendime kim gelirse gelsin, ben dikkatlice kalkıp, bellediğim yerde “Dikkat!”çekeyim, yeter. Binbaşı benden bunu istedi. Üsteğmen ise  gayet anlayışlı, “Binbaşımın koyduğu kurallar benim için yeterlidir, alıştığımızı sürdürelim!”deyip bir bakıma beni özgür  bıraktı. Bir de yarın Halkevi’ne uğrayabilirsem  çok mutlu olacağım…. .

 

21 Aralık 1940  Cumartesi…. .

 

Sıra arkadaşım Halil Basutçu nöbetçi. Halil  geçen ay nöbet tutmamış. Nasıl olduysa kendi nöbet günü Namık Öğretmen ellerindeki önemli işler için nöbete rastlayan günde izin almış. Sonraki günlerde de kimse arayıp sormayınca sırası geçmiş. Gülerek bana, “Ben nöbeti unuttum, neler yapağım?”diye sordu. Eskiden zaten bir birimizin nöbetlerinde hep birlikte çalışıyorduk. Gene birlikte gittik. Halil’in nöbetçi  grubunda çok çalışkan çocuklar var. Çoğunun adını bilmiyorum ama, çalışkanlıklarını temsil olaylarındaki çabalarından tanıyorum. Mürsel Dilek, Mehmet Aydemir, İsmet Özcan, Alpullu’dan beri tanıdığım Mehmet Yüce, Mehmet Özeren, Rüştü Güvenç, Gülsüm Dinçer…Halil, “Sen kimseyle konuşmadığın halde bunları  nasıl tanıyorsun?”diye sordu. Bencilliğim üstümdeydi, “Benim konuşmama gerek yok, onlar gelip benimle konuşuyorlar, böylece anlaşıyoruz!”dedim. Halil, gene de  konuştu:”Senin akordiyon, işe yaradı!”dedi. Ben susmadım;akordiyon değil, müzik çok işime yaradı…. Çocuklar arı gibi, Halil’i de hepsi çok iyi olarak tanıyorlar. Halil, Yapıcılık Kolunda en iyi öğrencilerden biri. Namık Öğretmenin yardımcısı gibi. Bu nedenle öteki sınıflar gerçek değerlendirmeleri yapıp hak   edenleri onurlanyorlar. Biz kapı önünde dururken  daha çocukların, kırk yıllık tanıdık gibi, “Halil abi!”diyerek yaklaşımları benim yanılmadığımı kanıtladı. Zil çalınca  bizim masada siftahı ben yaptım. Geçen cumartesinden bu yana ilk çayı içiyoruz. Üç çorba, üç pekmez bir de çay. Aşçı başı muştuladı, “Yakında, elimizde şeker oldukça hoşaflara  başlayacağız. “Ne hoşafı?”Üzüm, incir, ahlat, erik, kayısı…. İyi mi, kötü mü?Kendi kendime düşündüm:Evimizde her şey var gibi görünüyordu ama günlük olarak ben ne yiyordum?Düzensiz yeme-içme. Sabahları kaçamak başlıca kahvaltı yiyeceği idi. Oysa şimdi önüme koysalar bakmam bile. Pekmez en sevdiğim tatlı sayılırdı. Burada ise burun kıvıranlara katılıyorum. Ayrılırken Halil’e söyledim, Binbaşı ya da Üsteğmenin geldiğini görünce bana haber iletecek. Dersliğe gittim daha sıraya oturmadan Rüştü Güvenç geldi, “Abi Üsteğmen geldi!”dedi. Rahatladım, yerime oturdum. “Halil olmayacağına göre, bugün sıra benim!”deyip yayıldım. Nerden aklına gelmiş, İsmet başıma dikildi, “Dayı, bugün yanına gelebilir miyim?”deyip sıranın kenarına ilişti. Toparlanıp kapıya koştum. Derslik kapısı koridora açık olduğu için gelen rahat görülüyor. Üsteğmen beni, görünce gülümsedi. Neden gülümsedi ise gülümsedi ama bu bana dokundu. Onun istediği gibi durmuş olmayabilirim. Bu onun için güldürücü sayılabilir. Böyle düşünürken Üsteğmen yakınıma dek geldi. Birden heyecanlandım, toparlanıp “Dikkat, hazırol!”diye bağırdım. Üsteğmen, hemen önümde  arkadaşlara dönüp ökçelerini sertçe vurarak “Günaydın arkadaşlar!”dedi. Eliyle arkadaşlara oturmalarını işaret etti sonra  öteki elini omzuma koyarak bana, “Askerlik, istenirse kolay öğreniliyormuş. Bak usta asker gibi tekmil veriyorsun!”dedi. Söyleyecek bir söz bulamadım. Sustum. Bir yandan da susmam gerektiğini düşünmeye çalıştım. Uzun bir zaman geçmiş gibi duraksadım. Elini omuzumdan çekerken teşekkür etti, yerime oturmamı söyledi. Şaşırdım:Bana o kadar uzun bir zaman geçti gibi geldi ki arkadaşların kıkır kıkır gülmelerini bekliyordum. Hiç gülen falan olmadı. Üsteğmen gene savaş haberleriyle söze başladı. Almanya, sessiz sedasız, Romanya’yı yutmuş, Bulgaristan zaten yutulmak için kendisi hazırmış. Yugoslavya, iç karışıklarla güçten düşmüş. Az daha yıpranınca o da Almanya’ya “Gel, beni kurtar(!)”diyecekmiş…. Üsteğmen geçmiş günlerden daha yumuşak, daha bilgiç bilgiç gibi konuştu. Sözü bir ara bizim okullara getirdi. “İsterseniz kendinizi çok iyi yetiştirirsiniz:”Okulumuz kırda kurulmuş, sinemaya gidemiyoruz, cumartesi ya da pazar günleri çarşı-pazar dolaşamıyoruz!”diye sakın üzülmeyin, öğretmen olunca onların hepsini doya doya yapacaksınız. Önce başarılı bir meslek kazanma ondan sonra hepsi arkasından gelecektir!”dedi. Kendinden örnekler verdi. Lisede olduğu gibi Harp Okulu’nda da yatılı okumuş, hafta tatillerinde bir çok arkadaşı gibi evci çıkamamış. Evci çıkan arkadaşları pazartesi günleri okula dönünce gördükleri filmleri ballandıra ballandıra anlatınca bir süre  üzülmüş ama, anlatılan filmlerin sinema sinema dolaşarak yıllarca gösterildiğini sezinlemeye başlayınca bunun bir sorun olmadığını anlayıp onların yerine okulda  ödevlerini yaparak komutanların takdirini almanın yararlarını görmüş. Hele filmleri  anlatanların hafta içi derslerde çektikleri sıkıntıları duydukları azarları, yıl sonlarında başarısızlık korkuları içinde kıvrandıklarını zamansızlığını iyice anlamış. “.tekrarlıyorum. Sakın okulumuz  eğlence yerlerinden uzakta diye  sızlanmayın, şehrin ortasında bile olsanız te bol zamanınız var. Ayrıca bir sanat öğreniyorsunuz. Bu  gene bir  düzen içinde gezmek, eğlenmek zorundasınız. Size iyi çalışmak için bol zaman gerekli. İş sizler için büyük bir kazançtırgördükçe gezip tozmanın, sinemanın, tiyatronun ya da benzer eğlencelerin!”Bu nedenle aynı övütleri sizlere de Zil çalınca her zamanki gibi Üsteğmen sözünü kesip gitti. Üsteğmenin zillere  uyarak gelip gittiğini bildiğimiz için teneffüslerde zorunlu olmadıkça çıkmıyoruz. Kapı karşısında oturanlar karşıdan çıktığını görünce uyarıyorlar, toparlanıyoruz. Üsteğmen bu  düzenli durumdan  hoşnut, bizim her zaman böyle olduğumuzu sanıyor. Oysa öteki derslerde durum çok başkalaşmaktadır. Hiç değilse Üsteğmene karşı  tutarlı tavırlarımız sınıfça azarlanmamızı önlüyor. Arkadaşlar birkaç kez sözünü etti:Mehmet Yücel arkadaşın deyimiyle “Sınıfça papara yemediğimiz tek öğretmen  Selahattin  Üsteğmen, onu bari düş kırıklığına uğratmayalım!”Kendi kendimize kesin söz verdik. Üsteğmen, ordumuzun subay kaynaklarını, ortaokullardan başlayan askeri okulları anlattı. Konya-Bursa-Erzincan, İstanbul-Ankara illerinde askeri öğrenci okulları olduğunu, bunlardan ortaokulları bitirenlerin liselere sıçradığını, liseleri bitirenlerin Harp Okulu’na geçtiğini, Harp Okulu’nu bitirdikten sonra sınıflara ayrıldığını, ancak Deniz Kuvvetlerinin İstanbul’da ayrı okulu bulunduğunu anlattı. Harp Okulu’ndan sonra. Kıtada başarılı olanların seçilerek Kurmay  Okuluna  girdiğini, bunların başarılıları orduda  üst kademelere yükseldiklerini söyledi. Bu kez ben,

Yedek Subay olarak askerlik yaparsak, orduda  subay kalıp kalamayacağımızı sordum. Üsteğmen:”Vay, vay!”dedikten sonra gülerek, “Birkaç saat çavuşluktan sonra askerliğe heveslenmekte  aceleci olma;askerliğin görünmeyen zorlukları da vardır!”dedi. Askerliğin zorluklarını sıraladı. “Asker belli bir yerde kalamaz, asker istediği gibi giyinemez, gezemez, tozamaz, mal-mülk sahibi olamaz. Bunlar  çok insanın idealleridir. Askerin ideali ise ömrünün yarısını emir almakla, şansı olursa öbür yarısını da emir vererek geçirir!”bunu ne anlama geldiğini örneklerler açıkladı. Bu zorluklara karşın insanlar askerliği sevip seçiyorlar, sizden birileri de seçebilir. Yedek subay bulunduğunuz  sırada iyi sicil alırsanız, kıtada kalabiliyorsunuz. Bundan sonraki süreç öteki subaylar gibi sürmektedir. Ancak kalanların  bir bölümü kısa bir sürede gene sivilliğe dönüyor, bunu da bilesiniz!”Üsteğmen sözünü bitirince başka soracağınız var mı?” dedi. Kadir Pekgöz, Rüştü Akın Paşa’yı tanıyor musunuz?”Üsteğmen gülerek, “Askerlikte rütbeler, aşılması zor engellerdir. Bu nedenle bir Üsteğmen ya da Yüzbaşı Orgenerali tanıyamaz, “Tanıyorum!” da diyemez. Ancak onun kim olduğunun, ne görevde bulunduğunu bilir;bu kadarını söyler. Rüştü Akın Paşa Jandarma genel komutanımız, onu sen nereden tanıyorsun? Binbaşılığa yükselmeden o sınıfa giremezsin. Rüştü Paşa’ya da güvenme, o zaten emekli olacaklar arasın da!”. Üsteğmen Kadir Pekgöz’e sordusordu. Kadir Pekgöz, “Bizim köylüdür!”deyince Üsteğmen Kadir Pekgöz’e Rüştü Akın Paşayı nereden tanıdığını sordu.Kadir,köylüsü olduğunu söyleyince de Üsteğmen gülümseyerek: ”Sakın sakın orduda kalmak istiyorsan jandarmayı düşünme!”deyişini pek anlayamadım.Üsteğmenin tatlı  tatlı anlatışlarını dinlerken bir sıkıntılı dersimi atlattığıma sevindim. Soruyu soran bendim ama galiba askerlikte kalmayı da  düşünecek en son kişi ben olacağım. Üsteğmen, bir çok subayların rahat yapamadığı  yığınla olumsuzluklar saydı. Bence en önemlisi olan evlenmeyi ya unuttu ya da çok önemli olduğu için değinmedi. Subayların evliliği de başlı başına  bir sorun. Geçen yılki Beden Eğitimi öğretmenimiz Rukiye Dökmen bir subay eşiydi. Eşi nerede  o da orada. Öteki subayların evlileri de böyle. Yeğenim İsmet’in ablası, benim yaşdaşım Ayşe bir  subayla evlendi. Damadın birliği  kendi köydeyken iyiydi. Birlik, Edirne-Süleoğlu Bulgaristan hududuna gitti. Ayşe’nin çocuğu olunca  çaresiz, Muhittin Eniştem gidip getirdi. Yıllarca  bu sorun yaşandı. Bu kez birlik Adapazarı’na  çekildi. Daha sonra da damat doğuya atanınca Ayşe kurtuluşu ayrılmakta buldu. Sanırım subaylıkta en önemli sorunlardan biri de evlilik olayıdır. Bu nedenle olacak, Üsteğmen buna yer vermek istemedi…Son olarak:”Bu kısa bilgiler, birikerek sizde askerlik konularını biliyor düzeyine getirecektir. Öğrendikçe karar vermekte zorluk çekmeyeceksiniz. !”derken zil çaldı. . Üsteğmen güler yüzle ayrıldı. Biz de oldukça  rahat derslikten çıktık.

Hava güneşli ama sertçe bir esinti var. Bayrağı hazırladım. Hüsnü Baykoca Öğretmen odasında yoktu. Büyük kapı önünde beklerken geldi, köyden iyi haberler alıp almadığımı sordu. Ben, bizim ailenin durumunu anlattım. “Hep öyle hep öyle!”diyerek beni teselli etti. Elini ağzına tutarak, “Söz aramızda kalsın, yiyeceklerde kısıtlama için bize de uyarı gelmeye başladı!”dedi. Yüksek sesle Kamber Amcamın çoktandır uğramadığını söyledi. Ben göndere indim. Üsteğmeni görünce bir başka oldum, gerildim. Bana bakacağını bildiğim için dimdik durup komut dinledim. Hidayet Öğretmen komut verince bir çekişte bayrağı yerine  gönderdim. “İşim burada bitti!”deyip rahatladım. Çocuklara baktım, herkes başka başka şeyler konuşuyor, itişip kakışıyorlar. Bana bakanlar var. Belki de onlar, benim bu işi yaparken  hiç sıkılmadığımı sanıyorlardır. Oysa alkdanıyorlar.

Öğle yemeğinde nihayet bir tatlı gördük, revani…. Salih Baydemir sinirlendi. “Bir karavana helvamız var, revaninin sırası mı?”. Hemen karar verdi, bu gün helva  alımı yarıya inecek!”Arkadaşlar gülüyor. “Salih Baydemir, Helva Tüccarı!”Kazım Usta ile anlaşmamız, saat 14-oo. Bugün Fikret Madaralı Öğretmen gelmeyecek;alış-verişimiz de az. Salih, Harun üçümüzüz…. Ben, “Köyden gelen var mı? gelen olursa biraz konuşup oyalanırım, diyerek ayrıldım. Düpedüz  atlatmaydı bu. Dağlı Hasan Amcaların dükkanında oturdum. Aslında saatin  gelmesini bekliyorum. Halkevi salonu saat 15-oo de açılıyor. Harun’la Salih oradan geçtiler. Dükkandaki insanları benim köylüler sanıp, “İyi, aradıklarını bulmuşsun!”dediler. Saat gelince sıvıştım, doğru Halkevi salonu. Musa akordiyonu bir çocuğa takmış ders veriyor. Çocuk daha tuşları tanımıyor. Komutan çocuğuymuş. Az sonra çocuğu bekleyene teslim etti. Musa piyano da çalıyormuş. Musa Kurken kadar güzel çalamıyor ama çok övüngen. Bana göre dans parçalarını iyi ezberlemiş, onları gürültülü bir şekilde çalıyor. Baslar üstüne hiç konuşmuyor. Basları sordum, “Sol elini neye göre basıyorsun?Az duraksadıktan sonra, “Sol elimi çaldığım parçanın temposuna göre kullanıyorum, sen  de öyle yap!”deyip savuşturdu. La Komparsite’yi, La Polama’yı, Çok Ağladım, Martılar, Hatırla Margarit, TikuTiku, Karmen Silva’yı  çaldı. Danslı toplantılarda en çok çaldıklarından ikisi Hatırla Margarit’le Martılar’mış. Karmen Silva’nın notası bende var. Musa çalınca hoşuma gitti, Tuna Dalgaları gibi bir vals. Musa bu kez bir başka vals daha  çaldı, Dalgalar Üzerinde. Sevdiğimi söyleyince, geri getirmek üzere notasını bana verdi. “Geldiğinde ben bulunmazsam ona verirsin!”diyerek çaycı çocuğu gösterdi. Çaycı beni tanıyor. “Üzülme abi, getirmezse ben gider alırım, bisikletim var, yabancımız değil!’dedi. Kağıdı aldım, Über Welle yazılı, üstün de çizgili resimler var. Adını Almanca olarak okuyunca, Almanca bildiğimi sanan Musa, “Bunun sözleri de var, istersen sana bulabilirim!”diye tekrarladı. “İlerde sık gelmeye başlayınca!” diye yanıtladım. İzin alıp arkadaşların yanına koştum. Yalancı çıkmamak için de Pazar yolundan Enver Bey Hanı’nın bahçesinden geçip çarşıya çıktım. Arkadaşlar henüz gelmişler, yükleri az, paylaşıp kamyona atladık. Kamyon kapalı ama gene de çok üşüdük. “Kasaba içi bu denli soğuk değildi!”dedim. Salih, “Akşam ayazı abi!”yanıtını verdi. Cavit’le Fevzi bizi bekliyormuş, hemen yardıma koştular, işbölümlerine göre  yükümlülüklerini yerlerine getirdiler. Cavit’in çalışkanlığını Alpulu günlerimizden bilirdim ama Fevzi Üner de andan geri kalmayacak çabalar içinde. Bunu Hasan Üner’e anlattım. Soy adı benzerliğinden tahmin etmiştim ama, gerçekten de  akrabalıkları varmış. Hasan da çok çalışkan. İşlerde güçsüzlüğünden kaynaklanan bir çekingenlik olmakla birlikte iyi niyetli. Fevzi de pek öyle ahım şahım güçlü biri değil ama, öyleymiş gibi atak. Akşam yemeğinden sonra, Üst kat salonda toplanıldı. Yılbaşı için salt eğlence  yapılacakmış. İki saat süre için her sınıfa 20 dakikalık  zaman düşünülmüş. (8. sınıf 20, 6. sınıf 20, 7. sınıflar 60 dakika dolduracak, 3 şube 20’şer  dakika. )20 da  ortak mandolin topluluğu çalacakmış. Buna da çok sevindim. Böylece her  toplantıya katılma zorunluluğunu aşmış oldum. Çocuklar üzüleceğimi sanıyorlarmış, sevindiğimi görünce onlar da sevindiler. Hasan Gülümser beni savunda, “Abi çalmak isterse kendi sınıfı arasında  gene çalar!”dedi. Ben gerçekten sevindim. Çünkü bu kez çok isteksizdim. Kendi sınıf arkadaşlarıma ise asla çalmam. Ancak bunu söylemedim. Konuşmalar kısa sürdü 28 cumartesi gecesi genel bir prova yapılacak 31 Salı akşamı uygulanacak…. . Böylece bir yükten kurtulmuş olum. Gene de bir  sıkıntım var:Bizim arkadaşlar ne yapacaklar?Ya onlar beni sıkıştırırlarsa!”Dersliğe döndüm. Benden sonra Rafet Topuz’la Tevfik Uğurlu gelip arkadaşlarla konuştular. “Programın 20 dakikalık süresi size ayrıldı, nasıl isterseniz öyle doldurun. Tüm arkadaşlar sizden bunu bekliyor, o gece de o saatte bekleyecekler!” Onlar ayrılınca bir tartışmadır başladı. “Kim sardı başımıza bu belayı, eğlence bizin neyimize?Biz köçek miyiz çıkıp oynayacağız?Bir grup böyle abuk subuk konuşurken bir grup da kendi aralarında bir  tasarı hazırlamışlar. Onlar sessizce  konuşurken ötekiler duymamış olacaklar, işi iyice azıtınca Sami Akıncı böyle konuşuyorsunuz. Oysa çalışma zamanlarında çalışanlara engel olmak için yaptığınız şaklabanlıkları, beğenmediğiniz tiyatrocular bile yapmaz. Eğlence düzenleyen çocuklar da insan, gülmek birkaç saat güzel vakit geçirmek istiyorlar. Kendi yaptıkları gülünç olursa gülecekler, öğretici bir şeyse ondan bir pay çıkaracaklar. Bunun soytarılıkla ne ilgisi olabilir ki?”, dönerek”Vay siz mi söylüyorsunuz bunları? Çalışmaya yönelik bir zorlama  olunca hep Sami daha başka şeyler  söylemeye hazırlanırken, Bekir Temuçin “Sami Ağabey, bir dadika!”dedi, tasarladıklarını okudu. Sami. Akıncı, “İşte böyle, bunları ben söylemiyorum. İçimizde birileri hep istediklerinin olmasını bekliyorlar. Oysa ortalıkta istekleri de yok. . Sami Akıncı’nın çıkıştığı grupta yakın arkadaşı  Mustafa Saatçı da vardı. Mustafa Saatçı, Bekir Temuçin’den önce, “Benim bir isteğim var!”diyerek Sami Akıncı’nın sözüne gönderme yaptı. “Her birimiz 40 saniye ortaya çıksın  oturanları  gülerek selamlasın, “Allah ömürler versin!”deyip yerine otursun!”dedi. Herkes Bekir Temuçin’in  konuşmasını beklerken Mustafa Saatçı’nın önerisini  duyunca  kırılasıya güldü. Mehmet Yücel duramadı, “İmamdan başka ne beklenir?Ya Allahtan dilek bekler ya da insanlardan sadaka!”Gülmelerin arkası kesilmeyince, bu kez de Bekir Temuçin’le çalışmış olan, Kadir Pekgöz, Mehmet Aygün, Hüseyin Orhan, Yakup Tanrıkulu, Harun Özçelik hep birlikte, Bekir Temuçin’i geri çekerek”Bunlarla  insan karşısına çıkılmaz, ne günleri varsa görsünler!”deyip Bekir’i oturttular. Büyük bir sessizlik çöktü. İsmet konuşmalara katılmayanlardandı bana, “Dayı, ben bir oyun biliyorum onun havasını çalar mısın?”dedi. Bilmediğim, duymadığın oyunun havasını çalamayacağımı söyleyince, “Bizim köyde çok oynanır, mutlaka duymuşsundur!”deyince sordum;”Nasıl bir hava, azıcık mırıldan!”? İsmet  hazırmış, söylemeye başladı:”Ana mari a na, diksena donumu-kıvırayım sana-çifte telli oyunu…!”. Gerçekten bu çok duyduğum bir Roman türküsüydü. Ancak arkadaşların  kahkahaları arasında söz duyurmak olanaksızdı, sustum. Sesler kesilince İsmet’e “Tamam, senin  hatırın için çalarım. Ancak bu oyun kimin adına olacak?” diye sorunca iş gene karıştı. Yat zili tartışmayı kesti. Bakalım yarın nasıl bir sonuç alınacak?Yatınca gene bunu düşündüm:Neden anlaşamıyoruz?Oysa  20 dakikalık kısa zamanda güzel şeyler ortaya koyacak beceride arkadaşlarımız var. Ahmet Güner güzel türküler söyleyebilir, Yakup Tanrıkulu güzel oyun oynayabilir. Mehmet Başaran kendi yazdığı şiirleri okuyabilir. Abdullah Erçetin çok güzel şarkılar söylüyor, neden iki şarkı söylemesin?. İsmet, Sami  güzel fıkralar biliyorlar, anlatsalar iyi olmaz mı?Hele Mehmet Aygün’ün öğretmen taklitleri görülmeye değer. Öteki arkadaşların da isteyince yapacakları birşeyler kesinlikle var. Böyleyken  uzakta kalmaları anlaşılır gibi değil. İşin ilginç yönü kendileri istemedikleri gibi arkadaşlarının da girmesini istemiyorlar. Ben önce bu tür yan çizmeleri doğru anlayamamış, bana karşı bir tavır sanıp zaman zaman üzülmüştüm. Daha Edirne-Karaağaç ilk günlerinde özellikle matematik, Türkçe derslerinde başarılı olmak için çırpınırken birileri bu çırpınışları alay konusu yapmaya kalkışır, kimi zaman işi tartışmaya  dek sürdürürlerdi. Ancak onlardan güçlü oluşum, üstelik  çekinmeden işi kavgaya döküşüm  giderek gözlerini korkuttu. Sonraları da derslerde benden çok gerilere düşmeleri aramızdaki  cebelleşmeyi onlara kaybettirdi. Daha sonraları akordiyon olayına  dil uzatmaya kalkıştılarsa da buradaki başarım da seslerini kıstı. Ancak onların bu davranışları bir ölçüde benim inadımı biledi. En küçük bir olumsuz tavırda neden araştırmadan kendimi birilerinden ayrı tutabiliyorum. Bunların sayısı gerçekte çok değil. Ancak onların şerrinden çekinip de susanlar olunca  sayıları kabarmış görünüyor. Bu kez  biraz sıkışmış durumdalar. Sami Akıncı’nın kendi yanlarında olmaması sanırım canlarını iyice sıktı. Ancak ben Sami Akıncı’nın da uzun süre onlardan ayrı kalacağı inancında değilim. Sami Akıncı, hep böyle yapıyor.

 

22  Aralık 1940 Pazar. .

 

Yatak komşum, aynı zamanda atölye arkadaşım Hüseyin Orhan nöbetçi. Kıpırtısından uyandım. Yatarken Almanca söz düşünüp karşılıklı tekrarlıyoruz ama sabahları çoğunlukla, “Guten Morgen!”demekten başka  söz  bulamıyoruz. Ömer Uzgil Öğretmen zamanında okuduğumuz derslerin birinde Orhans Zimmer adlı bir parça okumuştuk;birden anımsadım. Dieses Bild zeigt Orhans Zimmer. . Das ist Orhans Aufgabenheft. . Unter dem Bett lieg Orhans Hunt. Orhan birden renklendi, eliyle”Sus!” işareti yaptı. Sustum ama  nedenini bilemediğim için de nedenini öğrenmek istedim. Dışarı birlikte çıkınca Orhan anlattı. O parçayı okuduğumuz günlerde bir henüz ikili ranzalarda yatıyorduk. O zaman da numara sırasıyla yattığımız için Orhan gene üstte, arkadaşı Kadir Pekgöz alttaki ranzada yatıyormuş. Parçayı okuğumuz günler öteki parçalarda olduğu gibi  kimi tümceleri ezberleyip tekrarlıyorduk. Mustafa Saatçı Almanca’ya pek  sevimli bakmayan arkadaşlarımızdan. Ezberlediği birkaç tümceyi tekrarlar durur. Bu parçadan da  Unter dem bett lieg Orhans Hund tümcesini ezberlemiş, aklına geldikçe  tekrarlıyormuş. Bir akşam Orhanların ranza önünden geçerken de tekrarlamış. Orhan anlamını falan düşünmeden, Mustafa Saatçı’nın tekrarlayışına gülmüş. Ancak alt ranzada yatan Kadir Pekgöz , bu sözün kasıtlı sönlendiğini, kendisi köpek yerine konduğunu, En iyi arkadaş bildiği Orhan’ın da buna güldüğünü öne sürüp işi  dargınlığa, konuşmamaya kadar götürmüş. Uzun süre sonra  karşılıklı özürler, açıklamalar yapılarak durum normalleştirilmiş. Kadir gene  Orhan’ın altında yattığından, bu olay anımsanmasın düşüncesiyle benim rastlantı sözlerimi kestirmiş. Güldüm ama kafama takılanı da söyledim:Bu tümcede Kadir’e dokunacak bir anlam yok. Orhan’ın köpeği yatağın altında yatıyor. Altında yatan Orhan’ın köpeği, ya da  köpeği Orhan’ın yatağı altında yatıyor, anlamlarını çıkarmak biraz saçmalamak. Orhan, “Öyle ama  insan alınganlık yapınca kendine göre  çevirebiliyor!”Ben bu olayı ya duymadım ya da unuttum. Ancak başka sözlerin de kimi arkadaşlar tarafından kendilerine hakaret olarak kullanıldığını öne sürmüştü. . Neyse, şimdi Almanca dersi boş geçiyor, kimse gocunmasın. Biz de bir hevesle bir kaç sözü tekrarlıyoruz;ne kadar sürer bilemeyiz!Kahvaltıda bir  yeni haber:Bulgaristan Yunanistan’dan Balkan Savaşında  kaptırdığı yerleri geri istiyormuş. Bulgaristan istediği yerleri aslında Osmanlı   İmparatorluğundan almıştı. Yalnız onları değil, Karadeniz-Midye’den  Meriç Nehri’nin Ege Denizi’ne döküldüğü Enez e uzanan bir  hattın Edirne tarafı hep Bulgaristan’ın olmuştu. Böylece Bulgaristan’ın dilinin altındaki belki de budur. Önemli olan Edirne Öğretmen Okulu Anadolu illerinden birine taşınmış ya da taşınacakmış. Acaba biz de taşınacak mıyız?Taşınırsak, nereye gideceğiz, nasıl gideceğiz? Bir yığın soru. Önce haber doğru mu?Bunu konuşarak dersliğe döndük. Derslikte de aynı konu:Gönderirlerse bizi nereye gönderirler?Oldukça üzüldüm ama bunu yetkili biri söylemediğine göre belki de yanlış bir tevatürdür. Edirne Öğretmen Okulu kaldırılabilir. Binası gerekli olmuştur, bizde olduğu gibi onları da bir başka ile uygun bir binaya yerleştirirler. Benim bu  öne sürdüğüm olasılık bir çok arkadaşın  aklına yatkın geldi. Ancak konuşmalar döndü dolaştı gene  gündeme geldi. Yalandır, uydurmadır derken  Fettah Biricik arkadaşımız  sık sık yaptığı gibi gene bir sav ortaya  attı. “Bu yalanı, onunla bununla mektuplaşanlar ortaya atmıştır. !”Bu sözü tam  duymamıştım, arkadaş bilmiş bilmiş  bir daha tekrarlayınca az duraksadım. İsmet  seslendi” Dayı, bu söz apaçık sana, onunla bununla mektuplaşan sensin, bu onu kastediyor!”Ben öyle olduğunu iyice anlamıştım ama birden parlamak istemedim. Olayın yöneticilere hiç değilse öğretmenlere gideceğini kestirdim. Çok sakin olarak, içinizde  çok mektuplaşanlardan biri olduğumu söylüyorsunuz. Bana gelen mektuplar gizli olmadığı için sizler bunlardan haberdar oluyorsunuz. Sizlere de mektuplar geliyor bunları yalnız siz biliyorsunuz. Aramızda bu bir fark. Öyle sanıyorum ki bir başka fark da ben kime mektup yazıyorsam bir suretini saklıyorum, gelen  yanıtları hemen yanına koyuyorum. Ayrıca mektup yazdıklarım bizim gibi  iki okulda okuyan  iki arkadaşla, biri asker ikisi de okul müdürü olan öğretmenlerim. Mektuplarıma verilen yanıtlarda üç öğretmen de  yazdıklarımdan mütehassis olduklarına yazıyorlar. Matematik öğretmenimiz Ahmet Gürsel Öğretmen iki mektup gönderdi, Ben ona üç mektup yazdım o bana iki gönderdi. Üçüncü mektubunu da bekliyorum. Göndereceğine kesin olarak inanıyorum. Ömer Uzgil Öğretmen bir mektup bir bayram tebriki yazım, bir mektup aldım. Öteki öğretmenim Erzurum-Pulur Köy Enstitüsü Müdürü  ona da bir mektup yazdım, bir yanıt aldım. Bu mektupları hepiniz alıp okuyabilirsiniz. Hiç birisi bizim okulun kalkması, yatması gibi sözler etmiyorlar. İzmir- Kızılçullu’daki arkadaştan aldığım mektupları isteyen arkadaşlara okudum, o mektuplar duruyor, isteyen gene okuyabilir, ona yazdıklarımın birer sureti zarflarımda  saklıdır. Çoğunuzun anımsayacağı gibi bunların böyle yapılmasını Fikret Madaralı Öğretmen hepimize tembihlemişti. Ben bu uyarılara aynen uydum. Gene çoğunuzun anımsayacağı üzere Fikret Madaralı Öğretmen tuttuğum günlük notları da kontrol edeceğim demiş, birkaç kez alıp okumuştu. Ben gene alıp okuyacağını varsayarak notlarımı ona göre tutmayı sürdürüyorum. Aramızda geçen bir çok olaya değinsem bile gerçeğe uymayan bir şeyler yakıştırmıyorum. Yazdıklarım, olmuş olaylardır, söylenmiş sözlerdir. Bu nedenle ben, Fettah Biricik arkadaşın ortaya söylediği sözü, İsmet Yanar’ın  uyası gibi  bana kasıtlı söylendiği  düşünmüyorum. Ancak gene de arkadaşa soracağım, “Bak sözün birileri tarafından böyle anlaşılıyor, mertçe söyle, böyle bir kastın var mı?”Kalktım önce sıraların önüne çıktım, soruyu tekrarladım, “Sana soruyorum, o sözü söylerken beni mi  düşündün?”Fettah biraz korku içinde “Hayır, seni düşünmedim!”dedi. Söz bitti sandı. Oysa ben soruyu değiştirdim. Kastın ben değilsem, sorunu neden sanki benmişim gibi sordun da, arkadaşlarda böyle bir zan uyandırdın?Fettah’a değiştirerek başka sorular yönelttim. 1. Dersler başlayalı beri hiç mektup yazdın mı?2. Son üç ay içinde birden çok mektup gönderen bir arkadaş biliyor musun?Fettah birinci soruya “ Hayır!” ikinci soruya ise “Evet!”deyip beni örnek gösterdi. O bunu söyleyince  yanına  gittim, “İşte şimdi senin kafanı o sıraya vurmam  gerekiyor ama vurmayacvağım. . Çünkü sen  hem bir iftiracı hem de yalancısın. Az önce söylediklerinle inkar ettiğin niyetini şimdi doğruladın. Senin durumunu, sille tokat kavgayla cezalandırmak yeterli değil. Bunu yapmak benim için  hem hak hem de kolay. Ancak senin suçun daha büyük cezaları gerektiriyor. Bunu büyüklerime danışmadan yapmam. Seni önce Fikret Madaralı Öğretmene, sonra da okul yöneticilerine anlatacağım. Onlar beni dinledikten sonra olayı önemsemezlerse ben  kendi yöntemlerimle senden öcümü alacağım. Derslikte  ben konuşurken duran sessizlik sıra  tıkırtılarıyla bozuldu. Ali Önol, ağlamaklı, boğuk bir sesle, bana bakmadan, “Ne yapacaksın, onu öldürecek misin?”dedi. ”Ne o, ölüsünü sen mi taşımak istiyorsun?Ölü taşımak istiyorsan başka bir mezarlığa git, çünkü ben ölümden söz etmiyorum. Bu akadaş bana sözlü sataşma yaptı, bunun karşılığı  olsa olsa gene sözle olacaktır. Beni, yapmadığım bir eylemin içinde göstermeye kalkışan bir yalancıyı öldürüp; başımı derde sokacağımı mı sanıyorsun? İşte senin kafa bu kadar çalışyor. Ben hakkımda küçük bir yanlış anlama olmasın, diye bir sözün anlamsızlığını açıklığa kavuşturmaya  çalışıyorum;sen ölümden söz ediyorsun. Ben mektuplarda yazdıklarımın, notlarıma  geçirdiklerimin, bana yazılanlarda söylenmiş sözlerin ardında durmak için çırpınıyorum, karşımdaki ise az önce söylediği iki söze sahip çıkmıyor. Çıkamıyor ya da çıkmaktan kaçınıyor. İşte anlaşamadığımız budur. Salt bu olayda değil, ilk günden beri sizinle anlaşamadığımız, bundan böyle de anlaşma olasılığı bulunmayan nokta bu:Biz buraya bir şeyler öğrenmeye geldik. Daha çok öğrenmek için çareler arıyoruz. Bu nedenle öğretmenlerin verdiği ödevleri olabildiğince hevesle yapmak istiyoruz, araştırma, inceleme olanağı buldukça konuyu genişletmeye çalışıyoruz. İçimizden birileri ise, “Ne lüzum var buna?Yapmayın böyle şeyleri kardeşim. Bu tür belaları h!ep siz çıkartıyorsunuz yahu, Bu sizin başınızın altından kalkıyor, Gene  sırtımıza bir yük bindirdiniz. Sırası mıydı şimdi bu sorunun?Sen yapmasaydın öğretmen onu unutmuştu!” türünden sözler hep sizlerin, bir bakıma tembel  takımının sözleri. Bu sözler,  gerçekte çalışanları, yıpratan sözler. Fettah Biricik’le bu kaçıncı karşılaşmam oluyor biliyor musun?Açıp notlarımı okuyabilirim, ister misin?Sen de anımsayacaksın, Tarım bahçesinde öğretmenle konuşurken, öğretmenin sorması üzerine köyümde aşılanacak sayısız ahlat ağacı var, aşı uygulaması için yıllarca bana yetecek”dediğim de, dersten sonra Fettah bana, bize ne senin ahlat ağacından diyebilmiştir. Sonra ne olmuştu?Unutmuş olamazsın, ağzının payını alıp oturmuştu. Bu yetti mi? Hayır, Yine tarım dersinde Salih Ziya Büyükaksoy öğretmen Sarımsaklı Örnek Devlet çiftliğinden söz ederken orasını gezdiğimi söylediğim için gene Fettah Biricik, benzer sözü etmiştir:Senin de gezip görmediğin yer kalmamış! gibilerde  iğneleyici bir söz söylemişti. Daha sonra adı geçen çiftlikte gezerken ağzını açıp aval aval bakanlardan birisi olarak onu gözleyince, o günden beri unutmadığım o kötü  sözü anımsatarak  bir ders daha verdimse de  o da kalıcı bir iz  bırakmadı. Çok değil bir  kaç gün  sonra  Yeni Bedir köyü muhtarı okulda beni aramış, buluştuk. Arayanın kim olduğunu soranlara, Kamber Amcam, babamın ablasının oğlu, biz onunla kardeş çocuklarıyız, diyecek oldum. Konuştuğum  arkadaşların uzağından bir ses geldi, “Senin de ne çok amcan var?”Olayı sen de anımsarsın, sonra ne oldu?Ben de düşüncemi söyledim:Benim amcalarım çok, biliyorsunuz amcalar, baba kökenli akrabalardır, buna karşın anne akrabalarına dayı denir. “Benim amcalarıma karşı biliyorum ki senin dayıların kat kat fazladır. Bu, senin tavırlarından kolayca anlaşılıyor!”demiştim. O zaman, arkadaşın çok incindiğini söyleyen sendin. Bundan çok incinen insanın bundan böyle sözlerine daha dikkat etmesi gerekirken, onun yüzünden, bugün de aynı konuları tartışıyoruz. Demek ben, “Pireye kızıp organ  yakmak!”gibi düşünce taşımıyorum. Geçmişteki sözleri bugün tekrarladığım gibi yarın da bu sözleri tekrarlayacağım. Bu zıtlaşmanın bitişi, başlatanın elinde. Onun adına ben bitiriş yapmak niyetinde değilim. Ancak tekrarlar çoğaldıkça   direnç de artacaktır. Bu dirence sonuna dek dayanacak güç gerek. Bu gücün kendisinde olduğunu düşünenler bildikleri yolda yürüsünler!. . . . “Zil çalınca  sözlerimi kestim. , Zilden sonra bir süre  sessizlik sürdü. Arkadaşlar, biri kalksın da biz de kalkalım, der gibi  bir biriyle bakışırken ben elimdeki defteri götürüp sıraya bıraktım. Bu, tüm arkadaşları hareketlendirdi. Neredeyse sessiz bir yürüyüş kolu durumunda  merdivenlere dek yürüdük. Edirne Öğretmen Okulu’nun   göçü olayını öğrenenler olmuş. Kısacası bizim dışımızdaki çocuklar daha sağlıklı haberleştiklerinden gerçeğe daha çabuk ulaşmışlar. . Sayıca çok oldukları gibi, bizde olan o bir birinden çekinme onlarda yok. Varsa bile o denli etkili olmamış. Hiç değilse daha  öylesi bir hava oluşmamış. Masamıza gelenler oldu, sorduk. Konuşanlar, bizim gibi, Edirne Öğretmen Okulu’nun bir yere göçmesini, bizim okulun da  gene bir yere göçeceği gibi varsayımla  karıştırmıyorlar. Onların çoğu göçü bilmediklerinden, gerçekte olayı önemsemiyorlar. Yemekten sonra banyo nöbetimizi  geçirdik. Bir süre kooperatifte  kaldım. Atölyeye gidip akordiyon çalıştım. Karmen Silva’yı zor sanıyordum, bizim İstiklal Marşı’mız gibi başladığını sezinleyip melodiyi kolay benimsedim. Margarit çok kolaymış. Üstelik  temposu hoşuma gitti. Temposu kolay, belli sesler üstünde gezerek  oldukça yaygaralı çalınıyor. Çok çalacağımı sandığım bir  parça kazandım. Gül Nihal de böyle. Sirto, Tuna Dalgaları, Karmen Silva, Hatırla Margarit, Gül Nihal, Çardaş Früstin, 5 no’lu  Macar Dansı, Volga, Komparsite, Lapolama. Çokağladım, rahat çaldığım parçalar. Marştürk’ü de seviyorum ama son kısımların temposu biraz bozuluyor. Bu eğlencede çalmayacağıma sevindim. Çalarsam bunun kendi sınıfımız için olduğu algılanacaktı. İşte bunun olmasını istemiyorum, böyle olmasına  üzülecektim. Şimdi rahatım…Penguenler Adası kitabımı bitirmek istiyorum. Yarıdan sonrasını sevmedim ama, yazarı Anatole France ünlü bir yazarmış, o da Nobel ödülü almış. Bu ödülü  Ana, Dost Toprak, Sarı Esirler kitaplarının yazarı Pearl Buck da almıştı. Fikret Madaralı Öğretmen kısaca bilginiz olsun, Dünyada yayımlanmış o yılın kitaplarını inceleyen İsveç Krallık Akademisi üyeleri yazarın ulusuna bakmadan bu ödülü  bir defa olmak  koşuluyla bir yazara veriyorlarmış. 1901 yılında başlamış, 1914-1918-1935 yılları dışında her yıl bazen 1, bazen de iki kişiye bölüştürülerek, şimdiye dek 39 yazara bu ödül verilmiş. Anatole France, bu ödülü 1921 yılında kazanmış. Benim gözüm ödülden çok yazarın adına takıldı. Anatole ya da Anatoli, bazı kitaplarda  bizin Anadolu yarım adamızın adı olarak geçiyor. Acaba yazar  orada doğmuş biri mi?Bunu soracağım……Penguen Adasında krallık yıkılınca yeni bir Cumhuriyet yönetimi kurulmuştur. İşler  düzeldi sanılırken eski Alca  yöneticilerinden birileri, eski yönetime dönme yolları ararlar. Bu nedenle biraz  zayıf karakterli olan deniz kuvvetleri komutanına bir güzel kadını tebelleş ederler. Ancak başarılı olamazlar. Bu kez başka numaralar dönmeye başlar:Gene güzel kadınlar, gene kadın  peşinde koşarak  makam kapmalar. Uzun süre bu didişmeler sürer. Bir komşu devletle savaşa girilirken büyük olaylar patlak verir. Karışıklıklara karşın ada oldukça  varsıllaşmışsa da sanatsal-düşünsel alanlarda dar kalıplara sıkışıp kalmıştır. Uygarlık yerine yoksullaşan işçiler başkaldırır. Ada giderek çoraklaşır, çoraklaştıkça da vahşi hayvanların  yurduna dönüşür. Avcılar, vurguncular gelir. Toprakları verimli bulup yerleşirler. Kısa zamanda adada gene bir gelişme başlar. Bu kez çiftçiler artar, giderek de büyük çiftlik sahipleri türer. Köşkler, şatolar, kentler oluşur. Kentler  geliştikçe ortaya uygar bir ülke çıkar. Ancak “Tarih bir tekerrürdür!” geçmişte  olan çekişmeler gene başlar, yaşam belli farklar, belli benzerlikler içinde sürer gider……Kitabı okuduğumu tarih öğretmenimiz Selçuk Korol’a da Türkçe Öğretmenimiz Fikret Madaralı Öğretmene söylemiştim. Selçuk Öğretmene yönetim benzerliği bakımından Fransa’nın  1800 yılları öncesi ile  bu tarihten sonraki  toplumsal  değişimlerine benzemesini, Fikret Madaralı Öğretmene ise yazarıyla ilgili bilgi edinmek için  duyurmuştum. Nitekim bu  danışma sonucu Nobel Ödülü olayını  bir ölçüde Fikret Madaralı Öğretmenden  öğrendim. Yol yapımlarında kullanılan  patlayıcı dinamiti bulan bir mühendis bu buluşu nedeniyle çok para kazanmış. Ancak buluşu yüzünden de yüzlerce insanın ölümüne neden olduğuna da görmüş. Bir yandan  bol para kazınıp sevinirken bir yandan da bu ölümleri acısını duymuş. Bu acılkı duruma özellikle yaşlandıkça  daha çok üzülmeye başlamış. Sonra da kazancının bir bölümünü ödül olarak başarılı bilginlere, yazarlara verilmesini istemiş. İsveç Krallığı bu olayın düzgün gitmesi için kurallar koymuş; kırk yıldır bu kurallar içinde dağıtılan ödüllerden birisini de  bu kitabın yazarı  Anatole France almış. (Anatol Frans okunur. )…………

Kitabı bitirip arkama yaslanınca önümdeki  arkadaşlara  bir göz attım. Sami Akıncı, Hasan Üner, Hüsnü Yalçın, Emrullah Öztürk, Mehmet Aygün, Mehmet Başaran dışında herkes bir biri ile konuşuyor. Halil sağımda bir plan çiziyor. Daha doğrusu bir planı büyütüp küçültüyor. Sanırım Namık Ergin Öğretmen  ödev olarak vermiş. Ama arkadaş bu konuda açıklama yapmayı doğru bulmaz. Sorsam bile  tam beklediğim biçimce yanıt alamayacağımı bildiğim için  merak etmedme karşın sormam. Ben benzer bir işle uğraşırken görse  o da benden sormaz. Sıra arkadaşıyız ama bir birlerimizin işlerini  pek  izlemeyiz. İzlediğimiz zaman da bunu izlediğimizi de kesinlikle duyumsatmayız. Böyle daha iyi oluyor, diye düşünüyoruz. Bu konuda ben biraz daha vurdumduymazım. Arkadaş kimi zaman “Akordiyon nasıl gidiyor?” der. Ben de “Akordiyona kalsa  durduğu yerde duracak ama  omuzlayıp körüklüyorum, içi hava dolunca dilleniyor!”diyorum. Aynı sözler aynı gülüşüp şakalarla sürüp gidiyor.

6. 7. sınıflarda müzik merakı arttıkça  mandolin çalanlar çoğalmaya başladı. Bu arada Latif Yurtçu Öğretmenin özendirmesiyle kemana  sarılanlar da çoğaldı. Bir iki derken 5 öğrenci sürekli keman çalışıyorlar. Küçük sınıflarda durum böyle gelişirken bizim sınıfta da, Bekir Temuçin, Abdullah Erçetin, İdris Destan, Sefer Tunca, Arif Kalkan yeniden mandolin  çalışmaya başladılar. Yalancı, Daha Dün Annemiz gibi okul şarkıları, boş zamanlarda okulun tüm köşelerinde  tınılanıyor. Bayrak töreni için bahçeye inince havanın sertleştiğini anladık. Kar yağabilir. Kar yağmasa bile havanın soğuyacağı besbelli. İpi çekerken ellerimin üşüdüğünü anladım. Önce fark etmedik yemekten sonra   asfalttan  araçların geçtiğini gördük. Karanlık, çok araç geçiyor ama ışıkları az. Edirne’den İstanbul’a giden araçlar. İlgilenen arkadaşlar, çıkıp baktılar:Asker araçları. Zıhlı otomobiller, arada jipler. Asker hep Edirne tarafına giderken  tersinin olması aramızda  tartışma yarattı. “Asker çekildiğine göre savaş olmayacak!”Sevinç verici bir varsayım. Belki de ağabeylerim eve dönmüşlerdir. Yarın  gerçek durumu öğrenebiliriz. Arkadaşlar hep bunu konuşuyorlar. Konuşmaları dinlerken uyudum.

 

23  Aralık 1940 Pazartesi….

 

Kar yağmış, kar yağıyor haykırışlarıyla uyandım…İvedi olarak hazırlanıp dersliğe gittim. Rüzgar karları savuruyor. Okul çevresindeki çukurluklar  düz olmuş. Yaya yollarımız kapalı. Göz yordamıyla merdivenlere tırmanıyorum. İlk işim asfalta bakmak oldu. Dümdüz kar. Bizim okul tarafına da büyük bir kar yığını oluşmuş. İstanbul yolunda tek bir araba yok. “Öğretmenler  gelemeyecek!”diyenler oldu. “Gelse ne olacak, gelmese ne olacak?” zaten  bir Türkçe dersimiz var!Akşam başka bir umutla yatmıştım, sabah böyle bir kış havası. sıkıldım. Kahvaltıda ılık sulu bir pekmez içtik. Hamdı Bağ Öğretmen  yanında biri ile kahvaltıya geldi. Sarışın , gür saçlı birisi. Yüzleri bir birine hiç benzemiyor kardeş değil, akraba bile olamazlar, diye içimden geçirdim. Derslikte arkadaşlar akşamki  araçları konuşuyorlar. Mustafa Saatçı, makine konusunu en iyi bilen olarak yorumunu yapıyor. Onarımı gereken araçlar bir araya toplanıp onarıma gönderilmişmiş. Onarıldıktan sonra gene buradan geçeceklermiş. Gece geçmelerinin nedeni soruluyor. Onun yanıtı hazır, “Kimse görmesin!”İsmet  çıkışıyor, “İmama bak imama! Gece buradan geçtiler, Babaeski’den geçerken gündüzdü, sabah Çorlu’dan sonra da gündüz olacak. Görünmek istemedikleri yoksa  yalnız Kepirtepe, yani biz mi?”Mustafa Saatçı  çok ciddi  bir söz sözlermiş gibi, “Evet yavrum, bildiğin gibi değil, Kepirtepe yani bir çok önemseniyoruz, bakın bize bozulmuş askeri araçlar bile gösterilmek istenmiyor. Biz çok daha iyilerine layıkız!”Bir kahkaha, “Yaşa İmam, yaşa Hafız!” sesleri arasında  Fikret Madaralı Öğretmen dersliğe girdi. Kargaşayı gördü ama gülerek karşıladı, “Neşenizin üstüne geldim, önemli bir şeyse, dersten sonra gene  devam edersiniz!”dedi. Pencereden  Istrancalara doğru bakıp  “Kar tüm Trakya’yı kaplamış durumda; dağlar taşlar kar altında!”Bekir Temuçin hepimizden önce davrandı öğretmene, “Askercikler Istanbul’a ulaşamadan kara tutuldular!”dedi. Öğretmen, “Ne, hangi asker gibi sorular sormadan, “Zaten kar altında gidiyorlardı, onlar için fark etmez. Bu kar bizim yurdumuzda olduğu gibi tüm balkan yarım adasını kaplamış durumda. Durum böyleyken Alman ordusu desteğinde Bulgarlar Yunanistan’a girdi girecek. İngilizler Girit Adası’na asker çıkarıyorlar. Savaşlar böyle acımasızdır. Savaş kararı verenler bu kararları verirken sıcak odalarında kahvelerini, içkilerini içmektedirler. Hatta savaş kararı eylülde alınır, uygulamaya  ocakta sokulur!”dedi. Konuşmadan ben alacağımı aldım;sandığım gibi asker bırakma diye bir durum yok. Savaş Yunanistan’da olacağına göre bizim okulun da Edirne Öğretmen Okulu gibi uzaklara taşınması zorunlu bulunacaktır. Öğretmen, “Bunları duymaya kendinizi alıştırın, askerimiz düşman karşısında silah kullanmıyor ama  ondan öteki bütün eziyetleri çekiyor. Halkımız da öyle, alım satımlar kontrol altında. Yiyecekler kısıtlamalı. Denizlerimiz de güvende değil, arka arkaya iki yolcu gemimiz battı, beş yüzün üstünde insan öldü. Bunlar hep  savaş sonuçları. Gene de silahlı savaşın dışında kalmamız ötekinden çak daha iyidir. Sami Akıncı, Edirne Öğretmen Okulu da bizim gibi, oradan başka yere taşınmış!”dedi. Öğretmen, “Evet taşındı, geç bile kaldı. Şimdiki durum birkaç ay içinde düzelmezse bizim bir kez daha taşınmamış konusu ortaya gelecek. Ya okul tatil edilir, ya da başka daha korunaklı bir bölgeye gidilir. Savaşa yakın bölgelerde yatılı okul bırakmak, toplu  kıyamı hazırlamak olur. Bu şu demektir:Bir düşman uçağından düşecek bombaya bir okulu bırakmak demektir;sorumlular bunu düşünerek önlemi alırlar. Öğretmen çantasından kitaplar çıkardı, birini karıştırırken bize, “Sormak istediğiniz bir şey var mı?diye sordu. Ben parmak kaldırdım, Öğretmen baktı, “Sor!”dedi. Ben, “Öğretmenim bir sorudan çok bir durumun açıklanmasını istiyorum. Biz  arkadaşlarla kendi aramızda kimi konularda anlaşamıyoruz!”Öğretmen gülerek, “Eeee…dilinin altında ne var?”buna “Ağzından baklayı çıkar!”denilen bir söz vardır o söylenir. Ben de soruyorum, “Çıkar ağzından baklayı!” “Edirne öğretmen okulu bir yere  göç etmiş. Bunu bizim arkadaşlar duymuşlar, doğru ya da yanlış, bu araştırılmadan, “Bunu kim çıkardı ya da bunu kim söyleyebilir sorusu ortaya getiriliyor. Gene bir araştırılma bile yapmadan, Bunu yapsa yapsa, başka okullara ya da öğretmenlere mektup yazan kim varsa o  yapar!”deyip birilerini  bu konuda  rahatça suçlu  durumuna sokuyorlar. Öğretmen, “Dur dur dur, olayı tam anlayamadım galiba, şunu bir daha anlat deyince bu kez, Ben, İzmir-Kızılçullu  ile Eskişehir-Çifteler  Köy Enstitülerindeki  66 numaralı öğrencileriyle mektuplaşıyorum. Ayrıca Ahmet  Gürsel-Ömer Uzgil öğretmenlere de mektup yazdım, onlar da memnun olup bana yanıt verdiler. Bunu arkadaşların hepsi biliyor. Geçen gün Edirne Öğretmen Okulu’nun Edirne’den başka yere  göç ettiği haberi ortaya çıkınca, bu kez bu haberi ortaya kim attı sorusu getirildi. Arkasından hemen bunu çıkarsa çıkarsa  öteki berikiyle mektuplaşanlar getirmiştir!”diyerek beni bu sınıfta suçlu duruma sokmaya kalkışanlar oldu. Oysa haber  yalan değil, gizli değil. Bu haberin yayılması duyurulması ile tanıdıklarına mektup yazmanın  bağlantısı nasıl olur? bunu size sizin önünüzde bunu söyleyen arkadaşa soruyorum?”Öğretmen, biraz sinirlenerek, “Şimdi anladım, benden önce onu dinleyelim!”dedi. Ancak Sami durumu r, ben değilim!”dedi. O Otur yerine!”dedikten sonra, böyle der demez, İsmet başta olmak üzere birkaç arkadaş birden “O öğretmenim!”diye bağırdılar. Fettah, bu kez kekeleyerek, benim ama ben böyle söylemedim, ben ona söylemedim!”gibilerde düzeltmeler yapmaya çalıştı. Öğretmen eliyle oldukça sert bir şekil yaparak ““İnsanların en huzursuzu kıskanç insanlardır. Kendinizi bu duygudçalışın. Kent çocuklarında bu tür  dengesizlikler çoktur. Onlar  el işleriyle uğraşman kurtarmaya azlar, beceri geliştiremezler, oyalanma  araçlar, bedenlerinde  ayak topu, ağızlarında dedikodudur. . Siz onlardan farklısınız. Daha doğrusu farklı olmanız için çabalıyoruz. Beden  oyalantılarınız  yeterince var:Her türlü sanat görüyorsunuz. Beyin çalışmalarınız için  değişik olanaklar içindesiniz. Bunları dürüstçe sürdürseniz başınızı kaşıyacak zamanınız kalmaz. Yakından izlediğim arkadaşlarınız var, bunlar, verilen ödevleri yetiştirmek için çırpınıyorlar. Bunlardan bir şikayet  duymuyorum. Çalışmalarını yeterli görmediğim arkadaşlarınızın böyle üstüne olmayan sorunlarla oyalanıp üstüne üslük bir de suç işlemesi bu okula, hele hedefleri  özel yasa ile  belirlenen Köy Enstitüsü öğrencisine hiç yakışmıyor. Öyle dedim, böyle dedim, işte ben Edirne Öğretmen Okulu öğrencileri başka yere gönderildi, bunda geç bile kalındı, dedim. Dahası bu durum böyle sürerse, bizim de uzaklara gitmemiz zorunlu, dedim, bunu duydunuz. Bunu ben o arkadaş kalksın konuşsun bakalım, olayı o nasıl anlatacak?dedi, sanırım öğretmen kastettiğim arkadaşın Sami Akıncı olduğunu sandı, Sami Akıncı’ya doğru dönüp baktı, “Bir de söyledim. Bu sözle suç mu işledim?Benim sözümle bir okulu bir yerden bir yere  taşımazlar, gerek görülürse taşınır. Bunun yetkilileri vardır. Yetkililer, yasalara göre görev yaparlar. Bunlar gerekirse öğretmenlerin hatta öğrencilerin görüşlerini sorarlar. Bu durumlarda gidelim diyenler olacağı gibi gitmeyelim, diyenler de çıkar. Bir birine ters söz söyleyenler karşılıklı suçlu mu  sayılacaklar?”Öğretmen bana dönerek: “Bu anlattığına üzülmekte haklısın, arkadaşlık başka şeydir, arkadaşlar, iyi arkadaşlar, arkadaşlarının kusurlarını küçültücü  tavırlar takınırlar, üzüntülerini paylaşmaya çalışırlar. Arkadaş olmayanlar böyle gereksiz sorunlar yaratarak, insanları üzerler. Konuyu açmakla iyi ettin. Bundan bir çok arkadaşın olumlu ders alacaktır. Eliniz kalem tutuyor, tanıdıklarınızla neden mektuplaşmayacakmışsınız?Okur yazarlığın sırıl sıpıldak cahillerden farkı budur. Bulunduğu yerin durumunu karşısındakilere yazar, onlardan da belli davranışlar izleyerek bilgi teatisi yapılır. Mektuplarla yazılmış romanlardan söz ettik. Arkadaşlarınızdan okuyanlar oldu. Balzac’ın! (Öğretmen Balzac’ın derdemez )Hasan Üner “İki yeni Gelinin Anıları!”dedi. Öğretmen başıyla da onayarak o da başkaları da mektuplar üzerine kurulmuştur. !”  kavradı, öğretmene “Ben değilim öğretmenim!”dedikten sonra Fettah Biricik’i gösterdi. Öğretmen tavrını değiştirmeden Fettah’ın önüne yakın gitti, yavaş bir sesle “Sen mi?” diye sordu. Fettah Biricik  kalktı, “Hayıdedi. İkinci derste öğretmen, Gene  çantasından kitaplar çıkardı. İstiklal Marşı yazarımızın bir şiirini okudu. Çanakkale savaşını anlatan bir şiirdi. Bu şiiri, fırsat bulunca okumamızı önerdi. Arkasından  Lise 1. sınıf  Edebiyat kitabından  Hektor’la Aşil’in   iki ikiye savaşı okudu. 3. olarak Tolstoy’dan Napolyon’un Borodino savaşını, onun arkasından  da Viktor Huga’nun  Vaterlo Savaşı parçasını okudu. Öğretmen o denli güzel duygulu okudu ki. Askerler gözlerimizin önünde canlı gibi gezindiler. Ben ağlamamak için kendimi zor tuttum. Öğretmen bir süre kitap karıştırdı. Sanırım o da çok duygulandı, öksürdü, böylece geçiştirdikten sonra konuştu. “İşte çocuklar savaş budur, Savaş insanları hırslandırır, salt insanları mı, inlediniz atları da hırslandırıp karşısındaki atların üstüne saldırtıyor. Hitler ya da Mussolini efendiler, şavaş emri verirken bunu bilerek veriyor. O emir generalden çavuşa gelene dek hız kazanıyor, hırs yükleniyor, kalkan kılıç, ya da top tüfek kullananlara geldiğinde savaş meydanı cehenneme dönüyor. Size bilerek okudum, Tolstoy’un parçasında  zaferi kazanan Napolyon, Vaterlo’da eslim oluyor. O Napolyon ki, tarihin en güçlü askeri olarak. Dillerde gezmiş, Avrupa  İngiltere dışındaki tüm kralları tahtından etmiş, yerlerine  kendi kardeşlerini, arkadaşlarını yerleştirmiş 20 yıl boyunca öteki devletlerle kedi fare oyunu oynamıştı. Ancak bir dünya gerçeği vardır:Savaşlarla   alınan haksız kazançlar, alanlarda fazla kalmıyor. Bizim Kurtuluş Savaşı’mız da güzel bir örnektir!”Öğretmen son sözü söylerken ders  zili çaldı. Öğretmen, Fettah’ı çağırdı birlikte çıktılar. Kahvaltıda gördüğümüz kişi, yemekte  de vardı. Bu kez, Naci İnan’la İrfan Evren Öğretmenler arasına oturmuş onlarla konuşuyordu. Benim gibi öteki arkadaşları da bir  merak sardı:Marangozluk  Bölümü için geldi?Atölyeye bu merakla erkenden gittim. İrfan Öğretmen gelince sordum. İrfan Öğretmen önemsememiş gibi “Hı, Ali Bey mi? O bizim atölyeye gelecek. Daha gelmedi, “Git, istersen seni oraya atayalım!”demişler. Bu sıra evlenecekmiş, her halde gelecek, okulumuzu beğendiğini söyledi!”Gerçekten atölyeye bugün  yeni kimse gelmedi. Öğretmenler gelince sobayı yakıp etrafında bir süre hıtıtıtı, mıtıtıtı yaptık. Naci Öğretmen kim daha düzgün diş tıkırtadacak? diye sordu. Yusuf deneme yaptı. Beğenilmedi. Hamdi Öğretmen yaptı. O denli düzgün tıkırdattı ki hiç birimiz yarışa kalkışamadık. Yusuf Asıl dayanamadı sordu, “Bunu nasıl öğrendiniz?Öğretmen, “Bizim okul Ankara’da, oradaki atölyeler daha soğuk. Yapılan işler de farklı, Öğrenciler parça işi olarak görevlendiriliyor. İşini bitirmeyen bir çok haklardan yoksun kalıyor, hafta izinleri de buna göre verilir. . Çaresiz işlerde  titreyerek  çalışırdık. Böylece iki beceriyi, bir arada geliştirdik. Öteki öğretmenlere bakanlar oldu. Naci İnan Öğretmen, “Bana bakmayın benim bir diş sorunum var, o nedenle   yemeklerde bile  sıkıntı çekiyorum. İrfan Öğretmense, “Ben okuldayken hiç evci çıkmadım, verilen ödevleri ya  gün boyu çalışarak yaptım, ya da. çok üşüyünce bırakıp, ısınıp dönerek  çalıştım. Bu nedenle benim bu  diş tıkırtılarıyla bir ilgim yok!”Hamdi Öğretmenden bir söz beklerken bu kez İrfan Öğretmen, “İşte size bir beceri geliştirme yöntemi, haydı hemen başlayalım, hem çalışın hem de tıtırtılarınızı  geliştirin. Yusuf Asıl “Benim dişlerim çok zayıf!”dedi. Naci Öğretmen, Yusaf’a “Maşallah  senin çenen çok  güçlü, sen, dilinin yardımıyla falan gene de bir şeyler yaparsın, hadi bir dene bakalım!”dedi. Bu salt Yusuf’a değil hepimize bir uyarı oldu. Tezgahlara dağıldık. Yarım bıraktığımız zımpara işlerimizi sürdürdük. Salih Baydemir, Harun Özçelik, Recep Kocaman, Hüseyin Orhan örnek birer iş çıkardılar. Öğretmenler bir şey demediler ama biz kendi aramızda  bir değerlendirme yaptık. Bu arkadaşların elleri bizimkilerden farklı. Bizim ince marangozluk dediğimiz, zımparalama, boyama küçük geçme işlerini beceriyorlar. “Olsun!”dedim içimden benim de  çatı işlerinde ustalığım var. Çatı şablonlarını da ben  daha dikkatli uyguluyorum. Bunu öğretmenler defalarca söylediler. İrfan Öğretmenle Naci Öğretmen erken ayrıldılar. Zil çalar çalmaz da Hamdi Öğretmen gitti. Giderken de bana sobayı boşaltmamı tembihledi. Buna sevindim. Kaldığım sürece ısınmış olacağım. Arkadaşlar gider gitmez akordiyonu çıkardım. Seçtiğim parçaları sıraladım. İlk hevesle çaldığım  Hidayet Öğretmenin Kafkas havası Kazaskayı birkaç kez tekrarladım. Tekrarladıkça hoşuma ditti. Özellikle ilk çırpa sesler akordiyonda daha  güzel oluyor. Sayısız tekrarladım. İstiklal Marşı’nı tam anlamıyla ezberledim. Zaten sık çaldığım parçalarda ellerime bakmamaya  çalışıyorum. Çalarken akordiyon tuşlarına bakılmazmış bunu Kurken de söylemişti, şimdi Musa da aynı sözleri söylüyor:”Çalarken tuşlara bakmayacaksın!”Dersliğe gitmek üzere sobayı boşaltırken anımsadım. Fikret Madaralı Öğretmen Fettah’a ne dedi acaba? Fettah nasıl bir  tavır takınacak? Nasıl tavır takınırsa takınsın ben haklıyım. Düpedüz kavga edip öğretmen karşısına çıksaydım daha iyi olmayacaktı her halde? Kendi kendime konuşarak dersliğe gittim. Derslikte benim düşündüğüm gibi bir hava yok, İsmet’le Mehmet Yücel tartışıyorlar. Konu Trakya’da en büyük panayır nerede kurulur?Kırklareli de mi?yoksa Lüleburgaz’da mı?İsmet Kırklareli, Mehmet Yücel Lüleburgaz deyip direniyor. Dersliğe girince tartışmaya beni de katmak istediler. İkisini de şaşırtan bir yanıt verdim. “Trakya’nın en büyük panayırı  Pavlu’da kurulur!”deyince öteki arkadaşlardan da “Aaaaa!”diyenler oldu. İsmet şaşırdı, Mehmet Yücel inanmadı. Bu konuyu esaslı bir soruşturma yapıp  doğrusunu öğrenmeye karar verdiler. Ben babamdan dinlediklerimi anlattım. Ergene üstündeki köprü nedeniyle  Ergene Nehri’nın ikiye ayırdığı Trakya halkı, orada rahatça buluşup ürünlerini pazarlayabiliyormuş. Bu çok eskilere  dayanan bir olaymış. Giderek alışkanlık durumuna dönüşmüş. Ben bunları söyleyince taraflar sustu. Mehmet Yücel , “Bunun doğusunu kimden sorabiliriz?”diye sorunca ben, Salih Baydemir’le Harun Özçelik’i gösterdim, “Onlar sık sık Lüleburgaz’a iniyorlar. Kon- uştuğu dükkan sahiplerine sorsunlar. Benim duyduklarımı onlar zaten bilirler. Kendime güvenerek, genel tanıklar gösterdiğimi görünce arkadaşlar inandılar. Tartışma kesdildi. Pavli-Pavlu  soruşturması başladı.

Hasan Üner, “Öğretmenin önerdiği kitap!”deyip İki Yeni Gelin’in  Hatıraları’nı bana uzattı. “Okumak  istersin, diye düşündüm!”dedi. Kızların elinden düşmeyen kitaplardan biriymiş. Bu kez  bir çok arkadaş”Ben de okuyayım!”diyerek ilgilendi. Böylece sabahki olay anımsandı ama ne Ali Önol’dan ne Fettah Biricik’ten bir tepki gelmedi. Kitabı okumak isteyenlerden biri Sefer Tunca olunca ben, öğretmenin konuşmasından sonra olayın geçiştirileceğini düşündüm. Buna karşın  gene bir sataşma olursa işi kavgaya dökmeye karar verdim. Hiç beklemediği, ama suçlu durum da bulunduğu bir sıra  sille tokat cezasını vereceğim. Kitabı açtım, sayfa sayısına, yazılarına baktım. Yazarın, daha önce okuduğum Goriot Baba’sını, Eugenie Grandet’ini okumuşum. Goriot babanın iyi bir baba, Eugenie Garandet’in kararsız bir kız, hele babasının kötü birbaba olduğunu defterime yazmıştım. Bakalım bu kitaptan not etmeye değer bir taraf çıkacak mı?Hava kararırken kar başladı. Kar nedense geceleri yağıyor. . Hep böyle mi oluyor?Küçüklüğümü anımsıyorum, akşam yatarken kar olmazdı, sabah kalkınca  her yerin kar kaplandığını görürdüm. Bu hep böyle değil belki ama, nedense  çoğunlukla böyle olanlar aklımda kalmış. Yemekhaneye  giderken yüzümüz gözümüz kar oldu. Bu gece  galiba  çok yağacak!Sık sık mercimek yemeğe başladık. Hilmi Altınsoy kendisi bildiği halde bir çok  konuyu benden sorar. Bildiğini bildiğim için kimi zaman yanıt vermen. Kimi zaman da  yanıtı biraz çarpıtarak veririm. O da, bunu bildiği için darılmaz takılmasını gene sürdürür. Özellikle yemeklerde böyle bir  durumumuz vardır. Hilmi gene sordu, “Etli mercimek yiyoruz, bu hayvancıkları bu karlı havalar da nasıl kesiyorlar?. Ben duymazdan geldim. Hilmi diretti:Abi şu yediğim yemekte et var, bu etler hayvanlardan gelme, bu karda hayvanları nasıl kesiyorlar?diye sorusunu yinelerek bana baktı. Ben de, “Bu hayvanları kar yağmadan önce, sıcak, hiç değilse ılık günlerde kesiyorlar, etlerini kavurup saklıyorlar, sonra onları yemeklere koyup bize yediriyorlar!”dedim. Hilmi-şaşırarak “Yalnız bize mi?dedi. “Hayır yalnız bize değil çok insan böyle yemektedir. Etleri  taze saklamak zor olduğundan insanlar böyle bir yol bulmuşlar. Bizim evde hep böyledir. Hilmi teşekkür etti, “Gene de eve gidince anama soracağım!”dedi. Hilmi Altınsoy’un “Anama soracağım!”demesi kimi arkadaşları güldürdü;”Sen , kitaplarda analara, anne dendiğini okudun, okuyup yazarken, konuşurken anne diyorsun ama eve gidince  gene ana mı diyorsun?diye sordular. Hilmi, “Öyle diyorum, bundan sonra da öyle diyeceğim. Çünkü onun kulakları bu sese alışmıştır, değişmesi onu üzer!”dedi. Hilmi’ye şöyle bir baktım;” Bazen ne güzel düşünüyorsun!”dedim. Şaka ettiğimi söyledi. “Şaka maka değil, çok güzel bir düşünce. Benim annem ölmüş, ne desem duymayacak ama, beni büyüten ablamla  konuşurken kimi zaman bu düşünce  beni rahatsız ediyordu. Ancak ben bunu senin düşündüğün gibi rahat çözememiştim. Bundan böyle senin sözünü unutmayacağım. Ablamla annemi konuşurken, onun, özlemle  “Anacığım!”dediğinde ben “Annem, mannem” diyerek aslında ablamı incitmiş oluyordum. Bunun acısını bir çok kez duymuştum. Babamla konuşurken de  buna benzer durumlar oluyor. Babam, “Anan seni sok severdi!”dediği zaman kuşkusuz belli bir duygu içindeddir. . O sıra kalkıp “Evet,  benim  annemin beni sevdiği gibi ben de annemi severdim!”demek  doğru  olur mu?” diye hep düşünüyordum. Şimdi bu düşüncem  kesinlikle doğru yönünü buldu. Bu kesin kararımda senin payın büyüktür, teşekkür ederim!”Arkadaşların bir  bölümü sözlerimi şaka sandılar,  önce  güldüler, yavaş yavaş gülüşlerini keserek beni haklı bulduklarını söylemeye başladılar. Ancak Hilmi Altınsoy’a takılmaktan da geri durmadılar. “O akıllı olmasa Tekirdağlı Hüseyin Pehlivana meydan okur muydu?”biçiminde Hilmi’nin eski iddiacılığına göndermeler yaptılar. Dersliğe döndüğümde  kısa bir süre tarih kitabımı karıştırdıktan sonra romanı okumaya başladım. Honore de Balzac-İki Yeni Gelinin Hatıraları-Çeviren Nurullah Ataç, Semih Lütfi Kütüphanesi-1940 Yeni bir kitap, bu yıl basılmış. Tam okumaya başladım, Halil kalkıp bir yere gitti. Az sonra da Sefer Tunca onun yerine oturdu. Gidenle pek ilgilenmemiştim ama  gelen sevdiğim arkadaşlardan biriydi. Kitabı kapattım. Arkadaş, hemen sabahki olayı açtı, Fettah’ın özür dilediğini, söyledi. İki köylüsü de kendileri, kendilerinin haksız olduğunu anlamışlar. Benim tepkimi bilemedikleri için Sefer  arkadaşı araya koymuşlar. Bu an için söyleyecek sözüm yok. Fikret Madaralı Öğretmenle konuştuktan sonra bu konuda  daha rahat konuşabileceğimi söyledim. Sefer Tunca  sözü uzatmadı, konuyu değiştirdik. Elimdeki kitabı gösterdim. Bitirince Sefer’e vereceğim. Sefer, belki benim  değişik konularda konuşmak istemediğimi anladığı için fazla kalmak istemedi. Ancak tam kalkacağı sırada ön komşum Hüsnü Yalçın arkaya dönerek Sefer’le konuşmaya başladı. Az sonra Halil geldi, Sefer’i aramıza sıkıştırarak konuşmaları uzattık. . Değişik konuları deşelendi. . Yeni gelen  Ali Öğretmen niçin geldi? Acaba bizim öğretmenlerin birisi yerine geldi?. Acaba kim gidecek?Hamdi Bağ mı?, Naci  İnan mı? İrfan Evren mi?Halil bana sordu, “Sana sorsalar hangisini gönderirdin?”Hiç birisini göndermem, geleni de hemen geldiği yere çeviririm!”dedim. Dikkat ettim, Halil’de, Hüsnü de Sefer Tunca’nın yanıma geliş nedenini pekala biliyorlar ama, o konuya hiç  değinmediler. Bu benim yararıma da zararıma da yorulabilir. Şöyle bir aklımdan geçirdim. Aslında  aynı konunun gene gene  ortaya getirilmesinde bir yarar yok;kapanıp gitse daha iyi ama, pek öyle olmayacağa benziyor. Yat zili çalınca Sefer’le birlikte  gittik. Sefer’in candan davranışlarına sevindim.

 

 

Sefer Tunca ile

 

Hemşerisini korumak  zorunda. Onu bu konuda haklı buluyorum. Ben, İsmet’e sataşanlara nasıl  kızıyorsam, onların da benzer bir yakınlık bağları var. İşin iyi yanı Sefer beni haklı bulup  küsüşme yoluna sapmıyor. Yatarken bunları düşünerek uyudum….

 

28  Aralık 1940   Cumartesi…

 

Kar gene başladı sözlerini duyunca başımı örtüp akşama dek yatmak istedim. Kaç gündür  kürekle kar kürüyoruz. Çamur olunca  çamurdan kurtulmak için  yol yükseltiyorduk, Şimdi ise kar kürüyerek yol alçaltıyoruz. Dün Tarım Binasından kürek almak için bir ara yuvarlana yuvarlana gittik. Bunu da Sefer Tunca ile  ikimiz başarabildik. Namık Öğretmen gülerek bize “Haydi askere, bu sıra  orduya bu tür cesur dağcılar gerekli, makbule geçeceksiniz!”dedi. Kapıları açmak için  donasıya uğraştık. Kapı mandalları buz tutmuş. Bunları  anımsayıp az ileride  konuşulanları  bir süre dinledim. Sesler kesilince geç kaldığım kuşkusuyla giyinip çıktım. Kahvaltıdan çıkanları görünce, doğru yemekhaneye koştum. Hamdi, Hidayet, Latif, Nahide Öğretmenler kahvaltıda. Nasılsa bugün çay vermişler. Üstelik sıcak. Kar  var, ancak yağıyor mu yoksa rüzgar savurması mı?Dün açtığımız yolların yarısı gene dümdüz olmuş.

Derslikte herkes tedirgin. “Çamura razı olduk, kar bitsin!”diyenlerin yanında şaklabanlık yapanlar da oluyor. “Karı sevenler var mı? sorusundan yararlanıp, “Karı isteyenler elini kaldırsın!”deyip gülenler oluyor. Buna karşı, “Bu soğukta kim karı ister, diyenlere, “Bu soğukta karı isteyeceksin ki ısınasın!”türünden takılmalar arasında Hamdi Bağ Öğretmen geldi. Ne kadarını duydu, nasıl yorumladı bilemedik, “Aman aman, bu kadar çabuk bozulmayın, ne var yakınacak?Sıcacık  yerlerdesiniz işte!. Bir de yolda belde olanları düşünün!”dedi. Hepimiz susup yerlerimize oturduk. Hamdi Öğretmen, üsteğmenin gelemeyeceğini söyledi, bana da “İki arkadaş al, aölye sobasını yakın!” derken göz kırparak, biraz da orada  karı çekiştirirsiniz!”dedi. Öğretmen gidince  çoğumuzun derdi oldu:”Öğretmen bizim  saçmalıklarımızı gerçekten duydu mu? yoksa   kar üstüne söylenenleri doğru olarak algılayıp karı orada  da çekiştirebilirsiniz  mi, demek istedi*. Hüseyin Orhan’la Recep Kocaman benimle geldiler, bata çıka atölyeye gittik. Dünkü açtığımız yerler gene silme. Göz yordamı ile  kürek bulup kapı önlerini açtık. Bir saatlik bir uğraştan sonra sobayı yakabildik. Uzun süre öğretmen bekledik. Sonunda soba başına oturup dereden tepeden konuştuk. Bir süre sonra Hamdi Öğretmen arkadaşları almış, geldiler. Bugünkü görevimiz, gereksiz parçalardan çıra  hazırlamak. Öğretmenin gösterdiği hatıl, pervaz hatta kalas, kiriş kalıntılarını düzgün kesip, soba tutuşturacak şekle getiriyoruz. Yığınla hazırladık. Birerle kol olup büyük binanın merdiven altına  taşıdık. Öğleden sonra   serbest kalacağız. . Törene yakın  saatte rüzgar  arttı. Hidayet Öğretmen bana, “Bayrağı al, bugün de ikimiz tören yapalım, bazen bu zorunlu olur. Olağan üstü durumlarda bu olağan sayılır!”dedi. İkimiz, büyük kapıyı açtırmadan, binanın alt tarafından dolaşarak bayrağı sirene çektik. Bayrak ipi bir ara kopacak gibi gerildi. Sımsıkı bağladım. Öğretmenin arkasından koşup  kuytuya  geçtim. Okulun önündeki rüzgarın şiddetine, havanın da sertliğine şaştım. Bizim atölye yanları bu denli sert değil. Dersliğe girdiğimde arkadaşlara anlattım. Güldüler. Meğer onlar, asfalt yoldan okula dönüş geçidini açmaktan yeni dönmüşler. İki saat orada çalıştıklarını duyunca üzüldüm. Yol kenarındaki  hendek dolusu su  donmuş, kabarık buza dönüştüğünden, kamyonun okul önüne girişi olanaksızlaşmış. Bu nedenle arkadaşlar saatlerce uğraşıp giriş yolunu işler duruma getirmişler. Biz sıcak atölyede  soba yakacağı hazırlarken(Çıralı çam parçaları) arkadaşlar orada dondurucu ayazda  çalışmışlar…. Bugün ilk kez öğle yemeği  uzun süre bekletildi;ekmeklerin gelmesi gecikmiş. . . Bizim kooperatif işi de tavsadı, demektir. . Kamyon geç kalır gene geç dönerse, bizim gidişimiz de zorlaşacak, belki de  ertelenecektir. . Akşam da, Yıl Başı Gecesi eğlence  programı provası vardı…. Neyse şimdi öğrendik:. Yılbaşı Gecesi eğlencesi kaldırılmış. Ben buna  çok sevindim. Çünkü bizim sınıf hiçbir hazırlık yapmamıkştı. Bu bir sorun yaratabilirdi. Sıra savmak için bana  yük bindirebilirlerdi. “Hayır, olmaz!”desem, iyi arkadaşlarım gücenecekti, “Evet!”desem, bu kez de adamsendeci tavırlarından dolayı kızdıklarıma bile bile hizmet etmiş olacaktım. En güzeli bu girişimden vazgeçmekti, işte bu olmuş!. Yılbaşı gecesi her sınıf kendi dershanelerinde eğlenebilecekmiş. Hamdi, Hidayet, Nahide, Latif Öğretmenlerle o gece nöbetçi olan öğretmen dershanelere konuk olarak gidecekmiş. Ne konuğu?Düpedüz, yapılanları çocukların davranışlarını gözetlemek için orada bulunacaklar. Bulunmaları da gerekmektedir. Çünkü elinden hiçbir beceri gelmeyenler, yapılanları karalamak için  ellerinden  gelen tek beceri, oyun bozanlığını o gece yapmaya kalkışacaklardır…Ekmekler, saat , 3-20 de (15’20)  geldi, yemek çok geciktiğinden Lüleburgaz’a gitmekten vazgeçtik. Hava düzelirse, pazartesi günü Fikret Madaralı Öğretmenle konuşup, öğleden sonra gitmeye çalışacağız. Yemekten sonra bir süre kooperatifte  arkadaşlarla kaldım. Uzunca bir süre de akordiyon çalıştım. Atölye soğumuş giderek ellerim sertleşmeye başladı. Dersliğe dönüp iki gelinin bir birlerine anlattıklarını okumaya başladım. Balzac’ın gelinleri çok değişik olmalı. Ben  de iki gelin tanıyorum, gerçek olarak da ikisini de iyi tanıyorum:Onlar mektuplaşsa bu tür mektup yazabilirler mi?Ben  C’ye mektup yazsam, okuduğum romanlardan yararlanarak örneğin, Çalıkuşu’ndan, Yakılacak Kitap’tan, Cihan Şampiyonları’ndan, 80 Günde Devri Alem’den oradaki sevgililerin durumlarından söz edebilirim. C bana   mektup yazsa ne yazabilir?İşte bu düşüncelerle: “Balzac’in gelinleri,  bildiğiniz gelinlerden değil!”diyorum…. Örneğin bunları şu bizim okuldaki kızlar yazabilir mi?Mustafa Saatçı’nın  şakadan da olsa “Ah, vah!”ettiği  S, ya da  Mehmet Yücel’in Nachtigall’i, Sazan’ı gelin olunca  mektuplaşsalar bir birlerine ne yazarlar? Ya bizim arkadaşlar ne yaparlar?Kendileri yazmadıkları bir yana yazanlar adına üzüntü duyanlar, mektup yazmayı gereksiz görenler, ödev defteri bile tutamayanlar bir gün mektup yazsalar, nasıl yazacaklar?Ben daha önceleri de yazmıştım. Daha doğrusu yazdığımı sanıyordum. Halil uyarmasaydı ben  Ahmet Gürsel Öğretmene, köydeki Emine yengenin asker eşine yazdırdığı gibi yazacaktım:Kar yağdı, kar eridi. Zil çaldı, derse girdik. Zil çaldı dersten çıktık…… Arkadaşın uyarısı üzerine daha özenli düşünüp toparladığım sözlerle yazdığım için  öğretmen mektubumu beğendiğini, hatta mütehassis olduğunu yazdı. Böyleyken ben gene benim ya da benim gibilerin yazdığı, yazacağı mektuplarda bir eksiklik olduğunu sezinler gibiyim. Balzac’in gelinleri, salt olaylardan söz etmiyor. Onlar, düşünceleri, duyguları ortaya getirip karşılıklı konuşur gibi yazabiliyorlar. İki Yeni Gelinin Hatıralarında, İki gelinin mektupları arasında başkalarının da mektupları var ama ben daha çok gelinlerin mektuplarını önemsedim. Küçük ya da kısa adları Renee ile  Louise  iki kız Rahibeler okulunda  kalmışlar, o yaşam sürecinde arkadaş olmuşlar. Yıllar sonra okuldan ayrılıp ailelerine katılmışlardır. Okulda  iki can arkadaş olan bu kızlar  okul sonrası yaşamlarını bir birlerine anlatmak isterler. Candan arkadaş olmalarına karşın, aile durumları farklıdır. Buna karşın onlar kendi yaşamlarının gerçeğini olabildiğince  anlatmaya çalışırlar. Biz okuyucular da bu  özenli yazılmış mektuplardan, iki kızın daha sonraki yaşam  biçimlerini öğreniyoruz. Başlarından geçen acı tatlı olayları öğrendiğimiz gibi, sevinçlerini, birbirleri üstüne kaygılarını, özlemlerini öğreniyoruz. Örneğin Louise Renee’ye yazıyor. “Loire kıyılarında seyrine doyamadığımız o güz günlerini unutmamışsındır. İşte dün gene  öyle bir gündü. Paris;saat ikide Chammps-Elysees caddesinde, Boulogne ormanında piyasaya çıktım. Paris’i gördüm artık 15. Louis meydanı gerçekten güzel ama, bu insan elinden çıkmış bir güzellik………İyi giyinmiştim. gülmek isteğime karşın içimde bir burukluk vardı. Şirin bir şapka altında yüzüm çok durgundu………. Renee’den Louise yanıt. “Mektubunu okurken, senin geçireceğini umduğum yaşamla benimkini karşılaştırılınca bilemezsin neler düşündüm. Sen çok parlak bir dünyada yaşayacaksın. Bense ıssız, gösterişsiz, durgun bir  yerde adeta sürükleneceğim. Maocombe şatosuna döndüm. Bu şatoyu sana çok anlatmıştım, gene anlatacajk değilim. Manastırdan döndüğüm gün, odamı hemen hemen bıraktığım gibi buldum. Ancak Ge menos vadisinin o  görkemli görünümüne çocukluğumda görmeden bakmışım. Bu kez bunu anladım. Babamla annem, dönüşümden on beş gün sonra beni  komşu şatoya gezmeye götürdüler………. Louise’den Renee’ye. Belediye Başkanlığındaki nikahtan beri sana hiçbir şey yazmadım, kardeşçiğim neredeyse sekiz ay oluyor. Sen de bir tek satır bile göndermedin. Çok geniş yürekliymişsin…. Nikahtan sonra arabaya binip Macumer  şatosuna gittik…Pencereye gidip baktım, parlak bir ay ışığı vardı. Bin bir güzel kokunun yükseldiği, görkemli bir bahçe önümde uzanıp gidiyordu…. . İşte kardeşçiğim, evlilik yaşamımın ilk üç ayında  kazandığım deneyim;Filip insan değil bir melek. Onunla konuşurken kendi kendime düşünüyor, düşündüğümü yüksek sesle söylüyor gibiyim. O da bir başka biçimde benim kendimdir dediğim zaman, beni süslü sözler söyleme hevesine kapılmış, mecaz meraklısı sanma. Bu güzel bir coşkunluk!Benim ruhum öyle ki, zevkler bende güçlü ışıltılar bırakıyorbeni ısıtıyor, benliğimin ta derinlerinde izler kalıyor……. . Renee’den Louise’ye Benim mutlu Louise’im. Gözlerimi kamaştırdın, mektubunu, batan güneşin ışıkları vurdukça üzerindeki birkaç damla gözyaşını parlatan mektubunu bir  süre elimden bırakamadım. Kollarım kesilmiş gibiydi. Yalçın kayaların eteğine koyduğum tahta kanepede oturuyordum. Uzakta, ta uzakta Akdeniz bir  ayna gibi parlıyordu:Kanepe, kokulu ağaçların gölgesi altında. Buraya, koca bir yasemin, hanımeli, birkaç da katır tırnağı diktirdim. Bir gün gelecek bütün kayalar sarmaşıklarla örtülecek. Kanepenin adını  Louise kanepesi koydum. Anlıyorsun ya! burada ben yapayalnız olmakla birlikte pek de yalnız sayılmam. Senin için birer hiç olan bunları uzun uzun anlatıyorum. Evliliğinde böyle mutlu olmana sevindim. Ben de sana bir  olayı muştulamak zorundayım:Mutluluğunu kıskandım demeği  tasarlarken yavrumun ilk oynayışını duydum. Yaşamın  özü olan bu haber, tüm ruhuma işledi. Hem bir zevk, hem bir acı, hem bir vaat hem de  gerçek olan bir derin duygu………. . Gelinlerin mektuplarını  tam olarak okuyunca her birinin bir kitap değerinde olduğu söylenebilir. Kuşkusuz usta bir yazarın elinden çıktığı için ayrı bir değer taşımaktadır. Ancak, yazılabilirse mektupla da insanlar güzel şeyler yazabileceğine  örneklik  edebilecek niteliktedirler. Mektup  konusu üstünde  bir kez daha etraflıca duracağım…

Öğle yemeğini geç yediğimiz için  olacak yemekte gene yemek konusu  edildi. Çorba ile bulgur pilavı var. Yemek konusunda en  çok konuşan, masamızın  bülbülü Hilmi Altınsoy, gene duramadı, “İnsan  şu pilavı etli yapamazlar mı?dedi. Önceki konuşmaları anımsayanlar, “Sen etli olunca da bahane buluyorsun!”diye yanıt verdiler. Hilmi bir önceki sorusunu anımsadı;o konuşma ile ilgili açıklama yaptı. “Ben etin nasıl yapıldığı için soru sormuştum, etten bir yakınmam yok. İşte o etten bu pilava pekala konur!”dedi. Nöbetinde  aşçıbaşı ile anlaşıp öyle yaptırması önerildi. Parmaklar sayıldı, Hilmi’nin nöbet günü hesap edildi. Bir dalgınlık sonucu, Hilmi Altınsoy’un nöbet günü benim nöbet günüme kaydırıldı. Ben buna karşı koydum. “Sık sık nöbet günlerimin değişmesinden yakındım. Neden olarak da  nöbetimde bulunan öteki sınıflarla  uyum sorununu öne sürdüm. Hilmi nöbet gününün neden değiştiğini bir türlü anımsamadı. Sonunda gülerek aralık ayının 31 olduğunu unuttuğu söylendi. “Yemeklerle, etli pilav düşüneceğine ayları, günleri daha doğrusu takvimi iyi öğrenmesi öğütlendi. Hilmi bunları  sabırla dinledi, sonunda da, “İşte bunları düşünerek, iyi beslenmek istiyorum, “Can boğazdan gelir!”derler, bunu duydunuz mu? diye sordu. Bu kez de “Can boğazdan gelir!”Atasözü üzerinde tartışıldı. Atasözü müdür? Canı ağzına gelmek, Canı burnuna gelmek, Canını dişine takmak, Can derdine düşmek. Sözleriyle karşılaştırıldı “Can, boğazdan gelir!”kesin hükmü dolayısıyla Atasözü olduğunda görüş birliğin varıldı. Bu tartışma sürerken kendim  bir olumsuz pay çıkardım. Gerçi sözün Atasözü olduğunu ben savunup sonuca bağlanmasına neden oldumsa da, ben Atasözü ile deyim arasındaki  kesin ayıracı ya da  geçerli bir tanım yapamıyorum. Bu nedenle sanırım konuyu  iyi bilmiyorum. Can boğazdan gelir-Can çıkmayınca huy çıkmaz. Canı yanan eşek, atı geçer. Sözleriyle Can damarına basmak, Canına minnet saymak, Can evinden vurmak sözleri arasındaki farkı görüyorum da bu farkı rahatça anlatamıyorum. Bu konuyu bir kez daha öğretmenden  sormaya gereksinim duyuyorum. Atasözü, deyim, terim, mecaz…. . Bunları  ayrı ayrı, örnekleriyle defterime yazdım ama bunlara sınırlı örnekler  gösterdim. Oysa her gün yüzlercesiyle karşı karşıya kaldığımda ne nedir, bir birinden ayırmakta güçlük çekiyorum. Örneğin “Aba altından değnek göstermek, Ağzına bir parmak bal çalmak, Gemi azıya almak, Denize düşünce yılana sarılmak, Eden bulur, inleyen ölür. Besle kargayı oysun gözünü. sözlerinde ilk üçü ile son üçü arasındaki farkı ayırır gibiyim;ancak yaptığım ayırımın  doğruluğu konusunda kuşkularım var. . Atasözlerinde, hiç değilse benim seçtiklerimde bir kesin eylem ya da çekimli, zamanla ilgili  kesinlik bildiren bir belirgin eylem, bir durum var:Besle-oysun. . Düşmek-sarılmak. . Bulur-ölür. gibi…Oysa deyimlerde, eylemler; doğrudan doğruya mastar olarak kullanılıyorlar. Ancak, fiyaka düşkünü, tatlı dilli, başı eğik, dik kafalı, açık göz, oyun bozan, türünden deyimler işin içine girince bilgim  gene bulanıklaşıyor. Durup dururken kendimi bir noktada şanssız saydım. Oysa bu konuda bugüne dek hep şanslı  buluyor, bin şükür ediyordum. Uzun bir aradan hatta artık okuma şansım bitti, diye  umudumun bittiği bir sırada okula kavuşmak benim için çok büyük bir şanstı. Bu konuda okul  türü üstüne de hiçbir koşulum kalmamıştı. Bu düşünceyle Edirne-Karaağaç’a gittiğimde kayıtta nüfus kağıdım için ileri sürülen engel önüme konunca, zindana atılmış gibi etrafımı bir süre  kapkara görmüştüm. O gün, kısa bir süre çektiğim bu acıdan sonra kayıtlarım yapılınca  duyduğum sevinç bu güne dek artarak sürdü. Ancak bugünkü şanssızlığım sözüm, ya da eksikliğini duyumsadığım olay okulla ilgili değil, okulun ilk sınıfında bulunmamla ilgilidir. 6. ya da 7. sınıflardaki çocuklar başları sıkılınca gelip sorunlarını  bizden birileriyle çözüyorlar. Takıldıkları konuları çözdükten sonra sevinerek gittiklerini gördükçe  bu düşünce bende doğdu. Keşke benim de üstümde sınıflar olsaydı da belli  sorunlarımı onların yardımlarıyla çözebilseydim. İşte bugünkü sorunum, bu dersleri okumuş sınıfların  uyarılarıyla açıklığa kavuşturabilecektim. Yazık ki böyle bir olanağım yok. Sami Akıncı bunu daha Edirne-Karaağaç’ta başlatmıştı. Coğrafya öğretmenimiz Sabit Soysal’ın Edirne Lisesi’nde okuyan kardeşi Hüseyin Soysal ile ilişki kurdu, ayrılıncaya dek her akşam yanına giderek, ayrılınca ise sürekli mektup yazarak günümüze dek sürdürdü. Ancak bu örnek, benim yakınmamın gereksizliğini  ya da yakınmaya hakkım olmadığını da  kanıtlamış oluyor. Hüseyin Soysal hepimiz yakınlık gösteren çok iyi bir arkadaştı. Sami Akıncı ona daha yakınlık gösterdi, Hüseyin Soysal da ona yaklaştı. Aynı zamanı, aynı olayları birlikte yaşadığımıza göre, Hüseyin Soysal’ın bana değil de Sami Akıncı’ya mektup yazması, benim  adamsendeciliğimin, hem de kendime karşı saygısızlığımın, karşımdakine ise  kabalığımın, ona beklediği değeri vermememin  göstergesidir. “Bak bana bir gözünle, bakayım sana iki gözümle!”demişler. Ben bakmamışım, başkaları neden bana baksın?. . . . . Yat zili çalınca arkadaşlar ağırdan aldılar, “Derslik sıcak, yatmaya gidince üşüyeceğiz neden burada sabahlamayalım?gibilerde  bir birine sorular yönelttiler. Ben defterimi kapatıp hızlı bir  devinimle yatağıma yattım. Gerçekten çok soğuk. Bir an yatağımın ıslatılmış olduğunu düşündüm. Niçin olmasın?Benim yatağım olduğu için değil  ranza sıralarının başında olduğu için, aklına eser eline geçirdiği bir kap suyu  battaniye altına atabilir. Bunu senden başkası bilemez. Dikkat etmezsen ıslak ıslak yatarsın. Baktım, öyle bir durum yok. Ayakkabılarımın çalınmasını düşündüm. M. O’da benim olduğunu bilmeden almıştı ayakkabılarımı, kendini öyle savunmuştu. Derken başımı  battaniyenin altına çekince bir daha düşündüm. Sanki ben şimdi M. O’ya iyilik mi ettim?Belki bir gün gene bana, belki de hiç  aklıma gelmeyen bir  yönden gene zarar verecek!Öyle bir zarar ki onun M. O’dan olabileceğini hiç  düşünmeyeceğim bile. M. O’nun davranışları, gülüşü, benden uzak durması, karşılaşınca  gülümsemesi gözümün önüne geldi. Arkadaşlar  yüksek sesle konuşup gülüşüyorlar. Birden bir sessizlik oldu. Bu kez ben konuşmaya başladım. “Ne susuyorsunuz, nerde sizin hayırseverliğiniz?O fidanları ekerken koruyacağınızı söylüyordunuz. Yazık değil mi?Daha meyve vermeden gözünüzün önünde kırıyorlar. “Ah, ah”diyorum, ben bunun olacağını biliyordum, ben bu çocuğu affetmekle hata ettim. Bunu Fikret Madaralı Öğretmene nasıl anlatayım. Bir de baktım tüm arkadaşlar  arkasını dönüp gitti. M. O ise fidanları elindeki kürekle kırıyor. Avazım çıktığı kadar bağırdım:Bu kez af maf yok, seni okuldan atarlarsa üzülmeyeceğim…. . Gözlerimi açtım, yatağımdayım, zifiri karanlık. Kıpırdamadan gene başımı örtüp yattım. Yüz kez düşünmüşümdür:Akşamları yatarken geçmiş olayları anımsayıp  içlerin den bazılarını rüyamda görmek isterim. Böyleyken istediklerim değil uımmadığım olaylar karşıma çıkar. Dediğimin olması için kimi olayları birkaç kez tekrarladığım da  olur. Nedense üyamda  bir daha yaşamak istediğim olayları göremezsem. sabahleyin  üzülürüm. Buna karşın kimi akşam, bu geceki gibi  düşünmek bile istemediğim olaylar aklıma takılır, rüyamda da sürer  sürer gider;hem de  beklemediğim ölçüde canımı bir daha sıkar. Bu gece de öyle oldu. Gece  henüz bitmediğine göre tekrar uyuyunca bu rüyayı unuturum umuduyla  iyimser olarak gözlerimi kapattım……. .

 

29  Aralık 1940  Pazar….

 

Bir gürültü oldu: Gözlerimi açmadan, içimden “Eyvah, gene kötü bir rüya gördüm!”diye  gerildim. Gözlerimi açınca yakınımdaki herkesin kalktığını gördüm. Buna sevindim, “Bu kez rüya değilmiş!”dedim ama geceki rüya  ayrıntılarına varana dek aklımda kalmış. Önce çıkıp bahçedeki fidanlara bakmayı düşündüm. Aklım çabuk başıma geldi, dışarısı

İnsan boyu kar. Kırıldığını rüyamda gördüğüm fidanlar kocaman ağaç, geçen yaz  az da  çiçek açıp meyveye bile  duranlar oldu. Gecikmeli olarak dersliğe gittim. Derslikte konu gene okulun Anadolu yakasında bir yere göçü. Bu kez öyle “Nerden duyuldu falan diye soru soran yok. Göçe herkes razı. Ancak gene de koşullar var:İlk koşul:Kar yağmayan bir yer olmalı. Ben kar yağmayan bir yer bilmiyorum. Daha doğrusu, anımsadığım  konuşmalardan  belleğimde böyle bir iz yok. İlgiyle sordum. “Türkiye’de  hiç kar yağmayan bir yer var mı? Önce bir suskunluk oldu. Hiç yağmamak söz konusu olmayabilir ama buradaki gibi adam boyu yağmasın. Ayrıca bir yağınca günlerce, haftalarca  yerde kalmasın. Sami Akıncı kar yağmayan yerleri saydı:İzmir, İstanbul, Adana, Hatay. “Hatay!”  denince bir çok arkadaş okulun Hatay’a  göçünü istedi. Ülkemize yeni katıldığı ileri sürüldü. Bu kez ben, bu göç isteğine karşı olduğumu söyledim. Ad vermeden akşam gördüğüm rüyayı anlattım. Biraz da abartarak, bahçedeki  fidanların kırıldığını görünce ağladığımı söyledim. Arkadaşların çoğu söylediklerime şaştı. Benim, okulu çok sevdiğime, bitirince de burada kalmak istediğime, bunu da  başaracağıma inandıklarını söylediler. Bu çok hoşuma gitti. Birden arkadaşlara kimseyi ayırmaksızın, tümüne sevgiyle baktım. Hep böyle  olabilir. Hep böyle olsa ben çok daha rahat olacağım. Bundan bir ders çıkarmaya çalışmalıyım. , diye düşündüm. Başkalarını iyi etmek elimde değil ama benim onlara hep iyi davranmam elimde. Böyle yapabilsem belki de onlar baştan yan çizseler bile sonunda  iyileşebilirler. İsmet, Mehmet Yücel bir kaç kişi daha eni konu Hatay ilini haritada bulup üstünde konuşmaya başladılar. Bu  sakin hava ne yazık ki çok sürmedi. Beklenmedik bir sesle 6 Ali Aga, “Bırakın şu Hatay’a gitme işini, oraya kim gider-gelir?”dedi. Şaka da olsa bir anlaşma sağlanmıştı. Ali aga’nın bu sözü tepki yaptı. Ali’nin  Alpullu’dayken bir  tatil dönüşü yol şaşırması vardı. Ya da bunu ona yakıştırıp uzun süre bununla gönül eğlemişlerdi. Onu anımsatıp, “Sen zaten nerede olsa yol şaşırırsın:Hatay’da şaşırıp Afrika’ya gidersin de senden kurtuluruz gibilerde sözler söylediler. Bu kez Ali Aga’nın Afrika’da neler yapacağı varsayımları öne sürüldü. Ali Aga’yı yitirmemek için kafesler düşünüldü. Sonunda geçen yıllar okuduğumuz Süleyman Nazif’in  Bombay’da gördüğü aslanla Ali karşılaştırıldı. Ali’nin o aslana benzeyemeyeceğini, sopayı görünce sineceğini öne sürenler oldu. Ali tüm bunları duymazdan geldi. Bir yandan da “Ha şimdi, patlayacak, ha şimdi birine çatacak!” şeklinde beklentilere karşın Ali hiç oralı olmadı. En sonunda Mustafa Saatçı dayanamadı, “Ali Aga, sabahtan beri seni çekiştiriyoruz, ne olur kız da birimize bir laf söyle!”dedi. Ali başını kaldırdı, “Hiç zorlamayın ben Hatay’a gitmeyeceğim, zaten siz de gitmeyeceksiniz, boş yere konuşuyorsunuz!”dedi. Uzun bir gülüşten sonra Ali Güleren’i  bu kez hile ile dışarı çıkarıp kar topuna tutmayı konuştular. Sami Akıncı, başta olmak üzere arkadaşların çoğu, buna razı olmadı. Bu sıra 79 Ahmet Güner’in  köylüsü  Musa Güner ile Yusuf Asıl’ın köylüsü Ali Ergin geldi. Bunlar güzel şarkı söylemekle ün yapmış bir  çift. Okulda öğretmenler dahil herkes onları öyle tanıyor. Onlar gelince takılanlar oldu, “Yıl Başı Gecesi bizim için de türkü söylemeleri önerildi. Bu öneriye ikisi birden tepki gösterdi, “Biz  türkücü değiliz. Türküleri, şarkıları söylemesini severiz ama, öyle isteyenin gönlünü yapmak için ağzımızı bile açmayız. Bu yanıt benim için de geçerli, içimden iyi oldu dedim. Yüksek sesle konuşanlar vardı. Birden sesler kesildi, Arkadaşların başları o tarafa döndü. Konuşmalara pek katılmayan Arif Kalkan sordu, “Şarkıcılar bu işi nasıl yapıyor?Soruya kimse yanıt vermedi. Mustafa Saatçı, “Şarkıcılar bu işi parayla yapıyor!”dedi. Bu kez Yakup Tanrıkulu, “Biz de para verelim!” diye ortalığa söyledi. Ali Ergin Yakup Tanrıkulu’ya dönerek, “Para versen de ayağına şarkıcı gelmez, sen kalkıp şarkı söylenen yere bir zahmet gitmek zorundasın. Belli ki sen daha önce bu işi para vererek de yapmamışsın. Önce  sor, öğren de  başkalarına ondan sonra öyle akıl vermeye kalk!”dedi. Gene bir sessizlik oldu. Bu sıra  bir  arkadaşları gelip Ali ile Musa’yı çağırdı. Onlar kalkıp gidince  arkalarından bir yaylım ateşi başladı. “Öyle mi konuşulurmuş? Kendilerinden büyüklerin yanın biraz daha nazik olabilirlermiş, iki şarkı söylemekle böyle şişinmenin  anlamı neymiş. v. b. Bu kez de Yusuf Asıl, bu tür konuşanlara çıkıştı:”Sizin, dersliğinize arkadaşlarına gelmiş kimselere böyle söz söylemeye ne hakkınız var?Kendi arkadaşlarıyla eğlenirken şarkı söylediler diye onları şarkıcı yerine koymaya ne hakkınız var?İsmet’le Yusuf durmadan tartışırlar. O alışkanlıkla İsmet, hemşerisinin yerineYusuf şarkı söylese nasıl olur?”dedi. Bu kez de Ahmet Güner, İsmet’e “Yok, karşındaki babanın uşağı, sen deyince, “Baş üstüne! deyip  gazel okuyacak!”Mehmet Aygün gülerek, “Okusa ne olur?diyecek oldu. Yusuf’la Ahmet ikisi birden, “İşte böyle olur, şarkı değil canına okur!”dediler. Birbirimize bakıştık kaldık. Sonunda Halil Basutçu “Ne oldu şimdi, kim kime ne dedi? Niçin dedi? Birilerinin ötekilere hala bir diyeceği var mı?Bunları bir öğrenelim de belki biz de bir şeyler söyleriz!”dedi. Kimse yanıt vermedi. Bu kez Halil bana, “Arkadaş, akordiyonunu al gel, bize  her gün bir şarkı öğret, kendi şarkılarımızı kendimiz söyleyelim, böylece ellere muhtaç olmayalım”deyince söz sırasının bana geldiğini düşünerek, , “Söylenenlerin hiç birisini yapmadan da biz ellere muhtaç değiliz. Bak işte sorunların her zamanki gibi üstesinden geliyoruz. Fırsat buldukça  bir birimize çatarak ne güzel sonuç alıyoruz. Akordiyonu şimdi alır gelirim. Ancak başladığım ilk gamın sonu gelmeden susturulmasının isteneceğini de biliyorum. Akordiyonu dersliğe hiç getirmememin nedenini benim kadar sen de biliyorsun!”Derslikte sanki kimse yoktu, herkes suskun, konuşmaları dinlemiyoruz, derce bakışıyorlar. Yemek zili vurunca, yemekten çok içine düştüğümüz sıkıntıdan kurtulma  isteğiyle yemekhaneye gittik. Hava soğuk. Acaba şimdi Hatay’da hava nasıldır?Hilmi dayanamadı, “En iyisi biz Mısır’a gidelim, orada kar hiç yağmazmış. Bu kez sorular Hilmi’ye yöneldi. “Sen nereden biliyorsun?Hilmi sıkıştı. Söylediği doğruydu ama bu bilgiyi aldığı yeri, okuduğu kitabı unutmuş, bana yalvarırca sordu, “O kitabı sen de okumuştun, heykelli, kuşlu kitap!”Heykelli, kuşlu!” deyince kitabı. anımsadım, Bahtiyar Prens. Kuş, heykel prense  yardım ederken kar basmıştır. Kuşçağız arkadaşlarının Mısır’da Nil kıyılarında arkadaşlarının uçuşlarını özlemle anar…. Hilmi çok sevindi, üstelik bir de  övüncünü  ekledi. “Bir defa olsun  söylediğim doğru çıktı!”Yemekten sonra oldukça heveslenip atölyeye gittim. Notaları sıra ile büyük tezgahın üstüne açıp  tekrar tekrar çaldım. Sağ elimin tökezlediğini  ayırt edince üşüdüğümü anladım, önce kooperatife uğradım. Orası sıcak. Ancak pazar günleri müşterisi çok olduğundan, kötü örnek olmamak için özellikle orada kalabalık etmek istemiyorum. Çaresiz gene dersliğe gittim. Sandığımın tersine derslikte çıt yok. Herkes bir uğraş seçmiş, sessiz sakin çalışıyor. . Okuma kitabımı açıp, atasözü, deyim, terim, mecaz örnekleri seçtim. Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun  Gördes halıcılı üstüne bir yazısını okudum. Aynı yazardan daha önce bir Üzümcü yazı okumuştum. Yazar Türk insanın hem acıyor  hem de övüyor. Yazı, ilgimi çekti. Örnek cümleler seçtim. Ayrıca çalışmak mastarının çekim değişikliklerini sıraladım:Çalıştım-çalıştın-çalıştı-çalıştık-çalıştınız-çalıştılar…. Çalışmıştım-Çalışmıştın-çalışmıştı-çalışmıştık-çalışmıştınız-çalışmıştılar…. . Çalışıyorum-çalışıyorsun-çalışıyor-çalışıyoruz-çalışıyorsunuz-çalışıyorlar…Çalışacağım-çalışacaksın-çalışacak-çalışacağız-çalışacaksınız-çalışacaklar…. Çalışsam-çalışsan-çalışsa-çalışsak-çalışsanız-çalışsalar…. Çalışırım-çalışırsın-çalışır-çalışırız-çalışırsırız-çalışırlar…. Çalışayım-çalışasın-çalışa-çalışalım-çalışasınız-çalışalar…. Çalışmalıyım-çalışmalısın-çalışmalı-çalışmalıyız-çalışmalısınız-çalışmalılar….     …. Çalış-çalışsın…. . çalışın-çalışsınlar……Almanca çalışmalarım için bir de isimlerin  durumları gerekli. İbrahim-yalın, İbrahim’i-i  durumu, İbrahim-e, e durumu, İbrahim’de-de durumu, İbrahim’den-den durumu. Almanca, İbrahim-Nominatif, İbrahim’i-Akkuatif, İbrahim’e-Datıv…Şahıs zamiri olarak-Nominativ: Ben-sen-o-biz-siz-onlar…. . Dativ: bana-sana-ona-bize-size-onlara…. Akkusativ: beni-seni-onu-bizi-sizi-onları……. . bunları tekrarlamam gerekiyor……Birden anımsadım. Bayrak indirilmedi. Yavaşça bahçe tarafından okul önüne döndüm, bayrak yerinde,  düğümleri ufuldayarak çözüp bayrağı indirdim. Bayrağı unutmakta kendimi suçlu gördüm, olayı kimse duymaması için atölyeye götürüp tezgahın üstüne serdim. Soran olursa, bayrağı zamanında indirdim ama bayrak ıslak olduğu için yerine değil kuruyacak bir yere bıraktığımı söylemeyi tasarladım. Olayı gören olmadı, yarın uygun bir zamanda aynı sözleri söyleyerek bayrağı Hüsnü Baykoca Öğretmenin odasına bırakacağım. Bir terslik olmadı, dersliğe sevinerek döndüm. Konuşmalarla hiç ilgilenmeden ya da duymazlıktan gelerek gelinleri okudum. Yatınca da  onları düşündüm:Onlar, gerçekten yaşadılar mı acaba. ?İnsanlar arasında  benzerlik olduğu gibi çok da benzemeyen taraflar var. Kırklareli’deki amcalarımı özellikle de yengelerimi  düşünüyorum. köydeki ablalarımla, yengelerimle  aralarında çok büyük  ayrılıklar var. Köydekiler, ancak kendi aralarında bir bakıma  kadınlar ancak kadınlarla konuşuyor. Kırklareli’deki yengelerim ise böyle bir ayırım gözetmeksizin herkesle konuşup tartışıyor. Müderris Amcamın eşi büyük yenge konuşmaya başlayınca karşısında babam bile susuyor. Hele Hasan Amcamın eşi Atiye yenge amcam başta olmak üzere konuşmaya başlayınca ağabeylerim, amcalarım neredeyse susarlar. Atiye yenge  çok okumuş da değildir. İlkokulu bitirmiş, ortadan ayrılmış. Bu durum salt benim yengelerim görülen bir özellik değil, onların komşularında da böyle. Biz, onlardayken gelen komşuları  da böyle. Demek onlar çok şeyler biliyor ki konuşuyorlar. O zaman köydekiler için rahatça diyebilirim:Köydekilerin susuşu  bilgi azlığından ileri gelmektedir….

 

30  Aralık  1940    Pazartesi……

 

Kar  yağması durmuş ama  rüzgarsız ayaz artarak sürüyor. Kötü bir  haber, sular akmıyor. Haberin kötülüğü susuz kalmaktan değil, karla marla silinmeye razı olacağız ama su taşımak kolay olmuyor. Özellikle kamyonla taşırken donuyoruz. At arabalarıyla iş uzun sürüyor ne var ki, sık sık nöbet değiştiğinden, ayrıca aralarda atlayıp zıplarken ısınıyoruz. Ben böyle düşünüyorum. Sorsalar, kamyona değil at arabalarına giderim. Asfalttan kamyonlar gelip geçiyor, belli ki biz suyu kamyonla taşıyacağız. Kahvaltıya biraz  tedirgin gittik. Aramızda konuşulmuyor ama gözlerimizden, bunu düşündüğümüz belli oluyor. Salt arkadaşların bu konudaki düşüncelerini öğrenmek amacıyla Hilmi Altınsoy’a takıldım:Yüzünü yıkamamışa benziyorsun. Hilmi doğru anladı:”Sen çok yıkadığın için su bitmiş. İlk getireceğinle ben de yıkanacağım!”dedi. Herkes güldü ama, konuya kimse girmedi. Ben gene, “Neden ben getirecekmişim?Git  yıkanacak suyunu kendin getir!”dedim. Biz böyle  su  sözü ederken Mustafa Saatçı yanımızdan geçti. Konuşmalarımızı duymuş, eğilerek, bir eliyle de ağzını yarım yarım kapatarak, “Korkmayın sular az sonra akacak!”dedi. Hilmi yüksek sesle, “Yalan söyleme, akmazsa hesabını sorarım!”Mustafa çok rahat olarak, “Akmazsa sor!”. Hepimiz sevindik. Özellikle ben kendi kendimi çok kurmuştum;akarsa çok sevineceğim. Öğretmenler geldiler. Biz havanın uzayıp giden değişmez durumundan  korktuğumuzdan durumu  olumsuz görmeye başlamışız, her halde. Öğretmenler oldukça neşeli konuşuyorlar, gülüyorlar. Ders zilinden az sonra Fikret Madaralı Öğretmen  geldi. Gülerek “Günaydın, dedikten sonra önce hepimize birden, sonra da ayrı ayrı durumlarımızı sordu. Arkadaşlar genellikle sabahki susuz durumdan duydukları kaygıyı söylediler. Mustafa Saatçı bu konuda bildiklerini anlattı. Öğretmen tam bana soracağı sırada bir öğrenci, geldi, öğretmenden izin  aldıktan sonra bana, “Seni Hüsnü Baykoca çağırıyor!”dedi. Öğretmen öğrenciye, gülerek, “Hüsnü Baykoca senin  arkadaşın mı?”diye sordu. Çocuk anlayamadı, arkadaşlar fısıltıyla uyardılar:Baykoca Öğretmen!”Çocuk  tekrarladı, Baykoca Öğretmen!”Bu kez Fikret Madaralı Öğretmen bana, Bir suç mu işledin, ne bu böyle ivedi isteniyorsun?dedi. Bilmediğimi söyledim, suç için olmayacağını, kendisinin bir işi için olabileceğini söyledim, “Git!”deyince derslikten çıktım. Hüsnü Baykoca gülerek, dersiniz boş sanmıştım, rahatsız ettim, Fikret Bey’den özür dileyeceğim, bayrak yerinde yok, imndirmeyi unuttuk mu?baktım sirende de yok. Rüzgar mı kopardı, merak ettim!”dedi. Olayı  tasarladığım gibi anlattım. Zamanında indirdim. Islak olduğu için atölyeye  kusun diye serdim!”dedim. Hüsnü Baykoca Öğretmen teşekkür etti. “Senden bu titizliği her zaman bekliyoruz. Ancak ben de bu konuda biraz  duyarlıyım. Öğretmeninden özür dile, ben ayrıca kendisiyle konuşacağım!”dedi. Dersliğe döndüm. Öğretmen herkese sormuş, Dil Bilgisi ödevlerini  sormaya başlamış. Ben girince, eliyle konuşmamamı, gene eliyle  oturmamı işaret etti. Oturunca defterimi açtım. Ödevlerimi fazla fazla yapmıştım. Sıralar arasında dolaştı, benim defteri alıp son sayfadan başa doğru karıştırdı. Almanca adların bize benzeyen çekimlerini eliyle göstererek”Bu yöntemi iyi uygularsan Almanca’yı öğrenirsin!”dedi geçti. Abdullah Erçetin’in defterine baktı. Defteri alıp masasına gitti. Abdullah’ı tahtaya çağırdı. Uyumak-Geliyor-Gülmemiş-Aç-Okusun sözlerini yazdırdı. Abdullah ağır ağır yazdı ama çok güzel denecek  düzgünlükte yazdı. Bu sözlerin türlerini sordu. Abdullah biraz kekeleyerek de olsa yanıtlar verdi. Sonra da çekimlerini istedi. Gene öğretmenin   yardımlarıyla Abdullah çekimleri yaptı. Abdullah’ın  duraksadığı, Gülmemiş-Aç-Okusun fiillerini  bu kez tahtanın  öbür yanına yazdırdı. Onlara eşdeğer zamanlı fiil-sözcükler istedi. Abdullah. Gelmemiş-Tok-Uyusun sözlerini yazdı. Öğretmen Abdullah’a bu kez  “Çok dikkatsizsin, az önce yaptığını nasıl unutursun?”diyerek uyardı. Abdullah gittikçe  ağırlaştı. Az önce yaptıklarını o yapmamış gibi tahtaya bakmaya başladı. Parmak kaldıranlar oldu. Öğretmen Yusuf Asıl’ı çağırdı. Yusuf anlatarak yaptı. Abdullah’ın, “Aç sözünü yanlış anladığını, bu sözün  iki anlamı olduğunu bir fiil bir de sıfat olarak kullanıldığını anlattı. Öğretmen gülerek Yusuf Asıl’a takıldı, “Boş dersleriniz çok, sen bunlara biraz gramer öğret!”dedi. Zil çalınca öğretmen beni çağırdı, birlikte koopratife gittik. Cumartesi günü  ertelenen alımlar için hazırlıklarımızı görmek istedi. Bize izin aldığını  bugün gidebileceğimiz söyledi. Hüsnü Baykoca neden çağırmış, bir sorun mu var?”dedi olayı anlattım. Öğretmen güldü:Baykoca iyi bir takipçidir, dikkat et!”dedi. Önce Hüsnü Baykoca Öğretmenin sonra da Fikret Madaralı Öğretmenin beni çağırmaları arkadaşlarda büyük bir ilgi uyandırmış, sordular, olayların doğrusunu anlattım. Öğretmen geldi, kaldığımız yerden öteki  fiil çekimlerini  tekrarladık. Bu kez öğretmen okuma kitaplarımızdan örnekler seçmemizi istedi. 6 Ali Güleren’in, 7 Fettah Biricik’in, 77 Emrullah Öztürk’ün, 15 Hüseyin Serin’in örneklerini beğenmedi. Daha dikkatli olmalarını söyledi. Gülerek bu konuları çok iyi bilen bir arkadaşınız var ona danışabilirsiniz. Sakın boyuna bakıp da küçümsemeyin. “Akıl yaşta değil başta!”derler. Arkadaşsınız, bir birinize destek olacaksınız. İlla boyunuza uygun arkadaşlardan öğrenmek istiyorsanız o şansınız da var!” diyerek bu kez beni gösterdi:”İşte size boylu- poslu, güçlü bir arkadaş!”dedi. Tahtaya, “Çalıştıysan-Okuduydunuz-Görmüştük-Uyumuşmuş-Yazmışsa-Gülüyordu-Gidiyormuşuz-Konuşuyorlarsa-Gelecekse-Üşüyecekti-Bilirdin-Yürürmüş-Görmeliydin-Bilmeliydik-Yazaymış. fiillerinin birer cümlede kullanılması, bunların  çekimlerinin  yapılması. , haftalık ödev…. . Öğretmen kapıdan çıkarken Sami Akıncı’ya sordu. Senin bunlarda bir eksikliğin var mı?”Sami “Yok öğretmenim!”deyince işte size bir başka rehber!” dedi. Boş derslerimizde arkadaşlar  çalışmaya karar verdiler. Bana da tembihlediler:”Sakın Müdür Beyi çağırma!” Benim zaten niyetim yoktu. Ödev yapmadım, roman daha doğrusu gelinlerin mektuplarını okudum. “Bu gelinlerin  işi yokmuş herhalde!”dedim durdum. Avrupa ile Amerika kadınları bizimkilerden farklı. Ben bunu daha Üç Silahşörleri okurken anlamıştım. Örneğin Lady Winter denilen kadın, o kahraman D’Artagnan, Porthos, Aramis, Athos  gibi kılıç ustalarıyla sonuna dek savaştı. Cihan Şampiyonları romanındaki güzel kadınlar da öyle, bizim romanlardaki kadınlara hiç benzemiyorlar. Öğle yemeğinde Ahmet Gürsel Öğretmenden mektup geldi. Öğretmen, kendisine gelen eski mektupları karıştırırken benim bayram tebrikimi görmüş. Tebrikime yanıt verip vermediğini  tam kestirememiş. Önce “Yıl başında da ben göndereyim!”demiş ama, gene karar değiştirip bu  mektubu yazmış. Soru sorduğum mektubumu da almış. Sorduğum soruların geniş  açıklamasını sonraya bırakmış. Bu kez, ara soğumasın, kendi kendime  biraz  uğraşayım, diye beş problem göndermiş. İyice pişirmem gereken konularda çok problem çözmeliymişim. Buna çok sevindim. Problemler hep cebir, geometri yok. “Asker, pergel cetvel taşıyıp bana çizim yapacak değil ya!”deyip  güldüm. Harun Özçelik, Salih Baydemir üçümüz hazırlanıp öğretmeni bekledik. Öğretmen de  hazırmış, Kazım Usta işaret edince  kamyona atladık. Kamyonun brandası altına  ince bir astar  eklenmiş. Eskisi kadar rüzgar girmiyor. Çal Eczanesi yol kesişiğinde inip, uğrayacak yerleri gezmeye başladık. Öğretmen başını öttü Kulaklarım biraz arızalı, soğuğa gelemiyor!”dedi. Helvacılara, manavlara birlikte gittik, öğretmen ayrıldı. Bugün, cumartesi günlerinde olduğu gibi fazla zamanımız yok. Zaten alacaklarımız da çok çeşit değil. Yiyecek türleri:Helva, lokum, şekerler, portakal, ayva, elma, kuru yemişler. Kuruüzüm. B iz eczaneye girelim mi girmeyelim mi diye çekinerek karar vermeye çalışırken Kazım usta çoktan gelmiş, az ileride durmuş;toparlanıp kamyona atladık. Korktuğumuz kadar üşümedik, işlerimiz de  uğurlu gitti. Okula erken döndük. Aldıklarımızı kooperatife yerleştirdik. Dışarıdan gelince okul bize sıcacık geldi. Paydos zilini bekledik. Zil çalınca dersliğe çıktık. Yusuf Asıl bize  üzüleceğimiz bir haber getirdi:Hamdi Öğretmen, “Kooperatif bizim atölyeyi boşalttı, üçü birden neden gidiyorlar?”demiş. Üçümüz birden izin aldık!”dedik. Öğretmen de izinliler ama  bu herhalde bir defa olacak!”demişmiş. Biz bundan üzülmeyiz. . Zaten biz de bir kez izin aldık, bir daha alacak değiliz. Kar  yaza dek kalacak değil ya,  kardan sonra gene cumartesi günleri alı-verişimizi yaparız!”dedik. Bu kez biz, onların ne yaptığını sorduk. Hemen hemen hiçbir iş yapmamışlar. Naci öğretmen gelmemiş. İrfan öğretmen de erken ayrılmış. Yusuf bunu söyleyince Salih Baydemir Yusuf Asıl’a “Yalancı!”dedi. “Hem bir iş yapmıyorsunuz hem de öğretmen bizim gelmediğimizi sorun yapıyor!”Öteki arkadaşlar gelince konu anlaşıldı. Hamdi Öğretmen, o sözü şaka olarak söylemiş. “Üçü birden bizim atölyeden, bu bizim atölye için bir şanssızlık!”demiş. Salih Baydemir  Yusuf’a bakarak güldü, “Sözümü geri alıyorum, sen yalancı değil kışkırtıcısın, ne derler ona, munmunlu bir şey, münafık, fitneci!”dedi. Salih’in söyleyeceği sözü  kekeleyerek  uzatmasına herkes güldü. Yusuf Zaten  sözleri üslenmedi. Ben mektubu açtım, bir daha okudum. Problemleri aritmetik defterime  geçirdim. Çözmeye başladım. Beşi de birinci dereceden ikisi bir bilinmeyenli, üçü iki bilinmeyenli. Ancak  küçük sayılar üzerine kurulmuş, akıldan bile çözebilirim. Besbelli ki öğretmen:Kolay çözeyim, korkup yılmayayım, diye düşünmüş böylesi kolaylarını seçmiş…. Deftere yazarken Halil Basutçu gördü. “Ne onlar?diye sordu. Anlattım. Ben, “Birinci dereceden, ikinci dereceden denklemler!” diye konuşunca, şaka mı  değil mi? tam anlayamadım, Halil, “Biz böyle şey okumadık!”dedi. Beni dinlemeden  öndeki Hüsnü Yalçın’ı  dürtüp ona sordu. “ Birinci derece nedir?İkinci derece nedir?Nerede geçer?”dedi. Hüsnü gülerek:”Bilmiyorum, Sami’ye soralım!”deyince Sami duydu, “Cebirde geçer, yalnız x’li ise bir bilinmeyen, y’ de varsa iki bilinmeyenli z’ varsa üç bilinmeyenli olur!”dedi. Halil, sorusunu tekrarladı:”Biz bunları okuduk mu?”x’lı okuduk, çözdük. x, y’li olarak öğretmen örnekler gösterdi. x, y, z’li olarak ben şimdi çalışıyorum!”Bu kez Halil, ikinci derece ne oluyor?”dedi. Sami Akıncı onları görmedik ama ben biraz baktım, Hüseyin Soysal’dan sordum:O da birinci derece gibi sıralanıyor. . Ancak x, x2( x kare)olarak  bulunuyor. Yalnız  x2 ise  ikinci dereceden bir bilinmeyenli, denkleme y de katılırsa, ikinci dereceden iki bilinmeyenli olur. Bu böyle uzar gider!”Sami bunları söyleyince  arkadaşlar dikkatle dinlediler. İsmet gülerek:Sami Akıncı’ya “Oldu olacak bari  üçüncü dereceyi de anlat!”deyince, Sami, x3’lü, y3, z3 oluşuna göre , üçüncü dereceli, bir, iki, üç bilinmeyenli olur, oradan ötesi de varmış ama ben oralarını bilmiyorum!”dedi. “İyi ki bilmiyorsun, bilseydin kafamızı iyice karıştıracaktın!”diyenler oldu. Fettah Biricik gülerek, “Ay sizin kafalarınız bundan sonrakileri anlatınca mı karışacaktı?Oysa benimki ilk söylediklerinde karıştı, sonrakileri zaten hiç  algılayamadım!” giderek, “Ben de öyle!”diyenler oldu. Çalışmamı  sürdürüp boş geçen matematik dersimde beş problemi de çözdüm. 1. Problem…999 tl, üç kardeş arasında  paylaşılıyor. 2. kardeşin yaşı birincinin !/3’ü, 3. nün ise 2. nin yarısıdır. Kardeşler kaçar tl. alacaklardır?Kurduğum denklem:x+3/x+2/x=999…. Kesirli x’lerin payları paydaları denkleştirilerek, kısaltmalar yapıldı. x’ler denklemin bir yanına, sayılar öte yana kondu. Sayı x sayısına bölünerek  833 sayısı bulundu. Denklemde olduğu gibi 833+(833+3)+(833-2)=999 sayısı bulundu…. 2. Problem. Kr. 10 kş. 3 çuval buğday alınıyor. 2500kş. ödeniyor. 1. çuval 2. çuvaldan 3 kr. Fazla, 3. çuval 2. çuvaldan2. kg. eksiktir. 2. çuvalın ağırlığı istenmektedir. Denklem. 10 I(x+3)+x+(x-2)I=2500 kş. Kısaltarak. . x+3+x+x-2=250=3x+1=250-1= 249/ 3= 83, … 1. 86, 2. 83, 3. 81…İstenen  2. dir. 83…. 3. Problem. . Mehmet 5 ceket, 4 pantolon aldı. . Bunların tamamına 95 tl. verdi. Bir pantolon, bir ceket tutarı 2o tl. dir. Ceketlere, pantolonlara ayrı ayrı kaçar, toplu olarak kaçar tl. ödenmiştir?. problem:5x+4(20-x=95=5x+8o-4x=95=5x-4x=95-80=x=15.   !5x5= 75…5x4=20, 75+20=95. . Ceket, 15, pantolon, 5 tl……Problem 4. Farkları 15 olan sayının  toplamlarının 1/5’i büyük sayının 3/8’ne eşittir. Hevesle sarıldım ama oldukça da bunaldım. Selçuk Öğretmen geldi. Benim durumun ya da durgunluğum dikkatini çekmiş, yanımdan geçerken”Çok mu yorgunsun?Umarım tarihe çalışmışsındır!”dedi. “Evet!”dedim ama  bu kez de utandım:Çünkü bu kez kitabı bile açmamıştım. Selçuk Öğretmen genellikle derslere konuşarak başlar. Herhangi bir konudan  tarih dersine kolayca da geçer. Edirne-Karaağaç’tan göçümüzü konuşurken, “Bu da bir tarih olayıdır, savaşlarda insanlar bir yerlerden bir yerlere göçer. Balkan Savaşı’nı düşünün!”der, böylece  ders başlar. Bir karşılaşma, bir benzetme derken işlenen konuya girilir. Plevne savunmasını anlatırken  İsa öncesi 500’lü yıllarda olan Termopil savunmasını insana soluksuz dinletir. Selçuk Öğretmen, kahramanların ulusu üzerinde pek durmaz. “Onlar vatanları için  savaşırlar, kahramanca ölürler. Onların bu tavırları, gösterdiği özverilerdir onları kahraman yapan. . Onların bu nitelikleri, çok defa içinden çıktıkları toplumlarda olmayabilir!”der sonra da gülerek, “Örneğin Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa aramızdan çıktı” deyip böbürlenmemiz fazla bir anlam taşımaz. . Çünkü savaşı kaybettik, yurdun doğusundan da batısından da  büyük toprak parçaları kaybettik. Bu nedenle kahramanları, ulus ayırımı yapmadan, ya da ulusu nedeniyle taraf olmadan; tarihe uyacak ölçüler içinde algılayıp değerlendirmeliyiz!”deyip sözünü tamamlar. Selçuk Öğretmenin, derslerinde  takılmadan   duramadığı  arkadaşlarımızdan biri İsmet Yanar’dır. . Önceleri İsmet, Selçuk Korol Öğretmene  çok soru soruyordu. Bu süreçte öğretmen, İsmet’in tarih dersini çok sevdiğini kendi yöntemlerine göre ölçtü, sanıyorum. İyi niyetine inanmış olacak ki, İsmet soru sormadığı derslerde öğretmen, İsmet’e sormaya başladı. Belki rastlantı, İsmet de boş bulunmuyor, öğretmenin sorularına  çoğunlukla doğru yanıtlar veriyor. Bu nedenle İsmet, hepimizden daha güvenilir bir tarih sever durumunda. Aslında İsmet benim kadar, tarih olaylarını  belleğinde tutamamaktadır. Özellikle tarihleri çabuk unutur. Ancak olayları oldukça rahat anımsayıp işin üstesinden geliyor. . Bu derste de öyle oldu. Selçuk Öğretmen İsmet’e “Ne haber, kar kış belimizi büktü, ne dersin bu işe?”diye gülerek, İsmet’e sordu. İsmet, “Öğretmenim biz bu konuda bir çare bulduk, siz buna ne diyeceksiniz?”dedi. Öğretmen nedir diye soramadan İsmet anlattı:Arkadaşlar kardan usandı, ayrıca  bu okulun göç etmesi de bizi  bu ara  tedirgin etti. Gene bir göç sözü yayıldı. Eğer böyle bir göç olacaksa biz bu kez karı bulunmayan bir yere gikmek istiyoruz. Öğretmen elini ağzına tuttu. “İsmet, ben evli barklı bir insanım, ailem çocuklarım var. Ben bu durumdayken sizlere “Karı olmayan bir yere gidin ya da gidelim nasıl derim?Önce siz bu karara neden vardınız?onu bir anlat da ona göre yardımcı olmaya çalışayım. İsmet konuşmaya çalışırken arkadaşlar makaraları saldı. İsmet söylediğinin ayırdında değil. Yanındakiler uyardılar. İsmet  bu kez düzeltme yaptı”Kar yağmayan bir yere!” Selçuk Öğretmen, “Ben onu anladım ama sen hiç oralı olmadan bakışlarında dayattığın için bayağı ciddiye alıp öyle konuşmak gereğini duydum. Şimdi anlaştık. Açıkla bakalım, bu göç ne göçüymüş, sizin kararınız nereye?İsmet önce  yayılan haberi söyledi. İsmet bir haber yayıldı, yalan yanlış şeyler söylendi!”deyince öğretmen, “Çocuklar sizler olayların dışındasınız, sorumluluğunuz yok. Bu nedenle duyduklarınızı dilediğiniz gibi yorumlayıp geçiyorsunuz. O duyduğunuz göç işi yalan yanlış haber değil, Milli Eğim Bakanlığı resmen bizim okul için yer arıyor. Bir kaç yer içinden biri seçilmek üzere. Bu iş için teknik heyetler kurulmuş, araştırma yapılıyor. İş orası mı olsun burası mı? durumuna gelip dayanmış. Şaka bir yana artık sizin de kar yağmaz yerleri düşünme  zamanınız geçmiş, dileyelim, biraz daha az soğuk olan  bir yöreye  göndersinler. Konuya şaka sözlerle girmiştik. Selçuk Öğretmenin sözleri bir anda hepimizi kendi gerçeğimizle karşı karşıya getirdi. Ben birden, evimden ailemden iyice kopacağım   kaygısına kapıldım. Parmak kaldırdım. Öğretmen söz verince, “Öğretmenim okulumuzun gerçekten göçmesi için zorlayıcı bir durum  var mı? savaş bize de gelecek mi?Öğretmen “İşte onu bilemiyoruz. Ancak şimdiki savaşlar, bizim kitaplardan okuduğuz  gibi karınca yürüyüşüyle gelmiyor. Almanya bir gecede. Danimarka ile Noveç’i ülkesine kattı. Rusya bir haftada üç Batlık ülkesini yok etti. Romanya ile Bulgaristan kendi istekleriyle Alman ordusunu ülkelerine çağırdılar. Bulgaristan komşusu Yunanistan’a savaş ilan etti. Amacı, Balkan Savaşı sonunda Yunanistan’a kaptırdıkları yerleri geri almak. Bulgaristan bize de aynı isteği yöneltebilir. İşte böyle bir durumda sizlerin burada kalmanız tehlikeli olur. Bu kez olacak göçünüz, savaş kaygılarına dayanmaktadır. Zil çaldığında öğretmenin yüzü kül gibi solmuştu. Söylentinin gerçekleşeceği anlaşılır gibi olmuştu. Kendimi toparlamaya çalıştım. Kapıya yöneldim, “Arkadaşlara, Müdür Beyi çağıracağımı söyledim. Kimse ses çıkarmadı. Müdür Odasının kapısını çalmaya hazırlanırken arkamdan Müdür Beyin sesini duydum, “Ben de seni bekliyordum, hanidir çağırmadın, bu kez çok ara verdik!”dedi. Dersliğe döndüm arkadaşlara, ben gene çağırmayacaktım, Müdür Bey, niçin haber vermedin?” diye sordu, böyle deyince çağırmaya geldiğimi söyledim!”dedim. Gene kimse bir şey demedi. Belli ki arkadaşları derin bir kaygı sardı. Zilden az sonra Müdür Bey geldi. Önce “Bu yıl kar bizi zorluyor, sabırlı olmak zorundayız!”diyerek konuşmaya başladı. Sanki Selçuk Öğretmenin konuşmalarını dinlemiş gibi, “Duymuş olacaksınız, bizim yakamıza gene yapışılacağa benziyor. Bu kez  galiba  biraz uzaklara gideceğiz. Olmaz molmaz diyecek durumda değiliz. Savaş burnumuzun dibine geldi. Geçen gece duymuşsunuzdur, asker kendisi de  ağırlıklarını geri çekmeye başladı. Telaşa gerek yok ama işin gerçeğini de bilmenizi istiyorum. Siz okulumuzun beyni durumundasınız. Siz ağırbaşlı davrandıkça öteki çocuklar telaşa kapılmazlar. Siz aynı zamanda deneyimli gençlersiniz . Nereye gitseniz uyum sağlayacak durumdasınız. Umarım bu göç  de kısa sürecek, belki bir gelgit olacak, gene okulunuza kavuşacaksınız. Böyle konuştuğum için telaş etmeyin. Henüz bir kesinlik yok ama tevatür  kulaklarınıza gelince  kaygılanmayasınız diye size  kendim açıklamak gereğini duydum. “Anca da bir kanca da!”diye bir sözümüz vardır. Nereye gideceksek birlikte gideceğiz. Kader birliğimiz orada da sürecek. Sanırım durum birkaç gün içinde değil belki birkaç ay içinde aydınlanacak. Müdür Bey, bir soracağınız var mı?”derken Hüsnü Baykoca Öğretmen geldi, fısıltılı bir konuşmadan sonra, Müdür Beyi alıp götürdü. Müdür Bey çıkarken bana , “Sözlerim yarım kaldı, boş derslerinizde beni çağır!”dedi. Müdür Bey gidince gerçekten yine bir yerlere taşınacağımız gerçeğiyle karşı karşıya olduğumuzu  iyice anladık. Arkadaşlar bir takım olasılıklarla oyalanma yolunu tuttular. Orası mı, burası mı? gibi soruları sorarak olayı önemsizleştirme yolunu  açtılar. Onlara katılamadığım için benim üzüntüm  giderek derinleşti. Öncelikle buradan uzaklaşmam benim çok zararıma bir durum. Köyüm yakın, sık sık haber alıp rahatlıyorum. Lüleburgaz tanıdık dolu. Öte yandan Kamber Amcam çok yakınımda, benim için her bakımdan bir güvence kaynağı. En önemlisi, babamın iki oğlu askerde, üçüncünün gidip gitmeyeceği tartışma konusu. Şimdi bir de ben uzak bir yerlere gidersem zaten artmış olan kaygıları daha da katlanmış olacak. Bunları düşünüp, etrafımdaki  şaklabanlıklara katılamıyorum. Ahmet Gürsel Öğretmenin mektubunu tamamlamak için  son iki problemi çözmeye çalıştım. Öğretmen: “Son ikinciyi birinci dereceden iki bilinmeyenli olarak kurmaya çalış. Zorluk çekersen  salt x kullanarak çöz. Bunda bir zorlukla karşılaşırsan, kendi pratik yöntemlerini uygula!”demişti. İki bilinmeyenli denklemi yanlış kurmuş olacağım, iyi sonuç alamadım. Ancak olayı olduğu gibi öğretmene yansıttım. 4. soru koyun sürüsü. 144 koyun var. 1/4 ‘kara, 1/5’i ak koyun. Kara koyun-ak koyun sayıları isteniyor. Bir bilinmeyenli olarak çok kolay. Ancak öğretmen bu denli kolay bir soru bana sormazdı. “Yanıldığım bir nokta vardır!” duygusuna kapıldım;bir hayli değişik yollar denedim. Sonunda bir bilinmeyenli olarak kısaca buldum:x/4=x-144-x=5x/20=576-4x/20 devamla, 576/4=36 kara koyun. 144-36=80 akkoyun. . Bir kez daha denedim:x/4+Y/5=144=x/4=144-Y/5…x, Y paydalarını birleştirdim. , 5x/20, 4/20, 144x20=2880, x ile Y katları olan 9’â 2880’i böldüm. 320. Bu sayı, x+Y’nin tam sayı toplamıdır. Oysa bize !/4n  ile 1/5 gereklidir. 320/5=80bu sayı ak koyunların sayısını vermektedir. Yine 320/4=64 de kara koyun sayısıdır. 80+64=144 toplam koyun. 5. Soru,  x+Y=120. x-Y=24, çözümü kolaylaştırmak için bir ip ucu:  x’ın 2x/9’ ile Y/6 sayılarının toplamı da 24’tür. Bulmaya çalışmam öneriliyor. Önce x+Y=12O doğrultusunda  çalıştım. “Kolaymış!” diyerek başladım ama bir süre uğraştım. Bir ara  baktım, dört defter yaprağı doldurmuşum, sonuç sıfır. Bu kez de, 2x/9+Y/6= 24 yoluyla denedim. Bununla da bir süre çalıştım. Bu kez, öğretmenin dediğini, “Zorlanırsan kendi pratik yöntemlerini kullanarak da çözebilirsin!” uyarısını anımsadım. Son kez denemeye karar verdim. Birden kendimi toparladım, İki basamaklı problem çözüyorum ama  kuralını  atlıyorum. Tekrarladım:x+Y=120, ikinci ayak, x-Y=24… x’ı bulmak için  x yerine  120-Y= 24+Y yazdım. 120-Y=24+Y=120-24=96/2=48=Y…. x=72…. 72-48=24…72/9x2=16. . 48/6=8. . 16+8=24……Yemek zili çalalı bir hayli oldu Koşarak gittim. Arkadaşlar  meraklanmışlar. Birden, “Rahatsız mı oldun?”diye kaygılandık’”dediler. Gecikme nedenimi anlatınca da güldüler. Özellikle Hilmi Altınsoy:”Abi, seni bazen çok akıllı sanıyorum, kusura bakma, bu her zaman böyle olmuyor!”dedi. Hilmi’nin bu çarpıtık sataşmasına karşılık vermedim. Yalnız bir benzetme yapmadan da edemedim:”Ben bazen karşıda gördüğüm arabaları duruyor sanıyorum ama, az sonra onlar yanımdan kuş gibi geçip gidiyorlar!”dedim. Arkadaşlar yemeklerini bitirmiş olduğundan  kalktılar. Az sonra da ben dersliğe döndüm. Mektubumu tamamlayıp kapattım. Mektubu kapatırken öğretmenin karşısındaymışım gibi telaşlandığımın ayırtına varınca kendi kendimle konuştum:”İşte bu gereksiz, dedim!”Atölyeyi açmak üzere koştum. Kimse gelmemişti. Az sonra İrfan Öğretmen geldi. Öğretmen gülerek;On beş gün atölyede biz bizeyiz, Hamdi öğretmenle Naci öğretmen izinli ayrıldılar!”dedi. Birden içimde bir cızlama oldu. “Yoksa askere mi alındılar?”dedim. Öğretmen, “Yok, Yok, Yok!sadece izinliler, kar dolayısıyla işler biraz tavsayınca bunu  fırsat sayıp, dinlenmek istediler, Müdür Bey de uygun görünce, ayrıldılar. Arkadaşlar geldi. İrfan Öğretmen bu durumu tekrar arkadaşlara anlattı. Yusuf Asıl başta olmak üzere bir çok arkadaş tekrar tekrar, öğretmenlerin ayrılmış olabileceğini fısıldaştılar. İrfan Öğretmen kesinlikle izinli oldukları, başka bir ayrılık söz konusu olsa, vedalaşmadan gitmeyeceklerini söyledi. Öğretmenlerin  ikisi birden ayrılınca atölye boşalmış gibi oldu. Arkadaşlar da durgunlaştı. Çoktandır, üç atölye  ile  Tarım binası için dolap konuşuluyordu, resimleri çok önce hazırlanmıştı. Öğretmen onları çıkardı, açıklamalar yaptı. :Geçmeli, kordonlu, çift kapaklı, 180x180x50 cm. ölçeğinde büyük dolaplar. Öğretmen gülerek”15 kişiyiz, ben eski bir  usta olarak kendimi iki sayıyorum, İbrahim’le Yusuf’u da yanıma alacağım, böylece  her dolap dört kişi tarafından yapılmış olacak!”dedi. Sonra da İbrahim’le ilk günlerden beri çalışıyoruz, o bana nerelerde yardım edeceğini iyi biliyor. Yusuf ise yanımda olursa daha az konuşur. Siz de bu ölçüler içinde  eşleşin!”Arkadaşlar zaten bir çok işte olduğu gibi  kümeleştiler. Salih Baydemir, Harun Özçelik, Recep kocaman, kendi arkadaşlarını seçti. Öğretmen, dolap iskeletlerinin köşe geçmelerini, önce çizgilerle gösterdi. Sonra da bir örnek yaptı. . Geçmeleri çoktandır yapıyorduk ama bu kez, 90 derecelik çift geçme olacağı için, dikkatimizi çekti. Arka ile yanlar da  lambalı konturplak olacak. Uzun zamanlardan beri atölyede  tüm grup olarak çalışmamıştık. Nedense bugün çıt çıkarmadan çalıştık. Arada  öğretmen başta olmak üzere, Yusuf’a takılanlar oldu. Yusuf, “Beni kimse kandıramaz, çok sevdiğimiz öğretmenlerimiz ya gitti ya da gidecekler. Zaten geçen günler bir marangozluk öğretmeni geldi!”demişlerdi. Ben çok üzüldüm, şaka konuşacak durumda değilim!”dedi. Yusuf’un sözlerine  öğretmen, “Kesinlikle ayrılma söz konusu değil, bana inan!”diyerek  önceki sözlerini tekrarladı. Bu kez Yusuf, “Artık geç oldu, bu sevincime göre ancak yarın  kendimi toparlayıp, konuşabilirim!”deyince, Salih Baydemir, “Eyvah öğretmenim, Yusuf sizi yarın pişman ettirmeye niyetlendi!”dedi. Öğretmen, “Siz neşeli olun, ben, sizin ölçülü konuşmalarınızdan, şakalarınızdan rahatsız olmam!”dedi. Paydos zili çalarken eski günler gibi  karşılıklı   konuşmalar, gülüşmelerle ayrıldık. Çalışmaya başladığımızdaki o  kederli hava dağılmıştı. İrfan Öğretmen ayrılırken bana, “Hamdi Öğretmen olmadığına göre atölye gözetimi gece gündüz senin üstünde, yöneticilerden, öğretmenlerden istekler olursa  karşılık verebilirsin. Ancak anahtarları kimseye verme!”dedi. Arkadaşlar dersliğe gidince  istekle Akordiyonu çıkarıp çalışmaya başladım. Öğretmenlerin yokluğundan tasalanmıştım ama İrfan Öğretmene , onun sözlerine güvenip inandığım için  rahatladım. Özellikle de  sandığım gibi Ahmet Gürsel Öğretmenin problemlerini çözmenin sevinci içimi rahatlatı. Notaları gene tezgaha  yan yana serip, sıra ile tekrar tekrar çaldım. 5 Nolu Macar dansındaki o çabuk bölümü  becerdimLa, lala, lala, lalalom, laaalala lom, lalalalalalalalalom…. Hele ince tondan tekrarlanan lalalaaaalalalalalom’ları uzatarak çalarken oldukça mutlu oluyorum. Kurken’in sözünü unutmuyorum. “Akordiyonu güzel çalman için körüklemeyi iyi öğren:akordiyon tuşlarla değil körüğü doğru kullanarak güzel çalınır!”demişti. Macar Dansı’nda bunu anladım. Yine bir Gülnihal’de de bunu denedim. Gerçekten öyle. Kendi kendim konuşurken kapıda bir tıkırtı duydum. Baktım, köylüm Ramazan gelmiş, çoktandır ben arayıp sormadım. O da gelmemişti. Oturup konuştuk. Dersleri iyi gidiyormuş. Kendisi öyle söyledi. Ancak o da okulun başka yere gideceğini duymuş, üzgün. Büyükannesi de duymuş, haber göndermiş, “Başka yere kesinlikle göndermem!”. Ramazan ikircikli bir durumda. Benim düşüncemi sordu. Ben, “Yarı yolu geçtim, bundan sonra okulu  bırakamam. Bu nedenle okul göçecekse, benim gitmem zorunlu. Sonunda  da, iyimser olarak, “Belki göç etmeyiz!”, diyerek ayrıldık. Ramazan sanırım geneliyle okuldan hoşnut değil. Bir ara, “Keşke, Lüleburgaz ortaokuluna gitseymişim!”gibi bir söz söyledi…. . Ramazan gidince birden duraksadım:Onun büyükannesi duyduğuna göre  haber köye yayılmıştır;hem de nasıl!. Kahvede gene babamı üzecek konuşmalar olacak. Gerçi bu7 kez, can kaygısıyla göç söz konusu olduğuna göre, sanırım pek abuk subuk olasılıklar  öne sürülmez. Olayı diline  dolayanlar bıktırıcı tekrarlarla babamı üzebilirler. Hava azıcık açılsa bir cumartesi köye gidebilirim. Ancak  kar, kalkacağa da benzemiyor. Tedirgin olunca çalışmayı bırakıp dersliğe gittim. Konu bizim öğretmenlerin izinli ayrılmaları. Hasan Çevik Öğretmeni örnek gösterip, bizim öğretmenlerin de geri gelmeyeceğini söyleyenler var. Gerçekten Hasan Çevik Öğretmen de önce izinli gitti. Hatta iki kez gitti geldi, bir daha gitti, gelmedi. Bu konuşmalar da beni daha fazla üzdü. Kimseye bir şey demedim ama, içimden  geçirdim:”Ne olacak yani, öğretmenler  ne yapacaklarını bizden mi soracaklar?Askere çağırılmış olabilirler. Ahmet Gürsel öğretmen biz tatildeyken gidivermiş. Bunlar neden gitmesin?Tarih kitabımı açıp  ilk konudan başlayarak okumaya başladım. 1:Meşrutiyet, 2. Abdülhamit yönetimi, Mithat Paşa, Namık Kemal. Kıbrıs, Girit Adalarının elden çıkması. 1911 Trablusgarp savaşı, Balkan Savaşı, büyük toprak kayıpları. 2. Meşrutiyet, Jön Türkler, İttihat ve Terakki dönemi, 1914 1. Büyük savaş. Çanakkale savunması, öteki  cephelerdeki gerileme, Mondros silah bırakışması…19 Mayıs1919 Atatürk Samsun’da. . Erzurum, Sivas Kongreleri 27/12/1919 Atatürk arkadaşlarıyla Ankara’da. 23 Nisan 1920 Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı……. Dikkatle okudum, belli tarihleri, önemli adları yazdım. Resneli Niyazi, Talat Paşa, Enver Paşa, Cemal Paşa, Ziya Gökalp, İsmet Paşa, Şükrü Paşa İlgimi çekti, Resneli Niyazi ile Ziya Gökalp dışındakiler hep paşa. Resneli Niyazi’yi babamdan öğrendim. Resneli Niyazi, bir dönemin çok ünlü kişisiymiş. O  Selanik’ten  İstanbul’a  gelirken tellallar bağırtarak halkı Lüleburgaz istasyonuna  Resneli Niyazi’yi görmek için çağırmışlar. O dönem öyle ünlüymüş ki halk, kalabalıktan  Niyazi Beyi değil, treni bile görememiş. Uzun alkışlardan sonra  Resneli Niyazi trenden inmiş yüksek bir yere çıkarak halkı selamlamış. Resneli Niyazi çok ünlü bir askermiş. Binbaşıyken taburuyla dağa çıkıp 2. Abdülhamit’e karşı durmuş. Böylece  2. Meşrutiyet Resneli Niyazi’nin   bu tepkisiyle kurulmuş. Ziya Gökalp’in bir yazar olduğunu biliyorum. Şiirlerini, yazılarını okuduk.

“Ahlak yolu pek dardır

Tetik bas önün yardır

Sakın hakkım var deme

Hak yok vazife vardır”

Ayrıca

Başka dile uymaz annenin sesi

Her sözün ararsan, vardır Türkçe’si…. .

gibi şiirler yazmış, okuma kitaplarımızda öğüt verici güzel parçalarını okuduğumuz bir yazar……. Fikret Madaralı Öğretmenin iyi tanımamızı istediği   önemli Türk Büyüklerinden biri

 

Hiç ilgilenmemek istesem de arkadaşların konuşmaları zaman zaman beni de  etkiliyor. Kitaptan başımı kaldırınca ben de düşündüm: Okulumuz  Anadolu’da bir yere göçecek: Nereye? Ben hiçbir yer bilmiyorum. Annemler Balkan Savaşında Balıkesir’e göçmüşler. Küçük ablam orada doğmuş. Neresi olduğunu haritada buldum ama  fazla bir bilgim yok. Babam sık sık anlatırdı, köy kurulmadan önce şimdiki köy yerleri o zamanın padişahı 2. Abdülhamit’inmiş. Padişahın adamları, babamlara, padişahın Eskişehir’deki başka bir çiftliğini önermişler. Nitekim büyük bir grup oraya razı olup gitmiş, Hamidiye denilen  köy onlardan oluşmuş. Ancak bir grup şimdiki köyün yerinde diretince bizim köy  de burada kurulmuş. 40 yıl sonra bile bu öykü anlatılır, “Eskişehir iline bağlı Hamidiye  köyü, bizim köyün kardeşi!” deyip durulur. Bu öyküyü anımsadıkça haritada Eskişehir’i bulur, bakarım. Çok yakın akrabamız olmasa da  sevdiğim dayılarımdan biri askerliğini jandarma olarak Çankırı’da  yaptı. Çankırı’dan çok yakınırdı. Biraz bundan biraz da adının verdiği olumsuzluktan dolayı Çankırı’yı haritadan arayıp bulmuştum. Dayımın  söylediklerinin tersine Ankara’ya yakınlığı  nedeniyle ben sevimli bulup   haritada yerini bellemiştim. Bir de ilkokulu bitirince subay olmamı önerdiler. Lüleburgaz Askerlik Şubesindeki Binbaşı aracı olup beni  Konya’daki  asker orta okuluna göndermek istedi. Babam önceleri heveslendi ama sonra ne olduysa beni oraya göndermedi. Bu olaydan sonra  Konya benim için bir tanış yer oldu. Haritada  gözüm kapalı  parmağımı bastığım yerlerden biri Konya oldu. . 1315 doğumlu olan Ali Ağabeyimin bir askerlik şarkısı var. “

“Ey on beşli on beşli,

Tokat yolları taşlı;

On beşliler gidiyor,

Kızların gözü yaşlı!”…. .

Arkadaşları Ali Ağabeyime sürekli bunu söylerler. Böylece Tokat, haritada  bir bakışta bulduğum bir yer olmuştur. İşte arkadaşlar göçecek yerleri konuşurken sayısız olasılıkları öne sürüyorlar. Ancak benim gibi haritada yerini düşünüp bilinçli bir şey söylemiyorlar. Biri “Erzurum’a gitsek!” deyince öteki, “Neden Erzurum’a olsun, en iyisi Urfa’ya gidelim!”deyiveriyor. Bunları söyleyenlerin, kalkıp haritada bu yerleri öğrenmek istememelerine şaşıyorum. Arkadaşları izleyip gülünce Halil Basutçu beni izliyormuş;neden güldüğümü sordu. Düşündüklerimi anlattım. Halil’de benzer şeyler düşünmüş, gülerek, “Ben onları dinleyince dikkatle, içlerinden  birinin Edirne’ye göçelim diyeceğini umuyorum. O denli ölçüsüz konuşuyorlar!”dedi. Ben gelmeden önce birisi, “Erzincan’a gitsek  ne iyi olur!”demiş. Neyse bu öneriye kimse katılmamış. Oranın depremden zarar gördüğünü, onca yıkıntı üstüne okul gönderilemeyeceğini söylemişler. Erzincan diyen arkadaş, deprem sözünü duyunca yeni duymuş gibi hayıflanmış, “Vah vah vah!”demiş. Yat zilini bekliyordum. İlk tında kalktım. Yarın Selçuk Korol  Öğretmen kaldırmasa bire bir olanak yaratıp kalkacağım. Selçuk Öğretmen Fransız Devrimi’nden çok söz ediyor. Okuduğum iki kitabı anlatacağım, Penguenler Adası ile İki Yeni Gelinin hatıraları kitapları bu devirleri anlatıyor. Özellikle Penguenler Adası düpedüz alay ediyor. Neden? Kendi kendime bir daha düşündüm:Sahiden öyle mi?

 

31  Aralık  1940  Salı

 

Çoktandır nöbetçi öğretmenleri bizim yatakhaneye uğramıyordu. Bunu bildiğimiz için yatakları biraz nazlı boşaltıp, ağırdan düzeltiyoruz. Arkadaşlara bakarak ben de biraz gevşetmiştim. “Nöbetçi öğretmeni geliyor!”sesini duyunca birden  şaşırdım, ancak yalnız değilim, Halil , Kadir, Orhan hala yerlerinde. Atladım, Halil ağırdan alıyor. Telaşlandığımı görünce, “Duymadın mı?Zil daha yeni çaldı!”dedi. “Öğretmen neden kapıdakileri paylıyor?”Halil “Her halde başka bir nedeni var!”deyince rahatladım. Gene de  dışarı çıktım. Selçuk Korol Öğretmen kapının tam önünde, çıkanlara yol gösteriyor. Merdivenler geniş, belli bir yerden çıkılmazsa çamurlu yerlere  giriliyor. Azarladığı çocuklar rastgele çamura çıkıp, bir süre yürüdükten sonra gülüşerek geri  dönüp ayaklarını silmeden yatakhaneye girmişler. Onları görünce  öğretmen sinirlenmiş. Bu kez onları orada durdurup yol nöbetçisi yapmış. Arada yol değiştirenleri de  yüksek sesle uyarmaya başlamış. Ben yanında geçerken “Günaydın!” dediğimde  gülerek yanıt verdi. Anladım ki gerçekten öfkeli değil, öfkeli görünerek çocukları yönlendiriyor. Derse  sakin gelmesi bizim için önemli. Güler yüzlü olduğu zamanlardaki konuşmaların doyum olmuyor. Sinirli durumlarda herkes gibi o da küçük kusurları sorun yapıp kırıcı sözler söylüyor. Ben böyle bir durumla hiç karşılaşmadım. Salt Selçuk Korol Öğretmenden değil, tüm okul öğretmenlerimden   şimdiye dek en küçük bir uyarı almadım. Geçen yılki Beden Eğitimi Öğretmeni ile Binbaşı bir süre takıldılar ama onlar da derslerden değil, yanlış anlaşılmaktan ileri, gelen  durumlardı. Nitekim sonunda onlar da tavırlarını değiştirdiler. Dersliğe gittiğimde tahtadaki yazıyı okum. “Bugün tarih dersi yapılmayacak. Tarih dersi gelecek Salı günü iki derse  çıkarılarak tamamlanacak. “Niçin?”Niçini bilinmiyor. Böyle değişiklikleri genellikle Sami Akıncı bilir, gelince sordum;yeminli konuştu, bilmiyormuş. “Peki, tahtaya yazıyı kim yazdı?”Bunu da bilen yok. Kahvaltıdayken Selçuk Korol Öğretmen masalar arasında gezindi. Bizim masa önünde durup  bizimle konuşunca sorduk. Gülerek, “Bugün nöbetçiyim, çok yorgunum da ondannnnnnn!diyerek danı çok uzatınca bir şeyler anladık. Zaten o da ekledi, çok uzun Dan’ından  sonra az duraklayarak olacak! dedi. Bir bildiği var belli ama söylemedi. . Ben, kesinlikle atölyelere gideceğimizi  öne sürdüm. Öteki arkadaşlar daha başka  varsayımlar  sıraladılar. Salih Baydemir hiç düşünmediğimiz bir olasılıktan söz etti. Revir tıka basa hastayla doluymuş, doktor gelip herkesi gözden geçirebilirmiş. Salih Baydemir, “Hemşirenin konuşmasından öyle bir sonuç çıkardım!”dedi. Derslikte toplandık. Ben hala tahtaya yazıyı kimin yazdığını araştırıyorum. Tüm arkadaşlara sordum, üslenen olmadı. Bu kez yazının kimin yazısına benzediği araştırılmaya başlandı. Beş altı arkadaş yazının benzerini yazmaya çalıştı. Tam bu sıra 7. sınıflardan bir örenci geldi duyuruyu tekrarladı. Sahiden doktor gelecekmiş, herkes hastalık kontrolünden geçecekmiş. Sınıf sırasına göre 8. sınıftan başlanarak yapılacakmış. İş olmadığı için sevinenler yanında ya hastalık çıkarsa kaygısına kapılanlar oldu. İlk iki saat bekledik. Ne rastlantı, tam tarih dersinin başlayacağı saatte doktor Sezai Feray, yanında iki yardımcıyla geldi. Önce neden  kontrol yapıldığı anlatıldı. Bu bir hastalık arama değilmiş. Ancak bazı hastalıkların belli ip uçları varmış. Böyle bir ip ucu  bulurlarsa onun üstünde duracaklarmış. Numara sırasıyla hazırlandık. 60 Salih Baydemir’de keserek öğle paydosu yapıldı. Yemekten sonra sıra bize geldi. 61 Hasan Üner, 63 Hilmi Altınsoy’dan sonra ben soyundum. Boyumla kilomun gene denk geldi, buna sevindim. 169 boy-69 kg…”Okula girerken  de 166 boy 66 kg. idim” !”dedim. Doktor baktı, “Size burada bakamıyorlar, geçen bu üç yılda daha fazla olman gerekirdi!”dedi. Doktorun sözüne şaştım. Yardımcılardan biri bana yaklaştı, yavaşça, “Yanlış anlama sen çok iyisin, öncekilerde senin gibisi çıkmadı, hepsinin kiloları düşük !”dedi. Konuştuğumuzu doktor duymuş, bu kez bana sen çok iyisin, üç yıllık gelişmen için ben öyle dedim, Gelişmeni az buldum!”dedi. Paydostan önce bizim sınıf bitti. Biz, “Gecede mi sürecek?” derken doktorla yanındakiler arabalarına binip gittiler. Öteki sınıflara yarın devam edilecekmiş. Bugünkü konu sağlık durumlarımız. Çok zayıf olanlara  doktor bazı önlemler önermiş. Kimi arkadaşlar için de  okul yönetimine not yazılacakmış. Abartılı konuşmalar başladı. Sözde  çok zayıflara özel yemek çıkacakmış. Gülüşmeler arasında, yeni istekler öne sürüldü, “Yemek memek istemeyiz, bizi  atölye işlerinden affetsinler!”Konuşmalar arasında çok zayıflanrın adlarını, Mehmet Aygün, Ali Güleren, Sami Akıncı, Mehmet Yücel, İdris Destan, Harun Özçelik, Bekir Temuçin, Hasan Üner, Mehmet Başaran, Yakup Tanrıkulu, Ahmet Güner. Ayrıca Hilmi Altınsoy için en kısa zamanda viziteye yazılıp muayene olması önerilmiş. Doktor, vizite, hastalık derken dersler iyice unutuldu. Çekinerek girilen bir Türkçe dersi vardı bugün o da atlayınca tatile girmiş gibiyiz. Ben Tarih kitabını açtım 1. , 2. Meşrutiyet dönemlerini gözden geçirdim. Arkadaşlar bunları bir birine karıştırıyor. Onların  tarihleri aklında tutmamalarından bu karışıklığa düştüklerini saptadım. Öte yandan 2. Abdülhamit’i iyi öğrenseler  iki meşrutiyet kesinlikle bir birine karışmaz. Çünkü 2. Abdülhamit padişah olunca  yeni kurulmuş olan meşrutiyeti bir bahaneyle o kaldırdı. 30 yıl sonra İttihat-Terakki zoruyla meşrutiyet yönetimi yürürlüğe kondu. 30 yıl gibi uzun bir zaman ara verilmiş bulunan Meşrutiyet yönetimi böylece ikiye bölünmüş oldu. Bunun birinci bölümüne 1. Meşrutiyet, ikinci bölümüne de 2. Meşrutiyet denmektedir. 1877-1878-1879 yılları 1. Meşrutiyet, 1908’den sonra başlayıp 29 Ekim 1923 tarihinde ilan edilen Cumhuriyet yönetimine dek süren döneme de 2. Meşrutiyet denmektedir. Gerçekte 2. Abdülhamit, meşrutiyet yönetimini kaldırmasaydı aynı yönetim bölünmemiş olarak sürecekti. Yönetim şekli olarak aralarında bir fark olmadığı hazırlanışlarından da belli oluyor. Örneğin 1. Meşrutiyet anlatılırken, meşrutiyet yönetimi kurallarının hazırlanmasında Mithat Paşa’nın Namık Kemal’in katkıları söylenirken, 2. Meşrutiyet ilanında bir hazırlıktan söz edilmiyor, salt ilan edildi deniyor. İşte bunlar bilinse, sorulduğunda hiçbir karışıklığa neden olunmaz herhangi bir yanlışa da düşülmez. Hasan’dan kitap istemişim. elinde bir kitapla geldi, “Sen bunu sevmeyeceksin belki ama çok güleceksin!”dedi, Don Kişot. “A, ben bunu biliyorum, geçen yıl okumuştuk!”deyince Hasan, “Evet ama, biz bir sayfasını okuduk, bu kitap 100 sayfasını anlatıyor. Aldım. Hasan’ın önerisi üzerine ilgiyle okumaya başladım. Kolay okunduğuna sevindim. Yatarken Hasan sordu, “Nasıl sevdin mi?”Hasan”a hoşlanmayacağını bildiğim halde bir uyarıda bulundum. “Adam, ha babam ha, kitap okuyormuş, sonunda da kaçırmış. Çok kitap okumanın da sakıncaları varmış, haberin olsun!”dedim. Hasan, “Biliyorum. ancak ben Don Kişot gibi tek tür kitapları değil her türlüsünü okuyorum, aramızda büyük fark var!”dedi. Gülüşerek yattık. Kitabı düşündüm, şövalyelik nedir?Galiba ben bunu tam bilmiyorum. Benim bildiğim Üç Silahşorlar ’deki Athos, Aramis, Porthos, D’Artagnan gibi kılıç kullanan, ata binen genç insanlar sanıyordum. Anladığım kadarıyla , bu bilgim yeterli değilmiş. Ne var ki Don Kişot   şovalyeliğ biraz saptırıyor. D’Artagnan Don Kişot’u görse  çıldırı herhalde!”

 

1    Ocak  1941   Çarşamba

 

Kar sesleriyle uyandım. Kendi kendim konuştum: Ne karı be?Üç gündür yağan ne ki?Üç gündür kürekler elimizde yol temizliyoruz, bir esinti gene  her yer  dümdüz oluyor. Ben kendi kendime konuşurken  komşum Orhan düzeltti:”Kar dinmiş!”dedi. Dinse de gene kar, gene kürekler. Dışarıya çıkınca durum anlaşıldı. Gerçekten kar yağmıyor. . Hava açık, nerdeyse güneş çıkacak. Dersliğe gittim, arkadaşlar yeni yıldan söz ediyor. “Dünle bugünün ne farkı var ki? Gene kar, gene kar!    “Bugün  ocak ayı, yıl da 1941. :yani bir yaş daha yaşlandık!”Kahvaltıya gittik, sıcak çorba içtik. Ben içtim, yanımdakiler biraz mız mızladılar. “Sabredin yakında Çankırı’ya gidince gene tatlı çaylar gelecek!”dedim. Hilmi Altınoy, Mehmet Aygün karşı  oldular, “Bir kere Çankırı’ya gitmeyeceğiz, ikincisi bundan sonra kolay kolay sıcak çay da içemeyeceğiz!”dediler. Ben sustum. Ancak söz sözü açtı, konu ta Edirne günlerine dayandı. Edirne’de  porselen tabaklarda yemek yiyor, porselen bardaklardan çay içiyorduk. Alpullu’da bakır  kaplara düştük. Hani  porselenler?diye sorunca, “İlerde, kendi okulumuza geçince porselenler çıkacak!”denmişti. Yeni okulumuza çıktık, değil koskoca bir okul yaptık. Otuz değil 300 öğrenci barınıyor. . Porselenden vazgeçtik, yemeklerle çaylar çorbaya döndü. . “Çorbaya döndü” sözü  hepimizi güldürdü. Yusuf Asıl sordu, “Çorbaya döndü” Atasözü mü, deyim mi?Mehmet Aygün hepimizden önce “Deyim!”diyerek önderliği aldı. Bi, zden önce gidenlerin izlerini izleyerek dersliğe  girdiğimizden az sonra Fikret Madaralı Öğretmen geldi. Çantasını masaya bırakınca pencereden dışarıya bakarak, “Kara kepiri  bir kez de beyaz olarak gördük. Bu da geçecek, kardan sonra  yemyeşil olarak göreceğiz. !”dedi. Tebeşiri alıp tahtaya yemyeşil sözünü yazdı. Gülerek, “Şimdi sizler de bu tür sözleri yazın!”dedi. Yemyeşil, sapsarı, kıpkırmızı, bembeyaz, masmavi, kapkara, mosmor, gıbgri, pespembe, apal, apak, kopkoyu, upuzun, kapkalın, ipince, kaskatı, kıpkısa, koskoca, dipdiri, capcanlı, tostoparlak, kıskıvrak, ıpılık, sipsivri, tertemiz, kupkuru, dapdar, şipşirin, dosdoğru, depderin, dupduru…. Öğretmen, bir çok arkadaşa yazdıklarını okuttu. Okuyanların  yazdıkları birkaç sözün tekrarı olduğunu görünce  yazdıklarımızın sayılarını sordu. Ben “Otuz!”deyince, öğretmen arkadaşlara  “Bakın!” diyerek dikkatlerini çekti. Bana  okuttu. . Sami Akıncı, okuduğum birkaç söze karşı çıktı. Öğretmen Sami Akıncı’ya kendisi yanıt verdi. “Bu sözler yörelere göre değişik söylenebilir, bu nedenle yanlış  diyemeyiz!”deyip başka sorulara geçti. Ödev olarak da  sözcüklerin tekrarlanmasını önlemek için yapılan bu birleşmede hangi harflerin kullanıldığını bulmamızı istedi. “Yeşil yeşil tekrarını önlemek için  ilk yeşilin ye’si önüne bir m harfi gelmiş. yem olmuş, bu yem’e ikinci yeşil eklenmiş, yemyeşil yapılmış. Buna bakarak öteki sözleri siz inceleyip bir sonuç çıkarın!”Öğretmen gidince  sıcağı sıcağına  sözleri bir daha gözden geçirip benzerleri grupladım. M, P, R, S harflerinin kullanıldığını saptadım. Sıcağı sıcağına derken aklıma geldi,  sımsıcak, yusyuvarlak sözlerini de ekledim. Türkçe ödevimi tamamlayıp rahatladım. Pazartesi gününe dek  önemli bir  ödevim yok. Arkama yaslandım ne yapacağımı düşünürken Sami Akıncı bir gazete gösterdi “Ben okudum, istersen sen de oku, Ömer Uzgil Öğretmenin okulunu anlatıyor!”dedi. Birden  duraksadım, “Demek  Sami Ömer Uzgil Öğretmenle mektuplaşıyor, o da ona gazete bile gönderiyor!”dedim, üzüldüm. Gene de gazeteyi aldım. Ulus gazetesi, ilk sayfanın büyük boşluğunda Ömer Uzgil Öğretmenin o güzel yazısıyla, “Ağabey Nejat İdil’e!”yazıyor. Altında da imza. Düşüncem değişti. Yazıyı okudum. Isparta-Gönen gene de bizden şanslıymış. Hiç değilse bir köyde kurulmuş. Müdür Ömer Uzgil’in söylediğine göre çok yakında akan  sudan elektrik üretecekler. Bu elektrik salt okul değil yakın çevreye de verilecekmiş. Bizden şanslı diyorum, bizim okul, ne köyde ne de kasabada. Geçen yaz babamın bir sözünü hiç unutamıyorum. Babam, “Okulunu seviyorsun, orada okuyan sen olduğuna göre bir sözüm yok ama, anlayamadığım bazı durumlar var:Kırda kurulmuş bir yatılı okul. İnsanlar oraya çocuklarını gönderiyor. Zaman zaman gidip  görmek isterler. Gitseler nerede kalacaklar?Kimi zaman aklıma geliyor. Köyümüzde 1934 ılından beri telefon var. Jandarma aracılığıyla bir çok yerlere telefon edebiliyoruz. Okulunuz bir telefon bağlantısı yapamaz mı?Örneğin ben zaman zaman okulun ötesindeki  Kamber Amcanla konuşabiliyorum da sizin okulla bir bağlantı kurulamuyor!”Babamın dediği bana Evvelki yaz  okulumuza gelen  Nilli Eğitim Babakı Hasan Ali Yücel’in Lüleburgaz belediye başkanı Kemal Çerman’a sözünü anımsattı. Milli Eğitim Bakanı bana , “Arkadaşların Kepirtepe’de  sen neden buradasın?diye sorduğunda ben, “Elektrikli tezgahlarda çalışıyoruz, orada elektrik yok!”deyince Hasan Ali Yücel Belediye başkanına”Başkan Bey, Kepirtepe’ye elektrik verecek misiniz?diye sormuştu. Belediye Başkanı”Etüt ettiriyorum efendim, yakında iyi bir sonuç alacağız!”demişti. Arada bir buçuk yıl geçti. Bu arada Kepirtepe’ye elektrikle su  sağlandı ama, belediye etüdü  hala bitmedi. Elektrik neyse ne ama su sorunu  çözülmüş değil. Bu yazıya göre Gönen, dolayısıyla Ömer Uzgil Öğretmen şanslı yerdeler, diyorum. Yazıyı okuduktan sonra gene Sami Akıncı’ya verdim. Sami Akıncı’ya gazeteyi Hüsnü Baykoca  Öğretmen vermiş. Verirken de  geri istemiş, “Gazete  Müdür Beyin, geri vermek üzere aldım!”demiş. Bunu duyunca  az önceki kuruntularımın yersizliğini düşündüm. Bu gazeteyi, Ömer Uzgil Öğretmen Sami Akıncı’ya gönderseydi, benim için  farklı bir şey mi olacaktı?”diye içimden söylendim. Öğle yemeğinde tatlı olarak tahin helvası verildi. Kooperatif sorumlusu olarak buna karşı olduğumuzu söyledik. Arkadaşlar gülerek, “Aşçıbaşına dilekçe verin, bir daha bunu yapmasın!”dediler. Salih Baydemir, “Biz dilekçe yazmasını bilmiyoruz, siz yazın, bizim adımıza verin!”dedi. Dilekçe yazma olayı uzun süre konu oldu. “Dilekçe nasıl yazılır?”Yemekten sonra doğru atölyeye gittik, sobayı yaktık. İrfan Öğretmen  biraz geç geldi. Konçları, kuşakları, planyadan geçirip geçme alıştırmalarına başladık. Öğretmen “Yarış var mı, yok mu, yoksa var da sessizce mi sürüyor?dedi. Yusuf Asıl’la Mehmet Aygün aynı anda “Öğretmenle yarışılmaz!”dediler. Recep Kocaman’la Hüseyin Orhan ise “Yarışılsa bile kazanılamaz!”diye eklediler. İrfan Öğretmen güldü. “Siz  söz birliği ederek, yarışı, sözde kazanmayı planlamışsınız!”dedi. Az sonra ise, “Hava mı ısındı ? diye sordu. Arkadaşlar çalışırken az üşüdüklerini söylediler. Bu kez öğretmen, “Dün geceyi nasıl geçirdiniz?”diye sordu. Arkadaşlar gülüştüler. Yusuf Asıl, “Öğretmenim biz dün geceyi geçirmedik, bizim dün gecemiz ilerde bir gün geçecek!”dedi. Öğretmen, birtaz değişik bir sesle, “O ne o, dün gece yılbaşı idi, eğlenecektiniz, böyle konuşmalar duyuyordum. Bundan vaz mı geçtiniz?”deyince olayı açıkladılar. Dün gece her sınıf kendi arasında toplanıp yılbaşını karşılayacaktı. Ancak akşam yemeyi yenirken  elektrikler birden söndü. Bir saat kadar elektriklerin yanması beklendi. Yanacak haberi geldi. Gerçekten dendiği gibi geldi, yandı  sevindik. Sevincimizden sıralara vururken  gene söndü, bir daha da gelmedi. Yatakhanelere birer lüks yakıldı, erkenden  yattık. Öğretmen üzüldüğünü söyledi. Gerçekten üzüldüğü yüzünden belli oluyordu. Bu kez biz öğretmeni teselli etmeye çalıştık “Bizim sınıf zaten bir hazırlık yapmamıştı, bu nedenle fazla üzülmedik!”deyince öğretmen değişti, “Sağlık olsun, havalar düzelince daha rahat eğlenirsiniz!”dedi. Salih Baydemir, “Öğretmenim, söylendiğine göre bizi  ilerde  büyük bir eğlence bekliyormuş, bir kez daha okul değiştirirsek bu bizim için  oldukça acıklı bir eğlence olacak!”dedi. Öğretmen, “Aman aman o konuya gene  girmeyelim!” Kontrplakları göstererek, “Bunların kesilmesini yarına bırakalım!”dedi. Saatine bakarak, bugün de  biz  zilden önce  paydos edelim!”derken zil çaldı. Gülüşerek işlerimizi topladık. Onlar gidince ben  bir süre çalıştım. Sobayı söndürdükten sonra ayrıldım. Kooperatife uğradım. Öğledeki tartışmaları konuştuk. Hiç bile sandığımız gibi değilmiş:Helva satışları her günkü gibi sürmüş. Haftalık iki büyük karavana bitmek üzereymiş. Bir süre sonra dersliğe gittim. Hasan, İki yeni Gelinin hatıraları’nı istedi. Kızlar sorup duruyormuş. Mustafa Saatçı konuşmamızı duymuş, “Kim kim kim?”diye bağırdı. Hasan, kurnazca, “Kim olduğunu sana söyleyemem, gizlidir, sır veremem!”dedi. Mustafa Saatçı diretince ben, “S” istemiş ne olacak yani?”dedim. Mustafa Saatçı, “Sahi mi?Öyleyse vermeyin, ondan önce ben okumak istiyorum!”dedi. Bunu duyan başka arkadaşlar söze karıştı:”Sen alırsan yaza kadar okuyamazsın. !”dediler. Mustafa birden, “Vallahi okuyacağım!”diye yeminli bir söz verdi. Mehmet Yücel, İsmet Yanar, Arif Kalkan, Sefer Tunca arkadaşlar  araya girdiler, “Hafız kolay kolay yemin etmez, ederse de  sözünü tutar, verin  arkadaş kitabı okusun!”Bu sözler üzerine ben kitabı Hasan’a vermedim. “Daha bitiremedim!”dedim. Hasan, gülümseterek “Pekiyi!”dedi. Yemekten sonra konu gene kitaba  döndü. Mustafa Saatçı bu kez, bana geldi, kulağıma”Sahi o kitabı  S ‘mi istemi?”dedi. Yalan söyleyemedim, “Bilmiyorum!”deyince, Mustafa  Saatçı, “Aldatıldım, ihanete uğradım!”diye konuşmaya başladı. Mehmet Yücel bu kez, “İmam kitap okumayı göze alamadı, kıvırmaya çalışıyor!”diyerek olayı gene  herkese duyurdu. Arkadaşlar böyle konuşurken elektrikler kesildi. Nöbetçiler Mustafa Saatçı’yı çağırdılar. Bir süre sonra, yatma izini çıktı, zil beklemeden yattık……Dün geceki kesilme için Mustafa Saatçı, “Makine bozukluğundan değil, kullanılan mazottan demişti. Dün gece, yatınca ister istemez yılbaşı öyküleri dinlemiştim. Bu gece ise, kar ne zaman kalkacak?Kar kalkarsa daha mı iyi olacak? Gibi gereksiz konuşmalar sürerken başımı örttüm. Yakınlarımdakilerden en çok varsayımlar üretenin hemşerim Kadir Pekgöz olduğunu saptadım. İçimden, “Ben onu böyle bilmezdim. Demek ki Kadir, ışıklı zamanda değil karanlık zamanlarda  coşan bir yürek taşıyormuş:kurt gibi, tilki gibi…Söylediklerimi duysa, örneğin kurt gibi deyişime kızmaz ama tilki değişime  fena halde kızar. En iyisi ben ona Aslan gibi, kaplan gibi diyeyim  de, aramıza soğukluk girmesin…. . Karanlıkta yatınca kendimi köyde gibi sanıyorum. Köyde böyle durumlara ses çıkarmazken burada  eleştiri yapıp duruyoruz. Gazetelerin yazdığına göre  kentlerde de  karartma var. Geceleri Lüleburgaz sokakları eskisi gibi  ışıldamıyor. Belli bir saatte kararma başlıyor sabaha dek öyle sürüyor…. .

 

4  Ocak  1941  Cumartesi….

 

Kardan  yakınırken elektriklerin kesilmesi işlerimizi iyice bozdu. Elektrikler önce mazottan denirken şimdi  motora çevrildi. Sözde onarılmış, bugün çalışacakmış. Santral çalışırsa biz de çalışacağız. Makineler çalışmayınca kesme işimizi yapamıyoruz. Özellikle kontrplakların  düzgün kesilmesi için elektrik zorunlu. Bugün  benim için başka  bir önemli ödev daha var. Sınıf çavuşluğum. Üsteğmenin geleceğini düşünerek umursamıyorum ama, arada aklımdan Binbaşı geçiyor:Ya o gelirse?. . . Bu sınıf çavuşluğu sözüne de  alışamadım. Yüzüme kimse demiyor ama arada söz sokuşturanlar oluyor. Özellikle Hilmi Altınsoy, abi mabi derken  “Sınıf çavuşu değil misin, onu yapmak hakkın!”deyip geçiyor ama, söylediğinde  de benim hakkım olan bir  durumu pek bulamıyorum. Belli ki dilinin altında başka bir söz var. Örneğin  banyo  sıralarımız sınıf numaralarına göre oluyor. 7. sınıfların sayısal çokluğu nedeniyle kimi zaman bu sıralarda aksamalar oluyor. Bu aksaklıkları, yönetici Hüsnü Baykoca’ya yansıtmak gerekiyor. Kim yansıtacak, nasıl yansıtacak?Hilmi Altınsoy, ilk öneriyi böyle yapıyor:”Abi, sen sınıf çavuşu değil misin?”Oysa bana bu görevi salt askerlik dersi için Binbaşı verdi. Üstelik Binbaşı bana çavuş falan da demedi. Bu sözü daha sonra Üsteğmen gülerek, “ A, anladım, sınıf çavuşusun!”demişti. Sınıf işlerini izleyen öteki sınıflar aralarında sınıf başkanı seçiyorlar, seçilen o başkanlar bir süre bu görevleri sürdürüyor. Sanırım ayda ya da iki ayda bir bunu değiştirerek nöbetleşe sürdürüyorlar. Bizim sınıf bu yöntemi uygulamadı. Birkaç ay önceye dek Sami Akıncı  okul yönetimiyle ilgili işlerimizi sürdürüyordu. Kooperatif işi ondan alınınca o da geri çekildi. Şimdilerde  ortak işlerimiz öyle ortada , ağır aksak yürümektedir…. Kahvaltıda sevindik, çay peynir verildi. Bir zaman bunu beğenmezken, bugün sevinmemizi aramızda konu yaptık. Bununla ilgili atasözü ya da deyim aradık. Birden bulamayınca Hasan Üner, “Fıkra olmaz mı?Nasrettin Hoca fıkrası?”diye sordu, hemen de söyledi. “Nasrettin Hoca yüklü eşeğini kaybetmiş. Bir süre  eşeğin üstündeki   değerli eşyaları  için ah, vah etmiş. Az sonra da eşeğini yüksüz olarak bulmuş. Bu kez  yüklere  üzüntüsünü unutup eşeği  bulduğuna sevinmekle yetinmiş. Hasan’ın fıkrası, onunla bizim aramızda bir fark olduğun tartışmasın başlattı. “Ne demişler?Çok yaşayan değil, çok okuyan bilgi sahibi olur!” Tartışma bu kez  de bu sözün  üstüne döndü “O söz öyle değil böyledir”“Çok yaşayan değil, çok gezen!”Giderek tartışma cıvıklaştı. Söz aslında “Çok yatanla çok çalışsan üstüne olmalıdır. Gezmekle, yaşamak , gezmekle okumak, okumakla gezmek neden karşılaştırılsın?Çavuşluğumu anımsayıp tartışmayı bıraktım, dersliğe gittim. Yusuf sevinerek, “Elektrikler akşama yanacakmış, atölye çalışması yok!”dedi. Ben zaten öğleden sonra çalışmayacağımı, Lüleburgaz’a gideceğimi söyledim. Ders zili çaldı, kapıya çıktım, Binbaşı mı Üsteğmen mi?derken bizim kat koridor nöbetçisi, Üsteğmenin gelmediğini söyledi. Yüreğim hopladı, “Eyvah, Binbaşı geldi!”dedim içimden. Toparlandım, iyice tedirginleştim. Öyle donup beklerken Hüsnü Baykoca Öğretmen çıktı, dersimizi sordu. “Askerlik!”deyince, Hüsnü Baykoca Öğretmen , “Onlardan gelen olmadı, öteki derslerinize çalışın!”dedi. Gülerek dersliğe girdim, arkadaşlara, “Binbaşının selamı var, derslerinize çalışacaksınız!”dedim. “başüstüne çavuş!”diyen oldu. Öfkeli bir sesle, “Askerlik dersi dışında bana çavuş diyeni er sayıp, çavuşların kabahatli erlere yaptığını yapacağım!”dedim. Arkadaşlar kahkaha attılar. Mehmet Yücel, “Dayı, yeğenin sana çavuş, dedi, hadi döv onu!”dedi. bir süre de ona güldüler. Hiç ses çıkarmadım. Susunca takazanın kesileceğini biliyordum. Bu arada Hasan’nın derslikten gittiğini gördüm, arkasından çıktım, izledim kitaplığa çıktı. Arkasından gittim. Elindeki kitapları bıraktı. Daha önce önerdiği kitaplardan bir tane istedim. Bunlar rasında Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan Mürebbiye var. Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan  geçen yıllar, Ecir’le Sabır öyküsünü okumuştuk. Fikret Madaralı Öğretmen yazarı önemsediğini söylemişti. Hasan 5 kitabını okumuş. Ben hiç bir kitabını okumamıştım. Üstelik Hüseyin Rahmi Gürpınar tanımamız zorunlu yazarlar  listemde de var. Kitabı sevinerek alıp dersliğe döndüm. Okumaya başlamadan önce Hüseyin Rahmi Gürpınar hakkındaki notlarımı okudum. Ayrıca Murat Uraz’ın kitabındaki bilgileri de okudum. Şaştım, ne de çok kitap yazmış. Hasan, “Ondan beş kitap okudum!”deyince, tüm kitaplarını okumuş, diye içimden geçirmiştim. Nerde!. . . , Tüm kitaplarını okumak için uzun bir  ömür gerekecek…. Kitabın kapağına bakarken, Ecir-Sabır öyküsünü anımsamaya çalıştım. Öykü bir olaydan  sonra o olaya çevredekilerin yaklaşımını anlatıyor. Daha doğrusu  bu yaklaşımları eleştiriyor. Mahallede birilerinin küçük çocukları ölmüştür. Ölen çocuğun ailesi çok üzgündür. Özellikle anne Behiye Hanım, ölen çocuğun adını söyleyerek, “Ah Cemal’im, vah Cemal’im çığlıkları atmaktadır. Gelenler, sözde Behiye Hanımı teselli etmek için ortaya atılırlar ama, bilerek-bilmeyerek, beklenenin tam tersi onu daha çok kışkırtan bir durum oluşur. Teselliden çok ölenin  değerleri, güzelliği yanında, yaşasaydı neler yapacağı sıralanır. Behiye Hanım sonunda bayılır. Bu kez Behiye Hanım için uğraşlar başlar. Behiye hanım azıcık kendine geldiğinde bu kez başkaları gene ölen  çocuk Cemal’in yaşasaydı, Eflatun gibi alkıllı olacağı varsayımları ön sürülür. Günler geçer, gecikmeli olarak ya da tekrar olarak gelenler sürekli  sözde teselli yarışı yaparlar ama sözleri hep Behiye hanımın yüreğini  deler. Yanlarında getirdikleri çocukları gösterip benzetmeler yapıldığı gibi gelecek yıllarda gireceği yaşlar sıralanır. Koşan çocukları gösterip”Cemal şimdi böyle tosun gibi olup, buralarda koşturacaktı!”sözleri Behiye hanımı kahreder. Bir süre sonra da sözler Behiye hanıma döner:Vah Behiye vah, sen ölmüşsün, haklısın, Cemali’n yokluğuna dayanılmaz!”gibi söylemler sonunda anne Behiye hastalanıp ölür. Behiye’nin acısına   dayanamayan  annesi Şekure Hanım da hastanelere düşer. Ne var ki  tanıdıkları, bura da da durmaz:Şekure Hanıma da ecir ve sabır dilemeyi sürdürürler. Sonunda bu ecir-sabır söylemlerine  dayanamayan Şekure çıldırır. Bunu duyan  komşuların kimileri, “Şekure’ye ecir-sabır dileyemedikleri için üzüldüklerini söylerken öykü biter. “Mevla ecir ve sabır sersin!”diyemeyenler  bu dileklerini başka komşularına saklarlar. Burasını da ben ekliyorum. Öyküyü Fikret Madaralı Öğretmen anlatmıştı. İnsanların, karşılarındakilere, ölçüsüz söz söylemesi, kimi zaman yarardan çok zarar verir. Bu daha çok dost görünenlerin dikkat edeceği bir durumdur. Çünkü sözü dinleyen insan dostundan kötülük beklemediği için  sözün etkisinde kalır…. Mürebbiye…. Kitabın adı aklıma takıldı. . Hasan’a sordum, Hasan benim gibi düşünmemiş, “Çocuk bakıcısı galiba!”dedi. Aklıma geldi, Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzuma baktım, okuyunca önce şaşırdım:Mürebbi var, anlamı da eğitmen. Eğitmeni hep biliyorum ama, eğitmenin mürebbi olduğunu hiç duymamıştım. Mürebbi ile mürebbiye arasındaki bağıntıyı kurdum. Remzi, Remziye, Hüsnü Hüsniye, Naci Naciye…Biri erkek biri dişi. Besbelli ki, mürebbiye, Bayan Eğitmen anlamına geliyor. Bu buluşumu arkadaşlara  anlattım. Kimisi güldü kimisi inanmadı, kılavuzu alıp bakanlar oldu. . Eğitmen sözü, üstünde konuşulur bir konu olup çıktı. . Kimi arkadaşlar, “Köylerde bize de eğitmen diyorlar, biz mürebbi miyiz?”diye sordular. Hasan’a teşekkür ettim. Bu kitap bana yeni bir şey öğretti. Hiç değilse, bundan böyle bana eğitmen diyen olursa, bunun eski bir  sözün, öğreticilik yanı olan bir sözün yeni söylenişi!”deyip  savunacağım. Nasıl muallime öğretmen, mektebe okul, talebeye öğrenci deniyorsa, mürebiye de eğitmen deniyor!”deyip susturacağım. Daha çok örnekler de verebilirim. Örneğin, zabit, subay, mülazim, teğmen, v. b. Bunlarım dedim, birden çok değişik bir duyguya kapıldım. Okumak ne güzel!Mürebbiye. . Genellikle kitapların girişlerindeki bilgileri ilk bakışta karmaşık buluyorum. . İnsanların bilmeyen birine yol tarif etmesine benziyor. Adam bilmediği için yolu sorar. Yolu tarif eden ise başlar, “Şurada bilmene var ya, onun yanından hani şu şeye doğru yönelince karşına bilmem ne çıkacak!”derler. Oysa yol soran onları bilmemektedir. Bu nedenle girişleri önce okur geçerim, biraz ilerleyince döner bir daha okurum. Bunda da öyle bir şey oldu. Üstelik  bir çok sözcüğü anlamadan geçtim. Daha önceki romanlarda okuduğum gibi burada  da bir yalı var. Yalı, Dehri Efendi adında birinin. Dehri Efendi, emekli olmuş eski bir memur. Okumayı seviyor. Yaşamının bundan sonrasını okumakla geçirecektir. Kızı evlidir. Ancak Dehri Efendi kızını yanından ayırmaz, damadının da yalısında kalmasını sağlamıştır. Bunların, yani Dehri Efendi’nin kızı Melahat’la damadı  Sadri Bey’in  bir oğlu vardır:Şem’i. Şem’i okula gitmektedir. Dehri Efendi’nin ayrıca iki çocuğu daha vardır:Nezahat’la Vahip. Bunlar yetmez Dehri Efendi’nin ayrıca bir kardeşi de onun  yalısına sığınmıştır;Amcabey. Sadri. . Sadri, varlıklı bir ailede yetişmiş, ancak tutarsız davranışları sonunda  beş parasız kalıp ağabeyine sığınmıştır. Üstelik, huysuzluğu, dengesizliği yanında, çirkin  görüntülü, kambur, kısacası içi dışı özürlü biridir. Aile bu  bir birine zıt  yaratılıştaki insanların yaşamı sürüp giderken okul çağındaki Nezahat’le Vahip’in daha iyi yetişmeleri düşüncesiyle, o günlerin modasına uyularak özel   eğitmen, yani mürebbiye tutulması salık verilir. Bu gelenek uzun zamandan beri özellikle İstanbul Konak ya da Yalı yaşamlarında  süregelmektedir. Özel eğitmen ya da mürebbiye seçiminde Fransızlar önde gelmektedir. Yabancı dil olarak da Fransızca makbuldür. Günün  geçerli yollarıyla aranır, bir Fransız mürebbiye bulunur. Anjel. Anjel gerçekte makbul bir mürebbiye değildir. Paris bulvarlarında  bir süre inişli çıkışlı  yaşam  gelgitleri yaşadıktan sonra nasılsa İstanbul’a ulaşmış, oldukça acımasız ama  o biçim yaşam deneyimli bir duyarsız insandır. Uslu akıllı görünerek görevine başlar. Ancak onun alışageldiği yaşam biçimiyle Dehri Efendi’nin, daha doğrusu o günün Osmanlı  aile anlayışının uyumu söz konusu değildir. Kapalı yaşam Anjel’i sıkar. Ancak Anjel, erkekleri, özellikle de gençleri nasıl avlayacağını  çok iyi bildiğinden Dehri Efendi’nin yalısında kendisi için bir  rahatlama yöntemini uygulamaya koyar. İlk belirti okula giden Şem’i de görülür. Anjelik’in gelişinden sonra, okula gitmemeye, onun yerine Anjelik’ten ders almayı yeğlediğini öne sürer. Yalının kendine özgü düzeni sürüp giderken görünürde  göze değişik pek bir şey çarpmaz. Ancak Kahya Eda hanım, yaptığı  denetimlerde gün geçtikçe değişik algılamalarla karşılaşır. Yalıda haremlik-selamlık olmasına karşın  bölümler arasındaki kapıların zaman zaman açıldığını sezinler. Dehri Efendi’nin kızı Melahat zaman zaman İstanbul’a iner gittiği yerde kalır. Bu gecelerde bir hareketlilik olur. Kahya Eda Kadın kuşkulanmıştır. İyiden iyiye izlemeye başlar. Buna karşın Anjelik de gemi azıya almıştır. Sırasıyla, önce oğul Şem’î’yi, arkasından damat Sadri, daha sonra da kambur Amcabey’i   bir birlerinden habersiz odasına almakta, sıra ile onlarla gönül eğlemektedir. Bu gizli gibi sanılan git geller bir süre tekrarlanır. Ancak Eda Kadın oyunun  ayırdına varmış gözlemeye geçmiştir. Ondan kuşkusu yoktur. Ancak oyunu Anjelik’le kim oynamaktadır?Bunu saptayamamıştır. Uygun bir dille Dehri Efendi’ye de duyurmuş. Onun buyruğuyla kimi kapılar kapatılmış, bir yerlerden bir yerlere geçişler önlenmiştir. Buna karşın Eda Kadın gece  gezgincilerinin olduğunu, başka yerlerden tıkırtılar geldiğini duymaktadır. Bir gece bu tıkırtılar, yadsınamayacak türden  çoğalınca Eda Kadın, gözetime çıkar. Bu sıra Anjelik’in odasına girmeye çalışan  Amcabey … Zil çaldı. Bayrak töreni yapılacak. Tam sırasında, heyecanlı bir yerde kesiyorum. Koşup bayrağı aldım. 6. sınıflar tören alanını kürümüşler. Kar yok, esinti yok. Salt beyazlık, göz görebildiği yerler kar. Hidayet  Öğretmen boğazını sarmış, çocuklara gösterdi, yavaş bir sesle beni yormayın!”dedi. Geçen hafta  töreni yapmamıştık. İstiklal Marşı’nı iyi söylediler. Su sorunu nedeniyle yarın banyo yok. Elektrikler akşama yanacakmış. Törenden sonra yemeğe gittik. Tas kebabı, pinç pilavı, üzüm hoşafı. Bu yemek  üçlemesini sık sık yiyorduk, arkadaşlar arasında  şaka konusu oluyordu. “Taskebabı, pirinç pilavı, üzüm hoşafı, pirinç pilavı, tas kebabı, üzüm hoşafı, üzüm goşafı, pirinç pilavı, tas kebabı. . Salih Baydemir bağırdı. “Yeter yahu, başım döndü!”Nasrettin Hoca’nın  kaybolan eşek    fıkrası gene söz konusu oldu. Hoca, semersiz dönen eşeğe sevinmiş. Saat tam 14-oo Lüleburgaz’a gideceğiz. Bu kez Salih, ben, Fevzi gidiyoruz. Harun Özçelik rahatsız. Hemşire, “Ateşin var revirde yat !”demiş. Harun  sabahleyin revire yatmış. Üzüldüm. Revir çalışmalarımızda konuşuyorduk. Revirde kim yatacak? türü sorular soruluyordu. Harun Özçelik’le başladık. . Şaka konuşmalar hoş ama gerçekte hasta olup yatmak iyi olmasa gerek. Yemekten sonra Orhan’la Harun’a gittik. Hemşire, uyuyor, iyi, dedi. Lüleburgaz’a gittik. Gene belli yerlerden belli yiyecekler aldık:Helva, lokum, Yenihayat, peynir şekeri, kuru üzüm, leblebi, fıstık, elma, portakal, ayva. En ağır  adlımız, tahin helvası. Lüleburgaz içinde kuru yollarda yürüdük. Kar mar kalmamış. Salih Baydemir “Onların belediyesi var, temizliyor!”dedi. Temizlemekten mi yoksa alt taş, kolay ezilmekten mi?Bir süre bunu tartıştık. Okula erken döndük. Harun olmayınca arkadaşlardan ayrılıp Halkevine gitmedim. Getirdiklerimizi Cavit’le Salih  sayıp yazdılar, satışlar başladı. Salih’le revire gittik. Harun iyi bizi görünce:”Ben size demiştim, revire en önce ben yatacağım!”diye deyip güldü. Ateşi azalmış, bedeninde bir kırgınlık varmış. “Geçmiş olsun!”deyip ayrıldık. Dersliğe gidince hemen  Mürebiye’yi açtım, kaldığım yerden başladım………. . Bu sırada Anjelik’in odasına girmeye çalışan Amcabey Sadri, Eda kadının geldiğini görünce önce bocalar, sonra da salondaki masanın altına saklanır. Ancak Amcabey, masanın altına kendini atınca orada birilerinin olduğunu çabuk anlar. Çünkü başı bir başka insanın başına fena vurmuştur. Öyle ki  kafasını vuran Sadri gibi kafasına vurulan kişi de bir “Ah!          “çekmiştir. Masa altındakiler kendi kaygılarıyla susarlar ancak işin içinde  bir iş olduğunu anlarlar. Eda kadın, Anjelik’in kapısını bağlar, Dehri Efendi’ye  haber verir. Dehri Efendi Anjelik’in odasına baskın yapar ama, nafile. Çünkü girecekler girememiştir. Anjelik iftiraya uğradığını savlar. Eda Kadın, iftiracı damgasını alıp işinden olur. Bu patırtıdan sonra beklendiği gibi işler durulmaz. Şem’i giderek Anjelik’e  tutulmuştur, onunla evlenmek ister. Anjlik, sevişmeye razı ama evlenmeye yanaşmaz. Bu kez Şem’i, amcasıyla eniştesini rakip olarak görür, onları tuzağa düşürüp döver. Bu da bir kazanç sağlamaz, başka yollar arar. Aşçıbaşı bir şeyler bilir, diye düşünür onu sarhoş edip ağzından  laf almaya çalışır. Aşçıbaşı çıraklardan duyduğu bir hayalet öyküsü anlatır. Sözde  kimi geceler geç vakit Yalıdan biri dişi biri erkek giysili iki melek çıkıyormuş. Aşçıbaşı bu öyküyü dinledikten sonra Anjelik’in odasını gözetmeye başlamış, Bir ağaca çıkıp Anjelik’in odasını izliyormuş. Böylece, Anjelik’in odasına girip çıkanları sıralamış, Eniştesi gibi amcası da girip çıkıyormuş. Bu duyunca Şem’i Anjelik’e fena kızar, onu kandırmıştır. Bunun cezası ölümdür. Bir gece odasına girip öcünü alacaktır. Anjelik’in olmadığı bir sırada onun odasına girer, kapı kilitleriyle oynar:Bağlantılar gevşetilmiştir, ince açılacaktır. Akşam olunca belli bir saati bekler. Şem’i’ye göre vakit gelince Anjelik’in odasına gidip kapıyı vurur. Arkasından paldır küldür içeri girer. Anjelik soyunuk olarak yatmaktadır. Şem’i ortalıkta kimseyi göremeyince duraksar ama dönüp gitmez. Aynalı büyük bir dolap vardır. Şem’i dolabı yoklar, dolap kilitlidir. Anjlik’e açmasını söyler. Anjelik dayatmaya kalkar. Şem’i anahtarı Anjlik’ten zorla alıp açar. Anjelik’in elbiselerini çekince dedesi Dehri Efendi ile karşılaşır. Dehri Efendi çırılçıplaktır. Şem’i sevgili dedesini bu durumda görünce tepkisiz kalmış oracığa yığılmıştır.

Yüzlerce sözün anlamını tam  bilemememe karşın kitabı rahat okudum. Ancak roman olarak sevmedim, daha doğrusu kişiler benim için  örnek tipler olmadığından sevemediğimi sanıyorum. Yazarı anımsama  bakımından okuduğuma gene de sevindim. En az iki romanını daha okumaya kararlıyım. Hasan okuduğu kitaplardan Gulyabani’yi önerdi ama azıcık anlattı. Ancak anlattığı bölümleri  o denli gülerek anlattı ki, o gülünçlükleri yüzünden sevmedim. İlerde bir başkasını okuyacağım…… Harun Özçelik’in yokluğunu düşünerek, Salih Baydemir’i yalnız bırakmamak düşüncesiyle kooperatife gittim. İşlere karışmamakla beraber onların yanında oldum. Dikkat ettim, bir iki bir iki hiç durmadan gelen giden oluyor. Bir başka  şaştığım  olay da bizim sınıftan hiç kimsenin gelip bir şey almaması. Salih’e sordum, bu, benim bulunduğum zamana mı rastlıyor yoksa hep böyle mi? Salih gülerek, “Ben burada çalışmaya başlayalı beri bizim sınıftan hiç kimse gelip yiyecek almadı. Çok ender olarak, kağıt, kalem, defter alan oluyor. Salih tahminini de ekledi. Bizim arkadaşların  çoğu  dar gelirli ailelerden. Onlar bunu gizlemeye çalışıyorlar ama gerçek böyle, çoğunun beş kuruşu bile yok. Salih bunu söyleyince, arkadaşlara  bir gün helva vermeyi önerdim. Salih buna karşı durdu. “Arkadaşların içinde bunu bizim paramızla alıp verdiğimizi düşünemeyecek türden insanlar var. Bunlar, bizim her gün  kooperatifin helvalarını yediğimizi düşünebilirler, hatta bunu ortaya bile atarlar!” Üzüldüm. Salih’in bir düşündüğü vardır, bu düşüncemden vazgeçtim. Cumartesi geceleri için özel olarak yatma ziline yakın kooperatif açık tutuluyor. Zil çalmak üzereyken kapattık… Benden sonra Harun Özçelik’i görenler olmuş, iyileştiğini söylemiş. “Sıra ile hasta olun, revirde yatmak çok hoş, hemşire çok iyi bakıyor!”diyerek övgülerde bulunmuş…. . Bunu duyunca Kadir Pekgöz, “Öyleyse ben de hastayım, gidip iki gün yatacağım!” diyerek adaylığını koydu. Hilmi Altınsoy Kadire çıkıştı: “Seninki kurnazlık mı sanki?Yatacaksan sıkı işlerin olduğu bir sırada yat, bari kazancın olsun. Derslerim boş oluğu zamanlarda zaten yatıyoruz!” Kadir sözünü geri almadı: “Sen de dediğini yap!” deyip kesti…. . Hasta olmadan, “Hastayım!” demek, sağlamken revirde yatmak, bana çok acayip gelen sözler. Bunları neden düşünüp ortaya atıyorlar? diye düşünürken uyudum…….

 

 

 

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ