Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

22 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

 

Öğretmen Öğütlerinin Olumlu Etkileri

 

15 Şubat 1939 Çarşamba

 

Zil sesiyle uyandım. Kalkınca Hilmi’ye sordum, “Çok mu bağırdım, neler söyledim?” Bu kez de Hilmi olayı bile unutmuş. Ben sorunca anımsadı. “Bağırma değil de bağırmaya çalışıyordun. Homurdanır gibi, anlaşılmayan sesler çıkarıyordun, yük taşır gibi zorlanıp geriliyordun.” Giyinip aşağıya inince önce örülmüş duvara baktım. Duvarı görünce benim gördüğüm duvarın bu olmadığını düşündüm. Daha doğrusu o duvar belleğimden silindi. Konuştuğum kişi silik olarak bir süre daha durdu. Kahvaltıda gözlerim Sabit Soysal Öğretmeni aradı. Giderek kendime uğur saymaya başladım. Kahvaltıda biraz sonra gireceğimiz dersin Öğretmeni olursa o günkü derslerim iyi geçiyor. Kendi kendime “ Gelmemiş!” derken Öğretmen gülerek yanımızdan geçip girdi. Sevindim. Arkadaşlardan bazıları sinirlendiler. Sinirlenenlerden bir Hilmi Altınsoy, “İnsan gidince birkaç gün kalır!” diyor. Soranlar oldu, Sen Öğretmen olunca öyle mi yapacaksın?” Hilmi sinirlenerek, “Vallah ben öyle yaparım, babamı bile dinlemem!” dedi. Köyde Öğretmen olacağına göre kim karışır kim ne dermiş!

Üçüncü sınıfta okuduğum yıl bizim köyde olan bir olayı anlattım. Çok kar yağmıştı. Odun bitmiş, çocuklar odun taşımaya başlamıştı. Öğretmen derslere ara verdi. Bir süre okula gitmedik. Kar tam olarak kalkmadan okula gene başladık. Bir gün iki adam geldi, onları görünce Öğretmenimizi bir telaş aldı. Bize bir şey söylemedi ama olağanüstülük gözümüzden kaçmıyordu. Konuklar dersliğimize girdiler, önümüze birer kağıt koyup, adımızı numaramızı yazmamızı istediler. Dediklerini yaptık. Kalemleri hazırladık, sorduklarını yazacağız. Uzun boylusu doğru söylemenin namus işi olduğu üzerine etkileyici sözler söyledi. Sonra da Okula kaç gün gelmediğimizi yazmamızı istedi. Hepimiz parmaklarımızı sayarak kendi doğrularımızı yazdık. Ancak daha önce de bize benzer soru sorulmuştu, sonunda Öğretmenin ceza aldığını duymuştuk. O zaman soru soran başka bir müfettişti. Bunların da müfettiş olduklarını anladık, ona göre tavır aldık. Ben, tek kar yağdığı gün okula gitmediğimi, ötekilerin de aşağı yukarı azaltılmış söylediğini umuyorduk. Bir arkadaşımız ise inandırıcı bir şekilde 20 gün okulun açılmadığını yazmış. Doğrusu da oymuş. Kağıtlar toplandı, kısa boylusu kağıtları çantasına koydu. Bize teşekkür ettiler. Adlarını tahtaya yazdılar. İlköğretim Müfettişi Abdi Yalçın, İlköğretim Müfettişi Hüseyin Hüsnü! İkisi de ayrı ayrı bizimle konuştu. Bize, “Yalan yazdınız!” demediler. Ancak, “Biz size doğru soramadık, yanlış sorduğumuz için siz de yanlış yanıtladınız. Sakın yanlış yazdık diye üzülmeyin. Siz 20 gün ders yapmadınız. Biz bunu biliyoruz ama sizden de duymak istedik. Siz de biliyorsunuz ki tam 20 gün ders yapmadınız. Ama sizler hemen hemen her gün okul bahçesine gelip oynadınız. Bu gelişlerinizi de düşünerek gelmediğiniz günleri buna göre söylediniz. Sakın kendinizi yanlış bilgi verdim diye, kınamayın. Rahat olun biz gerçeği bulmak için gelmiştik, bulduk!” deyip gittiler. Birkaç ay sonra Öğretmen bizim köyden başka yere ayrıldı. Öğretmen, köyde çok seviliyordu. Buna karşın birileri onu, ilgili yerlere duyurmuştu. Günlerce değil, aylarca belki de yıllarca bu konuşuldu ama ip ucu bulunamadı. “ Haksızlık yapılırsa er geç karşılığı görülür!” dendi durdu. Çünkü okul tam 20 gün kapanmıştı. Hilmi Altınsoy bana gene sitemde bulundu, “Ağabey, sen de her söze karşılık bulursun, ben Öğretmen olacak mıyım? Öğretmen Hilmi Altınsoy gene gene bu kafayı mı taşıyacak? Öğretmen olmuşum gibi bana uzun uzun geçmişleri anlatıyorsun!” Güldük, el ele tutuşup dersliğe geçtik.

Az sonra gülerek Sabit Soysal Öğretmen geldi. “Günaydın!” dedi. Oturdu, kitabı açıp karıştırmaya başladı. “Saati olan var mı?” diye sordu. Hiç birimizde saat yok. Kısık seslerle “Yok!” diyebildik. Bu defa da, “Tabii pusulanız da yoktur!” deyip güldü. Devamla, “Siz köylerinizi nasıl bulacaksınız?” diye sordu. İsmet hemen yanıtladı, “İzin verin biz köylerimizi kolay buluruz!” dedi. Öğretmen güldü, “Peki nasıl bir yöntem kullanarak bulacaksınız? “Bu kez arkadaşlar güldüler, “Trenle, arabayla, hazır yollarla buluruz!” dediler. Öğretmen, “Onlar olmasaydı ne yapacaktınız?” Olayı sonunda anladık, Öğretmen bize yönleri anımsatıyor. Mehmet Yücel çevik davrandı, bildiği yön işaretlerini saydı. Öğretmen, “Gece olunca!” der demez, başka arkadaşlar da söze karıştı, “Kutup Yıldızı” ortaya atıldı. Bu kez kutup yıldızının bulunması soruldu. Bir anlatan oldu ama Öğretmen, verilen yanıtları yeterli bulmadı, kalktı tahtaya çizdi. Çizdiği yıldız kümelerine adlar taktı. Büyük ayı, küçük ayı, dedikten sonra onları da cezveye benzetti, büyük cezve, küçük cezve dedi. Onların bir arka bir de ön uçlarından çizgiler çekerek Kutup yıldızını gösterdi. Aynı çizimler kitabımızda da vardı ama çok silik ya da siyah üstünde gösterildiği için fark edilemiyordu. Öğretmen birden kaç kez bir öneride bulundu, “Sizinle küçük bir gezi yapalım mı?” Nedenini bilmeden hepimiz “Yapalım!” dedik. Öğretmen kalktı, “Haydi öyleyse düşün önüme!” deyip bahçeye indi. Hava açık olduğu için çok sevindik. Cumartesi günleri beden dersinde koştuğumuz Babaeski yoluna çıktık. Okulun karşısına düşen tepede durduk. Çok gidip geldiğimiz için çevreyi tanıyorduk. Öğretmen belli yükseltileri gösterdi. Nelerden nasıl yararlanabileceğimizi anlattı. Gerçekte bizim yabancımız olmayan işaretlerdi bunlar; ama biz derli toplu anlatmasını bilmiyorduk. Tepenin, derenin, dağın, yamacın, gün batımının, gün doğumunun ne olduğunu içimizde bilmeyen yoktu. Ancak bunlara bağlanan bilgileri toparlamakta zorlanıyorduk. Öğretmen tatlı tatlı anlatarak bizi uyandırdı. Konuşa konuşa okula yöneldik. Bu arada yola yakın topraklar hakkında da Öğretmen bilgiler verdi. Trakya’nın özellikle de Ergene ovasının verimli topraklarına örnek oluşturduğunu, sayısız ürün için elverişli olduğunu, en çok para getirenin pancar olduğu için çiftçilerin pancara yöneldiğini anlattı. Bahar gelince bir de gece aynı yere çıkıp yıldızları izleyeceğimizi öğrenip, sevindik. Sabit Soysal Öğretmeni derslerde az konuşan biri olarak tanıyorduk. Oysa yol boyunca hiç durmadan anlattı, rüzgarın, meltemin, esintinin, boranın, fırtınanın, tayfunun, hortumun ne olduğunu yürürken öğrendik. Hep duyduğumuz sözlerdi ama aralarındaki farkları hiç düşünmüyor, birini ötekinin yerine rahatça kullanıyorduk. Bir Sonraki dersimiz Tarım, Salih Ziya Büyükaksoy gelmedi. Aşağıya çalışmaya gideceğimiz söylendi ise de “Gelin!” diyen olmadığı için derslikte oturduk. Hasan Üner kitaplığı açtı, isteyenlere kitap verdi. Bir süre derslik kitap okuyanlarla doldu. Çoğunluk kitap okuyor. Ancak birileri gene arada mızıkçılık yaptı. Okuduğu kitaptan bir şeyler öğrenip hemen yanındakine anlatıyor. Derken birisi okuduğu kitapta bir ayıplı yer bulmuş. Bir fıs fıs başladı. Çok gizli yapılan bu fısıltı öğle yemeğinde devam etti.

Öğleden sonra tarım yerine atölyelere indik. Biz, dülgerlikteki arkadaşlar o fısıltıyı duyduk ama pek ilgilenmedik. Bu nedenle rahat rahat çalıştık. Yapılan binada bir arka büyük pencere var, bir de önde kapı. Arka pencere yüksekte dar uzun, iki kanat. Kapı da çift kanat. Hamdi Bağ Öğretmen çizimini yaptı, bize anlattı. Duşlu bölmeler olacağı için duşlar sırasında pencere olmayacak. Duşların üstü açık olacağından arka pencere ile kapı üstündeki pencere yeterli görülmüş. Resimlerden pek anlayamadım ama Öğretmene güvenim olduğundan, arkadaşlar gibi ben de dinleyip anlamış gibi davrandım. Verilen ölçülere göre, kapı-pencere kasalarını hazırladık. Kasalarda geçme yok ama kapı dayanakları geçmeli olacak. Bu kez Naci İnan Öğretmen çerçeve, kapı kanatları geçmeleri için çizimler yaptı, bize inceden inceye anlattı. Kapı kuşaklarını hazırladık. Kapı kuşakları, kapının üstüne gelen ağaçlar. Bunlar, kalın lentolar. Üstüne tuğla örülecek. Bugün çizim izledik, az denilecek kadar kalın lentolar kestik, Kapılarla pencere kasaları içinde on beşlik kalaslar hazırladık. Kerestelerin de inceliğine kalınlığına göre adlarını öğreniyoruz. Kalas lento, çıta süpürgelik , lata, pervaz, konç, tahtta. Şimdiye dek ben, gördüğüm biçilmiş ağaçlara ya kereste ya da tahta diyordum. Naci İnan Öğretmen, “Bizde de tahta var!” deyip, gitti 20 cm’den geniş 2-3 cm. kalınlığındakileri “Bunlar tahtadır!” diyerek 4 metrelik yığını gösterdi. Hamdi Öğretmen bugün durmadan çerçeve başlarının oyulacak yerlerini çizdi. Tezgahın başına kalıp takıldı. Bu kalıplara göre çizilenleri yarın biz keseceğiz. Harun bir, Salih iki deneme yaptı, “Aferin!” aldılar. Atölyeden çıkınca duvarların tamamlanmış olduğunu gördük. Yalnız kapı, pencere kenarları girintili çıkıntılı bırakılmış. Naci İnan Öğretmen bizden sordu, “Bunları neden böyle gedik gedik bırakmışlar?” Ben bilmiyordum, Salih yanıtladı: “Onları bize bırakmışlar!” Sonra da açıkladı, “Oralara takoz konacak, çerçeveler o takozlara çakılacak!” Salih Baydemir, bize göre iyi bir usta. Dersliğe dönünce duvarcıları, kendi işlerinin azalması sevincini yaşadıklarını gördük. Bize, “Tatil işi size kaldı, çabuk bitirin, bir an önce gidelim!” Salih Baydemir, başarılı çalışmaları sonunda oldukça açıldı, “Merak etmeyin, iki gün içinde biz de bitireceğiz!” deyince, herkeste bir sevinç. Parmakla günler sayılmaya başlandı. Oysa binanın bitmesi, salt duvarla kapı değil bunu kimse düşünmüyor. Yemekte tarım dersleri Öğretmenimiz Salih Ziya Büyükaksoy yalnız oturdu. Nöbetçi olduğunu anladık. Kesinlikle bizim dersliğe gelir. Biz ondan soru sormazsak kuşkusuz o bize soracaktır. Arkadaşlar hep benim gibi düşünüyor. Sahiden de bir süre sonra geldi. Bizimle çoktandır konuşmadığını, iyi olup olmadığımızı sordu. Ailesinden biri rahatsız olduğu için izinli ayrıldığını söyledi. Şeker fabrikasını 20/3/1939 günü gezeceğimizi muştuladı. Arkadaşlar bahçe çalışmalarımızı sorunca, “Ona da tatilden döner dönmez başlayacağız!” dedi. Galiba ya yorgun ya da üzüntülüydü, fazla konuşmadı, bize iyi çalışmalar dileyerek ayrıldı.

Öğretmen gider gitmez önde gene fısıltılar, gizli gizli konuşmalar başladı. Benim kadar Halil de meraklanmış olacak, “Ne yapıyor bunlar? “diye sordu. Bu kez Hüsnü Yalçın bize döndü, elini ağzının bir tarafına tutarak anlattı. Kitabın bir yerinde bir kadından söz ediliyormuş. Kadın güzelmiş ama hiç evlenmiyormuş, Evlenmemesinin nedeni de, orasında (Apış arasında) kocaman bir “ben” varmış. Kitapta bu anlatılıyormuş. Arkadaşlar, bunu aralarında giz olarak saklıyorlarmış Daha doğrusu saklayamamışlar. Fısıl fısıl konuşuluyor ama herkes bir birine gene gene anlattığı için gizi miz kalmadı. Kadının orasındaki beni bahane edip arkadaşların, ayıplı bir şeyi gizlemeye kalkışmalarına şaştım. Yapılan gizleme değil düpedüz açıklamaydı. İş fısıltıya dökülerek insanların ilgisi çekiliyordu. Bu duruma herkes gibi ben de güldüm ama benim gülme nedenim onlardan farklıydı. Bir süre sonra da o gizli şeyi herkes öğrendi. Öğrendi ama konuşmalar daha bir süre uzadı. Konuşanlar gene o gizlicilerdi. Kitabın adını bir daha yazdım: Mare Nostrum (Bizim Deniz) Ben düşünerek değil kitabı okumak istediğim için yazdım. Yattığımda İsmet yanıma geldi, aynı olayı anlattı, arkadaşlardan yakındı. Bu kadar basit bir olaya neden bu denli önemsendiğine şaştığını söyledi. “Sen onların fısıltılarının ne olduğunu bilmiyorsun, bilsen kızardın!” dedi. Bildiğimi söyledim. “Bana zararı dokunacak bir durum olmayınca ben neden kızayım, ne yaparlarsa yapsınlar, neye gülerlerse gülsünler. Ama sen onların yaptıklarına katılıyorsun, deyip onun hakkındaki fikrim de açıkladım. Sabah konuşmak üzere ayrıldık. Ay sonunda tatile gideceğimize göre günleri saydım;on iki gün var. Tatil başlangıcı pazartesi gününe rastlıyor. Trenle Lüleburgaz’a oradan da arabayla köye gideceğim. Pazartesi Lüleburgaz’ın pazarıdır. Ali ağabeyim gelmezse bile köyden araba bulunur. Kendi kendime “Ya gelmezse!” diye telaş yaratıyorum.

 

 16 Şubat 1939 Perşembe

 

Zili duydum, hemen kalktım. Dersimiz Türkçe, Öğretmen gelir gelmez gazeteyi soracak. Dün unutmuşum, yanından geçtiğim halde üsteki gazetenin gününe bakmamıştım, Gittim baktım, konmuş. 14 Salı yazıyor. 15 Çarşamba, bugün gelecek. Türkçe Öğretmeni kahvaltıya geldi. Öğretmen yeni elbise giymiş, gene gri ama boyuna çizgili. Biraz eskilere benziyorsa da yeniliği fark ediliyor. Madaralı Öğretmenin kravat düğümü öteki Öğretmenlerinkilerden hep büyük oluyor. Bekir Temuçin işmarını yaptı, Öğretmen de hızla içeri girdi kapıyı kapatarak döndü “Günaydın!” dedi. “Sağ ol!” dedik, oturmamızı söyledi, oturduk. Öğretmen yerine oturunca “Çocuklar!” diye söze başladı. Tatil söylentilerinin yoğunlaştığını, okulumuz geç açıldığı için öbür okullar gibi normal zamanda tatil yapamadığını, bu kez özel izinle tatil yapacağımızı, bu izinin istendiğini, bugün yarın da yanıtın beklendiğini anlattı. Öğretmen bunları anlatırken arkadaşlar neşeli bir yüzle izlediler. Ancak Öğretmen bu karışık ya da belirsiz durumun bizim çıkarımıza olmadığını, geldi- gitti derken ders kesiminin de gelebileceğini, bununsa bizim sınıf geçmemizle doğrudan ilgili olduğunu; bu nedenle ders durumumuzu şimdiden öğrenip ona göre çaba göstermemizi söyledi. Defterini açarak, şimdiki durumda on kişinin geçerli not aldığımızı, öteki arkadaşların durumlarının tehlikeli olabileceğini anımsattı. 11, 18, 26, 44, 49, 51, 61, 66, 70, 72, numaraları okuyarak, “Bunlar geçer notu almış durumda!” dedi. Arkadaşların neşeli yüzleri birden değişti. Yusuf Asıl’ın bu grupta olacağını düşünmüyordu. Hemen sordu, “Bizi bir daha kaldıracak mısınız?” Öğretmen, “Elbette, bunu zaten bunun için söylüyorum. Ancak ben sizi tekrar tekrar kaldırıp sizi de üzmem kendimi de. Çalışan kendisi kalksın başaramazsa suçu kendinde arasın!” Yusuf hemen parmak kaldırdı, onu 4 Mehmet izledi. Yusuf sorulara doğru yanıt verdi. Kitabımızdan bir parça okuttu. Yusuf parçayı güzel okudu, anlatılanı doğru anlatamadı. Öğretmen, Yusuf’un dikkatini çekti, özel bir görev verdi. Bir öykü okuyacak, özetini çıkarıp, Öğretmene verecek. Öğretmen bak arkadaşlarından uygun bir öykü al deyince ben, “Bende var!” dedim. Öğretmen, “Bak arkadaşından al, onu bana pazartesi günü ver!” dedi. Bende Oscar Wilde’nin öyküleri vardı. Bahtiyar Prensi ben özetlemiştim. Gül-Bülbül’ü de Yusuf yapsın, istedim. 4 Mehmet Aygün kalktı. Öğretmen defterine baktı, Mehmet’e, “Seni kaldırmışım, yeterli de not almışsın, numaranı okumadım mı?” diye sordu. Mehmet Aygün son derece sevindi. Yerine oturdu. Yerine oturunca tüm arkadaşları gülümseyerek gözleriyle aradı. Öğretmen gördü, o da tıpkı Mehmet gibi gülümseyerek Mehmet’i izledi. Yusuf Asıl el kaldırdı. Zil çalınca, Öğretmen ayrıldı. Yusuf Asıl son günlerde herkese takılan bir arkadaşımız. Arkadaşlar da ona o derece takılıyorlar. İsmet, “Sen de 4 Mehmet gibi ucuz kurtulacağını sanıyorsun ama, öyle yağma yok. Şimdi zor sorularla karşılaşırsan göreceksin gününü” deyince, Yusuf çok bozuldu, gözleri sulandı, sustu, baktı. Ağlamak üzereyken Öğretmen kapıdan girdi. Yusuf hala kendini toplayamamıştı. Öğretmen sordu “Ben sana otur! demedim mi, teneffüste neden oturmadın?” Yusuf bundan da alındı, Öğretmenden özür diledi, başka derste kalkmak istediğini söyledi. Öğretmen güldü, “Pekiyi!” diyerek, oturmasını istedi. Ancak olayı bilmediği için Yusuf’a takıldı, “Kararsızlık insana zarar verir, iyi çalıştığına emin olmadan bir daha kalkma!” Yusuf yığılır gibi yerine oturdu. Öğretmen okuma kitabından bir sayfa açtı okudu. Arkasından, Abdullah Erçetin’le, İbrahim Ertur’a da okuttu. Parçada anlatılanları tekrar Bekir Temuçin’e sordu. Bekir doğru yanıtlar verdi. Yusuf suskun duruyordu. Öğretmen yanına gitti. Yusuf’a “Hadi canım, böyle alıngan olma, gelecek derse iyi hazırlanırsın, ben gene kaldırırım!” dedi. Arkadaşlar güldüler. Öğretmen Yusuf’un neden bozulduğunu anlamamıştı. Yusuf biraz toparlandı. Arkadaşlar gülünce o da gülmeye başladı. Öğretmen Hasan’a kitap listesini sordu. Hasan listenin Ahmet Gökay’da olduğunu söyleyince, Öğretmen, “Listeyi değil, arkadaşlarınızdan kitap alanların listesini istiyorum!” dedi. Hasan listeyi verdi. Öğretmen listeyi inceledi, kitap almayanların numaralarını tahtaya yazdı. 6-7-15-50-53-60-73-75-77-78 Numaraları saydı, “Burada da on kişi çıktı karşıma !” dedi. “Aynı kişiler değil ama sayıların değişmemesi ilginç” dedi, güldü. Kitap almamış olanlara birer birer sordu, “İşiniz mi çoktu, unuttunuz mu? Yoksa okumak istemiyor musunuz?” Salih Baydemir, Kadir Pekgöz, Hüsnü Yalçın zayıf derslerini düzeltmek için derslere çalıştıklarını, bu nedenle kitap almayı geriye bıraktıklarını söylediler. Ötekiler sustular. Öğretmen, susanlara “Susmak yok, diliniz var konuşacaksınız. Soru sorulduğunda yanıt bilinmeyebilir, o zaman susulur. Oysa şimdi yapmadığınız bir ödev soruluyor. Bu ödevi yapmadığınızı bilmezlik edemezsiniz. Bunun yanıtını bize bırakırsanız, daha büyük zarar görürsünüz!” Öğretmen 63 Hilmi Altınsoy’a sordu, “Hangi kitabı aldın? Hilmi, biraz yüksekçe sesle:” Vahşi Bir Kızı Sevdim!” dedi. Öğretmen, “Aman oğlum dikkat et, vahşi kızla kolay uyum sağlayamaz, başın derde girer!” dedi, güldü. Hasan’a, “Arkadaşın kitabın adını doğru mu söyledi? “diye sordu. Hasan düzeltme yaptı, Vahşi Bir Kız Sevdim. Hilmi kitabı çıkardı, başlığını okudu, başını eğerek, dikkatsizliğine üzüldü, sustu. Bu kez Öğretmen biraz anlatmayacak mısın? “diye tekrarladı. Hilmi okuduğu yerleri doğru olarak anlattı. Öğretmen “Aferin!” dedi. “Sonunu da anlatmanı isteyeceğim. Bize dönerek, “Hepinizden yazılı özetler alacağım!” Zil çalınca, içimden bir “Ohhh!” çektim. Sorulan sorular ya da onlara yanıt verememekten değil, arkadaşların durumundan sıkıldım. Bunların bir kısmı, ders dışı zamanlarda sürekli konuşuyor, işlerde de yan çiziyorlar, derse kalkınca da haksızlığa uğramış gibi boyunlarını büküp duruyorlar. Hemen hemen hep böyleler. Zil çalıp dersten çıkınca da bu durumlarını unutuyor, dersini çalışıp doğru yanıt verenleri eleştiriyorlar. Hepsi değilse bile çoğu bunu yapıyor. Türkçe dersi hepimizi biraz bunaltmış herhalde,

Öğretmenden sonra kimse yerinden kalkmadı. Sabit Soysal Öğretmen gelince bizi oturur gördü. Hemen kalktık saygıyla karşıladık ama Öğretmen durumu anlamıştı: “Günaydın!” dedikten sonra, “Anladığım kadarıyla Fikret Öğretmen, sizi biraz yormuşa benziyor. Bence siz Türkçe dersine öteki derslerden daha çok önem vermeli, Fikret Madaralı Öğretmeni memnun etmelisiniz. Sonuçta siz Öğretmen olacaksınız. Salt çocuklarla değil halkla karşı karşıya kalacaksınız. Tek silahınız konuşma yeteneğiniz, bilgi dağarınız olacaktır. Bunu kullanmak da Türkçe dersinden, bir bakıma Fikret Madaralı Öğretmenden alacağınız bilgilerle, uygulayabileceğiniz görgülerle olacaktır!” dedikten sonra ellerini her zaman yaptığı gibi bir birine vurdu. Avuçları şap diye azıcık çok ses çıkarınca güldü. “Size öğüt verirken heyecanlandım, avuçlarımı fazlaca vurdum!” dedi. Kitabı bir süre karıştırdıktan sonra bazı konuları atlayarak, insan bedeni konusu bölümünü açmamızı istedi. “Hayvanları öğrenmeye başladık, biraz da kendimizi öğrenelim!” Sami Akıncı’ya açtığı yeri okumasını söyledi. Başlık, Vücudumuzu Tanıyalım! Sami başlığı okur okumaz, Öğretmen durdurdu. Gülerek, “biz vücudumuzu bilmiyor muyuz yani?” dedi. Gözlerini hepimizin üstünde gezdirirken İsmet parmağını kaldırdı. Öğretmen, “Anladım, sen konuşmak istiyorsun, anlat bakalım!” İsmet, “İnsan bedenleri de hayvanlar gibidir, baş, gövde ayaklar. Hayvanlarda deri, insanlarda cilt vardır. Gözleri, kulakları” derken, Öğretmen, “İstersen karşılaştırmayı burada keselim, kendi bedenimizi göz önüne getirerek konuşalım!” İsmet duraladı, biraz düzensiz konuşmaya başladı. Yanlış söylemiyordu ama bir ayaklardan söz ediyor, oradan boya, boydan da saç rengine geçince, Öğretmen, İsmet’e teşekkür etti. İsmet oturunca Sami Akıncı’ya kitaptan okumasını tekrarladı. Sami yüksek sesle okudu. Birinci bölüm bitince Öğretmen, yanında getirdiği büyük bir insan bedeni levhasını tahtaya astı, eliyle göstererek, Bedenimizin belli başlı bölümlerini anlattı. Baş, beden, kollar-ayaklar. Zil çaldı. Öğretmen çıkınca arkadaşlar asılı insan bedeni etrafında toplandılar. Birileri gene birbirlerine takılmaya başladı. Öğretmenin getirdiği başka açılmamış resim varmış, birisi onu açtı. Bu da bir insan bedeni, salt kemikleri gösteriyordu. Mehmet Yücel, açılanın adını söyledi: “İskelet!” bir gülmedir başladı. Meğer arkadaşlar çoktandır arkadaşa aralarında uzun boyuna karşın zayıf görünümü için o iskelet diyorlarmış. Gülmeler uzun sürdü. Öğretmen gelince iskeleti de astırdı. Kendisi başına geçerek belli kemikleri, özelliklerini anlattı. Kafatası, kaburga, bilek kemikleri gibi belli başlı olanları öğrenmemizi söyledi. Arkasından “Biriniz iskeleti toplasın!” deyince İdris Destan “Mehmet Yücel toplasın!” deyiverdi. Arkadaşlar gene bakışıp gülüştüler. Öğretmen bundan kuşkulandı, baktı; Mehmet Yücel’e gülümseyerek “Sen topla bakalım, arkadaşların öyle istediler!” dedi. Kısa bir süre durdu. Mehmet levhayı rule yapmaya başlarken Öğretmen, “Kendi katlarından katla!” dedi. Mehmet öyle yaptı, oturdu. Öğretmen Sami’nin yanında oturan Mustafa Saatçı’dan okumayı sürdürmesini istedi. Mustafa ağır olmakla beraber anlaşılır bir sesle okudu. Ancak arada “İskelet, “sözü geçtikçe belli belirsiz bir kekeleme yaptı. Öğretmen olayın nedenini anladı, “Sizin iskeletle bir sorununuz var, anlaşıldı ama ben üstünde durmayacağım, o sizin sorununuz, benim sorunum ders konusu olan iskelet hakkında yeterince bilgi edinmenizdir. Şakalarınız, takılmalarınız, bilgilerinize engel olmasın!” Arkadaşlar sustular. Öğretmen Recep Kocaman’ı tahtaya çağırdı. Baş, gövde, kol ve bacakları alt alta yazdırdı. Baş’ın özelliğini, önemini, içeriğini anlattırdı. Recep yeterli bilgileri verdi ya da Öğretmenin istediklerini söyledi. Öğretmen gülerek “Baş üzerine bir tekerleme vardır, biliyor musun?” diye sordu. Recep susunca Öğretmen, “Yedi delikli!” deyince Recep’le birlikte arkadaşlar “Tokmak, onu bilmeyen ahmak!” dediler. Hepimiz güldük. Aslında bunu hepimiz biliyorduk. Öğretmen sorsa idi yanıtlayacaktık. Tekerleme sözü Recep arkadaş gibi bizi de duraksatmıştı. Öğretmen gülerek “Gelin şimdi, insan başı üstüne verilen bilgileri iyi bilmeyin de görüyüm sizi!” (Öğretmenin değişik sözlerimden biri, görüyüm) Söylenecek ilk sözü hepiniz biliyorsunuz. “Yedi delikli tokmak, onu bilmeyen ahmak!” Ancak bu söz, gerçekte doğru değildir. Bir insan başını iskelet olarak ele alıp incelerken bu deliklerin sayısı, ile yerleri değişebilir. Söz, canlı bir insanın başı için söylenmiştir, iskelet incelemesi için değil.” Birden duraksadık. Öğretmen ekledi, “Örneğin boyna bağlanan yerde de bir delik vardır!” Hepimiz boğazlarımızı yoklamaya başladık. Öğretmen de elini çene altına götürdü, bir süre gırtlak borusunu yokladı. Öğretmenin getirdiği iskeletle öteki beden levhası kitaplıkta varmış, isteyen alıp inceleyebilecekmiş. Öğretmen, bunları anlattı, zil çalınca da iyi çalışmalar dileyerek ayrıldı.

Öğretmen çıkar çıkmaz derslikte bir gülüşme başladı: “İskelet!” okula başladığımız günden beri herkese ad takan Mehmet Yücel’e bugüne dek sayısız ad takılmaya çalışılmış, hiç birisi tutunmamıştı. Acaba bu kalıcı olacak mı idi? Ben, pek sanmadığımı söyledim. Halil de kuşkulu ama, “Belki bu kalıcı olabilir. Madem ki o, bu işler üzerinde duruyor, herkese bir kulp takıyor, bir gün ona da bir şey yakıştırılacaktır!” Mehmet Yücel, olayı anladı, hiç umursamadı, beklenenin tam tersine, yüzüne söyleyenlere: “Ne varmış bunda herkes bir iskelettir. Kemiksiz insan olur mu? Sen kendini solucan mı sanıyorsun?” diyerek, güldü. Halil, “Mehmet kendine söylenenlere kızıp olay çıkarmadığı için karşısındakiler çabuk vazgeçiyor, o da bundan kazançlı çıkıyor!” diyor. Ders sonu, yemek zamanı, yemekten sonra işbaşına dek “İskelet, Mehmet Yücel” sözleri başlıca konuşma konusu olarak sürdü. Bizim atölyede üç saat boyunca konuya değinen olmadı.

Bizim konumuz, kesilen parçaların yerine konması, ölçülerin uygun kesilmiş olmasıydı. İlk uygulamayı bugün Hamdi Bağ Öğretmenle Salih Baydemir, Harun Özçelik yaptı. Hep beraber taşıdığımız kesikleri, onlar yerlerine koyacaklar. Önce kapı kasalarının çakılacağı kesikler, sonra arka pencere kesikleri takılacak. Biz gene atölyeye döndük. İç bölümler için kapı kasaları hazırlıyoruz. 12 kapı kasası, 180x80. Uygun ölçülerde kerestemiz yok, kalaslardan kesiyoruz. Oldukça zor kesiyoruz. Bunlar az diye küçümsüyorduk. Oysa bunlar en zorlarıymış. En çok ben zorlanıyorum. Naci İnan Öğretmen ise benden de çok terliyor. “Yapıcılar bugün bitirecek!” diyecek oldum, Naci Öğretmen güldü, “Onların daha çok işi var!” dedi. “Siz dış duvarlara bakıp konuşuyorsunuz. Daha iç duvarlar olacak. İç duvarlar daha oyalayıcıdır. az değil 40 metreden fazla duvar örülecek. Neredeyse dış duvarların yarısı kadar!” deyince şaştık kaldık. Gerçekten daha başlanmamış iç duvarlar var. Biz bunları konuşurken Naci Öğretmen “Hemen paniklemeyin, ay sonunda tatilinize gideceksiniz. Müdürümüz Nejat İdil, sizin bir an önce tatile gitmenizi istiyor.” “Tatil dönüşü daha çok çalışırlar, ailelerini gidip görsünler!” diyormuş. Hüseyin Orhan, “Müdür Beyi biz hiç görmüyoruz, o başka bir yerde mi kalıyor?” diye sordu. Naci Öğretmen gülerek “Nasıl olur, Müdür Bey okulda yatıyor. Ancak üst katta yattığı için öbür kapıdan girip çıkıyor. Gündüz göremeyişinizin nedeni çok gezdiğindendir. Okul yeri için gitmediği yer kalmadı. 20 kez Kırklareli’ye 20 kez Lüleburgaz’a gittiğini söylersem şaşmayın. Biz buraya geleli kaç gün oldu?” Hesapladık, güldük: 48 gün olmuş. Naci Öğretmen, “Demek Müdür Bey sekiz gün Alpullu’da kalmış. O günlerde de kesinlikle konuklar gelmiştir!” Naci Öğretmenin açıklamasından sonra garip garip bir birimize baktık, biz çevremizde olan bitenden habersiz, günlerimizi oyunlarla geçiriyoruz. Sustuk, daha dikkatle testere çekmeye başladık. Zil çalmak üzereyken Hamdi Bağ Öğretmenle arkadaşlar geldi. Yapacakları işleri tamamlamışlar. Duvarcılar da yarın bizimle çatı çalışmalarına katılacaklarmış. Naci Öğretmene

 

Alpullu’da Hamam

 

“Hani, ara duvar!” demeye kalmadı. Öğretmen, “Ara duvar, çatı kapatıldıktan sonra, üstte çalışırken altta iş yapılmaz. Her işin bir sırası var. Yarın çatıyı kapatalım, altında çalışmaları rahatça sürdüreceğiz!” Zil çalmadan atölyeden ayrıldık. Öbür arkadaşlar da az önce gitmişmiş.

Derslikte konu yarınki çatı. Üstü nasıl örtülecek? Kiremitler ne zaman gelecek? Kiremitler nasıl dizilecek? Binaya su nerden gelecek? Akan onca su nereden çıkacak? Akan sular, voleybol sahasını bozacak mı? Bu soruların hiç birisine yanıt aramadım. Benim aklım, Müdür Beyin 20 kez Kırklareli’ye, 20 kez Lüleburgaz’a gidişine takıldı. Öyle ise okul ya Kırklareli ya da Lüleburgaz’a taşınacak. İkisini de hem istiyorum hem de istemiyorum. Kırklareli ya da Lüleburgaz’da altı yıl okuyup Öğretmen olunca gene buralarda kalıp çalışınca, uzak yerleri görmeyeceğım. Öte yandan yakında okumak da gelme gitme kolaylıkları olacak, yollarda fazla zorlanmayacağım. Bir başka düşüncem de, Müdür Bey bu kadar gelip gittiğine göre artık bunun yeri belli olmuştur. Neden söylenmiyor? Öğretmenlere sormayı tasarladım. Gazete masasına gittim. Ahmet Ağabey gazeteyi yeni getirdi. Ona sordum. Gülerek, “Merak etme, senin köyüne kurulmayacak, o kadar da şanslı değilmişsin!” dedi, yürüdü, dönüp “Şaka söyledim, bu konuda hiç bir fikrim yok, galiba daha hiç kimsenin de yok. Doğru olarak bir bilgi edinirsem, sana söylerim!” dedi de “Senin köyüne kurulmayacak!” demekle neyi kastetti? Uzun uzun düşündüm. Halil gelince ona sordum. Karşılıklı bir çok şey konuştuk ama rahatlatıcı bir yanıt bulamadık. “Sen kendi köyüne gitmek istiyorsun ama oraya gitmeyecek anlamında bir şaka söylemiştir!” deyip birlikte, yorumları kestik. Yarın dersimiz, daha doğrusu en önemli dersimiz matematik. Kesirler, ondalık kesirler, tam sayıya çevrilmesi, dört işlemi, Pfisagor teoremi, ispatlanması. Bir dik üçgenin kenar karelerinin alanları, kare kökleri. Kök alma kuralları. Son bölümü Öğretmen istemedi ama varsa ben neden yapmayayım? Kare kökü almayı öğreneceğim. 361 sayısı ile başladım. Kolay geldi, 19. 3249’u aldım, 57. 9604, 98. Halil’den sayı istedim. 16129-109561 sayılarını yazdırdı. Bir hayli uğraştıktan sonra 127 ile 331 sayılarını buldum. Dünya benim oldu. Halil de şaştı arkasından 3. 924390 yazdı. Sayının büyüklüğü önce beni ürküttü ama direttim, bir iki denemeden sonra, 29+ ile 1981’i buldum, sağlayını yaptık, doğru. Bir çığlık attım. Pfisagor teoremini iyi biliyordum, bildiğimi Öğretmen de biliyordu ama kare kökü almada, özellikle başta varsayılan sıfırlarda bazen sıfırları yok sayarak sonuca varamıyordum. Yemekte çevremdekileri gülerek dinledim. Onlar, gelecek tatilden, yapacaklarından söz edince hepsine gülüyorum. Ben güldükçe de onlar aynı sözleri tekrarlayıp duruyorlar. Rahat edemedim, dersliğe dönünce baktım Mustafa Saatçı başka sırada oturuyor, Sami Akıncı’nın yanına gittim. 3924390’ı yazdırıp kare kökünü istedim. Sami yüzüme baktı, “kolay da çok uzun süre, daha küçük bir sayı alım, zaten hepsi aynı yöntemle yapılır. Küçüğünü yapan büyüğünü de yapar. Zaman alma bakımından, küçük sayı istedim!” dedi. 25600 yazdırdım. Sami kolayca 160 sayısını çıkardı. Buna da sevindim. Çünkü sonu sıfırlı sayılar üstünde hiç durmamıştım. Mustafa gelince kalkıp yerime geçtim. Çalışıp dururken Halil ilgimi çeldi. “O hangi kitaptı, toplanıp toplanıp okuyorlardı?” dedi. Kitabın adını bilmiyorum ama, kimlerde olabileceğini bildiğimi söyleyebilirim. Kadının orasında büyük bir ben varmış, oradaki beni görmesinler diyerek evlenmiyormuş. Hem de kadın, bir sultanmış, Hatice Sultan. Kitabın adını yazdığımı hem de yakınlarda yazdığımı, bulup adını vereceğimi söyledim. Bu kez geometri sorularına geçtim. Çokgenler, yamuklar, silindir alanları. Daire çemberleri, çapları, yarı çapları hiç de zor değil. Pi sayısı biraz şaşırtıcı. 3. 14, 12. Hangi dairenin çapını bu sayı ila çarpsan o dairenin çevresini veriyor. 10 cm. çapı olan bir dairenin çember, 30 ile 30, 5 cm. arası oluyor. Ölçmek için daire ararken mutfak aklıma geldi, cetvelle aşçıbaşıya gidip izin istedim. Aşçıbaşı önce güldü sonra da bana yardım etti. Bir tepsi 42 cm., bir büyük tabak 26cm., küçük tabak 22 cm., bir bardak 7 cm. ölçtüm. 42x3. 14=131. 88, cm., 26x3. 14=81. 14cm. 22x314=69. 08 cm. 7x3140=21. 98cm. yazdım geldim. Halil Basutçu, yaptığıma güldü, biraz da gereksiz buldu. Kim ne derse desin, ben aklımda kalacak şekilde çalışmayı yeğliyorum. Biz gülüşürken İsmet geldi. Halil, İsmet’e “Dayın mutfaktaki tabakları ölçüyor!” dedi. İsmet, neyin nesi olduğunu sormadan bana “Dayı, güzelim porselen tabakları yazmadın da şimdi bu tenekeleri mi yazıyorsun?” diye konuyu çarpıttı. Bu kez ben yaptığımı anlattım. O da güldü. Biz gülüşürken Mehmet Yücel geldi, “Ne gülüşüyorsunuz? “diye sordu. Ben ona da anlattım. Mehmet, İsmet’e dönerek “Dayın, dayı gibi çalışmayı sürdürüyor. Sen yerinde sayıyorsun. Baban Muhittin Ağa, dayının notlarıyla seninkileri karşılaştırınca sana iyi bir kötek atacaktır!” dedi. “Atmaz, zaten notlarda öyle bir fark yok, İsmet’in notları daha iyi” dendi. Mehmet Yücel bana, “sen bu çalışmayla , şaka değil hepimizi dövdürteceksin, “Aferin” sana!” dedi, gitti. Mehmet gidince, Halil arkasından, “Aferini asıl kendisi hak ediyor, bakın, “İskelet” lafı kesildi. Ne yapıyor ne ediyor, kendisine takılan adlar hemen kesiliyor!” dedi. Bu arada yazı ödevimi tamamladım. İsmet, “Dayı, Mehmet Yücel haklı, sen apaçık olarak benden güzel yazıyorsun. Ben yazarken sıkılıyorum. Ne kadar dikkatli başlarsam başlayayım, yarıdan sonra bozuyorum. Sabrım tükeniyor.” Halil akıl verdi. “Madem ki yarıdan sonra bozulduğunu biliyorsun, Öğretmen bir sayfa yazı verince sen iki sayfa yaz, Öğretmene ilk sayfayı göster, öteki sayfayı kapat!” İsmet bu fikri beğendi. Ancak koşulu değiştirdi. İlk sayfayı bana yazdırıp, ikinci sayfayı kendisi yazacakmış. Yat zili çalınca onlar da benimle erkenden yatakhaneye geldiler. Ancak ben hemen hazırlanıp yattım. Onlar az ilerimde bir süre daha konuştular

 

17 Şubat 1939 Cuma

 

Kulağımın dibinde Hilmi konuşunca uyandım. Zil yeni çalmış. Hilmi rüyasında iskelet görmüş, korkmuş. “Bir daha o iskeleti dersliğe getirmeyin!” diyor Fettah uzaktan yanıt veriyor, “Zaten getirmeyecekler, tazesi varken ona ne gerek var?” “Tamam!” dedim içimden, bu iş kavgaya gider! Mehmet Yücel hiç aldırmadan yanımdan geçti, duymamış gibi, dersliğe gitti. Fettah’a çıkışanlar oldu, “Sen onun şakalarına dayanamazsın!” diyenler oldu. Mehmet Başaran, söze karıştı, “O, sana yakıştırdığı sözü söylerse pişman olacaksın!” dedi. Bu kez Fettah, Mehmet Başaran’a sataştı. Mehmet Başaran, “Arayan bulur!” dedi, yürüdü. Dersliğe indik. Mehmet Yücel arkadaşlarla konuşuyordu. Mehmet Başaran herhalde az önceki durumu anlatmış. Mehmet Yücel, “Ben şakayı severim ama şaka gülmek için yapılmalı, kavga için değil. Bana iskelet diyerek gülecekseniz, ben de sizinle birlikte gülerim. Demek beni iskelete benzetiyorsunuz, bu hoşunuza gidiyor, sesimi çıkarmam. Ama ben de bu kez şakayı bir yana bırakıp benzetmelere başlarım. O zaman hiç kimse gocunmasın. Örneğin Fettah arkadaşım benim ince bedenimi iskelete benzetiyor. Bu gülmek için değil doğrudan incitmek için. Hiç çekinmesin, bunu sürdürsün, ancak ben de onu bir şeylere benzetiyorum, üzülmesin diye dilime gelen adı, ağzımdan çıkarmadım. Gene de çıkarmayacağım. İşi uzatırsa o zaman düşüneceğim.” Kalabalık bir ses” Çıkar!” diye yükseldi. Fettah ürperdi, dudakları titredi, yüzü kızardı. Hemşerisi Sefer Tunca’ya baktı. Sefer belki görmedi, yürüdü gitti. Yalnız kaldığını anlayan Fettah da arkasından çıktı. Dersliktekiler tekrar, “Hadi söyle!” diye bir daha bağırdılar. Mehmet Yücel, “Söylersem onun yüzüne söylerim, arkasından değil!” diyerek konuyu kesti.

Kahvaltıya bu sinir gerginliği içinde gittik. Ben Fettah’ın zaman zaman bana da anlamsız, haksız karşı çıktığını bildiğimden, kesinlikle savunacak bir tarafını göremiyorum. Bu, belki içimde biraz öfke taşıdığımdan olabilir. En az iki kez kavgaya varacak olayı, Sefer Tunca arkadaşın araya girmesiyle durduruldu. Üstelik Fettah kavgayı kolay başlatıyor ama kavga sürdürecek güçte biri değil. Aynı köyden üç arkadaş oluşları nedeniyle, korunacağı sanısını sürdürüyor. Bu kez fena yakalandı. Arkadaşlarının kendisini yalnız bıraktığını gözleriyle gördü. Kahvaltıda yan gözle izledim. Sefer de kendisiyle konuşmadı. Ahmet Gürsel Öğretmen kahvaltıya gelince dikkatimi kare köklere çevirdim. Fırsat bulursam kalkıp kendimi göstereceğim. Bunu Halil’e söyleyince o, “Sen fırsatını kendin yaratırsın, Öğretmen de kaldırır!” diyor. Öyle olsun. Dersliğe döndüğümüzde, durum sakinleşmiş gibiydi. Sami Akıncı, Hilmi Altınsoy’u payladı, “Etine buduna bakmadan, arkadaşlar arasında tartışmalara neden oluyorsun, bu sabahki tatsızlıkta en büyük suç senindir, konuşmaların başlangıcını ben duydum!” dedi.

Öğretmen içeri girdi. “Günaydın!” Toparlanıp “Sağ ol!” dedik. Öğretmen hiç beklemediğimiz bir konuyla, inşaatla söze başladı. “Binanız bitmiş vaziyette, kimler yaptı o duvarları bakalım!” Bana bakarak, “Senin payın vardır biliyorum!” deyince ben, “Benim hiç payım yok, ben tahta işlerinde çalıştım!” dedim. Öğretmen durakladı. “O nasıl oldu öyle, ayrılarak mı çalışıyorsunuz? “diye Halil’e bakarak sordu. Arkadaş anlattı. Gene bana dönerek, “Fark etmez iki gün sonra senin yaptıklarını da göreceğiz!” deyip, iki elini kaldırdı, parmaklarını oynattı, tebeşiri alıp tahtaya dikkatle daireler, silindirler, açılmış silindirler çizdi. Yukarı bir köşeye de pi işaretini koydu, 3.14.12 sayısını yazdı. Öğretmen tahtaya bunları yazarken İsmet’in bana, parmağıyla, “Seni seni, seni!” yaptığını gördüm. Halil de koluyla bana dokundu. Bunlar akşam yaptığım tencere, tepsi, bardak ölçmelerimin işaretiydi. İçim rahattı ama, Öğretmene bunların yansıtılması önemliydi. Bu kez Öğretmen kaldırmadan kalkmayacağım, sormadan bir şey söylemeyeceğim. Öğretmen tahtadaki çizimleri bitirince, yaptıklarını anlattı. Mehmet Yücel’e kitaptaki örnekleri okuttu. Sonra da, “Bu konuyu merak edip önce okuyanınız var mı?” diye sordu. Sami Akıncı’dan başka kimse parmak kaldırmadı. Arkasından ben kaldırdım. Öğretmen baktı “Hımmm!” gibi bir ses çıkardı. Azıcık alındım ama, yılmadan bekledim. Cedvel elinde 3. 14. 12 sayısını gösterdi, “Bilen var mı?” diye sordu. Sami, Mehmet Yücel bir de ben parmak kaldırdık. Öğretmen gene bana şöyle baktı, gülümsedi. Bu defa düpedüz bana bakarak, “Peki bu sayı ile problem çözen var mı?” diye sordu. Sorarken daha parmak kaldırdım. Bu kez ben Sami’den önce davrandım. Öğretmen bana “ne zaman nerede yaptın bu problemleri?” diye sordu. Defteri alıp sormadan yanına indim. Tepsi, tava, bardak ölçülerini, çizimlerini gösterdim. Öğretmen şakacı bir tavırla, “nereden akıl ettin sen bunları, ben ödev verseydim gidip yapar mıydın acaba?” gibi alayımsı sözler söyledi. Gene yerime oturdum. Öğretmen “Arkadaşınız, matematik sorununu çözdü. Çok korktuğu matematik, onun azmi önünde başını eğdi. Derslere başladığımız günleri düşünün, sorulara Sami arkadaşınız tek olarak cevap veriyordu. Artık Sami’nin yükü azaldı.” Sami’ye sordu:” Sen gittin mi mutfağa?” Sami, gitmediğini söyledi. Öğretmen bu kez, “Bakın arkadaşınız deney yöntemlerini de keşfetmiş durumda!” dedi. Beni oturttu. Halil Basutçu, yavaş sesle, “Seni gene savuşturdu!” dedi. Kendimi tuttum, kötüye yormadım. Düşündüm, “Sami ilk derslerden bugüne kadar her derste böyle kalkıyor, kaldırılıyor. Sonunda yerine oturtuluyor. Öyleyse ben de fazla bir şey beklememeliyim!” Ben böyle düşünürken, Öğretmen bizim sıraya kadar geldi, “Unutmadan söyleyeyim, senin matematik ödev notunu on, yani tam numara yaptım!” dedi. Döndü gitti. Zil çalmıştı, Öğretmen çıkınca İsmet akşamki bana takılmalarını anlattı. “Bundan sonra seni takip edeceğim, nereye gidersen oraya gideceğim, ne yaparsan onu yapacağım!” dedi. Arkadaşlar güldüler. İsmet’e “Sen mutfağa gidince dayın gibi boş kapları değil dolu kapları karıştırırsın, aşçı başı seni bir daha oraya almaz!” diyenler oldu.

Öğretmen geri geldi, tahtaya çizilen silindirlerin çaplarını, yarıçaplarını, bulduk çember boylarını bularak alanlarını hesapladık. Tahtaya değişik rakamlar yazıldı. Tahtaya bir çok arkadaş kalktı. En az on kez örnekler gösterilmesine karşın arkadaş, çapları, yarıçapları ölçemeyince Öğretmen fena halde kızdı. Bir arkadaş daha kaldırdı, o da susunca, bu kez hepimize döndü: “Bir yanda ara vermiş okumayı unutmuş adam geliyor mutfaklarda tabak, bardak ölçerek alan bulmayı yeniden keşfediyor, diğer tarafta ara vermeden ortaokula devam etmiş, on kez örnek verildikten sonra bile hala yarı çap bulamıyor. Gel de bunları bir çizgide buluştur!” dedi. Birden durdu, Harun Özçelik’e hangi sanat bölümünde çalıştığını sordu. Harun “Marangozluk bölümünde”, beni göstererek, “arkadaşla beraber çalışıyoruz!” dedi. Öğretmen bana bakarak, “İşte bak, sana bir çalışma fırsatı da orada çıkmış, değerlendirseydin bari!” dedi. İçimden Harun’a teşekkür ederek, Öğretmeni yanıtladım. “Bina için tüm keresteleri ölçüp hesapladık, sonra bu hesaplara göre sayarak kestik, hazırladık. Ayrıca tuğlaları bile doğruya yakın hesapladık. Yaptıktan sonra Naci İnan, Hamdi Bağ Öğretmenlere gösterdik, doğruladılar!” dedim. “Arkadaşların kim?” deyince, arkadaşlar ayağa kalktı. Hepsine dikkatli dikkatli baktı. “Söyleyecek tek bir sözüm var, “Hepinize bravo!”” Bizimle konuşunca Öğretmen daha iyimser tavırlar takındı, kaldırdığı arkadaşlara daha sabırlı davrandı. Ya da ben öyle algıladım. Giderken de güler yüzle “Allahaısmarladık!” dedi.

Türkçe Öğretmeni biraz gecikerek geldi. Sıra arkadaşım da yok, onu Öğretmen çağırmıştır diye kaygılanmadım. Hasan Üner de yerinde olmadığına göre kitaplıkta olabileceklerini düşündüm. Geçekten de öyleymiş, bir yığın kitapla geldiler. Kalın, ciltli kitaplar. Hasan boyundan büyük kitapları ucu ucuna, düşürmek üzereyken ulaşabildi. Meğer daha varmış. 10 cilt, Hayat Ansiklopedisi. Bunlar okumakla biter mi? diye fısıldaşıyoruz. Öğretmen duydu, baktı, güldü. Arkadaşlar kitapları sıralarken Öğretmen, “Her işi kendinize göre ölçüp biçmeyin; bunun bilmediğiniz bir nesne olabileceğini düşünmeden bildiklerinizden biri gibi düşünüp kendi kurallarınız içinde çözmeye kalkışmanız sizi yanıltabilir. Örneğin bu, bir kitap değil, bir çok kitabın, bilginin, olgunun, oluşun toplandığı bir büyük kaynak kitap; Ansiklopedi. Belki hiç duymadınız. Yurdumuzdan çok yaygın değildir. Pahalı olduğu için herkes alamaz. Büyük bir yük olduğu için kolay taşınamaz. Kitaplıklarda, büyük okullarda bulunur, adı neymiş? Ansiklopedi, Hayat Ansiklopedisi. 10 Kitap!” Öğretmen masasına geçti, birincisinin ilk sayfalarından bir yazı okudu. Yazı, bu kitabın niçin çıkarıldığını anlatıyordu. Arada Cumhuriyet Gazetesi adı geçti. Bizim okuduğumuz gazete, bu adı tanıdık. Öğretmen sonra başka yazılar okudu. A harfi ile başlayan adlar sordu. Arkadaşlar hep birden “Atatürk!” dediler. Öğretmen az duraladı. “Atatürk’ü sonra okuruz. Onu özel olarak zaten okuyacağız. Şimdi başlarsak bitiremeyiz yarım kalır, bilgilerin bütünlüğü bozulur, başka kısa sürecek adlar olsun!” dedi. Ankara, Alpullu, Adana, Aydın adları söylendi. Öğretmen, Ankara’dan, Aydın’dan bölümler okudu. Zil çaldı. Öğretmen gidince herkes kitapların başına toplandı. Hasan, ön sıralara açabileceklerini söyleyince, açanlar oldu. Halil, “Sonra gider rahat rahat bakarız!” dediği için ben uzak durdum. Öğretmen geri gelince, sıralara dağıtılmasını söyledi. Arkadaşlar, ilgiyle izlediler. Öğretmen bir süre sonra önünde kitap olmayanlardan sorular istedi. “Yazarlardan, kentlerden, başka ünlü adamlardan, olaylardan sorular olabilir!” dedi. Namık Kemal, Mithat Paşa, Edirne, Bursa, Istranca, İstiklal Savaşı, Balkan Savaşı, Plevne Savaşı, Osman Paşa gibi adlar sıralandı. Öğretmen güldü. Nedenini sonra anladık. Önünde kitap olanlar, bir ad söylenince kitap karıştırmaya başlıyor. Oysa söylenen ad ilk harfi ile ilgili bölümü içeren kitapta. Ansiklopedi kullanmasını bilmediğimiz için arkadaşlar, “Edirne” denince STU bölümünü de, MNO bölümünü de karıştırıyorlar. Öğretmen bir süre baktı, açıklama yaptı. Arkadaşlar, harflere dikkat etmeye başladılar. Öğretmen, Ansiklopediyi dikkatli kullanmamızı, kitaplıktan dışarı çıkarmamamızı, karıştırırken de kalem kullanmamamızı önemle belirtti. Hasan, Hilmi, Bekir ciltleri bölüşerek kitaplığa götürdüler. Zil çalınca Öğretmen, “İşte size her zaman yardımcı olacak bir Öğretmen. Hatta iyi kullanabilirseniz Öğretmen ne ki, ondan bir okul kadar yararlanabilirsiniz!” dedi. Biz derslikten çıkmadan kitapları taşıyanlar geri gelince arkadaşlar onlara, “Okul taşıyıcılar!” diye takıldılar. Bir an önce karıştırmak için sabırsızlanmaya başladım.

Yemeğe inince konu değişti. Bugün tüm arkadaşlar bir arada çalışacağız. Benim gibi Halil’in de sevmediği bir durum. Tarım dersinde bunu çok denedik. Doğru dürüst çalışmayanlar sürekli konuşuyorlar. Derslikte sessiz sakin oturanlar bile zaman zaman bunlara uyuyor, çoğunluk olumsuz bir tavır içine giriyor. Bunu Halil’e anımsattım. Halil, “Bu tarım dersine benzemez, burada dört Öğretmen var, bugün kimseye göz açtırmazlar!” dedi. Dilerim öyle olur. Üç günde kestiğimiz tüm kesikler binanın üstüne çıkarılıp, çatı kurulacak. Binanın çatısı bizim kahve çatısını andırıyor. Geniş açılı ikizkenar üçgen. Uzun kenar duvar üstünde, geniş açı çatı kanatlarını birleştiriyor. Çatı kurarken iskele gerekli. Oysa bu binada iskele yeri yok. Bunu daha önce Naci Öğretmene sordum kapı karşısındaki duvarda üst üste bırakılmış delikleri göstererek “Bunlardan yararlanırız!” demişti. Şimdi ben, iskele yerine bu deliklerden nasıl yararlanılacağını merak ediyorum. Zil çalınca topluca banyo binamıza indik. Arkadaşlar “Hamam!” dememizi istemiyorlar. Hamamın göbek taşı olurmuş, kurnaları olurmuş.

Öğretmenler geldi. Naci Öğretmen bizi ayırdı, taşınacak kerestelerin sırayla taşınmasını biz sağlayacağız. İstenmeyen hiç bir parça ortaya çıkmayacak. Önce hiç dokunulmamış 4 metrelik kalaslar, atölyedeki tezgahlar taşındı, merdivenler kondu. Hamdi Bağ Öğretmen, iç arka köşelerdeki deliklere önce hazırlanmış kesikleri taktı, dik desteklerle pekiştirerek üstüne kalaslar dizildi. İki metre kadar bir iç iskele kuruluverdi. Hamdi Öğretmen zıpladı çıktı. Dışarıda çalışan Naci Öğretmene “Biz hazırız!” dedi. Arkadaşların çoğu gülüyor, “Biz çalışmayacak mıyız?” gibilerde bakışıyorlardı. Çağrı üzerine çatı kirişlerini üç çiftini taşıdık. Naci Öğretmen çatıda genellikle papaz adıyla anılan bağlayıcı diklerin üst başlarını keserken Hamdi Öğretmen yanındaki arkadaşlarla duvar üstü latalarının ilk dört metresini çaktı. İlk kiriş geçici desteklerle tutturuldu. İkinci de kolayca yanına dikildi. Dördüncü kiriş dikilince bina bitmiş gibi hepimizde bir sevinç, inanılmaz bir çalışma isteği başladı. Başlangıçta, arkadaşlara “Bunlar taşınacak!” dedikçe arkadaşlar bize, “Siz neden taşımıyorsunuz?” diye sinirli sinirli sorarken şimdi koşarak taşımaya başladılar. Okul Müdürümüz Nejat İdil, Ömer Uzgil Öğretmen, İlkokulun Baş Öğretmeni Ferit Bey, geldiler. Onlar da bizim kadar sevinçliydiler. İlk dört kirişten sonra Naci Öğretmen de çatıya çıktı, kondurulan kirişlerden duvarlara uzattıkları kalaslarla iskeleyi sürdürerek çatı tamamlandı. Arkadaşlardan Halil, Salih, Harun, Mustafa Saatçi, Arif Kalkan, Sefer Tunca, Öğretmenlerin gösterdikleri yerlere perçinleyici çivileri çaktıktan sonra kiremit atlı latalarını işaretli yerlere yerleştirince çatı tamamlandı. Recep Kocaman, Hasan Üner, İsmet Yanar kapı takozlarına kasnak çerçeveyi çakınca kapı görünümü bile tamamlanmış oldu. Namık Ergin Öğretmenin gözleri yollarda. Meğer ısmarlanan kiremitler bugün gelecekmiş. “Gecikti!” deyip telaşlanıyor.

Paydos zili çaldığında, hiç birimiz iş yerinden ayrılmak istemedik. Dışardan bakınca büyük bir iş gibi görünüyor. Oysa içinde daha dünya kadar iş var. Arkadaşlar, “Olsun biz onu da bitireceğiz!” Üç saat önce buraya inerken mızmızlayanlar birden yok oldu, onların yerine iş bitirici, canlı insanlar merdivenlerden dersliğe döndü. Kim nasıl anımsattı, kaç kişi düşünüp kotardı anlayamadık, birden Abdullah Erçetin sıraya vurdu, arkasından “Biz kimleriz, biz Altay’dan gelen erleriz-Çamlıbel’den uğuldarız, coşar, gürleriz” … Alışılmadık bir durum olduğundan, sesimize küçükler koşup geldiler. Yemeğe gürültü içinde indik. Hiç kimse ilgilenmedi ya da hoşgörü ile karşıladı. Akşam yemeği de oldukça sesli geçti. Yalnız Mehmet Yücel sabredemedi, “Siz minicik bir duş yaptınız, onu da daha tamamlamadınız. Okulunuzu kendiniz yaparsanız, herhalde Trakya yerinden oynar!” deyip güldü. Yemekten sonra konu duvarın örülmesi üstüne oldu. Kim çok ördü? Açık söylenmeyen yanıt, besbelli: Herkesin kendine göre, Ben’i! Bizim atölyede ise bu belli, yapılan işler parça parça olduğundan her göz her şeyi değerlendirebiliyor! Arkadaşlar yüksek sesle konuşurken ben bu günü düşünüyorum. Ne yapıldı? Bugün yapılan en önemli olay iskelenin oluşturulması. Önceden hiçbir hazırlık yoktu. Hazırlıklar, Öğretmenlerin düşünceleri, deneyimleri. Hazır olan, topu topu duvarda dört delikti. Bunlar neden bırakılmış diye düşünüyordum. Bu delikleri, Namık Öğretmenle Hasan Öğretmen bırakmış. Kimin için? Hamdi Bağ Öğretmenle Naci İnan Öğretmen için. Demek onlar önce konuşuyor, ölçüyor o ölçüler üzerinde iş görüyorlar. O delikler olmasaydı, iskele böyle kolay kurulamayacaktı. Hele ilk kirişlerden sonra tüm çatının iskeleye dönüştürülmesine iyice şaşırdım. Neden sökmüyoruz? diye de sordum. Naci Öğretmen, “kiremitleri dizmeden olmaz!” dedi. Demek kiremitler de oradan dizilecek? Belki de küçük bir bina olduğu için bu tür bir yöntem uyguladılar. Her halde kat kat yüksek binalar bu denli çabuk çatılamaz!

Halil Basutçu benden farklı şeyler düşünmüş. Yan önümüzdeki arkadaşları gösterdi. “Sabahleyin kavgalıydılar. Şimdi ise oturmuş konuşuyorlar. Bence sürekli çalışsalar, gösterecekleri başarılar, onları daha iyiye götürecektir. Ayrıca, derslerine gerektiği gibi çalışınca kavgaya zaman bulamayacaklar!” Bunları söyleyip, kavgalara neden olanları sıralıyor. Sami Akıncı’nın kimse ile kavga etmediğini söylüyor. Ben, Sami’nin kavga etmemesini korkaklığına bağlıyorum. Halil şaşırıyor, sözüne açıklık getiriyor. “Korkaklar da kavga eder. Ancak onlar sebep oldukları kavga başlayınca boyun eyip korkaklık damgasını alırlar. Sami işi bu duruma getirmiyor. Kimseye sataşmıyor, kendisine sataşılacak bir durum yaratmıyor. Böylece önlemini alarak kendini kavgadan koruyor. Bu durumu anlaşılınca da artık kimse onun üstüne varmıyor!” Bunları konuşurken arkadaş birden konuyu değiştirdi, başıyla önümüzdeki arkadaşları işaret etti, “Bunlarla dargın mısın?” dedi. Şaştım, “Yok öyle bir şey, onlar uzun zamandır benimle olduğu gibi seninle de konuşmuyorlar!” dedim. Halil, benimle dargın oldukları için, kendisiyle de konuşmadıklarını sanıyormuş. Ben, Hüsnü Yalçın’ın omuzuna elimle vurdum, “Rahatsız mısın?” dedim. Hüsnü döndü, derslerinin zayıflığı için üzüldüğünü, memleketten haber alamadığı için telaşlandığını söyledi. Bu kez Emrullah döndü. O da aynı dertlerden yakındı. “Bunları sizlere anlatarak canlarınızı sıkmak istemiyoruz!” dediler. Yanlış düşündüklerini, anlatırlarsa bir çare bulamamakla beraber kederlerine ortak olabileceğimizi söyledik. Bu tür konuşmalarımızın kaçıncısı bilmem, nasıl bir sonuç vereceğini de kestiremem ama, benim onlarla dargın olmadığımı arkadaşa kanıtlamış oldum. Ayrıca matematik ödevlerinde yardıma hazır olduğumu tekrarladım. Halil kaç gündür sormak istiyormuş, soramamış. Bu kez ben ona, “Sen iyi niyetli bir arkadaş mısın? Niçin doğrudan sormuyorsun?” Sinirlenmedim ama biraz şaştım. Çünkü ben ona aklımdan geçenleri çekinmeden soruyorum, aklımdan geçenleri söylüyorum. İsmet de dahil onu arkadaşlarımın en önünde sayıyorum. Sonunda, konuşa konuşa anlaştık. Onun benden çekindiği noktalar varmış. O beni gücendirmek istemiyormuş.

Konuşurken anımsattı, onlar duvar örerken Namık Ergin Öğretmen fotoğraf çekmiş, “Alır mısın?” dedi. “Niçin almayayım? Ben yokum ama arkadaşlarım var, bir tane alırım!” Halil müzik merdivenini değil de merdivende ilk notadan başlayan merdiven aralarını doldurmayı tam anlamamış. Arkadaş nota seslerini en doğru söyleyenlerden biri. Bunu nasıl anlayamadığını ben de anlayamadım. Hangi notadan başlamak istiyorsan onu yazacaksın. O dizi onun adını taşıyacak. Örneğin Re yazdın, Re-mi, mi-fa diyez, Fa diyez-sol -la-si, si-do diyez, do diyez-re olacak. Kısaca Re majör gamında iki diyez vardır. Fa diyez, do diyez. Ya da la ile başlatırsak fa diyez, do diyez, sol diyez olur. Mi ile başlatırsak, diyezler 4 olur. fa diyez, do diyez, sol diyez, re diyez. La ile başlatınca diyezler 5’e yükselir. fa, do, sol, re, la. Arkadaş sordu, “Sen nasıl öğrendin bunu?” “İşte ses merdiveni bunu söylüyor. 2 tam basamak bir yarım basamak, üç tam basamak, bir yarım basamak, eder sekiz ses.” Arkadaş iyi anladığını söyledi. Zil çalınca aşağıya gazeteye bakmaya indik. Merdivenden inip çıkarken basamaklara öyle bastık, do, re, mi, fa, sol, la, si, do…

Yatınca bir süre düşündüm, insanlar bazı bilgileri kolay bazılarını da zor kavrıyorlar. Notaları kolay anladım ama sesleri çıkarmakta zorlanıyorum. Halil notaları çok düzgün söylüyor ama diyez, bemol deyince bocalayıp duruyor. Mehmet Yücel de öyle, voleybol oynuyor, güzel konuşuyor, herkesle güzel anlaşıyor, şarkı söylemeye, nota okumaya gelince siniyor. Sami Akıncı da öyle dersleri tam notla götürüyor, iş derslerinde eli ayağına karışıyor. İşten kaçmak niyetinde kesinlikle değil, beceremediğini söylüyor. Müzik, Resim, Tarım, Beden Eğitimi derslerinde de çekingen. Matematik bilenler resim ya da müzikten anlamaz gibi boş laf söyleyenler var. Ben buna inanmıyorum. Matematik Öğretmenimiz güzel keman çalıyormuş. Bir kez uzaktan sesin duydum, tam kestiremedim ama Sami arkadaş çok güzel çaldığını söyledi. Öğretmen kendisi de, “Bir gün gelip size de çalarım!” demişti. Ahmet Gürsel Öğretmeni keman çalarken bir türlü düşünemedim. O gözümün önünde hep beyaz tebeşir elinde dolaşır durumda. Bunları düşünerek yatmıştım... Nasıl olduysa Hasan Amcam elinde kemanla bizim dersliğe geldi. Hasan amcamın elinde kemanı ilk kez görüyorum. O klarnet çalar. “Bize şaka ediyor!” diyerek arkadaşları uyarıyorum. Hiç kimse beni dinlemiyor, Hasan amcama, “Hadi çal çal, ne bekliyorsun” diye çıkışıyorlar. Sonunda sinirlendim. En çok bağıran da Hilmi Altınsoy. “Şaka yapıyorum, darılma arkadaşım” diyerek bana dokunuyor. Sinirimden Hilmi’ye bir yumruk salladım. yumruk boşa gitti ama Hilmi yavaş bir sesle “Ne yapıyorsun ağabey, rüyanda kavga mı ediyorsun?” diye sorunca etrafıma baktım, ne amcam, ne Öğretmen var. Hilmi uyanmış kıpırdanmamı görünce sıkıntıda olduğumu anlamış, yavaşça uyandırmaya çalışırken az kalsın bir yumruk yiyecekmiş. Hilmi, vurmaya kalkışımı “Uyanıkken yaptın!” diye tutturdu. Üzüldüm, “Uyanıkken neden vurayım!” dedim ama uzun süre inandıramadım. “Ne biçim rüya öyle o!” dedi durdu. Bir süre uyuyamadım. Sağlığım iyi ama neden bu kadar rüya görüyorum, bir süre kaygılandım. Rüya hastası olur mu? diye düşündüm. Ablam zaman zaman bazı insanların rüyalarında gördüklerine katılıp kalkıp gezdiğini, sonra hiçbir şey olmamış gibi gelip yattığını anlatırdı. Neyse ki ben şimdilik yerimden kalkmıyorum. Teselli buldum, tekrar uyudum.

 

18 Şubat 1939 Cumartesi

 

Hilmi unutmamış. Hasan’la konuşuyorlar. Hasan Hilmi’ye “Sen yakınsın kaldır!” diyor. Hilmi, “Yok yahu ben onu kaldırmam, o bana şimdi yumruk atar!” Bunu duydum üzüldüm. Demek arkadaşı üzmüşüm. Ben böyle kuruntu yaparken Hilmi geldi, gülerek dürtükledi. Uyanıktım, kalktım. Rüya olduğu gibi aklımda. Ahmet Öğretmen değil de Hasan Amcam çok net olarak gözümün önünde. Keman düşünüyorum. Yok öyle bir şey, amcamı klarnetle hayal ediyorum. Siyah, gümüş kuşaklarla süslü ses perdeleri gümüş işlemeli klarnet. Kahvaltıya rüya anlatarak gidiyoruz. Hilmi rüyalar görmeyi çok istediğini, ama göremediğini söylüyor. Mehmet Yücel nedenini anlatıyor. Hilmi daha küçükmüş. Aşık olmamışmış. Aşık olmadan rüya görülmezmiş. Ben aşık olmuş uzun süre kız peşinde koşmuşum. Bu nedenle rüya görmeyi öğrenmişim. Hilmi yakın bir zamanda aşık olmalıymış. Ondan sonra çok usturuplu rüyalar görecekmiş. Mehmet Yücel öyle usturuplu anlatıyor ki ben bile inanıyorum. Kahvaltıya indik. Adem Gürçağlayan gelmiş. Ömer Uzgil Öğretmen siyaha yakın bir renkte ceket giymiş. Halil adını doğru koydu, “Koyu lacivert”, kravat kırmızılı. Kahvaltıda onlara çaktırmadan bakıp konuşuyoruz. Hilmi Altınsoy Öğretmen olunca Ömer Uzgil’in elbiselerinden yaptıracakmış. Kadir Pekgöz bilgiçlik taslıyor. “O kumaşlar, sen Öğretmen oluncaya dek çoktan biter. Hilmi, “Kumaş biterse yünler de mi bitecek? koyunlar da mı ölecek?” diye soruyor. Kadir akla uygun bir yanıt düşünürken çok okumuş Hasan Üner, “Gazetelerin yazdığına göre savaş olacakmış!” diyor. Savaş sözü tartışmayı kesiyor. “Savaş olursa kumaş elbiseyi ne yapalım? Herkes gibi ne bulursak giyeriz.” Duyduklarımızın etkisi bizi bir an duraksattı. Hasan’ın sözü, unuttuğumuz, ya da unutmaya çalıştığımız Edirne-Karaağaç özlemimizi depreştirdi. Çok sevdiğimiz okulumuzu bu savaş sözleri nedeniyle bırakmıştık. Konuyu değiştiriyoruz. “Öğleden sonra kiremit dizmeye çağırsalar gider misin?” Ben, “Giderim!” diyorum. Arkadaşlar da “Ben de, Ben de. Ben deeeeeee!” yanıtlarını verdiler.

Biraz fazla gürültü ediliyordu. Bekir işaret verdi. Adem Gürçağlayan Öğretmen gülerek girdi “Günaydın!” dedi. “Sağol!” dedik. Öğretmen, “Sizi anlamaya çalışıyorum. Zillerin niçin çaldığını kaale almıyor musunuz? Alsanız böyle yapmazsınız. Siz farkında değilsiniz galiba, konuşmalarınız ta karşılardan duyuluyor. Geliyor mu? tıs pıs, geliyor, Bekir, bak, kim? Teraneleri karşılardan hep duyuluyor. Zil duyurusu yapıldığına göre herkes yapılacak işi yapmalı. Ziller onun için çalıyor. Bir daha benim dersimden önce böyle bir başıbozukluk istemiyorum. Dediklerime inanmıyorsanız, bir arkadaşınız karşı köşede dursun, sizi dinlesin, gelsin laubaliliğinizi size anlatsın!”

Birilerimiz utandı, birilerimiz utanmış gibi yaptı, sustuk. Derse şarkı söyleyerek başladık. İstiklal Marşı, Onuncu Yıl Marşı, Milli Neşide, Kır at, El Gibi Dolaşma Anadolu’nda tekrar tekrar söyledik. Öğretmen Gençlik Marşı’nı sordu. Bilen varmış. Yarım da olsa söyleyenler oldu. Sözlerini, Mehmet Başaran, Mehmet Yücel, Abdullah Erçetin, Yusuf Asıl yardımlaşa yazdılar. Sonunda Öğretmen cedbinden çıkardığı bir kağıtla karşılaştırdı, “Doğru!” dedi. Söyleme de yazma gibi arkadaşların çabalarıyla oldu. Halil Basutçu, Ahmet Güner, Yakup Tanrıkulu, Hilmi Altınsoy sırayla soylediler, bir yeri dışında marş toparlandı. Zil çaldı, sustuk. Az önceki azarlanma etkisini gösterdi. Kimseden çıt çıkmadı. İdris Destan, Mustafa Saatçı nöbetçi. İdris dersliğe gelince, Öğretmenin dediği yerde dinlemesini söylediler. İdris gitti. Adem Gürçağlayan İdris’i orada görünce takılmış, “Ne o, şimdi de seni mi diktiler buraya? “demiş. İdris çok utanmış. Öğretmen derse gelince güldü. “Hem sustunuz, hem de oraya bir adam diktiniz, kafanızın çalıştığına inanıyor musunuz?” diye sordu. Bir kahkaha attı. “Çocuklar ben size takılmaktan hoşlanıyorum. Her sözümü çok ciddiye alıyorsunuz. Ben sözlerimi geri alıyorum. Cıvığını çıkarmadan yapılan şakalar insana hayatı sevdirir. Saygıyı içinde saklayabilen neşeli hareketler her zaman hoş karşılanır. Neşe sınırları içinde her türlü hareket hoş görü ile karşılanır. Bu ders başlamadan önce tutturduğunuz ortamı sürdürmeye devam edin, ben sözümü geri aldım!” dedi, “Dağ başını duman almış, gümüş dere durmaz akar!” diyerek marşa başladı, arkasından bizi de çağırdı. Birlikte tam dört defa tekrarladık. Biraz nefes aldıktan sonra Ahmet Güner’e, Halil Basutçu’ya, Yakup Tanrıkulu’na, Hilmi Altınsoy’a söyletti. Söylemek isteyen var mı? diye sordu. Hüseyin Orhan, Kadir Pekgöz, Yusuf Asıl, Abdullah Erçetin, Ali Önol, Mehmet Aygün parmak kaldırdı. Hepimiz merakla Abdullah Erçetin’i kaldıracak mı? beklentisine girdik. Hüseyin Orhan’dan sonra Abdullah’a söyletti. Abdullah güzel söyledi. Öğretmen “Aferin, sen bunu daha önce öğrenmişsin, neden sustun?” diye sordu. Abdullah boynunu büküp durdu. Abdullah’a Öğretmen geçmiş derslerin birinde sinirlenmişti. Sonraki derslerde hiç ilgilenmedi, soru sormadı, tahtaya kaldırmadı. Abdullah da dersten iyice soğumuştu. Öğretmen unuttu mu, yoksa affetti mi? Hiç birşey olmamış gibi, Abdullah parmak kaldırınca ona da söyletti. Harun Özçelik tahtaya porte ile ses merdiveni çizmişti. Öğretmen, Harun Özçelik’e “Bundan sonra ses merdiveni çizme, o çalışmayı porte üzerinde sürdüreceğiz!” dedi. Porteye sol anahtarını çizdi. Bir do major çıkıcı, inici gamı sıraladı. İki çizgi ile porteyi böldü, bir sol bir de re notası yazdı. Sami Akıncı ile Mustafa Saatçı’ya önce ayrı ayrı sonra da ikisine birlikte okuttu. Daha sonra hepimiz birlikte do majör çıkıcı, inici gam yaptık. Sol notasını göstererek “Bunu da major gam yapalım!” dedi. Bize dönerek “Kim yapacak?” diye sordu. Ben Halil’i dürtükledim. Halil kalkmak istemedi. Kıpırdandığımı görünce Öğretmen, “Ne o cesaret edemiyor musun?” dedi. Ben, biraz böbürlenir gibi “arkadaş biliyor, kalk yap!” dediğimi söyledim. Öğretmen güldü, “Gel öyleyse sen yap!” dedi. Ben de zaten bunu bekliyordum, kalktım, duraksamadan önce sol majörü yazdım, arkasından Re mojöre başlarken öğretmen, O kalsın!” dedi. Yazdığımı okuttu. Sol majörü do sesinden okuyunca bu kez “Arasında ne fark oldu?” diye sordu. Abdullah Erçertin farkı belirtti. Bu kez ona okuttu. Abdullah farklı okudu ama o da do’ya göre sol sesini tam tutturamadı. Öğretmen önce kendi sesiyle farkı belirtti. Sonra do’dan sol’a notaları söyleterek farkı buldurmamıza yardımcı oldu. Unutmamamız için de parmaklarımızı açtırarak teker teker okuttu. Do-re-mi-fa-sol, sol-fa-mi-re-do. Birkaç kez sol gamı yaptık. Zil çaldı.

Arkadaşların hiç üzerinde durmadığı, o günden beri hiç anımsanmadığını sandığım Abdullah Erçetin’in Öğretmen tarafından paylanması meğer bütün arkadaşları içten içten üzmüşmüş. Kimileri Abdullah’tan daha çok sevindiler. Gülüşüp sol, re, do diye ses çıkarırlarken Ömer Uzgil Öğretmen geldi. “Guten Tag!” dedi. Biz de “Guten Tag!” deyince “Sitsen sie!” Oturduk. Öğretmen geçen ders ne yaptığımızı sordu. Önde Harun Özçelik’le Recep Kocaman’la konuştu. Birer kağıt çıkarmamızı söyledi. Kağıtları kalemleri sıralara bırakıp topluca bahçeye çıktık. Öğretmen elinde fotoğraf makinesi belli yerlerden okulun fotoğrafını çekti. Niçin böyle yaptığını anlattı. Az sonra dersliğe döndük. Öğretmen, “Kendinizi fotoğraf makinesi yerine koyun, okulun bir yanından görebileceğiniz taraflarını çizin!” dedi. Hepimiz şaşkın şaşkın bakındık. Az sonra önümüzdeki arkadaşlar çizmeye başladı. Gözlerimi yumdum, okulu görmeye çalıştım. Gözümü yumunca, şimdi içinde oturduğum, koşup dolaştığım okulu değil pancar taşırken önünden geçtiğim okulu görüyorum. O da kibrit kutusu gibi bir beyaz bina. Üst bahçe ucunda, önünde dört ağaç var, dalları pencerelere yaklaşmış. Önünde demir parmaklıklı duvar. Tarım bahçesine gidip dönerken de ayni görüntü önünden geçiyoruz. Tahta cedvelimin enine iki boy çizgi çizip önce bahçeye başladım. Uzun kenarına kibrit kutusu gibi binayı çizdim. Öğretmen geldi, baktı. Hiçbir şey demedi. Elimden cetveli aldı. Kulağıma eğilip, “Resim çalışmalarında cedvel kullanılmayacak diye söylemedim mi?” dedi. Benden yanıt bekliyor sandım, “Benim baktığım yerden bina çok düzgün göründüğü için, görüntü bozulmasın diye öyle çizdim!” dedim. Öğretmen güldü, “Sen akıllı geçinmeye çalışıyorsun ama neyleyelim ki, bazı kurallar var, o kurallar, bir çok aklı evvelleri durduruyor, bunu öğren!” dedi. Akıllı sözünü iyiye yormuştum, ‘aklı evvel’i anlamadım, iyiye de yoramadım. Düşündükçe utandım. Zil çalınca Öğretmen yarım kalan resimleri hafta içinde tamamlamamızı söyledi. Buna sevindim. Uygun bir zamanda okul önüne gidip bakmaya karar verdim. Akıllı geçinmek, aklı evvel sözlerini arkadaşlar hemen açıkladılar; açıkgözlük etmek, şeytanca işler görmek. Sustum. Resim dersinde cedvel kullanılmayacağı söylendi mi? Kimseden yanıt gelmedi. Mehmet Yücel, “Ne sorup duruyorsun? Öğretmen şimdi söyledi işte!”

Beden Eğitimi dersine çıkarken, okulun ön tarafından çıkmayı hepimiz isteyince Öğretmen Ömer Tunalı merak etti, “Nedir bu sizin bugün binaya bakma merakı?” dedi. Arkasından da Pancar köyü göstererek koşmamızı istedi. Yol kuru olduğu için rahat koştuk. Yarı yolda durup geriye uygun adımla yürüyüş yaparak döndük. İstiklal Marşı’na yetiştik. Ben sıcağı sıcağına resmi tamamlamayı kurarken bir çok arkadaş aynı sözleri söyleyince sevindim. Onlardan da yardımcı bilgiler alabilirim. Salih Baydemir, Recep Kocaman, Hüseyin Orhan, Harun Özçelik, Abdullah Erçetin gerçekten güzel resim çiziyorlar. En küçüklerimiz olan Hasan Üner’le Yusuf Asıl bile benden güzel resim çiziyorlar. Yusuf şaka olsun diye bazan İsmet’i çiziyor, o yaptığını beğenmiyor ama bence İsmet’e oldukça benzetiyor. İsmet kızıp durdurmasa belki daha güzelini yapacak.

Öğle yemeğine indik. Hamdi Bağ Öğretmen bizim masaya oturdu. Gülerek “Bugünle yarın çalışsak, tatillerimizi hafta içinde yapsak olmaz mı, ne dersiniz?” “Nasıl?” “Öğleden sonraları serbest kalıp derslerinizi çalışırsınız!” “Bize neden soruyorsunuz? Siz nasıl isterseniz, biz ona uyarız.” “Hayır, bu bir gönül işi, biz Öğretmen olarak da sizin gibi dinlenmek isteriz. Ancak, kışın da tam korkulan zamanındayız. Havanın uygun olduğu bu iki günü iyi kullanalım, istiyoruz!” Arkadaşlar, öteki masaları gösterince Öğretmen, “Namık Öğretmen zaten hepinizle konuşacak, ben şimdi sizinle sohbet olarak açıklama yapıyorum. Karar okul yönetimince alınacak!” Fısıltı yayıldı, derslikte toplandık. Az sonra Namık Ergin Öğretmen geldi. İlk sözü söyleyince hep birden “Biz gönüllü olarak çalışmak istiyoruz!” dedik. Namık Öğretmen, “O zaman sözü uzatmaya gerek yok!” deyip 15 dakika sonra aşağıya inmemizi istedi.

Aşağıya inince Öğretmenleri orada bulduk. Ayrıca Nazmi Aybar, Ömer Uzgil de inmişlerdi. Nazmi Aybar’ı, o her zaman tertemiz giyinik gördüğümüz nazik insan Nazmi Aybar Öğretmeni iş elbiseleri içinde görünce şaşırdık. O yapıcı ya da marangoz değildi, şimdiye dek de gelmemişti. Şimdi neden geldi? Meraklı bakışlarımızdan bunu anlamış olacak, “Şaştınız değil mi? Benim ne yapacağımı merak ediyorsunuz değil mi?” deyip cebinden bir kerpeten çıkardı. “Bunu görüyor musunuz, bu nedir? Bugün buna da iş düştü!” dedi elindeki kerpeteni bir elinden ötekine attı. Bunu birkaç kez yaptı. Hamdi Bağ Öğretmen dört arkadaşı yanına alıp çatıya çıktı. Arkalarından Nazmi Aybar Öğretmen iskeleye zıpladı. Onu hiç böyle görmemiştik, Voleybol oynuyordu ama bu denli zıpladığını hiç görmemiştik. Hamdi Öğretmenle iki kiremit alıp saçak ucundaki alt çıtalara çiviler çakıldı. Sonra gene üst kemer denilen çatı kavuşağına geçip oraya da küçük çiviler çaktılar. Nazmi Öğretmen bizden uzun boylularımızı sordu. Halil, ben, Sefer, Mustafa Saatçı, Mehmet Yücel, İsmet Yanar sıralandık. Naci İnan Öğretmen, “Bunların işi belli!” diyerek Halil’le beni geri çekti. Nazmi Öğretmen Mustafa Saatçı ile, Sefer Tunca’yı yukarı çekti. Azıcık itekledi. Arkadaşlar bu iteklemelerden pek etkilenmediler. Ama ne olduğunu da anlamadan azıcık şaşırdılar. Onların bu durumlarına hepimiz güldük. Nazmi Öğretmen gülerek: “Tamam, korkmuyorlar, tam istediklerim gibi!” dedi. Kiremitler taşınmaya başlandı. İlk sıranın bir kanadı çabucak tamamlandı. Nazmi Aybar Öğretmenin işi de anlaşıldı. Alt iki sıra kiremiti rüzgarda düşmemesi için telle çivilere tutturuluyormuş. Ara kiremitler iki taraftan bastırıldığı için düşmezmiş. Alt sıra gibi bir de en üstekiler, kemer denilen oluk kiremitlerinin altında kalan uçlar bağlanıyormuş. “Bir şey daha öğrendik!” deyip sevinirken çatını bir tarafı kiremitlendi. Tavan tabanı 3 metre, yükseklik 1, 5 metre, kare toplamlarını yapıp kirfemitlenen alanın metre karesini hesaplıyoruz. Çoğumuz toparlanamıyoruz ama ben kalemle, Sami Akıncı akıldan bulmaya çalışıyoruz Dik kenarla yatay kenarın karelerini düşünüp fisagöra göre çatı eğilimini hesaplayıp elde ettiğim 3, 20 lik ölçüyle çatı boyunu çarpıyorum, 3, 20 x12=38, 40 m2 çıkıyor. Hamdi Öğretmen, tabanın 72 m2 olduğunu söylüyor. Eğilimin 76. 8 olmasının normal sayıyor. Biz hesaplarla uğraşırken Nazmi Öğretmen gülerek, “Bana iş kalmadı” dedi, Mustafa Saatçı ile Sefer Tunca’yı göstererek “Bunlar hızlı teknik ustalar, çekiçler, kerpetenler doğuştan ellerine yapışık gelmiş!” diyerek arkadaşları gösterdi. Gerçekten güney tarafın ilk alt sırasıyla üst sıraları onlar tamamladı. Paydos edildiğinde, arkadaşların bir kısmı “Bitirmeden bırakmayalım!” diye tutturdular. Öğretmenler güldüler, “Bu gece iyi dinlenin, yarın inşallah bitireceğiz!” deyip toplandılar.

Çatıda kiremit olunca yarım da olsa binaya benzedi. Yarın kiremitlerden başka iki tarafın çatı altı, bir başka deyimle kapının, pencere üstünün kiriş altları örülecek. Hamdi Öğretmen iskeleleri kendi yaptı. Namık Öğretmene “Namıkçığım, üstlerinde dilediğin gibi zıplayabilirsin!” deyince Namık Öğretmen, “Teşekkür ederim, sen gelip altında oturursan o zaman zıplarım!” dedi, şakalaşarak gittiler. Halil kiremit taşıyanlardandı, ellerinden sızlandı. Hüsnü bizim ikimizin çok çalıştığımızı, hiç kimsenin bizim kadar çalışmadığını, bugünse Mustafa Saatçı ile Sefer Tunca’nın örnek çalışma yaptıklarını ekledi. Beni de övdü, Sami’den önce çatının yüzeyini söylememi tekrarladı. “Sami kalem kağıt kullanmadan bulmaya çalıştı, ondan gecikti. O tür işlemleri yapmak Sami için oyuncaktır!” dedim. Arkadaşların da benim gibi ilgisini en çok çeken Nazmi Aybar Öğretmen olmuş. Onun demircilik çalışması başlayınca atölyeyi yöneteceğini duyuyorduk ama böylesi işleri yaptığını bilmiyorduk.

Demircilik deyince ben hep bizim köydeki demircileri düşünüyordum. Topal Yusuf denen usta köyde herkesin demir işini yapar. Pulluk demiri, arabalara demir halka, bahçe kapılarına çengeller, tokmaklar. Ömer Seyfettin’den okuduğumuz öyküdeki Koca Ali gibi, bizim Yusuf Usta da zaman zaman demirci dükkanını açar işlerini bitirince kapısını çeker gider. Köyde oturur ama belli işler birikmeden işliğine uğramaz. Akşamları bizim kahveye gelir en çok altmış altı oyununu oynar. Oynarken işini soranlara, “Senin işini falanca gün yapacağım” deyip kağıtlarını dizer. Söylediklerine göre o iş o gün bitermiş.

Hüsnü merak etmiş, Mustafa Saatçı’nın soyadı saatçı olduğuna göre babası saatçı falan mı acaba? Mustafa adı geçince bizi dinlemiş, bağırdı, “Dedem saatçıymış!” deyip merakımızı giderdi. Evlerinde herkes kendi işlerini yapacak ölçüde ustaymış. Mustafa’nın becerisi de anlaşıldı. Ancak tembel olduğu için çalışmalarda öne çıkmıyormuş. Sevdiği bir iş olunca o zaman terleyerek çalışırmış. Edirne’de bisiklet binerken Mustafa en ustamızdı. Herkes on takla atarken o galiba bir ya da iki takla atmıştı. Biz konuşurken birileri gene bir kitap başına toplandılar. İsmet gördü gitti, onlara asıldı. Ne konuştularsa İsmet’i de yanlarına aldılar. Olayı öğrenmiştik ama tekrar tekrar bakıp okunmak ne oluyor?

Acıkmışız, zil çalınca koşar adımlarla gittik. Çalıştığımız için olacak, gündüzkü revaniden değil ama gene tatlı, aşure yedik. Aşure hiç verilmemişti. Evde en çok yediğim tatlılardan biri. Büyük ablam çok yapardı. Bayramlarda, Hıdrellez, 6 kasım, Kırklar denilen günlerde, düğünlerde hep aşure yerdim. Bu akşamki de güzeldi. Dersliğe dönünce aşure üstüne öyküler konuştuk. Ben bazı söylentiler duymuştum ama aslını astarını bilmiyordum. Nuh peygamberin adı anılıyordu. Ben bir peygamber biliyordum, Muhammet peygamber. Başkaları da varmış. Arkadaşlar konuşunca biraz yabancı kaldım. Hazreti Ali, Hazreti Hamza, Hamr ibni Abdut, Hazreti Fatma üstüne kitaplar okumuştum, Hayber Kalesi cenklerini, Kerbela savaşını okumuştum ama bunları hiç kimse ile konuşmadığım için öylece belleğimde cansız kaldılar. Arkadaşlar, Hüsnü de dahil bu konuda değişik olaylar anlattılar. Dinlediklerim ilgimi çektiği için dinledim. Ancak hepimiz yorulmuşuz sırayla esnemeye başladık. Karşımdaki esneyince hemen uykum gelir. Biri esneyince ben arkasından on kez esnerim. Gene öyle oldu. Biz buna gülerken yat zili çaldı. Arkadaşlar beni düşünerek hemen kalktılar. Beraber olmamıza karşın önce yatan ben oldum. Az sonra İsmet geldi, “Dayı, uyudun mu? Ne çabuk uyudun, yalandan siniyorsun” gibilerde sözler söyledi. Galiba bu sıralar uyudum.

 

19 Şubat 1939 Pazar

 

Kendiliğimden uyandım. Zil çalmamış gibi geldi, yakınımda herkes yatıyor. 44 İsmet Yanar, 48 Yusuf Asıl nöbetçi. Yusuf geldi, “Haydi kalkın arkadaşlar, bugün pazar değil, işler sizi bekliyor!” diyerek yatakların arasında dolaşmaya başladı. Gözünü açan söz birliği etmiş gibi “Senin yanlışın var, bugün pazar, git doğrusunu öğren!” deyip yorganı başına çekti. Az sonra İsmet başka bir taktik uyguladı. Önce Namık Öğretmenin sesini taklit etti. Bir kaç kişiyi kandırdı. Bu kez Yusuf Hamdi Öğretmeni taklit etti. Hiç olmadı ama gene de herkes güldü. Yatanların bazıları kalkıp, “Ben yaparım” diyerek, önce sanat Öğretmenlerinin sonra da tüm Öğretmenlerin taklitleri denedi. Bu arada da herkes kalkmış oldu. Yakup Tanrıkulu taklitçi olarak ortaya çıktı.

Kahvaltıya inenler kendi kendilerine konuşarak salona girdi. Öğretmen yoktu, az sonra tüm Öğretmenler geldi. Susup Öğretmenleri dinledik. Yüksek sesle konuşup şakalaştılar. Bizim taklitler çok cılız kaldı. Gene de Yakup Tanrıkulu’un Hamdi Bağ’la Hasan Çevik Öğretmen’in seslerini andırdığı görüldü. Namık Ergin Öğretmen kalktı arkadaşlara, “Yarım saatimiz var, hazırlanıp işbaşı yapalım!” dedi. Saatine baktı, tekrarladı “Tam yarım saat sonra, yani 10’da!” Saatimiz yok ama, geç kalmayı hiç düşünmüyoruz, daha erken çıkmayı yeğledik. Hava tam Namık Öğretmenin dediği gibi yağmursuz, hafif esinti var ama çalıştığımız yer okul binasının kuytusunda olduğu için rüzgar tutmuyor. Mustafa Saatçı, başka zamanlarda işten kaçmak için bahane uyduran arkadaş, kendisine takılan, İmam, Hafız gibi adlarla çağırılan Mustafa Saatçı bugün usta başı olarak öncülük ediyor! En çok Mehmet Yücel’e, İsmet Yanar’a takılıyor. İsmet’e “Oğlum, şu tuğlayı atsana!” dedi. İsmet bilerek tuğlayı aldı atacak, Mustafa “Onu değil şunu, onu değil ötekini” deyip İsmet’i azıcık oynattı. Mehmet Yücel’e ise “Hişt, uzun boylu zayıf çocuk, şu iskeleye destek olur musun?” deyince herkes güldü. Hamdi Öğretmen duymuş, Mustafa’ya, “yüksektesin kendini kaptırma!” demek gereğini duydu. Hasan Çevik, Naci İnan, Nazmi Aybar, Namık Ergin Öğretmenler geldiler. Biz gene marangozluk işlerimizi sürdürdük. Kiremit dizilen yerlerde üç santim içerde kalan kiriş uçlarına saçak pervazlarını çaktık. Pervazlar çakılınca kuzey görüntüsü daha güzelleşti. Öbür tarafı beklerken pencere kasalarını bitirdik. Daha önceden hepsi hazırlandığı için bize seçip çakmak kalıyor. Bunu da çabucacık yapıyoruz. En ustamız Salih Baydemir. Çok dikkatlı, çok çevik. Ona baktıkça kültür derslerine neden bu dikkati göstermediğini düşünüp onun adına üzülüyorum. Mustafa Saatçı ile Sefer Tunca işlerini tamamladı. Nazmi Aybar Öğretmen gülerek, Hamdi Öğretmenle Namık Öğretmene, “Bizimki tamam, darısı başınıza!” dedi. Ne demek bu? Etrafımda soracak kimse yok, sustum.

Kiremit taşıyanlar dönmeye başladı. Halil bugün kiremit işinde değil, atölyede çalışıyormuş. Hasan Çevik Öğretmenle banyo bölümlerinin altına kalıp hazırlıyorlarmış. Altlar beton olacakmış. Arkadaşlar bugün daha neşeli çalıştılar. “Tatil geliyor!” deyip bir birini güldürüyorlar. Hamdi Öğretmen “Canım ne var bu kadar tatil istemeye, dün geldiğiniz evlerinize gidip de ne yapacaksınız?” dedi. Arkadaşlar, bir ağızdan “Annelerimiz bizi bekliyor!” deyince;Hamdi Öğretmen “Benim de var bir gözü yaşlı annem, on beş yıldır oğlunun yolunu gözlüyor. Onun istediği zamanlar da değil fırsat bulabildiğim zamanlarda görüp dönüyorum. O hep bekliyor, ben de onu hep bekletiyorum. Siz de kendinizi buna alıştırmaya bakın!” Bir çoğumuz “Vay!” dedi, “On beş yıl. Bizim yaşımızdan çok!” Hamdi Öğretmen bana baktı, “Seninkinden çok değil! değil mi Abi?” deyip güldü.

Büyük bir alan kaplanınca Hamdi Bağ Öğretmenle Naci İnan Öğretmen yer değiştirdi. Çalışma yeri yükselince alttan kiremit vermeler kolaylaştı. Üstten de karşılıklı sıra başlatıldı. Tahminlerden önce kiremit sıralaması bitti. Naci Öğretmen Namık Öğretmene. “Namıkçığım, harçlı sırt sıra, (Tepe kiremitleri) ellerinizden öper!” dedi. Az sonra da “Elimizdeyken oluklu kiremitleri yanlara dizelim mi?” diye sordu. Namık Öğretmen “Memnun oluruz, yarın bir de kiremit taşımayalım!” deyince bir hesaplamadır başladı. Yüzden altmışa dek tahminler yürütüldü. Oluklu kiremit 35 cm. Çatı boyu 12 metre. 1200 cm. Ben, “35 oluklu kiremit!” deyince arkadaşlar yüzüme baktı. Naci Öğretmen, arkadaşlara “O, kaç gündür bunlara uğraşıyor, neden bilmesin?” deyip konuşmayı kesti. Binanın kiremit dizme işi kısa denecek bir sürede bitti. Saçak pervazları çakıldı. Ara bölmelerle, kapı üstü , pencere üstü kalkan duvarları kaldı.

1, 5 m. yükseklik 3 m. sıfırlama. İki taraf da aynı. Ortalarda direk var. Sürekli sıfırlama çalışmaları zorlayacak. Arkadaşlar bunları düşünmediğinden “Yarın öğleyi bulmaz!” diyorlar. Akşamı bulur da acaba biter mi? Biz yarın çift kanat kapı, 200x80 çift kadat içi çerçeve yapacağız. Tahtalar kesildi temizlenecek, geçmeler hazırlanıp takılacak. Naci Öğretmen bizden sordu “İki arkadaş daha alalım mı?” “Siz bilirsiniz!” Paydos oldu.

Geçerken baktım: Gazete gene konmamış. Ahmet Ağabeye sordum, Müdür Bey, “İlanlar var onları inceletiyorum!” demiş. İlan ne ki? Ahmet Ağabey yarım saat oturdu, bana ilan anlattı. Tam olarak anlamadığımı söyleyince başka bir gün anlatmak üzer, ayrıldı. İsmet’e sordum güldü. “Dayı ne diyorsun sen, babamın, yani senin sevgili Muhittin Eniştenin işi hep ilanlarla. Köyde benim de uzun süre işim ilan okumak, babama bilgi vermekti. Ben sana onu çok rahat anlatırım.” Dersliğe gidip bir süre konuştuk. Mehmet Yücel’le köylüsü Mehmet Başaran söz birliği etmişçe “Biz, analarımızı 15 yıl bekletmeyiz, hemen gitmek istiyoruz!” diyorlar. İsmet gitti, onlara katıldı. Onlar “Analarımız bizi görmek ister!” derken Mehmet Başaran beni de çağırdı. Ben, annemin olmadığını, o nedenle katılamayacağımı söyledim. Mehmet Yücel, “Onu bırakın yahu o adam yaşlı, onun annesi bugüne kadar nasıl yaşardı?” Arkadaşları bir gülmedir tuttu. Kızacağımı bekleyenler oldu, kızmadım. Kadir soru sual etmeden, bana da fırsat bırakmadan, “Sataşmayın benim ağabeyime, onun annesi yoksa sevgilisi var, o sizden çok gidip sevgilisini görmek istiyor. Sizin gibi mızlamadığına bakmayın, onun yüreği hepinizden yanık!” Bütün arkadaşlar ayaklandılar, “Sahi mi? Neden hiç söylemiyor? İsmet’e “Sen neden saklıyorsun?” Birden hava değişti. Kadir’e sataşanlar oldu. “Sen daha önce neden söylemedin?” Kadir tüm gayretiyle savunuyor. Hilmi Altınsoy, “Biz burada arkadaşız, bir birimizden saklımız olmaması gerekir. Biz kardeş gibiyiz.” Kadir fırsat bulmuş olacak, “Ne kardeşi ne açık yürekliliği, şurada kaç gündür bir kitabın etrafında toplanıp kıkırdaşıyorsunuz. Sorunca da yalan dolan yolunu seçiyorsunuz. Baktığınız da bir kadının yaralı kukusu!” Kadir bunu söyleyince “Aaa, ayyyyy, kim dedi? kim gördü?” gibilerde konuşanlar oldu. Yavaş yavaş gülmeler başladı. Halil Basutçu “yüksek sesle bari sözü edildi, hangi kitapmış adını görelim!” dedi. Hasan Üner. “O kitap kitaplıkta kayıtlı, isteyen alır!” deyince Halil Basutçu, “Ben öyle kitabı almak için değil yanlışlıkla almayayım diye öğrenmek isterim!” dedi. Konuşmalar birden kesildi. Nöbetçi Yusuf Asıl zilin çaldığını duyurdu. Her zamankinden daha neşeyle-istekle yemekhane yolunu tuttuk.

Derslikteki kargaşada konuşma fırsatı bulamayan Mehmet Yücel yemekten kalkınca yanıma geldi, takıldığı için gücenmememi söyledi. Kızmamıştım, sözünde incinecek bir taraf görmediğimi, ancak annemin ölmüş olmasının acısı sürekli olduğundan, zorunlu olmadıkça annemin anılmasını istemediğimi anlattım. Arkadaş özür diledi. “Bazan dizginleri kaçırıyoruz. bunda hiçbir kötü niyet yok. Sen bizim şakalarımıza katılmadığın için biz de sana sataşacak çok söz bulamıyoruz. Buna biraz da sen neden oluyorsun!” diyerek niyetlerini anlattı. Konuşa konuşa dersliğe döndük. Bir süre sonra Mehmet Yücel kalktı. Ses borusunda bir iki “Hı, kı” gibi sesler çıkardıktan sonra “Kadir Pekgöz arkadaşı, Dayının sevgilisi hakkında tamamlayıcı bilgi vermeye davet ediyorum!” Kadir bana baktı, “Ne diyor bu?” dedi. Ben “Sen söyleyeceğini bilirsin!” dedim. Kadir “Benim bu konuda hiçbir bilgim yok. Ama benim onun yaşında bir ağabeyim var, Hüseyin Pekgöz, ikisi okul arkadaşıdır. Ağabeyimin bir sevgilisi var. Onu düşünerek öyle söyledim. Aynı yaştaki ağabeyimin olduktan sonra bu ağabeyin neden olmasın?” Arkadaşların çoğu Kadir’e “Bravo, aferin!” gibi sözler söylediler. Mehmet Yücel, “Ben Kadir’e’ inanmadım, anımsarsanız o çok önceleri de böyle bir söz söylemişti. Madem ki şimdi konuyu kapatıyorlar, ben de susacağım. Ama tatilde sessizce Domuzorman’a gidip bu işi öğreneceğim!” Bu kez Domuzorman sözü gülmelere neden oldu. Kadir susmadı, “Sen, Domuzorman dersen ben de senin o gavur köyünü her gün başına kakarım!” dedi. Kadir bana dönerek “Neydi o gavur köyünün adı? diye sordu. Bu kez Mehmet Başaran sinirlendi. “Sizin şakalarınız arasına köyleri niçin katıyorsunuz? Ben de o köyün çocuğuyum. Mehmet Yücel böyle sözlere katlanır ama ben gocunuyorum. Sizin anlamsız şakalarınız yüzünden sizinle dargın mı olayım?” Arkadaşlar Mehmet Başaran’ı çok haklı buldular. Ben Kadir’i savunmak için, notlarımı tuttuğum defterin baş tarafından iki sayfasını okudum. Bunu daha önce Kadir’e okuduğumu söyledim. C ile çocukluğumuzdaki durumumuzu köyde herkesin bildiğini anlattım. Beklerse evleneceğimizi, beklemezse (o kız olduğundan ona öncelik tanıdığımızı) ailelerimiz küsüşmeden eski yakınlıklarını aynen sürdüreceklerine karşılıklı söz verdiklerini anlattım. “Kızların belli bir yaştan sonra evlenmeden beklemelerinin doğru görülmediği anlayışı sizin köylerde de vardır!” dedim. Arkadaşlar beni, çok sessiz, ders dinler gibi dinlediler. Okula alınmasaydım, şimdilerde kesinlikle evlenmiş olacağımı da ekledim. Bir iki kişi “Enişte, damat” gibi sözler etti. Birisi de, “43 İsmail gibi, 45 Mürefteli gibi kaydın silinseydi de evlenecek miydin?” dedi. “Hayır öyle bir şey olsaydı (ya da olursa) kesinlikle köye dönmezdim, karnımı doyuracak bir başka yer arardım!” Bir an için herkes sustu, sanırım olay kapandı. Anlattıklarım, arkadaşların bir çoğunun aklının ucundan geçmeyen, hele küçük takımının çok yabancısı olduğu sözlerdi. Ya komik bulup güldüler ya da hayret içinde bir birbirlerine “Ne anlatıyor bu ağabey?” der gibi bakıştılar.

Benim konuşmamdan sanırım gene en çok etkilenen Mehmet Yücel arkadaşım oldu. Ne de olsa o ortaokulda okumuş daha geniş bir çevre içinde bulunmuştu. Yatarken yanıma geldi. “Senin anlattıklarını ben dinledim. Sen bana şimdi dosdoğru söyle, oraya, Yayla’ya gittin mi?” Mehmet Yücel’in Yayla dediği yer Kırklareli’de genelevin gençler arasındaki adıydı. Hiç duraksamadan “Senin okulun önünden geçerek gidilen yere çok gittim. Bir keresinde bir şımarık arkadaşla atlarla gitmeye kalktık, polislerden zor kurtulduk. Arkadaşın babasıyla, benim Hasan Amcam sağ olsunlar, bizi kurtardılar. Hem de geçen yaz sonu panayırında. Buraya gelmeden iki ay önce.” Mehmet Yücel gülmekten bayıldı “Bunu bana iyice anlat kimseye söylemeyeceğim!” dedi.

Neyi anlatayım? Panayıra arabayla gidenlerin, arabaları belli alanlarda durur. Üç gün süren panayırda kimi zaman atlar arabalara bağlı öyle uyuklarlar. Yemleri verilir, zamanı gelince sulanır. Üç gün böyle geçer. Yetişkin erkekler çoğunlukla panayıra niçin gidilmişse onun peşindedir. Kadınlar belli yerlerde dolaşır. Bir gözleri de arabalardadır. Ben Kırklareli panayırına gidince çok rahat dolaşırım. Hasan Amcam Panayır alanın bitişiğindeki Devlet Hastahanesinde yöneticidir. Ona giderim, Pehlivan Amcamın sineması vardır, sinema zamanı oraya giderim. Çeşmeleri bildiğim için atları da ben sularım. Bizim arabanın yanında başka köylerden arabalar da vardı. Komşularımızdan biri Deveçatak köyünden Giritli Ali Ağa ile ailesi, küçük oğlu Ali de var. Ali benden küçük ama, ailenin tek erkek oğlu, büyükler gibi her işe el atıp kendi gönlünce sürdürüyor. Atla geziyor, tüfek kullanıyor, kahvelere gidiyor, kendinden büyüklerle kağıt oyunları oynuyor. Çevresinde herkes ona büyümüş gözüyle bakıyor. Köylerimiz yakın olduğu için Küçük Ali Ağayı biz de tanıyoruz. Akraba değiliz ama yakın akrabalarımızın komşusu olduğundan ailelerimizin gelip gitmeleri sık olmaktadır. Bu panayırda arabalarımız yakın yerde. Atları suya beraber götürdük. İkimizin de atları çift ama biz atları teker teker götürüp suluyoruz. Panayır nedeniyle çarşı yolu çok kalabalık olduğundan bu kez yayla yolundan dönmeyi denedik. Yaylaya çıkınca Ali yolu değiştirdi, sola sapacağı yerde sağa döndü, hızla oraya yöneldi. Ben de arkasından gittim. Ben vardığımda Ali attan indirilmiş, iki bekçi arasında duruyordu. Durumu tam anlayamadığım için kaçmadım, ben de yanlarına gittim. Ali’ye yardımım olur düşüncesiyle “Arkadaşıyım” dedim. Ben sözümü bitirmeden arka sokaktan iki atlı polis çıktı. Birisi “Bunlar daha çocuk!” dedi. Ailelerimizi sordular. Panayıra geldiğimizi, arabalarımızın orada olduğunu anlattık. Atlar yedeğimizde (kaçmaya kalkışırız diye atlara bindirmediler) arabaların yanına gittik. Ali annesine yolu şaşırdığımızı söyledi. Bizim arabada kimse yoktu. O sıra Hasan Amcam gelmiş, ablamı yakındaki hastaneye götürmüş. Ben Hasan Amcam deyince polisin biri ötekine “Tamam, kefili sağlam!” dedi. Bize “Delikanlılar, bir daha yolu şaşırmayın, o tarafta atla dolaşmak yasak!” deyip gittiler. Büyük bir korku atlattık. Bir akşam sonra Ali gene gitmek istedi. Bu kez köyünden bir büyük de katıldı, gittik. Ali’yi çocuk yerine koydular, şakalar yaptılar. Ben bunlardan hiç hoşlanmadım. Bir daha Ali ile gitmedim. Bunu köye gidince arkadaşlara anlattım. İnanmadılar. İçimizde en büyük Ahmet, uzun süre Kızılcıkdere’de kalmış. O sıralar, arkadaşlarıyla o da gitmiş. Mahallesini, yolunu söyleyince o, “Tamam, doğru söylüyor, orası!” diye doğrulamıştı. Mehmet Yücel’e bunları anlattım. Sanırım o bunları değil benden başka şeyler bekliyordu. Sustu. “Ötekileri sonra anlatırım!” deyip konuyu kapattım.

 

20 Şubat 1939 Pazartesi

 

Yattığım gibi kalktım. Karışık şeyler düşünerek yatmama karşılık hiç rüya görmeden uyandım. 49 Harun Özçelik’le 50 Abdullah Erçetin nöbetçi, konuşa konuşa yanımdan geçtiler. Harun Abdullah “Ben ikinci saat Türkçe dersine gireceğim!” dedi. Abdullah karşılık verdi. “Ben hiç birisine girmem!” Halbuki Abdullah’ın bu iki dersi de pek iyi değil. Konuşmalar duyuyorum, Mustafa Saatçı’ya takılanlar var. Ona bu kez, Demirci Koca Ali usta diyorlar. Mustafa gülüyor, “İki tel kesmeyle usta olunur mu a kazlar!” diyor. Usta diyenlerden biri 6 Ali. Mehmet Yücel söze karışıyor. “Oğlum Ali sen bu kazlıktan kurtulamazsın, sabah sabah aradın, sonunda buldun; Kaz Ali!” Ali dinlemiyor, “Mustafa Saatçı. Koca Ali usta!” diye gene gene söylüyor.

Kahvaltıda Öğretmen masasının dolu olduğunu gördüm. Fikret Madaralı yok. Kendi kendime “Gelir, ders zili çalınca muhakkak gelir!” Tören için çıkınca herkesin gözü kiremitli, yeni tuğla küçük binada oldu. Öğretmenler o tarafa bakarak konuştular. Adem Gürçağlayan, Doğan diye çağırdığı küçük çocuğa ses verdirdi. Kendisi de tekrarladı, İstiklal Marşı güzel söylendi. Ben, gene aralarda kestim, rahat yeri gelince başladım. Dersliğe girer girmez zil çaldı, arkasından Öğretmen geldi. “Günaydın!” “Sağol!” Yerlerimize oturduk. Öğretmen, “Bugün de bir şiir okuyacağız. Bazı şiirler çok önemlidir. Bize tarihimizi, kim olduğumuzu anımsatır, öğretir. İstiklal Marşı bunlardandır. İşte bir tanesi de budur. Türk İlahisi.” İlahinin anlamını sordu. Mehmet Yücel parmak kaldırmadan kalktı, anlattı. Öğretmen Mehmet’in sözlerini tekrarladı. Mehmet oturunca, bu kez kendisi bir kez daha açıkladı. “Şiirde geçecek bilmediğiniz sözleri, kitabın altındaki sözlük bölümünden bakarsınız!” dedikten sonra ara vermeden yavaş yavaş iki kez okudu.

 

“Dedem koynunda yattıkça benimsin ey güzel toprak, -

Neler yapmış bu millet, en yakın tarihe bir sor, bak. -

Yerim sensin, göğüm sensin, cıhanım, cennetim hep sen:

Nasıl bir zinde millet çıktı gördüm, hasta sinenden-

Evet mecruh idin, mecruh iken de vardı imanın-

Ümidin, kuvveti, azmin, kanın, aşk-ı huruşanın……

……………………………………………………

Yerim sensin, göğüm sensin , cihanım, cennetim sen:

Nasıl bir şanlı millet çıktı gördüm canlı sinenden

 

Okumak isteyenlere okuttu. Beğendi mi, beğenmedi mi, tam anlayamadık ama Öğretmen her okumadan sonra “Güzel, güzeeel!” dedi. Bu şiiri defterlerimize yazmamızı, ezberlememizi söyledi. Yazarı: Süleyman Nazif. İkinci derse gelince de aynı yazardan bir düz yazı okudu. Esir Aslan. Yazar bir çok yer gezmiş. Gittiği yerlerde hayvanat bahçelerini görmüş. Hayvanat bahçelerinde sayısız hayvan varmış. Bunların türdeşleri kırlarda özgürce dolaşırken bunlar buralara kapatılmış, bir tür esir edilmişler. Şimdi özgürlüklerini kaybetmişler. Kapalı yerlerde insanların onlara verdiği yemleri yeyip, yaşamlarını sürdürüyorlarmış. Bunların arasında o en güçlü sanılan aslanlar da varmış. Onlar da kafeslerinde insanların kendilerine bakmasına razı olmuş halleriyle öteki hayvanlardan, örneğin kediden, köpekten farkı kalmamış. Ama yazarın Bombay Hayvanat Bahçesinde gördüğü bir aslan bunlardan farklıymış. O, gene özgür olduğu zamanki gibi, kendisine bakanlara aslanlığını kanıtlıyormuş. Bakışları ürkütücü, hareketleri korkutucuymuş.

Bu parçayı da arkadaşlar birkaç kez okudular. Öğretmen gülerek, “Size bir yazardan iki parça seçtim, biri manzum, biri mensur, yani düz yazı ama bu iki yazıda da birleşen bir yan var. Birleşen bu yanı düşünün, yazar bu yazılarında gerçekte neyi anlatmak istiyorsa siz de bunu defterlerinize yazın. Bu bir ödevdir. Bundan sonra okuyacağımız yazılarda hep bu tür sorularla karşılaşacaksınız. Yazarın anlattığı ile yetinmeyeceğiz daha çok anlatmak istediğini bulmaya çalışacağız. Bu ödev size bir örnek olacak!” Öğretmen bir sıranın üstünde duran Murat Uraz’ın Yazarlar el kitabını gördü, Süleyman Nazif için yazılanları okudu. Şair-yazar, olarak tanıtılıyordu. Süleyman Paşa, Kara Bir Gün, Çal Çoban Çal, Fırak-ı Irak, Tarihin Yılan Hikayesi, Kafir Hakikat, Malta Geceleri gibi kitapları olduğu belirtiliyordu. Yüksek makamlarda bulunmuş, valilikler yapmış. Öğretmen, Süleyman Nazif’in yazarlığı üstüne konuşurken zil çaldı. Öğretmen, “Gelecek dersimizde devam edeceğiz!” deyip ayrıldı.

Dersimiz Matematik. Öğretmen azıcık geç geldi. Gelir gelmez de, “Ne o dün siz kiremit hesabını doğru yapamamışsınız!” dedi. “Yaptık!” diye bağıranlar oldu ise de Öğretmen, “Yaptık demeyle olmaz, yapmalı, sonuçları da karşıdakilerin gözüne kakmalı. Yapsanız, Öğretmenleriniz “Yapamadılar!” der mi?” Bize dönerek kim yaptı?” diye sordu. Ben parmak kaldırdım. Öğretmen “Neyi, nasıl yaptın?” dedi. “Sizin yapamamışsınız dediğiniz hesapların hepsini doğru yaptık!” dedim. Öğretmen duraladı, “Anlamadım!” dedi. Açıkladım. “Ben marangozluk bölümünde çalıştım. Duvar ölçülerine göre tüm keresteleri kendimiz hesaplayarak kestik. Hepsi yerlerine uygun düştü. Dün çatıda konuşulan, çatı eğiliminin, yani kiremit sayısının toplamıydı. Onu da doğru yaptık. Geometri kitabındaki gibi, dik üçgenin kısa kenar karelerini topladık, kare kökünü bulduk. Bu kök eğik kenarı verdi. Uzun kenar zaten biliniyordu; 6 metre. Bulduğumuz kenarın iki katını aldık çatının tamamı çıktı.” Öğretmen arkadaşlara döndü “Böyle mi oldu?” dedi. Arkadaşlar “Böyle!” deyince Öğretmen güldü. “Çocuklar, bana “Yapamadılar!” diyen olmadı, bilakis yaptığınızı söylediler, gururlandım. Nasıl yaptığınızı, hangi yoldan yararlandığınızı öğrenmek için konuya böyle girdim. Buna çok sevindim. İş Öğretmenleriniz sizden çok memnunlar. Bundan böyle bizim derslere de böyle şevkle sarılın da hepimiz sevinelim!” Öğretmen bana, “Senin kare kökü almana sevindim ama pratikte başka yöntemler vardır. Örneğin, çatı yüksekliği ölçme, tepeden duvara bir ip indir, saçak uzantısını ekledikten sonra. İpi metreye çevirince eğilim uzaklığı çıkar. Daha kolay değil mi?” İçimden “Gene yaranamadım!” dedim. Kendimi tutarak “Onu ben de biliyorum, köyde ustalar hep öyle yapıyor, ustalar onu nereden öğrenmiştir? Büyük binaların hesaplarını yapanlar nasıl yapıyorlar? Ben onları düşündüm.” Öğretmen bana dönerek, “Bravo, sen işin teknik yönünü, teorisini düşünüyorsun. Haklısın, plan çizenler, binalar kurulmadan en ince hesaplarını böyle çıkarırlar. Böylece matematiğin inşaatlardaki faydasını yaparak, yaşayarak gördünüz. Gelin sizinle birlikte ne yaptığınızı matematik açısından bir daha gözden geçirelim. Binanın boyu 12 m. , eni 6 m. . 72 m2, duvar olarak çevre 36 m. . yükseklik, 3 mt. 108 m. de duvar. Buradan tuğla hesabını çıkarırız Duvar kalınlığı 25 cm. Çarparsak duvarlarımız 27 m3 olduğunu görürüz. 1 m3 tuğlayı biliyorsak sayı ortaya çıkar. Hesaplayalım. tuğla 25x10x8= 2000 cm3, 1 m3-100x100x100=1000000/2000=500 m3, 27x500=13, 500 tuğla.”

Öğretmen uzun uzun tuğla hesabı yaptıktan sonra bana, marangoz atölyesinde birlikte çalıştığımız arkadaşları sordu. Harun Özçelik, Hasan Üner, Salih Baydemir, Recep Kocaman, Hüseyin Orhan arkadaşları saydım. Hüseyin Orhan’ı kaldırdı, tahta hesaplarını sordu. Ona yarıda kestirip Hasan Üner’i kaldırdı. Zil çalınca Öğretmen memnun olarak derslikten ayrıldı. 2. Derste not defterini çıkardı. Defterde gözlerini gezdirirken “Bakalım bizim defterdeki tuğlalar nasıl hesabediliyor?” deyip kendi kendine güldü. Bir süre hepimizi süzdükten sonra bizim sıraya doğru “Sen, bana bakmadan sen!” dedi. Eliyle bize, önümüzü gösterdi. Emrullah Öztürk. Emrullah baktı, toparlandı. Öğretmen “Sen uzun zamandır bizim faaliyetlerimize katılmıyor görünüyorsun. Neden? diye sormayacağım ama bu daha fazla sürerse çok üzüleceğim. Bedenin müsaade ediyorsa, tahtaya sen gel bakalım!” Emrullah ağır ağır kalktı, tahtaya gitti. Eline tebeşir aldı bekledi. Arkadaşlardan gülenler oldu. Emrullah onlara biraz daha ekşiyerek baktı. Hüsnü Yalçın’ı izledim, çok üzüldü. “Azıcık canlı olsan ne olur ki?” diye kendi kedine konuştu. Öğretmen bir dik üçgen çizmesini söyledi. Emrullah çok dikkatli ama çok ağır hareket ederek düzgün bir üçgen çizdi. Öğretmen çizilen üçgenin belli başlı özelliklerini sordu. Emrullah sorulara beklenmedik doğrulukta yanıtlar verdi. Belki Öğretmenin gözünü doldurmadı ama kalkarkenki olumsuz tavrına karşın çok iyiydi. Zaten Öğretmen de “Seni canlandırmak için her derste kaldıracağım!” diye takıldı. Emrullah yerine otururken kendi yerine giden yoldan değil de Hüsnü’nün tarafından girdi. Hüsnü ayağa kalktı, Emrullah yerine girerken Öğretmen Hüsnü’ye “Hazır arkadaşın seni kaldırmışken seninle de konuşalım. Zaten arkadaşın da böyle istemiş olacak ki gitti bizzat kaldırdı!” dedi. Hüsnü tahtaya geçti. Öğretmen bu kez Hüsnü’ye “Sen de bir eşkenar üçgen çiz!” Hüsnü çok heyecanlı, titrediği belli olurdu. Sorulanı çok iyi biliyordu, buna Halil de ben de tanığız. Ama Hüsnü’ye Öğretmen “sen de” dediği için o, Sen de’yi “onun gibi çiz” anladığından, o da bir dik üçgen çizdi. Öğretmen bize döndü “Ben dik üçgen mi demiştim?” deyince Hüsnü toparlandı, eşkenar üçgen çizdi. Öğretmen çizimleri beğendi. Hüsnü eşkenar üçgenin özellikleri, kenar eşitliğini, açı eşitliğini, çizim özelliklerini anlattı. Öğretmen kalktı, tahtaya buçuklu sayılar yazdı. Altlarını çizerek ayırdı, aynı sayıları bu kez kesirli olarak yazdı. Hepimiz gülmeye başladık. Öğretmen öyle bakıyor sabırla bekliyor. Sonunda Öğretmen de güldü. Öğretmen “Bu bağışlanır bir heyecan, heyecanın verdiği bir bakar görmezliktir!” dedi. Hüsnü yerine oturana kadar kimse bir şey söylemedi. Oturunca, Öğretmen tahtaya bir de şimdi bakmasını söyledi. Hüsnü baktı, sonunda gördü, kendi yazdıkları ile Öğretmenin yazdıkları aynı sayılardı. Hüsnü, kendi kendine konuştu: “Ya, (Yahu anlamında) ben heyecanlanınca etrafımı görmüyorum, adımı bile unuttuğum oluyor!” dedi. Öğretmen ikisine de “Siz ikiniz de tahtada daha canlısınız, ara sıra tahtaya kalkmanız sizi daha canlı yapacak!”

Öğretmenin konuşması arkadaşlar adına bize çok olumlu geldi. Dersten sonra bir kahkaha koptu. Halil’le konuşurken nedenini anlamadık. Hüsnü Yalçın da kendisiyle ilgili sandı. Az sonra öğrendik. Matematik dersinde özellikle Öğretmen Ahmet Gürsel Öğretmenden en çok korkan 6 Ali Güleren. Hüsnü tahtadayken dikkatle izlememiş, sinmiş. Tahtadakileri de tam anlayamadığı için olaylardan iyice kopmuş. Buna karşın ders süresince ortada dolaşan konuşmaları merak edip öğrenmek istemiş. Bunu da tam adamından, Mustafa Saatçı’dan sormuş. Saatçı bunu arkadaşlara kendi biçemiyle anlatmış. İşte bu gülüşler ondanmış. 6 Ali, önce Ali Aga, şimdi de Kaz Ali sözleri arasında yemeğe yollandık.

Öğle yemeğimiz, arkadaşların “Bıktık!” dedikleri benimse çok sevdiğim, Tas kebabı, pirinç pilavı, üzüm hoşafı. Bu takım olunca daha iyi doyduğumu anlıyorum. Yemekte Hilmi bana “Ağabey, matematik Öğretmeni seni çok seviyor, anladım!” dedi. “Nereden anladın?” diye sordum. Bu derste hep onu gözlemiş. Halil karşılık verdi “Hiç de öyle değil sevse öyle davranmaz. Arkadaş bu kadar çırpınıyor. Daha doğru dürüst bir teşekkür bile etmedi. Benim bildiğim bu dördüncü kez oldu, arkadaş tahtaya kalktı, hiç kimsenin yapmadığını yaptı. Sonuçta aynı sözlerle, yapılanın herkesin yaptığıymış gibi ortada bırakıldı! Arkadaş da tıpış tıpış yerine oturdu. Öyle değil mi?” diye bana sordu. Bir yanıt veremedim ama içimden “Galiba öyle!” dedim. Benim için önemli olan verilen bir ödevi yapmamış ya da yapamamış olarak ders Öğretmeninin önünde boynu eğik duruma düşmemektir. Matematik dersini sevdim, inceliklerini de kavradım. Özellikle Geometri benim için kolay bir çalışma dersi. Bu nedenle içim rahat …. .

Yemekten sonra Naci Öğretmen Salih’i çağırdı. “Biz gene atölyedeyiz!” demiş. Buna sevindim. Tenha çalışmak daha rahat oluyor. Ne iş yapacağız ki? Geçerken baktım, gazetemiz gene gelmedi. Halil, “Olsun, Müdür Bey vermediğine göre bize kimse bir şey demez!” diyor. Oysa ben kendim okumak için bakıyorum. Dergi de kimin elinde belli değil. Galiba kimse okumuyor. Atölyeye indik. Hamdi Öğretmen bize, “Bizim orada yapacak ne işimiz var?” diye sordu. Kapı, pencere yanıtını verdik. “Öyle miiii?” diye uzatarak sordu. Arkasından “Kaç bölüm olacak?” dedi. “12!” deyince “sizin kapı yumurtladı, yumurtalardan on iki yavru çıktı!” dedi. Masa üstüne açtığı büyük bir kağıda çizilmiş bulunan resmi bize gösterdi. Resimde bir tarafı düz bir tarafı eklerle tutturulmuş çakılı kuşaklar. Kenarlara kalınlıklar, üslerde uzunluklar yazılmış, köşelerin kesiklikleri belli. Resme göre hep beraber kullanılacak tahtaları saydık, 12 sayısıyla çarparak kullanacağımız parçaları hesapladık. Çok olduğuna karar verdik. Öğretmen güldü, “Siz dün sevindiniz, bitti sandınız!” dedi. arkasından da “Yapıcılara göre bizimki gene de bitti, sayılır!” Bu kez ben, “Yapıcıların ne işi kaldı ki?” dedim. Öğretmen güldü, bana “Sen oraya ne yaptığımızı unuttun mu? Banyo yapıyoruz. Banyoda su kullanılacak, tonlarla su girecek, tonlarla su çıkacak. O sular nereden gelecek, nereden çıkacak? Daha onların işi yeni başlıyor. Ayrıca yol kenarına dek bir de kanal kazılacak!” Bir an durdu. “Tatilinizi düşünüp üzülmeyin. Herhalde bu kanal işlerini tatil sonuna bırakırlar!”

Hamdi Öğretmen gelince şablonlar hazırlandı. İkişer ikişer tezgahlara ayrıldık. Ben Hasan Üner’le eşleştim. Daha doğrusu ben öyle istedim. Hasan’la çalışırken işin çoğunu ben yapıyorum ama, onunla kitaplar üstüne konuşmak hoşuma gidiyor. Hasan, okuduğu kitapları unutup geçmiyor. Ortak okuduklarımızı kimi zaman bana gene gene anımsatıyor. Bunu kendim için yarar sayıyorum. Bugün keseceklerimiz 2x4 cm. ince tahtalar. 150 cm. boyunda 24 boyluk, 60cm. boyunda 24 kuşaklık, ayrıca 54 boyunda 12 kuşaklık. kesilecek. Salih’le Recep Kocaman da 180x2 tahtalardan 48 adet kesecekler. Dördümüz çalışmaya başladık. Diğer arkadaşlar binaya gittiler. Biz, ağırdan alarak konuşa konuşa iki saat içinde bitirdik. Salih’ler de bitirdi. Naci Öğretmen geldi. Bize çapraz kesme kalıbı yaptı, işkencelerle sıkıştırdı. Birkaç örnek kendisi kesti. Çok kolayımıza geldi. Çıtayı kalıba sokup çizgilere yerleştiriyoruz. Arkadan da ucu başka bir işkence ile sıkıştırıp kesiyoruz. Bu işi Hasan çok sevdi. Kalıp işini ben hazırladım, Hasan kesti.

Paydos zili çaldığında bizim işimiz bitmişti. Dersliğe giderken öteki arkadaşların işlerini gördük. Onlar çatı kirişlerini belli yerlerden bir birine tutturmuşlar. Çatı altlarını bir çok yerden pekiştirmişler. Yapı grubu ise bina içinde bir hendek kazmışlar. Bu hendek ayrıca her bütün bölümlere uzatılmış. Binanın içi tam anlamıyla kazılmış. Naci Öğretmenin dediği çıktı. Bu kazıklar kolay kolay bitmez. Biz bakınırken herkes gitmiş. Biz de gittik. Dersliğe varınca şaşırdık. Arkadaşlar “İşimizi bitiriyoruz, tatil yaklaştı!” diyerek oynuyorlar. Nasıl, ne zaman demedik? “Olursa iyi olur!” diyerek onların sevinçlerine katıldık. “Gidin derlerse neden gitmeyelim?” Hasan Üner’le bugün iyi çalıştığımızı Halil’e anlattım. Biz konuşurken Hasan yanımıza geldi. Halil “İyi insan lafının üstüne gelirmiş. Biz de şimdi senden söz ediyorduk!” dedi. Hasan cebinden, daha doğrusu gömleğinin altından bir kitap çıkardı, “Bizim Deniz-Mare Nostrum. Şu sık sık bakılan kitap. Yabancı dillerden çevrilmiş.” Halil aldı, sırasına koydu. O bakmak istemiyor. Ben orada önemli bir şey olduğundan değil, arkadaşlarımızın önemli gördükleri olayın ne olduğu görmek istiyorum. Arkadaş “Al öyleyse sen bak!” dedi. Aldım, yemekten sonra bakmak üzere kitaplarımın arasına koydum.

Yemekte konuşmalar hep tatil üzerine. Bu tatil konusuna giderek sıkılmaya başladım. Daha kaç gün oldu öğrenci olalı? Köyde etrafıma toplanıp sorduklarında söyleyecek doğru dürüst bir sözüm olmayacak. Askere gidip izinli dönenleri düşünüyorum. Birileri gider, döndüğünde saatlerce anlatır. Anlattıkları fasafiso da olsa onu hep dinlerler. Ertesi gün de gelse gene anlatsa diye yoluna bakarlar. Birileri gider, gelir, bir iki sözden sonra “Neyi anlatayım, hep bildiğiniz askerlik. Araba dolusu sopa, yakası açılmadık küfür. Sopa yer alışırsın, küfür işitir kaşarlanırsın. Teskere deyip salarlar, çektiklerini unutumadan çıkar gelirsin. Bunlar anlatılmaya değer mi? Siz, sorup duruyorsunuz. Çoğunuz denemek için soruyor, “Acaba bu benden daha çok sopa yedi mi, benden daha çok kendine sövdürdü mü? Hiç merak etmeyin hiç kimse sizden az sopa yememiştir, hiç kimse sizden fazla aşağılanmamıştır. Hepimizin çilesi aşağı yukarı denktir. Sizinki, benimki, hatta babamınki ile, senin dedeninki bir birinin tıpkısıdır!” diyen olunca kesinlikle ona böylesi bir soru sorulmaz. Ancak o kişi olumsuz tavırlarla karşılanır. Bu anlayıştaki insanlara ben ne anlatacağım? Halil’e bunu söyledim. O haklı olarak, “Herkes senin gibi değil, sen evi değil kahvedeki insanları düşünüyorsun. Arkadaşlar kendi evlerini, evlerdeki arkadaşlarını düşünüyorlar. Sen de kahveye gitmesen, o dediklerinin hiç birisini duymayacaksın. Gidersen de onlara uyacaksın. Uymazsan bu kez sana daha çok kızacaklar, “İki günde burnu büyüdü!” diyecekler. Bunu duyunca, baban ağabeylerin üzülecekler. Sen konuşacak söz bulmak zorundasın. Bunu yapacak kadar da zekisin. Gördüğün, yeni öğrendiğin en küçük olayları bile abartarak anlat!” Alpullu’yu benden daha iyi biliyorlar, nesini anlatayım ki? “Edirne’yi anlat. Öğretmenleri anlat. Salih Omurtak’ı anlat. Günlerce anlatsan dinlerler. Su istedi su getirdim, dersin. Yanında daha on tane general vardı, dersin. Okul binasını almak için yalvardı. Vermeyecektik ama yalvarınca dayanamadık, razı olduk dersin!” Halil’i bu gece daha çok sevdim. Söyleyeceklerini yapacak değilim ama, yapabilsem işime gelecek galiba. Bunları düşünmesi hoşuma gidiyor.

Yemekten sonra tarih kitabını açtım. Orta Asya, Hunlar, Çin, İskitler, Mezopotamya, Kalde Elam, ve Asur. Mısır. Piramitler, Anadolu, Eti, Frikya Lidya, Suriye, Filistin, Ege, Yunan Yarımadası, bakıp geçiyorum. Neresini okumaya kalksam arkadaşın dediklerini anımsayıp gülüyorum. O sık sık “Neye gülüyorsun? “diyor. Ona da söyleyemiyorum. Hele o Salih Omurtag için söylediği çok hoşuma gitti. Salih Omurtag bizim köy muhtarı Çavuş Amcanın Sarıkamış Savaşı sırasında mülazımıymış (subayıymış) Bunu söyleyip azıcık da böbürleniyordu. Bunu bir defa köylülerin önünde bir subaya söylemişti. Şimdi de ben gidince, “Çavuş Amca, şu senin Salih Omurtak var ya, general olmuş ama pek iş yok onda, iyice ihtiyarlamış, kolundan tutmasalar yürüyemeyecek durumda. Merdivenden çıkarken yardım ettim, Teşekkür ederken bile öksürdü!” desem Çavuş Amca ne der? Ya köylüler? Kahvede dedikodudan başka bir şey konuşmayanlar, ne derler? Belki de adamı bu defa ölmüşe döndürürler. Sonra da benim söylediğimi yayarlar. Gülüyorum. En iyisi azar azar katkılarla, anlattıkça duruma göre değiştirmek. Bu yöntemi denemeye karar verdim. Genel Müfettiş Kazım Dirik, Edirne valisi Ahmet Mergen. Milli Eğitim Müdürü Edirne’de, Kırklareli valisi, Hasip Koylan, Şeker Fabrikası müdürü de burada okulumuza geldi. Müfettiş İlhan Görkey ise her zaman okulda. Onların tanıdığı Ahmet Korkut Öğretmen de sık sık geliyor. Bunların her birini ayrı zamanda anlatacağım. Hele onların Pancar Müfettişi dediği Rıfkı Beyle sık sık görüşüyoruz. İsmet’le her pazar evlerindeyiz. “Evi de, şu sizin tartı kantarınızın hemen karşı tarafında. Pancar günlerinde sizi orada sık sık göreceğim!”

Bunları düşününce rahatladım. Halil’e teşekkür ettim. Nedenini sordu. O, aldığımız kitap için sanmış, “İçinde önemli bir şey mi buldun?” dedi. Kitabı anımsattığına da teşekkür ettim. Kitabı açtım, bakıla bakıla katlanıp kirlenmiş sayfaların olduğu yeri bulmak zor olmadı. İspanya’da mı nerde bir kraliçenin apışarasında koca bir kara ben varmış. Ben, kadının çiş yerine yakınmış. Hiç önemli bulmadım ama, arkadaşları da ayıplamadım. Onların çoğu daha küçük çocuk. Zaten belli oluyor. Kitaba daha çok ortaokullardan gelenler, daha doğrusu yaşı küçük olanlar bakıyor. Mustafa Saatçı, MehmetYücel, Sefer Tunca, Halil Basutçu bakmıyor. Yusuf, Bekir Abdullah, Hilmi, Mehmet Başaran grubu bakıyor. Kitabı yatmaya çıkınca Hasan’a vereceğim. Coğrafya kitabını açarken zil çaldı. Kitaba, “Şansın yokmuş, haftaya kaldın!” dedim. Halil duydu, “Ne o tatilden vaz mı geçtin?” dedi. Güldüm, “Tam tersine tatili senden çok istiyorum!” dedim. “Öyleyse aklına bir kurnazlık geldi!” dedi. Gene güldüm. “Sana sonra anlatacağım!” döndüm, yürüdüm.

Lavaboda dişlerimi fırçalarken kendi kendime güldüm; öyle ki, bu arada biraz macun bile yuttum. Birine anlatırsam düşündüklerimin ayıplanacağını biliyordum. Bunu saklamayı yeğledim. Ama nasıl? Bunu düşünmeye başladım. Kimseye anlatmamak en iyisi. Öyle düşünerek yattım! Ancak giderek içimden gülmek geliyor. Kahvedekiler beni dinlerken, Orgeneral Salih Omurtak’a bir bardak su veriyorum. Bizim köylüler şaşıracaktır. Salih Omurtak’ın su içtiğini bile düşünmemişlerdir. Belki de inanmayacaklar. Koskoca Salih Omurtak bardakla su mu içermiş? deyip çıkışanlar bile çıkar. Adamlar askerlik anılarını anlatırken besbelli oluyor, binbaşılardan yüksek rütbelileri insan olarak, kendilerinden çok uzaktaki yaratıklar olarak düşlüyorlar. Onların anlattıklarında hep dinledim, teğmen, üsteğmen pek az da yüzbaşıların hanımlarından söz ediyorlar da albay, tüm, kor, or. general eş ya da kızlarından hiç söz eden yok. Onları görmediklerinden mi yoksa onlarda böyle bir şeyleri yok saydıklarından mı? Çok ilginç, komşu köylümüz Akın Kardeşleri konuşurken de hep dikkat ettim; küçük kardeş Zühtü Akın (Milletvekili) konuşulurken, eşi, kızı, oğlu anılır ama ağabey Rüştü Paşa konuşulurken, eşi, çocuğu var mı yok mu? Bunlara hiç değinilmez. Salt bizim köyde değil, onların kendi köyleri Hamitabat’ta da bu böyledir. Bunun nedenini kendi kendime bulabilir miyim? Bulamazsan sanırım başkasından soramayacağım.

 

21 Şubat 1939 Salı

 

Konuşmaları duyunca kalktım. Zil çoktan çalmış Hilmi yeni kalkıyor. Hasan ayakta, konuşuyorlar. İlk ders tarih. Hilmi, nereden aklına takılmışsa takılmış, Fikret Madaralı için “o aslında tarih öğretmeni değilmiş, tarih Öğretmeni olmadığı için bu derse o giriyormuş!” Hasan, “Değilse değil, bugün tarih dersine o girdiğine göre, Öğretmen odur. Sabit Soysal da coğrafya Öğretmeni değilmiş. Ona bakarsan Ömer Uzgil de Almanca Öğretmeni değil. Bizim için ne farkeder? Onlar şimdi bu derslerin Öğretmeni. Üstelik Fikret Madaralı, dikkat ediyor musun, kitabı açıp bakmadan kitap dolusu bilgileri rahatça anlatıyor!” Konuşmalarına katıldım, “Neden bunları konuşuyorsunuz?” Hasan, “Ortada hiçbir şey tok, Hilmi, yeni duymuş gibi eskilerden söz ediyor. Fikret Madaralı bunu ilk dersinde söyledi. “Tarih Öğretmeni gelinceye dek, bu dersi beraber sürdüreceğiz demişti!” Şaştım, o derste ben de vardım sözde, bunu unutmuşum.

Onlardan önce dersliğe indim. Tarih kitabımın içinde ders özetini gözden geçirdim. Eski Yunan Yarımadası, Dor’lar, Miken, Girit, Aka’lar. İyon’lar. Knossos, Atina, Isparta, Pelopones, Makedonya sözleri 2000 yıllık bir sürece dağılmış. Arka arkaya gelişiyor. Knossos Girit adasında. günümüzde de kalıntıları bulunan bir saray. Bunların hepsini isteseler arka arkaya anlatırım. (Bana öyle gibi geliyor). Ancak aralarından birini seçip sorunca zorlanıyorum. Öğretmen de zaten hep bunu yapıyor. Akaları anlat, Dorların geliş yolları, Dinleri ya da din anlayışları, Tapınaklar? gibi sorulunca nereden nasıl başlanacağını tutturmak zor oluyor. Gene de başka arkadaşlara göre rahatım. Bilmediklerimin yanında bildiklerim çok oluyor. Bu nedenle tarih dersini de Öğretmenini de seviyorum. Akşamki konuyu anımsayıp soracak diye Halil’e başka sorular yöneltiyorum. Gigesler kimdir? Midaslar nerede yaşamıştır? 1. Ramses kimdir? Halil şaşırdı, “2. Ramses Mısır kralı ama 1. Ramses kim?” diye benden soruyor. Atıyorum. 1. Ramses de Mısır kralı, 2. Ramsesten önce yaşamış. Halil “İyi anladık, 1. olduğuna göre önce yaşadığı belli. Ama bunu kitabın neresinden okudun?” Yanıtım hazır. “Tarih kitabımız bunu yazmıyor. Kitap kalınlaşmasın diye tarihin buralarını bize bırakmışlar!” Halil, “Haydaaaa!” deyip gülüyor. Hayda, sözü Halil’de, “inanılmayacak, inandırıcı olmayan, uydurulmuş söz” anlamını taşımaktadır. Öğretmen gelinceye dek böyle oyalandım.

Öğretmen geldi. Hep olduğu gibi gülerek “Günaydın!” dedi. Elindeki kitapları masasına bıraktı. Ellerini, baş parmakları bize doğru olmak üzere ceplerinin üstünden kemerlerine koydu. “Nihayet banyo işinizi kendiniz hal yoluna koydunuz!” dedi. Güler yüzlü olduğu zaman yaptıkları gibi arkadaşlar “Daha bitmedi!” dediler. Öğretmen, “Bitecek bitecek; böylece “Hamam” derdiniz ortadan kalkıyor. O da önemli bir ihtiyaçtır, temizlik, sağlık için gereklidir!” Arkadaşlardan biri, “Edirne’de böyle bir sorun yoktu koskoca bir hamamı vardı!” deyince Öğretmen güldü, “Edirne’deki okulda bir değil iki hamam vardı. Biri size açılmadı. Orası yapılırken Hastahane olarak düşünülmüş, planlı, mükemmel bir hastahane. Sonradan okullara çevirmişler. O binada kalsaydık böyle 80 kişi ile değil 2000 öğrenciyle rahat rahat öğrenim yapacaktık. Siz buna üzülmeyin, şimdilik küçük hamamınızı yaptınız, önümüzdeki zamanlarda yetecek okulunuzu da yapacaksınız. Biz Öğretmen arkadaşlar bunu konuştuk, buna inandık, umutluyuz. Siz de bunu duyun, buna inanın. Ancak bunu da unutmayın, gelecek günlerde daha büyük işlerde daha çok çalışmak zorunda kalacaksınız!” Öğretmene öylece baktık kaldık. Öğretmen bize bir şeyler söyledi ama, bunun arkasında da söylenmeyen sözler var, gibiydi.

Fazla düşünemedik, Öğretmen Eski Yunan Yarımadası, dedikten sonra 53 Ali Önol’a Yunan Yarımadası’nı sordu. Ali söze, “Bizim orada!” diye başladı. Öğretmen durdurdu “Ne sizin orada?” diye sordu. Ali, Meriç’li olduğunu, köyünün Yunanistan sınırında bulunduğunu, bu nedenle “Bizim orada!” dediğini anlatınca Öğretmen gülerek, “Hadi bize, şu sizin oradaki Yunanistan’ı haritada göster!” dedi. Ali kalktı önce dünya haritasında sonra da tarih dersi haritasındaki Yunan kentlerini gösterdi. Ali oturunca Öğretmen Ege Denizi’nin iki tarafını da elindeki cedvelle dokunarak Yunan-İyon uygarlıklarını anlattı. Kısa bir aradan sonra 2. dersimizde kitabımızı okuduk. Öğretmen bu kez bu konunun önemini bir daha belirtti. İsmet Yanar’a okuttu. İsmet bir süre okuyunca tutukluk yapmaya başladı. Öğretmen bu kez Mehmet Başaran’a okumasını söyledi. Başaran yüksek sesle ağır ağır okudu. Okuması biterken zil çaldı. Öğretmen Mehmet Başaran’a takıldı. “Zamanı öyle kullandın ki bana, Allahaısmarladık deyip gitmekten başka bir seçenek bırakmadın!” Mehmet Başaran, sözü iyi algılayamadı, yüzü renklendi. Öğretmen baktı, “Alınganlık etmene bir neden yok, çok güzel okudun, aferin!” dedi. Öğretmen çıkınca arkadaşlar Mehmet Başaran’ın başında toplandılar. Öğretmenin neden öyle söylediğini soranlar oldu. Sami Akıncı sinirlenerek “Arkadaşın başında neden toplandınız? Öğretmen ona kötü bir şey söylemedi ki? Daha çok beğendiği için öyle söyledi. Arkadaş okuma telaşı içinde doğru anlamadı. Anlaşılıyor ki siz de anlamamışsınız!”

Sami konuşurken Sabit Soysal Öğretmen kapıda durdu, “Günaydınnnnn!” dedi. “Günaydın!” derken ayaktakiler yerlerine geçti, öylece bir süre ayakta durduk. Öğretmen gülümseyerek, “Oturun!” dedi. Oturduk. Öğretmen, “sizinle daha önce önemle üstünde durup konuştuğumuz bir konu vardı. Vakit ya da çoğunlukla zaman denilen, içinde yaşadığımız süreç. Siz önce içinde bulunduğunuz günü biliyor musunuz? Bugün günlerden ad olarak nedir?” Abdullah Erçetin’e sordu. Abdullah “Salı!” dedi. Öğretmen, “Nerden biliyorsun salı olduğunu?” deyince, Abdüllah gülerek, “Sizin dersiniz Salı günü Öğretmenim!” deyince Öğretmen, “Vay, ben derse gelmeseydim bugün salı olmayacak mıydı?” Hepimiz güldük. Öğretmen eliyle tahtayı gösterdi. “Bir vakitler sizinle zaman ölçülerini konuştuk, günün tarihini tahtaya yazmayı görev saymıştık. Hani o karar?” Abdullah Erçetin’e “şimdi bu iş sana düştü, bundan sonra her gün tahtanın köşesine günün tarihini yazacaksın!” Abdullah “Peki Öğretmenim” derken İdris Destan “Ben yazayım Öğretmenim, Abdullah unutur!” deyince Öğretmen, İdris’e “Abdullah unutur ne demek, daha başlamadı, neden böyle dedin?” İdris Abdullah’ın müzik dersi öncesinde porte çizmeyi unuttuğunu anlattı. Öğretmen güldü. “Hadi öyleyse Abdullah’ı bir daha zor durumda bırakmayalım, bazı insanlar sık sık dalgınlık yapabilirler. Sen kendine güveniyorsun, öyleyse bu görevi senden isteyelim. Dikkat et bize günlerimizi şaşırtma!” İdris Destan “Peki!” dedi, yerine oturdu. Öğretmen, “gündüzlerin, gecelerin oluşmasını daha önce gördük. Ay, güneş hakkında da konuştuk. Birkaç gün önce ay tutulması oldu. Siz görmediniz. Ancak ay tutulması olayını daha önce duymuş olmalısınız. Bunu nasıl duydunuz? Köylerde bu olay nasıl karşılanıyor, neler yapılıyor?” 6 Ali parmak kaldırdı. Bir gece o deniz kıyısındayken ay tutulmuş, ayın bir yanı kararmış, iki saat kadar öyle kalmış, sonra bitmiş. Ali bittiğini söyledi, sustu. Öğretmen, o çevredeki insanların ay tutulunca, tutuluş bittikten sonra neler yaptığını sordu. Ali kendi kendine bir şeyler söyledi, gene sustu. O susunca yakınındaki arkadaşlardan İbrahim Ertur, “Öğretmen bekliyor, hadi söylesene” diyecek oldu. Ali, dalgınlıkla İbrahim’e “Ne bileyim ben elalemin ne yaptığını?” deyiverdi. Öğretmen onlara bakıyordu. Öğretmen, derslerde pek yapmadığı kahkaha ile güldü. Sonra da “Ya, öyle işte, doğrusu bu, ne bilsin elalemin ne yaptığını?” Ön sırada oturan Bekir Temuçin parmak kaldırdı. Öğretmen işaret verince Bekir kalktı anlattı. Minarelerden sela okunduğunu, yetişkinlerin dualar okuduğunu, insanların, meydanlarda toplandığını, tüfekler atıldığını, tutulma bitince de bir birlerine geçmiş olsun deyip sevindiklerini, anlattı. Öteki arkadaşlar da “Bizde de böyle!” diyerek Bekir’e katıldıklarını söylediler. Öğretmen Güneş tutulması derken zil çaldı. Öğretmen, “hadi bunu da önümüzdeki derste sürdürelim” deyip ayrıldı. Öğretmen gidince arkadaşlar Ali Güleren’e çıkıştılar. “Öğretmene kaba davrandın, derste öyle konuşulur mu?” dediler. Ali biraz olayların ayırdında değil gibi. “Ne olacak dedimse?” Niçin, miçin? gibi sorular sordu. Bu kez de arkadaşlardan. çıkışanlar oldu. Mehmet Yücel, “Arkadaşlar, biz ona boşuna mı Kaz dedik, onda, kendinizde olan duygusal incelikleri aramayın!” derken Sabit Soysal Öğretmen geldi. “Ne o kavga mı var?” diye sordu. Arkadaşlar gülerek, şakalaştıklarını söylediler.

Öğretmen, “Son sözüm güneş tutulmasıydı, şimdi de ilk sözüm güneş tutulması olacak!” deyip, “Yurdumuzda son güneş tutulması!” dedi, bize dönerek “son güneş tutulmasını hepiniz yaşadınız, anımsayan var mı? “diye sordu. Parmaklar kalktı, indi, yenileri kalktı, hepsi gene indi. Bana bakan oldu. Birden telaşlandım, Öğretmen sorarsa neler söyleyeceğim? Bunları kestirmeye çalışırken yerine dönen Öğretmen, “Güneş tutulması da ay tutulmasına benzer. Ancak o kadar sık olmaz. Güneş tutulmasında güneşle dünya arasın ay girer. Ay tutulmasında ise güneşle ay arasına dünya girer” deyip bu kez üç arkadaşı ortaya çağırdı. Hasan, Hilmi, Bekir. Hasan ay, Hilmi güneş, Bekir dünya. Yan yana durdular. Sonra Bekir önde, Hasan arkasında Hilmi de daha arkada durdu. Bekir’den bakınca Hilmi’yi rahat göremedik, Hilmi tutulmuş oldu. İkinci sıralamada Hasan’la Hilmi arasına Hasan girdi. Bu kez biz sürekli dünyada olduğumuzdan Bekir’den Hasan’a baktık. Kendi gölgemiz gibi dünya güneşin ışınlarını önlediğinden Hasan’ı rahat göremedik. Ben olayı çok iyi anladım. Öğretmen tahtaya kaldırdı, çizerek anlattım. Güneş tutulması üstüne köylerde yapılan söylentileri sordu. Hiç duymamış gibi sustuk. Gerçekten ben duymamıştım. Güneş tutulmasından birkaç yıl önce çok söz edilmişti ama, duadan, silahtan söz edilmemişti. Sonunda Öğretmen “Doğrusunu isterseniz güneş tutulması konusunda benim de pek duyduğum yok, bildiklerim mitoloji söylentilerinden gelenlerdir.” “Mitoloji” ne ki? Bu söze takıldım. Öğretmen günün tarihini gene sordu. Tahtaya bakarken İdris koştu, yazdı. 22 Şubat 1939. Öğretmen gülümsedi ama hiçbir söz söylemedi. Yılın aylarını sıralattı, şubat ayının özelliklerini sordu. Konuşa konuşa, şubat ayının en kısa ay olduğu ortaya çıktı. Şubat için köylerde neler söylendiğini sordu. Arkadaşlardan gene fazla bir bilgi gelmedi. Konuşanlar kısa olduğunu söyleyip oturdular. Oysa bizim köyde şubat ayının başka adları da vardır. Küçük ay, Bocuk ayı, bir ad daha var ama anımsayamadım. Öğretmen “Benim beklediğim biraz da buydu, ayların içinde nedenini benim de bilmediğim bir olaydır, şubat dört yılın üçünde 28, 4. yılında 29 gün olur. Bu az günlü aya, sizin köyleriniz nasıl bakıyor? Çok eskilerde bizim takvimlerimiz başkaydı, karışıktı, parmak hesabı yapılıp geçiyordu. Şimdi dünya ölçülerini benimsedik. Ancak tam açıklanamayan biridir şubat ayı. Öylece benimsedik ama halkımız buna bir tepki göstermiyor mu? Küçük ay güzel bir karşılık. Bu hoşuma gitti. Pekiyi ayların bir de büyüğü mü var?” “Ayların büyüğü bizim köylülere göre ocak. Ocak, büyük ay, şubat küçük ay!” Öğretmen teşekkür etti. Arkasından Miladi takvim denilen takvimin oluşumdan söz etti. 1000 yıl. 100 yıl (asır), ay, hafta, gün (24 saat) saat, dakika’ya dek sıralanan bir zamandan, bir süreç zincirinden söz etti. Bu konuyla ilgisi olan, haritalardaki arz ve tul dairelerini inceleyeceğimizi söyleyerek çalışacağımız konuyu belirtti. Tatile gidersek, bu konuların köylerde nasıl algılandığını gözlememizi istedi. Özel olarak da kimseye bir soru sormamamızı tembihledi. “İlerde daha geniş araştırma yapacaksınız, şimdiden yapacağınız soruşturmalar, gelecekteki çalışmalarınızın önemini azaltabilir!” Arz ve tul daireleri. Ben de bunu doğru anlamadım. Öğretmen çıkmadan Halil’den sordum. Harita üstündeki çizgiler olduğunu biliyorum ama neden daire deniyor? Halil Güldü. “Onlar aslında daire ama biz göremiyoruz. Unuttun mu Karaağaç’ta büyük salondaki karpuz haritada o çizgiler daire biçimindeydi. Öğretmen o alışkanlıkla söylüyor!” Arkasından Halil bana “Sen bunları bilmiyor musun yoksa beni mi yokluyorsun?” diyor. “İkisi de olabilir. Bilmediğini görürsem öğretirim, bende olan sende de olur. Bilmediğimi sorup öğrenirsem sende olan bende de olur.”

Gülüp yemekhane tarafına geçiyoruz. Ahmet Ağabey dört gazete birden takmış. Eski Akşam gazetesini karıştırırken sohbetler yazan yazar çok merak ettiğim Şevket Rado’nun soyadı hakkında bilgi buldum. Adam Yugoslavya göçmeniymiş. Doğduğu yerin adı Radoya ya da Radoviç gibi birşeymiş. O nedenle soyadını Rado olarak almış. Halil “Sen , Va-Nu için de takılmıştın, onun için de bulursun herhalde!” Va-Nu soyadı değil ki, ön ad, olsa olsa kısaltılmış ad olabilir. Yemeğe oturduk. Yemekler, etli mercimek, börek, kremalı tatlı. Ben yemek ayırmıyorum. İsmet gibi birkaç şımarık mercimek deyince ekşiyorlar. Aslında sonunda onlar da tabakları temizliyorlar ama başlangıçta böyle bir çıkış yapıyorlar. Yemekten sonra da gazete okudum. Tatile gitmeden Yeni Adam’ı da alacağım. Sıra, benimle Halil atladığına göre Kadir’de galiba, en iyisi ondan alayım, kimse farketmeden çantama koyayım. Ötekiler isterse tatilden sonra alırlar.

Zil çaldı, biz gene marangozluk atelyesindeyiz. Tahta kesenlerin az kalmıştı, hemen tamamladılar. Bugün beraber çalışıp 12 kapıyı çakacağız. Önce dört kirişi düzgün olarak yere dizdik, onları uçlarından kaymamaları için kuşaklarla bir birine tutturduk. Kesilmiş tahtaları gönyeye göre sıralayıp üstüne çitaları çakacağız. Biz hazırız. Naci Öğretmen geldi, bizi dinledi, “Aferin!” dedi ama az bekletti. Hamdi Öğretmen geldi konuştular. Bu kez Hamdi Öğretmen bize, “Hazır mısınız ustalar, hemen başlayın, ne duruyorsunuz?” dedi. Bir tane çaktık kaldırdık, ters, düz çevirip baktık. Karşı duvara diktik. Naci Öğretmen baktığımızı görünce. “O baktığınız şimdi çakılmış dört tahtadır. Menteşelenip duvara dikilince olacak bir kapı!” dedi. Naci Öğretmenin “Menteşelenip” sözü dilimize takıldı. Salih başlattı, Recep, Hasan derken, ben de denedim. Menteleşenip menleşetenip, menşetelenip deyip kıkır kıkır gülüyoruz. Hamdi Öğretmen geldi, “Kuzum ne oluyor size, ne gülüyorsunuz? Komik birşeyler mi var burada?” diye çıkıştı. Ben gülmeye devam ediyorum. Hasan anlattı. Hamdi Öğretmen, “Ne var bunda söyleyemeyecek? dedi, arka arkaya üç kez “Menleşe, menşele, menteleş” dedi durdu. “Hayır, işbaşında böyle oyun olmaz, şuna sadece menteşe deyin geçin!” deyip gülerek gitti. Bu kez Naci Öğretmen “ben size uyarı yapmadım bir kusur işliyoruz, tahtalara çakılan çivilerin başları ezilmesi gerekir, arkadan çirkin görünürler, bakın böyle!” diye örnek verdi. Sonra da bana, “Daha dikkatlisin, ağabeysin!” deyip bu görevi bana verdi. Elime vurmamam için de yöntem gösterdi. Gerçekten hiç elime vurmadan yeteri kadar çiviyi hazırladım, arkadaşlar çaktılar. 12 kapı tamamlandı.

İşimizi zamanında bitirmenin gururuyla inşaata gittiğimizde şaştık kaldık. Arkadaşlar, kazılan toprakları atmış, su yollarını düzeltmiş, beton kalıpları hazırlanmış, taban betona hazır duruma getirilmiş, yarın beton dökülecekmiş. Ben biraz şaşkın dersliğe gittim. Arkadaşlar olağan konuşmalarını, bir birlerine takılmalarını yapıyorlar. Hiç kimse de “Bugün biz, çok iş yaptık!” demiyor. Öyle ki, çoğu nedense coğrafya dersindeki konuşmaları tekrarlıyorlar. 6 Ali’nin konuşması, Öğretmenin tepkisi. vb. Halil’e “Bugün çok iyi iş yapmışsınız!” dedim. “Çoğunu Öğretmenler yaptı!” dedi. Almanca kitabını açtım verilmiş parçaları okudum. Ayları günleri sayıları tekrarladım. Saat, dakika, yarım çeyrek karşılıklarını söylemeye çalıştım. Aslında kitabın sonlarında. Halil bana takıldı, “Almanca’ya kitabın sonundan mı başladın?” dedi. “Sabahki coğrafya dersinin bir parçası da saatlerdir, hepsini öğrenmeliyim!” deyince, “Haklısın!” deyip sustu.

Akşam yemeğimiz çorba, kızartma patatesli köfte, yoğurt. Arkadaşlar yoğurdu da beğenmediler. Hilmi, “Az kaldı ananız size, akşam sabah baklava yedirecek (!) diye takıldı. Dersliğe dönünce de Almanca çalıştım. 1/2 ein halp, 1/3 ein Drittel, 1/4 ein Viertel, 1/8 ein Achtel, 1/20 ein Zwanzigstel, 1/100 ein Hundertstel. Wieviel Uhrist es? Es ist vier, Viertel nach vier, Es ist halp fünf…. Halil önce güldü, sonra sordu. “Haben sie uhr?” Nein. Halil uyardı, saat küçük harfle yazılmış, uhr değil Uhr olacak. Hüsnü bizi bir süre dinledikten sonra döndü, benim ses yanlışlarımı söyledi. O Bulgarca’yı çok iyi bildiği için Almanca’da hiç zorluk çekmiyormuş. Derste neden sustuğunu sordum. Arkadaşlardan çekiniyormuş. “Bütün derslerden başarısız olurken Almanca’dan başarsam ne olacak?” dedi. Halil’le ikimiz birden çıkıştık. Halil, “Bu senin için büyük bir şans, iki dili çok iyi biliyorsun, üçüncüyü eklersen daha güzel olmaz mı?” diye sordu. Ben de Ömer Uzgil Öğretmenin yabancı dil konusunda geçen gün söylediklerini anımsattım. “Dil öğrenmek kolay değil, bu nedenle yabancı dil bilenler parmakla gösteriliyor!” demişti. Hüsnü memnun oldu, güldü ama gene de dediğimizi yapacak gibi bir umut vermedi. Konuşmalarımızı Emrullah da duydu, kendi kendine konuşup önüne döndü. Bu gecelik bile olsa Hüsnü’nün yerinde olmak isterdim. Üç dil bilen bir insan, üç insan demek. Halil gülüyor, “Bırak sen şimdi üç insanı, iki insan olabilirsin, bu yetmez mi?” “Yetmez!” diyorum, “Bak Hüsnü’ye iki insanlık yetmiyormuş, bana neden yetsin?” Halil “Konuşmayı saptırıyorsun!” dedi, sustu. Hüsnü bizim konuşmalarımıza bakıp, “Siz iyi arkadaşlarsınız, tartışıyorsunuz ama birbirinizi kırmıyorsunuz!” diyor. İkimiz birden “Bizde kırmak da kırılmak da yok, olmayacak!” Zil çalıyor. Ben “Ama yatağa giderken ayrılmak serbest!” diyorum, gülerek ayrılıyoruz. Arkadaşlar yarım saat içinde ancak yatakhaneye gelebiliyorlar. Ben tenhada rahat hazırlanıp yatıyorum. Buna alıştım, gecikince kendimde bir rahatsızlık duyuyorum.

Yattım az sonra Hüsnü yanımdan geçti, geçerken eğildi, bana teşekkür etti, iyi uykular diledi. Hüsnü ile Emrullah’ı düşündüm. Biz tatil, köy, ev diye bağırışıp duruyoruz. Onlar böyle bir söz söyleyemiyorlar. Evlerini bırakıp Anayurda kaçıp gelmişler. Şimdi ise yapayalnız aramızdalar. Biz onları kendimizle denk sayıp, bizden az da olsa farklı davranmalarını istemiyoruz. Eğer Öğretmenler de bizim gibi düşünürse bu arkadaşların durumları ne olacak? Dersleri şimdiden çok zayıf. Neden çalışmıyorlar? deyip duruyoruz. Sıkıntıları var, çalışamıyorlarsa, bende zaman zaman olduğu gibi, akıllarına bazı düşünceler gelip ondan kurtulamıyorlarsa diye varsayımlar sıralarken birden aklıma, onları bizim köye götürmek geldi. Daha önce konuşmuş, razı etmiştim. Tam zamanı şimdi kaldırıp götürmeliyim. Gittim ikisini de kaldırdım. “Şimdi olmaz” diye diretiyorlar! Neden olmazmış şimdi tam zamanı. Hazır tatil, hemen gidelim. İkisi birden diretiyor, “Daha tatil başlamadı!” şaşkın şaşkın bakınıyorum. Yatağımdayım. Herkes uyuyor. Yatar yatmaz rüya görüyorum. Neden diye gene düşünmeye başlıyorum.

 

22 Şubat 1939 Çarşamba

 

Geçerken Hüsnü Yalçın “Günaydın” dedi. Durdurdum, rüyayı anlattım. Önce “Şaka ediyorsun!” dedi. Sonra da teşekkür etti. “Bu tatil olmasın, yaza gideriz, ben buna çok sevinirim!” dedi. Kahvaltıya birlikte indik. Almanca Öğretmenimiz Ömer Uzgil kahvaltı ediyordu. Afiyet olsun nasıl söyleniyordu, unuttum. Hüsnü’ye sordum. Bilmediğini söyledi. Kim biliyor ki? Hilmi dürttü, “Ne yapacaksın? Gidip adama ‘Afiyet olsun’ mu diyeceksin? Gitmek zorunda kalırsan, “Günaydın ya da Guten Tag!” der, derdini anlatırsın.” Peki, afiyet olsun demek istersem, bir gün onu söylemek istersem, ne diyeceğim? diye düşünüyorum, ama sormakta da diretmedim. Demek, kimse bilmiyor! deyip geçtim.

Ders zili çalınca Ömer Uzgil Öğretmen elinde kitapları geldi. Gülerek “Guten Tag!” dedi, “Guten Tag” dedik “Sıtsen sie!” deyince oturduk. Beni bir gülme tuttu. Kendi kendime, “Peki oturalım” demek istesek, bunu Almanca nasıl söyleriz? Öğretmen bizim tarafa bakmadı, beni de sırıtırken görmemiş oldu. Elinde büyük boy bir Almanca dergi var. Onu ayrıca masa üstüne koydu. Renkli, üstünde askerler, tank resimleri üstünde, kolunu kaldırmış bir de adam resmi var. Elinde döndürürken bizim sıradan görülecek kadar büyük resim. Almanca 8. dersi açmamızı söyledi. Geçen ders 7. derste 7 Fettah’ı kaldırmıştı. Aramızda 8 no yok, hepimize baktı. Ali Önola’işaret etti. Ali Önol da çok çalışmayanların grubundan. Konuşmalarda, şakalarda önde gidiyor. STÜCK ACHT. uzun bir Lesestück. Ali Türkçe olarak okudu ama onu bile tutuk, kekeleyerek okudu. Öğretmen sordu, “Sen Almanca kitabını hiç açmadın mı?” Ali sustu. Öğretmen, bir süre gözlerini üstümüzde gezdirdi, durdu. Abdullah Erçetin’e baktı, parçayı baştan okumasını istedi. Abdullah Erçetin, müzik dersinde olduğu gibi Almanca dersinde de çok başarılı. Ancak başarısına güveniyor olmalı, yeterince çalışmıyor. Parçayı sonuna dek okudu. Öğretmen, “Birkaç kez okusanız hepiniz arkadaşınız gibi rahat okuyabileceksiniz!” dedi. Parçanın başlığını sordu. Abdullah ezberden tüm başlığı söyledi. Sözcükleri ayrı ayrı sorunca arkadaş, sözcüklerin anlamlarını karıştırdı. İch Habe keine Angst. Angst hiç, keine korku oldu. Habe de ise iyice sustu. Öğretmen önce anlayamadı. “Ben sana ne sordum?” diye sorusunu tekrarlamasını istedi. Abdullah hiç ses çıkarmadı. Duymamış gibi baktı. Öğretmen oturmasını söyledi. Başını salladı, kendi kendine konuştu; “Garip bir durum!” Az sonra İsmet Yanar’ı tahtaya kaldırdı. Parçanın başlığını açıklattı. İsmet doğru yanıtladı. İlk beş satırı okuyup Türkçe anlatmasını söyledi. İsmet bir iki tutukluktan sonra oturdu. Parçaya Halil Basutçu devam etti. Sonuna dek okudu. Öğretmen Halil’e cümle atlayarak sorular sordu. Anımsayamadığı sözcükleri Öğretmen söyledi. Arkadaşlar büyük bir sessizlik içinde Öğretmeni izledi. Öğretmen dikkatle bakıyor, Halil’in başarısından hoşnut olduğunu belli ediyordu. Sonunda “Schön, schön, sehr schön!” dedikten sonra da “Sitsen sie nach sein Tisch!” Halil yerine oturdu. Öğretmen gidince arkadaşlar Halil’e takıldılar. “Öğretmen neden sana neden “Nah!” dedi?” Mehmet Yücel savundu “O sizin bildiğiniz “Nah!” değil, o Almanca, e, a doğru demektir. Esas nah Abdullah’a dendi!” Abdullah suskun. Arada “Siz kurtulmuş değilsiniz size de gelecek yakında!” Hüsnü de Halil’i savunuyor, Nach, Bulgarca “Güzel” demektir. Bekir, işt, pişt edince herkes yerine oturdu.

Öğretmen masasına geçip, getirdiği dergiyi karıştırdı, başlıkları okudu. Kapakta askerler, tanklar, Almanya başkanı Adolf Hitler’in resmi olmasına karşılık içinde dünyada önemli maden kaynaklarını, tarım bölgelerini anlatıyordu. Yurdumuza da büyük bir yer ayırmıştı. Yurdumuzdan bir yabancı dergide söz edilmesi hoşumuza gitti. Öğretmen Türkçe Dilbilgisi bilgilerimizi yokladı. Dil Bilgisi okumuyoruz. Arkadaşların çoğu biliyor. Benim de ilkokuldan kalma bilgilerim var ama birden toparlayamadım. Ben, sen o, biz, siz, onlar. gibi bazı sıralanmış sözler biliyorum. Sami tahtaya kalktı. Bunları yazdı. Konuşuldukça anımsadım. Bunları tüm fiillere uyguluyorduk. A ile en çok çalıştığımız konulardan biri bunlardı. “Koşuyorum!” deyip koşardı. Koşup tutardım. En çok da “Gülüyorum!” demesini isterdim. O da, “İşte gülüyorum!” deyip gülerdi. Ben böyle dalgın dalgın bakınırken Öğretmen numaramı okudu; “66!” Kalktım. Soru soracak, dalgınlık ettim, deminden beri dinlemedim, şimdi ne yapacağım diye korkudan dizlerim titriyor. Öğretmen cebinden bir kağıt çıkardı, “Öğleden sonra seni görmek isteyen bir tanıdığın gelecek, seni muhakkak görmek istiyor. Ahmet Gökay’dan bilgi al, sizi kolay buluştursun!” dedi. Yerime oturunca rahatladım. Halil “Vahit Deden gelmiş olabilir!” dedi. Arkadaşların ilgisi bana döndü, Öğretmen kızacak korkusuyla bana bakanlara dönemiyorum. Sami tahtada onlarca örnek verdi. Onları hemen deftere çekiyorum. İçimden de zil çalsa diye sabırsızlanıyorum. Kimin geleceğini ise hiç düşünmüyorum. Kim olursa olsun!

Zil çaldı. Öğretmen, kesin olmamakla beraber tatile gidebileceğimizi, biz tatildeyken İstanbul’a gideceğini, isteyen olursa Almanca-Türkçe sözlük getirebileceğini söyledi. Öğretmen sözünü bitirir bitirmez Sami adını yazdırdı. Sami yazılırsa ben de yazılırım deyip ikinci olarak yazıldım. Öğretmen, “İsteyenler Sami’ye adını yazdırabilir, Auf Wiedersehen!” deyip çıktı. Arkadaşlar biraz bozuldular. Okulun Müdür Yardımcısının bile tatilin olup olmayacağından daha haberi yok. Yoksa olmayacak mı? Hüseyin Orhan, Mehmet Başaran nöbetçi. Onlardan haber geldi:

“Zil çalınca iş atelyelerine inilecek!” İndik. Naci İnan Öğretmen bize işaret etti, ayrıldık, işimize devam. “Hüseyin Orhan nöbetçi!” dedik. Öğretmen, “Olsun bir fire zarar etmez, yerine ben yardım ederim!” dedi. Küçük kapılar için iki yan, bir üst için hazırlayacağız. Öğretmen bizden sordu, yanıt tamam; 24 dikme, on iki üst. Öğretmen “Biraz daha düşünün!” dedi. Bakıştık, gülüştük, fısıltı olarak, “Öğretmen bizimle alay ediyor!” dedik. Bekliyoruz. Öğretmen “Ne oldu, neye karar verdiniz?” dedi. “Karar verecek bir şey yok, 12 kapıya 12 üslük!” Öğretmen “Haklısınız, deneyim önemli, siz de öğreneceksiniz. Ara duvarlar tek tuğla, zayıftır. Onları birbirine bağlamak için kapı üstlerinden gelen kuşakları uzatıp bir birine destek olacak şekilde bağlayacağız. Bu nedenle altı bölümün üstleri bir birine eklenmiş olacak. Dikkat edeceğimiz şudur; ek yerleri duvar üstüne gelecek ölçülerde kesmek, kesilen yerlerin bir birine geçmeli olmasını sağlamaktır. Duvara gelen uçlar ayrıca duvarlara girecektir!” Salih Baydemir hemen hesapladı. “Öğretmenim, o zaman dörderden 8 lata kullanacağız.” “Neden sekiz?” Salih anlattı: “Boy on iki metre. Uç uca koysak ancak duvarlara değecek. Girme payı, ayrıca geçmeler için kesilmeler olacak!” Ben anlamadım, öyle baktım. Naci Öğretmen anladı, çizilmiş kağıdı açtı, anlattı. Ayrıca eklerin kapı boşluğuna gelmemesine de dikkat edilecek. Yazıldı, çizildi karar verildi. On lata çekmiştik sekizini aldık ölçülere uygun kestik. İkişer üçer denemesini de yaptık.

Ömer Uzgil Öğretmen derste söylemişti ama ben nasılsa unutmuştum, bir öğrenci beni çağırdı, koşa koşa gittim. Hasan Amcam gelmiş. Hiç beklemiyordum. Kırklareli’deki Hasan Amcam gelebilir ama Babaeski’dekini hiç düşünmemiştim. Elfide halamı sordum, “Daha iyi!” dedi. O söylemiş “Git gör o çocuğu, o geldi beni gördü, ben gidemiyorum, bari sen git, benim için gör!” demiş. Güldü, “Bu işin bir tarafı, okulunuza tuğla verdim, ödemeyi buradan yapıyorlar, haber verdiler, geldim!” dedi. Kullandığımız tuğlalar. Hasan Amcamınmış. Sevindim. Bunu ona da söyledim. Amcam güldü, “Sen bilmiyorsun, bu tarafta benim tuğlam, kiremidim, pişmiş toprak borularım kullanılır. Ben böyle satış yapıp alacak arkasında koşmam. Sizin okulun özel bir ödeme durumu var da onun için geldim. İyi oldu seni gördüm. Anacığım sevinecek. Arada bir sen de gelirsen hepimiz sevineceğiz. Benim burada iyi müşterilerim var, sık sık bana gelirler. Onlara söyleyeyim, seni bulsunlar, haberleşin, onlar bana haber verir, ben gelir alırım. Arabam var, korkma seni yürütmem!” Amcam durmadan konuştu. Sağ ol demekten öte bir şey diyemedim. “Gel şuraya oturalım, şunu ya da bunu yapalım” da diyemedim. O konuştu ben dinledim. Ona bir şey söyleyememenin ezikliğini duydum. Çok anlayışlı davrandı. “Seni derslerinden alakoydum, daha uygun zamanlarda da geleceğim!” dedi. Param olup olmadığını sordu. “Yoksa vereceğim” deyip elini cebine attı. “Sizinkilerden bugün yeni yeşil onluklar aldım, param var!” diyerek güldü. Birkaç gün içinde tatile gideceğimizi söyledim. O zaman “İyi oldu, dayıma gelip gördüğümü muhakkak söyle. Ona söz vermiştim, sözümü yerine getirdim. bilsin isterim. Tatile bizden başla, ben seni oradan gönderirim!” dedi. Düşündüm, yüzüm tutmadı. “Arkadaşlarla sözleştik, trenle Lüleburgaz’a gideceğiz, oradan dağılacağız!” dedim. O da, “Anladım, yatılı okul arkadaşlık bağlarınız sizi çekiyor!” Gerçi Kadir’le böyle bir şey konuşmuştuk ama, amcama anlattığım düpedüz yalandı. Üstelik onlara gitmeyi de istiyordum. Elimde olmayan bir inatla amcamın söylediklerine ters gittim. Amcam elimi sıkmak için elini uzatınca nasılsa akıl edip elini öptüm. o bundan çok memnun oldu, sarıldı, “Koca halana bunları söyleyeceğim. Gerçi seni, ona övmeyi düşünüyordum ama buna gerek yok, sen çok anlayışlı bir genç olmuşsun. Şimdi sadece bunu söyleyeceğim!” dedi. Koskoca adamın gözleri dolu dolu ayrıldı. Nedense arkasından uzun uzun baktım, ağladım. Buna biraz da halamın hasta halini anımsamam oldu. Amcam, “O öldü!” de diyebilirdi. 77 yaşında, Pleyne savaşını yaşamış, gelinlik çeyizlerini, nişan, nikah altınlarını Rus uşağı olan kazak soytarıların nasıl aldığını hiç unutmamış, her anıldığında ağlayarak anlatan halacığım. Yaşadığına sevindim.

Arkadaşların yanına döndüm. Keseceklerini kesmişler. Ben dönünce merakla sordular. Anlattım. Namık Ergin Öğretmen de oradaydı. Ben anlatınca Namık Öğretmen “Kiremitçi Hasan’ı sen nerden tanıyorsun?” dedi. anlattım. Bu kez “Kiremitçi Hasan dediğime bakmayın, adam bileğinin kuvvetiyle bir varlık yaratmış. Yerli kiremidi aşmış Marsilya tipi kiremidi üretmiş, tutunmasını sağlamış, müşteri kuyrukta bekliyor. Çok da geniş gönüllü bir adam!” dedikten sonra bana, akrabalık derecemizi sordu. “Babamın öz ablasının oğlu!” deyince “Çok yakın akraba, kardeş çocuklarınız!” dedi. Arkasından “Haydi bakalım, evlerimizin kiremitleri senden olacak, amcana kefil olacaksın, bizim damlar kapanacak!” Öğretmenler güldü. Recep Kocaman, “Senin ne de çok akraban var öyle?” dedi. Dikkat etmiş, Edirne-Karaağaç’ta Ali Ağabeyim geldi, Vahit Dede geldi, Ali ağabeyimle Vahit dede birlikte geldiler, Muhittin Eniştem geldi. Alpullu’ya gelince Ali Ağabeyim iki kez, Muhittin Eniştem-Zühre Teyzem, Rifat Bey, İlkokul Öğretmenim Ahmet Korkut. Recep Kocaman “Tüm arkadaşları görmeye bu kadar insan gelmemiştir!” diyor. Ancak bunların yarısı aslında İsmet için gelmiştir. Muhitin Eniştem iki kez oğlu İsmet’e, keza annesi Zühre Teyzem oğluna geldi. Rifat Bey de düpedüz İsmet için gelmiştir. Rifat Beyi soruyorlar. “Fabrikada görevli, şu bize fabrikayı gezdiren Bey” der demez, “Hani fabrikayı gezecektik? “Fabrika 20/ Mart /1939 Pazartesi Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmenle birlikte gezilecek. Bu karar verildi, bize de duyuruldu. Bu gün değiştirilemez.”

Öğle yemeğine bunları konuşa konuşa çıktık. Çıkarken yapılmış işlere baktık. Hendek yol yakınına dek uzatılmış. Bina içinde tüm işler tamam. Yemekten sonra beton dökülecek. El arabaları, tezgereler hazırlanmış. Yemekhaneye girince birden şaşırdım. Biz öğle yemeği yememiş miydik? Almanca dersinden sonra 2 saat için alışmadığımız bir biçimde aşağıya inince ben öğle olayını unutmuşum. Hasan Amcam ile buluşmam da beni etkiledi. Kendimi toparladım. Derslikte arkadaşlara baktım, herkes tatile hazırlanmış durumda. Gidecekleri yolları hesaplıyorlar. En çok yol kaygısı Tekirdağ ile Edirne gruplarında. Sefer, Fettah, Ali Önol, Halil Basutçu, Bekir Temuçin sızlananlar arasında. Bir kahkaha koptu. Ali Güleren Edirne grubuna öneride bulunmuş. “Siz ne düşünüyorsunuz? Trenle Edirne’ye gider oradan rahatça köylerinize dağılırsınız!” demiş. Arkadaşları bir gülmedir tuttu. Mustafa Saatçı, Ali Güleren’e “Oğlum, sen adam olmazsın!” diyor. Ali Önol ise “Bu Ali Aga’yı yaya olarak Edirne’den Meriç’e yürütmeli!” diye bağırıyor. İsmet Yanar, hepsini uyarıyor, “Söylediklerinizin hiç birisi yeterli değil, Ali Aga’nın soyadını değiştirelim; Kaz Ali olsun. Çünkü o, uzakla yakını birbirine karıştırıyor.” Başka takılanlar da var. Ama Ali Güleren içlerinden Ali Önol’ı seçip üstüne yürüyerek: “Sen nesin ki? Sen de “Ali Babasın, Baba Ali’sin!” diye bağırdı. Mehmet Yücel arabulucu olarak herkesi susturdu. Sakin sakin 6 Ali’yi haritaya götürüp ders verir gibi uzaklıkları parmağıyle göstermeye başladı. Ali ona da sinirlenince Mehmet Yücel bu defa, “Oğlum sen hak ettin, kim ne derse sen osun!” deyip yerine geçti. Ali’ye söz atanlara Ali yanıt veremez oldu. Kim bir şey söylerse Ali, “Sana ne? Sen kim oluyorsun? Senden mi soruldu?” “gibilerde sorular sordu.

Zil çalınca sesler kesildi. Sessiz yürüyüşe geçmiş durumda iş yerine indik. Kimler küreklere, kimler arabalara, kimler düzeltmeye Namık Ergin Öğretmen ayıracak. Naci İnan önce geldi, bizi gene atelyemize seçti. İşimiz var mı? diye soracak oldum. Öğretmen “var, vaaaar, hem de nasıl” diyerek çizilmiş kağıtları gösterdi. Kapılar, pencereler. “Topu topu iki pencere, iki kapı!” diye aklımdan geçirdim. Sustum. Hamdi Öğretmen geldi. Haydi bakalım, bugün güzel bir iş yapalım, marifetlerimizi gösterelim!” dedi. Bizi etrafına topladı, çizgileri göstere göstere anlattı. 10x4 kalaslar temizlenecek, çizilip kesilecek, dişi geçme yerleri açılacak, korniş çekilecek. Bir örnek yapıldı, dikkatle gözledik. Dört uzun kapı için, dört kısa çerçeveler için. Bir de erkek hazırladık. Bunda 1/3 kesimin dışları atılacak orta kalacak. Dörder uzun, dörder kısa 10x4’lük, dörder dişi, dörder erkek 5x4 hazırlanacak. Bize kapılar düştü. Ben, Hasan, Recep, Harun kapılara başladık. Hasan’la ben rende –planya yapıyoruz, Harun çiziyor, Recep oyma, açma yapıyor. Bir ara öteki arkadaşlar Hamdi Öğretmenle inşaata gittiler. Uzun süre gelmediler. Pencere açılmalarında bir değişiklik düşünülmüş, çerçeve şekilleri denenmiş. Dönüşte Hüseyin Orhan’la, Salih Baydemir geldi. Namik Öğretmen “Onlar bana çok gerekli” demiş, bırakmamış. Aralıksız çalışarak parçalarımızı tamamladık. Kornişlerde Naci Öğretmen çok yardım etti, geçme deliklerinin hepsini kendisi deldi. Tutkal kaynatıp yapıştırma işini tamamlayarak, kapıları hazırladık. Kalan zamanda da arkadaşlara yardım ederek, çerçeveleri de yetiştirdik. Bugün, ilk kez geçme yaptık, tutkal kullandık. Naci İnan Öğretmen gülerek “Siz artık kalfasınız, biraz daha gayret ederseniz, usta olacaksınız!” dedi. Bize bir tarih olayı anlattı. Mimar Sinan (deyince Mimar Sinan’ın kim olduğunu sordu. Selimiye Camisini yapan, usta, dedik) İstanbul’da yaptığı bir cami için, Çıraklık dönemim, Süleymaniye Camisi için Kalfalık dönemim, Edirne-Selimiye camisi için de ustalık dönemim, demiş. Biz şimdi Süleymaniye dönemi ustasıymışız. Mimar Sinan olsaymışız, bir Süleymaniye camisi yapabilecekmişiz. Biz gülerken, öğretmen bana döndü, “Bakalım dikkatlı mısın, ben söze hangi cümle ile başladım?” dedi. Ben az düşündüm buldum, “ ‘Siz artık kalfasınız!’ dediniz” deyince Öğretmen “Bak sen konuşmada da kalfa düzeyine çıktın, okula geldiğin günler, artık sözünü artıkın şeklinde söylüyordun, ondan vazgeçmişsin, farkında mısın?” dedi. Ben, “Farkındayım!” derken arkadaşlar, “O, yanlışlarını düzeltmek için defterler dolusu yazı yazıyor!” dediler.

Atelyeyi temizledik, gereksiz araç gereci topladık. Hamdi Öğretmen gitmişti. Naci Öğretmen saatine baktı, çıktık. Beton dökülmüş, kapı önüne iki metre uzatılarak beton eklenmiş. “Yarın çalışılamaz!” diyecek oldum. Öğretmen, “Kalas döşeyerek çalışılacak, pazartesi günü de sizi tatile göndermeyi düşünüyorlar!” dedi. Yeni bir haber duymuş gibi sevinerek dersliğe gittik. Biz bir şey demeden anladık ki aynı haberi herkes duymuş. Pazartesi için hazırlıklar tamam. Halil’e “betonu dökmüşsünüz, yarın çalışılacak mı?” diye sordum. “Çalışacağız, yarın iç duvarlar bitecek!” dedi. Belli ki onlar da çalışırken Öğretmenlerle konuşuyorlar. Namık Ergin Öğretmenle konuşmayı çok isterdim. Onun benim konuşmama önem verdiğini biliyorum. Tarih olaylarına da ayrıca çok ilgi gösterir. Bir an yapıcılıkta olmadığıma üzüldüm. Nedense Halil, bu düşünceme katılmadı:“Kalabalıkta çalışmak zevksiz oluyor, Öğretmenleri kızdırıyorlar, onlar da yerli yersiz azarlıyor. Senin anlayacağın bizim gruptaki çalışmalar bildiğin gibi olmuyor!” dedi. Bunu duyunca içimden, kendi durumuma şükrettim, bizde azar mazar yok. Çalışma, dikkatlı çalışma var. Halil çok çalıştığı için Öğretmenlerle iyi anlaşıyor. Bu nedenle fazla yakınmıyor. Ancak iş süresinde hiç durmadan çalıştığı da bir gerçek.

Tatil dendikçe arkadaşlar çalışmaktan, kitap okumaktan soğumuş durumda. Konuşmalar hep tatil üzerine. Hasan, yüksek sesle soruyor “Kitap alacaklar, bir an önce kitaplarını alsın, giderayak kitap isterseniz veremem, anahtarları Ahmet Gökay ağabeye vereceğim” diyor. Ben iki kitap alıyorum. Üç Silahşörler, Monte Kristo…Daha önce de söylemiştim, Hasan onları bana ayırmış. Mehmet Başaran Yeni Adamlar’ı getirdi verdi. “Tatilden sonra gene alırım!” dedi. Halil “Binanın daha çok işi var” diyor. Ara duvarlar tek tuğla olduğu için daha zor örülürmüş. Onların yapımından sonra şap yapılacakmış. Şap olmadan salt betonla olmazmış. Suların akıntısı için kapalı yol yapılacakmış. Şimdiki delikli çizgiler onlar için yapılmış. Ayrıca sıvası çok önemliymiş. Sıvayı bizim yapmamız söz konusu değilmiş. Halil, “Sıva işin içine girerse biz 15 martta bile tatile çıkamayız!” diyor.

İş, tatil sözlerinden usandım. Türkçe kitabını açtım. Ezberlediğim şiirleri bir daha okudum. Bu şiirleri köyde arkadaşlara okuyacağım. Onlar bunları hiç duymamışlardır. Anlamasalar bile benim önemli şeyler okuduğumu düşünecekler. Onlar kesinlikle beni dinledikten sonra Eğitmen Mustafa ağabeye anlatacaklar. Mustafa ağabey de bunların önemli olduğunu söyleyecek. İşte o zaman, köydeki bütün arkadaşlar benim durumumu önemseyecekler. “Dedem koynunda yattıkça benimsin güzel toprak!” Bu memleketimiz için söylenmiş en güzel söz. Fikret Madaralı Öğretmen bunu böyle söyledi. Ayrıca Fikret Madaralı Öğretmenin ailesi de Bulgaristan göçmeni olduğunu hem de bizim aile yurdunun yakınlarından geldiğini anlatacağım. Bunlar, köydeki arkadaşların: “Gitti ama oralardan hiç birşeyler getiremedi!” dememeleri için hazırlıklar. Ben bunu eğitmen Mustafa Ağabeyde gözledim. Mustafa Ağabey, çok konuşkan, sesi güzel, şarkı söyler, neşelidir, bir konyu ballandıra ballandıra anlatır. Zaten böyle olduğu için Eğitmen kursuna gitti. Bildiklerine oralardan da birşeyler ekledi. Gelince de onları anlattı. Anlattıkları içinde eskiler de vardı ama dinleyenlerin bir çoğu onun ayırdında olmadan söylenenleri yeni sandılar ya da öyle saydılar. Mustafa Ağabeyin arkadaşlarından Muratlılı Ali ile adını unuttuğum birisi daha ayrı ayrı zamanlarda bizim köye gelmişti. İkisi de bizim kahveye gelip oturdular, köylülerle uzun uzun konuştular. Onlar gittikten sonra arkalarından söylenen hep şu oldu: “Onlar hiç birşey öğrenememişler. Bizim Mustafa onların yanında allame!” Oysa Mustafa ağabey, bizimkilerin huyunu bildiğinden, sözü onlara bırakmayarak tekrar olsa bile her şeyi anlatıyor. Biliyorum, benim arkadaşların ilk takılacağı benim okuldaki arkadaşlarım olacaktır. Hamitabat okuluna giderken de bunu çok soruyorlardı. Yaşdaşlarımdan biri Hamitabat’a gitse ya da oradan biri ile konuşsa bunu sorardı. “En iyi arkadaşı kim? Dersleri nasıl?” “Dersleri iyi, arkadaşları çok!” denince sorun olmaz, susup geçerler. Olumsuz bir durum olunca sanırım, onu hemen köye yayarlar. Düşündüğüm gibi, okulun durumunu, fabrikaya girip çıktığımızı, Rıfkı Beyin evine gittiğimizi, Mandıra’ya gidip İbrahim Pehlivanın mezarını soruşturduğumuzu, Sinanlı’ya sık sık gittiğimizi, Sofuali’ye gittiğimizi anlatacağım. Edirne-Karaağaç üstüne tüm bildiklerimi defalarca anlatmayı düşünüyorum. Ancak arkadaşlar, birisiyle yakın arkadaşlık kurup kuramadığımı soracaklar. Burada da istemeyerek olayları abartmak zorundayım. Onların beklediği gibi candan arkadaşım yok. Sanırım olması da çok zor. Burdaki arkadaşlıklar onların düşündüğü gibi değil. Belli konularda iyi konuştuğun biri ders konusunda sana uymuyor. Ders konusunda uyuştuğun bir arkadaşla oyunlarda ayrılıyorsun. Sırada arkadaş olarak oturduğunla iş derslerinde ayrılıyorsun. Belki çok uzun zamanda bir arkadaşım olacak ama şimdilik iyi bir arkadaşım yok. En iyisi sıra arkadaşım Halil, onunla da belli konuları konuşuyoruz. Ben ona yedi sülalemi anlatığım halde o bana bir kez olsun babasından bile söz etmedi. Okuldakilerin hepsi böyle. İsmet’le beni görmeye gelenleri dikkatle izleyip kaç kişi oldu diye sayıyorlar ama kendileri için tek söz söylemiyorlar. Açık söylemeseler de bizi görmeye gelenlerin, gelmelerini de istemiyorlar. Hele köylerimizin okula yakınlığı kimilerini kıskançlıktan çatlatıyor. İsmet’le aynı sınıfta oluşumuz ise hemen hemen hepsini çileden çıkarıyor. Bazı zaman iş kavgaya dökülür gibi olunca bundan kaçınmaları ikimizle baş edemeyeceklerini anlamalarındandır. Çünkü ikimiz de içlerinde en güçlüleriyiz. İşin aslını ise düşünemiyorlar, ne İsmet benim için kavga eder, ne de ben onun için. Böyle bir kavga ikimizin de okumasını önler. Benim okumam için bu son şansım. İsmet’in de babası kesinlikle böyle bir davranışı kabul etmez, İsmet’i çeker okuldan alır. En iyisi ben gene, gerçeğe uyacak şekilde derslerdeki çekişmemizi, benim kendi başıma kendimi kabul ettirmeye çalışışımı, bunu bir dereceye dek başardığımı anlatacağım. Ayrıca köyde yapacağım çalışmalarımı açıklayacağım. Belli konularda onların da fikirlerini soracağım. Özellikle köyden ayrılıp okula varışımı, kayıt işi aksayınca, Vahit Dedenin diretişini. Vahit Dedenin bizim köylüleri çok sevdiğini, köyü, köylüleri övdüğünü. bizim köylülerin geçmişleri üstüne bilgilerini uzun uzun anlatacağım. Ayrıca Vahit Dedeyi değerli bir insan olarak tanıyan Fikret Madaralı’nın Vahit Dede üstüne övgülerini söyleyeceğim. Bunları düşündükçe içim rahatladı, kimi kez kendi kendimi sıktığımı anladım. Bir başka sıkıntılı konu da C üstüne olacaktır. Onun için de ayrıldığımız noktadan geri dönüş yapmayacak şekilde davranacağım. “Okula başladım, bunu sürdürecek güçte olduğumu anladım. Bu şansımı kullanacağım. Okulu, evlilik için bırakamam. Benden bunu zaten kimse istemez. İstese istese babam isteyebilir. Ancak o kesinlikle bu konuda beni özgür bıraktı.” Babam, annemin son nefesinde ona verdiği sözü tutamadığı için çok üzgündü. Bunu geçen gün büyük halamın yanında da söyledi. Ayrıca Elfide halama da söz verdi. Halam kardeşi müderris amcamı çok severmiş. Aileden onun gibi okuyan birinin muhakkak çıkmasını istermiş. Bana kadar kimse bu girişimde bulunmamış. Kendi çocukları dahil hemen hemen herkes ilkokuldan, birkaç tanesi de orta sınıflarından dönmüş. Tek umut bendeymiş. Halam bunu kendi şansı olarak benimsemiş, babama da söz verdirmiş. Bunu babam, beni, Sofuali’den Alpullu’ya götürürken anlattı. Çok değil daha bir ay bile geçmedi. Şu duruma göre benim kararımda değişiklik düşünülemez. Buna da kimse gücenemez. Ders durumlarımı, Öğretmenlerle olan ilişkilerimi, Öğretmenlerin bize nasıl çocuk gibi davrandıklarını anlatınca sanırım hiç kimse bana evlilikten söz edmez. Ederse alacağı yanıt çok kesin olacaktır. Düşündüklerimi yapmış gibi rahatladım.

Yemekte benim sevdiklerim var. Çorba, bu çorbayı çok seviyorum. Yanık un kokusu gibi bir kokusu var. Nedense ben seviyorum. Su böreği de öyle, peynirli. Aşure. Aşureyi zaten çok severdim. Sevdiğim için de ablam yapardı. Gidince gene yapacaktır. Aşure bizim köyde özel günlerde yapılır. O günlere de Aşure Günü denir. Yapanlar komşulara dağıtırlar. Bizim komşular oldukça kalabalık olduğundan kimi zaman bize, özellikle bana yeterince kalmaz. O zaman sızlanmaya başlarım, ablam dayanamaz bana özel olarak yapar. Bunu alışkanlık durumuna getirdiği için ben gün mün beklemem, isteyince ablam pişirir. Onun bir bekleme zamanı vardır. O günler tıka basa yerim. Bir aşureci de Hilmi Altınsoy’muş, “Yemeyenler var mı?” diye sordu. Bizim masadan bir yanıt çıkmadı. Tatil sözleri tüm öğrencileri kaynaştırdı. Yakın köylüler birlikte yolculuk için bir araya geliyorlar. Bizim derslik ana baba günü. Sıralarda dörder kişi. Benim gibi Halil’in de köylüsü yok. Biz gene iki kişi olarak oturuyoruz. İsmet yüksek sesle “Dayı beni tatile götür!” diyerek yanımıza geldi. Gerçekte İsmet’in hiçbir sorunu yok. Akşam da sabah da Kırklareli’ye tren kalkıyor. Gündüz olarak köyüne varabilir. İsterse Kırklareli’de kalacak yeri var, kalabilir.

Çocuklar birer ikişer gidince çalışmaya kalkıştım. Türkçe dersi için yapılacak ödevleri sıraladım. Okunacaklar, öğrenilecekler, yazılacaklar. Bir de şiirle okuma parçasının ilişkisini anlatma. Coğrafyadan, daha önce üstünde durduğumuz konuların ayrıntıları, köyün yön olarak genel durumu, değişmeyen yön belirtilerine göre kuzey-güney durumları, Tabiat Bilgisi dersi için çiftçiye zararlı, etoburlar, kemirgenler, Tarım dersi için, köyde ortalama olarak ailelerin işlediği toprak miktarı, kullanılan hayvanlar. Genel bilgi için. Köyde okul var mı? Öğretmenli-Eğitmenli, öğretmen, eğitmen, öğrenci sayısı, kaç sınıflı olduğu. İlçeye, İle uzaklığı, yolun, asfalt, şose, toprak durumu. Akar suya, göle, denize yakınlığı. Dağ, orman durumu. Türkçe dersinden şimdilik çalışacağım ivedi bir durum yok. Halil sordu. “Sen Almanca ödevini yaptın mı?” Düşündüm, “Almanca ödevi verilmedi inancındayım!” derken aklıma geldi. Türkçe dersinde eskiden görmüştük. Ben öyle diyorum ama arkadaşlar yenilerde de görmüşler: Fiilleri zamanlara, kişilere göre şekillendiriyorduk. İşte onlar şimdi Almanca dersinde gerekli, hem de çok önemli. Geldim- Geldin- Geldi- Geldik- Geldiniz- Geldiler. Geliyorum- Geliyorsun- Geliyor- Geliyoruz- Geliyorsunuz- Geliyorlar. Geleceğim- Geleceksin- Gelecek-Geleceğiz- Geleceksiniz- Gelecekler. Gelmişim- Gelmişsin- Gelmiş- Gelmişiz- Gelmişsiniz- Gelmişler. Gelsem- Gelsen- Gelse- Gelsek- Gelseniz- Gelseler.

Halil “Tamam işte, şimdi bunların Almanca’sını bulup öğreneceksin!” “Sen öğrendin mi?” Halil, “Hayır ben öğrenmedim, sen derslerin hepsini yaptım dediğin için sordum, onun üstünde çalıştığını görmemiştim!” Aklım karıştı ama çabuk toparlandım. Benim, senin, onun, bizim, sizin, onların. Ben, sen, o, biz, siz, onlar. Bunları yazdım, karşılarına Almanca’larını yazacaktım, Halil durdurdu. Öğretmen Almanca sözlerin yanına Türkçe yazıp ezberlemeyin demişti. Ayrı kağıtlara yazdım, kağıtları üstüste koydum. Alttan üstten kıvırdım bir kağıt gibi oldu, onları birkaç kez okudum. Yöntemim hoşuma gitti. Bu kez hangi kitapları götüreceğimi düşündüm. Pazartesi bırakırlarsa Lüleburgaz’dan gitmeye karar verdik. Cumartesi bırakırlarsa, Kadir’le yaya gitmek için sözleştik. Yaya gidince kitap taşımam. O zaman Türkçe kitabının okuduğumuz bölümlerini bir gözden geçireceğim. Öğretmenin önemsediği parçalar, Falih Rıfkı Atay, Ahmet Haşim, Hüseyin Cahit Yalçın, Kemalettin Kamu (Şiir) Enis Behiç Koryürek (şiir) Süleyman Nazif, Yakup Kadri Karaosmanoğlu. Başka parçalar da okuduk, Ömer Seyfettin’den, Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan. Ahmet Rasim’den. Ancak onlar üzerinde hiç durmadı. Ömer Seyfettin’in öykülerini okumamızı söyledi, “çok önemli öykücülerimizdendir!” dedi. Halil benden farklı düşünüyor. Hiç kitap götürmeyecekmiş. “Dönünce okurum!” diyor. Ben götüreceğim ama bilmem okuyabilecek miyim? İsmet’lerin köyüne gideceğim. Sofuali’deki Elfide Halama söz verdim, bir gün olsun gideceğim. Kırklareli’deki amcalarıma gideceğim. Müderris Amcamı görmek istiyorum. Şoför Hasan Amcama özellikle gitmek istiyorum. Üç yıl önce ortaokula gitmeye kalkışınca kalacak bir yer buluncaya dek onlarda kalacaktım. Amcam söz vermişti. Kayıt için gittiğimizde yengem “Benim iki çocuğum var, bir üçüncüsüne bakamam!” dedi, geçici kalıcılığa bile razı olmadı, içimden gidip görünmek geçiyor. Onlara uğrarsam “Benim okumama engel olduğunuzu düşünüp rahatsızlık duymuş olabilirsiniz. şimdi okuyorum, duyun, içiniz rahat olsun demek için uğradım!” diyeceğim. Aslında babam sürekli onlarda kalmamı hiç düşünmedi. Kumrulardan Küçük Ali amcalarla ev tutulacaktı. Onlar son günlerde Edirne’ye karar verince biz yalnız kaldık. Okul açılması da yaklaşmıştı. Hasan Büyükerenler amcamın yeni bebeği doğmuştu, onlara teklif bile edemedik. Şoför amcamı ben severim, babam da sever ama böyle bir tatsızlık girdi aramıza. Babam kızmadı, bunu şanssızlık saydı ama onlar babamın gücendiğini varsayarak uzaklaştılar. Sanırım ağabeylerim, bu arada biraz söz dokundurdular. Her ne ise ben bir uğramak istiyorum. Bir de Yeni Bedir yolculuğum olacak. Orada da yaşlı Nefise halam var, o da 75 yaşlarında, babamdan büyük. Büyük oğlu Kamber Amcam o köyün kurulmasına önayak oldu. Şimdilerde oranın muhtarı. Üç yıl önce taşınırken bizde kaldılar. Lüleburgaz’da da yerleri var. Lüleburgaz’da ortaokul açılsaydı bana yer bulacaktı. Onları da görmek istiyorum. Ben bunları söyleyince Halil güldü, “Senin tatil günlerin sana yetmeyecek. Sen en iyisi önce oraları dolaş, günün kalırsa köye de uğrar dönersin!” önerisinde bulundu. Gerçekten bunlara gidersem en azından yedi günüm oralarda geçecek. Vazgeçersem Sofuali köyüne dönüşte buradan giderim. Orası yakın, cumartesi gider pazar dönerim. Ama ötekilerden vazgeçmeyeceğim. On gün de köy için yeter. Hüsnü bizi dinliyormuş. Yavaşça, tatilin 20 gün olacağını söylemişlermiş. Öyle olursa daha iyi olacak. Zil çaldı, konuşma bitti. Ömer Tunalı Öğretmenin sözüyle, “Ağır, hantal görünmeyelim. Çevik olalım, marşmarşla yürüyelim. Yani, gideceğimiz yere koşar adımla gidelim.” Hele bu yatak olursa. Tabiat Bilgisine bugün dokunmadım. Öğretmen, “Çevrenizdeki hayvanlar üstüne yeni gözlemler bekliyorum!” demişti. Yatarken aklıma geldi, kaplumbağa ile kirpilerden hiç söz edilmemişti. Özellikle kirpiler hangi gruba giriyor? Üzüm, kavun yediklerini biliyorum. Daha küçükken kirpi yakalayınca onlarla oynardık. Top gibi açılıp kapanmaları, açıldığında insanı görünce gene kapanıp top olmaları hoşumuza giderdi. Ancak bizi böyle görünce ablam, onların yararlı hayvanlar olduğunu, zararlı böcekleri, köstebekleri, yerköpeklerini, tarla farelerini bile yedikleri için bize faydalarının dokunduğunu söylerdi. Demek kirpiler de hem et hem de ot yiyen hayvanlardan sayılıyor. Derste hiç sözü edilmemesine şaştım. Oysa kirpi, dikenleriyle de ilginç bir hayvan. Kirpi gibi unutulmuş başka hayvanları düşünürken uyumuşum…

 

23 Şubat 1939 Perşembe

 

Yatarken kaplumbağa, kirpi gibi hayvanları düşünerek uyumuştum. Kesinlikle rüyama girecekler diye tahminlerde bulunmuştum. Uyanınca bunu anımsadım. Beklediğim gibi çıkmadı. Rüyada kirpi değil, rüya bile görmedim. Bunu düşünürken kirpi ile ilgili bir olayı anımsadım. Arkadaşlarımızın kimileri çok acımasızdı. Kirpinin etrafına kuru ot dizip yakarlardı. Kirpi ateşe yaklaşamaz, iç tarafta döner dururdu. Bunu bir defa Hilmi’nin annesi Hanife halama anlattık. Bunun çok günah olduğunu, bunu yapanların Allah tarafından cezalandırılacağını söylemesi üzerine böyle yapanlara karşı durmaya başladık. Bir keresinde başka köyden gelmiş bir çocuk bizi dinlemedi. Kirpi kucağındaydı. Hilmi üstüne yürüyünce çocuk kirpiyi nasıl attıysa kirpi top gibi Hilmi’nin yüzüne geldi, dikenler Hilmi’nin yüzünde nokta nokta kanamalar yaptı. Bunu görünce önce çok korkup kaçıştık. Önemli bir şey olmadığını söylemeleri üzerine bu kez tüm çocuklar, yabancı çocuğun kaldığı eve gittik. Çocuğu saklamışlar, “Yok” dediler. İnanmadık evi taşladık. “Gece gelip evinizi yakacağız!” dedik. Ev sahibi köy muhtarına gitmiş, durumu anlatmış. Muhtar amcanın çocuğu yoktu. Bu yüzden çocukları çok severdi. Bunu duyunca gülmüş, “Yakarlarsa çabucacık söndürürüz, siz yanmazsınız!” demiş. Ev sahibi bu kez konuklarını göndermiş. Köyde atlı araba salt bizde olduğundan ağabeyim götürmüş. Biz ev yakmadık ama düşmanımızı (!) kovmanın tadını tattık. Halamın dediğini de kendimize yorduk. “Kirpilere eziyet edenleri Allah cezalandırır!” Bu doğruysa arkadaşım Hilmi ne suç işledi ki, yüzü kan oldu, bir hafta kadar kapalı gezdi?

Kahvaltıda Fikret Madaralı Öğretmen yok, “belki de gelmeyecek” diye düşünürken gülerek geldi, Öğretmen masalarındakileri birer birer selamladı. Oturur oturmaz ondan bir şey sordular, öteki Öğretmenlerin hepsi ona baktı. O da iki elini birbirine vurarak, zaman zaman ellerini yumruklayarak bir şeyler anlattı. Sonunda hepsi kahkahalarla güldüler. Hiç bir söz duymadığım halde ben de gülümsedim. Etrafıma baktım, benden başka hiç kimse onlarla ilgilenmiyor. Kendi kendimi kınadım, azıcık kızardığımın ayırdına vardım. Derslikte ders sözünün yerini tatil almış durumda. Öğretmenin “Günaydın!” sözüne karşılık “Tatil!” denilmezse şaşarım. Bu sözü Mehmet Yücel söyledi, ben ondan aldım. Mehmet tatil sözüne çok sinirleniyor: “Okul günlerini ağzına almayanlar, dört günlük tatil için bayram yapıyorlar, şarkılar yakıyorlar.” Bu da gene Mehmet Yücel’in sözlerinden biri.

Fikret Madaralı Öğretmen geldi, gülerek “Günaydı!” dedi. “Sağol”umuz biraz değişik oldu sanırım, Öğretmen “Ne o, tatili duyunca canlanmışa benziyorsunuz!” dedi. Sami Akıncı, “Tatil verileceği doğru mu Öğretmenim? “deyince, Öğretmen “Bütün okullar gibi tatil sizin de hakkınız. Okulumuz geç açıldığı için biz bu yıl öteki okullara uyamadık. Onlar ikinci tatillerine çıkacaklar. Bizim bu yıl tatilimiz müstesna kurallar içinde olacak. Tatiliniz var, bugün yarın size duyurabilirler. Son söz Ankara’nın, oradan Kırklareli’ye, ondan sonra da bizim okulumuza!” Birden bana döndü, “Söyle bakalım 66, neden Ankara’dan Kırklareli’ye, sonra bize? “Başkent Ankara, ilimiz Kırklareli!” deyince Öğretmen, “İşte böyle, buna büyükleriniz “Silsile-i meratibe!” derler. Devlet işleri böyle yürümektedir!” Tatile çıkarsak son dersimiz olacağını, bugün tüm geçmiş derslerin bir özetini yapıp geçmiş konuları anımsamamızı, yarınki yazı dersinde de tatil çalışmalarımız için bazı uyarılarda bulunacağını söyledi. Hilmi Altınsoy’a İhtiyar Kayıkçı’yı okuttu. Yaşlı kayıkçının yolcuya neden öyle yanıt verdiğini, yazarın bu parçayı niçin yazmış olabileceğini sordu. Hilmi konuyu dağıttı. Öğretmen bazı anımsatmalar yaptı. Hilmi gene toparlayamadı. Mehmet Başaran parmak kaldırdı, doğru söyledi, oturdu. Arkasından bu kez Mehmet Başaran’ı kaldırıp Enis Behiç Koryürek’in Gemiciler’ini okuttu. Mehmet Başaran şiiri güzel okudu. Öğretmen “Galiba bunu ezberleyin demiştim, okur musun? “dedi. Başaran doğru başladı, tekrarlarda duraksadı. Fısıltılar oldu. Öğretmenin kızacağını düşünerek, hatırlayamadığını söyledi. Öğretmen, “Tatilde şunu bir güzel ezberle, dönünce oku, e mi!” dedi. Hasan Üner’i kaldırdı. Hasan Üner’e dikkatle baktı, hangi kitapları okuduğunu sordu. Hasan Üner, hızlı hızlı on dolayında kitap saydı. Çıkrıklar Durunca, Kuyucaklı Yusuf, Dağları Bekleyen Kız, Allahaısmarladık, Homongolos, Çalıkuşu sıralarken Öğretmen, Hasan’ın sözünü kestirdi. Bize dönerek “Darısı başınıza!” dedi. Bir Kadın Düşmanı-Homongolos ile Kuyucaklı Yusuf’u anlatmasını istedi. Hasan önce Reşat Nuri Güntekin hakkında bilgi verdi. Bir Kadın Düşmanı’nı anlattı. Çok özet anlattığı için Öğretmen teşekkür etti. Kuyucaklı Yusuf’un yazarı hakkında bilgisinin olmadığını, ondan ilk kitabını okuduğunu söyledi. Bu kez olayın geçtiği yöreleri sordu. Kuyucak, Aydın dolaylarında küçük bir kasaba, Edremit de Ege kıyısında bir kasaba. Yusuf’la ilgilerini sordu. Yusuf, Kuyucak dolaylarında bir köyde doğmuş, kimsesiz bir çocuk, birisi onu evlatlık almış, Edremit’e götürmüş. Yusuf orada büyümüş ama olaylara karışmış. Öğretmen, yeter anlamında elini kaldırdı, Hasan’a oturmasını söyledi. Bu kez bize döndü. “Arkadaşınıza “Aferin, diyorum, geldiğinden beri kitapların etrafında fır döndü, kitap seçmedi, eline geleni okudu. Bu okuma tarzı aslında iyi değildir. Ama okumamanın yanında alkışlanacak bir çabadır. Bundan sonra arkadaşınız seçerek okuyacak, okuduklarını daha sağlıklı sindirerek bilgisini genişletecek. . Aslında kitabın kötüsü olmaz. Her kitap bilgi verir. Ancak bilgiden bilgiye fark vardır. Bize yarayacak bilgileri bulup okumak bizim bilgi dağarımızı zenginleştirir. Bu bir yolculuk gibidir. İnsan, bir yerden bir başka yere giderken kestirme yoldan gitmeli. Nasıl olsa yol yürüme deyip yola çıkarsa dolanır durur. Kestirme yoldan giden ise vaktinde gideceği yere ulaşır. Tatilden sonra sizinle planlı bir okuma seferberliği başlatacağız.” Seferberlik sözcüğünü kullandı, ancak bilmeyeceğimizi düşünerek duraksadı, sordu: “Seferberlik nedir?” 24 İbrahim Ertur’u işaret etti. Ertur, “Seferberlikte savaş, mavaş...” derken Sami parmak kaldırdı, kalktı söyledi. Savaş için tüm ulusun hazır olması, savaşa girmeyi beklemesi. Savaş çıkınca da elbirliği ile yurdu kurtarma. . İkisine de oturmalarını söyledi. Zil çalınca Öğretmen durdu, “Aynı konuya devam ederiz!” deyip çıktı.

İbrahim Ertur, Öğretmen gittikten sonra arkadaşlara yüksek sesle sordu. “Yahu arkadaşlar, benim dediğim seferberlik neydi? Siz onu duymadınız mı?” Her kafadan bir ses çıktı. “O sizin köyün seferberliği, sizin seferberliği sen Sefer Tunca’dan sor.” Tartışmalar sürerken Öğretmen geri geldi, duymuş olacak, söze gene “Seferberlik” diyerek başladı. Tarihimizin büyük savaşlarla dolu olduğunu, bunların her birinin toplumumuza büyük acılar çektirdiğini, ancak bir tanesinin en büyük felaketimiz olduğunu, bunu az zararla atlatmak için tüm yurdun seferber olduğunu, dört yıl süren bu sürecin sonunda Osmanlı İmparatorluğunun yıkıldığını, bu kez Atatürk’ün yönetiminde Kurtuluş savaşı vererek Cumhuriyeti kurduğumuzu anlattı:

İşte Kurtuluştan önceki 1. Dünya savaşı sırasında tüm ulusça sefere girişimiz sürecine özel olarak Seferberlik adı verilmiştir. Bizim tarihimizde özel bir yeri vardır. Ama seferberlik, salt savaş için kullanılan bir sözcük değildir. Topluca işlerde de sık sık kullanılır. Yola çıkmak için de sefer sözü kullanılır. Konuşurken kullandığımız kere sözü yerine de kullanılır. Örneğin, ‘İnsan bir kere sigaraya alışırsa sonra bırakamaz’ uyarısını yapanlar bazen de, “İnsan bir sefer sigaraya alışırsa sonra bırakamaz!” diyebilirler. İşte biz tatilden sonra bir kitap okuma, kitap tanıma seferberliği yapacağız. Bu çalışmalarda bilmeden kitap seçme yerine bilgili kitapları almaya gayret edeceğiz. Arkadaşlarınızla konuştuk. Okulumuzun sınırlı olanakları yüzünden haftalık eğlence ya da sinema izleme olanağımız yok. Biz de bunların yerine kitap okuma saatı başlatacağız. Önce bir arkadaşınız okuyup sevdiği bir kitabı tanıtacak. Bu kitaba çok ilgi duyanlar alıp okuyacak, kitap tanıtanlar, tanıttığı kitabı özetleyip kitaplığa verecekler. Böylece kitaplığımızda sevilen kitapların bir dosyası oluşacak. Bunu yaparken çok yönlü yararlarımız olacak. Kitap özetlemek gibi, not tutma alışkanlığınız da başlamış olacak.

Sizi bilgili Öğretmen olarak yetiştirecek çalışmalardan birisi de günlük not tutma alışkanlığıdır. Her gün önemli bulduğunuz olayları not etmeye başladığınızda, geçmiş günlerinizin sizi bırakıp gitmediğini göreceksiniz. Benim yedi sekiz yılım köy Öğretmenliğinde geçti. İlk yılımda çok zorlanmıştım. Neredeyse Öğretmenliği bırakıp kaçacaktım. Okul tatil olunca şaşırdım kaldım. Zaman ne kadar çabuk geçti diye sevinmeye kalktım. Oysa yüreğimde sonsuz acılar vardı. Ankara’ya gidince Öğretmenlerimden birine durumu anlattım. Öğretmenim bana, anımsayabildiklerimi yazılı anlatmamı istedi. Tatil boyunca onları yazdım. Tatil sonunda Öğretmenime ancak yarısını verebileceğimi anladım. Öğretmenim “Olsun, gelecek yıl hergün yaz, az olsun ama kesinlikle olsun. “Hatta, bugün yorgunum hiç bir şey yazamıyorum!” desen bile makbule geçecektir!” Gerçekten ertesi yıl hergün not tuttum. Bolca zamanın olduğu için kolaylıkla yazdım. Kimi zaman eski anılarımı anımsadıkça ekledim. İki yıldır o köyde ne görmüşsem, ne duymuşsam defterlerime hepsi geçti. O zamanlar köy Öğretmenlerine köyle ilgili görevler de veriliyordu. Onların yapılıp yapılmayanlarını da not etmeye başladım. Çevremdekilerin hiç birisi böyle bir alışkanlık edinmediği için gelip benden sormaya başladılar. Görevini aksatan köy muhtarı bir iki terslikten sonra benimle dost oldu. 3. ders yılımı çok rahat geçirdim. Bir ara tatilimde gene Öğretmenime uğradım. Notlarımı da getirip gösterdim. Okumak isteyeceğini bekliyordum. Öğretmenim bana gülerek “Kaç defter doldurdun?” dedi. Biraz da böbürlenerek 3 defter doldurduğumu söyledim. Öğretmenim, “Benim 6 defter olmuştu, onları doğru dürüst bir okuyacak zaman bulamadığım için bir türlü elime alıp da okuyamadım. Ancak benim köylerim Bolu-Ankara dolaylarındaydı. Ora insanları sık sık gelip hal hatır sorarlar, kendilerini tanıtırlar. Onlar gittikten sonra merak eder “Acep kimlerdendi? diyerek bazan bakarım. Sen de defterlerini sakla, köyden ayrılıncaya dek yaz, sonraki çalışacağın yerlerde de bunu dene, fazla arkadaşa bile gereksinim duymaz olacaksın!” dedi.”

Öğretmen bunları anlatırken aklımdan Mustafa Ağabeyin bana okula gitmeye karar verdikten sonra verdiği övütleri anımsadım. Hemen hemen aynı övütler. Öğretmenden Öğretmene anlatılıp gidiyor. Çocuklar, Öğretmenler, okullar hep birbirinin benzeri. Askerlik gibi. Mustafa Ağabeyi dinleyip hergün not tuttuğuma sevindim. Okumasam bile yazacağım. Ne kadar benzerlik var, geçen gün ben de okudum. Arkadaşlar Kırklareli valisinin adı için tartışıyorlardı, söyledim inanmadılar, açtım okudum, İddiacı Fettah bön bön yüzüme bakıp kalmıştı.

Ben dalgın dalgın kendi içimle uğraşırken İsmet parmak kaldırdı, Öğretmene “Siz yazı yazıyor musunuz?” diye sordu. Öğretmen anlamazdan gelerek, İsmet’e “İsmet Yanar, ben hergün yazı yazıyorum, yazdıklarınızı okuyorum. Bunu sen de biliyorsun, bunu bana neden sordun?” İsmet, “Öğretmenim onu demedim, gazetelere, dergilere yazıyor musunuz demek istedim.” Öğretmen “iyi ki açıkladın, şimdi anladım, bazen yazıyorum, önümüzdeki Yeni Adam dergisinin sayılarında umarım iki yazım çıkacak, dergi alıyorsun oradan okuyacaksın.” Arkadaşların ilgisi arttı. Neredeyse heyecanla “Bize şimdiden oku” diyecekler... Zil çalınca ilgimiz dersten çok Öğretmenin ne yazdığı üstünde yoğunlaştı, Öğretmenin arkasından özenerek baktık. “Hele bu dergi bir gelsin!” Halil “senin notların makbule geçecek galiba, onları Öğretmene göstersene!” dedi. Nasıl gösteririm? Hele baş taraflardaki kızları söylersem Öğretmen ne der bana! Hiç bir şey demese bile alın bunlara bakın diyemem. Zaten Öğretmenin Öğretmeni bile alıp bakmamış. Ona da başkası söylemiş. Bak bana da Mustafa Ağabey bunu söyledi. Aslında yazmamı Vahit Dede sıkı sıkı tembihledi ama onunki büyük yazarlara benzeyen yazılardı. Kuşları, karıncaları, çobanları, köyde iyi karpuz yetiştirenleri, iyi avcıları anlatmamı söylemişti. Son olarak da “Fikret Madaralı çok iyi bir Öğretmen, o size yol gösterecektir, onun dediklerini iyi dinle, ondan sonra benim dediklerime başla!” demişti. Sanırım tatilden sonra birşeylere başlayacağım. Artık, sınıfta kalma korkum kaybolmuş gibi. Çalışmaya devam edersem başaracağıma inanıyorum.

Sabit Soysal Öğretmen gülerek girdi, başını hafif öne eğerek “Günaydı!” dedi. Birden ayağa kalkarak “Sağol!” deyince, “Sevinçlisiniz, nihayet tatile gideceğinize inandınız değil mi?” dedi. İsmet her zamanki gibi ortalığa uygun bir söz söyledi. “Siz, tatile çıkıyorsunuz derseniz biz asıl o zaman sevineceğiz. Şimdiki bizim, kendi varsayımlarımız üstüne. Asıl sevincimiz güzel haberi sizden duyunca olacak!” Öğretmen, “İsmeeeeetttt, beni zor duruma sokma, e mi, ben yönetici değilim, size kesin tatil sözü nasıl söylerim? Sevinçli durumunuzu görünce ben de sevinip böyle konuşuyorum. Hepimizin böyle bir isteği var, işte o gerçekleşmek üzere, sevincimiz bundan. Şümidüm, beni sigaya çekip neşemi kaçırma!” İsmet oturdu. Öğretmen, elindeki notlara baktı. Coğrafya derslerinde verdiği ödevleri, Tabiat Bilgisi derslerinde verdiği ödevleri anımsattı. “Coğrafya ödevlerindeki bazı konular Tarım Öğretmeninin söylediklerine uyuyordu. Bunu anımsatan arkadaşlara, benzerliklerin olması sizin için daha iyi. Zaten bunların sizin bilgi alanına çıkmasıdır. Pancarın hangi toprakta yetiştiğini biliyorsan, o toprağın coğrafya bölgesindeki yerini doğal olarak öğreneceksin. Keçilerin yetişmesi bir tarım konusu ise de keçi barındıran ormanlık bölgeleri Coğrafya biliminin bir iklim kuşağı konusudur. Tabiat bilgisini de buna katabilirsiniz. Siz anladığınız kadarıyla gözlemlerinizi yapıp not edin buraya gelince onları bölümlerine göre ayırırız. Kuşlar üzerinde hiç durmadık. Gene de siz çevrenizdeki kuşları araştırın. Köylerinizdeki insanların kuşlar üstüne söylentilerini de toplarsanız. Seneye kuşları okurken elimizde bir hazırlığımız olur!”

Yeni bir konuya girmek istemediğini söyleyen Öğretmen soracağınız varsa yanıtlamaya çalışayım!” dedi. Kimse bir şey sormayınca ben parmak kaldırdım. Aklımdaki Kirpi sorusunu sordum. Kirpi yırtıcı mı, etobur mu, otobur mu? Öğretmen güldü, “Nasıl konuşmadık? Kirpi tipik bir hayvan, yurdumuzdakiler zararsız gibi görünmesine karşılık dünyanın başka taraflarındaki cinsleri korkunç yaratıklardır. Kirpi türü bizim doğrudan ders konumuz değildir. Bu nedenle üstünde fazla durmadık ama hiç sözü edilmemiş olamaz. Mamafi sen hatırlattığına göre sizin oralarda varsa bize taze bilgi getir. Köylülerinizin bu konuda söyleyeceklerini bize anlat!” Oturdum. Öğretmen gidince arkadaşlara sordum, hiç birisi anımsamadı. Sami Akıncı’ya sordum Sami “Vallahi ben hiç kirpi sözü geçtiğini anımsamıyorum!” dedi. Kendimden sonra en çok Sami Akıncı’ya güvendiğim için Öğretmenin yanıldığı kanısına vardım. Ama olsun, ben bildiklerimi çoğaltıp tatilden sonra gene anlatacağım. Öğretmen 2. derste de ödevler üzerinde durdu. Bu kez coğrafya ödevlerini de anımsattı. Köylülerin yıldızlar üstüne bilgilerini toplamamızı özellikle tekrarladı. Yıldızlar üstüne, söylentiler gibi türkülerin de olabileceğini, varsa bunların yapılış yerleri, tarihleri üzerinde durmamızı önerdi. Haritaları düşünüp köyümüzün kuzey yönü belirtilmiş bir haritasını çizmemizi istedi. Harita deyince arkadaşlar soru yağmuruna tuttu. Öğretmen tahtaya Alpullu’nun haritasını çizdi. O çizince bizim de yapabileceğimize aklımız yattı. Öğretmen “Haritaları düşünerek!” deyince biz harita gibi anlamıştık. Öğretmen tahtaya pek yazıp çizmezdi. Bugün çizince gördük ki Sabit Soysal Öğretmen çok güzel yazı yazıyor, çizgi çiziyor. Hele uzun çizgileri doğru çizişi bizi şaşırttı. Cedvelle de çizse ancak o kadar doğru olur. Öğretmen gidince tahtayı silmeye kalkan arkadaşa herkes çıkıştı, “Silme kalsın, biraz bakalım!”

Öğretmenlerimizin çok becerikli insanlar olduklarını yavaş yavaş anlamaya başladık. Özellikle ben onlara gittikçe daha çok saygı duyuyorum. Köye gidince her birini ayrı ayrı anlatacağım. Halil bana gene takıldı, “Sabit Soysal Öğretmene, kirpiler üstüne bildiklerini anlatamadın, üzülme tatilden sonra anlatırsın!” dedi. Güldüm, “Evet ben de öyle düşündüm, o zaman daha çok anlatacaklarım olacak. Bizim köyde kirpilerden ilaç yapıp hasta iyileştiriyorlar. Özellikle zor geçen yara berelere kirpilerden alınan maddeler çok iyi geliyormuş. Bunları duyardım ama hiç üstünde durmadığım için şimdi anlatmaya kalkışmadım.” Halil, “Salt bunları anlatmak için de kirpi lafını ortaya attın!” deyince, beklemediği bir yanıtı verdim. “Sen ne demek istiyorsan o benim umurumda değil. Kirpi bir hayvan mı? Bu hayvan benim memleketimde var mı? Ellerin memleketinde bunun oklusu, boklusu önem taşıyor da benimki niçin konu edilmesin? Kaplumbağa neyse kirpi de odur. Yerine göre çiftçiye yarar, yerine göre zarar vermektedir. Bunun hakkında neden bilgi edinmeyeyim?” Halil, yanlış anladığımı falan söyledi ama, ben ona açık açık düşüncemi söylediğim için rahatladım. Herkes sussa da ben sorularımı soracağım. Sorduğum soruların hiç birisi şimdiye dek Öğretmenlerce kenara itilmedi.

Böyle bir tersliğe karşın yemeğe gene beraber gittik. Kapıska (bizde buna lahana yemeği derler), Patatesli köfte, muhallebi. Bu tür tatlıları ablam yapardı ama böyle bir ad da hiç duymamıştım. Tatlı olunca adı ne olursa olsun seviyorum. Halil gene sordu, “Fikret Öğretmene yazdıklarını niçin söylemiyorsun?” Yanıtım hazır, “Söylememi mi istiyorsun söylemememi mi?” Susuştuk. Zil çaldı, oldukça istekli işbaşı yaptık. Halil’le en iyi Atölye çalışmalarında anlaşıyoruz. O da benim gibi verilen işi iş olarak algılayıp bitiriyor. Öteki arkadaşlar, işi oyun gibi düşünüyor. Verilen işlerin, bu okulun bir parçası olduğunu, tıpkı dersler gibi onları da yapmak zorunda olduğumuzu anlamıyorlar, anlamak istemiyorlar. Evlerinde de işlere karşı öyle oldukları anlaşılıyor. İsmet babasının işiyle ilgili bir konu anlatınca İsmet’e “Bunu sen nerden öğrendin?” diye soruyorlar. İsmet, “Babam anlattı, deyince de, “Baban sana niçin anlattı?” sorusu geliyor. Ben bizim köyle ilgili bir olay anlatınca bana inanamıyorlar. “Bunu sen nereden öğrendin?” Anlatıyorum, “bizim köyde kahvemiz var. Köy halkı her an, her akşam, gündüz, sabah gelip oturanlar var. Gazete okunuyor. Gelen gidenler oluyor. Bu konuşmalarda sayısız olaylar anlatılıyor. Bu konuşmaları ben dinlesem de dinlemesem de anlatılıyor. İçlerinden kimileri benim de dikkatimi çekiyor, onları dinliyorum. Bunların içinde unutamadıklarım oluyor. Gerçekten unutmamışsam bunu başkalarına anlatıyorum. Sizin bir kahveniz olmadığı, evinize gelen gidenler de az olduğundan bu tür konuşmaları dinlememiş, buna da alışmamışsınız. O nedenle konuşacak konunuz az olabilir. İsmet’in babası müteahhit, çok geziyor. Alacaklarını çok gezerek topluyor. Çok gezdiği için de çok insanla ilişkisi oluyor. Onlardan bazılarını evinde anlatıyor. Üstelik Muhittin Eniştem çocuklarını çok sever, onları arkadaş gibi yetiştirir. İsmet’in küçüğü Sabri’yi görseniz, büyük insanlar gibi konuşur, büyük işlerinden söz eder. Sanki evi o yönetiyormuş gibi her işe karışır. Onun bu durumundan Muhittin Eniştem mutluluk duyar, “Peki öyle olsun Sabri Ağa!” deyip konuyu kapatır. Olay böyle olunca bu size benzemediği için inanamıyorsunuz. İnsanlar sizin ölçülerinizde konuşmak zorunda değil. Siz bir yanlış bulursanız onu düzeltmeye çalışın. Ellerin söylediği ile uğraşacağınıza, kendi eksikliklerinizi düşünüp onları kapatmaya çalışın. Ben, derste Öğretmene soru soruyorum, öğrenmek istediklerim var. Kalkıyorum, fısıltılar başlıyor, gene kalktı gibi terbiyesiz sözler. Bunu söyleyenlere bir gün Öğretmenin önünde “Gel tahtaya diyebilirim!  Bunu bir gün yapacağımı herkes bilmeli. İlk derslerde ben küp yerine turşu küpü çizerken alay edenlere şimdi ben Tales, Pisagor teoremlerini, Kare kökü alınmasını anlatıyorum ama anlattıklarımı bir türlü kavrayamıyorlar. Matematik dersinde Konulara gelmeden kimi zaman kalkıp açıklayınca benim ne yaptığımı alık alık izlemelerine gülesim geliyor. . Tek tesellileri de Sami Akıncı’nın benden daha bilgili olması. Sami Akıncı akıllı, çalışkan bir arkadaş. Ben onunla yarış edecek değilim. Harun Özçelik’le resim ya da yazı yarışması, Abdullah Erçetin’le müzik yarışması, Salih Baydemir’le marangozluk yarışması yapamayacağım gibi, öteki arkadaşların da bazı becerileri ile yarışamam. Ama ben, verilen derslerin hepsinin üstesinden gelip arkadaşların, Öğretmenlerin karşısında süklüm püklüm olmadan derslerimi sürdüreceğim. Buna olan inancım tamdır!”

Beni dinleyen arkadaşlar, Hasan, Halil, Hilmi, Hüseyin Orhan haklı buldular. Konuşa konuşa inşaata indik. Arkadaşlar hazır, herkes işi bugün bitirmek niyetinde. Ben bu durumu görünce arkadaşlara gene bizim köyden bir örnek verdim. Bizim köyde, her yıl köye ait ortak işlerde köycek toplanıp çalışırlar. Dere, kış taşkınlıklarında taşıp yatağını bozmuşsa onu eski yatağına çevirmek için oldukça zorlu kazma işi yaparlar. Genel olarak her yıl mandalar için batak yeri, gölet hazırlarlar. Bazen deredeki köprü bozulur, hep birlikte onu onarırlar. Orman idaresi izin verdiğinde de gene topluca odun kesip paylaşırlar. Bu işler için belli günde köy meydanında toplanırlar. Bu toplanma kimi kez biraz gecikmeli olur. Erken gelenler sabırsızlanmaya başlayınca çağrılar yapılır. Bunlar genellikle “Haydin komşular bir an önce toplanıp işe gidelim!” şeklindedir. Geçen yılların işlerinde birileri bu işten kaçmışsa, köylüler onu bilir. Dalgınlıkla o da “Haydin komşular” demeye başlayınca, ötekiler onun sözüne katılırlar. Ancak sözün sonu “Toplanalım da biran önce işe gidin!” olarak biter. Arkasından kahkahalar, alaylar başlar. Çünkü birileri bunu hak etmiştir. Komşular toplanıp yoklamalar yapıldıktan sonra sıvışanları affetmezler, bir yıl sonra da olsa sözleriyle, “Biz sizin geçen yılki dalaverenizi biliyoruz!” diyerek hiç değilse alay ederler. Bizim arkadaşların bazıları da, işe başlarken çok istekliler de, işlere girişince yan çizmeler başlıyor. Hüseyin Orhan “Bizim gördüklerimizi Öğretmenler görmüyor mu?” deyince hepimiz “Görüyor, görüyor ama köylüler gibi yüzlerine vurmuyor, not değerlendirmelerinde bunları hesaba katıyor!”

Öğretmenler geldi, Naci Öğretmen bize işaret verdi, atölyeye ayrıldık. Halil yapıcılık bölümünde kaldı. Onlar betonun üstünde gezindiler. Namık Öğretmen, sürekli basılacak yerlere kalas döşetmişti. Onların üstünde çalışılacakmış. Biz kapıları kasalarına alıştırıyoruz. Tamamladıklarımızı kaldırıyoruz. Hüseyin Orhan’la Recep Kocaman menteşelerini, dıştan tutaç içten de çengellerini takıyorlar. Kapılarda kilit olmayacak. Bugünkü işimizi önce küçümsemiştik. Ancak başlayınca zor değil, oyalayıcı. Hasan’la benim yaptıklarım dünden farklı değil ama Recep’le Hüseyin Orhan’ınki bizim için yepyeni bir iş. Salih Baydemir, Harun Özçelik Hamdi Bağ Öğretmenle pencereleri takıyorlar. Hasan, bana Üç Silahşörleri anlattı. Kişi adları çok yabancı geldi ya okudukça belki alışırım. Monte Kristo da o tür bir kitapmış.

Günümüz dolu dolu çalışarak geçti. Biz, işimizi bitirince arkadaşlara yardım ettik, onların işini de tamamladık. Yapıcılar da bir tarafın ara duvarlarını tamamlamak üzere. Öbür taraftan başlanan iki bölmeyi Halil, Sefer, Mustafa, Arif Kalkan bir metre kadar çıkmışlar. Naci Öğretmene “Yarın kapıları takarız değil mi?” diye sordum. Başıyla, “Hayır!” işareti yaptı. Sonra da “Kapıları takarsak sıvanırken kapılar kirlenir. Kasaları takacağız. Kapılar hazır, ince sıvadan hatta badanadan sonra getirip takacağız.” “Vay, vay, vay!” dedim içimden, daha neler var! Öğretmene, “Biz hiç sıva yapmadık, yapabilecek miyiz?” diye sordum. Öğretmen, “Sıvasını siz tatildeyken halledecekler. Ayrıca, burası oturulacak bir yer değil, burada banyo yapılacak. büyük bir su tesisat işi var. Borular için bazı kazma delme işleri olacak. O tamamlandıktan sonra sıvası yapılıp, kapıları takılacak. Yeterli bilgiyi aldın, haydi şimdi için rahat olsun, tatilde bunları düşünme. Tatilden dönünce de rahat rahat yıkanacaksınız, Mandıra köyüne gitmekten kurtulacaksınız!” Biz konuşurken arkadaşlar geldi, “Öğretmen ne anlattı? “dediler. Önemli bir konuşma yaptığımız süsü vermek için kem küm edip doğruyu söylemedim. Herkes her konuştuğunu bana söylemediğine göre benim de saklı konuşmalarım olmalıdır! Böyle düşünerek konuyu değiştirmeye kalktım. Öğretmen avcılığı seviyormuş, “Buralarda av yapılıyor mu?” diye sordu, dedim:

Bizim köyde yapılıyor ama, bizim köylüler değil, başka yerlerden gelenler yapıyor. İstanbul’dan, Çorlu’dan, Lüleburgaz’dan gelenler oluyor. Bizim köylüler, domuz, tilki, kurt avlıyorlar. Vurduklarında derilerini Lüleburgaz’da kaymakamlığa teslim edince para alıyorlar. Bu nedenle sadece o hayvanları avlamaktadırlar. Esas avcılar bu hayvanlar için gelmiyor. Onlar daha çok, tavşan, keklik, çil, bıldırcın, sığırcık avlıyorlar. Kimileri de gece ördek bekliyorlar. Koca Göl denilen gölde su toplanınca oraya gece çok ördek geliyor. Gölün iki yanına kulübeler yapılmış, gözetleme deliklerinden bakıp ördekleri kolayca vuruyorlar. Nasıl yapıldığını çok merak ettim ama beni götürmediler. Küçük ağabeyim bir gün götürdü, nasıl yapıldığını gösterdi. Kulübe dedikleri yerlerin üstü toprak. Otlar dikenler bitmiş. Altında insan olacağı kimsenin aklına bile gelmez. Gölden bakınca bir tepecik görünüyor. Kulübeden bakınca gölün yakınları ayak altında gibi oluyor. Ağabeyim anlatınca üzüldüm. Ördekler de bizim güvercinler gibi kuşlar. Onları yemek için vurmak hoşuma gitmedi. Bir daha da gitmek istemedim. Göle gelenlerle pek ilgilenmedim. Bizim köylülerin yaptığı avcılık ötekilerden daha haklı geldi bana. Hiç değilse onlar, kendilerine zarar veren hayvanları vuruyorlar. Ayrıca devlet yetkilileri onlara para da veriyor.

Arkadaşlar beni dikkatle dinlediler. Hasan Üner, “Sizin köy çok mu ormanlık?” diye sordu. Çok ormanlık değil ama büyük ormanlıkların son ucu. Bizim köyden başlayan ormanlar Istranca dağlarına ulaşıyor. Dereler de öyle, köyümüzdeki iki derenin de kaynakları Istrancalarda. Biz konuşurken Halil geldi. Halil gelir gelmez, Naci Öğretmenin bana söylediklerini aynen söyledi. Banyonun geri kalan işlerini biz tatildeyken yaptıracaklarmış. Su tesisatını zaten biz yapmayacakmışız. Fabrikanın tesisatçıları varmış, Nazmi Öğretmenin gözetiminde yapacaklarmış. Ötesini ben bildiğim için konuyu değiştirdim. Hasan’dan iki güzel kitap aldığımı, şimdiden okumaya başladığımı anlattım. Gazete masamızın oradan kaldırıldığını gördüm. Halil’e sordum, bilmiyor. Ahmet Ağabeye koşup sordum, o da bilmiyor. Hüsnü ile Emrullah nöbetçi, beni koşuştururken gördüler. Masayı Fikret Öğretmen kitaplığa taşıtmış. “Tatilden sonra başka bir yer bulalım!” demişmiş.

Derslikte herkes, pazartesi gününü bekler durumda, cuma, cumartesi, pazar, pazartesi deyip bir “Ohoooo!” çekiyorlar. İbriktepeli Hüseyin Serin 6 Ali’ye takılıyor. “Ali Aga gel seninle beraber gidelim, ben köyün yolunu pek bilmiyorum, sen yolları iyi biliyorsun. Beni köye bırakır oradan gidersin!” Ali önce sahi sanıp, “Elimden gelen yardımı yaparım!” diyor. Arkasından gülmeler gelince anlayıp Hüseyin’e “Sen de mi Aretlik (Ahretlik sözünün bozulmuş şekli), sen de mi benimle alay ediyorsun?” diye çıkışıyor. Ne düşünüyorsa sözü çevirip, “Ben, Hilmi Altınsoy, Hasan Üner, Salih Baydemir arkadaşlarla gideceğim, sen kendine başka arkadaş bul!” diyor. Hüseyin, Ali’nin sinmiş görünmesinden yararlanıp gene Ali’ye soruyor, “Ben Edirne’ye gitsem, oradan İbriktepe’ye geçsem, ne dersin?” diye bir daha soruyor. Demin yumuşak davranan Ali bu kez, “Sen en iyisi buradan Mandıra’ya git, orada senin akrabaların çok, oradan da öteki Pomak köylerini dolaşarak evine varırsın. Zaten öyle yapacaktın, bunu bana neden söylettin, anlayamadım?” Hüseyin Serin baktı kaldı. Önce kalkacakmış gibi bir devindi, sonra sanki aşağıya çekilirmiş gibi sıranın içinde durdu kaldı. Hiç kimseden çıt çıkmadı. Ali, gitti yerine oturdu, uzun süre öyle kaldı. İdris Destan ne düşündüyse Ali Aga’ya, “Yusuf Asıl’la Harun Özçelik de Tekirdağlı onları neden saymadın? “diye sordu. Ali çok sakin, “Sen bilmediğin işlere burnunu sokma, onlar Muratlı’dan ayrılıp Çorlu’ya oradan da Çerkezköy’e geçecekler. Biz Muratlı’da Salih arkadaşı bırakıp Tekirdağ’a geçeceğiz. Anladın mı?” İdris Destan renkten renge girdi, sustu, öylece oturdu. Sonunda Mehmet Yücel, “Vay be Ali Aga, sen neymişsin böyle, ağzını açanı paylıyorsun. Şimdiye dek neden sustun? Sana neler neler dedik de hiç birine karşılık vermedin. Bugün barut gibisin.” Herkes güldü, Ali de güldü. Hepimiz, olaya Mehmet Yücel girdi, kesinlikle tatlılığa bağlanacağı kanısı uyanmıştı, bunu beklerken Ali gülerek, “İskelet, hep sen konuşuyorsun, dediğin dedik. Sana kimse hakaret etmiyor, herkese sen dilediğince hakaret ediyorsun. İnsanların bir gün sabrı tükenince sen de ağzının payını alacaksın!” Derslik hiç görmediğimiz şekilde gergin bir duruma girdi. Kimsede ne bir gülme ne de ortalığı yatıştırmak için bir kımıldama yoktu. Nöbetçi Hüsnü Yalçın geldi, onun hiçbir şeyden haberi yok. Alışmadığı bir durum. Kapıdan girince Öğretmen olabileceğini düşünmüş ürkerek girdi, bakındı. Onun bu durumunu gören Mustafa Saatçi arada takıldığı gibi “Kaksi dobralisi, momçe!” deyince Hüsnü Yalçın sakin sakin, “Çok şükür iyiyim imam efendi, Allah razı olsun hafız Mustafa!” dedikten sonra yemek zamanını duyurup gitti. Derslikte gene bir sessizlik oldu. Bu kez de Halil, “Haydi bakalım, şimdilik bu kadar yeter, yemekten sonra devam ederiz!” diyerek kalktı beraber yürüdük. Öbür taraftan İsmet, “Yemekten sonra değil ama tatilden sonra heyecanlı maçlar göreceğiz” diyerek o da yürüdü. Yemeğe böyle bir durumda gittik. Bizim masadakiler, özellikle Tekirdağlı Hilmi Apaçık Ali Aga tarafı oldu. Ben sustum, onlar konuştu. Sonunda ben, “Kavga olmasını isterim, başkaları kavga yaparsa, benim kavga etme hakkım doğar, böylece dövülmesi gerekenleri rahatça döverim!” dedim. Bunu büyütmeye çalışanlar çıktı ama ortam uzatmaya elverişli değildi. Sami Akıncı, Ali ile Hüseyin’in ellerinden tutarak derslikten çıkardı, bir yerlere gittiler. İsmet de Mehmet Yücel’in elinden tuttu, Sami’yi taklit ederek ortalıkta dolaşırken Sami geri geldi, İsmet’le Mehmet’e bakarak yüzünü astı, hiçbir söz söylemeden, kitaplarına gömüldü. Bu kez Mehmet Yücel sinirlendi, geçti yerine oturdu. Ali ile Hüseyin girince Mehmet Yücel Ali’ye “Ne o seni kandırdı, seni de Mandıra’ya oradan da Bayramlı’ya (Bayramlı Sami Akıncı’nın köyü) götürecek değil mi? Sonra ne olacak? Sen Mürefte’ ye gene yalnız gideceksin değil mi Ali Aga?” diye sordu. Ali duymamış gibi yerine oturdu. Oldukça gergin bir hava içinde zili bekledik. Ben olayın aslını doğru alarak anlamadım. Derslikteki çatışma aslında daha önce başlamış. Ben marangozluk atölyesinde olduğum için öbür taraftan kopmuşum orada birkaç gündür böyle tartışmalar oluyormuş. Tatil yaklaşması olayı biraz daha körüklemişmiş.

Matematik kitabımı açtım, silindirleri bir daha okudum. Pi sayısını benimsedim, silindirlerin, tabanını çevresi, alanlarını buluyorum, Pi x çap x boy alanı veriyor. Pix2/çap taban alanı, x boy hacmi buldurmaktadır. Bu kadar yuvarlağın boyutlarının bulunmasının bu denli kolay olmasına şaştım. Eve gidince fıçıların boşlukları kolayca hesaplayacağım. Fıçıların belleri geniş ama iple ölçerek ortasını bulabileceğim. Zaten şarap için gelen kolcular da öyle yapıyorlar. Onlar yapıyorlar ama, onlara bakan şarap sahipleri bundan hiçbir şey anlamadan “Hı, hıhıııı!” deyip geçiyorlar. Ben ölçerek göstereceğim. Geometri dersinden en büyük kazancım bu oldu. Kendi kendime sevinip söylenince arkadaşım, “Haydi, kendine yeni bir sevinç buldun galiba!” dedi. Anlattım. Bunu, o da önemsedi. O henüz silindirlere bakmamış, anlattım. Biz konuşurken yeni bir sorun çıktı. Yarınki için nöbet tek kişi kalmış, 79 Ahmet Güner. Neden tek kişi? Sınıfımız 30 kişi, çift sayı. Arada bir atlamış, kim olduğu belli değil. Halil gülüyor, “Sizin köylülerin imecelerine döndü!” diyor. 4 Mehmet katılacak. Sami Akıncı “Ben bulurum onu!” diyor. O gerçekten bulur.

Yat zili çaldı, “Auf Wiedersehen, ich habe Schlafe!” Hüsnü Yalçın bana, “Sen galiba yatınca Almanca çalışıyorsun, Almanca’nı bayağı ilerlettin!” diyor. “Ben Almanca uyuduğum için Almancam kendiliğinden ilerliyor” deyip ayrıldım. Onlar gizli bir şey konuşur gibi fısıldaşmaya başladılar. Umarım benim için değildir. Yatınca 6 Ali ile 15 Hüseyin Serin’in atışmasını düşündüm. O ikisi ayrı ayrı zamanlarda benimle de ağız dalaşı yapmışlardı. Kendilerini hiç ilgilendirmeyen konularda araya söz katarak olay çıkarmaya çalışmışlardı. Sonra sustular. Şimdi ise hiç sesleri çıkmıyor. İkisinin de dersleri 0 ile 4 arasında. Galiba 5 yüzü gördükleri yok. Anlayamadığım, Sami onları niçin barıştırdı ya da barıştırmak istedi? Bir başka anlayamadığım taraf 6 Ali aynı anda neden Mehmet Yücel’e de çattı? Oysa Mehmet Yücel ona başka zamanlar daha ağır sözler söylüyordu da sesini çıkarmazdı. Ben bunları düşünürken İsmet “Dayı uyudun mu?” diye sordu. “Uyumak üzereyim!” dedim, kıpırdamadım. O da buna inandı gitti. Sanırım o saat uyudum.

 

24 Şubat 1939 Cuma

 

İsmet geldi, “Dayı gene mi uyuyorsun?” Kalktım. İsmet, “Dayı sen bizim köye gelecektin, gel şimdi beraber gidelim, sen oradan gidersin, babam seni gönderir.” Kadir’e söz verdiğimi, söyledim. “Kadir’le ben konuşur onun gönlünü alırım!” dedi. Biz Kadir’in adını anınca Kadir duymuş, “Beni mi çekiştiriyorsunuz?” diyerek geldi. İsmet’in önerisini Kadir doğal karşıladı. “Tatile Pazartesi çıkacağımıza göre bir sorun yok. Lüleburgaz’a bir çok arkadaş var. Cumartesi gitseydik ben dayını bırakmazdım!” dedi. İsmet çığlık attı. Onun bu sevincini pek anlamadım. Şimdiye dek böyle bir teklif yapmamıştı.

Kahvaltıya indik. Ahmet Gürsel, Fikret Madaralı, Namık Ergin, Namık Ergin Öğretmenin kardeşi Kenan Ergin, Nazmi Aybar, Ahmet Gökay kahvaltıdalar. Öğretmenleri görünce benim dersim başlıyor. Ahmet Gürsel Öğretmeni görünce kendimi derste sayıyorum. İşin ilginç yanı matematik dersinde buradaki gibi sıkılmıyorum. Derste belli konular ortaya çıkıyor. Onları anımsayınca kendimi güçlü sayıyorum. Burada ise bilmediklerimle bilmediğimi varsaydığım bütün sayılar üstüme gelir gibi oluyor. Sanki Öğretmen o bilinmeyenleri burada bırakıp bilinenlerle dersliğe geliyormuş gibi bir rahatlık duyuyorum. Öğretmenin dersliğe hep güler yüzle gelmesi de beni rahatlatıyor.

Sırama gittiğimde Halil, akşam Hüsnü ile konuştuklarını anlattı. Dinledim, şaştım. Hüsnü ile Emrullah 6 Ali’yi Fikret Madaralı Öğretmene şikayet etmeye karar vermişler. Sebep, dün Ali Aga’nın Hüseyin’e “Git, Mandıra’da senin gibiler var, onlarla anlaşırsın!” demişti. Mandıralılar Pomak, yani Bulgarca konuşuyorlar. O halde onlar Türk değil. Bulgarca konuştuğumuz için biz de mi Türk sayılmıyoruz? Arkadaşlar arasında böyle bir ayırım olmasa bu arkadaş böyle konuşmaz!” Arkadaşa sordum, “Sen ne söyledin?” Halil, “Vallahi ben şaştım ama hiçbir şey söyleyemedim. Büyük bir alınganlık ama öyle düşünmüşler. “Sakın söylemeyin!” desem dinlemeyecekler. O zaman da ben üzüleceğim, o nedenle sustum.” Hüsnü Yalçın’ı dürttüm, Emrullah’tan gizlice vazgeçmesini istedim. “Ali arkadaşı olmayan bir arkadaşımız. Kimse onunla böyle bir şey konuşmaz. Üstelik hepimiz sizi arkadaş biliyor, zorlayarak yaklaşmaya çalışıyoruz. Bunu söylerseniz, sizi sevenler bu kez size küsüp çekilecekler. Belki de “Kaz Ali’nin sözü ile bizi saymayıp şikayete kalktı!” diyecekler. Bundan vazgeç, Emrullah sana uyar. Tatilden sonra da daha güzel kararlar alırız.” Halil de bana katıldı. Hüsnü ile anlaştık. Söyleselerdi de Fikret Madaralı bir işlem yaptırmayacaktı. Hüseyin’e Pomak demek bir suç değil. Yakın arkadaşları her gün bunu söylüyor. Mandıra ise içinde oturan insanların benimsediği bir adla apaçık anılıyor, Pomak köyü. Nedeni, eski alışkanlıklarını bırakmamışlar, Türkçe yanında Bulgarca konuşuyorlar. Kendileri Türk, dinleri Müslüman. Hüsnü, Emrullah arkadaşları yatıştırdık.

Zil çaldı, Ahmet Gürsel Öğretmen gülerek geldi, “Günaydın!” dedi, arkasından “Nihayet tatile gidiyormuşsunuz. Gidin gidin de biz de bir süre dinlenelim, evlerimizde istediğimiz kadar uyuyalım. Tatil sizin için daha yorucu olacak ama biz tatili dinlenmek olarak kullanacağız.” Bekir Temuçin Öğretmene “Ne zaman gideceğiz?” diye sordu. Öğretmen hayret ederek, “Aman oğlum, benden mi soruyorsun? Siz biliyorsunuz diye ben böyle söyledim. Gününü siz bilmiyorsanız ben nereden bileyim? Gidip Okul Müdürüne, “Çocuklar tatile ne zaman gidecekler diye mi sorayım?” Hepimiz güldük. Sami Akıncı, “Pazartesi günü!” deyince , “Bak işte öğrendik, sen de duydun ben de, tatil pazartesi başlıyor! O halde bugün rahat bir devre sonu dersi yaparız!”

Aritmetik kitaplarımızı açtık. Tam sayılarla dört işlem, Çarpım tablosuna bile değindik. Öğretmen, tutukluk yapan arkadaşlara takıldı, “Tatil sizin için büyük bir fırsat!” Bayağı kesirler, tam sayıların kesre çevrilmesi, toplama, çıkarma, çarpma, bölme. Öğretmen bir ara duraksadı. Elini havaya kaldırarak “Bu tahtada gösterdiklerimi içinizden iki kişi yaparsa, ben görevimi yapmış sayacağım. Dikkat edin, bir kişi demiyorum, iki kişi yaparsa ben görevimi yapmış sayacağım. Şu duruma göre en az on arkadaşınız beni haklı çıkarmak için gayret gösteriyor. Diğerleri için söylüyorum. İsterseniz tatilde bu konulara sakin sakin bir daha bakın, siz de öteki gruba katılın!” dedi, elindeki tebeşiri bıraktı. Zil sesiyle birlikte kapıdan çıktı.

Öğretmen çıkınca arkadaşlar Sami Akıncı’ya sordular. Sami de tam bilmiyormuş. Md. Yardımcısı Ömer Uzgil, memur Ahmet Gökay ağabeye “Pazartesi günü okul boşalmış olacak, yemek işlerini ona göre düzenle!” demiş. Sami kendi duyumuna göre öyle demişmiş. Biz bunu tartışmasını yaparken Öğretmen geldi. Gene tebeşiri aldı. Tahtaya günün tarihini yazdı. Tahtanın öbür ucunda yazılmıştı. Bekir Temuçin Öğretmene gösterdi. Öğretmen güldü, teşekkür etti. Bekir’e bakarak, “Görüyorsun ya, ben gene de yazıyorum, demek ki bir diyeceğim var!” dedi. Arkasından “benim elimdeki yazılılarınızda doğru dürüst tarih yazılmamış. Öteki Öğretmenleriniz de bundan şikayetçi. Bu da bir derstir. Mektuplara, bir iş için yazılmış tüm yazılara o günün tarihi atılır, günü yazılır. Bunu da bir düzeni vardır. Kağıdın üst sol köşesine önce günün tarihi, arkasına içinde bulunulan ay, onun arkasına da içinde bulunduğumuz yıl yazılır. Birer kağıt çıkartın, bugünün tarihini yazın!” Kağıt çıkarttık, 24 Şubat 1939 Cuma yazdık. Kağıtları sıraların üzerine koyduk. Birer birer gezdi, otuz kağıdı da sabırla eline aldı baktı. Hepsi tamam, yalnız birkaç tanesi tam üst köşeye düşmemiş, bunları da kusur saymadı. “Hepiniz yüzüme bakın, güldüğümü göreceksiniz. Öğretmenleri güldürmek, onları mutlu etmek bu kadar kolaydır. Bu mesleği seçtiğinize göre mutluluğu göklerde aramayacaksınız. Öğrencilerinizin, bir beyaz kağıda günün tarihini doğru yazması bile sizin mutlu olmanıza yetecektir. Bir de karmaşık matematik problemlerini çözdüğünüzü düşünün, bu kez sizin sevincinizin on katını bilin ki Öğretmeniniz duyacaktır.”

Geometri kitabını açtık. Basit şekil çizimlerinden kare, dikdörtgen, üçgenler, silindire dek şekiller çizdik. “Silindirlere bakan var mı?” dedi. Sami tüm gücüyle kolunu kaldırdı. Sami’nin o konuyu da çok iyi bildiğinden kuşkum yok. Ama ben Öğretmene Sami’nin düşünemeyeceği bir söz söylemek için can atıyorum. Bunu düşünerek parmağımı ben de kaldırdım. Öğretmen, biraz önemsemez göründü, gene de sordu, “Silindirin açılmış halini yani alanlarını, pi formülünü kavradın mı?” deyince, “Ben asıl silindirin hacmini araştırıyordum, onu bulduğuma sevindim!” deyince Öğretmen ilgiyle, “Hayrola nedir bu senin peşine düştüğün?” dedi. “Babamın büyük şarap fıçıları var hepsi bir birinden farklı, onları bir türlü tam ölçemedik. Kontrol için gelenlerin hepsi başka başka sayı veriyorlar. Ben sizden sormayı düşünüyordum. Bu kez silindir hacimlerinden yararlanacağımı anladım.” Öğretmen, “Fıçının belini hesaplaman gerekecek!” deyince “Onu iple ölçsem, iki eğik silindir olarak bulamaz mıyım?” deyince Öğretmen “en doğrusunu bulmuşsun, babanın bir ömür boyu bulamadığını sen dört ayda keşfettin. Eve gider gitmez sana bir nazar boncuğu taksınlar!” dedi. Tebeşirle bir düzgün fıçı çizdi. Tahtaların kalınlığını gösterdi. Tam orta göbekten kesti, üst çember gibi alt çemberi de ölçtü. İki tabanı önce topladı sonra ikiye böldü. Yüksekliği ölçtü, “bildiğini söylediğin Pi sayısıyla işlemini sürdür!” dedi. Bana “Peki sen köyündeyken böyle işlerle neden ilgilenmedin?” diye sordu. “Köyde hiç kimse böyle düşüncelere girmiyor. Düşündüğünü söylesen alaya alırlar.” Öğretmen, en büyük matematikçilerin problemlerini kumlarda çubuklarla çözdüğünü anlattı. Öğreneceğimiz bu büyük adamlardan Arşimet’in kum çizerken resmi olduğunu, yine büyük bilginlerden Newton’un, elma ağacı altında başına elma düşünce Yer Çekim Kanunu’nu bulduğunu anlattı. Bunları sırası geldikçe öğreneceğimizi söyledi. Böylece birinci dönem matematik dersimiz bizim şarap fıçıları üstene konuşurken bitti. Dört ay önce ilk matematik dersimiz de gene benimle başlamıştı. Öğretmen o gün de beni dikkatle dinledi. Müstatilleri, müsellesleri, zaviyeleri, mikapları, şibimünhariflerin yeni karşılıklarını nasıl çabuk öğreneceğimi, bundan korkmamamı, bana yardımcı olacağını, çalışırsam kazanacağıma inandığını söyleyerek ilk dersimizi bitirmişti. Öğretmenin benimle uzun uzun ilgilenmesi birilerini sinirlendirdi. Ancak hiç kimse doğrudan bir söz söylemeye kalkamadı. Dolaylı olarak söz atanlar oldu. “Artık Öğretmene şarap getirirsin! Sizin ne çok şarabınız var öyle? Sizin köyde insanlar şarap içiyor mu?” Hepsine rahatça yanıt verdim. “Öğretmen şarap içmek isterse kendi şarabını alır. Onun giyimini görenler, şarabı başkasından almayacağını anlamış olmalıdırlar. Bizim köyde en çok şarap yazık ki bizde değil, sayısız komşumuz bizden çok şarap üretir. Bizim köyde şarap üreten insanlar isterse şarap içer, sizin köyde şarabı hayvanlar mı içiyor?

Fikret Öğretmen ben konuşurken girdi, sustum, Gülerek “Günaydın!” dedi, “Sağ ol!” dedik, işareti üzerine oturduk. Öğretmen bana baktı, “66 bir şeyler söylüyordu galiba, yarım kaldıysa söyle!” dedi. “Sözüm bitmişti!” dedim, oturdum. Hasan’dan dağıtılan kitap listesini istedi. Numara sırasına göre baktı. Herkesin kitap aldığını gördü, listeyi Hasan’a geri verdi. Birer kağıt çıkarmamızı söyledi. Çıkardık. Tatile gittiğimizi, 15 gün sonra tam okula dönerken bir engelimizin çıktığını, ancak beş gün sonra dönebileceğimizi okul müdürlüğüne duyurup izin isteyen bir mektup yazmamızı söyledi. Sözümüz bitince numaralarımızı, sınıfımızı, adımızı, soyadımızı yazmamızı istedi. Bir süre düşünüp hepimiz yazdık. Ben, “yollar kapandığı için” yazdım. Başına iki ders önce öğrendiğimiz tarih yazma zorunluluğunu anımsayıp günün tarihi 24/Şubat/1939’u, ekledim. Yazımı da oldukça dikkatli yazdım. Geri yaslanınca Öğretmen geldi kağıdımı aldı. Hemen okudu. Bana, “Köyüm yakın, diyordun. Yakın yerin yolları kapanınca burası da kış kıyamet olur. Bunu düşündün mü?” dedi. Düşündüğümü söyledim. “Ben gelemediğim zaman Lüleburgaz’dan tren kalkamayacak, kalkamayan tren de Alpullu’ya gelemeyecek!” deyince kahkahayla güldü. “Haklısın!” dedi. Nedense arkadaşların bazıları işi uzattılar. Verenleri Öğretmen hemen okudu. Zil çalınca da hepsini toplattı, kağıtları aldı gitti. 2. derse azıcık geç geldi. “Ahmet Gürsel Öğretmenle konuştuk. Size bugün, her türlü yazınıza günün tarihini yazın demiş.” Merak etti baktı. Üzüldü, “tam 12 arkadaşınız Ahmet Öğretmenin sözünü unutmuş. Bu ne dalgınlık böyle?” Bu arkadaşların numaralarını okudu. 6, 7, 15, 24, 42, 50, 53, 63, 73, 75, 77, 79. 42. Mustafa Saatçi kendini savundu. “Bu kağıdı biz bugün yazdık ama, köyde herhangi bir gün olarak düşündüğümüzden o günü bilemedik.” Öğretmen çok güldü, Mustafa’ya, “Aferin kafan çalışıyor. Çalışıyor ama nerede? Burada mı? Köyde mi? Burada oturuyorsun kendini köyde varsayıyorsun. Bu da bir düşüncedir, sana inandım!” 79 Ahmet Güner “Öğretmenim ben de öyle düşündüm!” dedi. Öğretmen ona baktı, “Nasıl?” diye sordu. Ahmet, “Mustafa Saatçi arkadaşımız gibi!” deyince Öğretmen, “Ama bu olmadı şimdi, arkadaşın gitti köyüne” (Neresiydi köyün diye sordu: Çöpköy.) “Çöpköy’e, sen de mi kendini Çöpköy’de varsaydın? Senin köyün neresi? Poyralı. Poyralılı Ahmet oğlum, nerede olursa olsun, yazdığın bir kağıda yazdığın o günün tarihini atacaksın. Bu bir kural. Arkadaşınızın saf saf durumunu bildirmesini ben hoş gördüm ama değişen bir durum yok Mustafa’nın kağıdında da seninki gibi tarih yok. Anladın mı Ahmet, bunu unutma, bundan sonra günün tarihlerini hep yaz!” Konuyu tatile getirdi “Köylülerle konuşurken saptayabildiğiniz ortak yanlışları, yazın. Sakın ha, bunu insanlara duyurarak yapmayın. Bu onlar için bir kusur değildir. Onlar, göçler, savaşlar içinde canlarını zor kurtarmışlar, çektikleri yoksullukla onları bu duruma düşürmüş. Biz onların kusurlarını değil dilimizin daha düzgün konuşulması için kendi hazırlığımızı yapmaya çalışacağız. Öğretmen olduğumuzda sağlıklı gözlemlere dayanan bilgilerimizle kendi görevlerimizi tam yapmaya hazırlanacağız. Yaşlı insanlarla konuşarak onların anlattıklarını onlara okuyarak yazabilirsiniz. Yanlış sözcükler için bir düzeltmeye kalkarsanız, o insanları gücendirirsiniz. Köyde bir kişiyi gücendirirseniz bilin ki o giderek tüm köye yayılır, kendi ailenizi de zor duruma sokarsınız!”

Bunu söyledikten sonra bana dönerek, “66 hep sormak istiyordum, sen ruzname yazıyormuşsun, bana öyle bir şey söylediler.” Nedir bu? Anlamadım, azıcık şaşırarak kalktım, “Anlamadım Öğretmenim, o söylediğinizi anlayamadım!” dedim. Öğretmen, “Ruzname, bilmiyor musun? Yazıyorsun da adını bilmiyor musun?” dedi. Anlar gibi oldum ama gene tam anlamadım. Ancak “yazıyorsun” demesini bir olaya yakıştırdım. Ben susunca Öğretmen: “Sen her geçen günün olaylarını deftere yazıyormuşsun!” Anladım, “yazdığımın dediğiniz gibi rusname olduğunu bilmiyordum, ayrıca her olayı değil, kendimle ilgili olayları kısa kısa yazıyorum.” Öğretmen, “Rusname değil ruzname” diye düzeltti, birkaç kez söyletti. Benimle beraber arkadaşlardan da söyleyenler oldu. Öğretmen: “Bunu Vahit Deden mi tembihledi?” deyince “Vahit Dede de tembihledi, hatta o sizin yanınızda söylemişti. Ama asıl bizim köyün eğitmeni Mustafa ağabey beni daha köydeyken, okula çağırıldığımda başlattı. O günden beri yazıyorum.” Öğretmen, “Aferin, ben de size benzer olayları anlatmıştım, merak ettim, bana verebilir misin, bakayım sen de benim gibi mi yazıyorsun?” “Olur, dersten sonra getireyim!” dedim. “Bugün erken gitmek zorundayım, acelesi yok, yarın da olabilir!” dedi, arkadaşlara dönerek, “Bunlar, yapanlar için zor işler değil, onları zor görenler yapmayanlardır. Kendinizi alıştırın, onu sürekli yapınca, yaptığınız zaman değil yapamadığınız zaman rahatsız olacaksınız. Arkadaşınızı şimdi engellemeye kalksak bundan rahatsız olacaktır” . Zil çalınca Öğretmen, “Görüşemezsek size iyi tatiller!” dedi çıktı. Arkadaşların bazıları bana baktı. Bozulduğumu ya da korktuğumu sananlar oldu. Hiç umursamadığımı görünce, Ruznameci diyenler oldu. İçim rahat etmedi. İki defterim vardı, ikisini de aldım, Öğretmene gittim. Öğretmen kitaplıkta Hasan Üner’le konuşuyordu. Defterlere baktı, “okunaklı yazmışsın rahat okurum. Ama şimdi değil, tatilden sonra” dedi. Kapıya dönünce “Ver bakayım” deyip bitmiş olanı “sen bunu tatile gidince evinde bırak, gezdirme, yarım olanı getir, tamamlanınca onu da evinde koru!” Omzumu okşadı, “Bunu sürdürmelisin!” Kötü bir şey söylememesine sevindim ama okumadığına üzüldüm. Okuyup bir şeyler söyleseydi belki daha iyi olacaktı. İçime kuşku düştü. Öğretmen neden evde bırakmamı istedi? Yazdığımı Öğretmene kim söyledi? Aklımdan sıra ile birçok kim, kim, kim geçti. Götürüp ayakkabılarımın altına sakladım. Dolaplar, kilitsiz, her zaman apaçık gözde dururken saklamak aklıma düştü.

Ben telaşla dolaşırken arkadaşlar yemeğe girmişler, İsmet koştu “Dayı nerdesin?” Hasan Öğretmenle konuştuğumu söylemiş, İsmet telaşlanmış. Kuşkumu anlatınca defterleri aldı, kendi dolabına sakladı. Beraber yemeğe gittik. O yemişti, beni bekledi. Yemekten sonra, Halil’le de konuştuk. Öğretmene kim söylemiştir? Halil rahat, “Kim söylerse söylesin, Öğretmen memnun oldu, yazdığını övdü, bakacak, yanlış, yapılmaması gereken bir durum görürse düzeltecek. Bunda kaygılanacak bir durum yok.” Halil beni oldukça rahatlattı.

İş atölyesine indik. Araçları gereçleri elden geçirdik. Kollu testereleri gevşettik, rendelerin planyaların kamalarını çıkarıp bıçaklarını aldık, Bıçaklar bilenmek üzere ayrıldı. Hazır parçaları ayrı, kullanılmamışları ayrı toplayıp yığdık. Atölyeyi bir güzel temizledik. Naci İnan Öğretmen bir geldi bir gitti. Sonunda Hamdi Öğretmen geldi. “Duvarcılar bugünkü işlerini bitirdi, siz de onlar gibi dersliğinize gidin!” dedi. Zaten ders bitmek üzereydi, biz duvarlara bakarken zil çaldı. İsmet’e sordum, “benim defterlerime gidip baktın mı?” Bakmış. Dersliğe çıktık. Cumartesi, pazar nasıl geçecek? Arkadaşlar müzik çalışıyorlar. Kimisi marş söylüyor, kimisi türkü. Türkücü 79 Ahmet Güner, elini kulağına atıp Edirne Köprüsü’ne başlayınca herkes susuyor. Mehmet Yücel, Ahmet Güner’i kandırmaya çalışıyor: “Adem Gürçağlayan, teker teker şarkı söyletirken, yanlış anlamışım deyip senin türkünü söyleyiver, bakalım susturacak mı?” diyor. Ahmet “olur, Öğretmen beni dersten kovunca ne olacak, benim yerime geçecek misin?” diyor. Dinleyen öteki arkadaşlar hep bir ağızdan, “Biz senin yerine müzik dersinden atılmaya razıyız!” diye bağırıyorlar.

İsmet benim defterlerimi getirdi, sağlam olarak teslim etti. Birinci defteri aldı baş taraflarından okudu. Özellikle Muhittin Eniştemin Edirne’ye gelişini, Edirne’yi gezişimizi, gittikten sonra arkadaşlarla konuşmalarımızı okuyunca, “Dayı inanamıyorum, olduğu gibi yazmışsın!” dedi. Hemşireyle olan konuşmalarımıza güldü, sonunda “Dayı ya sen ona ya da o sana içinizden biriniz kesinlikle aşıktı!” dedi. Bunu duyan Halil, “O, hala şeker gönderdiğine göre o olabilir!” diye fikrini söyledi. “Şeker işi bitti!” dedim. İçimin sıkıntısını bir türlü anlayamadım. Sevineceğim yerde bazı güzel olaylardan sıkıntı duymama şaşıyorum. Defterlerimi birilerinin çalacağı nereden aklıma takıldı? İsmet kestirme bir fit attı. “Ne var yani, sırf kötülük olsun diye alır biri çöpe atar!” Tamam, bundan sonra ben elimde defterlerle dolaşırım. İsmet, “Birini bana ver hem okurum hem korurum!”

Yat zili çalınca elimde defterlerle yatmaya gittim. Yatınca da aklım fikrim defterlerde. Okula gelirken ablamın yaptığı asker torbasını sımsıkı doldurup bağladım, yastığımın yanına yastık gibi ekledim. Gömleğimi de ters çevirerek üstlerine örttüm. Gömleğimin altında yastık varmış görüntüsü veriyor. Köye giderken araba bulamazsam, çok yağmur yağarsa, defterler ıslanırlarsa, derken kendi kendime kızdım. “Kalanları saklarım!” deyip gözlerimi kapadım. Herkes uyumuştu. Sözde en erken ben yatmıştım.

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ