Seni Sevmiştik Edirne - Şimdilik Elveda ( 1. Göç )
30 Aralık 1938 Cuma
Seslerle uyandım. Birileri bağırıyor, “Konuşmayın uyuyanlar var!” Birileri de, “Konuşma yasağı akşam için verilmişti, şimdi sabah, ‘Kalk artık sabah oldu’ şarkısının tam zamanı, yatanlar treni kaçıracaklar!” Tren sözünü duyar duymaz rüyada olmadığımı anladım, kalktım.
Yataklar yuvarlatılmış, kimisi de çarşafla bağlanmış. Arkadaşların çoğu aşağıya inmiş. Hemen öte berimi ablamın yapmış olduğu asker torbama her şeyimi tıkıştırdım. Kocaman bir torba, yerli dokuma, taş koysan açılmaz. Aldım dersliğe indirdim, kitaplarımı da doldurdum. İsmet’in tahta çantası var ama, çamaşırlar için elverişli değil. Benim kitapları ona yerleştirdik, çamaşırları benim torbaya. Eşyalarımızı derslikte sıraladık, kahvaltıya indik. Birer paket verildi. Yolda yiyeceğiz. Namık Öğretmen önce geldi. Bize, ”Okula asker kışlasında başladığınızı kanıtladınız, hepiniz asker çevikliği içinde yürüyüşe hazırsınız!” dedi. Kahvaltıdan sonra yatakları vagona taşıdık. Vagonlar kapandı, lokomotife bağlı imişler, birden yürüdüler. Elimizde eşyalar biz kaldık. Çoğumuzda bir telaş “Tren bizi bırakıp gitti!” Namık Öğretmen gülüyor. ”Ben size çabuk olun! dedim ağır davrandınız, yarına kaldınız. ”İnananlar oldu. Sonra da “Hadi gelin, istasyon şefine rica edelim belki bizi affeder!” dedi. Binaya, geri kalanlara el sallayarak Karaağaç istasyonuna yürüdük. Vagonlar, Edirne İstasyonu’ndan gelen İstanbul trenine takıldı, tam saat 10’15’te kalktık. Hava güneşli. Tüm arkadaşlar neşeli, hepsi pencerelerde. Tren kalkar kalkmaz Yunanistan’a giriyoruz. Bunu bilen de var bilmeyen de. Ben bilgiç bilgiç uyarıyorum. Duracak istasyondaki satıcı çocukları anlatıyorum. Fesli insanları, küfrettiklerini, daha doğrusu duyduklarımı görmüş gibi aktarıyorum. Biz konuşurken dinleyen yolcular da oluyor. Bizi dinleyenler, anlattıklarımın doğruluğunu onaylıyorlar. Arada bütün feslilerin değilse bile aralarından öylesinin çıkığını söylüyorlar. Az sonra ilk durağa geldik. Gün ün erken saati olduğundan, özellikle de trenin Edirne’den kalkmasından dolayı bu trene ilgi azmış. Birkaç fesli satıcı ile börek satan Yunanlı gördük. Börek almaya çalışan bir arkadaşımıza, fesli çocuklardan ikisinin sert davranışları beni kanıtladı. Bazı çocukların bize elleri ile v işareti yapmalarını bir süre çözemedik. Asıl büyük istasyonda (Piteon=Pityon) daha canlı örnekler oldu, yolculara yağlı börek uzatan Yunan çocuklarına fesliler saldırıp börekleri geri çevirdiler. (Böreklerin yağları domuz yağı imiş, Müslümanlara satılmamalıymış) Yunanistan bölgesinden bu heyecan içinde çıktık. Buradan ötesi, Sami başta olmak üzere öteki arkadaşları daha çok heyecanlandırdı. Uzaktan köylerini, tanıdıkları yöreleri gösterdiler. Meriç’in yanında yavru kalmasına karşın Ergene’nin en kabarık zamanıydı, Uzunköprü uzaktan tüm görkemiyle uzanıyordu. Pehlivan köye geldiğimizde benim anlattıklarımı kimse dinlemez olmuştu. Hem yorgunluk hem de çevre tekdüzeliği ilgiyi Alpullu’ya çekmişti. Zaten Alpullu düzlüğü başlamış, yer yer baca görülür olmuştu. . Tren durduğu zaman, ben de dahil hepimizde bir düş kırıklığı oldu. Alpullu karaağaç yanında bile bücür kalmıştı. Arkadaşlar fabrika bacasına bile ilgiyle bakmadan okul yoluna yöneldiler. Dokunulsa ağlayacak olanlardan biri belki de en başta geleni bendim. Susmayı yeğledim. Okula giden yolu gösterdim, ”Bizim köyün yolu!” dedim. Her söze uyan bir karşılık bulan Mehmet Yücel, çok ciddi bir bakışla, yolu göstererek, ”Sizin köyün yolu buysa, sen bu yoldan köyüne seve seve git, gel, sakın beni götürmeye kalkışma, gitmem!” dedi. Bunu niçin dedi? Benimle bir dargınlığı yok. Bence Alpullu onu düş kırıklığına uğrattı. Öteki arkadaşlar sustular. Okula gün ışığında girdik. Okul Müdürümüz Nejat İdil, geldiğini daha önce duyduğumuz resim Öğretmeni Ömer Uzgil, konuk kalacağımız okulun baş Öğretmeni Ferit Bey, İlköğretim müfettişi Hüsnü Baykoca, İlhan Görkey bizi karşıladılar. Eşyalarımızı yatak odamıza koyduk. Ferit Baş Öğretmen bize çay hazırlatmış, çaylarımızı simitlerimizi yiyerek içtik. Namık Öğretmen, Hamdi Bağ öğret6men, bu arada daha önce gelmiş olan Hasan Çevik Öğretmen yanımıza geldiler. Hamdi Öğretmen, arkadaşlara takılıyor, “Uçtu uçtu kuş uçtu, geldi Alpullu’ya kondu. Alpullu sözünü söyleyen bir defa bana bakıp soruyor. ”Esas Pullu hanginiz? ”Ben!” diyorum. Sonrakiler küçülerek gidiyor. Herkes gülüyor, Mehmet Yücel soruyor, ”Neeeee, daha başka pullu var mı? ”Var, bütün tatlı su balıkları…. .
Çaylarımızı içtikten sonra sıraları dersliğe taşıdık. Okulun alt katı tümüyle boş bize ayrılmış. Yemek salonu kocaman, gelen masaları hemen taşıdık. Yemek masaları hazır, derslikteki sıralarımız yerlerine kondu. Biz bunları yerleştirirken yataklar geldi. Arkasından karyolalar getirildi. Geç olmadan, yataklarımızı hazırladık. Dersliğimize geçip oturduğumuzda Müdür bey yanındakilerle geldiler, hatırımızı sordular. İlhan Görkey bana “Senin yolun kısaldı, dedikten sonra Müdür Beye “ Köyü atla iki saatlik bir yerdedir!”dedi, sonra da Hüsnü Baykoca’ya “Öyleydi değil mi Hüsnü!” dedi. Hüsnü Baykoca’yı çok iyi anımsıyorum. Bizim köye iki kez gelmişti. Hepimizde bir durgunluk, bir şaşkınlık var. Şakalaşmalar durdu, konuşmalar azaldı. Buna karşın bir birimize yaklaşmalar arttı. Herkes bir söz söylerken düşünerek söylüyor. Çok meraklı arkadaşlar okulu keşfetmek sevdasında. O var, şu var, o yok, bu yok, sözleriyle bir değerlendirme yapıyorlar. En güzeli de okulda zil yok.
Keşifçilerden Yusuf Asıl, okulun bahçesine çıkamayacağız, çıkış yolu yok dedi. Gerçekten gittiler baktılar, bizim köy yolu tarafındaki okul bahçesine çıkılan yol yok. Okulun bize verilen yerin çıkış kapıları arka bahçeye çıkıyor. ”Olsun, biz de oradan girer çıkarız. Başıma yorganı çekince gene düşünmeye başladım: “ Edirne gitti, ben zaten oralı değildim. Mustafa Ağabey de orada kald, sonunda ayrıldı, şimdi köyünde çalışıyor. Ah vah etmeden işini görüyor. Ben yanlış düşünüyorum, kendimi toplayıp doğru düşünmeye başlamalıyım!”. Pencereden önce bahçeye sonrada bahçe önündeki yola baktım. Yoldaki elektrik lambaları yanıyor. Arabalarla oralarda saatlerce duruyorduk. Karşı evlerde radyo çalınıyordu. Şimdi de tam karşımızda. Radyo açılsa buradan da duyulur. Buna çok sevindim. Yazın pencereyi açar rahat rahat dinleriz. Hüseyin Soysal ara tatilinden söz ediyordu bize de tatil verecekler mi acaba? Uyumuşum. Uyandım, ışıklar yanıyor. Şaşırdım, herkes uyuyor, etrafıma baktım, Alpullu’ya geldiğimizi anımsadım, gene yattım. Kendi kendime sordum, iki aydır gecelerim hiç böyle geçmemişti, bu gece neden böyle oldu?
31 Aralık 1938 Cumartesi
Alpullu’da ilk günümüz. Daha önce arkadaşlara söylediğim gibi bizim köy yolunun üstündeki okula geldik. Ancak binanın büyüklüğünde yanılmışım. Gelip giderken çok baktığım halde doğru algılayamamışım, buraya geleceğimizi duyunca arkadaşlara” Küçük bir bina!” demiştim. Meğer bina büyükmüş, geniş bir bahçe (Ön bahçe dolgu, arka bahçe bir kat daha altta) Bize yetecek kadar aydınlık bodrum kat, kocaman odalar, koridorlar, bahçeye açılan kapılar varmış. Arkadaşlara yanıt buldum “Ben Karaağaç’taki binaya göre küçük dedim!” deyip dikkatsizliğimi saklamaya çalıştım. Biz, birinci kattayız, bizim köyün arabaları 100 metre uzağımdan (Belki de 80 metre) gelip gidecek. Pencereden bakınca, arabayı süreni bile rahatça göreceğim Ben bunları düşünüp hayaller kurarken Kadir geldi, çok sevinçli. ”Köyden gelecek arkadaşları rahatça göreceğiz!” dedi. Demek benim gibi başkaları da kendine göre değerlendirmeler yapıyor. Bizim gelip rahatça yerleşmemiz için İlkokulu bir hafta tatil etmişler. Biz yerleşince onlar üst katta derslere başlayacaklar. İlkokul binasının büyüklüğüne karşın öğrencisi azmış. Ben elimde olmadan sık sık yolları gözlüyorum. Arkadaşların çoğu bahçenin yol tarafına çıkıp fabrikanın bacasına bakıyorlar. Bacadan sürekli duman çıktığını görünce. ”Gece gündüz çalışıyor mu? ” diye soranlar oluyor, bilgiç bilgiç yanıt veriyorum, “Pancar alınma zamanı daha bitmedi. Buralarda geçen araba görünmüyor ama şimdilerde pancarlar vagonlarla uzak yerlerden geliyor!” diyorum. Okulda çalışan ustalar da var. Yeni gelen Öğretmenimiz çok genç, Ömer Tunalı Öğretmenin yaşında, onun adı da Ömer. Ömer Uzgil, Resim dersleri Öğretmeniymiş, sürekli gülümsüyor. Binayı tanıyor olmalı, taşıyıcılar, neyi nereye koyacaklarını hep ondan soruyorlar. Eşyalar hep aşağı yoldan dolaştırılıyor. Üç gruba ayrıldık, biz dolapları alt katta yerleştiriyoruz. Alt kat biraz karanlık ama sürekli elektrik varmış, gündüz de yakılacakmış. Hamdi Bey “Fabrikanın, şekeri gibi elektriği de bol!” diyor. Dolapları boydan boya sıraladık. Yemekhaneyi düzenleyen arkadaşlar da çabucak masaları sıraladılar. Yeni bir aşçı gelmiş, daha genç, yanında bizim yaşımızda bir genç yardımcısı var. Adı Rasim. Baki kaldı, Rasim geldi. Rasim, bizim köydeki Arnavut Rasim’in adaşı, biraz da benziyor. Bizim grubun biri yukarda Öğretmen odasını, dersliği düzenledi. Derslikle yatakhane aynı katta. Yalnız dolaplarımız aşağıda kaldı. Kolay iniliyor ama, olsun, gelip gitme olacak. Namık Öğretmen dolaplar için ”Şimdilik böyle olsun, ilerde bir çare düşüneceğiz!” dedi. Kamyon sık sık gelip eşya boşaltıyor. Tuğlalar, tahtalar bile geldi, piyanolar sahiden gelmeyecekmiş. Çekinerek Namık Öğretmene gene sordum, ”Müzik aletleri gelmeyecek mi? ”Aman İbrahim, bir de onlar çıkmasın başımıza, biz malamıza, küreğimize yer bulamıyoruz. Sen yarın duvar örmeye hazırlan, buralarını yıkıp yeniden öreceğiz, piyanoları ondan sonra düşüneceğiz!” Öğretmen böyle söyleyince utandım, bir daha böyle sorular sormamaya karar verdim. Dersliğimizi sevdik, küçük ama çok aydınlık. Müdür odası ile Öğretmen odası hemen karşımızda. Okulun zili var ama karışıklık olmaması için bizim zil elle çalınacakmış. Yemekte yeni bir durumla karşılaştık. Nöbet tutulacak, yemekleri nöbetçiler masalara bırakacak, tabakları nöbetçiler toplayıp mutfağa götürecek. Bunlar Alpullu yenilikleri! Bundan böyle tabaklarımız, bardaklarımız da değişti. Bakır tabak, bakır bardak, metal kaşıklar. Mehmet Yücel nedenini buldu ”Padişahları gücendirdiniz, kızıp tabaklarını geri aldılar!”Yeni durumlar için Fikret Madaralı açıklama yaptı. Tabakları bizim taşımamız yer değiştirmeyle ilgili değilmiş. Bakanlık, öğrencilerin kendi işlerini yapmalarını istiyormuş. Küçük kardeşlerimiz de nöbetlere katılıp yardımcı olacaklarmış, Porselen tabakların kırılmaması için metal tabaklara bu nedenle dönülmüş. Öğrenciler bundan böyle temizlik işlerine de katılacakmış. Yeni gelen Ömer Uzgil Resim Öğretmeni, aynı zamanda Müdür yardımcısıymış, bu nöbet işlerini o düzenleyecekmiş. Önümüzdeki pazartesi günü bu yeni çalışma düzeni başlayacakmış. Lokmasını bitirmeyenlerin lokmaları ağzında kaldı. Olayı tam olarak anlayamadık ama tabaklarda, su bardaklarında, sabahki çay bardaklarındaki değişiklik, bir şeyler onduğunu anlamamızı kolaylaştırıyordu. Beş masadan tabak toplamak zor değil ancak bu nasıl olacak? Arkadaşlar hemen, yeni gelen Ömer Uzgil’e “Uğursuzluk getirdi!” söylemini yapıştırdılar. Oysa o bir haftadan beri burada ter dökmüş, okulun ön işlerini yoluna koymuş, bunu Namık Öğretmen bize, Ömer Uzgil’i överek anlattı. . Yemekten sonra oldukça bozuk duygularla dersliğe geçtik. Büyük bir sessizlik içinde kitaplarımızı, sıraların gözlerine yerleştirdik. Bu sıra Ömer Uzgil dersliğe geldi, Sami Akıncı’yı sordu. Sami koştu geldi, birlikte gittiler. Yeni gelmiş olan Ömer Uzgil’in Sami arkadaşımızı çağırması fısıltılara neden oldu. Ders Öğretmenleri, çalışkanlığı nedeniyle Sami Akıncı’ya yakın davranıyorlardı, bu hoş görülüyordu ama Ömer Uzgil böyle bir seçmeyi neye göre yapmıştı? Fısıltılar giderek eleştiriye dönerken Sami, elinde nöbet listesi ile geldi, nöbet günlerimizi söyledi. Ayrıca nöbetlerdeki görevleri belirten yazılar gerekli yerlere asıldı. Nöbetler numara sırasına göre sürecek! Derslikte sessiz sessiz, bir birimize bakarak oturuyoruz. Herkes susmuş, şaşkın durumda. Şakalaşmalar bir yana, arkadaşlar birbirlerinin adlarını bile söylemekten çekinir durumda. Namık öğreetmen, her zamanki güleç yüzüyle geldi, az duraksadı, durumu hemen anladı. Daha önce gelmişti ama, ilk geliyormuş havası içinde yeni dersliğimiz için “Hayırlı, uğurlu olsun!”diyerek kutladı, başarılar diledi. Dersliğimiz çok havadarmış, aydınlıkmış, bize layıkmış. Bunları hep gülerek söyledikten sonra gene gülerek” Sizi bir iki saat bir birinizden ayırabilir miyim? deyip beni, Halil’i, Salih’i aşağı kata gönderdi. Hasan Çevik Öğretmen bizi bekliyormuş, gider gitmez yapacağımız işi söyledi. Mutfaktaki ocak büyütülecek!”Hasan Çevik Öğretmen, nedense Karaağaç demedi, ”Eski mutfakta yaptığımızı yapacağız!” diyerek güldü. Üçümüze de dikkatli dikkatli baktıktan sonra elbiselerimizi göstererek Namık Öğretmene, ”Namık bu fakirlerin tek elbiseleri bunlar, bunlar bu işte kirlenirse bir daha da temizlenemez.!” Bakıştılar. Ben “Eski pantolonum var, giyebilirim!” dedim. Salih’in de varmış, hemen değiştirip, koşarak yanlarına indik. Geç saatlere dek çalıştık. Öğretmenler, bizden daha çok çalıştılar, iş yarı yarıya bitti. Kazanları yerlerine koyduk. Namık Öğretmen, ”Yarın tamamlayacağız, sıvasını Hasan Öğretmen yapacak, içimizde en iyi sıvası odur!” diyerek Hasan Çevik Öğretmeni güldürdü. Öğretmenlerin bu denli arkadaşça konuşması, mala-çekiç kullanarak iş yapmaları bizim çok hoşumuza gitti. Sevinerek dersliğe çıktık. Arkadaşlar, bıraktığımız gibi suskun, neşesiz. İçeri girince kapımız açık kalmış, Öğretmen odasından radyo sesi geldi. Ayar mı yapılıyor ne bir açılıp bir kapanıyor. Herkes dikkat kesildi. Bir ses “Şimdi eski yılın önemli olaylarını hatırlatıp sonra da şarkılara geçeceğiz!”dedi. Birden bir kaynaşma oldu. ”Yılbaşı, Yeni Yıl!”Benim için böyle bir olay yoktu, o nedenle sus pus oldum. Birilerinin varmış ama olaylar onları da benim durumuma getirmiş, varken yok olmuş. Birden yüzlere bir sevinç geldi. Eski yıl, yeni yıl söylemleri sık sık ortaya getirilmeye başlandı. Benim gibi, ”Yeni Yıl nedir ki ? ” deyip, yeni öğrenmiş olanlar, bilirmiş numarası yapanlar, gerçekten bilenler “Yıl Başı!” sevincinde birleştik. . Kimseye bir şey söylemedim ama bu duruma göre ben şekil olarak da olsa bir gün sonra 18 yaşıma girmiş olacağım. ”Tüh!” dedim içimden, iki gün önce olsaydı ne iyi olacaktı! M. bana, ”Sen daha on yedi yaşındasın, ben on sekizimdeyim!” diyordu. Orada olsaydık, ”Al işte, ben de on sekizimdeyim!” diyebilecektim!” Bunu diyemedim. , 2 gün için o abla olarak kaldı. Beni şaşırtan bir başka olay da, arkadaşların çoğu genelde benim bildiklerimin yarısını bile bilmiyor ama böyle yıl başı, gibi olayları çok iyi biliyorlar! Bildiklerinden mi acaba? Mehmet Yücel için şaşmam, o okumuş, Ali Güleren, Fettah Biricik, Hüseyin Serin neden, nereden biliyor? Ahmet Güner in, Hilmi Altınsoy’ un köyleri bizim köyden daha mı uyanık? İsmet bilebilir, evlerinde karı koca iki Öğretmen oturuyor. Cin gibi açık göz Nazif Öğretmen, eşi Hamdiye Öğretmen söylemişlerdir. Ayrıca İsmet’in babası her gün okumuş insanlarla birlikte. Neyse ben, Yeni Yıl ya da Yıl Başı olayını, bu akşam açık kapıdan gelen radyo sesiyle öğrenmiş oldum. Kesinlikle bundan böyle unutmayacağım. Daha önce öğrenmemiş olmam, sanırım benim için arkadaşların gözünden düşmeme bir ölçüde neden oldu. Bunu derslerde kapatmaya çalışacağım. Derslikteki durgunluk giderek geçti, sesler yükselmeye başladı.
Arkadaşlar, adlar söyleyerek bir birlerine takılmaya başladılar. Bu arada sessiz arkadaşlarımızdan Hüseyin Serin, ”Benim çamaşır nöbetimde kim gelip çamaşırları yıkarsa, onun tuvalet nöbetini ben tutarım!”dedi. Önce kimse anlamadı, Mustafa Saatçı bağırdı, ”Ne söylüyorsun Aretlik? ”(Ahretlik sözcüğünün Trakyalı söylenişi)Arkasından bir kahkaha…. Anlaşılmayan söz herkesçe anlaşılmıştı. Teklifin, kolay bir işi daha zor bir işle değişme nedeni merak edildi. Hüseyin açıkladı, ”Ben şimdiye dek mendilimi bile yıkamadım, sizin çamaşırlarınızı nasıl yıkarım? ”Daha önce yapılmış olan “Her işi siz yapacaksınız!” uyarısını Hüseyin, kendi içinde genişletip gözden geçirmiş, yapacaklarını, yapamayacaklarını ayırıp, yapamayacaklarının kaygısına düşmüş. Önce Mustafa Saatçı “Ben seni kurtarırım, merak etme!” diye bağırdı. . Arkasından, İsmet, İdris, Bekir, Hilmi gibi açıkgözler sıraya girdiler, günü gelince Hüseyin Serin’in çamaşır nöbetini üslenecekler, o da onların tuvalet nöbetlerini tutacak. Bu kez, “Olmaz, bu haksızlıktır, en iyisi Aretlik tüm tuvalet işlerini yüklensin, onu çamaşırdan affedelim!”Arkası kesilmeyen gülmeler. ”Hüseyin bir söz söyledi, söylediğine de pişman oldu. Öyle ki, o an adına, tuvaletçi sıfatı yapıştırıldı. Gürültü artmıştı, ”Gelen var!” uyarısı sesleri kesti. Yeni Resim Öğretmenimiz, ilk kez karşılaştığımız Md. Yardımcımız Ömer Uzgil, bir yönetici olarak karşımıza geldi. Değişik bir yürüyüşü, çok değişik bir bakışı var. Başını döndürerek çok sakin konuşuyor: ”Neşenizi bozmak istemem ama dersliktesiniz. Yılbaşı kutlamasına da daha bir gün var. Bu kutlamayı, bu yıl sakin geçirmek zorundayız. İlerde biz de gönlümüzce inşallah geniş salonlarda kutlayacağımız. Gelecek Yılbaşı eğlencelerini düşleyerek bu gece biraz daha sakin olalım!” Konuşmalarımızı, gülmelerimizi, anlattığımız eğlenceli fıkraları, şarkıları, şiirleri bu anlayış içinde sürdürmemizi söyleyip gitti. Bir süre birbirimizle bakıştık. Hepimizin aklından geçenler bir birine yakındı bunu biliyorduk ama gene de kendimizi tutup suskunlaştık. . Sonunda, hepimizin kesinlikle konuşacağından kuşku duymadığımız Mehmet Yücel “Arkadaşlar, kusura bakmayın ben şiir okumaktan vazgeçtim, vakit geç oldu!” dedi. Kimse bir şey anlamamış olacak sessizlik sürdü. Arkasından tıs, pıslar başladı, derken bir kahkaha koptu. Bu kez Mustafa Saatçı, sanki onu bekliyormuş, ”Arkadaşlar ben şarkılarımı büyük salonlara bıraktım, şimdi gidip uyuyacağım. Gülmeler giderek yoğunlaştı. ” Arkasından bir grup, fıkralar ne oldu? diye sordular. Soranlar aynı zamanda en çok gülenlerdi. Sonunda “Fıkraları Tuvaletçi Hüseyin arkadaşımız ilerde anlatacak!” deyip sözü Hüseyin’e yıktılar. Hüseyin az konuşur ama şaka kaldıran bir arkadaş, hemen sordu “Ne demek tuvaletçi Hüseyin? Siz çamaşırcı olmuyorsunuz da ben neden tuvaletçi oluyorum? ” Oooo! Yapma Aretlik, şaka, şaka, şaka!” sözleri arasında kimisi Hüseyin’in kolundan tuttu, kimisi sırtına atladı, kimisi kucaklayıp kaldırmaya çalıştı. Bir sevgi gösterisi içinde herkes kalktı, olabildiğince gürültü çıkarmadan yatakhane tarafına ayak uçlarına basarak geçildi. Soranlar oldu, ”Gürültümüzü Ömer Uzgil duydu mu? Kapısı açılmadığına göre duymadı, duysaydı kapısı açılırdı, kapısı açılsaydı radyo sesi gelirdi. Radyo sesi gelmediğine göre duymadı. Kıh, kıh, kıh gülmeler. 1938 yılını son gecesini uyuyarak geçirmek üzere yataklarımıza neşe içinde yattık. . Yatınca düşündüm: “ Sahiden büyük salonlar olacak mı? O salonlarda fıkralar anlatılacak, şarkılar söylenecek mi, şiirler okunacak mı? Nerede olacak bunlar? Köyümde bir okul vardı, evimden, babamın kahvesinden sonra orasını öğrendim. Sonra Hamitabat okuluna gittim. Buradaki okul benim köyümün okulundan büyüktü, on katı da öğrencisi vardı. Sonra Karaağaç’ı gördüm, alıştım. Edirne’yi ise, nasıl olsa buradayım deyip etraflıca dolaşmadığım. Kenarından kıyısından görebildiğim Edirne’yi arkada bıraktım. Daha önce görmeme karşın nemene bir yer olduğunu öğrenmeye hiç merak etmediğim, sevimsiz insanlarla doldurulmuş bir fabrika dışında hiç bir özelliği olmayan bir yere geldim, sıkıştım. Şimdi de büyük salonlar, şarkılar, Yılbaşı Eğlencelerinden söz ediliyor. Geçen yıllar yılbaşı olup olmadığını bile duymamıştım. Bizim köydekiler bu benim bugün duyduklarımı gene duymadılar. 1938 senesi yarın bitecek 1939 senesi başlayacak. Bir gün sonra ben 18 yaşımda olacağım. Benimle birlikte amca oğlu olarak konuştuğum Hilmi, arkadaşlarımdan Ahmet, Nebi, Bektaş, Nuri özellikle de C birer yaş büyüyecekler. Ablalarım, ağabeylerim, babam, herkes yaşlarına bir çetik atacak. . Çetik atmak bizde, var olana bir eklemektir. Kahvemizde bir çetik köşesi vardır, Köyde her hanenin orada özel yeri bulunur. Gelip çay ya da kahve içenler para vermezse oraya bir çetik atar. Ödemeler, o çetikler sayılarak yapılır. İşte yaşlarımıza da çetikler yarın atılacak. C gibi A da bir çetik alacak. C’yi köye gidince göreceğim. A ne oldu? Onu nasıl göreceğim? O bendi nasıl karşılayacak? Sevinecek mi? Kadir onu görünce bir şey söylerse, hele hoşuna gitmeyen bir söz söylerse benim için ne düşünecek? Çok üzüldüğüm bir durum işin burası! . ”Biz onunla iyi arkadaştık, o bunu yanlış değerlendirmiş!”demese bile içinden böyle düşünürse, ben onun yüzüne nasıl bakarım? Göremezsem, göremediğime o denli üzülmem ama o beni böyle kırgın düşünürse, içimdeki duyguların ne anlamı kalacak?” Yatakta kıvrandım durdum. Rüya ile uyandım, karyoladan düşmüşüm, kendimi yerde yuvarlanır bulmuşum. Kalmak istemiyorum, görenler var, utanıyorum. Meğer rüya imiş, yerimde rahat rahat yattığımı anlayınca sevinerek etrafıma baktım, elektrikler yanıyor, arkadaşlar yataklarında. Dışarısı hafif aydınlık. Pancar taşıdığımız sabahları anımsadım, Kervankıran yıldızı yükselmiş, sabah olmak üzere. Sevinç içinde gözlerimi gene kapadım, tekrar uyumuşum. Akşamki sözlere benzer şakalaşmalar içinde uyandım. Şimdilik zil yok, yakında olacaktır. .
1 Ocak 1939 Pazar
Arkadaşlarda bir radyo merakı başladı. Sık sık soruyorlar, ”Radyo çalıyor mu? Radyo çalıyorsa md. Yardımcımız Ömer Uzgil Öğretmen, kalkmış oluyormuş. Bunlar konuşulurken Ömer Uzgil Öğretmen çıktı geldi. Kapıya eliyle vurdu, ”Zil takılıncaya dek, kahvaltıya topluca inmeye çalışın, çaylarınız soğumasın!”Toparlandık, sessizce indik. 4 Mehmet Aygün nöbetçi, Recep Kocaman da ona yardım ediyor. Bir gün sonra o da Mehmet ona yardım edecekmiş. Arkadaşlar, ”Öyleyse ikişer kişi nöbet tutalım!” Sami Akıncı açıklama yaptı, küçük sınıflar gelince iki nöbetçi de onlardan olacakmış. Metal bardaklar ellerimizi yakıyor. Sızlanmaya başlayanlara Mehmet Yücel arkadaşımız gereken yanıtı veriyor, ”Şikayetlerinizi duyarsalar, bunları da kaldırır çorba tabaklarıyla çay içersiniz!”O zaten güldürmek için söylüyor. Sözünü bitirir bitirmez lokmalarını çiğnemeye başlıyor ama arkadaşlar uzun uzun gülüyor. Kahvaltıdan sonra önceki karar gereğince biz mutfaktaki iş yerimize gittik. Hasan Çevik Öğretmen gelir gelmez işimize başladık. başladık. Namık Ergin Öğretmen başka bir çalışma grubu yaptı. Onlar, alt kattan arka bahçeye kapı açacaklar. Duvar yıkılacak, kenarları örülüp kapı takılacak. Hasan Çevik Öğretmen, ”Çabuk bitirelim, onlara yardıma gidelim!” diyor. İçimizdense, ”Neden onlara yardıma gidelim? Herkes kendi işini yapsın!”Öğleye dek bitiremedik, Aşçıbaşı mutfağını gönlüne göre yaptırıyor. Soğutma tezgahı diye tutturdu iki metre uzunluğunda bir metre yüksekliğinde soğutma rafı yaptık. İlk harçlı örgümüz bu oldu. Ötekileri Öğretmenler başlatmıştı. Bu kez karışmadılar. Hasan Öğretmen tebeşirle çizdi, çizgiye uyarak köşelerin birini ben birini Halil çıkardı. Sonunda duvar örmenin sandığım kadar zor olmadığını anladım. Bunu söyleyince Hasan Çevik Öğretmen güldü, ”Bir metre içinde çalıştın, duvarlar metrelerce yükselince durum değişecek!”dedi. Aklımca bilgiçlik taslayacaktım, Yeni yıl sözlerinden ben de kendime pay çıkarmalıydım, Hasan Öğretmene bakarak. ”Ben de bugün bir yaş büyüdüm!”dedim. Dedim ama hem kıpkırmızı olduğumu duyumsadım hem de sözümün yerinde olmadığını söyler söylemez anladım. Öğretmen,: “Aa, evet evet, hepimiz yaptık onu!”dedi. Konu gene Yılbaşı oldu, Öğretmen bu konuda bir şeyler söyler, diye beklerken, umduğum gibi olmadı, Öğretmen. ”Bugün kurusun , yarın sıvarız!” deyince azıcık burkuldum. İyice anlayamadığım bir konu da bu Yılbaşı eğlenceleri. Bunlar ne zaman yapılıyor? Bugün yılbaşı;1939 yılı ocak ayının biri, eğlenceler bugün neden yapılmıyor? Oysa kimi arkadaşlar, dün gece eğlenememekten söz ediyor. . Öğle yemeğinden sonra serbest bırakıldık. Meraklılar, fabrikayı yakından görmek istediler. grup grup çıktılar. Nedense ben çıkmak istemedim. Alt taraftan dolanıp okul bahçesine çıktım. Bahçe demir parmaklıklarla çevrilmiş, kapıdan başka bir yerden girmek olanaksız. Kapı kapalı ama kilitli değil, girdim, kaldığımız yatak odası ile dersliğin pencerelerine baktım. Çok yüksek, içerleri pek görülmüyor. Oysa içerden daha yüksek sanılıyor. Yalnız canım sıkıldı gene aşağı tarafa geçerek içeri girdim. Kadir, Hüseyin Orhan, Harun, Salih, Yusuf bir grup geldiler. Kadir beni görünce “Gel bizim köy yoluna doğru yürüyelim!” dedi. Buna sevindim, hemen kalktı yürüdü. Arkadaşlar da bize katıldılar. Gidiş yönümüzdeki yakın köyü sordular. Ben bilgiç bilgiç anlattım. ”Orası daha önce Aşağı Müsellim idi, Pancar fabrikası yapıldıktan sonra adı değiştirildi, şimdi Pancar Köy oldu!”Pancar köye doğru yürürken Hasan Çevik Öğretmenle karşılaştık. Yolumuz üstünde bahçe içindeki evlerden birinde oturuyormuş, eliyle bize evini gösterdi. Pancar köye yaklaşınca dek yürüdük. Pancar köyün hemen üstünden Edirne-İstanbul kara yolu geçiyor. Istanbul tarafına az yürüyünce Kırıkköy’e varılır. Kırıkköy’ün tam kuzeyinde Kadir’in köyü Hamitabat, halkın dilindeki Domuzormanı bulunmaktadır. Kadir açıklıyor, ”Köylüler artık “Hamitabat “diyormuş. Ben, “Neden Domuzormanı dendiğini bir kez daha anlattım. Geri döndük. Kadir, az daha gitseydik bizim köye varacaktık!” diyor. Arkadaşlar, bir cumartesi Kadir’in köyüne gitmeye karar verdiler. Dönüşte Hasan Çevik Öğretmenin evine dikkatli dikkatli baktık. Büyük bir tarla içinde iki katlı bir ev. Evle yol arası çamur mu çamur! Öğretmen o yoldan nasıl gelip gidecek? Okula döndüğümüzde Alpullu’ yu gezmeye giden arkadaşları dönmüş bulduk. Bize takılanlar oldu, ”Tarlalıkta dolaşmak daha mı rahatlatıcı? dediler. Yusuf Asıl, yürüyüşümüzden çok mutluluk duymuş, yolda konuştuklarımızı birer birer arkadaşlara tekrarladı, Hasan Çevik Öğretmenin evini ise, bahçe içinde bir köşk olarak tanıttı. Alpullu içinde dolaşanlar, üzülerek “Biz hiçbir şey göremedik, boşuna dolaştık!” dediler. ”Türkçe Öğretmeni Fikret Madaralı’nın da Sinanlı köyünde oturduğunu duymuştuk, o da, herhalde bir Bağ Köşkünde oturuyordur!” gibilerde varsayımlar yapıldı. 4 Mehmet Aygün dersliğe gelince dikkatle onu dinledik“Nöbetçi öğrenciler ne iş yapıyorlar? ”Mehmet söze başlayıp yaptığı işleri sıralama yerine “Her işi yapıyor!” dedi çıktı. . Bu sorgulama-yanıtlama birkaç kez tekrarlanınca sinirlenenler oldu, sorulardan bir tanesi;”Tuvalet temizledin mi? ” Hayır! Yer Sildin mi? Hayır! Mehmet Yücel arkadaşımız yüksek sesle; “ Ona hayır, buna hayır, bu arkadaş yemek kokulu, sıcak mutfakta düpedüz uyumuş, hala tam açılmış da değil. Sormayın, nöbetiniz gelince öğrenirsiniz!”Recep Kocaman Mehmet Aygün’e yardım etmişti, o anlattı;masalardan tabakları toplamışlar, sandalyeleri düzeltmişler. Öğle yemeğinde de tabakları, kaşıkları, bardakları dağıtmışlar, masaya su koymuşlar, Öğretmen masalarını hazırlamışlar. Bu kadar! Hüseyin Serin konuştu, ”O yalanı kim çıkardıysa o dur Tuvalet temizleyici!”Tartışma gene dün akşamki konuya döndü. Bu kez de daha yeni geldiğimiz için tuvalet sorunu olmadığı ama ilerde kesinlikle olacağı öne sürüldü. Hüseyin iyiden iyiye inanmaya başladı. Birden “Kim yaparsa yapsın ben tuvalet temizlemem, okulu terk eder giderim, o kadar!” Derslikte derin bir sessizlik oldu. Sami Akıncı üzgün bir sesle “Arkadaşlar, şakalaşmalarınız güzel başlıyor ama giderek tatsızlaşıyor. Dün gece ne güzel anlaşma olmuştu. Bakın gene bozuldu. Sami tam yerinde konuşmuş olmalı hiç kimseden ses çıkmadı. Ben zaten daha başlangıçta susmuştum. Alpullu’ya geleceğimizi duyunca kapıldığım üzüntü giderek azalmış gibi . . . Az önce arkadaşlarla köy yoluna çıkınca nedense değişik bir sevinç duydum, birden bire okulu, yöreyi benimsedim. Köye gelip gitme kolay olacak! . Özellikle bahar, yaz dönemlerinde cumartesi gidip pazar akşamı rahat rahat dönebileceğim. Daha önce çalışma konusunda verilmiş sözlerimi, aldığım kararları anımsadım. Elime alıp alıp bıraktığım kitabı, bende kalan okulun kitabı, Beyaz Zambaklar Memleketinde’yi baştan bir kez daha okumaya başladım. Grigoriy S. Petrov. Hüsnü Yalçın, yazarın adının Bulgarca okunuşunu söylemişti, bu bilmem kaçıncı kez oldu ama gene sordum. Arkadaşım anlayabileceğim şekilde adları bir kez daha seslendirdi. Gerçekte benim sıkıntım, başlangıçta anlatılanları bir türlü anlayamıyordum. Bir takım olayların bir çok insanın adı geçiyor ama bunlarla ne anlatılmak isteniyor? Bir türlü kavrayamadım. Snellman’a dek anlamadan birkaç kez okudum, sonra geçtim. Snellman bir insan, bir Öğretmen, bilgili, çalışkan, uyarıcı, doğruya yönlendirici. Türkçe Öğretmenimiz Fikret Madaralı ile aralarında benzerlik kurdum. O da Samsun’un Çukurbük köyünde çocukları okutması dışında halkla da ilişki kurmuş, onların yararına bir çok işler başarmış, sorunların çözümleri için doğru yollar göstermiş. Köyde meyve yetiştirilmezken ceviz başta olmak üzere sayısız meyve ağacı ektirmiş, birkaç yıl içinde köyün görünümü birden değişmiş. Fikret Madaralı Öğretmenin tek köyüne karşılık Snellman tüm Suomi’yi(Finlandiya)dolaşmış, halkının yararına olan tüm işlere el atmıştır. Birden bire rahatladım. Kitabın başındaki karışık durumu görünce, arkadaşların “Güzel!” dediği kitaba, öfkeyle bakıyordum. Sanırım arkadaşlar da benim gibi girişi atlayarak okudular. Sayfaları hızla çevirmeye başlayınca Halil’in ilgisini çekmişim sordu, ”Bu kez kitabı bitirmeye niyetlisin galiba? ”Hasan Üner, kitabın bende olduğunu biliyordu, görmüş yanımıza geldi. Ben Hasan’a “Snellman!” diyerek söze başlarken, Hasan, Snellman için “Atatürk gibi adammış, memleketini kalkındırmak için durmadan çalışmış!” diyerek bana daha geniş bir örneklemeyle ip ucu verdi. Akşam yemeğine gene çağrılı olarak gittik. Yemekler çoktu, güzeldi. Ben tatlılar dışında pek yemek seçmiyorum. Bu akşam sütlü bir tatlı vardı, sevdim. Baki’yi anımsadım. Karaağaç’ta akşamları tatlı verilmezdi. Orada öğleleri tulumba tatlısı, revani, kadayıf, ara sıra da baklava verilirdi. Bu tatlıdan yediğimi anımsamıyorum. Arkadaşlara göre bu, Yılbaşı tatlısıymış. Benim bu kez sevincim Snellman üstüne. Onun yaptıklarını anlarsam bu kitabı okumuş olacağım. Belki Türkçe dersinde de söz edilirse kalkıp anlatacağım. Snellman çok bilgili olmalı Suomi’de herkese ders veriyor, papazlara, Öğretmenlere, çiftçilere…Bizim Vahit Dede gibi, herhalde çok gezen biri. Vahit Dede de durmadan gezer, Trakya’da gitmediği yer, görmediği köy kalmamıştır. Geliş gidişlerinde sık sık da bizim köye uğrar. O geldiği zaman bizim kahveye uğramadan duramaz. Onu gören köylüler, işlerini öylece bırakıp kahveye koşarlar. Kahve dolar taşar, ayakta kalanlar olur. Öyleyken çıt çıkarmadan Vahit Dede’yi dinlerler. Onun söyledikleri de Snellman’ın sözlerine benziyor. Çok çalışmak, iyilikten, doğruluktan ayrılmamak, tutumlu olmak… Karşılaşınca kendisine söyleyeceğim, ”Sen Trakya’nın Snellman’ısın!”Buna sevinecektir. Ben böyle kendi içimde konuşurken bir de baktım ki derslikte birkaç arkadaş kalmış, Sami Akıncı, Hasan Üner, Arif Kalkan, Hüsnü Yalçın, Emrullah Öztürk. Zil çalmadığı için arkadaşlar bir birine bakarak kalkıp kalkıp gitmişler. Ben de kalkıp gittim. Arkadaşların bir çoğu uyumuş bile. Sessizce yattım. Kendimi düşüncelere kaptırmadan rahat rahat uyumaya kararlıyım. Kitap okuma alışkanlığımı geliştireceğim. Köyde okuduğum kitapları anımsadım:Hamr ibni Abdud, Hazret-i Hazma, Kesik Baş, Hayber Cengi, Kerbela, Kırkharamiler…. .
2 Ocak 1939 Pazartesi
Herkes uyanmış şakalaşıyorlar. Kimisi bir yaş büyüdüğünden söz ediyor. Kimisi bu büyümenin yanlışlığını öne sürüyor. İyi göremediğim birisi eliyle kapıya vurarak kahvaltıya çağırdı. Şaştım, 6 Ali Güleren içimizde en sessiz arkadaşlardan birisi, nasıl oluyor da böyle uyarılarda bulunuyor? Meğer 6 Ali yeni düzenlemeye göre bugün nöbetçi imiş. Kalkıp giyindim, kahvaltıya yetiştim. Yemek salonumuz en alt katta olmasına karşın aydınlık, temiz. Ne var ki, bu aydınlık salonda tabaklarımız, bardaklarımız alıştıklarımızdan farklı. Karaağaç’taki uyarıları anımsıyorum:”Dikkat edin, bunları kırarsanız yerine yenisi gelmeyecektir!”Ne oldu, onların hepsini kırdık mı ki? Özellikle yeni bardaklar sıcak çaydan ısındığı için tutma sorun oluyor. Arkadaşlar söz yarışmasına başladı, ”Bugün iki tatil birden yapmalıymışız, biri pazar, öteki yılbaşı için olmalıymış. . Mehmet Yücel ilk”Olmaz!” çekenlerin başında. ”İkisi bir arada olmaz, birisini önümüzdeki pazara, ötekini de gelecek yılbaşına erteleyelim!”İdris Destan karşı koyuyor, ”Okula yeni yerleşiyoruz, çok işimiz var, ertelemeyi, gelecek yıla erteleyelim!”İdris Destan, Mehmet Yücel hemşerini “Yaşa, varol!” sözleriyle onurlandırıyor. Sami Akıncı, gülerek bir “Susun, beni dinleyin!” uyarısı çektikten sonra Müdür Yardımcısı Ömer Uzgil’in isteklerini açıkladı, ”Saat tam 10, oo da alt katta toplanılacak, yarın gelecek olan 4. 5. sınıfların yatakları, sıraları yerlerine yerleştirilecek!”Herkeste bir suskunluk, salt gözlerle bir birini izleyip ortaya atılacak söze uygun yanıtlar hazırlanmaya başlandı. Hep böyle olduğu için, artık bunu bilir gibiyiz. Mehmet Yücel duramadı, bu kez de bir türkü tutturdu. ”Ulu ağaçtan uçurdular kargayı, kargayı-Harman sonuna bırakalım Ayşem davayı, davayı…”Dava” dediği evlenme işi imiş. ”Sessizlik bozuldu, şakalaşmalar, takılmalar, yeniden kaldığı yerden başladı. Belirtilen zamanda toplandık, gruplara ayrılarak işe koyulduk. Öğretmen olarak salt Ömer Uzgil Öpğretmen bizimle çalıştı. İki gündür tüm olaylardan sorumlu tutmaya çalıştığımız Ömer Uzgil bu kez hepimizin sevgisini topladı. Gün boyu bizimle çalıştı, sıra taşıdı, yatak düzeltti, dolap çekti. Gözleri dikkatle hepimizin üstünde olmasına karşın, kusurlarımızı hoş gördü, hiç birimize incitici söz söylemedi. Bu arada şakalaşan arkadaşlara katıldı, fıkralar anlattı. Kaytarmaya yönelen arkadaşlara özel molalar verip, dolaylı uyarmaları ile hepimizi harekete yöneltti. Öğle yemeğini biraz gecikerek yedik, ara vermeden gene işbaşı yapmayı bu kez biz önerdik. Ömer Uzgil Öğretmen “Olmaz, bir saat ara, çalışanların vazgeçilemez hakkıdır!” deyip kestirdi. Bu da bizim için yeni bir hak dersi oldu. Söylendiği saatte eksiksiz hazır olduk, akşam olmadan kardeşlerimizin yerleri kullanılacak duruma getirdik. Dersliğe döndüğümüzde yeni bir durumla karşılaştık, arkadaşlar Ömer Uzgil Öğretmene birden ısınmıştı. Olaya, dolaylı olarak gene şakacı arkadaşımız Mehmet Yücel açıklık kazandırdı, dersliğe en sonra giren arkadaşa arka sıralardan seslendi:”Aç şu kapıyı sonuna kadar, yeni Öğretmenimiz melek gibi bir insan, ondan bize zarar gelmez, o da bizi olduğumuz gibi görsün!”Arkadaşlar Mehmet Yücel’i alkışladılar. Ömer Uzgil Öğretmenin odası tam bizim derslik karşında, giriş çıkışlarda bizi görmesin düşüncesiyle, kapı kapatılıyordu. Kapı sonuna dek açıldı. Arkasından karar alındı, ”Susun1” dedirtecek ölçüde gürültü yapılmayacak. Sami Akıncı’nın, çok az katıldığı derslik konuşmalarından bir oldu. Sami Akıncı: “Arkadaşla,yeni yıl, insanlara yenilikler getirirmiş, bakınl, bize de anlayışlı, uyumlu, duyarlı, kararlı olma alışkanlığını getirdi, yıl boyunca bunu sürdürürsek, gelecek yıllarımız daha güzel olacaktır!, yeni yıllar”Sami’ye hayran hayran bakıyorum, yaşı benken kesinlikle küçük. Belki orta okulda okumuş(Bunu söylemiyor) ancak başka okuyanlar da var kasketlerine bakılırsa, en az on-onbeş tane. Onlar neden bu denli açık-doğru düşünemiyorlar? Öğretmenlerin Sami’yi önemsemelerinin bundan olduğunu kesinlikle anladım. Tam bir sessizlik olmuştu, bu kez günlerdir susan İsmet bir öneride bulundu. İsmet, şaka söylemleri konusunda Mehmet Yücel arkadaşla yarış ederce hep yanındadır. Çoğunlukla Mehmet Yücel’in kışkırtıcısıdır. Öyle ki, Mehmet Yücel bir arkadaşa takılınca, takınılan kişi önce İsmet’i, araştırıp sorumluluk payını saptar sonra Mehmet Yücel’e yanıt verir. İsmet bu kez beklenmedik bir öneri getirdi. ”Ömer Uzgil Öğretmen, okulun Müdür yYrdımcısı değil Müdürü, çünkü okulda en çok o bulunuyor. Müdür Nejat İdil ise okulda çok az kalıyor. Arada sırada da Ömer Uzgil Öğretmene yardıma geliyor.!”İsmet sözünü bitirememişti ki birden arkadaşlar “Sözünü geri al, ağzını topla!” gibi sözlerle İsmet’i susturdular. Ben konuşmalara katılmadığım için önce anlayamamıştım. Birden olayı kavradım, İsmet’i uyardım: “Şakalar yarış durumuna sokulursa, kavgadan kaçınılamaz. Özellikle okul, Öğretmen, ders konuları üstüne yapılacak şakaların okul yönetimince hoş karşılanmayacağını, bunun geçmiş günlerde çok konuşulduğunu, 43 İsmail’in bu yüzden ayrıldığı üstüne konuşulduğunu, söyledim!”. İsmet özür diledi. Öteki arkadaşlar. Ancak bakışlarından beni haklı bulduklarını anladım. Sami Akıncı bilgi verdi, ”Müdürümüz bizi getirince hemen Karaağaç’a dönmüş, o nedenle ortalıkta görünmüyormuş. Bir süre sonra Mehmet Yücel bana, ”Dayısı, sen ara sıra bu İsmet’in kulağını çekersen iyi olur, bu bazen azıtıyor!” diyerek hepimizi güldürdü. Hilmi Altınsoy “Çok önemli bir fikrim var!”deyip ayağa kalktı. ”Bizi en sıkıntılı zamanlarımızda güldürüp, rahatlatan Mehmet Yücel arkadaşımıza bundan böyle sınıfımızın “Nasrettin Hocası” diyelim. Önce bir gülme, arkasından bir ilgi, Mehmet Yücel bu öneriye ne diyecek? Mehmet Yücel çok sakin, ”Ben bu işe sevinirim. Ancak Nasrettin Hoca olmak için, önce bir cübbe gerekli, pardesüm var ters çeviririm, olur biter. Ancak çok önemli olan bir de eşek sorunu var, eşeğin yapacağı işi Hilmi arkadaşım kabul ederse, ben hayır demem!”Hilmi yerine gülerek oturdu. Oturduğu yerden de az arkasında oturan Mehmet Yücel’e “Pes vallahi sana, seninle kimse söz yarışmasına giremez!”deyip geri çekildi ama arkadaşlar katılırca gülerek, Hilmi arkadaşa “Razı ol!” diye takıldılar. 6 Ali arkadaşımızın esneyip gerindiğini görünce yatma zamanının geldiğini anladık. Yatmaya hazırlanırken. Birileri, ”Küçük sınıflar yarın gelecekler!”dedi. Arkasından, Mustafa Saatçı bir dilekte bulundu, ”Küçükler gelirken birer porselen tabak getirse!”Arkasından yeni dilekler, ”Çay bardağı, geniş derslikler, rahat yatakhane, 25 kuruşa gidilen Edirne vb. Herkesin içinde bir özlem kalmış. Yatınca elimde olmayarak kendi kendime sordum, ”Benim neyim kaldı ki? ”Kendi kendime bile açıklayamadığım bir iç ezikliği…Burada daha rahat uyuduğumu öne sürüp, buna önce kendim inanmak istiyorum. Arkadaşlar, köyüme yakın geldiğim için sevincime yoruyorlar. Sanırım bir doğru taraf var;daha az rüya görüşüm belki de bundan.
3 Ocak 1939 Salı
Recep Kocaman, dürterek uyandırdı. Bugünün 2 nöbetçisi varmış, 7 Fettah Biricik, 11 Recep Kocaman. Kadir, İsmet, ben
üçümüz uyuyup kalmışız. Koşar adımlarla yetiştik. Öğretmenlerin tamamına yakını kahvaltıda. Sabit Soysal, Fikret Madaralı, Namık Ergin, Hamdi Bağ, Naci İnan, Hasan Çevik, Salih Ziya Büyükaksoy, Ömer Uzgil, Okul Mdürü Necat İdil. Müdür Beyin yanında bir de yabancı var, binasını paylaştığımız okulun baş Öğretmeni imiş. Fettah ile Recep ortalıkta dolaşıyor ama, Öğretmenlere çayları Rasim taşıyor. Tıpkı Karaağaç’taki Baki gibi. Sanırım bu, Baki gibi usta değil. Baki’den daha sarışın, daha uzun boylu. Rasim, sık sık ”Ben geçiciyim, bu işte çok kalmayacağım!” diyor. Kahvaltıdan sonra derslikte toplandık. İki üç gündür, Öğretmenlerden kopmuş gibi idik. Şimdi topluca görünce sanki özgürlüğümüzün bittiğine üzülüyormuşuz gibi değişik bir duruma girdik. Gerçekten kimi arkadaşlarımız, dersleri iyice unutmuş durumda. Ben, hiç değilse kitap okuma işimi sürdürdüm. Bu çok da iyi oldu, Beyaz Zambaklar Memleketinde’yi okuyarak, Finlandiya’yı öğrendim. Başladım bıraktım, başladım bıraktım sonunda direterek kitap okumayı da öğrendim. Türkçe dersine girince hiç değilse bunu anlatıp boş durmadığımı göstereceğim. Biraz da bunun için derslerin bir an önce başlamasını istiyorum. Kimi arkadaşlar, yarı şaka yarı gerçek, ”Böyle daha iyi!” deyip günlerini gün etmeyi yeğliyorlar. Böyle konuşanları duyunca çoğunlukla sinirleniyorum, Karaağaç’a geldiğim günlerde de böyle sinirleniyordum. Okula okumaya girdik, okumak nasıl olacak? Derslere girmeyince neyi öğreneceğiz ki? Snellman’ın anlattığı Rus yazarını anımsadım: “Adam aslında bir Rus çocuğu. Olanakları olan bir ailesi var, istediği okullarda okumuş, sınırsız bilgi sahibi olmuş. Sonun yazarlığı seçmiş, başarılı bir yazar olarak da ün kazanmış. Ancak ününün yaygınlığına aldanarak ele aldığı konuları hep dış ülkelerden alıp dış ülke insanlarına aktarıyormuş. Örneğin Almanya’dan seçtiği konuları Almanlara, İngiltere’den seçtiklerini İngilizlere anlatıp gidiyormuş. Giderek bir tür yurtsuz insan durumuna düşmüş. Kendi yurduna özgü sorunlara yer vermediği için Rus halkı tarafından unutulmuş. Oysa insanlar kendi yurttaşları tarafından tanınırsa daha mutlu olurlar, mutlu oldukça da güzel sanat ürünleri verebilirler. İşte Snellman bu kişiyi bu yanlışı yüzünden eleştirmiş. Snellman’ı sonunda haklı bulan sözde ünlü yazar sonunda kendi yaşamını kendi eliyle sonlandırmış. Bu öykü de bize, çalışarak, bizi yetiştirenlere yararlı olacak düzeye ulaşmamızı, yurdumuzun, ailemizin daha varlıklı olmasına katkıda bulunacak işleri öğrenmemizi öğütlemektedir. Bu işler, çalışmadan nasıl öğrenilir? Duvar örmeyi öğrenmeyen duvar örebilir mi? Rende, planya tutmayan insan marangozluk yapabilir mi? Okumayan, bilgisini arttırmayan insan Öğretmen olabilir mi?
Kahvaltıdan sonra derslikte toplanmamız söylendi. Zaten öyle yapıyoruz, şimdiki durumda gidecek bir yerimiz yok gibi. Eşyalarımız için sık sık alt kata iniyoruz ama orası kalınacak gibi deği, oldukça karanlık. Aydınlık olan yerler koridorun sağ tarafı, oraları da, yemekhane, mutfak işleri için ayrılmış durumda. Kapı karşısındaki arkadaşlar, ”Hasan Çevik Öğretmen geliyor!” dediler. İçimden bir ses, ”Hazırlan!”dedi. Gerçekten Öğretmen hepimize “Günaydın!” dedikten sonra beni, Salih’, Halil’i dışarıya çağırdı. Çıktık, birlikte alt kata indik. Alt katta bahçelere bakan pencereler var. Hasan Öğretmen, birinin önünde durarak gösterdi, ”Bunu kaldırıp kapıya çevireceğiz. Hemen ilerimizde sandıklarında duran bir çekiç alarak çerçeve kasalarının kenarlarını kazdı. Biz şaşkınlıkla bakarken birkaç vuruş sonra çerçeveyi birlikte tutup bir kenara koyduk. Çerçeve bir metre kadar yükseklikte idi. Öğretmen iki tarafı yere dek çizdi, ”Bu çizgilerin içindeki tuğlalar kırılmadan çıkarılacak, temizlenip dışarıya konulacak!” diye tembihledi. Bir örnek tuğla çıkardıktan sonra çekici bana verdi. ”Bugün usta sensin!”dedi. Salih’in de Halil’in de benden daha temiz iş yaptıklarını biliyordum. Bugünkü işin yıkım olduğundan ustalığın bana verildiğini anlamıştım. Gene de sevindim. Çekici aldım, sıvaları dikkatle kırarak tuğlaları çıkarmaya başladım. Halil dışarıya çıktı, karşılıklı çalışarak tuğlaları alıp Salih’e verdik. O da mala kenarlarıyla tuğlaları temizleyerek gösterilen yere dizdi. Biz çalışırken öteki arkadaşlar da topluca geldi, Dülgerlik Atelyesi sandıklarını açarak araç-gereçleri gösterilen yerlere yerleştirdiler. Namık Öğretmen bana, “66 ne güzel yıkıyorsun, yaparken de böyle usturuplu yap emi!”dedi. ”Usturuplu yapmak ne demek? İyi anlam çıkarır gibi oluyorum ama, gene de kuşkulanıyorum. Namık Öğretmen geçti gitti. Sandık taşıyanlar takıldılar, ”Usturuplu çalış!”Söz tekrar edildikçe kötü bir anlam taşımadığını iyice anladım, üzülmedim, sevindim. Zaten Namık Öğretmen incitici bir söz söylemez biliyordum ama, sözcüğün anlamını bilmediğim için üzüldüm. Dün de bir söz için üzülmüştüm. Hasan Çevik Öğretmen, merdivenin üst tarafından kırmalı tahta metreyi aşağıya Salih’e “Atıyorum, düşürme, tut!”dedi. Ben Öğretmenin yanındaydım, gereksiz yere “Salih arkadaşımız çok şeviktir, düşürmeden tutar!” dedim. Öğretmen: ”Sizin köyde çevik sözü şevik mi oldu? diye sordu. Sonra da öyleyse ben sizin köye gitmem, köylülerin benim soyadımı değiştirmelerine gönlüm razı olmaz!” Güldü, şaka şaka, dedikten sonra: “Bir çok bölgelerde sözcüklerin değişik söylendiğini, bunun doğal olduğunu, ancak okumuşların olabildiğince doğru konuşması gerektiğini, Öğretmenlerinse, yanlışları düzelteceği yerde yanlışı kendilerinin yapması hiç iyi karşılanmaz. Bunu şimdiden bilmeniz, önlemini almak zorundasınız!”dedi. O denli tatlı söyledi ki, kendisinden hiç utanmadım da, ayrılıp yalnız kalınca kendi kendime kızdım: “ İki aydır Öğretmenin yanında çalışıyorum. Öğretmen benim çalışmalarımı beğendiği için seçiyor. Ben, Öğretmenin soyadını unutup “Çevik” sözünü hala “ Şevik” olarak söylüyorum. Bence bu tam bir aptallıktır. Nerden aklıma geldi? Belki dün öyle söylediği için üzüleceğimi düşünerek bu gün beni usta olarak seçti. Daha dikkatli çalışıyorum. Gerçekte Halil dışardan benim yaptığımdan daha fazlasını yapıyor. Hele Salih tuğlaları yeni gibi temizliyor. Biz bitirmek üzereyken Namık Öğretmenle’le Hamdi Bağ Öğretmen geldi. Hamdi Bağ Öğretmen açılan yere takılacakl kapı ölçüsü almak için cebindeki metreyi çıkarınca Namık Öğretmen, metreyi alıp Halil’e uzattı. ”Fırsat bu fırsattır, bunları çabucacık öğrenin. Bu gidişle sizin uzun boylu öğrenim fırsatınız olmayacağa benziyor. Ne görürseniz kar sayıp darınızı doldurmaya bakın!”Hamdi Öğretmen kahkahalarla güldü, ”Ömürsün Namık’çığım, ben de aynı düşüncelere kapılıyorum da böyle kestirme, derli toplu söyleyemiyorum. Ağzına sağlık. Gerçekten bir neyse ne, her yerde görev görev de, bunlarınki bambaşka bir talihsizlik. Ama üzülmesinler, dediğin gibi elbirliğiyle onları kısa sürede yetiştireceğiz. Bizde ne varsa onlarda da hiç değilse o kadarı olacak!”Sevecen bir sesle adımı söyleyerek “Aferin!”dedi. Halil’e ise “Ölçüyü almak yetmez, bu kapıyı birlikte kotaracağız, öbür taraftakini sen arkadaşlarınla yapıp yerine takacaksın!” dedi. ”Kolay gelsin!” diyerek ayrıldılar. Konuşmaları, az ilerimizde çalışan arkadaşlar hep duymuşlar. Öğretmenler gittikten sonra bir süre yeni yorumlar başladı. Biz hiç durmadan işimizi bitirdik. Pencere, kahvaltı ile öğle yemeği arasında kapı olmuştu. Bu kez Hasan Öğretmenle’le Naci İnan Öğretmenler geldi. Yeni kapı yapılması uzun sürebilir, geçici kapı için karar verdiler. Salih, Naci Öğretmene kapı yapımını Hamdi Öğretmenin Halil arkadaşa verdiğini söyledi. Naci Öğretmen “Tam isabet, önce Salih’e sen de yardımcı ol!” dedi sonra da bana, ”Tamam sen de, başladığınız işi bitirin!”dedi. Hasan Öğretmen’ de “Ağabeyimiz size bir gün izin verir!”dedi. Karşılıklı “Estafrullah!” çekerek ayrıldılar. Çok çalışıyoruz ama aslında üçümüz de kalabalık gruplarla çalışmak istemiyoruz. Bu işe üçümüz de çok sevindik. Yemekten sonra başlamak istiyoruz. Her halde açılan yer kapanmak istenecektir. Yemek saati gelince gittik. Ben çok sevindim, tam istediğim yemekler, haşlama et, yanıklı pirin pilavı, tulumba tatlısı. Akşama da aynı yemekler verilecekmiş. Küçük kardeşler gelecek, onlar için bir karşılama olacakmış. Tulumba tatlısı bana Karaağaç’ı anımsattı. Zaten hemen Halil de söyledi, ”Senin ahbap, ikinci tabağı getiriyordu, buradakiyle anlaştın mı? Soruyu anlamsız buldum: “Buradakiyle anlaşma değil konuşmadım bile. Zaten ötekiyle konuşmamın nasıl başladığını doğru olarak ben de bilmiyorum. Bir gün arabacı Musa amca ile konuşurken geldi beni azarladı. Bu kez ben de ona biraz sert söyledim. Bir gün sonra gelip “ Tatlı ister misin ? ”diye sordu, istedim. Sonra hep getirdi!” deyip sustum.Yemekten sonra dersliğimize Fikret Madaralı Öğretmen geldi, halimizi hatırımızı sordu. Gülerek, ”Sizin gibi biz de tedirgin olduk, evlerimizi, eşyalarımızı toparlayıp geldik. Edirne’de kalmak üzere gitmiştik, kışlık tedariklerimiz oraya göre hazırlanmıştı. Çoğunu bırakıp yollara düştük. Yaşam denilen olay böyledir. Alışacağız, biz zaten alışmıştık. Sizler de yavaş yavaş alışacaksınız. Derslerimiz başlayınca her şey yoluna girecek, azıcık sabır, gayret bizi iyi günlere götürecek!”. Fikret Öğretmen konuşunca nedense çok rahatlıyorum. Kimi arkadaşlar ise onun konuşmalarına kızıyorlar. Acayip bir anlayış ayrılığımız var. Fikret Öğretmen sözünü bitirip çıkarken 6 Ali bizi çağırdı. Aynı zamanda bir duyuruda bulundu. Akşama küçük sınıflar gelecek. Tren karşılamaya gidecekler numaralarını yazdıracak, toplu gidilip toplu gelinecek. Ben yazılmadım. Halil’le Salih de yazılmadı. Alt kata indik, Naci Öğretmeni bekledik. Az sonra geldi, hemen kasa ölçülerini alıp ölçü verdi. Kapı kuşakları için bir resim çizdi, resimden sonra sorular sordu. Ben anladım ama daha çok Salih’e güveniyordum. ”Usta Salih!” dedim. Naci Öğretmen “Öyle ayırım yok hepimiz ustayız!” dedi. Bana, “Bir kollu destere al, gel!” dedi. Aldım. “Çizgilere göre kes!”dedi. Yeter demesini bekleye bekleye kestim. Bir de baktım ki tüm tahtalar kesilmiş. Bu kez, ”İstersen bütün tahtaları sana çaktırayım, bunu rahatça yapabilirsin. Ancak arkadaşların yardım etmek ister, onlara fırsat tanıyalım!” deyip önce kasayı yerine oturtup hep beraber çaktık. Kapı konçlarını çizgilere uygun yerleştirip sıra ile çaktık. Kendimiz yaptığımız halde inanamadan kapıyı yerine takıp kapattık. Menteşeleri de düzgün oldu, açtık kapattık. Naci Bey, kapı kasalarının kenarındaki tuğlaları göstererek bunlar ne? Böyle çirkin durmuyor mu? diye sordu. Sustum. Salih’e sordu. Salih, “Sıvayı da tahta ile kapatabiliriz!”deyince bu kez ölçmeyi benden istedi, ölçtüm. Süpürgelik dediğimiz ince, dar tahtalardan keserek kenarları kapattık. Gerçekten temiz bir kapı meydana çıktı. Sevindik. Naci Öğretmen, ”Kendinize güvenirseniz, el birliği ile daha nice güzel işler yapacaksınız!” diyerek bize güvenini belirtti. Kapı takılınca öteki arkadaşların gelip bakmaları bizi ayrıca gönendirdi. Dersliğe gittiğimizde arkadaşların çoğunun istasyona gittiğini gördük. Tren gecikmeli gelecekmiş, bekledik. Geldiler. Yeni gelenler çok neşeli. Nedenini onlar da bilmiyor. Her halde bize katıldıkları için seviniyorlar. Karanlık olduğu için Alpullu ya da okul için fazla bir fikir edinemediler. Yarın bakalım nasıl davranacaklar? Yemekhaneyi sevdiklerini söylediler. Masaları gezenler oldu. Çoğunun bizim sınıfta hemşehrileri var, onlara geliyorlar. Bana göre bunların hepsi sözün tam anlamıyla çocuk. İçlerinde birkaç tanesi bizim sınıftaki Hasan Üner boyunda. Ötekiler sahiden küçük. Adem Gürçağlayan, Ömer Tunalı Öğretmenler hep onlarla birlikte, anne baba gibi aralarında vakit geçiriyorlar. Bir ikisine, biz geldikten sonra Karaağaç’da ne yaptıklarını sordum. ”Ders yaptık!” dediler. Yeni gelenler de bizim ilk gördüğümüz gün gibi Ömer Uzgil’e yabancı yabancı bakıyorlar. Oysa Ömer Uzgil Öğretmen bize olduğu gibi onlara da hemen ısınmış durumda. Ahmet Gürsel Öğretmen, Nazmi Aybar Öğretmen, Ahmet Ağabey(Memur Ahmet Gökay) geldiler. Okul birden kalabalıklaştı, Alabildiğine de gürültülü oldu. Ömer Uzgil bu gürültüyü nasıl karşılıyor? Herhalde ilk gün olarak düşünüp hoş görecektir. Sami Akıncı arkadaş, yarından sonra 4/Ocak/1939 günü derslere başlayacağımızı söyledi. Buna çok sevindim. Arkadaşların bazıları yarı şaka yarı ciddi üzüldüklerini söylüyorlar. İki gündür (Otuz kişi olarak) tuvaletlerde, koridorlarda rahat rahat dolaşıyorduk. Birden kalabalıklaştı, özellikle lavabolarda sıraya gireceğiz herhalde! Yatakhanelerimizin ayrı oluşu çok iyi, çocukların zırıltısından uzağız. Küçükler arasında tanıdığı olmayanlar hep benim gibi düşünüyor:İsmet, Emrullah, Hüsnü, Halil, Arif aramızda bunu konuştuk. Nöbetçi arkadaşlar “Yat!” uyarısı yapınca hemen hazırlanıp yattım. Uzun süre uzaklardan sesler geldi. Sesler arasında uyudum.
4 Ocak 1939 Çarşamba
Sesler arasında uyuduğum gibi, gene sesler arasında uyandım. Uyumamış gibi etrafıma bakındım, gerçekten sabah olmuş. Hiç rüya görmediğimi anladım, duraksadım. Oysa yatarken sayısız düşüncelerim olmuştu. Arkadaşlarla kahvaltıya indik, küçükler alabildiğine konuşuyorlar. Bardakları, tabakları yadırgadılar. Gidip Öğretmen masasındaki tabaklara bakanlar oluyor. Biz alıştık, onlar da alışacak. Adem Gürçağlayan Öğretmen geldi. Onu gören bir grup sustu. Bunlar 5. sınıflardı. Arkasından Ömer Tunalı Öğretmen geldi. Bu Onu görüncebtüm küçükler sustu. Öteki Öğretmenlerden gelenler oldu. Bu kez Öğretmenlerin yüksek sesle konuşup gülüşmeleri küçüklerin gürültülerini bastıracak düzeye yükseldi. . Mehmet Yücel arkadaşımız “Biz, iki arada bir derede! Küçükler konuşur, dinleriz, büyükler konuşur dinleriz!”Arkadaşın sözüne gönlümüzce gülemedik. Tam bu sıra, Hamdi Bağ ile Namık Ergin Öğretmenler bizim masaların başlarına oturdular. Kalkmak üzereydik, zorunlu olarak oturmayı uzattık. . Namık Öğretmen bizim masada, bugün yapılacak işleri anlattıktan sonra yarın derslere başlayacağımızı tekrarladı. Gene öğleye dek kültür dersleri, öğleden sonra sanat, tarım çalışmaları olacakmış. Bizim sınıf sanat çalışmalarında iki ekibe bölünmüştü öylece devam edip haftadan haftaya da yerler değişecekmiş. Atölye olarak gösterilen odalar, küçük olduğundan, eğitsel çalışmaları hava durumuna göre zaman zaman dışarıda yapacakmışız. Namık Öğretmen kalkınca dersliğe oldukça buruk döndük. Arkadaşlar hemen “Dışarıda sanat çalışması olur mu? ” diye tutturdular. ”Çalışma!” deyince herkes ileri geri konuşmaya başlıyor. Ben de bunu anlayamıyorum. Ustalar binalar yapıyor, binalar içerde çalışarak mı kuruluyor? Tarım dersine çıkınca bahçede çalışmayacak mıyız? Babalarımız nerelerde çalışıyor, askerler nerelerde eğitim yapıyor? Bunları söyleyince çoğu bana kızıyor ama, haklı olduğumu bildikleri için çıt çıkarmıyorlar. Kimileri ise bana, “Sen çalışmayı seviyorsun, biz sevmiyoruz!” deyip geçiyor. O zaman ben onlara “Burada ne işiniz var? gidin iş olmayan yerlerde okuyun!” diye çıkışıyorum. Teyzem oğlu İsmet bile bazen “Dayı sen çalış, bize karışma, istediğimiz gibi konuşalım!” deyip arkadaşları güldürüyor. Bu kez Mehmet Yücel “Haydı bakalım, iki kuzen tutuşacak, keşke Edirne’de olsaydık Kırkpınar’a çıkarırdık bunları!” deyip gerginliği şakaya döndürüyor. Derslikte toplandık bekliyoruz. Sami Akıncı arkadaşımız Fikret Madarılı Öğretmenin geleceğini söyledi. Ders yok, Türkçe Öğretmeni neden gelecek? Bir süre sonra Öğretmenler topluca çıktı, Müdür odasının önünde durdular. Dışardan insanlar geldi, el sıkıştılar. Biz yarı yarıya görebiliyoruz. Ben, ilkokul baş Öğretmeni Ferit Beyi tanıdım, yanında, İlhan Görkey, Hüsnü Baykoca, Ahmet Korkut duruyor. Ahmet Korkut Öğretmenimin yüksek okulda okuduğunu duymuştum, herhalde okulunu bitirdi. . Biz bakarken kalabalık karıştı bir gurup daha geldi, sıra ile el sıkışıp içeriye girdiler. Olağanüstü bir durum, olabildiğince sessizce duruyoruz. Bu ara beklediğimiz Öğretmen Fikret Madaralı geldi. Yavaş bir sesle anlattı. Kırklareli Valisi nezaket ziyaretine gelmiş. Nezaket ziyareti, amir olarak değil de görmek, tanımak için yetkililerin ziyaretiymiş. Okula yerleşme durumumuzu merak etmiş, rahat edip edemeyeceğimizi kendisi görerek önlem alınmasına yardımcı olacakmış. Çıt çıkarmadan beklemeyi sürdürüyoruz. . Öğretmen, ”Ne kadar yerleşsek, burada da geçiciyiz. Vali bey, gerçekte bunun peşinde, yanındakiler, Kırklareli Milli Eğitim Müdürü, ilköğretim Müfettişleri, yani il sorumlu kimseleri, hep birlikte bizim için çareler arıyorlar. Öğretmen konuşurken kalabalık bizim dersliğe yöneldi, Vali önde sınıfa girdi Öğretmenin elini sıktı, başıyla onu selamladıktan sonra bize “Günaydın!” dedi. Hiç ara vermeden bizi iyi gördüğünü, yakında yeni bir okula kavuşacağımızı, eski okulumuz için üzülmememizi, okulumuzu alan askerlerin de görev yaptıklarını, bazı devletlerin savaş hazırlığı için yarış ettiğini, kendimizi korumak için bizim de önlem almamız gerektiğini anlattı. Son söz olarak, ”Sırası gelince hepimiz askeriz, bunu hiç aklımızdan çıkarmayacağız!” dedi. Sık sık uğrayacağını, bizim dertlerimizi dinleyeceğini söyledi. Güler yüzle Öğretmenin elini sıktı, bize iyi günler başarılı dersler diledi, çıktı. Koridorda bekleyenler hep birlikte okulun ön bahçesine çıktılar. Valı ile yanındakilerin çoğu gitti. İlhan Görkey, Ahmet Korkut yanlarında iki kişi geri döndü. Dikkatle baktım Müdür odasına girdiler. Çok sevindim, Ahmet Korkut bizim okula belki de Öğretmen olarak gelmiştir, diye düşündüm. Okula girdiğim günlerde Karaağaç’a gelen İlhan Görkey öyle bir söz söylemişti. Gelenler dağıldıktan sonra Namık Öğretmen bizim grubu kendi atölyesine götürdü. Öbür grup da marangozluk atölyesine gitti.
Ahmet Korkut Öğretmen
Benim aklım Ahmet Korkut Öğretmende. Alt bahçeye yığılmış tuğlaları içeriye alıp elli cm. yüksekliğinde örgü olarak diziyoruz. Tuğlaları başka işlerde kullanıncaya dek gerekirse peyke gibi üstünde oturacağız . Sesler oldu, o tarafa baktık okul müdürü konukları gezdiriyor. İlhan Görkey, Ahmet Korkut, Yalçın Bilgüray’da yanında. Hem sevindim hem şaşırdım, Öğretmenim Ahmet Korkut’a nasıl yaklaşacağım, ne diyeceğim? Hiçbir endişeye gerek kalmadı, o beni görünce “Seni burada gördüğüme çok sevindim, nasılsın, memnun musun? gibi sorularla beni rahatlattı. Ayrıca kenara da çekerek babamı sordu, okula girdiğim için babamın çok sevindiğini onun sevincine tüm gönlüyle katıldığını, ekledi. İlhan Görkey geldi. ” Öğretmen, öğrenciydiniz, şimdi de ikiniz de öğrenciysiniz!” diye takıldı. Bu kez Ahmet Korkut Pedagoji öğrenimi yaptığını altı ay sonra müfettiş olacağını açıkladı. Şimdi Yılbaşı Tatili için gelmiş, okulun buraya taşındığını duyunca görmek istemiş. ”At gezintisine çıktım, köy çok yakın, hava iyi!”İlhan Görkey’i çok eskiden beri tanıyormuş, birlikte çalışmışlar. İlhan Görkey’e “Müdürü Bey” diyor. . İlhan Görkey, bana takıldı, ”Köyüne yakın geldin, sık sık gidersin!” dedi. Sonra da “Ahmet Korkut Öğretmen: “ Uzun tatile geldiğinde bizi köyüne davet et!”dedikten sonra Ahmet Korkut, açıkladı: ”Babamla babası eski dostturlar, babası bize sık sık gelir, tanışıklığımız çok eskidir, biz onların köyüne ”Karpuzcu köyü” deriz. Sahiden karpuz zamanı gidelim, bize çok yakındır. Ben sizi alırım, gideriz!”
Onlar ayrıldılar. Çok sevindim. Ahmet Korkut Öğretmeni çok seviyordum ama onun beni böylesi anımsayıp böyle candan ilgileneceğini beklemiyordum, bir kat daha saygım arttı. Arkadaşların yanına döndüm bir tartışma açılmış, ”Valinin adı ne? ”Birden boş bulundum, ”Valinin adı, Faik Üstün!” dedim. Mehmet Yücel güldü, o Faik Üstün olmadığını biliyormuş, ”Faik Üstün çoktan ayrıldı!” dedi. Utandım. Gerçekten Faik Üstün bizim köye geldi, ikinci kez geldiğinde oğlu da vardı. Ama aradan üç yıl geçti. Sustum. Valinin adı hepimizin sorunu oldu, önümüze gelene soruyoruz. Ben öğrenemedim. Derslikte toplanınca Sami Akıncı ’dan istediler, ”Git, Ömer Uzgil Öğretmenden sor!”Arkadaş gitti, kağıda yazmış geldi. Bir çoğu bağırıyor, ”Hadi söyle, hadi söyle!” Sami tahtaya yazdı. “Hasip Koylan!”Ad, hepimize yabancı geldi, bir süre bakıştık. Mehmet Yücel “Bu ad bu adama hiç yakışmadı!” diye tepki gösterdi. Bir süre bu konu üzerinde konuşuldu. Mehmet Yücel bu defa bana, ”Arkadaş sen haklıymışsın, en iyisi biz gene valimize Faik Üstün, diyelim. Bu ad hem kolay söyleniyor, hem de akılda kalıyor. Bize soran olursa öyle deyip geçelim!”Gerçekten benimle alay mı etti, yoksa kendisi de böyle mi düşündü? Üzerinde durmadım. Çünkü ben yanlış söylemiştim. Alay etse bile hak ettiğimi düşünüp sustum. Aramızda olay yaratıcılardan sayılan İdris Destan sıraları gezip yavaş sesle valinin adını gene sormuş. Sınıfın yarısı doğru söyleyememiş. Bir kez daha valinin adı ortaya geldi. Md. Yardımcısı Ömer Uzgil Öğretmenle, Nazmi Aybar Öğretmen birlikte koridorlarda dolaştı. Bizim dersliğe uğradı, bizi uyardı, ”Zil denemesi yapıyoruz, zil çalınca çalışmanıza devam edin!” dedi. Gerçekten az sonra zil çaldı, ziller tekrarlandı. Bundan böyle okulumuzun zili oldu, zillere uyacağız. Konu zile dönmüşken bir kez daha valinin adı ortaya geldi. Ancak bu kez birçok arkadaş ciddi olarak, daha önce okulumuza gelen Edirne Valisi ile karşılaştırma yaparak “Bizim yeni valimiz bize candan ilgi gösterdi, yardımcı olacağına söz verdi, belli ki iyi bir yönetici, adını öğrenmek yerine işi şakaya getirmenin doğru olmayacağın, söyleyerek büyük harflerle tahtaya Hasip Koylan-Kırklareli Valisi yazdılar. Konu kapandı. Bugün derslerin başlayacağı söylenmişti, ders yapmadan derslere başladık. . Zilimiz ilk kez çaldı. Bu sesle gidip yatacaksınız! ’”diyerek Mustafa Saatçı arkadaşladı uyardı. . Gerçekte zil değil bir zırıltı. Zırıltı da değil’ dıırrrrr! ’der gibi bir ses çıkarıyor. İlkokulun zili ile karışmaması için sesi böyle yapılmış. Biz alışacağız. Yarınki dersleri düşünerek yatmaya gidiyoruz. Mustafa Saatçı yavaş sesle “Benden duymuş olmayın, yarın okulumuzu Şeker Fabrikası müdürü gezecek!” diyor. Birileri karşılık veriyor, ”Okulu yaptıran o, kaç yıldır gezmemiş de şimdi mi aklına gelmiş? ”deyip gülüyorlar. ”Hayır canım, bizim okula yakışıp yakışmadığımızı görmek istemiş!”Mustafa Saatçı’ya birkaç kişi birden “Yarın seni saklayalım, adam seni görürse hepimizi kovar!”Bu arada yakışıklılar ön sırada duracaklar. Kim yakışıklı? Konuşanların hepsi yakışıklı. Mehmet Yücel söze karışıyor, ”Fabrika müdürü yakışıklılar kasketlerini de giysinler!”derse ne yapacaksınız? Hepinizi fabrika çöplüğüne gönderir. Arkadaşlar kendi anlattıklarına neşe içinde kendileri gülerken ben hem onları dinliyorum hem de Ahmet Korkut Öğretmeni düşünüyorum. . O da benim gibi köyde doğmuş, ilkokulu bitirip yatılı okula gitmiş. Ailesinin varlık durumu iyi, Çavuş Köylü Adem Ağanın oğlu. Babası çok varlıklı, saygınlığı olan bir insan. İlkokulu bitirince diplomamı almamıştım. Daha doğrusu alınacağını bile bilmiyordum. Sonbaharda ortaokula yazılmaya kalkışınca diploma istediler. Okullar tatilde. Hamitabat köyüne gittim. Okul kapalı. Babam beni aldı, birlikte Çavuş Köyüne gittik. Adem Ağa babamı karşıladı, onlarda kaldık. Akşam Ahmet Korkut Öğretmen gelince durum anlatıldı. Ertesi gün biz kalkıp yola hazırlanırken benim diploma suretim(Çıkış belgesi) hazırdı. Ahmet Öğretmen atla Hamitabat’a gitmiş, evrakı hazırlayıp dönmüş. Kendisi baş Öğretmen değildi ama yetkisi varmış. O belge ile kayda gitmiştik. Bu açıdan da Ahmet Korkut Öğretmenimin emeklerini saygıyla anıyorum. Namık Öğretmen aşağıda toplanmamızı söylemiş, topluca okulun arka bahçesindeki çukurlu alanda toplandık. Fabrika müdürü şakaları sürüyor. Kasketler Edirne çöpçülerine hediye edilmiş, soranlara öyle söylenecek. Biz şakaları sürdürürken, bizi gene içeriye çağırdılar. Bugün derslere başlanmış olacakmış. Bu nedenle tören yapılacakmış.Biz sıra olurken Okul müdürü, Fikret Madaralı, Nazmi Aybar Öğretmenler geldiler. Adem Gürçağlayan Öğretmen çubuğunu çıkardı, ses vererek İstiklal Marşı’nı söyletti. Oldukça düzgün söyledik. Bayrak çekilmedi, bir arkadaş bayrak tuttu. Bundan sonra öyle olacakmış. Okul önündeki bayrak direğine bayrağı ilkokul çektiğinden biz bu tür tören yapacakmışız. Müdür Bey “Kısa konuşacağım diyerek söze başladı. Buraya neden geldiğimizi, bir yıl içinde kendi yerimize gideceğimizi, bundan sonra derslerimizi aksatmadan sürdüreceğimizi, Öğretmenlerimizin de tamamlandığını, Yeni gelen Ömer Uzgil’in Resim, Yabancı dil derslerine gireceğini aynı zamanda Md. Yardımcısı olduğunu anlattı, başarılar diledi. Biraz yadırgayarak dersliğe sessizce girdik. Az sonra küçük sınıfların neşeli seslerini duyduk. Öğretmenleri derse gelince sevinmiş olacaklar. Arkadaşlardan günlük dersleri unutanlar olmuş, gururlanarak söylüyorum. Türkçe-Matematik. Ben böyle derken Sami Akıncı tahtaya günlük programı yazdı, Yabancı dil, Tarım. Utandım. Ben günü pazartesi olarak düşünüyordum. Tören yapılması beni yanılttı. Dersimiz yabancı dil. Yabancı dil dersine Ömer Uzgil Öğretmen gelecek. Bekledik kimse gelmedi. Uzun bir süre sessiz durduk. Hasan Üner, üzerinde kitap kalmış olanları okudu. Bende Beyaz Zambaklar Memleketinde kitabı vardı, vermek istemedim. Razı oldu “Kitap sende durduğuna göre sorun değil!” dedi. Dersimizin boş olması bir bakıma iyi oldu, arkadaşlar eksiklerini tamamladılar. Ben Türkçe Dersi’ne göre hazırdım. Bu kez Tarım Dersi’ni anımsadım, Öğretmen ilk derslerde pancar, şeker konusunda beni oldukça sorgulamıştı. Belki de onları anımsayıp gene bana soru soracaktır. 3. ders zili çalınca Salih Ziya Büyükaksoy gülümseyerek girdi. ”Günaydın!” dedikten sonra ilk sözü, ”Dersliğiniz çok güzel, aydınlık. Böyle derslikte insan zevkle çalışır, sizlerden de bunu bekliyoruz!”Gelecek derslerde nasıl çalışacağımızı anlattı. Edirne Fidanlığı’ndan yararlanamamamızı şansızlık olarak söyledi. Ancak burada da büyük fidanlıkların, örnek çiftliklerin bulunduğunu söylerken bana döndü “Haydi bakalım Çiftçi, senin memleketine geldik, bilmen gerekir, nerede bu büyük çiftlikler? ” dedi. İki çiftlik bildiğimi, Sarımsaklı, Türkgeldi, ikisinin de yakın olduğunu, ancak yürüyerek gidilemeyeceğini ekledim. Öğretmen “Biz her gün gidecek değiliz, bir ya da iki gider, oradaki çalışmaları görürüz, bu bize yeter. Ona da her halde okul yönetimi bir çare bulur!” dedikten sonra asıl tarım çalışmalarımız için okula yakın bir bahçe bulacaklarını ekledi. Ödev olarak da pancar ekimi, pancarın hangi topraklarda olduğunu, soruşturmamızı istedi. İlerde bu konu üzerinde çok duracakmışız. Öğretmen gidince arkadaşlar, ”Okula yakın bulunacak bahçe sözüne takıldılar. ”Bahçede mi çalışacağız? ”Üçüncü aya başladık hala doğru dürüst çalışmadık ama çalışmama konusunda iki aydır diretenlerimiz var. Oysa tüm bizimle konuşanlar “Çok çalışma” övüdü veriyorlar. Bunu söyledim, Fettah Biricik ilk kez bana karşı durdu”Seni mi dinleyeceğiz? dedi. Güldüm: ”Hayır beni dinlemeyeceksin, daha kötüsünü yapacaksın, ”Yapmam!” diye direttiğini, ben sana gülüp “Oh olsun!” derken sewn o yapmam dediğini yapacaksın!”Dediğimi önce anlayamadı, avanak avanak yüzüme baktı. Herkes gülünce o da güldü. Benim demek istediğimi arkadaşları açıkladılar. Kulaklarına kadar kızardı. Hemşerisi Sefer Tunca koluna girdi, bana da başıyle işaret etti, ”Onun sözünü önemseme!” der gibi güldü, gittiler. Fettah gibi düşünenler çok var, biliyorum. Bekli bir grup oluşturup, ortak güçle tek tek herkesi susturmak. Bunu Edirne’de yapabilirdiler ama burada asla yapamazlar. Onlar da biliyorlar ki burası benim kendi bölgem. Köyümdeki gibi korunak altında olduğumu biliyorum. Bu beni daha da cesaretlendirdi. Yemeğe gittiğimizde kimi arkadaşlar bana bakıp sonra Fettah‘a doğru başlarını çeviriyorlar. Kimileri de aynı bakışları önce Fettah’a bakıp bana çeviriyorlar. Olayla çok ilgilenen Ali Önol’la Hilmi Altınsoy.Yemekten çıkarken ikisini de durdurdum: “Niyetiniz Fettah’ı dövdürmekse iyi bilin ki önce sizi güzelce döğmeden Fettah’a el bile kaldırmam. Fettah bana küfretmedi, kötü bir söz söylemedi. ”Seni mi dinleyeceğiz? ” demek kavgaya neden olur mu? Ama siz kışkırtıcılık yapıyorsunuz, bence bu büyük bir suçtur!” Hilmi koluma sarıldı:“Ağabey, beni yanlış anladın, biz Fetttah’a gülüyoruz, o senin ne söylediğini bile anlamadı. Fettah o sözü söylediğine çoktan pişman oldu. Sefer ondan özür diletecek!” Ayrıldık. Dersliğe girerken gerçekten Sefer Tunca koluma girdi, yanında duran Fettah’ı tartaklar gibi çekerek ikimize de sarıldı. Bakıştık, gülüştük. Fettah sevindi mi bilmem ama her zaman al al olan yüzü bu kez, bir yanı kırmızı elmalar gibi kızardı. Yapıcılık Atölyesinde kısa bir süre durduktan sonra Hasan Çevik Öğretmenin gözetiminde tören alanını düzelttik. Gerçekten düzgün bir yer olmasına karşılık çukurluklar oluşmuşmuş. Onları doldurup silindirledik. Biz çalışırken yağmur başladı, içeri girdik. Hasan Öğretmenin, iyi oldu, yağmurdan sonra da biraz ezilirse daha sağlam olur!” dedi. Yağmur yağdığı için dersliğe gitmeyi uman arkadaşlar, Öğretmenin sözüne bozuldular. Yakup Tanrıkulu bir öneride bulundu. Öteki grupta bulunan Hafız dediğimiz Mustafa Saatçı’yı çağıralım “Yağmur Duası okusun, yağmur kesilmesin!”Herkeste bir gülme, ”hık, mık, kık, derken Öğretmen sordu, ”Ne o, sizde bir komik durum var? Bana da söyleyin, ben de güleyim. Nasıl olsa söyleneceğini düşünen Yakup olayı Öğretmene kendi anlattı. Öğretmenden katıla katıla güldü, ”Hafız mafız çağırmaya gerek yok, ben izin veriyorum, sessizce dersliğe gidin!”dedi. Önce inanamadık, Öğretmen, ”Doğru söyledim, hava açılınca bunu siz yapacaksınız, şimdi gidin derslerinizi hazırlayın!” dedi. Yakup Tanrıkulu arkadaşa teşekkür ederek dersliğe çıktık. Zaten ders bitmesine az kalmışmış. Hiç birimizde saat olmadığından pek saate bakmaya da alışkın değiliz. Zille kalkıp zille kalkmaya alışmış durumdayız. Sami Akıncı elinde kağıtlar, tahtaya haftalık ders dersleri bir kez daha yazdı. Pazartyesi: Türkçe 2, Matematik 2. Salı:Tarih 2, Coğrafya 2. Çarşamba:Yabancı il 2, Tarım 2. Perşembe:Türkçe 2, Tabiat Bilgisi 2. Cuma:Matematik 2, Yazı 2. Cumartesi:Müzik 2, Resim 1, Beden Eğitimi 1. Arkadaşımız bir de duyuru yaptı:Akşam, yemekten sonra müdür bey gelip bizimle konuşacakmış. Üç yabancı dil varmış, Almanca, Fransızca, İngilizce. Kimler hangi dili seçecekse o derse girecekmiş. Ders seçmek serbestmiş ama sonra vazgeçmek olmayacakmış. Seçtiğimiz dersleri, kağıda yazıp müdür beye verecekmişiz. Yeni bir konu, herkes hemen bil dil seçiyor, az sonra ondan cayıp ötekine geçiyor. Sami Akıncı bu konuda çok ciddi, seçip hemen cayanlara çıkışıyor:”Böyle yaparsanız Müdür Bey size fena halde kızacaktır.!”Doğrucu Mehmet Yücel üzülmüş, ”Nerden çıktı bu yabancı dil? Biz doğru dürüst Türkçe’yi öğrensek yetmez mi? ”Bu öneriye katılanlar, bir başka öneriyle ortalığı iyice karıştırdılar. ”Kağıtlara, hep Türkçe yazalım!”Sami buna da öfkeleniyor. ”Siz okul müdürüyle şaka mı ediyorsunuz? Hepinizi köylerinize yollar. Mustafa’yı, Kemal’i, İsmail’i unuttunuz mu? Derslikte birden bir sessizlik. Mehmet Yücel sessizliği bozuyor, ”Şaka güzeldir ama herkes şaka yapamaz, herkes şakadan anlamaz!”Mehmet ortaokulda Fransızca okumuş, gene Fransızca seçeceğini söyledi. Benim, bu konuda hiçbir bilgim yok, Mehmet Yücel’den soruyorum. O bana Almanca seçmemi söyledi. Ben Alman tipiymişim. Herkes güldü. İçimden alındım ama, sustum. Gerçekten otuz kişi içinde en sarışın benim. Bu nedenle okul müdürü Nejat İdil herkesi “Karaoğlan” diye çağırıyor, bana ise “Sarıoğlan” diyor. Arkadaşı haklı gördüm, ”Seni dinleyeceğim, ben yabancı dilimi Almanca olarak seçtim!” dedim. Gülenler sustu, içlerinden birileri, benim duyacağım seslerle ”Dediğini yap bakalım!” dediler. Marangozluk grubu geldi. Onların da sevinçli haberleri var. Voleybol direkleri hazırlamışlar, arka bahçeye dikilecekmiş. Yabancı dil olayı onlara da anlatıldı. Onlardan pek kurcalayan olmadı. İsmet takılmasını yaptı:”Bizim gruptan kaçan Mehmet Yücel bu konuda kesinlikle konuşmuştur, bizim ona ekleyecek bir sözümüz yok!”dedi. Sahiden Mehmet Yücel baş ağrısı bahane ederek izin alıp dersliğe çıkmışmış. Herkes kahkahalarla güldü. Mehmet Yücel İsmet’e “Alacağın olsun!” dedi sustu. Aynı konuyu değişik açıdan konuşarak akşam yemeğine indik. Ömer Uzgil Öğretmen masasında yanındakilerle konuşuyor. Ben arkadaşım Halil Basutçu’ya “Ömer Uzgil bu yabancı dilleri nasıl öğrenmiş acaba? dedim. Arkadaş “Tüm yabancı dillere onun geleceğini nerden biliyorsun? Öğretmenlerin çoğu herhalde birer yabancı dil bilir. Biz de burada altı yıl yabancı dil okuyunca bir şeyler öğreneceğiz!” dedi. B ir süre sonraderslikte toplandık. Aramızda konuşmadık ama herkes birer kağıt hazırlamış durumda. Kapıya yakın arkadaşlar “Müdür Bey geliyor!” dediler. Derdemez Müdür bey dersliğe girdi, ayağa kalkmıştık. Eliyle oturun işareti verdi. Girince selam vermedi, bu benim ilgimi çekti. Hemen konuya girdi. "Üç yabancı dil okutmak durumundayız, emirler böyle. Hangi dili seçeceğinizi ben söylemeyeceğim, onu siz seçeceksiniz. Ancak bu üç dilin ayrı ayrı özellikleri vardır. Bun ları genel hatlarıyla anlatacağım. Almanca, düz bir çizgi izler, nasıl başlarsa öyle gider. Kişiye zor gelirse sonuna dek bu zorluk sürer. Fransızca seçenler sürekli bir yokuşu tırmanırlar. Baştan kolay gibi gelir ama gittikçe zorlaşır. Ancak başaranlar sonuçta güzel bir dil öğrenmiş olurlar. İngilizce, başlangıçta çok zor gibi görünür. Bu zorluk atlatılınca giderek kolaylaştığı görülür. Otuz öğrencisiniz, gönlünüzce seçim yapın, okulumuzdaki Öğretmenlerden yararlanalım. İlerde yabancı dil Öğretmenleri atanır, size daha çok yardımcı olurlar. Arkadaşınız Sami ile size haber gönderdim, söylemiştir. Ne karar verdiniz? Öğrenelim!”dedikten sonra ilk olarak bana, ”Hangisini seçtin? ” diye sordu. Ben, yüksek sesle Alamanca!” dedim. Müdür Bey güldü, ”Madem ki kendin seçtin, hayırlı olsun. Ancak bundan sonra Alamanca değil Almanca diyeceksin. Senin işin kolay, yeni gelen Ömer Uzgil arkadaşımız seni rahatlıkla okutacak, senin şansın varmış!” dedi, güldü. Birkaç arkadaşa daha sordu, onlar da Almanca dediler. Bu kez “Siz bir anlaşmaya mı vardınız yoksa? ”diye sordu. Sonra da “ Almanca isteyenler elini kaldırsın!” diyerek sınıfın tamamını görmek istedi. Önce ben kaldırdım, Halil Basutçu, İsmet Yanar, Sami Akıncı derken büyük bir bölüm Almanca dersi için kaldırdı. Müdür bey, teşekkür etti. ”Siz benim işimi kolaylaştırdınız. Ömer Uzgil sizin için hazır. Bakalım ötekiler için ne yapacağız? dedikten sonra Fransızca isteyenleri sordu. Okul açılmadan önce orta okullarara kayıt yaptırıp kısa bir süre okumuş olanlardan beş arkadaş parmak kaldırdı. Müdür bey bir süre düşündükten sonra İngilizce isteyenleri sordu. ört arkadaş da İngilizce istiyordu. Müdür bey bir süre daha düşündükten sonra azıcık kaşlarını kaldırıp “Sizinki biraz bencillik oluyor. Biz katıksız köy okulu bitirenleri istedik, siz ortaokullardan sökünüp geldiniz. Bu yetmiyormuş gibi bir de gelip kasket masket davası öne sürdünüz. Şimdi de dört kişiye beş kişiye Öğretmen arattıracaksınız. Ben sizin isteklerinize karşı durmayacağım. Durumu Milli Eğitim Bakanlığına duyuracağım, oradan gelecek cevaba göre hareket edeceğim. O zamana dek sizin dersleriniz boş geçecek. Hayırlı olsun!” dedikten sonra Sami Akıncı’ya Almanca seçenlerin listesini yazmasını söyledi. Gülerek tahtaya gitti. ”İstesem, düzenli vaktim olsa Almanca derslerine ben girmek isterdim. İlerde daha uygun çalışma fırsatım olursa bir sınıfın derslerini ben alacağım. Almanca çalışan insanların özellikle teknik alanda çalışanların yararlanabileceği bir dil, dilerim çalışır, yararlanacak düzeyde ilerletirsiniz!”dedikten sonra tahtaya Almanca sözler yazdı. Yazdıklarını okudu, Türkçe’ye çevirdi. Ben olduğu gibi yazmaya çalışırken bana, ”Sen bunları yazma, Öğretmen gelince bunlar üzerinde duracak. Ben bir örnek olsun diye gösterdim!”Ben daha önce Vaypliges geful, Menliges geful sözlerini yazmıştım, yazmayı kestim. Müdür Bey gidince arkadaşlar bir süre tartıştılar. O ona, bu buna söz atıp suçlu aradılar. Mehmet Başaran, Bekir Temuçin, Harun Özçelik beni suçladılar. Nedenini sordum, Sen önce bu konuyu karıştırmasaydın, Almanca’yı bu kadar arkadaş istemeyecekti!” dediler. Bu kez herkes bağırdı “Arkadaşın suçu yok, biz kendimiz istedik!”Sami Akıncı beni savundu, ”Ben size “Bu konuda düşünün, Müdür Bey gelecek hazırlıklı olun!” dedim. Ben de gülerek “Kasketleri ben mi karıştırdım, sizleri orta okullara ben mi gönderdim? ”dedim. Bir an derslik sessizleşti, uzun süre kimse konuşmadı. Sessizlikten yararlanarak, Türkçe kitabımı bir daha karıştırdım, Tabiat Bilgisi kitabımı gözden geçirdim. Derslikteki sessizlik yat ziline dek sürdü. Yatarken Hilmi Altınsoy yavaşça bana uzandı, ”Sen hep büyüklerden kötülük bekliyorsun, onlara çıkışıyorsun ama asıl seni çekemeyen bücür takımı biliyor musun? ” dedi. Yattım. Bir süre bunu düşündüm. Küçük takımı kimler? Hasan Üner, Bekir Temuçin, Yusuf Asıl, Kadir Pekgöz, Ali Önol, Harun Özçelik, Recep Kocaman, Ahmet Güner, Hüseyin Orhan, Mehmet Başaran, Hilmi Altınsoy, Salih Baydemir, Abdullah Erçetin. Salih Baydemir’le Kadir Pekgöz’ü aralarından ayırdım. Bunlar kesinlikle benimle uğraşmazlar. Ötekilerini birer birer gözleyeceğim. Kavga yok. Neden bana karşı oluyorlar? Hiç biri ile bir sorunum olmadı. Elimden geldiğince yardımcı oluyorum. Belki de “Hilmi’nin bir oyunudur bu!”Uyumuşum. Rüyamda köydeyim. Tarım Öğretmeni bizim köye gelmiş, ”Beni gezdir!” diyor. Öğretmeni götürecek yer bulamıyorum. Dere boyunda yüksek kavaklar var, onları göstermek istiyorum, kavaklar yerinde yok. Utanıyorum. Çeşme Dere meşeleri aklıma geliyor, oraya koşuyorum. Bu kez de Öğretmeni kaybediyorum. Üzüntüyle uyanıyorum, sevincim sonsuz oluyor. Bu rüyayı unutmayıp yazmak istiyorum. Gene uyumuşum.
5 Ocak 1939 Perşembe
Zil çalarken kalktım. İlk aklıma gelen rüya oldu. Ancak gördüğüm rüyayı gecedeki ölçüde önemsemedim. Sözünü ettiğim kavaklar köyün ortak ağaçları, . Köy Muhtarlığı kestirmiş olabilir, diye düşündüm. Kahvaltıda Fikret Madaralı Öğretmeni görünce telaşlandım, bekli de beni derse kaldıracak, doğru yanıt veremeyeceğim, utanacağım. Kimse ile konuşmadan dersliğe gittim, yerime oturdum. Mehmet Başaran yanıma geldi, ”Dün beni yanlarında olduğum için kendilerinden gösterdiler, ben Almanca seçtim, Sami Ağabeyin listesinde ben de varım, bilesin!”dedi. Mehmet Başaran’la bir sorunum olacağını zaten düşünmüyordum. Onun, sözlerine pek katılmıyorsa da köylüsü Mehmet Yücel gibi açık yürekli bir arkadaş olduğunu biliyorum. Gülümsedim, rahat olarak ayrıldı. Ayrılırken “Mandirissalı!” dedim, ”Ceylan Köylü” diye düzeltti. Bu da bizim şakamızdı. Ara sıra Kadir Pekgöz’le birlik olup bana Karpuz köylü de diyorlar. Ders zili çalınca hepimizde bir heyecan, uzun zamandır ders yapmamış gibi yabancılaştık. Oysa tam iki hafta bile ara vermedik. Belki taşınma, yer değiştirme bize uzun zaman gibi geliyor. Fikret Madaralı bu kez kitapları kolunun altında kapıdan girdi. Gülümseyerek “Günaydın!” dedi. Hepimizi gözden geçirdi. Halil’le bana “Sizin yeriniz değişik geldi!” dedi. Halil’e “Sen gene bana yardımcı ol, kitaplarımı al!” dedi. Okulu, çevresini, Alpullu’yu nasıl bulduğumuzu sordu. Sıra ile kaldırdı. 4 Mehmet Aygün, köyünün çok yakınlaştığını söyleyince, onu oturttu. Ben yabancıların izlenimlerini öğrenmek istiyorum!” dedi. 6 Ali Güleren’i kaldırdı. Ali kesik kesik konuştu, biraz da ne dediği iyi anlaşılmadı. Ona “Sen dikkatli bakmamışsın, ben iki okul arasındaki farkı, çevre ile ilgili görüşlerinizi öğrenmek istiyorum. sevdim, sevmedim, deyip geçiştirme yerine niçinlerini, nedenlerini düşünüp anlatmalısınız!”deyince parmaklar kalktı. En hızlı kaldıran Sami Akıncı oldu. Öğretmen Sami’ye “Sen kaldırma seni en sonra dinleyeceğim!” dedi. Derslikte bir sessizlik oldu. Sami iyice aramızda farklı görülmeye başlanmıştı. Recep Kocaman parmak kaldıranlar arasındaydı. Öğretmen sözünü bitirince gene parmak kaldırdı. Öğretmen”Anlat!” deyince önce Edirne-Karaağaç okulumuz için”Orası daha geniş bir yerdi, adını daha gelmeden önce çok duymuştuk. Kendimiz bilmesek bile anne-babalarımızdan aldığımız bilgiler vardı. 79 Ahmet Güner’i göstererek arkadaşın da söylediği türküsü vardı!” deyince Öğretmen güldü “Aferin!” dedi, devam etti. ”Bakın bu çok önemli, kendi düşünceniz olan bulgular, uyumlar, konuyu kavradığınızı anlatır. Minareler, camiler , köprüler de birer kanıttır ama aralarından bir seçki yapıp yanımıza getirerek kanıt ortaya koyarsak bu, o konudaki bilgilerimizin sağlamlığını gösterir. Recep Kocaman’ın köyünü sordu. Recep onu da anlattı. Sırada Fettah Biricik vardı, Öğretmen baktı, numara sırasını bırakalım, isteyenler konuşsun!” dedi. Bizim tarafa baktı, iki sıra önümüzde Hüsnü Yalçın’l Emrullah Öztürk oturuyordu, onlara baktı. Hüsnü arkadaşa, ”Sizin düşüncelerinizi öğrenelim, bu bizim için daha önemli!”dedi. Hüsnü Yalçın çok yavaş bir sesle ağır ağır konuştu. Öğretmen dikkatle dinledi, yer yer yardım etti, ancak sonuna dek dinledi. Sonunda “Aferin, arkadaşınızın duyguları sizden farklı. O olaya sizin gibi köye yakın, kolay giderim, evden gelenler olur, görüşürüm kolaylıklarını hesaba katmadan uzaktan değerlendiriyor, İçtenlikli bir yaklaşım. Emrullah Öztürk’ü gösterirken zil çaldı. Öğretmen gidince Emrullah’ın konuşması ilginçti. ”Ben ne konuşacağım yahu, ha Alpulu, ha Edirne, benim için bir farkı yok!”Herkes sustu, bir an sessizlikten sonra Hilmi Altınsoy Emrullah’a “Sen çok yanlış düşünüyorsun azizim, Öğretmen bir soru soruyor, düşündüğü, bizden beklediği bir şeyler vardır. Sen böyle söylersen Öğretmen gücenir. Sakın böyle konuşma!”Hüsnü söze karıştı, ”Onun öyle dediğine bakmayın, kesinlikle öyle konuşmaz!”Biz onları dinlerken Öğretmen 2. derse geldi. Konuyu değiştirdi, on beş günlük çalışmalarımız arasında kitap okuyup okumadığımızı sordu. Okuyanlar parmak kaldırdılar. Parmak kaldırmadım. Halil Basutçu’ya sordu. Arkadaşım okumadığını apaçık söyledi. Bana, yavaş bir sesle sordu “Sen okudun mu? ”Beyaz Zambaklar Memleketinde kitabını okudum!” deyince, güldü “Yanlış bilmiyorsam sen onu çok önce de okumuştun!” deyince “Evet, okudum ama anlamadığımı görünce bu kez daha ağır okuyarak anlamaya çalıştım.!” Öğretmen “İşte bu çok iyi, insan kendini bilmeli, okuduğunu anlamamışsa bunun bir nedeni vardır, bunu arayıp bulmalı. Bulamadıysa sormalı. Sizin soracak olanaklarınız var. Öğretmenleriniz her dakika sorularınızı bekliyor. Gel bakalım senin sorunun üzerinde hep birlikte duralım.!”Kitabı istedi, verdim. Öğretmen kitabı kaldırarak arkadaşlara sordu onbeş kadar parmak kalktı. Öğretmen hepsine teşekkür etti. Bana dönerek “Takıldığın yerleri arkadaşlarınla konuşmadın mı? ” dedi. Ben, ” Öğretmenim, bir yere değil kitabın içinde geçen olayları anlayamadım. İsveç’ten söz ediliyor, Rusya ile İngiltere karşılaştırılıyor. Napolyon Bonapart Fransa’sından söz ediliyor!”Bunları söylerken defteri açtım oradan okudum. Bu kez Öğretmen bunu sordu. ”Nedir okuduğun? ” “Size sormak için hazırlamıştım!” deyince, gene güldü, ”Ben demiştim, sen adam olacaksın, biliyor musun? ” dedi. Arkasından okuyan arkadaşlara sordu. Snellman Kimdir, bu kitaptaki önemi nedir? Hiç kimse yanıt vermedi. Gene bana döndü, ”Anladığım kadarıyla bu kitabı sen okumuşsun ama dilediğince anlayamamışsın. İşin güzel tarafı ise anlamadığını biliyorsun. Bak, işin güzel tarafı diyorum!”Anlamadığının ayırdında olmak, daha çok öğrenmenin belirtisidir. Sen iyi yoldasın. Bak, az okumuşsun ama okuduğunun irdelemesini yapıyorsun!”Yusuf Asıl parmak kaldırdı. Öğretmen söz verdi. Yusuf hiç beklenmeyen bir yanıt verdi. ” Öğretmenim, Halil’le -beni göstererek-İbrahim arkadaşlar, on beş gündür yapılan çalışmalarda hepimizden çok çalıştılar. Aralarda bile Öğretmenler onları çağırıp çalıştırdılar!” Öğretmen bir süre süzdükten sonra, hepimize dönerek “Bunu görüp söylemek de çok önemli, güzel bir konu yakaladın, hak, adalet denilen duygu budur. Hepinizde bu duygunun gelişmesini isterim. Bu duyguya ulaşınca olgun insanlığa ulaşacaksınız. Bu duygu insana haksızlık yaptırmaz, onu dizginler!”Sıramızın önüne kadar geldi bu kez Halil’e “Bak arkadaşın seni ne güzel savundu. Seni çalışkan olarak biliyordum, okumadım deyince, irkildim, ”Yanılıyor muyum? diye düşündüm. Şimdi rahatladım!”deyince arkadaş “Sağ olun!” dedi. Beyaz Zambaklar Memleketinde kitabını alarak benim değindiğim sayfaları okudu açıkladı. ”Burada geçmiş tarih olayları anlatılıyor. Tarihin her sahnesini bilmemiz olası değil, buna üzülmeyelim. Bu kitaptan alacağımız, Snellman’ın çalışması, onun Finlandiya halkını uyandırmak için ömrü boyunca çaba göstermesidir. Aynı işleri yapmayacaksınız ama sizler de birer Snellman olarak köylerinizde çalışacaksınız. Bu açıdan bakınca kitabın önemi artıyor. Bu nedenle arkadaşınızın sorusunu bir ders olarak ele aldım. Şimdi de tüm sınıfa öneriyorum bu kitabı uygun zamanlarınızda ağır ağır anlayarak okuyun!”Bana döndü “Senin Vahit Deden de bir Trakya Snellman’ıdır. Tüm Trakya’yı köy köy dolaşıyor, şarkılar, şiirler topluyor, gençlere yol gösteriyor, eski belgeleri toplayıp ilgili kurumlara gönderiyor, Kırklareli-Yeşilyurt gazetesinde bunları yazıyor. bunları biliyorsun değil mi? ” dedi. ”Biliyorum!” deyince, ”İşte sen Snellman’ı bu nedenle çok iyi anlamalısın!”Gülerek eliyle başıma vurdu. Ders zili çalarken bir ödev verdi:Edirne’den Alpullu’ya Göç. Olay anlatılacak. Defterlerimize yazacağız, derste okuyacağız. Sabit Soysal Öğretmenin olmadığı tevatürü yayıldı. Bir sevinç gürültüsü koparken Öğretmen gülerek kapıdan girdi. Geçekten Alpullu’ya geleli az görüyorduk. ”Günaydın!” dedikten sonra yeni yerimizin hayırlı olmasını diledi. Bizi teselli etmek için kendisinin gezdiği yerleri anlattı. Hepsinden üzülerek ayrılmış, gittiği yerlere önce ısınamamış, ayrılırken ise hep ağlamaklı olmuş. Ders anlatırken pek anlamıyorum ama bugün çok güzel konuştuğunu gördüm. El-kol sallamadan yüzümüze bakarak uzun uzun konuştu. Kon uşurken ayırtına yeni vardım, Sabit Soysal her halde okul müdürümüz Nejat İdil’in memleketinden. Sesleri farklı ama sözcükleri bir birine yakın çıkarıyorlar. Birinci dersimiz böyle geçti. Aradaki konuşmalardan anladım, arkadaşlar hep benim gibi düşünmüş olacaklar”Sabit Soysal Öğretmen, dersten başka şeyler anlatsa daha candan dinleyeceğiz!” dediler durdular. İkinci derste geçmiş konuları tekrarladık. Bitkiler konusuna değinince pancara dikkatimizi çekti. Arkadaşlar, Tarım Dersi’nde konu edildiğini Öğretmenin ödev verdiğini söyleyince, ”Öyleyse o bilgilerinizden yararlanırız!” deyip geçti. Zil çaldığında oldukça rahatlamışım. Hiç ara verilmemiş gibi derslere alıştım. Nedense Türkçe Dersi benim için çok önemli. Ona alışınca ötekilerden çekinmiyorum. Bir de matematik dersine girip çıksak iyice rahatlayacağım. Derslerden sonra herkeste bir rahatlama var gibi ama kimilerinin kulağına su kaçtı. Dersleri düzenli çalışmayanlar kaygılanmaya başladılar. Özellikle Fikret Madaralı Öğretmenin uyarılarından sonra yüzler biraz asıldı. Nedense ben derslerini çalışmayanları sevmiyorum. Anladığım kadarıyla onlar da beni sevmiyorlar. Bunu Halil arkadaşımla konuşup soruyorum. Sami Akıncı çok çalışkan, çalıştığı için ona karşı olmuyorlar da bana neden karşı oluyorlar. Arkadaşın yanıtı ilginç, ”Sami Akıncı çalışkan olduğunu ilk günler daha kanıtladı. Sen ilk günler, hiçbir şey bilmiyorum, diyerek ortaya atıldın, çalışıp onları geride bıraktın. Senden ummuyorlardı. Şimdi buna alışamıyorlar. İlerde sana da kimse karşı çıkamayacak. İş atölyelerinde de başarılısın, karşı çıkan var mı, gelip birlikte çalışmak istiyorlar, bu işlerine geliyor!”Sevindim. Bunu da başaracağım. Yemekte Hasan Çevik Öğretmen bizim masaya oturdu. Genellikle yemelere gelmezdi. Her birimizle ilgilendi, sevdiğimiz yemekleri sordu. Ben, Bütün yemekleri seviyorum!” deyince güldü, ”Sen o kadar obur musun? ”diye sordu. ”Obur” sözünü bilmiyordum, çok yiyen demekmiş. Ben düzeltme yaptım. ”Çok yemiyorum, yemek seçmiyorum, önüme gelenleri yiyorum!” deyince güldü, ”Ben de öyleyim, yemek seçmem!”Arkadaşlar, benim tatlı sevdiğimi söylediler. Bu kez de Hasan Çevik Öğretmen, ben de tatlıları severim, evde de her yemekte tatlım olur!” dedi. Arkasından “Biz tatlıcıları düşünerek okulu buraya getirdiler, dilediğimiz kadar şekerimiz olacak değil mi? ” diye bana sordu. Öğretmenlerin takılmalarına giderek alıştım. Arka masada oturan Mehmet Yücel bizim masaya geldi, Öğretmen ona yer açtı. Mehmet gelince arkadaşlar, onun yemek seçtiğini, sayılı yemekleri yediğini söylediler. Öğretmen “Bu yüzden zayıf kalmışsın, yemelisin!” deyince Mehmet Öğretmene “Siz de çok zayıfsınız, yemek seçmediğinizi söylüyorsunuz. Demek zayıflığın yemek seçmekle pek ilgisi yok!” Öğretmen güldü, Mehmet’e “Haklısın, zayıflığın bir çok nedenleri var, ben böyle kalmayı yeğliyorum. Bir süre daha kilo artırmayacağım. Bu nedenle önce voleybol sahasını yapıyoruz. Seninle karşılıklı oynayacağız!”Mehmet Yücel, Öğretmenlerle voleybol oynayan sayılı öğrencilerden biri olduğu için bu yönüyle Öğretmenlerce iyi tanıyorlar. Atölyelere bu gün sınıfça indik. Öğretmenler bizden bir süre sonra geldi. Dünden kalan düzeltme işlerini bitirdik, direkler dikildi, ağ çekildi, bir de siftah maçı yapıldı. Marangozlar, dülgerler. Dülgerler kazandı. Sahiden Hasan Çevik Öğretmen tam çevikmiş; topu dilediği yere çivi gibi çakıyor. Namık Öğretmen de uzun boylu. Aslında ikisi oynadı, ikisi kazandı. Marangozluk Öğretmenlerimiz Hamdi Bağ ile Naci İnan ikisi de orta boylu ama onlar da güzel oynuyorlar. Hamdi Bağ Öğretmen bana, ”Elinle topu tutabilirsen, voleybol oynayabilirsin!” dedi. Önce anlayamadım, üzüldüm, elimle topu neden tutamayayım? Meğer havadan gelen topu önleme anlamında söylemiş. Arkadaşlar bir süre güldüler. Arif Kalkan takıldı, ”Arkadaş ona da el atarsa en iyisini yapar!” dedikten sonra bana, ”Değil mi arkadaşım? ”diyerek gönlümü aldı. Bu günkü atölye çalışmalarımızdan herkes hoşnut. ”Her gün böyle olsun!” diyenlere Naci İnan Öğretmen gülerek yanıt verdi, ”Elimizdeki işleri bitirince her gün maç yapabiliriz!”Önce işlerin bitmesi. İsmet, İdris, Yusuf hemen yanıt verdi, ”Önce maç yapsak olmaz mı? ”Bir çokları birden “Öyle olsun!”Kahkahalar! Derslikte de maç övgüleri, maç eleştirileri sürdü gitti. Bütün umutlar öteki maça bırakılarak birer ikişer ilgilerimizi yarınki derslere döndürdük. . Matematik, Ahmet Gürsel Öğretmen. On beş gündür en az gördüğümüz Öğretmenlerden biri. Edirne’den ayrıldığımıza en çok üzülenlerden bir de o olmalı. Edirneli idi, eşi de orada Öğretmendi. Bunları düşünerek geçmiş dersleri gözden geçiriyorum. Arada baktığım için, konuları unutmadığıma seviniyorum. Hüsnü Yalçın yanıma geldi, ”En çok Ahmet Gürsel Öğretmenin dersinden korkuyorum!” dedi. Üzüldüm. Yardımcı olmak için söz verdim. Yardım istemedi, düşüncesini söylemiş. Gene de önümüzdeki derslerde beraber çalışmaya karar aldık. Yemeğe beraber indik. Ondan önce Türkiye’ye gelmiş olan arkadaşlarından mektup almış çok sevinçli. Benimle konuşurken yalnız Osman Nuri Peremeci’den söz ediyordu. Başkaları da varmış, öğrendim;Halil Kocabalkan, Hasan Hepyılmaz. İkisi de şimdi başka başka okullarda öğrenciymiş. Hüsnü arkadaş, zaman zaman çok candan oluyor, konuşmak istiyor, güzel konular açıp anlatıyor. Bende mi bir anlayışsızlık var, sık sık konuşmak istediğim halde, bu istek sürmedi kesili kesiliverdi. . Bu kez daha dikkatli olacağım. O konuşmasa bile fırsat yaratıp sokulacağım. Yemekten sonra konuyu Halil Basutçu’ya açtım. Arkadaş gülerek, ”Sen bunu hep söylüyorsun ama sürdürmüyorsun, daha önce kaç kez bu konuyu konuştuk!” dedi, kesti. Haklıydı. En iyisi konuyu kendim düzene koyup sürdürmeliyim. . Sorunu benimle arkadaş arasında kurulacak bir arkadaşlık. İsteyip de bunu sağlayamamak benim için üzücü bir durum Oysa aralıklarla da olsa Hüsnü arkadaşla konuşmak, yakınlık kurmak istiyorum. Ondan öğreneceğim çok bilgiler olduğuna inanıyorum. Anlattığına göre Türkçe Öğretmeni onları evlerine çağırmış, uzun uzun konuşmuş, ”Arkadaş edinin, çok arkadaşınız olsun!”demiş. İyi işte bir arkadaşı da ben olurum. Bu olursa benim de ona yardımım dokunacaktır. Özellikle Emrullah’la Hüsnü’nün konuşmalarına takılan, söyledikleri sözleri abartarak tekrarlatıp işi alaya döken arkadaşlarımız var; bunların çoğunu önleyebilirim. Ben “Yapma, ya da bunu bir daha söyleme!” deyince susmayacak arkadaş yok aramızda. Hiç değilse bu tür takılmalar azalacaktır. Çünkü bunları daha çok “Küçük takımı” dediğimiz belli arkadaşlar yapıyor. Onları da ben rahatça susturabilirim. Hem bunları düşündüm, hem de geometri defterimi karıştırdım. Paralel çizgiler, paralellerin kesişmesi, açılar. Kitapta anlatılanları iyice anladım. Soru çıkaramıyorum ama sanki sorulacakları bilecekmişim gibi bir duygu taşıyorum. Geometriyi iyice sevmeye başladım. Bunu biraz da ödev yapmayı sevdiğime yoruyorum. Ödev, arkadaşların çoğunun gereksiz bulup savsakladığı bir çalışma, oysa ben ödevi gözle görülür bir ürün olarak düşünüyorum. Ahmet Gürsel Öğretmen de buna benzer bir söz söyledi. ”Doğru, temiz yapılmış bir ödev, bence yazılı sınav derecesinde geçerlidir!”dedi. Bu nedenle geometri ödevlerini renkli çiziyorum. Küçük öğrencilerden biri Sami arkadaşı çağırdı, Sami Ağabey, Ömer Uzgil Öğretmen seni çağırdı!” uzaktan bağırıyor. Susmasını söyleyenler oldu. Çocuk dikelmek istedi, ”Ne olur bağırırsam? ”Herkes bir şeyler söyledi. Çocuk kapıya kadar gelmişti, Mehmet Yücel arkadaş, çocuğa “A yavrum, bağırarak yapılacak olsa, seni neye bağırtsınlar, açıp kapıyı kendileri bağırırlardı. Anladın mı şimdi!”Çocuk gayet ciddi, ”Anladım!” deyip döndü. Hepimizde bir gülme… İsmet Mehmet Yücel’e “A yavrum, sen bu lafları nerden öğrendim? ”Mustafa Saatçı, “ A yavrum, sen susmasını bilmez misin? ”Herkes kendine göre bir “A yavrum!” söylemi tutturdu. Bir ara sessizlik oldu. Mehmet Yücel, ”Söz yerinde söylenince bir anlam kazanır. Sizin ağzınıza düşünce süzün cıbırığı çıkıyor. Bu kez cıbırık sözü dillere takıldı. ”Cıbırık” nedir? Mehmet Yücel’ın yanıtı, ”Cıbırık, sizin ağzınızda yersizce kullanılan söz!”Akşam yemeği boyunca herkes bu sözü kullandı. Yemeği beğenmeyen “Yemek biraz cıbırık. Yemeği beğenenler, ”Ooo, yemek tam cıbırık olmuş!”Dersliğe döndüğümüzde Sami Akıncı arkadaşımız bir duyuru yaptı. Yarından başlayarak iki arkadaş nöbet tutacak. Nöbetçiler okundu. Yeni liste asıldı. Sami yerine otururken İdris Destan Sami’ye “Sen hep böyle cıbırık işler mi duyuracaksın? ”Sami birden sinirlendi, ”Ben değil bunu okul yönetimi duyuruyor, bu görevi sana verince sen de duyuracaksın! Ayrıca, deminden beri söylediğiniz yanlış söylenmiş sözdür, arkadaş onu şaka olarak söyledi, onun doğusu “Bıcır’dır!” bari bundan sonra doğrusunu kullanın!”Gülmelere katılmıştım ama sözü ağzıma hiç almamıştım. Anlamını da bilmiyordum. Gerçi vıcık vıcık ya da cıvık cıvık diye sıvı, ıslak, çamurlu anlamına gelen bir söyleyiş biliyordum ama bununla bir ilişki kuramamıştım. Bu nedenle Sami Akıncı’nın çıkışından gocunmadım, tersine tek başıma sesli güldüm. Derslik sus pus oldu. Bu sessizlik yat ziline dek sürdü. Bir bakıma iyi de oldu. Sakin sakin ders hazırlığı yaptık. Son yazı dersinde Öğretmen ödev vermişti, o gün daha yazmıştım. Bu kez iki sayfa daha yazdım. Beyaz Zambaklar Memleketinde kitabının “Tarihten alınacak dersler” bölümünden bakarak yazdım. Çok dikkatli yazdım, yazdığımı kendim de beğendim. Yattım, az sonra Hilmi ile Hasan geldi, yavaşça konuşuyorlar, Hilmi “O öğrenci değil mi? Neden hep onu çağırıyorlar? O hepimizi gizli gizli şikayet ediyor ”Hasan, ”Ben onu çoktan anladım, dikkat ediyorsan o varken okul için herhangi bir söz söylemiyorum” Hilmi, ”Vallahi en iyisini bu yapıyor, hiçbir konuşmaya katılmıyor, okul sözü geçince de hemen okulu, Öğretmenleri savunuyor. ” Hasan, ”Aslında onların hepsi bunun aleyhinde ama bu yüzden üstüne gelemiyorlar. ”Bu arada öksürüğüm geldiği halde kendimi tuttum, bir yandan da düşünüyorum. Bu sıkıntılı durum oldukça uzun sürdü. Konuşulan gerçekten ben miyim? Birisinin Sami Akıncı olduğunu anladım ama öteki bensem karşımda olanlar kimler? Okula geldiğimden beri kimlerle tartıştım? Mustafa Saatçı, Ali Güleren, Fettah Biricik, Hüseyin Serin, Bekir Temuçin. Bunlar hep Sami Akıncı’nın etrafındaki arkadaşlar. Ali Önol da orada olabilir. Ancak bunların hepsinin bir arada olması olanaksız. Ali Güleren hiç birisi ile arkadaşlık sürdüremiyor. Ali Önol Sefer Tunca’nın kardeşi gibi. Sefer Tunca benimle iyi arkadaş. Bekir, Sami’nin yanından ayrılmıyor ama Mustafa Saatçı ile konuşmuyor. Sami Akıncı ise Hüseyin Serin ile hiç konuşmuyor. Öyleyse o konuşulan ben değilim, karşı olanlar da saydıklarım değildir. Rahatlıyorum.
6 Ocak 1939 Cuma
Kalk zilini duyuyorum. Ses zil sesi değil. Zil, adı üstünde tane tane öter. Bizimki “Dıırrrrrrr!” diye uzun çalıyor. Sanki sesi duyulmasın diye biri alıp koynuna koymuş, ya da duyulmasın diye alıp yorgana sarılmış, gibi. Benzetmeyi arkadaşlara söylüyorum. Mehmet Yücel İsmet’le beraber. İkisi bir arada olunca Mehmet Yücel bana dayı, diyor. Gene “Dayı!” dedikten sonra “Uyurken birden duyup hoplamayasın diye ben zili yorgana sarıyorum , değil mi İsmet? ” diyor. İsmet, her zaman olduğu gibi ona uyuyor, bana, ”İnan vallah dayı, öyle yapıyor.!”Ayıp, ayıp hiç değilse “Vallah!”Ahmet Gürsel Öğretmen Kahvaltıda. Onu görünce, hazırlıklı olmama karşın heyecanlanıyorum. ”Bir şanssızlık olmazsa derslerim iyi geçecek, ama belli olmaz1”diyorum içimden. Öğretmen güler yüzle geliyor. Öğretmen odasından çıkınca gören kapı karşısındaki arkadaşlardan haber alıyoruz ”Geliyor!” diyorlar, koridor oldukça uzun olduğundan, ”Geliyor!” sesinden bir süre sonra . Öğretmen kapıdan giriyor. Güler yüzle “Günaydın!” dedikten sonra gene kitaplarını kürsüye koydu. Tahtayı, etrafını, tavanı, duvarları, sıraları uzun uzun süzdü, sıralara bakınca, eski sınıfla olan oturuş farkını sezdi, söyledi. ”Sen, sen, sen yer değiştirmişsiniz, sen sen sen arkadaş değiştirmişsiniz!” dedi. Gerçekten öyle olmuştu. Eski derslikte dört sıra burada üç sıraya indi. Bu yüzden bir fark olmuştu. Gülümseyerek ”Anladığım kadarıyla sizler Edirne’yi çok sevmiştiniz. Neden bu göçe razı oldunuz? dedi. Hepimiz şaşkın, Öğretmene baktık. Öğretmenlere karşı en cesurumuz Sami Akıncı, alıştığı şekilde parmağını kaldırdı. Öğretmen başıyla söz verdi Sami “ Öğretmenim afedersiniz, siz bize şakadan soruyorsunuz biliyorum ama ben de şaka olarak söylüyorum, bize soran olmadı. Sorsalardı asla gelmezdik. Öğretmen ciddileşerek, ”Ben de öyle ben de öyle, bu konuda rahat konuşalım, hiç birimize soran olmadı!”Gene gülümseyerek “Şimdi ne yapacağız? Bu konuda fikrinizi öğrenebilir miyim? ”Hepimiz sus pus, sanki solunumlar bile durmuş gibi. Öğretmen, “İşte bu suskunluğu beğenmedim: Ne yapacakmışız, ne demek? Okula girerken verdiğimiz sözleri yerine getirmek için çalışacağız. Görevimiz başarmak, koşullar ne olursa olsun ödevlerimizi yapıp okulumuzu başarıyla bitirmektir. Karda, kışta, Edirne’de, Alpullu’da yurdun neresinde olursa olsun başarıların iplerini bırakmayacağız!” diyemediğiniz için üzüldüm. Bunu demeliydiniz. Gene de ben böyle düşündüğünüzü, düşüncelerinizi bir an için söyleyemediğinizi varsayıp, mutluluk duyuyorum. Çevre, yer, bina, derslik, hatta yemekler çok önemli değil, İşler, ödevler, insanlar için sağlıklarını koruma önemlidir. Bunların bilinci içinde çalışmalarımıza burada da hayırlısı ile başlayalım. Başarılara el birliği ile koşalım. Ben, sizi yoklamak için söze üzgün gibi başladım. Doğrusu ben çok üzüldüm. Evim, eşim, Edirne’de. Ayrılmak çok zor oldu. Ama yüklendiğim görev hepsinin üstünde. Tüm arkadaşlar için durum budur. Bunları bilin ki, bu göçte en az zararlı sizsiniz. Sakın, yakınmayın, Atasözümüzü unutmayın “Tebdil-i mekanda ferahlık vardır.” Bu sözün bir anlamı vardır: İnsanlar yer değiştirince iç rahatlığına kavuşurlar. Dileyelim, bizim de içimiz daha rahata kavuşsun!” Bir an durakladıktan sonra, ”Tilkinin dönüp dolaşıp geldiği yer kürkçü dükkandır” derler. Biz de sözü ne denli uzatsak bir yerde kesip gene sayılara döneceğiz. Çünkü görevimiz, sayılar, onların kendi aralarındaki ilişkilerdir. Geçen 15 gün sizden neler aldı götürdü, gelin bir genel yoklama yapalım!” Matematik kitabının ilk sayfalarını açıp sessizce okuduk. Zil çalınca Öğretmen hemen çıktı. Dersliğimizin bir rahat tarafı da tuvaletin yakın olması. Teneffüslerde Öğretmen Öğretmenler odasına varıncaya dek uzunca bir yol yürüyor. Biz tuvaletlere çabuk gidip dönüyoruz. Öğretmen derse gelince “Okudunuz, neleri unuttunuz, neler aklınızda kaldı? ” diye sormayacağım. Bazı konuları zaten tam kavrayamamıştınız, bu zamansız ara verme tuz-biber ekti. Size ödev vermeyeceğim, yaptığınız ödevleri bir kez daha okuyup, unuttuklarınızı bir kez daha yapacaksınız. İkinci kez yapılması gerekecek ölçüde anlayamadığınız bir problemi yapmadan geçerseniz, soracağım sorularda bu tür problem yanlışı yapanları affetmem zayıf notu veririm. Az öğrenelim ama öğrendiklerimiz sağlam olsun!”Bekir Temuçin’i tahtaya kaldırdı. İlk konulardan dört işlem üstüne sorular sordu. Çarpım tablosundan sorduklarına Bekir doğru yanıtlar verdi. Sefer Tunca arkadaşı kaldırdı. Arkadaş beklenen başarıyı gösteremedi. İlk soruda yanılınca kendini toplayamadı, sonra sonra kolay sorulara bile karşılık veremeyince, üzgün olarak yerine oturdu. Mustafa Saatçı, arkasına dönüp bakan İbrahim Tuspahacı’yla konuşurken Öğretmen gördü tahtaya kaldırdı. Mustafa Çarpımları rahatça yanıtladı ama Öğretmen bölünebilir sayıların özelliklerini sordu. Arkadaş soruyu anlamadı, sustu, İbrahim Tuspahacı’yı kaldırdı. O da sustu. Kadir Pekgöz’ü kaldırdı. Kadir örnek vererek anlattı. Öğretmen “Aferin!” deyip yerlerine oturmalarını söyledi. Öğretmen arkadaşların konuşmalarına kızmış, olacak. Kendi kendine konuştu , “Ya işte böyle!” daha sonra bir den konu değiştirir gibi “Asal sayıları anımsayalım!” deyip tahtaya sayılar yazdı. 1-3-5-7- arkasından 12-16-18-32-44-53 yazdı. Nedense gene Kadir Pekgöz’ü kaldırdı. Kadir, ilk sıranın bölünemezliğini, ikinci sıranın bölünebilirliğini söyledi. Öğretmen bir daha bak, doğru mu deyince Kadir gene “”Doğru!” deyince bu kez Fettah Biricik’e sordu. O da “doğru!” deyince Sami el kaldırdı. Öğretmen Sami’yi görmezden geldi bana “Doğru mu? ” diye sordu. ”Hayır!”dedim. Son elli üç, derken, ”Değil mi ya!” dedi, Kadir’e, ”Sen bunu nasıl göremedin açıkgöz!” dedi güldü. Kadir, soyadının “Pekgöz” olduğunu söylemesi üzerine de gülerek “Biliyorum, biliyorum, sen aynı zamanda oldukça açıkgöz görünüyorsun, özellikle öyle söyledim!” Öğretmen “Çocuklar; yer değişikliği sizi çok tedirgin etti biliyorum, lütfen kendinizi toparlayın, tedirginliğinizi üzerinizden atamazsanız, konular yığıldıkça işiniz zorlaşır, üstesinden gelemeyeceğiniz bir yükle karşı karşıya kalırsınız!”1-150 sayıları arasında çift sayıya bölünenlerin, tek sayıya bölünenlerin seçilip ayrılması, Kesişen doğrulara (Tales) dek Geometri kitabının okunması ödev olarak verildi. Oldukça çok ödev, çalışmaktan kaçanlar bunları nasıl yapacaklar? Sefer Tunca’ adına üzüldüm ama köylüsü Fettah için hiç üzülmedim. Bu sözünü kolay kolay unutmayacağım. ”Derslerimize çalışalım!” deyince, bana “Seni mi dinleyeceğiz? Demesi onun adına utanç verici bir söz olarak bende kalacak. . Derslerde sorulanı tanıtlayamayınca bunu anımsayacağım. Ancak çalışır başarırsa o zaman da onun kadar sevineceğim. Çünkü benim dediğime gelmiş olacak, çalışanlar grubunda yerini almış olacaktır.
Türkçe Öğretmeni yeni giysileriyle geldi. Rengi gene gri ama yeni oluşu daha güzel gösteriyor. Öyleyken tahtada kalmış yazıları silgiyi alıp silmeye başladı. Koşup silmeyi düşündüm. Hasan Üner koştu, benim düşündüğümü yaptı. Ayrıca tahta kenarında tebeşir yoktu, yan taraftaki kutudan tebeşir alıp tahtaya koydu. Öğretmen teşekkür etti. ”Tebeşir kullanmayacağım, ancak ben derslerimde tahtanın temiz kalmasını isterim, bir şeyler yazmak gerekince rahatça yazmalıyım!” dedi. Orta ön sıraya yaklaşıp, Ahmet Gürsel Öğretmenin sözlerine yakın sözler söyledi. Özet olarak, günler gelip geçiyor, bundan böyle daha çok çalışmamız gerektiğini bir kez daha vurguladı, durdu. Yazı defterlerimizi açtırdı. Benim yazımı beğendi. Defterimde 12 sayfa yazı varmış, saymamıştım, Öğretmen saydı. Sıra arkadaşımın 5 sayfa, Hüsnü’nün 4, Emrullah’ın 3 sayfa olduğu görüldü. Öğretmen Halil’e baktı. Halil, Öğretmene, “Arkadaş durmadan yazıyor!” deyince Öğretmen, ”Sormadım ama sen söyledin, durmadan yazıyor, yazdıkça yazısını düzeltiyor. Senin yazın ilk günden düzgündü, bakıyorum o düzgünlük sürüyor. Oysa onun ki berbat denecek derecede okunamayacak türden bir yazıydı. Bak şimdi seninle yarış edecek düzeye ulaşmış durumda. Hem de seni taklitle başladı aynı karakteri benimseyip ilerletti. Böyle giderse sene sonunda sen onu taklit eder duruma gireceksin!”dedi. Son sayfayı açtı, iki tarafa göstere göstere sıraların önüne indi, sağ yanda İsmet’e takıldı. ”İsmet ne haber, senin dayı büyük bir hızla ilerliyor, öteki Öğretmen arkadaşlardan da hep takdirler geliyor, baban bu işe ne diyecek? İsmet sözü anlamazdan gelerek, ”Babam çok sevinecek, o zaten dayımı çok sever!” Öğretmen “Bak bak bak, sen de az değilsin, üstüne toz kondurmayanlardansın, dayın sınıfın en çalışkanları arasında yerini aldı, oldukça da sağlamlaştırdı. Haberin olsun dayın sahiden dayı!” Öğretmen güldü bütün arkadaşlar güldü. Ben utandım, üzüldüm. Bana ad takmak için birkaç deneme yapılmış tutmamıştı. Bu kez Öğretmen o denli tekrar etti ki adım “Dayı” kalabilir. Kaygılandım. Öğretmen defterimi arkadaşla gönderdi. Bitişik el yazısı örnekler gösterdi, Harun Özçelik tahtaya harfler yazdı, İstiklal Marşı’nı benzer harflerle yazdık. Arkadaşım Halil bana azıcık kızar gibi oldu. Ya da benim ona kızdımı sandı. Ders süresince konuşmadık. Nedense ben alınganlık yapıyorum galiba, zaman zaman bu oluyor ama çabuk gelip geçiyor. Umarım bu kez de öyle olur. İstiklal Marşı’nın sözlerini güzel yazamadım. Sözcüklerdeki harflerin azlığı çokluğu görüntüyü bozuyor. Öğretmen gidince Mehmet Yücel beni alkışladı, ”O güzel karpuzları yiyen insanın akıllı olacağını ben biliyordum. Bakın İsmet aynı kandan ama çocuk karpuz yememiş kafası yeterince çalışmıyor. Mehmet Başaran söze karışıyor, ”Köylüm, şimdi biz buna-Beni göstererek-“Dayı diyecek miyiz demeyecek miyiz? Yücel’in yanıtı kesin “Arkadaşın işi zor, o ancak İsmet’e dayılık yapabilir, hepimizle uğraşacak hali yok. Kısaca ben dayıya ”Dayı” adı takmayacağım!”
Şakalaşarak derslikten çıktık. Yemekhane önünde Memur Ahmet Gökay, beni çağırdı, ”Sen Alpullu’yu iyi biliyormuşsun öğleden sonra birlikte çarşı- pazar dolaşacağız. Yanına bir arkadaş al, müdür beyden izinli olacaksınız. Halil’ azıcık sinirlenmiştim. Önce Sefer’i düşündüm, vazgeçtim. En iyisi Arif Kalkan. Hemen duyurdum, Arif çok sevindi. Önce “Ben hiç bilmiyorum!”demeye kalkıştı. ”Ben biliyorum, zaten sekiz on dükkanı var, bilinmeyecek bir tarafı yok!”dedim. Yalnız Ahmet Ağabey, ”Temiz giyinin!” demişti, onu söyledim. Arif zaten titiz giyinenlerden. Yemekten sonra zil çalmak üzereyken Namık Öğretmen, uzaktan, ”Sen bugün izinlisin, Ahmet Gökay’ı gör!” dedi. Ahmet Ağbey alt kattaydı, Arif’le gittik. Az bizi oturttu, yapacağımız işleri söyledi. Aslında işimiz yok, yer tanıyacağız. Günlük alış veriş yapılan yerleri tanıyacağız. Gerektiğinde oraları bilmeyenleri götüreceğiz. Müdür beyin düşüncesi buymuş. Hastalık ya da benzeri bir durumda okulun işleri aksamamalıymış. Ahmet ağabey pek taraftar gibi değil ya da olayı önemsemez görünür gibiyse de bize önemli buluyormuş gibi anlattı. Çıktık, birlikte çoğunlukla fabrika binalarına özellikle de fabrika bacasına baka baka çarşımsı bir yere vardık. Daha önce gittiğimizde Bektaş ağabeyimle uğradığımız bir kahve vardı, orasını tanıdım, dikkatlı baktım, içerde bizim köyden insanlar var. Onlar beni görmediler ama ben onları gördüm. Biri benim amca dediğim, Karakütüklü Emin. Aile lakapları öyleymiş, soyadını da öyle almışlar. O babama dayı der, ben ona amca. Akraba yakınlığımızı iyice bilmiyorum ama kesinlikle beni sever, benimle arkadaş gibi konuşur. Köyün ortak işlerinde hayrına çok çalışanlardan biridir. Köyde sözü dinlenenlerin önde gelenleribndendir. Muhtar olması için zorlamalarına karşın kabul etmez ama muhtar kadar halkın hayrına işlerde yardımcı olur. İlgimi çeken bir tarafı da bizim kahveye gelir, kesinlikle kağıt oyunu oynamaz. Köyde onun kağıt oyunu oynadığını kimse görmemiştir. Öyleyken kahvede oynanan, iskambil, pişti, altmışaltı türü oyunların hepsini en iyi o bilir. Onun verdiği bilgilerle o oyunları çok iyi öğrendiğimi söyleyebilirim. Kimi oyuncu köylüler ona kızar, ”O bir önceki hayatında günahkar bir kumarbazmış, Tanrı, bu kez oynamamak kaydıyla affetmiş, bu nedenle oynamıyormuş!” derler. İçimden Emin amca ile konuşmak geldi ama, Ahmet Ağabey’e söyleyemedim. Geçtik gittik. Ahmet Beyin tanıştığı yerlerde azar azar oturduk, konuşmalar dinledik. İçimden bir an önce kalkmak geçtikçe Ahmet Ağabey sözü uzattı. Sonunda okula dönmek üzere kalktık, istasyona uğradık. Durakta Emin Amcayı gene gördüm. O da beni gördü, bana doğru yöneldi. Ahmet Ağabey’den izin alıp konuşmak istedim. Ahmet Ağabey demin önünden geçtiğimiz kahvede oturacağını, konuşmamız bitince oraya gelmemizi söyledi. Ayaküstü konuştuk. Köyde herkes iyi imiş. Buraya geldiğimiz yeni duyulmuş. Kendisi köyde pancar ekicilerin mutemedi imiş. Pancar teslimi bitmiş, gruplar halinde paraları verilecekmiş. Günlük para dağıtımı sayılı zürraya yapılıyormuş. Emin amcaya onların listesi teslim edilmiş. Yazılı günlerde hak sahipleri buraya gelecekmiş. Kendisi geç kaldığı için trenle Lüleburgaz’a gidecek, yarın köye inşallah ulaşamaya çalışacakmış. Emin amcaya çok iyi olduğumu, yakında izinli gideceğimi söyledim. Bu arada onun aklına geldi, ”Ali ağabeyin 2. zürra grubunda dedi. Önümüzdeki ikinci pazartesi oluyormuş. Buna da sevindim. Tren geldi, ayrıldık. Kahveye döndük Ahmet Ağabey bize çay söyledi, içtik. Ben kahvede oturmaya alışık olduğum için hiç yadırgamadım. Arif diken üstünde oturur gibi oturdu. Oysa Ahmet Ağabey , bize arkadaş gibi davrandı, şakalaştı. Gülerek sordu, ”Gezdik, gördük ne öğrendik? ”İkimiz de sustuk. Adını bilmeseniz bile yedi önemli yer öğrendiniz!”dedi. İkimiz de şaşırdık. Ahmet Ağabey güldü, parmaklarını hazırlayıp saydı, 1-Eczana, 2-İstasyon, 3-Pancar Kıraathane, 4, Büyük Fırın, 5-Şeker Kooperatif satış yeri, 6-Ergene Marangozluk, 7-Demirci Kardeşler. Bunlardan bir söylense rahatça gider dönersiniz. ”Kolaymış!”Okula döndüğümüzde arkadaşlar ilgiyle soruyor “Nereye gittiniz? ”Arif kesinlikle susuyor. Çok direten olursa biz de sizin gibi bir işe gittik, işimizi yapıp döndük. Sonunda gülüveriyor. Arif sır gibi saklayınca bu kez benden sormaya başladılar. Sonunda açıkladık. Karaağaç ilk günlerinde bir gün ekmeksiz kalmıştık, gece gidip kendimiz almıştık, gene öyle bir durum olursa kolayca bulmamız için gittik önemli yerleri gördük. Olayı kıskançlık yönüne dökenler hemen ortaya çıktılar, ”Böyle yerlere hep siz mi gideceksiniz? Neyse ki Mehmet Yücel arkadaşımız var, hemen yetişiyor. ”Ne var bunda be kardeşim, yarın cumartesi, öbürsü gün pazar, akşam kadar çıkın dolaşın, han hamam ne var ne yok öğrenin. Gezip dolaşmanızı engelleyen mi var? Herkes gülüyor. Hayret ettim taraf, Mehmet konuşmadan önce karşı gibi ortaya çıkanlar o konuştuktan sonra, onun konuşmasına neden olmamış gibi, onun yanında yer alıp rahatça gülebiliyorlar. Ağırdan ağırdan konuşmalar başladı. İdris Destan İsmet’e sataşıyor. ”İsmet bu pazar gününü Alpullu’daki ahırlara ayıracak. Mustafa Saatçı, ”Bana kimse sataşmasın ben pazar günümü bisikletçilere ayırdım. Arkasından “ben de, ben de, ben de!”Çoktandır kimseye takılmayan Mehmet Aygün ansızın yine çoktandır olayların dışında kalan Hüseyin Serin’e sataştı. ”Aretlik(O, Artlik diyor. )Doğrudan Pehlivan Köye gidecek, yağlı güreşlere katılacak. Hüseyin, birden yerinden kalktı, Mehmet’e vurmak üzere üstüne atıldı. Araya girdiler. Bu birden öfkenin daha önceleri olmuş, ben duymamışım. Hüseyin Arkadaş İbriktepeli. Ora halkının bir bölümü, Bulgaristan göçmeniymiş. Bunlar Bulgarca konuştukları için yörede bunlara Pomak deniyormuş. Aynı adı yani Pomak denilen yurttaşlardan, Pehlivan Köy’de de Mandıra’da da vardır. Hüseyin’e sözde bu ima edilmiş. Olay büyümeden yatıştırıldı. Ancak Hüseyin’in öfkesi kolay geçecek türden değil. Bence bu, daha büyük olaylara neden olabilir. Mehmet Yücel’le İbrahim Tuzbahacı nöbetçiler, duymuşlar ikisi de geldi. Ömer Uzgil okul içinde geziyormuş, uyardılar. Mehmet gitti, İbrahim kaldı. İbrahim Hüseyin’in iyi arkadaşı. Yerine İdris yemekhaneye indi. Arkadaşlar hemen başladılar. ”Şakanın sonu budur!” Şaka, uzatırsan olur kaka!”Bunu söyleyenler, gerçekte asıl şaka yapanlar. Daha doğrusu yapamayanlar, şakayı kakaya çevirenler. Onlara bakıp bakıp içimden gülüyorum. ”Şu konuşanlara bakın!” diyorum. Yemeğe gerginlik içinde gittik. ”Bana ne? ”diyemiyorum. Oysa ne güzel hayal kuracak konum çıkmıştı. Emin amca köye benden nasıl bir haber götürecek? ”Aklıma geldi, Ali Ağabeyim, kesinlikle pazartesi buraya gelecektir. Para almaya gelenlerin bir kısmı at arabasıyla gelir, Ali Ağabeyim at arabasıyla 4, 5 kişiyi alır gelir. Her yıl böyle yapardı, bu yıl neden yapmasın? Bu varsayımım sinirimi düzeltti. Yarınki, dersler için çalışacak bir konu yok gibi ama beni bu da sıkıyor. Onları da daha güzel yapabilsem iyi olmaz mı? Örneğin müzik dersi ile aram iyi değil, örneğin beden eğitiminden ürküyorum. Resim için de fazla söyleyecek bir durumum yok. Müzik için piyanoya heveslenmiştim, olmadı. Keman, mandolin verilecek, dendi, o da kaldı. Şimdi salt sese dayanan bir çalışma yapılıyor. Öğretmenin anlattıklarını tamı tamına yapmaktan başka bir kurtuluş yok. Abdullah Erçetin müziği, Harun Özçelik resim derslerini çok iyi sürdürüyorlar. Onlardan örnek almak zorundayım. Ne yapıyorlarsa aynını ben de yapacağım. Si do mi re do si la si do si la sol fa mi re la sol la si. Si do mi re do la si do si la sol fa mi re fa sol la mi. Re sol fa sol la si do si do si la sol fa mi re la sol la si. Re sol fa sol fa sol la si do si la sol fa mi re fa sol la mi. Re sol fa sol la si do si do si la sol fa mi re fa sol la mi. İşte ezberledim. Şarkı:Kır atınla geçiver, şu dağlar inlesin efem. -Dört taraf sarılsın dost, düşman dinlesin efem. Öğretmenin ödev olarak verdiği Efem şarkısını ezberledim. Bunlar sonra nota olarak yazılıp okunacakmış. Notaları arka arkaya yazmaya başladım. Ancak karışınca ben de karıştırıyorum. Öğretmen çok iyi bildiğine göre çalışırsam ben de öğrenirim.
7 Ocak 1939 Cumartesi
Karşılıklı konuşanların seslerinden uyandım. Meğer zil çalmışmış. Yatak komşum Hilmi Altınsoy “İçimizde senden rahatı yok!” dedi. Bu sözü niçin söyledi, bilmiyorum. Kahvaltıya zamanında yetişmek için koşturdum. Kahvaltıda Öğretmenler var. Yeni adıyla Pilot Ömer Öğretmen, Beden Eğitimi Öğretmenimiz kahvaltıda. Arkadaşlar ona Pilot diyorlar. İki Ömer olunca bir birinden ayırmak gerekiyormuş. Ömer Tunalı yazları Pilanör Kamplarına katılıp uçak kullanmayı öğreniyormuş, paraşütle atlıyormuş. Bu yüzden adı Pilot olmuş. 4. sınıf öğrencileri onu çok seviyorlar. Onları bahçede görünce, civcivli tavuklara benzetiyorum. Hep çocukların ortasında, onlara bir şeyler anlatıyor, çocuklar da ona “ Öğretmenim, Öğretmenim!” diyerek bir şeyler soruyorlar. Bana, ”Sen biraz hareket etmelisin!” deyişini hiç unutmuyorum.
İlk iki saat dersimiz müzik. Adem Gürçağlayan. En az gülen Öğretmen. “Sen söyle bakayım!” sözünü çok kullanıyor. ”Sen söyle bakayım!” bir de yanlış söylenen sözlerden sonra, uzatarak “Eeeee!” diyor. “E!” derse, olmadığı anlaşılıyor. Elinde yuvarlatılmış bir kitapla geldi. Kitabı Öğretmen masasına düzelterek koydu, eliyle bastırıp kırışıkları düzeltti. Bize dönerek “Günaydın!” dedi. Gülümseyerek, ”Dersliğiniz güzel, değil mi? Güzel, güzel!” dedi. Arkasından, derslerin nerede kaldığını da unuttuk, değil mi? deyip gene güldü. Abdullah Erçetin’i iyi tanıyor, ona sordu, “Nerede kalmıştık? ” Abdullah en iyi bildiği bir konuyu bile birden toparlanıp yanıtlayamayan bir arkadaşımız. Nedense konuşurken hep yüzü kızarır. Gene tutuklandı, uzun süre durdu. Sami Akıncı kitaptan okur gibi hızlı hızlı, geçmiş dersleri söyledi. Öğretmen Sami Akıncıya otur işareti verdi. Abdullah öylece ayakta bekledi. Öğretmen konuştu, Harun Özçelik’e bir porte çizmesini söyledi. Yusuf Asıl’la Harundaha önce öğrendikleri bir yöntemle tahtaya boydan boya bir porte çizdiler. Tebeşirledikleri ipi iki ucundan gerip bıraktılar. Oldukça güzel çizildi. Öğretmen Abdullah’a bakarak, ”Bak arkadaşlar ne güzel, ne marifetliler!”dedikten sonra oturmasını söyledi. Birden aklıma geldi, Sami notaların adıyla ezberlememizi istediği Efem şarkısını söylememişti. Parmak kaldırdım, Öğretmen görmedi sandım, daha hızlı kaldırdım. Bu kez baktı, ”Ne söyleyeceksin bakalım!” dedi. Efem Şarkısı der demez “Ya, di mi ya, şarkıyı es geçtik, di mi ya!” dedi. Hadi oku bakalım!” deyip, yakınıma kadar geldi. Birinci sırayı doğru okudum, ikinci sıraların bitişini yanlış okumuşum. Bir kez de Öğretmen okudu. Bana “Anladın mı? ” diye sordu. Anlamadığımı söyledim. ”Anlamazsın ya!” deyip sıraların önüne indi. İşaret verdi, sınıfça okuduk. Gene bana “Doğrusunu duydun mu? ” dedi. Ne demek istediğini bir türlü anlamamıştım, sormaya kalkışırken sıra arkadaşım Halil Basutçu ceketimden çekerek beni oturttu. Öğretmen sıralara göre ikili, dörtlü okuttu. Halil yavaşça “Sen şarkının bitişindeki sesi ince okudun, Öğretmen sana onu düzelttirmeye çalıştı!” dedi. Defterimde doğru, nasıl oldu da yanlış okudum, bir türlü anlayamadım. Halil uyarmasa az daha Öğretmene doğru okudum diye diretecektim. Ders sonunda arkadaşlar Abdullah Erçetin’in başında toplandılar, onu teselli etmeye çalıştılar. Fazla üzülmemiş. Önce yazışlı notaları okudu, arkasından çok iyi bildiği Efem şarkısını okudu. Abdullah şarkıyı okurken Öğretmen geldi. ”Kesme bir daha oku!” dedi. Şarkıdan sonra beğendiğini söyledi. Hepimize dönerek sizden ayrı ayrı Abdullah ölçüsünde şarkı söylemenizi istemiyorum. Bu biraz da doğal yetenek işidir. Ama notaları hepiniz doğru okuyabilirsiniz. Arkadaşlar Öğretmenin yumuşak konuşmasından yararlanarak mandolinlerin, kemanların ne olduğunu sordular. Öğretmen gülerek “Bilmem, onları sandıklara siz koyup bir yerlere gönderdiniz. Arayıp bulmak size düşer!” dedi. Porteye notalar yazdı, Öğretmenle birlikte defalarca seslendirdik. Do gamını (Majör) seslendirdik. Bunları biliyorduk. Unuttuklarımızı tazeledik. Notaları atlayarak doğru seslendirme ödevi verildi. İşte bu çok zor. Do’dan doya sıralamak çok kolay. Do’dan mi’ye ya da fa’ya doğru geçmek oldukça zor. Öğretmen bu “Zor!” sözüne sinirleniyor. ”Çalıştınız da yapamadınız mı? ” diye soruyor. “Hele önce çalışın, ulaşabildiğiniz basamaklara çıkın , kalanı için karar konuşmaya kalkışın. İşin başında zor, demek haylazlıktır, ayıptır!”Arkadaşlar “Çıt!” çıkarmadan dinledi. Zil çaldığında yeni bir heyecan, Resim Öğretmeni Ömer Uzgil bizimle ilk dersine geliyor. Esas branşı Resim Öğretmenliği imiş. Teneffüse çıkan olmadı. “Geliyor!” işareti verilince hepimiz dikkat kesildik. Öğretmen çok temiz giyiniyor, saçları düzgün iki yana taranmış. Kapıdan girince “Günaydı!” dedi. Elinde bir çanta vardı, çantayı masanın üstüne koydu. Yüzlerimize baktı, hepinizi tanıyorum ama adlarınızı henüz öğrenemedim. Sami Akıncı’yı göstererek, “Bir Sami’yi tanıdım, sağ olsun bana çok yardımcı oldu!” dedi. Tahtaya baktı. ”Resim dersimiz çok az, bir ders, bunun da kısalmaması için, bundan sonra, dersimiz başlamadan tahtanın temizlenmesini rica edeceğim!” dedi. Tahtaya baktı, ”Bu çizgileri kim çizdi? ” diye sordu. Harun kalktı. Ömer Uzgil, “Bunda da bir hayır vardır, bundan böyle benim dersimde bana sen yardımcı ol!” dedi. Harun kalktı toz çıkartmadan tahtayı sildi. Öğretmen, öğrenciliğinden, bulunduğu yerlerden, resim çalışmalarını önemimden, Öğretmenlere resim çizmenin zorunluluğundan söz etti. Yönetici olarak bizde bıraktığı sertçe izlenimler silindi çok yumuşak huylu bir Öğretmen izlenimi uyandırdı. Ödev vermedi, dersler için gerekecek araç-gerecin okulca sağlanacağını, bunlar tamamlandıktan sonra bizden başarılı çalışmalar bekleyeceğini söyledi. Ders sonunda hepimiz sevinmekten çok şaşkın şaşkın bakıştık. Ömer Uzgil ne iyi bir insanmış. Biz onu tanımadan, bir takım tersliklerden sorumlu olarak görüyorduk. Oysa o, anlayışlı bir Öğretmen, bir baba, bir ağabey. Herkes bir şey söylüyor, ancak hiç kimse Ömer Uzgil’e toz kondurmayacak sözler seçiyor. Ben hep Mehmet Yücel arkadaşın söyleyeceği sözleri bekliyorum. Mehmet Yücel, Ömer Uzgil için hiçbir söz söylemedi. Söylemedi ama söylenen tüm sözlerin üstüne çıkan bir uyarı yaptı. “Arkadaşlar, bu işin doğrusu, bize kaçacak yol bırakılmıyor. Derslerden kıvırıp kaytaracak yollarımız kesilmiş durumda, çalışmaktan başka seçeneğimiz yok. Dünyanın en iyi insanları çevremizi sarmış, bize yalvarıyor, ”Aman bu fırsatı kaçırmayın!” diyorlar. Hangimizin annesi-babası bize burada karşılaştığımız Öğretmenler kadar dil döktü. Ben Mehmet Yücel olarak bu öğütleri tutacağım. Bu sözümü yerine getirmezsem kendimi hiç affetmeyeceğim!”Mehmet Yücel’in sözlerini sanırım en iyi ben anladım. Ama öteki arkadaşlar da alkışladılar. Derslik neşeli bir gürültü içindeyken sessizce Bu kez Ömer Tunalı Öğretmen geldi. Güler yüzle “Günaydın!” dedikten sonra sordu, derslikte mi oturalım, alt bahçeye mi çıkalım? ”Sınıfta oturalım diyenler çoğunlukta olunca Öğretmen geçip kürsüye oturdu. ”Ben de bunu uzun zamandır istiyordum, bizim dersimiz, hatta ben buna ders de demiyorum, çalışmalarımız, hep ayak üstü geçiyor. Çoğu kez öğrencilerle senli benli iki söz bile edemeden ayrılıyoruz. Bir zaman sonra karşılaşınca iki tanış söyleyecek söz bulmakta zorluk çekiyor”Birlikte çalışmışlar ama hep yabancı kalmışlar”gibi bir durum ortaya çıkıyor. ”. Sizinle öyle olmasın istiyorum. . Öğretmen çıkınca Trakya’nın çeşitli bölgelerine yerleşeceksiniz, yolumuz düşerşe merhabayı aşan birkaç sözümüz olsun!” Arkadaşlar her nasılsa söz birliği etmişçesine numara sırasıyla kalkıp kendilerini tanıtmayı önerdiler. Köylerimizi, köydeki uğraşlarımızı, evdeki bireyleri, yaşlarımızı söyledik. Hemen hemen hepimizin sözleri bir birine benzedi ama Öğretmene sanırım bir fikir verdi. Sıra Hüsnü ile Emrullah’a gelince onlardan sordu “Siz de anlatmak ister misiniz? Hüsnü anlatmak istedi Emrulla sustu. Hüsnü anlattı. O sözünü bitirince Öğretmen “Şimdi sıra bende, dedi kendini tanıttı. Zaten kardeşinden bir çok bilgi almıştık, onlar tamamlandı. Ancak ona neden pilot dendiği benim kafama takılmıştı, sormaya hazırlanırken İsmet benden önce davrandı, Pilanör Kampları için bilgi istedi. Öğretmen çok memnun olduğunu söyledi, İsmet’ten bu ilginin nedenini sordu. İsmet Kırklareli’deki akrabalarından birinin gittiğini, ama karşılaşıp bilgi alamadığını söyledi. Ömer Öğretmen, uçaklardan, pilanörlerden, kamplardan uzun uzun söz etti. Öyle ki, sınıfta İsmet başta olmak üzere bu kamplara katılmam diyen kalmadı. Ancak koşulu vardı, hiç değilse lise düzeyinde bir okula ulaşmış olmak. Yani bizim için üç yıl beklemek. Öğretmen ayrılınca, Mehmet Yücel “Ya sabır!”diyerek sözünü tekrarladı. ”Bize çalışmaktan başka bir yol kalmamış, şeylerimizin üstüne oturup ulu uslu çalışalım, bakın önümüzde ne güzel yeni olanaklar çıkacak!”Mehmet Yücel’in bu doğru uyarısı, tekrar edilince kimilerini sıkıyor. İdris Destan’la Yusuf Asıl kıkırdaşıp Mehmet’e takıldılar. ”Gel seni Nasrettin Hoca yapalım. Hemen eşek diye tutturma, eşeğini tatilde bulup getiririz!”Mehmet “Olmaz!” benim eşeğim benim dilimden anlamış olacak, bak siz bile dediklerimi anlayamıyorsunuz, sayılarınızı arttırmaya hiç niyetim yok!” Yusuf Asıl İdris Destan’a çıkıştı, “Beni kandırıp, eşek yaptırdın, bir daha senin lafını dinlemem!”Hava yağmurlu, öğle yemekleri gecikmiş, töreni koridorda yaptık. Adem Gürçağlayan kendi sınıfını örnek tutup İstiklal Marşı’nı söyletti. Kapalı yerde gerçekten güzel söylendi. Bir yeni haber, Alpullu’da sinema varmış. Birileri için dert oldu, ”Ne zaman, nasıl gidilecek? ”Cumartesi tatlıları kesinlikle güzel olur, tulum tatlısı, revani, kadayıf. Burada bir de Ekmek Tatlısı eklendi, üstü kaymaklı. Bugün hangisi? İdris Destan fısıldadı, Ekmek Tatlısı. İdris yarın nöbetçi olduğu için bugünden mutfağa uğramış. Bir saate yaklaşık gecikmeyle yemeğe oturduk. Arif bir grup oluşturmuş, dünkü gittiğimiz yerlere gideceklermiş. ”Sakın kahveye gitmeyin!” diyorum, Yakup gülerek soruyor”Siz dün kahveye mi gittiniz? ”Hayır biz dün, fabrika müdürünü ziyaret ettik, bugün tatil, siz boşuna gitmeyin!”
Yeni, kesin duyuru, okul dışına-Bahçeden dışarı-çıkacak öğrenciler kasket giymek zorunda. Kasketsiz görülenler, suçlu sayılacak. İsmet dışarı çıkmak istedi, beraber çıkacağız. Çıkınca traş olacağız. Kendimiz olursak, 3 numara oluyoruz, Okul berber getirirse, berber bildiği gibi kesiyor. Çıkınca Arif’in grubuyla karşılaştık, ”Gezilecek yerleri sormuşlar, onlar da Atatürk’ün evini önermişler. Atatürk’ün evi yasak bölgede, özel izinle giriliyormuş. Okul yönetimi izin alırsa gezdirilecekmiş. Yeni bir olay, ”Ne zaman gezebiliriz? ”Berber bulduk. Sıra bekledik. Berber çok konuşkan bir genç, yakındaki pancar köylüymüş. Bizim köyü bilmiyor ama çok duymuş. Bizim köylüleri kılıklarından, bir de arabalarından tanıyormuş. ”Çoğu manda koşuyor!” diyor. Sonra da “Mandalar daha çok yük taşıyor!” deyip konuşmasını sürdürüyor. Bizim köyün karpuzunu biliyormuş, karpuz zamanı buraya getirenler oluyormuş. Bu arada bize bir öneride bulundu. ”Bir makine alın, bir birinizi tıraş edin!” dedi. Makineler hem ucuzmuş, hem de kullanmak çok kolaymış. Makineyi bana verdi, İsmet’in başında biraz gezdirdim. Olmadı ama o alıp hemen düzeltti. İsmet’le karar verdik ortak bir makine alacağız. Sakal tıraşı olmuyoruz ama yüzümüzde ikimizin de uzun tüyler çıkıyor. Makineyle onları da sık sık alırız. Berber “Makineyi buradan almayın, varsa kullanılmıştır, yenisi olmaz, büyük yerlerden almalısınız. En iyisi İstanbul’dan!” ”Edirne’den olmaz mı? ” diye sordum. Alacak olan güvendiğiniz biriyse Edirne’den de olur!”deyince Ahmet Ağabey, deyiverdim. Meğer o burada tıraş olmuş, berberle koşmuşlar. Berber “Küçük yerler böyledir, esnaf gelenleri hemen tanır, kaynaşırlar!” Makine fiyatlarını sorduk, 4-20 tl. arasında değişiyormuş. Bizim için şimdilik 4 liralık bile yeterliymiş. Ahmet Ağabeyde param var, Edirne’ye gidince aldıralım. Sevinip çıktık. Bu kez berber, makine alsanız da ara sıra uğrayın, düzeltmeler yaparım!” diyerek bizi uğurladı. Biz bir sorunumuzu çözmenin sevinci içinde, arkadaşlar Atatürk’ün Evini gezme olanağının sağlanması konuşmaları içinde derslikte toplandık. Herkes gördüklerini, duyduklarını anlatıyor. Derken ilk kez bir okul dışı bir haber hepimizi üzdü. Bir vapur batmış bir çok yolcu boğulmuş. Ereğli’de batmış. Ereğli sözünü çocukluğumdan beri duyarım, Tekirdağ yakınında bir yer. Orada denizin bir yerleri çok sığmış. Buraya yönelen gemiler batıyormuş. Balkan Savaşı’nda Trakya’dan karşıya geçmek üzere gemiye binen sayısız insan bu kayalı denizde batmış. Bizim köyden on kadar aile, bu arada benim en büyük amcam, ailesiyle birlikte sularda kaybolmuş. Babam Tekirdağ’daymış, onları uğurladıktan yarım saat sonra kazanın haberi gelmiş. O zaman “Düşman batırdı!”denmişse de sonradan geminin kaya uçlarına çarptığı anlaşılmış. Arkadaşlardan “Başka Ereğli de var!” diyenler oldu. Ne fark eder, insanlar gene ölmüş. Hepimizde bir üzüntü belirdi. Sınıfça bir gazete almaya karar verdik. Gazete adında birlik sağlanmadı. Ben, Köroğlu, gazetesini iyi biliyordum, önerdim. Önerime hiç kimse katılmadı. Sami Akıncı, ”Gazeteyi Türkçe Öğretmenine sorup almayı salık verdi. Öyle yaptık Arkadaşlar Sami’nin önerisine uydular, Türkçe dersini beklemek üzere sözleştik. Biz heyecanla sınıfımızda birlik oluşturmaya çalışırken bir grup küçük sınıf öğrencisi geldi. 4. sınıftan iki tanesi iyice küçük. Küçükler sıraları gezip kimin ne yaptığına dikkatle bakıyorlar. Ben daha önce yazdığım bir şiiri yeni defterime geçiriyordum. Küçük sordu, ”Sen ne yapıyorsun ağabey? Baktım, ”Ne yaptığımı görüyorsun, sen söyle!”dedim. ”Sen şiir yazıyorsun!” dedi. Şiirin ne olduğunu, herkesin şiir yazamadığını, onun akrabalarından birinin şiir yazdığını anlattı. Yanındaki onun kolundan çekip götürdü. Dikkatle baktım açıkgöz bir çocuk. Giderken “Gene gel, konuşalım, daha neler biliyorsun, anlat!”dedim. “Çok şey bilmiyorum, ama gelirim, sen de bizim sınıfa gel, öteki ağabeyler hep geliyorlar!” Çocuk kesinlikle köy çocuğu değil, diye düşündüm. Herhalde köylerde çalışan Öğretmenlerin çocuklarından!” dedim Arkadaşım “Eğitmen çocuklarında da olabilir!” diye ekledi. Halil de küçüğe “Açıkgöz” bir akşam gidelim bakalım neler anlatacak? ”diye istekte bulundu. Ben Alpullu’ya geleli küçüklerin derslikleri ne gitmediğim gibi Karaağaç’ta da gitmemiştim. Birden bire ilgim arttı. Yemeğe inince gözlerimle iki küçüğü aradım oldukça uzakta sağ köşede oturuyorlar. Çocuğu tanıdım ama itiş kakış içinde yemek yemeleri hoşuma gitmedi, birden gelişen ilgim kısa sürdü. Halil’e söyledim. O daha çabuk karar veriyor, kestirme söylüyor. ”Dur bakalım, daha bizim arkadaşlarımızla doğru dürüst anlaşamadık, gördün işte, 4 Mehmet’le 15 Hüseyin nerdeyse yumruk yumruğa gireceklerdi. Kavgaları hiç sevmiyorum, kavga edenleri görmek bile istemiyorum. Yapılan gürültüler yüzünden derslikte bile oturmak istemiyorum. Karaağaç’ta Kitaplık ne iyi olmuştu. Orada sürekli çalışmayı düşünmüştüm, olmadı. Burada kitaplık umudu yok. Belki gideceğimiz yerde olur. Sen daha iyisin, gürültü mürültü dinlemiyor çalışıyorsun. Ben çalışırken ses olunca okuduğumu anlamıyorum!”Kendi kendime küçüklerin gelişini uğurlu saydım. Arkadaşla konuşmamıza yardımcı oldular. Ben arkadaşın çalışmadığını görüyor, nedenini bir türlü soramıyordum. Benim çalıştığımı görünce de içinden kızıyor sanıyordum. Sandıklarım benim kuruntummuş, buna sevindim. Cumartesi geceleri öteden beri daha çok gürültü oluyor. Buna karşın geometri çalışmaya karar verdim. Üçgenler üzerinde durmuştuk. Öğretmen, ”Bu konuya gene döneceğiz!” demişti. Kitaba baktım, sahiden kesişen paralellerden sonra hemen üçgenler, dörtgenler geliyor. Üçgenler kenarlarına bir de açılarına göre adlanıyorlar:1. Üç kenarı birbirine eşitse, Eşkenar üçgen, 2. İki kenarı bir birine eşitse, İkiz kenar üçgen, 3. Üç kenarı da bir birinden farklı ise, Çeşit kenar üçgen, Açılarına göre, 1. Dik açıdan büyük açısı olan üçgenlere, Geniş açılı üçgen, 2. Üç açısı da dar olan üçgenlere, Dar açılı üçgen denir. Buraya kadar iyi anladım, ama arkasından gelen teoremleri bir türlü çözemiyorum. Arkadaşım bana sabır öneriyor, ”Onları da derste öğreneceksin.!”Bu ara küçük sınıflar tarafından alkış sesleri geldi. Alkışlar bizim arkadaşları uyardı. ”Hani cumartesi akşamları eğlence yapılacaktı? Karaağaç’ta bir iki deneme yapıldı, vazgeçildi. Nedeni de bir türlü anlaşılamadı. İsmet başta olmak üzere, Ahmet Güner, Yakup Tanrıkulu, Abdullah Erçetin, dört arkadaş, haftalık eğlence için izin isteyecekler. Ben kesinlikle istemiyorum. Eğlence dedikleri, kendisi istemeyenleri zorla kaldırıp oynatmak, zorla şarkı, türkü söyletmek. Ben kesinlikle katılmam. Kendi kendime diyorum bunları. Halil duyuyor yalnız. O da “İlerde belki fikrin değişir, katılırsın, karışma yapsınlar!” diyor. Arkadaşım haklı, belki fikrim değişir. Ben burada utanır oldum nedense, köyde akranlarım arasında en çok türkü söyleyenlerden sayılırdım. Özellikle bir türküm vardı, arkadaşlar bana, hep on söyletirlerdi. Bir gemim var, adalarda paslanır, yağmur yağar yelkenleri ıslanır. Deli gönül bir gün olur uslanır. Ağlama kara gözlüm yollan geldim amam yoruldum, bir yar için on yerimden aman vuruldum. Çıkabilsem aman şu mahpustan Saray’a-Davacılar dizilmişler aman sıraya. Kimsem yoktur aman gelsin girsin araya. Ağlama kara gözlüm yoldan geldim aman yoruldum. Bir yar için on yerimden aman vuruldum. Böyle uzar gider. Başka daha vardır, örneğin Hasan amcamdan öğrendiğim;Kız pınar başında yatmış uyumuş, o mamur gözlerini uykular bürümüş, Herkes sevdiğini yarim almış yürümüş. Ko desinler sana yarim on parmağı kınalı…… Ancak bunlar hep sevgili, yar üstüne söylenmişler. Öğretmenler bunları doğru bulmayabilirler. Ahmet Güner’in Edirne Köprüsü’nü çok beğendiler ama, Ahmet de çok güzel söylüyor, belki de onun için beğendiler. Kendi kendime kuruntulandım. Sonuçta kaçak davranmakta yarar gördüm. Şiir ezberleyip okumakta karar kıldım. Namık Kemal, Gemiciler, Unutma şiirlerini ezber biliyorum. Böyle karar vermeme karşın bu konuda rahatsızlık duyuyorum. Derslerde kalkmaya alıştım, hiç çekinmeden bildiklerimi söylüyorum da arkadaşlarla eğlence deyince bir tedirginlik içine giriyorum. Yanlış yaparsam gülecekler diye bir alınganlığım var. Oysa derste de yapamayınca pek ala gülerler. Zil çalınca bu düşüncelerle herkesten önce çıktım, hazırlanıp yattım. Yarım Pazar, banyo günü. Banyo için yarın açıklama yapılacakmış. Okuldaki banyo küçük, çarşıdaki banyo için anlaşma yapılmamış. Md. Yardımcısı Ömer Uzgil sorunu yarın çözecekmiş. Yüksek sesle konuşanları dinlerken uyudum.
8 Ocak 1939 Pazar
Nedense zilden önce uyandım. Bir hırıltı var, baktım yatak komşum Hilmi Altınsoy uyurken ses çıkarıyor. Hır, hır, hır. Hasta mı acaba? diye düşünürken zil çaldı. Hilmi de uyandı. Hiç bir şeyi yok gibi. Bana takıldı, ”Pazar günleri bari çalışmaya ara ver, sonra çok yorulur, hastalanırsın!”dedi. Şu Allah’ın işine bak, ben onun için tasalanıyorum, o da benim için benzer kaygıları taşınıyor. Hilmi arkadaşlar sınıf içindeki olaylarda büyük grupla küçük takımının arasında. Boyu kısas ama güçlü. Dün Arif’le itiştiler, az kalsın Arif’i yuvarlayacaktı. Boyuna göre çok güçlü. Giyindik, kahvaltıya beraber gittik. Ömer Uzgil Kahvaltıda. Rasim’i çağırdı, bir şeyler söyledi. Rasim yanımızdan geçip Sami’yi gitti. Hilmi tam arkamdaki masada sırtı bana yakın oturuyor. Döndü, ”Abi, bu Sami ile nasıl başa çıkacağız? Üstümüze çavuş oldu, çıktı, ödev verildi deyip atölyelere de inmemeye başladı. Anlamazdan geldim, sustum ama, anlamıştım, uzun uzun düşündüm. Dersleri iyi diye Öğretmenler onu seviyorlar. Biz de çalışalım, bizi de sevsinler, deyip kendi kendime bir yanıt buldum. Buldum ya sanırım tam olarak bu görüşe ben de katılmadım. Sami’nin kimi tavırları giderek böbürlenmeye kayıyor. Örneğin İsmet bizim traş makinesi alacağımızı söylemiş, Sami karşı çıkmış, “Yönetimin izni olmadan alamazsınız!” demiş. Gerçi İsmet kendi dilince terslemiş “Sana ne, sen kim oluyorsun da yönetim adına konuşuyorsun? ” demiş ama, bu yeterli değil. Biz zaten Fikret Madarılı Öğretmene sormadan almayacaktık. O, bizim sınıf Öğretmenimiz. Yalnız Hilmi bunları bana niçin söylüyor? Gördüğüm kadarıyla Hilmi, Mustafa Saatçı, İbrahim Tuzpahacı, Hüseyin Serin grubuyla sıkı fıkı arkadaş. Bunlarsa Sami Akıncı’nın dediğinden çıkmıyorlar. Aldırmadım, Sami ile karşılaşınca banyo işini sordum, Bugün akşama dek yıkanma nöbeti bizimmiş. Ömer Uzgil, memur Ahmet ağabeyle bugün çarşıdaki hamama gidip bakacakmış, uygun bulunursa belli zamanlarda gruplar olarak gidilecekmiş. Sevindim. Dersliğe gittim, kimse ile konuşmadan, tarih çalışmaya başladım. Çoktandır en çok ara verdiğim tarih dersi olmuştu. Bugünü sıkı çalışıp akşamı edeceğim. Yarın dilerim Ali Ağabeyim gelir. Tarih kitabını başlangıçtan Batı Hunları’na dek arka arkaya iki kez okudum. Birden ayırdına vardım, Batı Hunları daha açık anlaşılıyor ama kısa ömürlü olmuşlar. Doğu Hunları uzun ömürlü gibi geliyorsa da Batı Hunları gibi kesin bilgi kazandırmıyor okuyana. Batı Hunları’nı okurken aklıma geldi, A’ın Ögüst’ü nü dikkatlice aradım. Varmış, buldum asıl adı Oktavyanus’muş, Roma İmparatoru. A ona, büyük kral demişti. İmparator, elinde bir sopa. Resmi görünce güldüm, A beni çoban olarak mı düşündü ne? Kendimle benzer bir taraf bulamadım. Gene de A beni savunmuştu onu hiç unutmuyorum. İyi de Münevver Öğretmen nasıl bir benzetme yaptı onu ise hala anlamış değilim. Ama bir bakıma iyi oldu, A ile arkadaşlığımız, Ogüst aracılığı ile perçinlendi…Hava güzel, azıcık soğuk esinti var ama arkadaşlar arka bahçede oynuyorlar. Orası çukurluk, güneşli, pek rüzgar almıyor. Okuldaki banyo çok küçük olduğu için az kişi giriyor. Akşama kadar sürebilirmiş. Sami Akıncı güzel yazısıyla tahtaya bir duyuru yazdı. Banyo yapanlar, banyodan sonra derslikte oturacaklar, dışarı çıkmayacaklar. İsmet “Dayı siz şanslısınız, istediğiniz kadar gezebilirsiniz, Banyodan sonra zaten zaman kalmayacak, akşam olacak!” dedi. Halil Basutçu İsmet’e öneride bulundu, ”Dayın nasıl olsa derslikte oturuyor, yer değiştirin, sen banyoya daha geç gir!” Ben hemen “Olur!” dedim. İsmet bir şey demeden, Halil “Bak, o derslikte oturmaya dünden razı!”Herkes gülüyor. Susuyorum ama doğrusu anlayamadığım bir taraf var, ben ders çalışıyorum, onlar neden bunu doğru bulmuyorlar? Ben, Öğretmen sorduğu zaman, bilemezsem, kendimi aşağılanmış olarak sayıyorum. Bu duruma düşmemek için de oyunu, eğlenceyi hatta dinlenmeyi düşünmüyorum. Türkçe Öğretmeni Fikret Madaralı sık sık bir söz söylüyor. Özellikle derslerde çok geçen bir konuyu bilmeyenlere “Kaç defa anlatıldı, defterine yazdın , arkadaşların açıkladı, sen derste uyuyor musun “Sarsak!” deyip geçiyor. Bana bu sözü söylese utancımdan yerin dibine girerim. Ahmet Gürsel Öğretmen de öyle “Kaç defa tekrarladık be oğul, sende insaf yok mu, sabrımızı mı tüketmeye niyetlisin yoksa? ” deyip “Ya sabır!” çekiyor. Oysa sorulanlar en az defalarca tekrarlanmış konulardır. Ben böyle paylanma durumuna düşmeyeceğim. Oyun her zaman oynanabilir. Kimi oyunları da oynamasam ne çıkar? İdris Destan, Mustafa Saatçı nöbetçi. Yemekleri ballandıra ballandıra anlattılar. Havuçlu bilmem neli bir yemek, zeytin yağlı. Üzüm hoşafı, tas kebabı. 6 Ali sevmezmiş, yemeğin adı söylenince, ”Eeek, ben hiç sevmem!”deyip bir ses çıkardı. Arkadaşlar birden ona döndüler, ”Nankör, sevmezsen yemezsin, ağız bükmen, burun kıvırman ne oluyor ki? ”diye bağırıştılar. Ali şaşırdı kaldı. Sustu. Ben ortayı bulmak için zeytin yağının yararlarından söz ettim. Babamın sürekli zeytin yağ önerdiğini, kendisinin zeytin yağı ilaç gibi düşündüğünü, hastalara bile sık sık önerdiğini, bana zeytin yememi, çekirdeğini bile yutmamı övütlediğini söyleyince sinirler gevşemiş olacak, bakışlar bana döndü çoğu, ”Öyleyse bundan böyle bizim çekirdekleri de sana verelim!” demeye başladılar. Gerginlik geçti. Zil çalınca yemeğe şakalaşarak girdik. Sahiden benim hiç yemediğim bir yemek vardı. Soğuk, fasulye, kırmızı kesmeler, başka şeyler var. Bastım kaşığı yedim. Kimse yemek üzerine söz söylemedi ama tabakların çoğunda yemek bırakılmıştı. Yemekten sonra banyoya hazırlanırken İsmet, yer değişmekten vazgeçtiğini söyledi. Arif , Yakup, Mehmet Başaran, Hüsnü, Emrullah, Ahmet Güner, Kadir, çıkıp bizim köy yolunda yürümek istediler. Hemen onlara katıldım. Yollar kurumuş, rahat yürüyoruz. Okulun tam karşısında fabrika görevlilerinin sıra ile evleri var. Okulun karşısına gelen yolun kapıları açık. İlk bahçede çalışanlar var, fidanları altlarını kazıyorlar. Yola çok yakın, arkadaşlar” Kolay gelsin!” dediler. Adam çok memnun olmuş olacak ki, bize sorular sordu. Arkadaşlar, uzunca açıklamalar yaptılar. Adam kapıya çıkan eşine aldığı bilgileri aktardı. Edirne Lisesinde oğulları varmış. Kadın bize çay ikram etmek istedi. Bu kez bey, yolu göstererek, Burası her zaman açık olmaz, ben de her zaman burada olamam, isterseniz dağılmadan tepeye dek çıkıp etrafa bakın!” dedi. Buna çok sevindik. Yol doğru yokuş sırtına çıkıyor. Evler bahçeler içinde, sırtın doruğuna dek sıralanmış. Bakınarak tepeye çıktık. Ergene Ovası, Türkgeldi’den Sinanlı, Mandıra ovalarına dek görülüyor. Evler tel örgülerle çevrilmiş. Yukarıdaki evlerden çıkanlar oldu, soru soranlar oldu, bizi tanıdıklarına sevinenler oldu. Geri döndüğümüzde karşı evin insanları da çıktılar, özellikle baharda gene gelmemizi önerdiler. Yolumuza inince hepimizde büyük bir sevinç vardı. Pancar köye doğru, bizi iyi karşılayan insanlar üzerine konuştuk. Hepsi Şeker Fabrikası’nda görevli, fabrika onlara ev vermiş, buraya yerleşmişler. Belki bizler de böyle yerlerde yaşayacağız. Konuşa konuşa gidiyoruz. İki tarafta tarlalar var. Yoldan gelen geçen girmesin diye yol boyunca tel çekilmiş, boş tarlalar. Hasan Çevik Öğretmenin evini biliyoruz, o tarafa bakarken bir yazı gördük. Tele bir tahta takılmış, tahtada yazı. , Öğretmen Okulu Öğrencileri’nin Tarım Tatbikat Bahçesi. Şaştık, bu bizim okulun mu? Biz çalışmaya buraya mı geleceğiz? Uzak değil, Hasan Çevik Öğretmen her gün geliyor. Bizim okulun adı Köy Öğretmen okulu. ”Olsun, diyor arkadaşlar, uzun yazmamak için kısaltmışlar. Hani buradan kısa zamanda ayrılacaktık? Arif Kalkan en sakin olanımız, ”En kısa zaman bir yıldır. Bir kaç kişi birden karşılık veriyor. ”Karaağaç’tan iki ayda sepetlendik.!” Arif diretiyor. ”Orada Salih Omurtak vardı, ona karşı duramadık. Konuşmalar Salih Omurtak üzerine döndü. Çok cesurmuş, Bulgarlar bizim sınırdan içeri girmiş. Salih Omurtak askerin başına geçmiş Bulgaristan’daki Omurtak Bölgesine kadar gitmiş. Bu cesareti için Atatürk ona Omurtak soyadını vermiş. Ben, Omurtak adını nasıl duyduğumu, Muhtar Çavuş amcanın anlattıklarını tekrarladım. Arif, birlikleri teftiş ettiği sıralarda onların İğnece bucağına sık sık geldiğini söyledi. Pancar köyüne varmadan döndük. Bu kez hızlı yürüdük. Benim sıram gelmek üzereymiş, yetiştim. Dersliğe döndüğümde konu Tarım Tatbikat Bahçesi. Oraya gitmekten, kazma- kürek taşımaktan söz ediliyordu. Bizim, tepeye çıkmamızı söyleyen ev sahibinin bahçede çalıştığını söyledim. Güzel bahçelerden söz ettim. Kimin söylediğini tam anlayamadığım birisi “Sen git çalış!” deyince “Ben gidip çalışacağım, seni ise zorla götürüp çalıştıracaklar, ne haber? ” dedim. Herkes Fettah Biricik’e baktı. Sanırım o söylemişti. O sustu, ben de üstelemedim. Yemek saatine dek Tarım dersi, çalışma. bahçesi konu oldu. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmeni hepimiz seviyoruz ama işin içine iş yapma, çalışma sokulunca bir diretmedir gidiyor. Tarım derslerinde ne yapacağız? İstemeyerek gene söze karıştım, ” Öğretmen açık açık anlattı, bir şey yapma değil, bir şeylerin nasıl yapıldığını öğreneceğiz. Örneğin tarlalar dolusu pancar yetiştirecek değiliz ama pancar tohumunun nasıl yetiştiğini, bu tohumların nasıl pancar olduğunu yaparak göreceğiz. Bu kez Bekir Temuçin, ”Babalarımız onları biliyor, tohumu toprağa ekersin, çıkar kazarsın, olur!” dedi. Biraz sertçe, ”Ben sana pancardan söz ettim, sen pancarın nasıl tohumdan yetiştiğini biliyor musun? Senin baban hiç pancar tohumu yetiştirdi mi? ”diye sordum. Bekir sustu, ben konuştum. Pancar tohumu da soğan gibi bir yıl yetiştirilir, ikinci yıl o tohumlar ekilerek pancar olur. Pancar tohumunu çiftçiler yetiştiremez onu Şeker Fabrikası yönetimi yetiştirir, ekicilere dağıtır!” bunları söyleyince babaları pancar yetiştirenlerden çoğu şaşkınlıkla yüzme baktılar. İşte bunun gibi bilgileri edinip gittiğimiz yerlerde biz de yetiştireceğiz. Bizim köydeki Eğitmen Mustafa Ağabeyi anlattım. Aşı için komşu köylere nasıl çağırıldığını, şenliklerle arabalarla alıp arabalarla getirdikleri söyleyince kimi arkadaşlar “Ne iyi arabalarla gezeceğiz!” gibilerde işi şakaya kaydırdılar. Ben “O arabalara şuracıktaki bahçeye gitmekten kaçmaya çalışanlar ne yüzle binecekler ki? ”deyince herkes sustu. Kimileri Sami Akıncı’dan yeni Öğretmen nöbet listesini sordular. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmenin nöbetinde bu konu sorulup gerçek öğrenilecek. Rastlantı, Salih Öğretmen yarın nöbetçiymiş. Güldüm, Öğretmen ne diyecek ki? ”Hayır siz çalışmayacaksınız mı?” diyecek. Yarın Türkçe ile matematik dersleri var. İki dersin de ödevi okkalı. Arkadaşların kimileri bu ödevleri yapmadı ama, Tarım Bahçesi için haber bekliyorlar. Bazen, kendi kendime, ben mi yanlış düşünüyorum acaba diye duraksıyorum. Ancak derslerde Öğretmenleri kendi yanımda gördükçe yanılmadığımı anlıyorum. Çalışmaya, çalışanların yanında olmaya devam edeceğim. Matematik kitabımı açtım. Derslere ilk başladığım günler kesiradi, kesiraşarı diye başladığım, müselles, müstatil, münhani, mütevazülatla dediğim sözlerin hepsini unuttum. Gerçekten Ahmet Gürsel Öğretmen de, Fikret Madaralı Öğretmen de öyle demişlerdi. “Sen yeni sözlerle çalıştıkça eskiler ortalıktan çekileceklerdir!” Matematik kitabıma bakıyorum, kitapta geçen sözlerin çok azı bana yabancı geliyor. Aritmetik, Geometri, Matematik, Ondalık kesir, dört işlem, oran, asal sayı, Ortak bölen, en küçük ortak kat v.b. Verilen problemleri çözmekte zorluk çekiyorum ama bu, matematik bilgimin yetersizliğinden ileri geliyor. Hele geometride, doğru, dikme, paralel, simetri, kare, dik dörtgen, küp, prizma, silindir, küre sanki hep kullandığım sözlermiş gibi dileme yerleşti. Dört işlemi iyi kavradığım için ondalık kesirleri de rahatça çarpıp bölüyorum. Arkadaşların bazıları bana şaşkın şaşkın bakıyorlar. Hilmi Alınsoy gülerek, “Ağabey, (kendi aramızda konuşurken o da bana Kadir Pekgöz gibi ağabey diyor) bence sen ilk derslerde Ahmet Gürsel Öğretmenle alay ettin. Hiç bir şey bilmediğini söyledin, şimdi ise nerdeyse Sami Akıncı ile yarış ediyorsun. Bu nasıl oluyor?” diye sordu. “Ne alayı? Bana küp çiz dendiğinde turşu küpü çizdiğimi hepiniz gördünüz!” Okula girdiğimden beri verilen dersleri tekrar tekrar okudum, her ödevi en az iki üç kez yazdım. Türkçe dersi için iki defter doldurdum, geometri dersi için de ikinci deftere geçtim. Hilmi Altınsoy’a ondalık kesir çalışmaları yaptığım defteri gösterdim. Şaştı, “Öğretmen bunları ne zaman verdi?” diye sordu. “Vermedi, Öğretmen birkaç örnek gösterdi, ben kitaba bakarak bunları çoğalttım.” Hilmi, dudaklarını ısırarak “Vallahi sen çok yamansın, bu kadar okuma isteklisiydin de neden bu kadar ara verdin?” diye hayıflandı. Yemek için beraber çıktık, beraber yedik. Hasan Üner Hilmi Altınsoy’un hemşerisi, okulda en iyi arkadaşı. O da bize katıldı. Hasan çok kitap okuyor ama konuşmalara hiç katılmıyor. Sınıf arkadaşlarımızdan da çok şikayetçi, “Çoğu kavgacı, kaba güçlerine güveniyorlar!” diyor. Bana, “En iyisini sen yapıyorsun, karşı durana gereken cevabı veriyorsun. Her olayda okul yönetimini savunuyorsun. Susup kalıyorlar. Ben de biraz güçlü olsam aynı yolu izlerim!” Hasan’a baktım, küçücük bir çocuk, benden 5-6 yaş küçük olmalı. Dersliğe dönünce de bir süre konuştuk. Hasan’a kitapları sordum. Kitap sandıkları Sinanlı Köyündeki büyük depodaymış. Fikret Madaralı Öğretmen kitapların bir bölümünü yakında alacağız demiş. Ama ne zaman? Yerlerimize geçtik. Biraz da Türkçe çalıştım. Dilbilgisi ödevi vardı (Gramer) Cümle kuruluşu. İşi yapan-Yapılan iş, İşin yapılışı. Fiil, fail, meful (Özne, yüklem, tümleç) Ahmet Haşim şiir yazmış. Ben, Şiir okumayı severim. Ahmet Haşim’in şiirini okudum. Bu Okuma kitabıdır. Okuma kitabı beyazdır. Soruları Emrullah Öztürk’le Hüsnü Yalçın’a sordum. Sıkıldılar, bir şey söylemediler. Oysa ben konuşalım, isterlerse açıklama yaparım, diye düşünmüştüm. Arkadaşım Halil de yanlış anladı, “Onlar bir şey bilmiyorlar, onlara neden soruyorsun?” gibilerde bir şeyler söyledi. “Şu işe bak!” dedim, kendi kendime, sorma konuşma, salt sorulursa yanıt ver. Sessiz sedasız oturalım. Ama gürültüye gelince alasını yapalım. Oysa Öğretmen Fikret Madaralı özellikle Halil’le benden arkadaşlarla sık sık konuşmamızı istemişti. Ders dışında ben onlarla ne konuşayım ki? Aldım payımı gene matematik çalışmaya döndüm. Kesirli sayıların çarpımları… . İki haneli tam sayılara önce bir , sonra iki, sonra üç, sonra dört kesir ekleyerek tam sayılarla çarpmalar yaptım. Tek sayı kesirli çarpılan, sonra tek sayı kesirli, çarpan-çarpılan daha sonra çoğalan kesirli sayılara dek sürdürdüm. Amacım, çıkan sayının tam sayısı doğru okumak. Ya da virgülleri doğru yerine koymak. İsmet yanıma geldi, bana güldü. “Dayı senin iyice canın sıkılıyor galiba dedi. Yaptıklarımdan birini yazıp önüne koydum. Bir hayli uğraştıktan sonra yaptı. Benim yaptığıma baktı, ”Doğru!” dedi az düşündü, “Dayı anlayamıyorum, sen bunları nasıl yapıyorsun?” diye birkaç kez sordu. Halil İsmet’e “Dayın, hiç durmadan bunlarla uğraşıyor, yapmadan yerinden kalkmıyor” diye açıklamalarda bulundu. Gülüştüler. İsmet, “Ama yapıyor!” diye övgü bildiren bir sesle yanıt verdi. Bizim kafa kafaya verip konuşmamız Sami Akıncı’nın dikkatini çekmiş, kapıdan girince doğru bizim sıraya geldi. Biz, bize bir şey söyleyecek sandık. Sami bana ne çalıştığımı sordu. İsmet elimden defteri aldı Sami’ye verdi, “Bak dayımın çalıştıklarını gör!” dedi. Sami deftere göz attıktan sonra “Ne var bunda, bunlar hep gelecek derslerin konuları, hazırlık yapıyor, ne iyi. Ben de aynı şekilde çalışıyorum. O konuya gelince hiç zorluk çekmiyorum!” Sami bana, “En iyisini yapıyorsun azizim, devam et, çok faydasını göreceksin!” Teşekkür ettim. Sami gidince Halil, “Sami seni uzaktan uzağa gözetiyor, biliyor musun? Seni kendine rakip görmeye başladı!” dedi. Ben “bu olacak iş değil, Sami çok zeki, çok çalışkan aynı zamanda güzel konuşan bir arkadaş. Ben onunla ancak marangozluk, dülgerlik, tarım çalışmalarında yarışabilirim!” Ama arkadaşın dedikleri hoşuma gitti. Neden olmasın? Yatınca bir süre düşündüm, yarın Ali Ağabeyim gelir mi? Gelirse onu nasıl görebilirim? Ali Ağabeyim burada olduğumu duyduğuna göre gelecek. Nasıl bulacağını düşünmeye gerek yok, onun çok iyi konuştuğu Şefik Beyi var, fabrikanın tanınmış şeflerinden biri. Onu bulur, ona beni buldurur. İçim rahatladı. Beni Şefik Beye götürürse, fabrikayı gezmemiz de kolaylaşır. Düşündüklerimiz olmuş gibi sevinerek uyudum. Tek istediğim Ali Ağabeyim öğleden sonra gelmesi. Öyle olunca izin almak kolay olacak.
9 Ocak 1939 Pazartesi
Akşamki heyecanlar uçmuş, Ahmet Gürsel, Fikret Madaralı Öğretmenlerin derslerini düşünerek hazırlandım. Kahvaltıya inince nedense ilk önc ders Öğretmenlerini arıyorum. İkisi de varlar. Kahvaltıdan sonra hemen İstiklal Marşı söylendi. Adem öğrtetemenin yanında Salih Zeki Büyükaksoy’u görünce önce şaşırdım sonra anımsadım, bugün nöbetçi o. Haftalık banyo için bir duyuru yapıldı. Dersliklere geçtik. Türkçe Öğretmenimiz hemen geldi. Kısa bir konuşmadan sonra bir gazeteden geçenlerde olan gemi batışıyla ilgili bir yazı okudu. Bu konuda konuşmuştuk. Sami parmak kaldırıp, aldığımız kararları söyledi. Öğretmen bundan çok hoşnut oldu. “Size günlük gazete alın diyemiyorum, yatılı öğrencisiniz, bir çoğunuzun harçlığı yok denecek ölçüde az. Ailelerinizi tam bilmiyoruz. Okulun durumu da ortada, okul müdürüne söyleyecek söz bulamıyoruz. Adamcağız müdürlük değil iş takipçisi durumuna düştü. Bir haftadır, sizin banyo işinizi halledemedi. Yediğiniz günlük ekmekleri sağlamak bile başlı başına bir iş. Burası küçük yer. Doğru dürüst bir çarşısı yok. Eczanesiyle anlaşmak, fırıncısını ikna etmek, hamamcısını inandırmak insanı çileden çıkaran işler. Ekmek Babaeski’den, sebze, meyve türü yiyecekler Lüleburgaz’dan getiriliyor Bunlar yöneticiler için çok yıpratıcı işler. Neyse müdürümüz çok enerjik bir insan yılmadan, yorulmadan başarıyor. Ancak onun bu halini gördükten sonra daha fazla bir şeyler istemek insafsızlık olur. Bu nedenle gazete, dergi gibi kendimizin sağlayabileceğimiz gereksinimleri aramızda kotaralım. Haftalık, aylık dergilerle yetinelim. Gelenleri, elden ele değiştirerek okuyalım. Gönüllü katılmak, isteyenler bütçelerine göre bir katılımda bulunsunlar.” Bana doğrudan “Senin harçlık durumunu biliyorum, Ahmet Gökay senin ne denli tutumlu olduğunu bana anlattı. Seni bir dergiye yazabiliriz.” Benim dergi konusunda hiçbir fikrim yok, fiyatı hakkında bir an içimden bocaladım. Ama hiç bozuntu vermedim. Dersimize geçtik. Yeni konu işledik. Kuşlarla, avcılarla, doğa güzellikleriyle ilgili bir parça. Recep Kocaman okudu, Yusuf Asıl açıklama yaptı, İsmet okudu, Mehmet Yücel açıklama yaptı. Dersimiz iyi geçti. Benim gözlerim ön bahçe tarafında. Bizim köyün yolu o tarafta, ağabeyim durumu bilmediği için ön kapıdan bahçeye girip gelebilir. Ağabeyim, girgindir, işini görmek için, yasak masak anlamaz yürür. Böyle durumlarda bir terslikle karşılaşıp üzülebilir. Benim yüzümden üzülmesini hiç istemem. Geldiğini görürsem koşup yardımcı olurum. Matematik dersinde ter döktüm. Dersi hiç dinleyemedim. Şansıma Öğretmen daha önce yoklayıp da umduğunu bulamadığı arkadaşları sıra ile kaldırdı, kaldırdı oturttu. Sil yeni baştan çarpım levhasına döndü, çarpım yaptırdı, bölme yaptırdı. Zil çaldığı zaman, nerdeyse “Ohhhh!” diye bağıracaktım. Yemekte de tedirgin durdum, gözlerim kapılarda. Aslında, ağabeyimin geleceği de belli değil, varsayım. Hani gelirse kolay buluşalım. Sonunda Marangozluk Atölyesine inince Naci Öğretmenden on dakikalık izin istedim. Durumu anlattım. “Olur, işin bitince dışarıda kalma!” tembihini verdi, çıktım. Okul önüne dönüp fabrika tarafına yönelince Ali Ağabeyimle karşılaştım. Daha önce Şefik Bakay’ı aramış, o nedenle geç kalmış. Ali Ağabeyim ilkokul baş Öğretmeni Ferit Beyi de iyi tanıyormuş. Ferit Bey de Şefik Beyin iyi arkadaşlarından biriymiş. Şefik Bey Fabrika müdürü olmak üzereymiş. Ali Ağabeyim geri dönmedi, beraber okulun üst tarafına Ferit Beyin odasına gittik. Ferit bey iyi karşıladı. Hal hatır sordu. Beni getirip tanıştırdığına sevindiğini söyledi. Gülerek, ”Yaramazlık yapanlar olursa onun aracılığı ile sorunları çözeriz!” dedi. Ferit Bey, yakından oldukça yaşlı görünüyor. Şefik Bey’le bizim köye gelmiş, ama ben görmedim. Kahvenin önündeki asmayı andı, babamın çiçek severliğinden söz etti. Bana, ”Çiçek sever bir Öğretmen olursan, kendini insanlara daha çok sevdirirsin!” dedi. “Kupkuru bir okulla, çiçekler içinde bir okulu düşünebiliyor musun? Ne kadar farklı şeylerdir!” dedi güldü. Şefik Bey’den söz ettiler, çok çalışkanmış, girginmiş, işçi ile memuru bir tutuyormuş, Almanya’da bulunmuş, ihtisası pancar üzerineymiş, fabrika müdürlüğünü hak etmiş, çekirdekten yetişmişmiş!” vb. Ağabeyim izin istedi, ayrıldık. Çıkarken Ferit Bey, “Ben de gidiyorum!” deyip ağabeyimi durdurdu. Bahçeyi gösterdi, “Burasını kendimize ayırdık, buraya ağabeyleri almıyoruz, onlar da buna uyuyorlar, iyi ediyorlar!” dedi. Bir an şaşırdım, ağabeyim, ”Hoşça kal!” deyip ayrıldı. Arkasından bakakaldım. Neyse dönüp, haftaya geleceğini söyledi de, kendimi topladım. Biraz hayal kırıklığı içinde Marangozluk atölyesine döndüm. Naci Öğretmen, ”Duyduğuma göre her gün bir adamın geliyormuş, ne iyi değil mi? ” dedi. Ben, ”Ben bundan hoşnut değilim, bana ne yararı olacak? Kendi ailemden gelenlerin dışındakileri umursamam bile!” deyince Naci Öğretmen, ”Dur dur dur!”diye elini kaldırdı. Böyle düşünmene üzüldüm, insan hemşerilerine sıcak davranmalı. Yoksa çok gücenirler. Ben, “Derslerden geri kalmamak bakımından, diyerek açıklık getirdim. Naci Öğretmen ”Ben de öyle anladım zaten, insan tanıdıklarını görmezden gelemez. Haklısın, her gün de dersten izin alınıp dışarıya çıkılmaz!” Biz konuşurken kimi arkadaşlar bakıp bakıp güldüler. Kimisi Naci Öğretmen beni azarlıyor sanmış. Öyle ki, ne konuştuğumuzu duyma bahanesiyle yanımıza dek gelenler oldu. Bunu sanırım Öğretmen de anladı, Yakup yanımıza yaklaşırken Öğretmen, ”Benim dersimde, köyden gelenler olursa şimdiden izinlisin!” dedi. Hamdi Öğretmen de aynı düşüncededir. Sen, iznin bitince kalan işlerini yapan bir öğrencisin, böyle bir öğrenciyi kim kırar? ” deyip beni onurlandırdı. İçim rahat olarak arkadaşların yanına döndüm. Arka bahçeye açılan kapıların önüne merdiven dökülecek, tahta kalıp yapıyoruz. Kalın tahtaların birer yüzü, birer kenarı rendeleniyor. Yapılan çalışmaları benden önce Öğretmen değerlendirmiş, Halil, Salih, Hüseyin Orhan aferin almışlar. Ben bunu bilmiyordum. Kafamın yarısı köyde olmasına karşın dikkatlice planya kullandım. Benim rendelediğim kalasa bakan Öğretmen ”İşte bir Aferinlik, usta daha!” diye arkadaşlara gösterdi. Olayı anladım, daha dikkatli olabileceğimi düşünerek, sevinmekten çok üzüldüm. Kalıpları çaktık. En çok Halil’le ben çalıştık. Grubumuzda, Ahmet Güner, Emrullah Öztürk, Hüsnü yalçın, Arif Kalkan, Yakup Tanrıkulu, Mehmet Başaran, Kadir Pekgöz, Hüseyin Orhan, Halil Basutçu, ben, Hilmi Altınsoy, Hasan Üner, Salih Baydemir, Ali Önol, Bekir Temuçin arkadaşlar var. Gerçekten dördümüzden başkaları doğru dürüst rende, planya tutamıyorlar. Arif Kalkan’ı ayrı tutarsam ötekiler çalışmak da istemiyorlar. Kimileri güçsüz biliyorum. Örneğin Emrullah benim kadar güçlü. Ötekiler için fazla söyleyecek sözüm yok. Ali Önol, Bekir Temuçin, Yakup Tanrıkulu, Mehmet Başaran düpedüz iş derslerine karşılar. Kaçmak için yol arıyorlar. Oysa Öğretmenlerin söylediğine göre daha işlere başlamadık bile. Tarım Dersleri için de öyle. Bahçe alınmış, bakalım oralarda çalışırken ne yapacaklar?
Derslikte toplanınca konu gene Tarım Bahçesi olayına döndü. Doğruymuş, Hasan Çevik Öğretmen bu işe çok sevindiğini söylemiş. Tatil günlerinde pijamasıyla bahçeye inip taze sebzeleri toplayıp çiçeği kurumadan yiyecekmiş. Bunu Salih Bey’e de söylemiş, Salih Ziya öğretmen “Bal tutan parmak yalar!” demişmiş. Mehmet Yücel birilerini kışkırtmak için (şaka olduğu zaman hep böyle yapar) “Vay canına, adamlar biz daha ekip çapalamadan yetiştirdiğimiz sebzeleri paylaşıyorlar. Biz, yetiştirdiğimiz sebzeleri taze taze yemeyecek miyiz? ”Bir çoğumuz kırılasıya gülüyor. Hasan Üner, Ömer Seyfettin’den okuduğu bir öyküyü anlatıyor. Sami konuştu herkes sustu. ”Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen nöbetçi, kesinlikle akşam gelecek. Ondan sorup gerçeği öğreniriz!” Bir sessizlik, Mehmet Yücel gene karıştı. ”Arkadaşlar, sebzelerin en tazelerini bizim yiyeceğimizi söyleyelim!” İdris Destan bir öneride bulundu “Bu taze sebze işini bizim adımıza Mehmet Yücel söylesin!”Gülerek yemeğe gittik. Gerçekten Salih Öğretmen elleri arkasında bağlı gibi, yemek masaları arasında, dağıtılan yemeklere, eşit dağıtılıp dağıtılmadığına bakıyor çocuklarla konuşuyor. Çocuklara yemekleri sevip sevmedikleri soruyor. En çok sevdikleri yemekleri, tatlıları soruyor. Çocuklar, ”Eski tabaklarımızı istiyoruz!” diye bağırdılar. Salih Öğretmen, ”Ben size yemek diyorum, siz tabak anlıyorsunuz. Bizim tabaklarımız dedikleriniz, sizin değilmiş ki şimdi ortalıkta yoklar!” deyince Öğretmenle birlikte duyan tüm çocuklar güldü. Arkasından tekrarlanan bir söz, ağızlara takıldı. “Bizim olmadıkları için yok oldular!” Bizim masalara yaklaşınca bir sessizlik oldu. Öğretmen, “Aranızda meraklısı varsa bir yoklama yapsın, ”Öğrenciler, hatta Öğretmenler hangi yemekleri daha çok seviyorlar, hangi tatlıları istiyorlar, ortalama bir toplama yaparız, muhasebeye veririz. Onlar buna hesaplarına göre uyarlar!” Bizim arkadaşlar hemen “Bunu Sami Akıncı yapar!” Öğretmen ciddileşti, “Anlayamadım? Bunu herhangi iki arkadaşınız yapamaz mı? Neden Sami diye birisine yıkıyorsunuz? Herkeste bir şaşkınlık. Yenilgiyi siz baştan kabullenmişsiniz. Sami arkadaşınız kendisine çalışıyor. Siz davulluğu kabullenip tokmağı Sami’ye teslim ediyorsunuz. İstemem böyle şey, lütfen benimle konuşurken böyle saçmalıkları ortaya getirmeyin. Söylediğim öneriden vazgeçtim. istediğimi ben başka yolla hallederim!” Öğretmen hiç alışmadığımız, daha doğrusu onda görmediğimiz bir umursamazlıkla bizim masaların arasından karşıya geçti. Bizim tarafta tam sessizlik. Kaşık tıkırtısından başka bir süre ses çıkmadı. Şakacı arkadaşımız, kendi köylüsü Mehmet Başaran’a takıldı. “Mehmet oğlum, sen bunlara kulak asma, gel sen bizim Ceylan Köyünde kaç tane Mehmet var, onların sayısını öğrenelim. İkisi burada, onları unutma!” Bir tıslama pıslama başladı. Ancak neşeler kaçmışı. Derslikte gene Tarım Bahçesi konusu açıldı. Konuyu ortaya kim getirecek? Herkes bana baktı. Anladım, “Ben sorarım!” dedim. Ama neyi soracaktım? ”Bir yazı gördüm, oradaki yazı bizim okulun mu? "Tamam!” dediler, “O kadarını sen aç, ötesini Öğretmen getirir!” Bir süre sonra, gerçekten Öğretmen geldi, eskiden olduğu gibi sıraların arasında gezdi, yaptıklarımızla birer birer ilgilendi. Önümde tarih kitabı açıktı, aldı baktı. Tarihin en karanlık sürecini okuyorsunuz, bu bölüm zordur. Buraya bakıp tarihi hep böyle sanmayın, ilerde çok zevkle okuyacağınız bölümler olacaktır!”. Bu sözlerini yumuşak bulduğumdan, parmak kaldırdım, ”Bir soru sorabilir miyim? ”dedim. Gülerek, “Aman ha, sorun tarihten olmasın!” dedi güldü. ”Okul ilersinde tel örgü!” deyince, ”Anladım, sözü bizim sebze bahçesine getiriyorsun, evet orasını kiraladık, geçici olarak orada sizinle çalışmalar yapacağız. İsteklerimize tam uygun değil ama bu civarda belki de en iyisi. Çevre koşullarına uyarak önümüzdeki günlerde çalışmaya başlayacağız. Madem sordun, sözü sen başlattın, ben de sana söyleyeyim, bahçede en çok iş sana düşecek, çevreyi bilen bir çiftçi çocuğu olarak senden çok şeyler bekleyeceğim. Ne yazık ki çalışmalarımız salt sebze üstüne olacak, Zaten bahçe de 6 aylığına kiralandı. Anlaşmamız mayıs sonunda bitecek. Mayısa kadar ne yetiştirebilirsek karımız olacak. Gene bana dönerek, ”Haydi sana zevkli bir araştırma, bu altı ay içinde neler ekip beslenmemizde kullanabiliriz?” Arkadaşlar gülüştüler. "Al işte iş, istediğin kadar çalış diyenler oldu. Bazılarını Öğretmen duydu, güldü: ”Değil mi ya, al sana bir zevkli iş daha!” dedi. Öğretmenin “Zevkli iş!” demesi fısıltıları kesti. Öğretmen bana, ”Çarşamba günü dersi derslikte yapacağız, o zamana dek hazırlığını yap, arada konuşalım!” dedi. Öğretmen gidince beklemediğim bir şey oldu, Mehmet Yücel, Sami Akıncı, Harun Özçelik, Sefer Tunca beni destekler konuşmalar yaptılar. Herkes bildiği sebzeleri söyleyecek, kocaman bir liste yapacağız. Öğretmen bunlardan seçme yapacak. Çok sevindim. Gerçi beş-on dolayında sebze biliyordum ama arkadaşların katkıları beni daha mutlu etti. Yatağa yattığımda ummadığım gibi bir gün geçirdiğimi düşündüm. Bir olumlu, bir olumsuz olmak üzere sırayla duygular içinde gezdim durdum. Ama Öğretmenlerin yaklaşımı tümden olumlu geldi. Özellikle Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmenin benden yardım istemesi arkadaşların bazıları için bir uyarı oldu. Ağabeyimin Ferit Bey’e uğramasını bir şanssızlık saydım. Haftaya gelince, ön bahçeye girmesini kesinlikle önlemeye çalışacağım. Belki de izin alıp fabrika kapısındaki beklemede karşılayacağım. Akşam yatarken planladığım gibi bütün ilgim önümüzdeki pazartesi günü Ali Ağabeyimle iki ikiye kalmak, köyden doğru bilgiler almak. Salih Öğretmenin yarınki ödevi bile o denli önemli değil.