Sorun Olan Dergi mi Yoksa Asıl Sorunumuz Başka da Dergi Bahane mi Ediliyor?
14 Ocak 1945 Pazar
Bu sabah konuşmalar oldukça fiskoslu... Bu mu dersin? Acaba öyle mi? Sen öyle mi düşünüyorsun? türü kesik kesik, sorulu cevaplı, oldukça kapalı konuşuluyor. Dün sabahki şarkılı çıkışlardan eser yok. Belli ki konuları Genel Müdürün gelişi üstüne... Bunu sezmeme karşın kendimi kaptırmıyorum:
-Genel Müdür gelse ne olur, gelmese ne! Konuşmaları, bir öncekinden farklı olmaz. O günden bu yana ne değişti ki! Sık sık geleceğini daha önce söylemişti. Böyle diyorum ama gene de bir şeyler söylemesini bekler gibiyim:
-Etkileyici bir uyarı; ”Derslerinize daha sıkıca sarılın, Enstitü bölümlerinden sizi öyle bıraktık; burası biraz farklı olacak! türü, hiç değilse korkutucu bir iki söz!. . . Arkadaşlar içinde hiç kitap açmayanlar var. İşin ilginci onlar bununla övünüyor:
-Sen okuyorsun da ne oluyor? Suyu getirenle testiyi boş gezdiren bir olunca ne fark eder? Köy Enstitülerini gördük işte; kitap okuyan öğretmen var mı? Okusa okusa bir kaç Solak okuyor. Onların da okuduğu ne ki? Bildiğimiz köyler üstüne yazılmış uydurma hikâyeler!
Bunları söyleyenler, çok uzağımda değil altı yıldır birlikte okuduğumuz arkadaşlarım Hüsnü Yalçın, Emrullah Öztürk, şimdiki arkadaşlarımdan Kadir Pekgöz, Abdullah Erçetin, Ekrem Bilgin, Nihat Şengül, Kamil Yıldırım v. b. Onlarla kitap konusunda konuşunca onulmaz bir rahatsızlık duyuyorum.
Kahvaltıda da Genel Müdür sözü edildi. Salt, düşündüklerimi söylemek üzere kitaptan söz ettim:
-Genel Müdürümüzün geçen yıl kitabı dağıtılmıştı, nasılsa onu kaybettim; sorarsa ne cevap veririm? dedim. Gülenler oldu; Halil Yıldırım:
-Hiç kaygılanma arkadaşım, ben o kitabı o zaman daha kaybetmiştim. Ondan sonra Genel Müdür on kez geldi, sormadı. O da benim gibi o kitabı unutmuştur. Kamil Yıldırım gülerek:
-Ne kitabıydı o, ben almadım mı? Bende yok öyle bir kitap! Nihat Şengül karşılık verdi:
-Boşboğaz, sende hangi kitap var ki o olsun!
Konuşmalar bu yola dökülünce konuyu açtığıma pişman oldum. Konserlere gidiyoruz, Mozart’tan, Bach’tan Beethoven’den söz ediyoruz ama arkadaşlar bu bestecilerden en ufak bir parça bile seslendirmediler. Ben, yarım yamalak çalınca “O!” Mo”!” diyorlar. Oysa kimi zaman Konservatuvar koridorlarında dirsek dirseğe olduğumuz ilk okul düzeyindeki çocuklar içinde bile benim çaldıklarımın çok üstünde olan eserleri çalanlar bulunmaktadır. Şimdiki durumda kemancıların en üst düzeyinde (Onların deyimiyle) Doğan Güney. Oysa Doğan Güney de öğretmenden ders almadı ama sürekli çalıştı. Anladım ki çalışmak, çalışıyorum demekle olmuyor. Çalışmak, üstünde durulan olayı ayrıntıları da ihmal etmeden öğrenmekle tamamlanıyor. Bir başka deyimle çalışmak, bir iş bitirmekle, bir konuda yeni fikir sahibi olmakla sonuçlanırsa anlamını bulur. Hayvansal güdülerle bilinçsiz yapılan devinimler, insanlar için gerçek anlamda çalışmak olamaz. Bunları düşünerek salona gittim. Kimi arkadaşlar kemanları ellerinde karşısındakilere bir şeyler anlatıyor. Kimileri sobaya yaklaşmış kestirme kıvamında dinleyici. Sessizce notalarımı alıp alt odaya indim. Hanon’u açıp inadıma çalıştım. Böyle çalışınca yorulmaktan çok dinlendiğimi duyumsuyorum. Çalışırken de kimi kez, konserlerde olduğu gibi dalıp gidiyorum. Böylesi dinlendirici mi oluyor ne kalkınca rahat oluyorum. Babamın sık sık:
-İnsanın içi rahat olursa, çalışmaktan yorulmaz, yaptığı işin sevinci onu dinlendirir! dediğini anımsadım. Çalışmaya başlayınca takıldığım engelleri aşmaya çalışırken kendiliğimden piyanoya dönüyorum. Piyanoya kendimi kaptırınca da zamanın geçtiğinin ayırdına varamıyorum. Çalıp geçtiğim parçaları aklımdan geçirince belli bir zaman fikrim oluşmaya başladı. Mozart Kv. 265 Maman varyasyon, kv. 545 , 331 sonatları tekrarlarsam en az iki saat çalıştığım anlamına geliyor. Bugün biraz daha fazla oturduğumu oturaklarımın uyuşukluğundan anlar gibi olduğum bir sıra kapı vuruldu:
-Yemeğe gidiyoruz.
Yemekte konu Genel Müdür. Neden geliyor? Genel Müdür daha önce bir toplantıda açık açık:
-Bu yıl sizlerle daha sık görüşmeye çalışacağım. Gelecekte yapacaklarımızın ana hatlarını bu toplantılarda yapacağımız konuşmalar oluşturacaktır. Geçen yıl, dar bir çevreden gelmiştiniz. Oysa bu yıl tüm yurt alanından temsilciler olacak ;onları dinleyeceğiz. Böylece Tüm Türkiye’nin dertlerini bir arada konuşabileceğiz! demişti.
Böyle dedim ama gene de içimden bir dürtü:
-Bu toplantı, dergi için yapılan eleştiriler nedeniyle de olabilir. Çünkü, birileri uzakta durur gibi görünmesine (Okul Müdürü Rauf İnan) karşın en ufak kıpırdanmaları izliyordur. İzlediklerini Genel Müdürüne iletmemesi olası değil. Emin Soysal gelmek isteyecek, niçin? Rauf İnan bunu bilmez mi, bilip de söylemez mi? Sormadan, kendiliğinden:
-Gelemezsin! diyebilir mi?
Bir an düşündüm, bunları bizim arkadaşlar da düşünüyor ama söylemiyor. Söylenenlere katılır gibi yaptımsa da kendi fikrimi söylemedim. Sonunda Ekrem Bilgin ağzından baklayı çıkardı:
-Genel Müdür olsa olsa bu dergi tartışmalarını duydu, onun üstünde duracaktır.
Bu kez de ben sordum:
-Dergi üstünde neden dursun? O konudaki konuşmaları kim iletmiş olabilir ki? Halil Yıldırım tamamladı:
-Ne diyorsun, burada konuşulanlar günü gününe Genel Müdüre iletiliyor? “Olamaz!”demek riyakârlığına sapmadım. “Olabilir!” deyip sustum. Toplantıya iki saat varmış, yemekten kalkar kalmaz salona döndüm. Piyano boş; Bechstein piyanonun sesi daha hoş. Salonda kimse olmayınca daha da güzel yankılanıyor. Bir süre gönlümce çalıştım. Gelenler oldu, aldırmadım. Muttalip Çardak takıldı:
-En iyisini sen yapıyorsun, bizim gibi ne Genel Müdür, ne dergi diyor tuşlara vuruyorsun! Muttalip yanılıyordu ama hoşuma gitti. Gülümseyerek:
-Onları, sizlerin düşündüğünüzü, hem de o konularda doğru düşündüğünüzü bildiğim için rahat çalışıyorum, teşekkür ederim! dedim. Dedim ama içimden de üzüldüm:
-İşte bir iki yüzlülük. Şimdi ne yapmam gerekirdi? Kalkıp onlara katıldım. Neyse ki Mahir Canova Öğretmenin ödevi olayı olumlu yana döndürdü. . . . Oidipus, İokast ya da İokaste, Kreon derken vakit yaklaştı! deyip Büyük salona gittik.
Salon oldukça gürültülü, ancak öteki zamanlara göre daha düzgün bir sıralanış var; ortalıkta gezilecek aralar bırakılmış. Düzenleyiciler arasında Bekir Semerci’yi görünce Dergi işinin konuşulacağına kesin gözüyle bakmaya başladım. Bekir Semerci, Dergi Kolu Başkanı. O, seçimle gelmedi, Genel Müdür tarafından seçilmiş. Özelliği ne ki? diye kimse sormadı. Bekir Semerci iyi konuştuğum bir arkadaş ama gene de bir kuşkum var. Bekir’i Rauf İnan da çok tutuyor. Bekir’in bence bir özelliği, Çiftelerli kimi çok yan tutuculara karşı oluşu. Örneğin Veli Demiröz’ü susturanların başında o geliyor. Veli Demiröz, gözü bağlı bir Rauf İnan’cı. Öteki konularda da öyle. Bekir Semerci’nin taşkın bir tarafı yok, herkesle iyi geçiniyor. Ancak dergi işlerinde biraz eleştiri çekti. Salonda bizim Kepirtepelileri aradım, dağınık oturmuşlar. Halil Dere işaret etti, yerim ayrılmış. Oturdum. Oturur oturmaz da Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç yanında Eğitimbaşı Hürrem Arman’la Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca olmak üzere kapıdan girdiler. Bekir Semerci için duyduğum kuşku bu kez de Rauf İnan için aklıma takıldı; okul müdürü olarak neden gelmedi?
Genel Müdür, her zaman yaptığı gibi yanındakilerle kısa bir konuşmadan sonra bize dönerek:
-Sık sık görüşeceğimizi konuştuk ama benim, söz verdiğim başka birimler de olduğundan sık sık sözümün sıklığı bu kadar oluyor! Bunu daha yakınlaştırmak elimizde değil. Neyse ki pazar günlerimiz var yoksa bizim sık sözümüz aylara uzayabilecek! deyip gülümsedi.
Arkasından da:
-Aranızda yaptığınız, kendi sorunlarınızla ilgi konular varsa önce onları konuşalım. Benim de söyleyeceklerim olacak. Biliyorsunuz ben konuşmaya başlayınca zamanı değirmen gibi öğütürüm. Siz, sorularını düşünürken ben hemen aklımdan geçen bir soruyu sorayım:
-Son sınıfları Bakanlıkta bir süre çalıştırmamızın esas amacını biliyor musunuz, çalışanlardan bilgi alıyor musunuz; bunu sürdürelim mi?
Bir çok parmak kalktı, bir yandan da sesler yükseldi:
-Sorduk, biliyoruz, sürsün!
Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca, izin isteyip açıklama yaptı. İlk günden başlayarak arkadaşları aydınlattıklarını söyledi . Ayrıca, Bakanlığın geleceğe yönelik bizimle ilgili kararlarının aktarıldığını ekledi, “önümüzdeki yıl stajları hakkında şimdiden arkadaşları bilgilendiriyoruz!” dedi. Atmaca oldukça abartılı, daha doğrusu gerçeğe uymayan bir konuşma yaptı ama, olayları herkes bireysel olarak izlediğinden söylenenler de yanlış değildi.
Genel Müdür, Hüseyin Atmaca’ya teşekkür etti.
Genel Müdür Bu kez de 1. Sınıf arkadaşlar:
-Sizlerle uzun uzun konuşmak istiyorum, bunu da bir başka güne bırakmak zorunda kaldım, size soracaklarım var, bunlar çoğunlukla kendi köylerinizin yakın çevreleri ile ilgili olacak. Kendim gezip görmek istiyorum ancak ulaşım zorlukları niyetlerimizin gerçekleşmesini önlüyor. Sizlerin vereceği bilgiler de benim için bir ölçü olacaktır. Özellikle Doğu illerimizden gelen arkadaşlar, köylerinizin çevresindeki köy, mezra dağılımı için bilgi toplarsanız memnun olacağım. Öğretmenleri çoğalttıkça o mezra (küçük köy) birimlerini de okula kavuşturacağız.
Genel Müdür, Hürrem Arman’la fısıldaştıktan sonra kaşlarını kaldırıp alnını kırıştırarak:
- Asıl konuma geçmeden ona da değineyim, beklediğimiz dergi geç de olsa çıktı. Bizim elimizde olmayan nedenlerle gecikme oldu, bu bir süre olacak da. Neyse sonuçta çıktı, elimize geçti, karıştırdık, baktık. İzlenimleriniz olumlu mu? Olumsuz taraflar var mı? Hasan Özden parmak kaldırdı. Genel Müdür Hasan Özden’i tanımış, adını söyleyerek izin verdi. Hasan:
-Biz, aramızda uzun uzun konuşup gerektiği tarafları tartıştık, genel olarak beğendik. Ancak sizin fikriniz bizim için gerçek bir ölçü, biz sizin bu konudaki değerlendirmenizi öğrenmek istiyoruz.
Genel Müdür az duraksar gibi baktı, gülümsedi:
-Hasan, çok mahirce topu bana iade ettin, teşekkür ederim! deyip dergilerin hatta kitapların ilk baskılarının kusurları olduğunu, bunun hoş görüyle karşılanmasını anlattı:
-Yılda dört sayı çıkacağı duyuruldu öteki üç sayıda daha dikkatli olunacağını umut ediyorum! Mehmet Kocaefe dergiye çok şiir konduğunu, şiir deniyor ama onların da doğru dürüst şiir bile olmadığını söyleyince Genel Müdür, kekremsi kekremsi güldü. Genel Müdür:
-Bu denli sert eleştiri yapmayalım, onları yazanlar da arkadaşlarımız. Belki onlar da bunlara şiir demiyorlar. Ancak onların yapmak istedikleri şiir yazmak. Bu bir denemedir, okunmadığını görürlerse bundan vazgeçerler ya da daha dikkatli okunacakları yapmaya çalışırlar. Kocaefe özür dileyip, otururken ”Bari Dergi Kolu konan şiirlerin sayılarını azaltsın!” dedi. Genel Müdür gene gülümseyerek:
-Ha, bu olabilir, Dergi Kolundaki arkadaşlar bunu dikkate alırlar!
Bu kez de Mehmet Toydemir:
-Sizin uyarınıza ben de katılıyorum, Dergi Kolundaki arkadaşlar, gelen yazıları incelemeden dergiye almamalılar! deyince Genel Müdür:
-Bak bu önemli, böyle bir şey mi oldu? deyince parmaklar kalktı. Parmak kaldıranların oldukça çok olduğunu görünce Genel Müdür az duraksadı, eliyle parmak kaldıranlara parmaklarını indirmelerini işaret etti. Eller inince:
-Aranızda bazı anlaşmazlıkların olmasını normal buluyorum. Bir toplumda yüzde yüz birlik olursa orada duraganlık var demektir. Duraganlık bir bakıma topluluğun hamle yetisini kaybetme belirtisidir. Köy Enstitülerinin açılışı halkımızın hamle şevkini canlandırmak düşüncesini geliştirmesi ilkesine dayanır. Kimin söylediği önemli değil (Bir çok filozofun söylediği tekrar edilir) bir söz vardır: Gerçek, ne tezdedir, ne de antitezde, gerçek olsa olsa sentezdedir. Sentez yapmak için tez-antitez çatışması olacaktır. Bu konuda duyarlı olmanız için, sizlere sınıflarda sınırsız denecek ölçüde serbestlik verilmesi bundandır. Böyle bir ortamda öğrencilerin her noktada birleşmesi düşünülmemelidir. Sizlerden böyle bir şuursuz (Bilinçsiz) birlik beklemiyoruz. Kaldı ki sizler, Köy Enstitülerini ilk yıllarda bitirenler bizatihi öylesi birlik kuramazlar. Bunun büyük boyutlu bir sosyolojik nedeni vardır. Yasa Öğretmeniniz (Doç. İbrahim Yasa) derslerinde değinmiştir. Toplumların değişmez kuralları, o toplumların bireylerini etkileyen yaptırımları vardır. Bu konuyu ben çok önemserim. Siyasal Bilgiler Okulundaki derslerimde hemen hemen konuşmalarımın belkemiğini bu konu oluşturur. Biliyorsunuz oradan çıkanlar kasabalara (ilçelere) kaymakam olurlar. O nedenle size de onlara anlattıklarımdan bir nebzesini nakletme gereğini duydum. İnsanlar, en ilkel durumlardan, önce köyleri oluşturarak hayvanlardan farklı bir yaşam şekli oluşturdu. Buna sonraları köy dendi. Günümüzde köy deyince, gelişmemiş, yolu, suyu olmayan yer anlamı çıkıyorsa da gerçekte köy, insanlığın insan olduğunu anladığı bir dönemin toplumsal birimidir. Bir köy, içinde yaşayanların huzur içinde yaşamaları için gereken her türlü önlemi alıp, eşit şekilde uygulayan topluluktur. Dışardan gelen tehlikelere de ortak tavır alınır. Köyün ortak malına kimse el uzatmaz. Yazılı değildir ama uygulanan katı kuralları vardır. Köylerinizi düşünürseniz, bunlara katacağınız daha bir çok ortak noktalar bulursunuz. Peki, köyler böyle de Kentlerin de kendine özgü konumları gibi kuralları da vardır. Üstelik kentlerinki yazılı duruma geçmiştir. Çünkü kentler, büyüyen köylerin geniş egemenlik alanlarına yayılmıştır. Oluşmuş bir kentte bir bakıma bir devlet düzeni vardır. Tam yetkili bir kral gibi bir vali, kentin konutlanma alanlarını yöneten bir Belediye, halkın gereksinimlerini karşılayan pazarlar, belli bir düzen içinde halka kolaylık sağlar. Bir kent, bir devlet deyişimin kanıtını bilirsiniz, Kent devletler uzun süre dünyayı kaplamış. Bunlardan örneğin Roma iki bin yıl dünya imparatorluğu sayılmıştır. Keza Eski Yunan kentler, Atina, Isparta, Teb. . . . Bu iki birim arasında bir de Kasaba dediğimiz topluluk vardır. Kasaba deyince ben hep bir söz anımsar gülerim, daha çok başarısız çocuklar ya da beceriksiz kişiler için kullanılır:
-Ne köy oldu ne de kasaba! Bu sözü söyleyerek Kaymakam adaylarına takılır derse başlarım. Köyü, benim anlattığım anlamda bilmeseniz de az çok tanıdığınız bir tarafı vardır. Kentlerin yönetim örgüsünü öğreniyorsunuz. Sanırım ilçeler hakkında da az çok bir fikir edindiniz. Ancak ilçelerin toplumsal yapısı farklıdır. İşte bu fark için o deminki söze gülerim:
-Ne köy ne kasaba! Bu şu demektir, köylülüğünü bozmuş ama kasaba da olamamış! Sanırım buradaki kasaba, Kentteki düzen anlamındadır. Köy insanı kentlere hayranlıkla bakar da kendini oraya kolay kolay yakıştırmaz. Bunu bir duygu eksikliği saymak yerine halk deyimiyle bir haddini bilme olarak kabul etmek zorundayız. Tüm insanlarda bu duygu vardır. Ancak kimileri bu duyguyu yeterince kontrol edemediğinden acıklı durumlara düşerler. Tiyatrolar böylelerini bol bol sergiler. Gelelim kasaba insanına. . . Kasaba insanı köylülüğünü üstünden atamamasına karşın atmış havası içindedir. Köylü gibi ürün üretmek yerini köylüden alıp tüketiciye devri yeğler. Kasaba halkı, üretilmişleri tüketiciye devşirme sevdasına kapılan bir yaşam anlayışını benimsemiştir. Konuşlandığı ortamlar da buna elverişlidir: 20-30 köy arasında bir kasaba oluşur. Kasabada işini geliştirenler hemen kente kayarlar. Bir bakıma kasabalar, köylerle Kentler arasında bir bekleme durağıdır. İşte bu durumları içinde oturan insanları da etkiler. Genelde bir kasabalı kentli değildir. Öte yandan köylülüğünü de sıfırlamıştır. Ben de derslerimde o insanlara haşır neşir olacak genç kaymakamlara bu insanlarla anlaşmak için düşünsel donanımlarına katkıda bulunmaya çalışırım. Yıllar önce ayrılanlar gelir, konuşuruz, beni kıvandıran sözler söylerler. Konuyu daha uzatmaya gerek yok sanırım. Gelelim bizim konumuza, bunu ben size niçin anlattım? Köy Enstitüsü öncesi bizim bir denememiz olmuştu. Köy Öğretmen Okulları, sizin ilk iki sınıfınız tümden oradan gelme, bu yılki gelenlerden de oldukça kalabalık bir grup gene onlardan. Sizleri de tıpkı 3803 sayılı yasa koşullarında okula almak istenmiştir. Kesin emirler şöyleydi. Alınacak öğrenciler, köyde doğmuş, bir köy okulunu bitirmiş olacak! Yasa böyle değil mi? Dosyalarınız elimizde, sizler de inceleyebilirsiniz. 1937 yılında alınan öğrencilerin yüzde ellisi köylerden, ötekiler ortaokullardan ayrılma, sınıfta kalma, orta bir, iki, hatta üçüncü sınıf okumuş öğrencilerle karşılaştık. 1938 yılında daha sıkı emirler çıktı. Kayıtlarda bir değişiklik olmadı, yüzde elli gene ortaokullardan ayrılmış, kalmış öğrencilere ek kasabalarda okumuş, bir süre ortaokullara devam etmiş öğrencilerle karşılaştık. Demin de söyledim, işte dosyalarınız burada, incelemeniz için izin var. Kasaba ilkokulunda okumuş bir süre de orta okula devam etmiş öğrencinin kasaba psikolojisini silmek kolay mı? İşte buradasınız, yarı yarıya olduğunuzu düşünüyorum, her konuda birleşmenizin olamayacağını ben biraz da buna bağlıyorum. Bu sizin kusurunuz değil, biz bunları hep düşündük. Bu dediklerime karşın sizler basma kalıp birliktelik değil, asgari müşterekte birlik, idealde birlik kurabilirsiniz. Nasıl mı? Onu da anımsatayım. Şarkılarda, marşlarda sık sık söylüyorsunuz, ”İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir milletiz!” Bu söz, Türk Halkının bariz karakterini özetlemektedir. Böyle kaynaştığı için yıkılan bir imparatorluğun enkazı üstüne terü taze bir cumhuriyet kurmuştur. Kurtuluş Savaşını bu ruhla kazanmıştır. Bir de tarihe bakalım; kimlerdir bu kaynaşan insanlar? Bunlar, Kırım’dan gelen bir milyon, Kafkasya’dan gelen iki milyon, Rumeli’den gelen beş milyon insanın Anadolu’da asırlardır soyguncularla uğraşan bir avuç insanın aklıselimde buluştukları insanlardır. Bilin ki bunlar Türkçe konuştuklarını sanıyordu ama bildiğiniz Türkçe’yi bile konuşmuyorlardı. Belki araştırmışsınızdır, bir kez de ben önereyim; çok derine gitmeye gerek yok, babalarınızın dedelerinizin nüfus kaydı nerededir bir soruşturun bakalım. Hatta ona bile gerek yok, içinde büyüdüğünüz ailelerin bir önceki kuşaklarının yerlerine haritalardan bakın. Karşınıza beklemediğiniz bir tablo çıkacaktır. Böyleyken insanlarda bulunan aklıselim, toplumsal kaynaşmayı sağlıyor. Bu anlattıklarımın yanında bir de kendi anlaşmazlık konularınızla karşılaştırıp bir değerlendirme yapın! İsterseniz bu konuyu bir süre sonra bir daha irdeleyelim!
Köy Enstitüleri kuruluş aşamasındadır. Bu aşama en az on yıl sürecektir. Ancak on yıl sonra köy enstitülerine kasaba konusu almamış katıksız köy çocukları gelecektir! İşte bizim gerçek ülkümüz budur. İnsanlar bizden bizim tasarladığımız ideali şimdiden beklemiyor, onların da bize zaman tanıdığını bilmeliyiz. Bakın, geçen hafta Falih Rıfkı Atay yazdı. Onu bir yazar olarak küçümsemeyin, o, geniş bir halk kitlesinin fikrini yansıtıyor!
Genel Müdür çıkardığı Ulus gazetesini yakınında oturan Süleyman Alkan’a uzatarak okumasını istedi. Süleyman Alkan Ulus gazetesini kaldırıp gösterdi:
Maarif Vekilimizin Rakamları. . . . . Falih Rıfkı Atay/ 8 Ocak 1945 Ulus Gazetesi. . . . . .
Geçen akşam, Maarif Vekilimiz, yurdun her tarafında hızlandırdığımız ilk öğretim seferberliğinin bir yıllık hesabını verdi: bu sene öğretmenli okullara geçen yıldan 179. 546 çocuk fazla alınmıştır. Buna Köy Enstitülerinden çıkmış olanların okutmağa başladığı 85 bin küsûr çocuğu ekleyecek olursak, bir milyonun dörtte birinden fazla bir rakama varıyoruz. İlkokulların beş sınıfında bugün bir milyondan fazla Türk çocuğu vardır.
Devam meselesi hakkındaki tedbirlerimizin sonuçlarını almaya başlıyoruz: 5. sınıftan geçen yılın 74 binine karşı bu yıl 100. 000 bitirmiş çıkacaktır.
İdareciler mekanizmamızın, köy Enstitülerinden çıkanlara okul, ev, işlik ve tarla sağlama işinde pek iyi çalıştığını Vekilimizin izahlarından anlıyoruz. Eksiklikler azdır: hiç olmaması lâzımdır. Bu sene 1744 köye 1878 köy enstitüsünden çıkma öğretmen yerleştirdik. 1530 köyde 595 i yeni, 9842ü eskilerde değişiklik yapılarak 1453 okul yapısı, 1430 işlik, 1548 ev hazırlanmıştır. Bu büyük bir iştir. En başta çocuklarını okutma aşkı ile çırpınan Türk köylerinin fedakârlığını övmeliyiz. Köylülerin yardımı ve çalışmaları olmasaydı, ne harcanması gereken paranın altından, ne de bu parayı bulsak bile, işin altından kalkabilirdik. Halk yığınları eğitmeyen, aydınlarını iyi yetiştirmeyen kara kafalılığı uğruna, bu köyler, milyonlarca evlâtlarını savaşa, salgına, Dağlıya, kırlığa kurbanını vermişlerdir. Türk köylüleri, köy enstitülerinin yolladıklarını yerleştirmek için katlandıkları fedakârlığın manasını anlamışlardır. Türk köyü ne istiyorsa, neyi almağa değeri varsa, ne kazanacaksa, hepsini çocuklarını okutup öğretmekle elde edecektir. Yeni zamanlar Türkiye’sinin temeli olan köy, Köy Enstitüleri ile köy okulları üstüne kurulmaktadır. Bunun bir kaç yıl için köylülerimize yükleyeceği zahmetler, asırlarcalık geleceği insanca altına almaktadır.
Bununla beraber iş büyük ve ağırdır. İdarecilerimiz, maarifçilerimiz ve bütün mesul olanlar, birkaç yılda kırk bin köyü donatacağımızı bilmelidirler. Teknik öğretim kurumlarının da ehemmiyetini kavramalıdırlar. Bu on elimiz olsa on elimizle sarılacağımız bir davadır. Şuna buna ısmarlamalarla, şunu bunu teşviklerle yürüyecek bir iş değildir.
İlk öğretim ve teknik öğretim bu türlü alınışı ve kavranışı doğrudan doğruya Cumhuriyet’indir. Şimdi hepimize cumhuriyetçiliğimizin bu gerçek imtihanını başarı ile vermek düşüyor.
İlk öğretim ve teknik öğretim davamız normal vasıtalar ve usullerle hesaplanırsa, bizim kötü sonuçlarını asla göz önüne getiremeyeceğimiz kadar uzun bir zamana dağılır. Çok kısa bir zamana sığdırmak zorundayız. Onun için vasıtalar darlığımızı, mutlaka gerçekleştirmek, mutlaka başarmak azmimizin yaratacağı imkânlarla gidereceğiz.
Bugüne kadar yaptıklarımız yüz ağartıcıdır. Ancak bundan sonra yapacaklarımızın pek azıdır. Hep birlikte verilmiş bir namus sözünün yerine getirilmesi aşkı ile ve millete olan en büyük borcumuzu ödemek heyecanı ile davaya sarılalım.
Falih Rıfkı Atay/ 8 Ocak 1945/Ulus Gazetesi.
Süleyman Alkan durunca Genel Müdür tekrarladı:
-BU GÜNE KADAR YAPTIKLARIMIZ YÜZ AĞARTICIDIR. ANCAK BUNDAN SONRA YAPACAKLARIMIZIN PEK AZIDIR. HEP BİRLİKTE VERİLMİŞ BİR NAMUS SÖZÜNÜN YERİNE GETİRİLMESİ AŞKI İLE VE MİLLETE OLAN EN BÜYÜK BORCUMUZU ÖDEMEK HEYECANI İLE DAVAYA SARILALIM! BUNDAN DAHA UYARICI BİR SÖZ BEKLEYECEK MİYİZ?
Genel Müdür heyecanlanmış gibi bakışlarını değiştirip salonu süzdü. Konu üzerinde konuşacak sanmıştım. Oysa az durakladıktan sonra gözlerini yakınlarında oturanların üstünde gezdirdi. Az önce parmak kaldıranlar arasında Harun Özçelik de vardı. Genel Müdür’e çok yakın olduğundan olacak, gülümseyerek Harun’a:
- Söz senindi; dedi.
Harun bu konuda çok dertliydi, kesinlikle olayı Genel Müdüre yansıtmayı aklına koymuştu. Oldukça heyecanlı bir sesle Yusuf Asıl olayını anlattı. Yusuf Asıl olayı, Genel Müdürlüğe daha önce yansımış olduğundan Genel Müdür anımsadı, kaşları çatık bir yüzle anlatılanları dikkatle dinledi. Harun’dan sonra Bekir Semerci’ye baktı. Bekir Semerci, yazının gözden kaçtığını, daha doğrusu olayın Harun Özçelik’in anlattığı gibi olduğunu bilmediğini söyledi. Bu kez salondakilerin büyük bir bölümü:
-Bu doğru değil, bunu hepimiz üzülerek öğrendik. Söz konusu yazıyı yazanın okulda olmayışını nasıl duymaz! Kadir Aytekin söz istedi. Genel Müdür söz verince Kadir, yazarının değil de yazının değerinden söz edelim, yararlıysa, okuyucuya bir şeyler veriyorsa neden dergiye konmasın? diye sordu. Bu kez de Tarla-Bahçe kolundaki arkadaşlardan söz isteyenler oldu. Tevfik Yıldırım, kendisinin de o tür araştırma yaptığını, o nedenle yazının, önemli bir araştırma olmadığını söyleyince karşı bir tepki oldu; bir kaç arkadaş birden:
-Sen öyle mi yaptın? diye karşılık verince Genel Müdür elini kaldırarak konuşanları uyardıktan sonra:
-Konuyu sakin olarak iyiden iyiye irdeleyelim! deyip, Tarla-Bahçe Kolundaki arkadaşları ayağa kaldırdı. Ayrı ayrı sordu. Yazıyı okumadıklarını söyleyenler oldu. Bir kaçı çekimser kaldı, içlerinden bir ikisi de arkadaşın oldukça önemli bir gözlemi çok kısa zamanda yapmış olmasında kuşkulandığını söyledi. Aynı bölümde olan Hüseyin Orhan da parmak kaldırmıştı. Genel Müdür Hüseyin Orhan’a işaret verince; Hüseyin Orhan doğrudan:
-Arkadaşın ciddi çalışma yerine göz boyama taraftarı olduğunu, hazırladığı bitki listesindeki bitkilerin Hasanoğlan çevresinde olduğu ispatı güçtür; olsa bile onun söylediği tarihte bu bitkilerin tümünün yetişmiş olamayacağını çünkü arkadaş bunları mayıs ayı içinde derlediğini açık açık yazmıştır. Oysa:
-Achillea Santoline, Lathyrus Spec, Matthiola Axsyceras, Lepidium Draha, Lepidium Perfoliateum bitkilerinin değişik mevsimlerde daha sıcak iklimlerde yetiştiğini, mayıs ayında Hasanoğlan çevresinde bulunamayacağını, ayrıca arkadaşın bunları Hasanoğlan kırlarında da değil Hasanoğlan Köy Enstitüsü binaları arasında bulduğunu söylemesine şaştığını anlattı.
Genel Müdür Hüseyin Orhan’a teşekkür etti. Bu konuda yeterli bir kanı oluşturduğunu, Bekir Semerci’ye dönerek:
-İşiniz zor, arkadaşlar tepki göstermekte haklı! deyip bir süre baktı. Bekir Semerci özür diledi. Boynu eğik:
-Yeni bir Dergi Konu seçilsin! der demez Genel Müdür:
-Hayır hayır, öyle bir değişim olamaz! Demin de söyledim, ilk sayılarda hatalar hep olur. Değişme söz konusu değil. Söz verildi, ilk dört sayıyı siz çıkaracaksınız. Ancak öteki sayılarda da bu hatalar sürerse, sizin ekibi başarısız sayarız! İşleri yarım bırakmak bizim ilkelerimizde yoktur, olmamalıdır da! Enstitüleri nasıl kurduğumuzu sizler biliyorsunuz. Bugün onlarla övünüyoruz ama başlangıçta büyük kusurlarımız da olmuştu. Şimdi konuştuğumuz da bir kusur, onu da aşacağız. Küserek kenara çekilmek yok. Ben öğretmenlerinizle de sık sık konuşup düşüncelerini soruyorum, hepsi sizlerden memnun. Bu iş, bu ilk sayının kusurları burada kesilsin, istiyorum. Dergi işi aslında benim bugünkü programımda değinilip geçilecek bir konuydu. Esas gündemim daha önce konuştuğumuz Eğitim Sözlüğü için fikirlerinizi dinlemekti. O daha oylumlu bir çalışma olduğu için üstünde etraflıca durmamız gerekiyor. Bir sonraki toplantımızda enine boyuna onu konuşacağız. Kitabımız Eğitim Sözlüğü olacağına göre gelmiş geçmiş önemli eğitimcilere tanıtmaya da çalışacağız. Bu konuda çok kitap okuduğunuzu sanmıyorum. Biliyorum ki, bu kitaplar fazla satılmadığından kâr sevdalısı kimseler bunları basmaya yanaşmıyor. Ortada dolaşan üç beş kitap da gene bizim gibi öğretmenlerin fedakârlığı eseridir. Artık ne bulursak gözden geçirip iyi bir süzgeçten sonra bari bizler bir şeyler yapalım. Eğitim konusunda, ileri gitmiş memleketlerde de öğretmenler başta gelmektedir. Sonradan büyük ya da ünlü eğitimci payeleri verilenler, irdelenince öğretmen olduğu görülecektir. Yapacağınız geniş çaplı araştırma sonunda bunları hep tanıyacaksınız. Sorun, soruşturun eğitim alanında yararlı işler görmüş kimseleri gözden geçirelim. Bunların içinden seçeceğimiz kimseler hem bize hem de bizden sonrakilere yararlı olacaktır. Ben, size ad vermeyeceğim, bu konuda anılan kimselerden yola çıkınca bir dizi fedakâr insanı tanıyacaksınız. İşte onlardan birini, her biriniz bir kompozisyon özeniyle tanıtırsınız. O bizim işimize yarayacaktır. Bu işi sürdürecek arkadaşların seçimini her bölümün öğrencilerine bırakalım, sekiz bölümden sekiz arkadaş bu işi üslensin, çalışma programlarını da onlar yapsın. Bu işin takibini de Öğrenci Başkanına bırakalım!
Genel Müdür Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca’ya baktı. Atmaca başıyla “Peki!” işareti yaptı.
Genel Müdür Eğitimbaşı Hürrem Arman’a dönerek:
-Çok geciktik galiba! deyince Hürrem Arman:
-Hayır efendim, konuşmanızı her toplantıda olduğu gibi gene ilk belirtiğiniz sürede kestiniz! deyip gülümsedi. . .
Teşekkür edip ayrıldılar.
Salonda bir süre kımıldanma olmadı. Sanırım herkes benim gibi içinden, bir başkası sessizliği bozsa da kalksak! dercesine bekledi. Öksürenler oldu, onları yapay öksürükler izledi. Ali Bayrak yüksek sesle:
-Ulan oğlum Kadir Aytekin sana mı kaldı o yüz karasını savunmak! Süleyman Alkan ayağa kalkarak :
-SUSSSS! dedi. Kalktığı gibi kapıya yürüdü. Arkasından kalkanlar oldu. Birisi yüksek sesle:
-Servi gibi ümitler, döndü birer iğdeye! deyince bir başkası devam etti:
-Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğin Niğde’ye. Kim söylemişti bunu? Baktım, Faik Demir’le Rahmi Özdemir konuşuyor, onlara katılarak soruyu cevapladım:
-Namdar Rahmi Karatay! Arkamızda Hüseyin Sezgin varmış, dergide çıkan yazılarından söz edilmesini bekliyormuş, edilmeyince üzülmüş. Ona, teselli edici sözler söylediler. Önce söylediklerine inanmıştım. Hüseyin Sezgin ayrılınca:
-Yüzsüz, bakmayın onun sızlandığına o gider yazdıklarını Genel Müdürün makamında bile okur! dediler. Hüseyin Sezgin de Kızılçullu çıkışlı, eleştirenler de. . . Demek onların aralarında da tam birlik yok!
Genel Müdürün anlattıkları düşünerek piyanoya oturdum. Genel Müdürün söylediklerinin bir bölümünü biliyordum. 1938 Kasım ayında Karaağaç Trakya Köy Öğretmen okulunda toplanınca 20 arkadaş ortaokul şapkası giymekteydi. Ortaokullardan gelenler saklamıyor tersine kendi durumlarıyla övünüyorlardı. Mürefteli Mustafa, Çeneli Kemal, Saraylı İsmail Ortaokulun 2. sınıfından gelmişlerdi. Neyse ki onlar geldiklerine pişman olup çabuk ayrıldılar. Ben bu olayı salt bizim okula özgü sanıyordum, meğer ötekilerde de öyleymiş. Kepirtepe’de son sınıftayken Edirne Fidanlığına aşı uygulamasına gittiğimizde Edirne Lisesi’nde kalmıştık. Lise öğrencilerinden Uzunköprülü olanların Sami Akıncı’yı, İbrahim Ertur’u tanımaları dikkatimi çekmişti. Nedense Sami, ortaokula gittiğini hep sakladı. Oysa lisedeki Uzunköprülü öğrenciler Sami’yi ortaokuldan tanıdıklarını söylemişlerdi. Mehmet Başaran’ı biliyorduk. Onu Okul Müdürümüz Nejat İdil açıklamıştı:
-Seni buraya kim aldı be oğul? Sen ilçede okumuş ilçe okulundan diploma almışsın; üstüne üslük bir de ortaokula gitmişsin. Orada okuduğun Fransızcayı bir hak sayıp karşıma çıkıyorsun! demişti.
Bunları aklımdan geçirerek, eski parçaları da tekrarladım. 20 dolayında ezber parçam olduğuna sevindim. Çaldıklarımdan en çok sevilip istenenler kısa parçalar. Schubert, Moment Müzikal, Beethoven, Für Elise, Menuet, Patetik Sonatın Rondo –Allegro bölümü. Mozart, Türk Marşı, La bemol Major sonattan 1, 2. 3. Bölümleri. Diyabelli, Rondo. Tschaikovsky, Polis Dansı. Robert Schumann, Rüya. Bach, Wachet auf. Re majör kanon. Mendelsshon, Düğün Marşı. Johannes Brahms, no 1- 5 sol minör Macar dansları, Ninni. . . .
Yemekte, nedense toplantıdan, yapılan konuşmalardan özenle kaçınılmaya çalışıldı. Biz Kepirlilerin söyleyebileceği fazla bir şey yoktu. Ayrılık fikri Kızılçullu-Çifteler arasında çok önceleri başlamış (Rauf İnan Çifteler’e müdür olunca) giderek de artmışmış. Şimdilerde ise Kızılçullu eski Müdürü Emin Soysal’ın Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç için başlattığı olumsuz hava, olaya tuz biber ekti. Çifteler Köy Enstitüsü’nde geçen yıllar bir baskında bir grup öğrencide hükümetçe yasak edilmiş kitaplar bulunmuş. Bu arkadaşlardan on kadarı şimdilerde aramızdaymış. Bunların davası sürüyormuş. İşte bu konu durup durup öne çıkmakta, başka konularda çıkan tartışmalarda da bu öne sürülmektedir. Kızılçullu grubunda Çifteler grubuna göre daha çok arkadaşım var, onları takdir ediyorum ama bu düşüncelerine katılmıyorum. Suçlu diye öne sürülen arkadaşlar şimdilerde bizler gibi öğrenci, aramızda bir fark yok. Hapse atılırlarsa cezalarını çekecekler. Temize çıkarlarsa, bizden farkları olmayacak. Öyleyse onlara neden kızalım? Üstelik gizli gizli adları anılanlardan Talip Apaydın gibi çok dürüst, çalışkan arkadaşımız var. Ona, durup dururken nasıl kem gözle bakılıyor, anlamıyorum. Oysa bana göre Talip Apaydın benim bölümümde sayılı öğrencilerden biri. Onu, benim gibi herkes seviyor. Bencil olmayan, özverili bir arkadaş. Üstelik çok açık yürekli. Genel Müdür toplantıda:
-Kasabalarda okuyup buraya gelenler, bizimle kolay kaynaşamaz! deyince bunu üstüne alınan bir o çıktı. Hiç değilse bana söyledi:
-Eyvah, ben de ilkokulu bir ilçede okudum, bunu bilmiyordum, bilseydim gelmezdim! diyebildi. Hani ortaokul 3. Sınıflardan gelenler, hani Uzunköprü ilçesinde ilkokulu okuduktan sonra ortaokula da devam eden bizim Mandirisalı, (Mandiriça da denir) Mehmet Başaran, gıkı çıkıyor mu?
Yemekten sonra Kitaplığa gittim, biraz soğuk ama kimse yok, rahatça kitap karıştırdım. Varlık Dergisinin 1-15 Ocak 1945 sayısında Yaşar Nabi Nayır’ın yazısını bugünkü toplantıyla ilgili bulduğumdan olduğu gibi aldım.
Kültür mü önce medeniyet mi?
-Okul, okul diye bir terane tutturmuşuz: Varımızı yoğumuzu bu uğurda harcıyoruz, dedi. Halbuki milletin ayağında donu yok-Yol yok, mesken yok, fabrika yok, ne ararsan yok, yok! Evvela karın doyar, sonra kafa. Okul! Kel başa şimşir tarak.
-Yanlış düşünüyorsun, dedim. Evvela kültür, sonra medeniyet!
-Hayır, bilakis, evvelâ medeniyet sonra kültür. Medeniyetsiz kültür olamaz.
-Ben de aksi kanaatteyim: Kültür olmadan medeniyetin doğabileceğini tasavvur edemiyorum.
Bu fikri, hiç düşünmeden, bir münakaşanın harareti içinde, âdeta insiyaki bir şekilde ortaya atmıştım. Aceleye kapılarak acaba yanlış bir hüküm mü verdim diye sonradan düşündüm. Ve düşündüklerim ilk kanaatimi kuvvetlendirdi.
Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan meselesi, demeyin. Kültürün gelişmesinde medeniyetin hizmeti ve rolünü inkâra kalkışmadan gerçek anlamında medeniliğin kültürsüz meydana gelebileceğine ihtimal veremiyorum. Kültürden kast olunan bilgidir. Bilgisiz adamda en çok göze çarpan, özellikle geleneklere bağlılıktır. Cahil insan, atalarından kalma ilkel ve kötü hayat şartlarını kolay kolay değiştirmeye yanaşmaz. Başkalarında gördüğü ve maddi faydalarını fark ettiği yeniliklere bile uzun müddet karşı koyar. Bunları nihayet taklide kalkışsa bile bu yenileşme ancak dışta ve kalıpta kalır. Hakiki medeniyet ise ancak görüş ve zihniyetlerde esaslı değişmelerle meydana gelir. Meselâ bilgisiz adam, başkalarının kullandığını gördüğü medeniyet mahsulü bir makineyi benimseyebilir. Kılığını kıyafetini de modernleştirebilir. Fakat medeniyetin esaslı şartlarından biri olan temizlik ihtiyacını kolay kolay edinebilir mi? Dar bencilik hırsından sıyrılmak, içtimai dayanışma duygusuna sahip olmak, başkalarının haklarına saygı göstermek, insanca yaşamasını bilmek, sıhhat kaidelerini yerine getirmek, bütün bunlar gözle görülmez, görenekle taklidi, imkânsız şeylerdir ama asıl medeniyet dediğimiz de bu türlü edintilerin (Müktesebat) bütününden başka bir şey midir?
Bir yeniliği, bir faydalıyı halk yığınlarına kabul ettirmek için evvela, onun ihtiyacını uyandırmak gerekir.
Hem kültürü devlet yayabilir. Bunun için de elinde okul vardır, radyo, tiyatro, kitap, gazete, konferans v.s. gibi çeşitli vasıtalar vardır. Fakat medeniyeti devlet nasıl meydana getirebilir? Yollar, limanlar, köprüler, fabrikalar kurarak mı? denilecek. Bunlar, dediğim gibi, medeniyetin ancak görüntüsünden ibarettir. Temizliğe alışmamış bir adamın, evini temiz tutması, temiz giyinmesi, yıkanması devlet zoruyla temin edilebilir mi?
Halkın görgüsü ve zihniyeti kültür ve okul vasıtalarından başka bir yolla değiştirebilir mi?
Şu halde kültürü yayma yolunda harcanacak emeklerin, bir memlekette medeniyetin temek taşlarını kurmaya eşit olduğunu, bu itibarla da tenkit değil, ancak teşvik ve takdir görmesi icap ettiğini nasıl inkâr edebiliriz?
Bu yazıyı okuduğuma sevindim. Gerçekten köylerin neden gelişemediğini çok iyi anlatıyor.
Ancak sanırım eklenecek noktalar da var. Babamın kendi ailesi için anlattıklarını düşündükçe geri kalmışlıkta savaşların da büyük payı var. Babamlar, 7 kardeşmiş. 5’i erkek 2’si kız. Ondan önceki aileleri de gene yedi kardeşmiş. Babamın kardeşleri, yaşlarına göre Ali, Nefise, Ahmet, Mehmet, Elfide, Mahmut, Bektaş doğum sıralarına göre anılıyordu. Nefise, Elfide halalarım, varlıklı ailelere gelin gitmiş. Beş erkek kardeşlerden Ahmet Amcam medresede okumuş, medreselerde sonra da Darülfünunda öğretmenlik yapmış. İstanbul Darülfünun’u 1933 yılında kapatılınca Ahmet Amcam Kırklareli’ne yerleşmişti. Evine gitmiş, elini öpmüştüm. Ali Amcam Balkan Savaşı sırasında bir gemi kazasında rahmetlik olmuş, Bektaş amcamsa Çanakkale Savaşı’nda şehit düşmüş. Bunlar, Bulgaristan’daki evlerinde varlıklı olarak yetişmişler. Sürülerle koyunları, verimli tarlaları, yetişmiş bahçeleri varmış. Babamın çok değer verdiği anı belgeleri arasında bir mühür vardır. babam onu babasının anısı olarak saklar. Mühürde eski yazıyla Mahmut bin Mahmut yazıyormuş. Babam onu gösterirken çok mutlu olur, hikâyesini gene gene anlatır.
-Babamın babasının, dedesinin, adları da Mahmut’muş. Babama göre bu adlar, büyük Padişah Sultan Mahmut’a dayanırmış. Padişah 2. Mahmut Rumeli büyük gezisine çıktığında onların bölgesine de uğramış, büyük dedemin hizmetlerinden dolayı onu Kır Beyi olarak bölgenin sorumluları arasına katmış. Ne var ki o tarihten sonraki savaşlar kaybedildikçe Bulgaristan da canlanmış. Canlandıkça da oradaki Türklerin işleri bozulmuş. Arkasından 1876-77 Rus işgali, onun sonucu olarak Bulgaristan’ın bağımsızlığı, babamın ailesinin dağılmasını çabuklaştırmış. Yeni kurulmakta olan Bulgaristan halkı, yüz yılların öcünü alırca yağmacılığa başlamış. Babamlar dört kardeş, birer kuru canla şimdiki köyün olduğu bir ormana çadırlarını kurabilmişler. Onlar gibi olan bir çok hemşerileri elbirliği edip bir köy oluşturacak toprak koparmışlar. O günkü devlet onlara sahip çıkmadığı gibi babamların konduğu köyün yerinin, Padişah 2. Abdülhamit’in özel çiftliği olduğu öne sürülerek. yapılan derme çatma kulübelerini bir kaç kez gelip yıkmışlar. Sonra da bir para değeri öne sürüp yıllık vergi almışlar. Babamlar, yoksullukları bir yana 2. Abdülhamit ayrılıncaya dek padişah adına; borç ödemişler. Şimdilerde de babam:
-Varlıklı bir aileden çıka çıka dört fakir çıktı (Halalarımı saymazdı) deyip güler. Bu örneği, tüm Trakya halkı için olduğu gibi Anadolu için de söyleyebiliriz. Yoksulluk, salt okur-yazar olmamaktan değil, biraz da bu tür toplumsal olaylardan ileri gelmektedir!
Gene de okur-yazar olmamaktan ileri gelen cehalet görmezden gelinemez. Atalarımız olarak benimsediğimiz Asya göçleri sonunda Anadolu’ya gelenler, kimselerden kaçarak değil bilinçli olarak yaşadıkları yerlerde daha iyisine sahip olmak için savaşa savaşa gelmişti. 1071 yılındaki Malazgirt Savaşından sonra Anadolu’ya gelenler, babamın anlattıklarından çok farklıydı. Van Gölü dolayında Asurlardan, Urartulardan kalma uygarlık izleri vardı. Batıya gidildikçe çok daha canlı bir uygarlıkla karşılaştılar. Hititler, Frikler, Sartlar, İyonlar...
Özellikle Eski Yunan, ardından Roma gelmiş, son gelenler öncekilerin temelleri üstüne kendilerinden bir şeyler ekleyerek Anadolu’yu donatmışlardı. Anadolu’nun dört bir yanında, dinsel anıtlar, mermer saraylar, büyük köprüler özellikle de tiyatrolar yapmışlardı. Oysa onların ardından gelenler, besbelli bir öncekilerin düzeyinde olmadığı için (Ne yazık ki bizim atalarımız da bunların arasında!) güzelim tiyatroları kullanmamış, güzelim heykelleri çarçur etmiştir. Bu süreç geçici olmamış, yüz yıllar sürüp gidince Anadolu âdeta kültürler mezarlığına dönmüştür. . . Yapıcılık Bölümü arkadaşların Öğretmenler Lokali önüne diktikleri Venüs Heykeli’nin aslı şimdi Fransa/Paris –Louvre Müzesindeymiş.
Dünyada başka bir eşi olmayan o heykel Osmanlı İmparatorluğu döneminde bir Osmanlı vatandaşı tarafından tarla sürerken bulunduktan sonra, bir söylentiye göre Padişah’ın izniyle, Fransa’ya hediye edilmiş. Bir başka söylentiye göre de para karşılığında o günler heykelin bulunduğu ada olan Milo adasına (Yunan adası) uğrayan Fransız Deniz Kuvvetlerine ait subaylara satılarak kaçırılmış. O zamanlar Fransa’da heyecanla karşılanan bu heykel hemen Louvre Müzesine konarak halka gösterilmeye başlanmıştır. Yıl 1820. Şimdilerde o heykeli görmek üzere binlerce insan Louvre Müzesine para karşılığında giriyormuş. Malik Aksel Öğretmen’in bu olay hakkında şimdiye dek durup durmadığını anımsamaya çalışırken uyumuşum. . . .
15 Ocak 1945 Pazartesi
Milo Venüsü de tıpkı Mona Lisa tablosu gibi bir sanat harikasıymış. Yapı Bölümünde Ekrem Ula, Halil Basutçu, İsmail Koralay gibi yakın arkadaşlarım var ama, onlarla şimdiye dek oturup bu konuda konuşmadım. Heykel bizim okula niçin geldi? İsmail Koralay’ın heykel işleriyle ilgili olduğunu yeni öğrendim. Biraz bilgi aldıktan sonra olayı Malik Aksel Öğretmene soracağım.
Kahvaltıda Aydın Öğretmen’in dediklerini yaptık mı? Aydın Öğretmen ne demişti? Hayda!. . . . Bu hayda, hepimizi güldürdü. Neden? hayda, ne zaman ne için söylenir? Anlamsız bir cevaptan ya da konuşulan olayla ilgisi olmayan bir söz söylenince!. . . . Ayrıca bir konuda konuşulurken olayı saptıran olursa! Hayda! Bu sözü içimizde en çok kim kullanıyor? Herkes güldü. Ben de Nihat’ı gösterdim. Bu kez de Nihat, ”Hayda!” dedi. Ekrem sordu:
-Bu sabah nereden çıktı bu hayda, sözü? Ona da bir “Hayda!” deyip masadan kalkıldı.
Biz toparlanırken Aydın Gün Öğretmen geldi. Birilerini ayakta görünce:
-Erken mi geldim yoksa? Herkes yerini aldı. Aydın Öğretmen, daha önce başlattığı, ”Önce ses kirişlerini canlandırma!” diye ad verdiği, Gam, arkasından arpej diye adlandırdığımız ses çalışmalarına başlattı. Siftahı Halil Yıldırım yaptı. Daha doğrusu arkadaş yapamadı. Onu Muttalip, Kamil Yıldırım, Kadir Pekgöz izledi. Aydın Öğretmen çok yumuşak bir sesle:
-Bana kalırsa sizler bu işe, şan çalışmalarına sarılmıyorsunuz. Acaba, öteki derslerinizin ağırlığından mı zaman ayıramıyorsunuz? Yoksa önemsemiyor musunuz? demek var ama, ben bunu demeyeceğim, müziği meslek olarak seçtiğinize göre böyle bir umursamazlık beklenemez. Bir başka şık kalıyor, o da çalışma tekniğini tam olarak bilememek ! Böyle olduğunu düşünerek yardımcı olmayı düşünüyorum. Ses çalışmaları, bir anlayış işidir. Gerçekten alışma kazanmadan yapılmaz. Alışmayı da insanlar kendileri kazanır! dedikten sonra öğretmen, kendi öğrenciliğinden başlayarak, Konservatuvar çalışmalarını anlattı. Başlangıçta zorluk çeken bir çok arkadaşının şimdi operalarda başrolleri üslendiğini, sanki o devreleri geçirmemiş gibi doğal sesler çıkardıklarını söyledi. Çok içtenlikli konuştuğu için arkadaşlar dertlendiler. Özellikle de bu işe geç kalkıştığımızı belirttiler. Aydın Öğretmen bu kez dünya opera tarihinden örnekler verdi. Rus opera sanatçısı Feodor İvonoviç Şalyapin’den, İtalyan sanatçı Enrico Caruso’dan söz etti. İkisi de Konservatuvar öğrenimi bir yana doğru dürüst bir ses eğitimi görmemiştir. Gür seslerinin ilgi çekmesi üzerine şarkıcılığa yönelmişler, beğenildikçe de bilinçli bir çalışma sonucu ikisi de dönemlerinin altın sesli opera sanatçısı olmuşlardır.
Öğretmen bundan sonra kendi arkadaşlarından söz etti. Hilmi Girginkoç’u, ondan önce bizim okulda çalışmış Ruhi Su’yu soranlar oldu. Hilmi Girginkoç Öğretmenle okulumuza gelen
Feodor Şalyapin Enrico Caruzo
soprano Rabia Erler’ den söz edince Aydın gün Öğretmen güldü:
-Bana da uyarı var, Hilmi soprano dinletmişse ben de size alto getiririm! Ancak siz bana ad verin, bakalım arkadaşlardan kimleri tanıdınız? diye sordu. Tanıdık değil ama ad olarak bildiklerimizden Mesude Çağlayan’ı, Saadet İkesus’u, Semiha Berksoy’u söyledik. Aydın Öğretmen:
-Semiha Berksoy’la Saadet İkesus’u, bir de erkeklerden Nurullah Şevket Taşkıran dışındakilerin hemen hemen hepsini “Arkadaşım!” diye tanıttı. ”O üçü dışında, uygun zamanlarda ötekileri getirebileceğini söyledi. Bu arada ben Muazzez Ünal’ın adını verdim. Aydın Öğretmen ilgiyle sordu:
-Sen Muazzez’i nerden tanıyorsun? Öğretmenin sorusuna ben de soruyla karşılık verdim:
-Nasıl tanıştığımızı anlatayım mı? Aydın Öğretmen gülerek anlat anlat, merak ettim! deyince anlattım.
-Kırklareli’de oturan bir amcam var, Muzikai Hümayunda okumuş, klarnet çalıyor. Orkestrada arkadaşları olduğunu söylüyordu. Amcam müzikle ilgilendiği için Kırklareli Ortaokulu Müzik Öğretmeni Selahattin Yücesoy’la iyi görüşür. Selahattin Yücesoy, Kepirtepe’de bir öğretmenle evlenince oraya çok sık geldi, benimle de ilgilendi. Geçen yıl Kepirtepe’ye staja gelen Şevki Aydın, Konservatuvara derse gittiklerini söylemişti. Ben de buraya seçilince bunu bir başarı olarak amcam gibi Selahattin Yücesoy Öğretmene de anlatmıştım. Selahattin Yücesoy Öğretmen bana; Konservatuvarda kardeşi olduğunu, gidince onu görmemi söylemişti. Muazzez Yücesoy, evlilik soyadı İlgin. Buraya geldikten sonra Konservatuvara gittiğimde ilk işim Muazzez Yücesoy ya da Muazzez İlgin’i aramak oldu. Muazzez İlgin’i sorunca, sorduklarım bana pek görüşebileceğim umudu vermediler. Öğrendiğim ki Muazzez İlgin çok ünlü bir tiyatro oyuncusuymuş. Daha sonra da onu tiyatroda başoyuncu olarak görünce görüşmekten vazgeçtim. Eşinin uzaktan izlediğim tavırları da beni etkiledi. (Abdullah Erçetin’i göstererek)Arkadaşım da tanır, konservatuvarda bir hemşerimizin nişanlısı var, Süheyla Başokçu, onunla ara ara konuşurum. (Süheyla Başokçu’nun öğretmenim olduğunu söylemedim) Bir gün konuşurken Süheyla yanından geçen iki arkadaşını durdurdu:
-Muazzez! deyince yüreğim hopladı. Ancak dikkatli baktım bu Muazzez o Muazzez değildi. Hayretle bakarken Süheyla Muazzez’in saçından tutarak ona benim ceketimi gösterdi. Muazzez’in örgülü saçları vardı. benim de ceketimin kemeri saç gibi örgülüydü. Süheyla beni göstererek “bak Muazzez, saçlarının örgüsünü ceketine işletmiş!” dedi. Muazzez umursamaz bir tavırla:
-Neden benim saçlarım olsun, biz onunla tanışmıyoruz ki! deyince konuşmak gereğini duydum:
-Benim ablamın saçları da tıpkı böyle, senin saçların gibi, senin saçlarının renginde! deyince Muazzez bu kez:
-A, nasıl olur? Sen sarışınsın, ablanın saçları benim saçlarımın renginde olamaz! deyince Muazzez’in konuşmak istediğini anlar gibi oldum; hemen:
-Annem 7 çocuk doğurmuş, en küçüğü benim, boyası azalmış herhalde o nedenle ben sarışın olmuşum. Muazzez buna çok güldü, kolundaki arkadaşı yürümek için çekmesine karşın Muazzez kaldı, kim olduğumu, konservatuvara neden geldiğimi sordu. Öğrenci olduğumu, buraya hem ders hem de konser için geldiğimi Faik Canselen, Mahir Canova, Hilmi Girginkoç Öğretmenlerin derslerimize geldiğini, piyano çalıştığımı, yakın zamanda okulumuza soprano Rabia Erler’in geldiğini bize aryalar söylediğini anlattım. Dikkatle dinleyen Muazzez Rabia Erler’in söylediği aryaları sordu. Mozart, Don Juan Operası’ndan Zerlina’ nın aryası, deyince Muazzez iyice değişti, aryanın melodisini tekrarladı. Arkadaşı, ısrarla Muazzez’in kolundan çekince, gene görüşelim! deyip ayrıldı. Öyle dedi ama kış boyunca ya bir ya da iki, kez görmüştüm. Gezimizde Isparta’da bir gün serbest kalmıştık. İnsanların gölde motor gezisine çıktığını görünce bir gruba ben de katıldım. Motorda Muazzez de vardı. Arkadaşlarıyla olduğunu düşünerek uzak durmaya çalışırken Muazzez yanıma geldi; niçin orada olduğumu sordu. Motor iskeleye dönesiye dek benimle oldu. Akrabalarıyla birlikteymiş, o da yalnızlık duygusu içindeymiş. Konservatuvarda buluşmak üzere ayrıldık. Ancak devrisi gün arkadaşlarla Burdur’a gitmişti. Burdur Halkevi Bahçesinde otururken Muazzez’le gene karşılaştık. Çok neşeliydi :
-Kim kimi takip ediyor diye sorduğunda ben:
-Bu gece Ankara’ya döneceğiz, orada karşılaşınca, sizin bizi takip ettiğiniz ortaya çıkacak! deyişime katılarak güldü, çok hazırcevaplığımdan söz etti, salt beni değil arkadaşları da Operaya davet etti.
Staj için Hasanoğlan’da kaldığımdan her Cumartesi piyano ödevlerimi Faik Öğretmene dinletmek üzere Konservatuvara gittim, zaman zaman Muazzez’le karşılaştım, merhabalaştık.
Bir keresinde Faik Öğretmen de gördü, Muazzez’i nereden tanıdığımı sordu. Ona da benzer sözleri anlatınca Faik öğretmen beni uyardı:
-İbrahim, konuştuğun, çok değerli bir soprano, çok sevecen bir sanatçı yüreğine sahip, o yüzden herkesle senlibenli olur. Ancak Konservatuvarın çok değişik bir havası vardır. Buradaki kalburüstü bayanların hep birer koruyucusu bulunur. Onu bundan vareste (dışında düşünme) saymamalıyız. Bu dediğimi, aklının bir kenarına iliştir! deyip güldü. Öğretmenin demek istediğini ben baştan daha düşünmüş, onu da hemşerimin nişanlısı gibi bir arkadaş olarak görüyordum. Opera davetine katılamadım. Ancak Operaya topluca gittiğimizde ilgiyle araştırdım ama balkonda oturduğumdan mı yoksa o gece oynamadığından mı, rolünde izleyemedim!
Aydın Öğretmen bir kahkaha attıktan sonra şu işe bak! dedi. Ardında da:
-İzleyeceksin, izleyeceksiniz! Biz şimdilerde Muazzez’le birlikte büyük bir eserde çalışmaya başladık, birlikte uzun bir süre çalışacağız. Adnan Saygun’un memleketimizde ilk denenecek bir büyük eseri. O nedenle Muazzez buraya inanın ki gelecek! diyorum. Ancak bunu hemen beklemeyin. Sizin buradaki ısınma tesisleriniz güven verici değil. Muazzez sesini korumak zorunda. Bu buluşmayı ancak mayıs ayı ortalarında yapabiliriz. Muazzez iyi bir sopranodur. Onun billur sesini dinleyeceksiniz! dedikten sonra bana:
-Anlattıklarından cesaret alarak, onun burada candan bir dostu olduğunu söyleyebilirim, buna çok sevinecektir! Muazzez, güleç yüzlü olduğu gibi, sevecen bir insandır, büyük sanatçılığa giden bir yolda yürümektedir. O da buna lâyıktır.
(*) Not: Aydın Öğretmenin verdiği söz yerine gelemedi. Çünkü o mayıstan önce bizim okuldan ayrıldı, yerine gene bir tenor Süleyman Tamer geldi.
Ancak Adnan Saygun’un yeni eserinin Yunus Emre Oratoryosu olduğunu öğrendik, genel provaların birine topluca gittik. O zaman Aydın Öğretmen’le de Muazzez Ünal’la da konuşup kutladık. Ayrıca Yunus Emre Oratoryosu gösterime girince de gittik, o zaman da Muazzez’le konuştum. Bu kez sonradan eşi olacak Muzaffer Gökmen de vardı. Onları kutladım, Faik Canselen Öğretmenin uyarısını da anımsadım:
-Konservatuvar’ın özel bir havası vardır, buradaki bayanların kesinlikle birer koruyucusu bulunur! Besbelli Muazzez’in koruyucusu da o zamanlar Muzaffer Gökmen’miş! deyip onlara sonsuz mutluluklar diledim.
Aydın Öğretmen ellerini çırparak İleri Marşı’nı işaretledi:
-Faik Ağabey’in kulağını çınlatalım. Aman dikkat, gelmiş olabilir; biz onun kulağını çınlatmak isterken o bizi kınamasın. Zira şakaya gelmez, sözünü söyleyip geçer!
İleri Marşı’nı iki sesli söyledik. Faik Öğretmen değil ama Mahir Canova Öğretmen geldi.
*
Mahir Öğretmen, sandalyeleri dizdirerek temsili bir sahne oluşturdu. Gülerek “işte size bir Çin Tiyatrosu. Çin Tiyatrosunda Sofokles gösterisi. . . ” deyip gülümsedi. Bana işaret etti, tahtaya geçtim. Karşıdan gelen yiğit atlılar, selâm size, selâm sizin zaferlerinize! yazmamı istedi. Yazınca da yüksek sesle okuttu. Okudum ama kafam karıştı, niçin, neden bana? soruları kafamda hızla dolaştı, ne söylediğimi kendim bile duyamadım. Bu kez de Mahir Öğretmen kendisi okudu. Bana hiçbir şey demedi. Arkasından tüm arkadaşlara aynı sözleri tekrarlattı. Arkasından İstiklâl Marşı’nın ilk dizesini okuttu. “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!” Hiç birimizin okuyuşunu beğenmedi. Onuncu Yıl Marşı’nın ilk dizesini kendi okudu. Karşılaştırma yapmamızı istedi. “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!” “Çıktık açık alınla, on yılda her savaştan!” İki dizeyi karşılaştırmamızı istedi, istedi ama bir türlü kavrayamadık. İstiklâl Marşında bir söylenme zorluğu var ya, iki marş arasındaki ilişki kafamızı karıştırdı. Mahir Öğretmen açıkladı: “Tiyatroda oynanacak eserlerin başarı şansı, oynanan eserin kullandığı dille ilgilidir. Başarılı olmuş tiyatro yazarları bunu dikkate almış, özellikle eski Yunan yazarları bu yöntemle açık havalarda halka söylediklerini duyurabilmiştir. Oidipus Trajedisi’nin çevirisinde buna dikkat edilmiştir, dikkatinizi çekerim!” deyip bir süre bize baktı. “Gene sana soralım!” deyip bana baktı; İstiklâl Marşı ile Onuncu Yıl marşlarının ilk dizelerini tekrarladım. Olayı biraz anlamıştım. Daha önce bu konuda özellikle marşları öğrenirken biraz üstünde durmuştuk. Ancak o zaman biz, salt sözlerin sonlarındaki hecelerin sesli harf olması konusuna tutunup kalmıştık. Kısacası sözün son hecesi sesli ile biterse dilediğin kadar sesi uzatabilirsin yanılgısına düşmüşüz. Oysa söylenen sözün içindeki sessiz harfler çoğaldıkça bu olanak kısıtlanıyormuş. İşte, “Korkma” sözünde de son harf sesli ama a harfini dileğince uzatamıyorsun. Kork diye kıstığın sesi, ma ile uzatmak oldukça zorlaşıyor. Bunu sezdim, bu yolda açıklama yaptım. Mahir Öğretmen çok memnun kaldı, uzatarak :
-Güzel, güzel, çok güzel! deyip güldü. Sandalyeleri gösterip Ekrem Bilgin’i çağırdı. Sandalyeler Ekrem’in sarayı. Kıs kıs gülenler oldu. Ekrem’in elinde değnek yok ama varmış gibi elini havada tutmaya çalışıyor. Konuşurken eli aşağıya düşüyor. Ekrem azıcık sızlandı:
-Elime bir değnek alsam olmaz mı?Mahir Öğretmen uzunca bir:
-Olmazzzz! dedikten sonra açıkladı:
-Değnek alınca değnek mi elini tutacak yoksa elin mi değneği? diye sordu. Elini doğru tutmaya alışırsan değnek de istediğin gibi durur. Elin alışmazsa değnek ne yapsın, sağa sola sallanır durur. Önce elin yerini bulacak, sonra da sopayı istenen şekle sokacak!
Mahir Öğretmen:
-Tiyatro oyunlarına kendimizi kaptırıp tiyatro öğrenmeyi ihmal etmeyelim! deyip bireysel roller yaptırdı. En beceremediğimiz roller de her gün yaptığımız çalışmaları göstermede oldu. Beni bir sandalyeye oturttu. Oturdum, piyano çalmamı söyledi. Gülmeden edemedim, gerçekten önümde piyano yok, varmış gibi çalmak oldukça ilginç geldi. ellerimi uzatıp parmaklarımı oynatırken parmaklarım düşecekmiş duygusuna kapıldım. Ellerimi düzgün olarak bir hizada bile tutamadım. Nasıl bir görüntü verdimse arkadaşlar kahkahalarla güldüler. Mahir Öğretmen bu kez de kemancıları kaldırdı. Onlar da benim gibi gerçek bir keman çalışma şekli alamadı.
Mahir Öğretmen sonunda:
-Sinemalarda gördüğünüz aktörlerin aktrislerin her filmde başka roller yaptıklarını düşündünüz mü? Adam bir filmde keman virtüözü, öteki filmde bir hayduttur. Nasıl yapıyor bunu? Nasıl yapacak, ömrünün yarısını ayna, yarısını da rejisör karşısında geçirerek! deyip ayrıldı.
Yemekte kendimize gülüşümüz sürdü. Mahir Canova Öğretmenin söylediği değnek sözünü irdeledik:
-El ne yapacağını bilmezse değnek eli istenen yerde tutar mı? Bunu kemancılar kendilerine uyguladılar. Uzun uzun tartışıldı ama tartıştıkça da kendimizi yanılttık:
-Keman elde olmadan, keman tutar gibi yapmak olanaksız. Öyleyse burada kemanın da bir rolü var. Keman elde olunca el, kemanı tutarak doğal şeklini alıyor. Öyleyse keman olmadan o işi yapmak zorlaşıyor. Söze hiç karışmayan Nihat Şengül:
-Ya sabır! deyip kalktı. Hep kalktık.
Faik Canselen Öğretmenin Armoni dersi var. Canselen Öğretmen çoğu kez bizden önce gelir, koşuşarak Salona gittik. Öğretmen az sonra geldi. Öğretmen söze başlarken, kendisine bir soru olup olmadığını sordu. Ekrem Bilgin, az önceki derste sözü edilen iki marşın söz özellikleri sordu. Faik Canselen Öğretmen, konuyu çok iyi bildiğinden Ekrem’e:
- Sen soruyu değişik bakımdan sordun ama ben anladım, bestecilerin en büyük derdi budur. O nedenle onlar nice güzel şiirleri marş ya da şarkı yapmazlar. Bizim İstiklal Marşı’mız bestelenmek ya da sesli söylemek için yazılmamış, değerli bir şairimiz, Kurtuluş Savaşı heyecanı içinde Türk Halkını yüreklendirmek için bir övüt verici destan yazmıştır. Daha sonra da bir bestecimiz bu destanı seslendirmiş. Millî Marş’ımız olmadığı için onu Milli Marş olarak kullanıyoruz. Bu konuda ben size sil yeni baştan hikâye anlatmayayım. Benim İleri Marş’ımı biliyorsunuz, onda ben buna çok dikkat ettim. ”Yürü, bu yol, şeref zafer yolu! Karşında bekliyor seni tan yeri!” Ötesini biliyorsunuz. Bu söyleyiş rahatlığı İstiklâl Marşı’mızda olamaz. Çünkü onun amacı başkadır.
Faik Öğretmen bunu biraz da şairlere yükleyerek “özellikle Behçet Kemal Çağlar’ın şiirleri marşlara çok uygun düşüyor. Biliyorsunuz, Onuncu Yıl Marşı gibi sizin benimsediğiniz Ziraat Marşı’nın sözleri de onundur. Bizim Divan Şiirimiz bu tür şeylere hiç gelmez!” deyip güldü. Faik Öğretmen şair Nedim’den:
“Tahammül mülkünü yıktın, Hülagü Han mısın kâafir!” ya da Yahya Kemal’in “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik!” dizelerini marş yapmaya kalksan, söylenince şuradan şuraya duyuracak ses çıkaramazsın. Oysa o basit “Ankara, Ankara Güzel Ankara!” çocuk marşı bile çevreyi titretebiliyor! dedikten sonra da:”Seni görmek ister her bahtı karaaaaa! diye uzattı. Daha sonra Faik Öğretmen beni tahtaya kaldırdı. Notalar söyledi. Notaların altına da notalar ekletti. Notaları rastgele söylermiş gibi yaptı ama bir düzen gözettiğini çabuk anladım. Do-mi, mi-sol, sol-do. giderken bu kez. sol-si, si-re, re fa diye devam etti. Bunlar üstüne kurallara uygun akorlar istedi. Doğru tahmin etmişim. Do-mi-sol-do, re-fa-la re, sol-do-ni-sol diye sıralayıp gereken yerlere diyezleri bemolleri koyunca Faik Öğretmen arkadaşlara:
-İşte piyanonun avantajı, İbrahim bunun yararını görüyor deyip yapılmak istenenin özünü anlattı. Transpoze ya da ton değiştirme için kullanılan ilk yol! deyip kendisi tahtaya geçerek, değişik akorlar yazdı. Bundan yararlanarak bir parçada nasıl ton değiştirildiğini anlattı. Daha sonra piyanoya geçerek örnekler verdi. Piyano derslerinde zaman zaman gösterdiği için anlıyorum, ancak bunun nereye gideceğini bir türlü tasarlayamadığım için ilerletemiyorum. Besbelli beste yapanlar bunu biraz da kendi çabalarıyla tamamlıyorlar. Ben ton değiştirmeyi çaldığım parçalarda kolay seçiyorum ama bunun niçinini cevaplamak harcım değil. Gene de büyük bir zarar görmeden dersleri savuşturuyorum. Arkadaşlar süklüm büklüm dersin bitmesini bekliyorlar. Böyleyken dersten sonra bunlar olmamış gibi efelenmelerine şaşıyorum. Özellikle hemşerim Kadir Pekgöz, anlatılanlardan en küçük bir yarar görmüyor. Do-mi-sol-do, mi-sol-do-mi, sol-do-mi-sol akorlarını bassan, bunların bir anlamı olduğunu kavrayamıyor. Bunları piyanoda gösterince de soruyor:
-Şimdi sen ne yapın?
-Do major tonunda bir bestenin finali bu seslerle biter! deyince yüzüme bakıyor. Konserlerin bitişi genelde bu kurala göredir. Gülerek yüzüme bakıyor:
-Ne biliyorsun öyle olduğunu?
Dersten sonra Faik Öğretmen beni alt odaya aldı. Hanonları dinledi, pedal çalışmalarımda değişmelerin sevindirici olduğunu ekledi. Oysa ben daha parlak sözler bekliyordum. Faik Öğretmen bu kez de bana, söylediğimiz şarkıları, marşları çalışıp doğru, güzel çalmamı önerdi. Birlikte on marşla on şarkı seçtik. Şarkılar: Schubert, Serenad, Brahms, Ninni, Offenbach, B arkorol, Weber, Avcıların Şarkısı, Gül, Kır At, Ilgaz, Sonbahar, İlkbahar, Bülbül. Marşlar. İstiklal Marşı, Onuncu Yıl Marşı Ziraat Marşı, Öğretmenler Marşı, Ankara Marşı, Mülkiye Marşı, İleri Marşı, Harbiye Marşı, Bayrak Marşı, Yedek Subay Okulu Marşı… Bunları hep çalıyorum ama bu kez daha usturuplu bir şekilde pedal kullanarak, tempolarına uygun çalacağım.
Faik Öğretmen benim piyano çalışmamı beğenmiyor mu yoksa öyle olması gerektiği için mi eskiye göre fazla sıkıştırmıyor. İkidir:
-Bu yıl böyle idare edelim, seneye gerçek bir piyano öğretmenine kavuşursan daha ciddi bir çalışma yaparsınız! diyor. Gerçek bir piyano öğretmeni nasıl olacak acaba? Nebahat’in yeğenine gelen Mithat Akaltan gelmesin? Kendi kendime güldüm. Neden gelmesin? Geçen yıl yeni bitirmişlerden Bedia Dölener’le Eftal Dölen’i dinlediğimde şaşırmıştım. Keza Selçuk Evrenosoğlu da olağan üstü çalmıştı. Onlardan biri gelemez mi? Yaşları benim kadar olursa ne yaparım! Aydın Gün Öğretmenle aramızda 3 yaş fark var. Kepirtepe’de Asım Öğretmenle aramızda bir yaş fark vardı. Burada da öyle mi olacak! Ya geçmişte Süheyla Öğretmenle nasıldı? Tam olarak öğrenemedim ama galiba benden küçüktü. Muazzez Ünal’ı anarken Süheyla Öğretmeni nasıl unuturum? Muazzez’i o tanıtmıştı. Sonraları onu Muazzez’e niçin sormadığıma şaştım.
Faik Öğretmenden sonra şarkıları bir güzel tekrarladım. Önce çok basit gibi geldi ama bir iki tekrardan sonra işin öyle olmadığını anlar gibi oldum.
Akşam yemeğinde yeni bir duyuru, Dergide çıkan en beğenilen yazılar için yapılan soruşturma sonuçlanmış. Kazananların adları, Dergi Odasının önünde asılıymış. Bir süre bu tartışıldı. Kim yazdı? Kim seçti? Kim kazandı? Nihat Şengül’e göre Bozacı-Sirkeci işi. Ne demek o? Bir söz vardır, “Bozacı nın şahidi Sirkeci olurmuş!” Dergide yazı yazanlar biribirlerini korur!
Gene de ilgimi çekti. İlk aklıma gelen “Durmuş Ali Uğur’un yazısı birincilik alır mı almaz mı?” Soruma herkes güldü:
-Yok , devenin pabucu, bunca eleştiriden sonra bu da yapılırsa bize buradan defolup gitmek düşer. “Gidebilir miyiz?” Halil Yıldırım öncelikle vallahlı bir karşılık verdi:
-Vallah ben gitmem! Bu yaşımdan sonra bir de tazminat mı ödeyeceğim?
Konuşarak Büyük salona gittik. Bizim Kepirliler sevinçli:
-Sami Akıncı birinciliği almış. Sami Akıncı’nın geçen yıl İbrahim Yasa’nın dersinde okuduğu Bayramlı Köyü incelemesini dergiye verdiğini görmüştüm. Doğrusu sevinir gibi oldum ama bu, pek içten olmadı. Çünkü bu da bana biraz ters geldi. Sami bu ödevi Kepirtepe 4. sınıftayken hazırlamıştı. Okul Müdürümüzün Öğretmenlik bilgisi dersinde okumuştu. 2. kez İbrahim Yasa’nın dersinde dinledik. Bence bu üçüncü olmamalıydı. Neyse ki kazananlar içinde Durmuş Ali Uğur yok! Yarışma her yazı türü için ayrı ödüllüymüş. Ancak büyük ödül inceleme yazılarınaymış. Şiirler için de ödül konmuş. Bizim Kepirliler hemen Mehmet Başaran’ı sordular. Dergide onun üç şiiri olduğuna göre, falan dendi. Başaran’ın ancak bir oy aldığı söylenince Sami Akıncı için sevinen arkadaşlar bu kez güldüler. Emrullah Öztürk sordu:
-Kim vermiştir ona o bir oyu? Mustafa Saatçı:
-Kendisi vermiştir! deyince bir süre güldük. Doğru mu değil mi ama arkadaşlar nedense Mehmet Başaran’a biraz olumsuz bakıyorlar. Varlık Dergisine dadandığımdan beri şiir hakkında da daha candan bir bağ geliştirdim. Özellikle Şinasi Özden, Oktay Rifat, Orhan Veli, Melih Cevdet, Cahit Sıtkı, Ahmet Muhip Dıranas, Necati Cumalı, Ziya Osman’ın şiirlerini okudukça şairlerin güzel sözler söylediğine, söyleyebileceğine daha çok inanmaya başladım. Gerçi onlar Faruk Nafiz, Orhan Seyfi, Yusuf Ziya, Rıza Tevfik boyutunda yazmıyorlar ama hepsinin yeni yeni deyişleri var. Demek ki isteyen bunu başarabiliyor. Arkadaşımız Mehmet Başaran zamanla bunu neden başaramasın? Kendisi ile karşılıklı anlaşma kuramadık diye, ona olumsuz bakmam doğru olamaz. Sanki Şinasi Özden’le tanışsam sıkı fıkı arkadaş mı olacağım? Ahmet Kutsi Tecer Aşık Veysel’e geldiğinde iki ikiye kalınca şiirlerini okuduğumuzu, sevdiğimizi falan söyleyince adamın sevineceğini sanmıştım. Oysa o:
-I, mı! gibilerde sesler çıkarıp gülmüştü. İkinci gelişinde o benimle konuşmak zorunda kaldı. Sorduklarına karşılık verdim ama şiirden falan söz etmek aklımdan bile geçmedi. Şiir dalında birinciliği bir enstitü bölümü öğrencisinin alışına da şaştım. Oysa Yüksek Bölümden salt Başaran değil daha dört beş arkadaş katılmışmış. Oy verenler Yüksek Bölümden olduğuna göre demek kayırma yok. Salt Mehmet Başaran değil, Turan Aydoğan, Osman Darıcı da hava almış durumda. Biz Mehmet Başaran’a takıldık ama Osman Darıcı da dergiye üç şiir kondurmuş. Bence en anlamlı şiir, bizim Kepirli İlyas Özcan’ın. Kepirtepe’nin hikâyesini anlatıyor. Laf kalabalıklığı yok. Bence gerçek şiir. Ona neden değer vermediler, bir savunan olmadı mı acaba? Dergi Kolunda Kepirli tek Mehmet Başaran. O da kendisinden başkasını görecek yaratılışta değil. Tevfik Uğurlu ayrılmasaydı, iyi olacaktı. İlyas Özcan’ı gözümün önüne getirmeye çalıştım. Zayıf yapılı bir arkadaştı. Bir de kardeşi mi yoksa yeğeni mi Özcan daha vardı, İsmet Özcan; o, bedence daha güçlüydü. İsmet, zaman zaman benim çalışma grubuma katılıyordu. Sevdiklerimden biri olduğunu anımsıyorum. İlyas müzikseverdi. Keman çalıştığını hatırlıyorum. Sürdürmedi sanırım, sürdürseydi kesinlikle buraya gelirdi.
Yatınca da bir süre Kepirtepe’de dolaştım. Oradan soğudum mu ne? Anımsayınca, bir an önce o defteri kapatmak istiyorum. Bu duygumdan olacak, arkadaşım Mehmet Yücel’e bir türlü mektup yazamıyorum. Sanki yazarsam bana oradan sevmediğim haberleri verecekmiş gibi bir duyguya kapılıyorum. Oysa Kepirtepe ile orada geçen günlerimin anılarından başka bir ilgim kalmadı. Röslein şimdi, sanırım kendi köyünde öğretmen. Yazın staja gidince onu göreceğim. Kendi köyündeyse kesinlikle görüşeceğiz. Bak bunu hiç düşünmemiştim. 2. yıl stajında belli bir bölgede teftiş görevimiz de oluyor. Röslein’ı teftiş edeceğim. Birden bir sevinç duydum. Bunu şimdiye dek hiç düşünmemiştim. Köylerimiz arası 7 km. yani bir buçuk saat. Pekâlâ sık sık uğrayabilirim. . .
16 Ocak 1945 Salı
Akşam istemeyerek Röslein’ı düşünmüştüm, rüyama gireceğini umuyordum. Oysa rüyamda kırlıklarda dolaştım, yolu şaşırdım. Muhtar Çavuş Amca’ya yol soruyorum. Oysa o bana üzgünce bakarak:
-Sen çok okumuş birisin bunları bilirsin, neden benden soruyorsun? diyor. Uyanınca bir süre rüya yorumu yaptım:
-Babam rahatsız olabilir mi?
Yakınımda Molyer, Montaigne adları anılınca kendimi topladım. Hani fabl yazacaktık? Sabahattin Öğretmen geçen derste o konu üstünde hiç durmadı. Geçen ders Euripides’in Medea trajedisini okuduk. Onun hakkında bilgim var. Ancak Medea’da sözü geçen uzak ülkeler nereleri olabilir? Eski Yunan ülkesine göre uzak ülkeler, Kırım, (İfigenia’larda Kırımdan söz edilir). Medya, Fenike olabilir ama kitapta belirtmiyor. Medea çocuklarının babasıyla oralarda evlenip gelmiş, sonra da oralara gönderilmek isteniyor. Üstelik oraların insanları, Yunanistan’dakilere göre çok vahşiymiş. Homeros’un Odise Destanı’nda da böyle kötü insanlardan söz edilir. Ne var ki, böylesi kötü ülkelerden geldiği söylenen Medea, kendilerini iyi sanan Yunanlılardan çok daha iyi. Onu uğursuz göstermeye çalışırken kendileri söyledikleri insanların yerine geçiyorlar. Bunun için olacak yazar da onları trajedisinin sonunda bir güzel cezalandırıp oyununu bitiriyor. Böyle diyorum ama o dönemlerde büyücülerin çoğalıp büyük bir toplum oluşturduğu bir ülke niçin olmasın? Büyücüler ülkesi…
Sabahattin Öğretmenin’in Fabl değil de hayvanları konuşturun! demesinden yola çıkarak bir deneme yaptım.
Çiftçinin biri manda koşuyormuş. Mandalar çok yük çeker ama ağır yürür. Dar canlıların kolay kolay katlanamayacağı ağırlıkta hareket eden mandaları çabuklaştırmak için araba sahipleri üvendire denilen değneğin ucuna nodul denilen bir çivi çakıp mandaların kaba etine batırarak hareketini hızlandırmaya çalışırlar. Böyle bir duruma düşen iki manda yıllarca sahiplerinin nodulunun acısını duymuşlar. Nodulun battığı yerler delik deşik olmuş. İki manda nasılsa bir gün rahat kalıp çayırlıkta otladıktan sonra güneşlenip, yediklerini geviş getirerek öğütürken dertleşirler:
-Hangimiz daha çok nodul yedik? Acaba bunu, o zaman kafa kafaya verip azaltamaz mıydık? türünden konuşurken ikisini de bir merak sarmış:
-Hangimiz daha çok nodul yediyse bunu bilmek elimizde, kendimiz sayamasak bile birilerine saydırıp sayılarını öğrenebiliriz. Keşke kendimiz sayabilseydik. Biraz düşündükten sonra biri:
-Kendimiz sayamıyoruz ama pekâlâ birine saydırabiliriz:
-Kim sayar ki?
-Sık sık sırtımıza gelip konan karga neden saymasın? Mandaların sözü bitmeden bir karga gelip birinin sırtına konmuş. Mandalar oldukça keyiflenip hemen sorularını sormuşlar:
-Karga kardeş, sen bizim yabancımız değilsin, bizim de senden saklayacak bir gizimiz yok. Şu bizim butlarımızdaki nodul izlerini bir sayar mısın? Karga olayı pek anlamamışsa da arkalara yaklaşıp mandaların butlarına bakmış. Kendi ölçülerine göre olağanüstü bulmuş ki yüksekçe bir sesle “Ooooo!” çektikten sonra acıyası bir dille sormuş:
-Ne oldu sizin butlarınıza böyle? Mandalar anlatmışlar:
-Biz, koşulduğumuz arabayla yük çekerken zaman zaman birimiz dalgınlık yapıp gevşeyerek ötekinden geri kalınca sahip elindeki üvendireyi uzatıp iğneli ucu oralarımıza batırır. Böylece geri kalanımız can havliyle hızlanınca bu kez de ötekimiz geriye düşer. Olur mu? Sahip tetiktedir, ona da bir hatta iki iğne saplayıverir. Bu böylece yıllardır sürdü gitti. Çok acılar çektik, daha da çekeceğe benziyoruz. Bugün şurada keyifli keyifli yatarken bunları düşündük. Geçmiş geçmiştir ama gene de merak ettik bu süreçte hangimiz daha fazla nodul yemişiz?
Mandaları dinleyen Karga üzgün bir sesle, üzüldüğünü söyledikten sonra kendisinin bir karga olarak ancak beşe kadar saydığını onlardaki izleri tam olarak saymak için memleketin tüm kargalarının bile yetmeyeceğini söyleyip gitmiş. Bu cevaba şaşan mandalar karşılıklı bakışırken bir Sinek Kuşu gelmiş. Mandaların sırtında oldukça yiyecek bulan sinek kuşu neşeli neşeli cıvıldyınca mandalar bu kez de sorularını ona yöneltmişler. Sinek kuşu da üvendire izlerine baktıktan sonra övüdünü vermiş:
-Kuzum, sizin sorununuz, bağımlılığınızla ilgilidir. Kurtuluş ancak özgürlüktedir. O ki boyunduruğa razısınız, nodul, onun bir parçasıdır. Sizinkilerden birilerini çok defa dört ayağıyla yürürken tökezlediğini görüyorm. Oysa siz kalkmış sekiz ayakla iş görmeye çalışıyorsunuz. İnsanların bir özlü sözü vardır:
-Ya bu deveyi güdeceksin, ya da bu diyardan gideceksin!Sizinki bu kadar açık; Ya çekip doğanın özgür havasına kendinizi bırakacaksınız ya da nodulları sineye çekeceksiniz! Karar sizindir, bir dost olarak benim söyleyeceğim bu kadar! deyip uçmuş.
Kitapları karıştırırken Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirlerine rastladım. Bir şiiri dikkatimi çekti. Şiir doğrudan doğruya bizim karşımızda. Hasan Ali Yücel’in bizim bölüm için söylediklerini anımsayıp bir araştırma yaptım. Bir yolunu bulursam onu Sabahattin Öğretmene okuyacağım. Kendimi cesaretlendirmeye çalışırken Sabahattin Öğretmen kapıdan girdi.
Yaklaştıkça alnı kırışık, kaşlar çatık gibi bir görüntü sezdim. Bir an için duraladım; iyi bir ortam olmazsa susarım!
Öğretmen yerine oturdu. Fatma ile Düriye, her zamanki gibi Sabahattin Öğretmenin masası dibindeler. Düriye’nin elinde bir kitap var, ben göremiyorum ama öğretmen görmüş. Önce gülümseyip Düriye’ye sordu:
-İnceledin mi? Düriye ayağa kalkarak, “Ara ara okuyorum! dedi. Sabahattin Öğretmen Düriye’den kitabı istedi. Öğretmen alınca kitabın bizim Dergi olduğunu anladım. Zaten öğretmen dergiyi kaldırıp sordu:
-Nasıl buldunuz? Beğenenler, beğenmeyenler olacak, bu çok doğal. Ancak bu, hepimizin ortak ürünü, neleri beğenildi, neleri daha dikkatli işlenmeli, bunu bizim konuşup düzeltmemiz gerekecek. Beğenmemek bizim zevkimiz ama burun büküp geri çekilmek yok. Böyle bir hoyratlığı yapamayız; yapmamalıyız da! Az duruyp yüzlerimize baktı. Bu sıra parmaklar kalktı. Mehmet Toydemir, Mehmet Kocaefe, Veli Demiröz, Mestan Yapıcı, Hasan Gülel, Hasan Özden parmak kaldırdı. Öğretmen Hasan Özden’e söz verdi. Hasan Özden, dergi çıktığı günden bu yana dergiyi en çok eleştirenlerden biriydi. Ondan gene eleştiri beklerken tersine Hasan dergiyi bir güzel övdü. Sabahattin Öğretmen Hasan’a teşekkür etti. Parmak kaldıranlar hepsi geri çekildi. Öyle ki Sabahattin Öğretmen az ilerisinde oturan Mehmet Toydemir’e bakarak:
-Siz de konuşacaktınız galiba! dedi. Mehmet Toydemir:
-Arkadaşım, benim söyleyeceklerimin çoğunu söyledi! deyip gülümsedi. Öğretmen bu kez Bekir Semerci’ye sordu:
-Gelen tepkileri önce sizden öğrenelim, bakalım nasıl bir yankı oldu? Bekir Semerci, şiirlerin çokluğu eleştirildi, öteki yazılar için fazla bir söz duymadım. Gerçekte biz Dergi Kolu olarak bir toplantı kararı aldık. Arkadaşların görüşlerini toplu olarak alıp ikinci sayımızı ona göre hazırlayacağız! Sabahattin Öğretmen, Bekir’in anlattıklarını başıyla onayladıktan sonra bu kez sordu:
-Bu şiir olayı nedir? Bu kez daha kalabalık bir grup parmak kaldırdı. Parmak kaldıranlar arasında Mehmet Toydemir de vardı. Öğretmen biraz takılırca:
-Vazgeçmeden sizi dinleyelim (!) dedi. Mehmet Toydemir, derginin sayfalarını saymış, şiir ya da şiir gibi yazılmış sayfaların sayısını söyledi. Ayrıca yazılan şiirlerin içeriklerini eleştirdi. Üstüne üslük, bizim arkadaşların 8-10 şiirine karşılık Enstitü bölümünden gelen bir kaç şiirin, yarışmada üstün puvan aldığını, böylece bu Yüksek Bölümün itibarını da düşürdüğünü söyledi. Sabahattin Öğretmen:
-Bu itibar meselesini duymamış olayım, şiir şiirdir, beğenilir beğenilmez ama bunun kimsenin itibarıyla bir ilişkisi olamaz. Böyle incitici konuşmayalım! dedi. Sabahattin Öğretmen bir süre şiirden söz etti. Divan şiiri, Halk şiiri, Cumhuriyet Dönemi şiiri gibi ayırımlar yaptı. Gene parmaklar kalktı. Öğretmen Şükrü Koç’a söz verdi. Şükrü Koç, dergideki şiirleri biz sizin söylediğiniz gruplara ayırmakta zorluk çekiyoruz. Tartışmalarımız da bundan çıkıyor! dedi. Sabahattin Öğretmen bu kez, dergideki şiirlerin birer deneme olduğunu, şiir heveslilerinin içine kapanmaması için dışa dönük bir çalışma sayılması gerektiğini anlattı. Daha sonra da o büyük şairlerin de her yazdığının şiir sayılamayacağını, ancak bir zaman yazdığı beğeni toplayan şiirleri yüzünden adlarının şair olarak anıldığını anlattı. Konu iyice şiire dönüşmüştü. Öğretmen gülümseyerek “Eski camlar bardak oldu!” sözünü söyleyip ne denli ünlü olursa olsun bir gün okunmaz olduğunu tekrarladı. Arkadaşlardan adlar söyleyenler olunca öğretmen susturarak:
-Eleştiri yapacaksak, belgelere dayanarak eleştireceğiz. Şu şairin şu şiiri deyip bir konuyu yazarak ortaya getirebiliriz. Niçinler, nedenler ortaya dökülünce o bir çalışma olur. Şair yanılmışsa, yanılgıları sergilenir. Bu, dünyanın her yerinde böyledir. Bizim dersimizin ilkesi de budur. Dersimiz ulu orta konuşulan genel Edebiyat derslerinden farklıdır. Adı üstünde “Metin inceleme!” Ortaya bir şiir getirirsin, şairin görüşünün neden karşısında olduğunu, onun sözleriyle birlikte öne sürersin. Şairin görüşünü çürütsen bile o şiir gene sağlıklı kalır. Şairi bundan gocunmaz. Ama iş dedikodu şekline dönüşürse ipin ucu kaçar! Öğretmen böyle deyince parmak kaldırdım. Öğretmen sordu:
-Böyle bir hazırlığın mı vardı? Anlattım:
-“Bakanımız Hasan Ali Yücel bir gün yalnız olarak okulumuza geldi. Müzik salonunda benden başka kimse yoktu. Arkadaşlarıma anlatmak üzere bana şunları söyledi:
-Sizin bölümü ben eklettim. Halkımıza şimdiye dek ulaşmayan güzel sanatları ancak siz götürebileceksiniz! deyip özellikle halkın tarih boyu ısınamadığı alaturka müziğin radyo aracılığıyla köylere ulaştırılmaya çalışılmasını önlememizi istediğini tembihlemişti. Onun sözlerinin etkisinde kaldığımdan özellikle Varlık Dergisinde çıkan bu konuda müzik tartışmalarını izlemeye başladım. Aile dostumuz olan, benim de Dede olarak tanıdığım Vahit Lütfi Salcı’nın, Konservatuvar Müzik Tarihi Öğretmeni Mahmut Ragıp Gazimihal’in yazılarından da etkilenerek müzikle ilgili yazışları, şiirleri dikkatle okumaya başladım. Özellikle müzikle ilgili düşüncelerini sık sık ortaya koyan Yahya Kemal Beyatlı’nın Alaturka Müziği savunduğu kanısına vardım. Tüm şiirlerini diyemem (Sanırım tüm şiirleri basılmamış) elime geçen şiirlerinden, düşüncemi doğrulayacak ikisini seçtim; Eski Musiki, Itr’i…
Eski Musiki Çok insan anlayamaz eski mûsikîmizden Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden. Açar bir altın anahtarla rûh ufuklarını, Hemen yayılmaya başlar sadâ ve nûr akını Ve seslenir büyük Itrî, semâ’yı örten rûh, Peşinde dalgalanır bestesiyle Seyyid Nûh. O mutlu devrede Itrî’ye en yakın bir dost Işıklı danteleler bestekârı Hâfız Post. . . Bu neslin ortada dâhîce başardığı iş, Vatan nasıl karışır mûsikîyle, göstermiş. Bu yaz kemençeyi bir dinledinse Kanlıca’da, Baharda bir gece tanbûru dinle Çamlıca’da. Bu sazların duyulur her telinde sâde vatan, Sihirli rüzgâr eser dâimâ bu topraktan. Evet bu eski nesil bir şerefi âlem açar, Duyuşta ince zamanlardan inkırâza kadar. Yüz elli yıl, sıra dağlar birer birer yücelir Ve âkibet Dede’nin anlı şanlı devri gelir. Bu mûsikîyi, O, son kudretiyle parlattı; Ölünce, ülkede bir muhteşem güneş battı.
Yahya Kemal Beyatlı
Itrî
Büyük Itrî’ye derler, Bizim öz mûsîkîmizin pîri; O kadar halkı sevkedip yer yer; O şafak vaktinin cıhangîri, Nice bayramların sabah erken, Göğü, top sesleriyle gürlerken, Söylemiş saltanatlı Tekbîr’i. Tâ Budin’den Irak’a, Mısra kadar, Fethedilmiş uzak diyarlardan, Vatan üstünde hürr esen rüzgâr, Ses götürmüş bütün baharlardan. Dehâ öyle toplamış ki bizi, Yedi yüz yıl süren hikâyemizi Dinlemiş ihtiyar çınarlardan. Mûsikîmizde bir taraftan din, Bir taraftan bütün hayât akmış; Her taraftan, Boğaz, o şehrâyîn , Mâvi Tunca’yla gür Fırât akmış. Nice seslerle gök ve yerlerimiz, Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz Bize benzer o kâinât akmış. Çok zaman dinledim Nevâ’Kâr’ı, Bir terennüm ki hem geniş, hem şûh: Dağılırken “Nevâ”nın esrârı, Başlıyor şark ufuklarında vuzuh; Mest olup sözlerinde her heceden, Yola düşmüş birer birer, geceden, Yürüyor fecre elli milyon rûh. Kıskanıp gizlemiş kazâ ve kader Belki binden ziyâde bestesini. Bize mirası kaldı yirmi eser. “Nât’ ı’dır en mehîbbi, en derini. Vâkıa ney, kudüm gelince dile, Hızlanan mevlevî semâiyle Yedi kat arşa çıkmış “Ayin” i. O ki bir ihtişamlı dünyaya Ses ve tel kudretiyle hâkimdi; Adetâ benziyor muammaya; Ulemâmız da bilmiyor kimdi? O eserler bugün define midir?? Ebediyette bir hazîne midir? Bir bilen var mı? Nerdeler şimdi? Öyle bir mûsikîyi örten ölüm, Bir teselli bırakmaz insanda. Muhtemel görmüyor henüz gönlüm; Çok saatler geçince hicranda, Düşülür bir hayâle, zevk alınır: Belki hâlâ o besteler çalınır, Gemiler geçmeyen bir ummanda.
Yahya Kemal Beyatlı
Şiirde geçen adlar.
Itrî, Hafız Post, Seyyid Nûh, Dede Efendi.
Itrî, asıl adı Buhurizade Mustafa Efendi, 1640-1712 yılları arasında yaşamış.
Hafız Post, asıl adı Mehmet. 1630-1694 yılları arasında yaşmış.
Seyyid Nûh, hangi tarihte yaşadığı kesin olarak bilinmiyor.
Dede Efendi, asıl adı, İsmail, 1778-1846 yılları arasında yaşadı.
Itrî, Padişah 4. Mehmet, 2. Ahmet, 2. Süleyman, 2. Mustafa ile 3. Ahmet döneminin ilk 10. cu yıllarında yaşadı. Hafız Post ise Deli İbrahim, 4. Mehmet, 2. Ahmet dönemlerinde yaşadı.
Dede Efendi, 1. Sultan Hamit, 3. Selim, 2. Mahmut, Abdülmecit’in ilk padişahlık yıllarında yaşadı. Biraz tarih bilen birisi bu şiiri okuyunca ne der? Büyük şair Yahya Kemal Beyatlı’nın tarihimizle ilgili bilgisinin olmadığını söyler. 1590 yılından önce başlayan isyanlar ülkeyi kurutmuş. Düşmanlar, sınırları kapatmış, Venedik gemileri Çanakkale Boğazı’nın kapısında. İran, doğu sınırlarını haraca kesmiş durumda. Yeniçeri Ocağı başlı başına bir dert olmuş. Yüz yılı kaplayan bu kargaşa, tüm Osmanlı ülkesini cehenneme çevirmiş. Üstüne üslük bir de 2. Viyana Bozgunu yaşanmış, 16 yıllık bir geri çekilmeden sonra 1699 Karlofça Antlaşması uyarınca Osmanlı topraklarının Avrupa yakası yarı yarıya elden çıkmış. “Aldı Nemçe Nazlı Budin’i!” ağıtları yürekleri yakarken salt 1687-1703 yılları arası arka arkaya 7 sadrazamla 4 padişahın kelleleri uçurulmuş. (Bu tarihten öncekilerle hemen sonrakiler bunu dışında) Böyle bir durumda bu şiirde söylenenlerin bir anlamı olur mu? Hele söylenen insanların besteci olarak ortaya sürülmesi bir tarihsel hata değil midir? Besteci kime denir? Doğal olarak beste yapana! Peki beste nedir? Müzik dilinde beste daha önce söylenmeyen bir müzik parçasının doğru seslendirilmesi için ses işareti olan notalarla ortaya konması değil mi? Buhûrîzade Mustafa Itri, binden fazla bestesini nereye yazmış ki kader onları almış, bizden saklamış?
Tüm ülke Celâlî Çetelenin zulmünde kahrolurken (Bunları ayrıntılı olarak Tarih yazmaktadır) isterseniz bir de yönetime bakalım. Yahya Kemal Beyatlı’nın adlar vererek kesinlik sınırları çizdiği sürece bakalım. 1600’lü yıllar başlamıştır. Padişah 1. Ahmet. 1603-1617 arası. 1. Ahmet 1590 doğumludur, 13 yaşında padişah olmuştur. 1617 yılında da vefat etmiştir. 14 yıllık saltanatı vardır. Kızı Ayşe Sultan 1605 yılında doğduğuna göre, demek oluyor ki 15 yaşından önce evlenmiştir. Padişah 1. Ahmet 22 yaşına girince, 7 yaşındaki kızı Ayşe Sultan’ı Sadrazam Nasuh Paşa ile nikahlamıştır. Nasuh Paşa’nın kim olduğu tam olarak bilinmemektedir. Ancak halk onun devşirme, dahası bir papaz çocuğu olduğunu bilmektedir. 7 yaşındaki Ayşe Sultan 50 yaşlarındaki Dönme Paşa ile evli sayılır.
Ancak, dönemin cesur şairi Nef’i onu, tıpkı Padişah 4. Murat’ı övdüğü gibi kasidelerle göklere çıkarmıştır. Nasuh Paşa kasidesi’den:
“. . . . . . . . . . . . . Medâr-ı kevkebe-i ihtişam-ı Cemşidî Dilir-i ma’kere-i arsa-i Nerimamî Sipihr-i mâdeletn mâh-i âfitab-ı eseri Riyaz-ı mekrumetin serv-âfitab-eseri Vezir-i kevkebe-güster Nasuh Paşa kim Eder şukûhu hacil hüsrevân-ı devrânı
Nef’i (1572-1635)
Günümüz diliyle:
Cemşid’e özgü görkemli görünüşlü, ( dosta hoş fakat düşmana ürkütücü görünüşlü) Ancak Rüstem’in dedesinin girebildiği savaş alanlarına giren, haksızlıkları önlediği için adaletin ay gibi parladığı bakışlar, şan-şeref bahçelerinin ışıldayan selvisi, gösterişli vezir Nasuh Paşa ki onun, görüntüsü, yetkileri, başarıları dünyadaki tüm hükümdarları kıskandırır!
Nasuh Paşa, uzun süre savaşlara katılmış, kahramanlıklar gösterdikten sonra Sarayın gözüne girmişi. Ancak öylesine varlıklı olmuştu ki, Saray çevresindekilerin gözleri onun üstüne dönmüştü. Hem Sadrazam, hem damat! Çok sürmedi genç padişah kandırılarak Nasuh Paşanın boğdurulması gerçekleşti. Böylece iki yıllık bir nişanlılık bağıntısından sonra Ayşe Sultan dul kalmıştır. Çok değil bir yıl sonra 25 yaşındaki padişah 1. Ahmet, 10 yaşındaki kızı Ayşe Sultan’ı bu kez Karakaş Mehmet Paşa ile evlendirir. Ayşe Sultan 10 yaşındadır. Çocuk yaşta padişah olan 1. Ahmet 27 yaşında vefat eder. Yerine, sonradan Genç Osman olarak anılan 2. Osman geçer. 2. Osman, arkasından 1. Mustafa kısa dönem saltanat sürerler. Oldukça acıklı bir süreçtir. Ayşe Sultan’ı izlediğim için öteki konulara değinmiyorum. 1623 yılında padişah olan 4. Murat, bir kaç Sadrazam kellesi uçurduktan sonra Ayşe Sultan’ı gene öne çıkarır, onu bu kez de Sadrazam Hafız Ahmet Paşa ile evlendirir. Ayşe Sultan 21, Hafız Ahmet Paşa 56 yaşındadır. Hafız Ahmet Paşa da padişahın hışmından kurtulamaz. 4. Murat, İran Bağdat’ı alınca Sadrazamı bundan sorumlu tutmuş ona, önce uzun bir manzum yazı yazarak, şunları der:
“Hafıza! Bağdad’a imdat etmeye er yok mudur? Benden istimdat istersin, sen de asker ok mudur? Düşmanı mat etmeye ferzaneyim ben der idin, Hasma karşı şimdi ay’oynatmaya yer yok mudur?(*) Gerçi lâf urmakta yoktur sana hempa, bilürüz, Lâk senden dad alır bir dâdgüster yok mudur? Merdlik dava edersin, bu muhannestlik nedir? Hayf edersin, bari yanında dilâver yok mudur?”
diye uzayıp gider.
(*)Ay’ oynatmak, ayı oynatmak anlamındadır!
Burada, Şair Nef’i yi de görüyoruz. Dönemin hükümdarı 4. Murat’ın öfkesine kapılıp yok ettiği insanları, (Sadrazamları) şair Nef’i , hükümdarını yalanlarca onlara övgüler yağdırarak tarihe geçirmiştir. İşte onlardan Hafız Ahmet Paşa da Nef’i’nin kasidelerinde bir başka görünmektedir:
“Ey sadr-ı cıhan safder-i yekta-yı zemane Muhtac-ı der-i devletin ebna-yi zemane Alemde aceb sencileyin bir dahi var mı Hem safder ü hem memleket-ârâ-yi zemane
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Günümüz diliyle:
Ey cihan sadrazamı, zamanın tek kahramanı, tüm insanlık senin bereketli ellerine muhtaçtır. Acaba böyle hem kahraman hem de ülkesini böyle senin gibi onaran biri daha olmuş mudur?
Bağdat’ı kurtaramayan Hafız Ahmet Paşa, kementten kurtulamaz.
Ayşe Sultan bu kez gene Sadrazam olan Murtaza Paşa ile evlendirilir. Murtaza Paşa da devşirmedir, halktan gizlenmeye kalkılsa da onun dönmeliği yankılanır. Ayşe Sultan 30, Murtaza Paşa 60 yaşlarındadır. 4 yıl birlikte yaşayabilirler. Murtaza Paşa boğdurulunca Ayşe Sultan gene dul kalır. 1639 yılında bu kez başka bir Ahmet Paşa ile nikahlandırılır. Ayşe Sultan 34. yaşında 5. nikahını yaşamıştır. Bu Ahmet Paşa’nın ise hiç bir sağlıklı kaydı yoktur. Sanki şansı onu Ayşe Sultan için Sadrazamlığa dek yürütmüştür, bir süre sonra o da yağlı kayıştan kurtulamaz. Dönemin padişahı Deli İbrahim de Ayşe Sultan’ı unutmamış, 40’ındaki Ayşe Sultan ı, sadrazamı Voynuk Ahmet Paşa ile evlendirmiştir. Voynuk Ahmet Paşa da Giritli bir devşirmedir. Hakkında bir dizi düzmece bilgiler öne sürülüyorsa da güvenli bir kaydı yoktur. Ayşe Sultanla evlendiğinde 60 yaşlarında olduğu varsayılmaktadır. (Paşanın daha önceki görevlerine göre) Ayşe Sultan’ın son evliliği İpşir Paşa iledir. 1655, Ayşe Sultan 50, İpşir Paşa 48 yaşındadır. İpşir Paşanın karanlık işlerinden dolayı birlikteliği az sürmüştür. (Dört ay kadar) 1657 yılında da vefat etmiştir. Ayşe Sultan’ın yaşamı, Osmanlı yönetim katmanının gerçek yüzünü sergilemektedir. (*) Tarihin bu gerçeğini bile bile Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirini okuyan ne der? Dese dese iki şey diyebilir:
1-Yahya Kemal Beyatlı, bile bile gerçekleri saptırıyor. Olayı genelleştirmeden salt bu şiir üstünde durursak şu olasılıkları saptayabiliriz:
a)Tarihimizin üzücü taraflarını örtmek,
b) Batı müziğine karşı olduğundan Bizans kökenli müziği bile bile Doğu müziğiymiş gibi öne çıkartarak taraftar toplamak.
Tarihin acıklı sayfalarını müzik överek kapatmanın olamayacağını Yahya Kemal Beyatlı bilmez mi? Buradaki amaç, yeni yeni benimsenmekte olan Batı müziğinin gelişip serpilmesini önlemek olabilir. Olaya böyle bakınca salt Yahya Kemal Beyatlı’nın değil, sayısı azımsanmayacak kadar büyükçe bir kesimin görüşüne karşı bir savunma yapmayı düşünebiliriz. Gerçekte de bu, yeni bir tartışma değil, uçları mitolojiye dayanan bir konudur. Eflatun, Devlet kitabında bu konuya değinip Sokrates’e bir nebze açıklatır. Sokrates de olayı kendisinden önce yaşamış olan çok sevdiği Filozof Damon’u öne sürer. Bilindiği gibi, insanlık, çok ilkel bir dönemden ağır aksak sıyrılarak öteki hayvanlardan farklı bir düzeye çıkmıştır. Kalıntılardan başka bir belgesi olmayan dönemlerde insanların konuşmadığı, anlaşmalarını doğal bir takım sesler çıkararak yaptığı kesindir. Bunun bir örneğini yeni doğan bebeklerin gelişimini izleyerek görebiliriz. Bebek, sıkıntıya düşünce bağırır. Bir süre sonra bağırmalar farklılaşır. Özellikle anneler bunu kısa zamanda seçmeye başlar. Büyüdükçe bu sesler renklenir. Acıkan çocuğun sesi, acı çektiği zamanki sesinden farklıdır. Sonra sonra bu sesler, keyifli zamanlarında da çıkmaya başlar. İşte çocuktaki bu ses evrelerini insanlık uzun bir dönem yaşamıştır. Konuşma öncesi bu sesli anlaşma evresi, konuşma aşamasına geçildiğinde de sürmüştür. Tıpkı çocukta olduğu gibi. Konuşan çocuk, canı acıyınca olayı anlatmaz, salt ağlar. İstediği yapılmayınca da öyledir. Ağlaması istediği yapıldığında bile kesilmez. Çünkü güdüleri henüz bilinç dışıdır. Eski insanlar da konuşma evresinde, bağırma alışkanlığını uzun süre sürdürmüştür. Özellikle aile aşamasına gelindiğinde, karşılıklı ilişkiler zedelenince acılar sözden çok bağırtılarla olmuştur. Çünkü bağırtılar insanın sinir düzeninin değişmesiyle ortaya çıkmaktadır. Eşini kaybeden, onun yokluğunu susarak sineye çekme yerine sesli tepkilerle dışa vurmuştur. Bu canlı yapısına göre çok doğaldır. Günümüzde hayvanlarda bunu rahatça gözleyebiliriz. Acı duyunca tekil olarak sesle tepkiler daha sonra toplu seslere dönüşmüştür. Özellikle kabile savaşlarında kaybeden tarafın acı çekenleri topluca sesler çıkarak avunmaya çalışmıştır. Bu toplu seslerin bir süre sonra ağıtların ilk şekilleri olduğu anlaşılacaktır. İşte, öteki yazılı belgeler gibi bu ağır kayıtlarının en eskilerine de Eski Yunanistan bölgelerinde görüyoruz. Trajedilerin vazgeçilmez koroları bu ağıtların bir düzene sokulmuş şeklidir. Bu düzenli koroların halk bireyleri üstündeki etkisi, sanıldığında daha derindir. Zaten trajediler, izleyenleri etkilemek için düzenlenmektedir, bir de sesli olarak silkelemek, insanları kaçınamadıkları bir keder-kader psikolojisi içine itmiştir. Ölüm, ölüm haberleri, bilinmeyen tanrılar, tanrı insan ilişkileri yaşamları bunaltmaktadır. İşte bu ortamda bireyler, kendi kaderleriyle baş başa kaldıkça çocukluğundaki doğal iç tepkiyi kullanarak duygularını seslendirmeye başlamışlardır. Uzun bir süreç yaşandıktan sonra bu olay yeni bir şekle bürünmüş, varsıl insanlar bu matemsel olayı başkalarına yıkmaya başlamışlar. Yakını ölen varsıl, matem söylemlerini bu işi ustaca yapanlara devretmiş. Böylece bir kazanç alanı açılmıştır. Ancak söylemler, bu günkü dille seslendirmeler hep matemlere yöneliktir, giderek, bizim ağıt dediğimiz tür doğmuştur. Uzun bir süre trajedi çağı yaşayan Yunan halkı, kültürel açıdan geliştikçe trajediyi bir yana itip komediye dönmüş böylece yüzler gülmeye başlamış, Ditrambos ya da Dianysos oyunları sonunda halk neşeli bir yaşama kavuşunca salt tapınaksal toplantılar değil eğlenceli şölenler de başlamıştır. İşte bu ikircil durum, söylenen ağıtlarla, neşe saçan sevinç seslerini karşı karşıya getirmiştir. Zaman, İ. Ö. 5. y.y. Sokrat, Eflatun, Aristo, Sofokles, Aiskhilos, Euripides, Aristofanes, Pindaros. . . . .
Geçmişin alışkanlığı ile sürüp gelen matemsel seslere bir tepki oluşur. İç karartan söylemlerin, yaygınlığı toplumda olumsuz duyguları körüklediği öne sürülür. O dönemde müziğin dışlanması budur. Gerçekte müzik değil müzik diye halkı uyuşturan ağıtsal çığırışlardır. Ancak Eski Yunanda yaşam neşeye dönüştükçe saz sesleriyle güçlendirilen yeni söylem biçimi doğmuş giderek yaygınlaşmıştır. Özellikle lir denilen çalgı birden bire simgeleşmiştir. Filozof Damon ya da ona dayanarak beğenilmediği söylenen müzik, bu değil, öteki ağıtsal müziktir. Gerçekte, bir süre dışlanmış olmasına karşın bir süre sonra yeni müziğin kanatları altında bir başka tür olarak sınırlı bir alanda sürmüş, daha sonraları da salt Yunanistan’da değil, İskender fetihleri nedeniyle tüm batı Asya kıtasına yayılmıştır. Büyük savaşlar büyük göçler yaşanmış, devletler yıkılmış, yeni devletler kurulmuş, sayısız acı yaşamlar insanların yaşamlarını karartmıştır. Ne var ki yaşayanlar , içten gelen tepkilerini seslerle boşaltmayı sürdürmüş, böylece geçmişte beğenilen, beğenilmeyen müzik karışımı Eski Yunan etkisinde kalan topraklarda etkisini sürdüre gelmiştir. Özelliği nedir?
Özelliği, insanın çocukçu ses kirişlerinin üstesinden gelebileceği kolaylıkta bağırmak, çocukta, çocukça gevelenen sesler yerini konuşan insanların kendi diliyle sözler uydurmak. Bu kolay söyleyiş, sonradan Arapların kolayına gitmiş, hızla benimsenip yayılmıştır. Bir söz vardır:
-Arapça değil mi? uydur uydur söyle! Bu bir gerçeği anlatır; uzun yol giden Arap yolcu, bildiği şarkısının sözü bitince ne yapacak? Uzun yolun verdiği yalnızlığın sıkıntısını aşmak için elini kulağına atıp bağırarak yalnızlığın verdiği ürkütücü duyguyu aşmak isteyecektir. Bu nasıl olur? İşte Arap’ın yalellisi bunu karşılamaktır. Ne var ki tüm çığırışlar müzik değil, doğal bir ses boşalmasıdır. .
İşte, Kiliseye müziğin girmesini yeğleyen Hıristiyanlık, bu durumu incelettikten sonra (M. S. 8. yy.) insan yapısında doğal ses çıkarma mekanizmasını inceletip, ses eğitimi yolluyla güzel ses geliştirme yolunu seçmiş, Kiliselerde kurduğu Çocuk Koroları aracılıyla etkinliklere halkı da katmıştır. Yapılan uzun araştırmalardan sonra bu sesleri işaretleyerek bir tür yazı ortaya çıkarılmıştır. Nota denilen işaretler, tıpkı harfler gibi sesleri göstermektedir. A harfi nasıl bir sesi veriyorsa notalar da öyle birer ses vermektedir. Batı müziği bu düzen üstüne kurulmuş. 8. y.y.’da başlayan bu uğraş 17. yüzyılda doruğa ulaşmıştır. Yahya Kemal Beyatlı’nın bastıra bastıra belirttiği Osmanlı ütopik sürecinde Avrupa’da nota yazmak oldukça yaygın bir uğraştı. İnsanlar, geçimlerini nota yazarak sağlıyordu. İtr’î’nin öldüğü yıl doğan Fransızların ünlü yazarı Jean Jacques Rousseau bile gençliğinde geçimini nota yazarak sağlamıştır. İtr’ȋ’den bir kaç yaş küçük olan Alman bestecisi Telemann’ın 2700 bestesi olduğu müzik kataloglarında gösterilmektedir. Onların hiç birisi kayıp değilken Itr’î’ninkiler neden kayıptır? Biz, işin asıl burası düşünmeliyiz!
Yurdumuzda, yanıltıcı bir kanı da müziği sağlam bir ses dizgesine bağlama yerine doğal ses niteliğine bağlamaktır. Peygamber Hazreti Muhammet, ilk ezanı güzel, gür sesli Bilal-ı Habeşî’ye okutmuştur. Bundan anlaşılan şudur:
-Peygamberimizin isteği, ezanın düzgün bir sesle okunması! Böyleyken din ulularımız bu konu üzerinde durmamış, ezanlar, belirlenen bir makam üstüne kişilerin doğal ses çıkarmasına bırakılmıştır. Bir Selâtin Cami minarelerinde (birden çok şerefeli minarelerde) ezan okuyan müezzinlerin sanki başka başka şeyler söylenmiş gibi algılanması bundandır. İşte Atatürk, bunun önüne geçilmesi için ilgililerin dikkatini çekmiş, müezzinlerin ses eğitiminden geçirilmesini istemiştir. Baştan beri bu şekilde süren bu ezan seslendirme olaya çok eskilerden beri böyle sürmüş. Mevlâna Celâlettin Rumî ünlü eseri Mesnevî’sinde bununla ilgili bir olay anlatır. O dönemde ( 1207-1273 yılları arası) Konya dolaylarında yaşayan bir papazın kızı, nasılsa Müslüman olmaya karar vermiş. Papazın tek evlâdı olduğundan papaz baba olarak çok üzülmüş ama kızına karşı duramamış. Ancak, kızının Müslümanlığın katı kurallarını iyi öğrenmesi için uyarmış. Bunun için de iyi tanıdığı bir Müslüman din bilginine götürüp bilgilendirmiş. Papaz, kızıyla bu din bilginin konuğu olduğu bir gece uykusundayken kızı telâşla onu kaldırmış:
-Baba kalk, bir bağırtı var, bir şeyler oluyor galiba! Papaz, kızını yatıştırmak için:
-Yok kızım, sabah oluyor, Müslümanlar bu saatte camide ibadet için toplanırlar. Onlara saati duyurmak için ezan okunur, duyduğun ses, ezan sesidir. Kız sorar:
-Ezanlar böyle mi okunur? Papaz doğruyu söyler:
-Onlar böyle okuyorlar! Bu kez kız:
-Kalk baba gidelim, ben bu sevdadan vazgeçtim, ibadete çağrıyı böyle yapıyorlarsa ötesini düşünmek bile istemiyorum! Mevlâna Celâlettin Rumi bunu anlatır. Bu, bir toplumun müzik denilen ses sanatına bakış açısının nerelere gittiğini göstermeye yetecektir, sanırım. Ancak tüm Türk toplumu bu görüşte midir? Buna “Evet!” demek haksızlık olur. Türk halkının çok büyük bir katmanı bu anlayışa başkaldırmış, kendine özgü halk müziğini tarih boyu sürdürmüştür. Beceriksiz yönetimler yüzünden sık sık çıkarılan savaşların acıklı sonuçlarında yasa bürünmesine karşın ağıtlar yanında neşelerini de seslerle yansıtmıştır. Bunları, kökleri çok eskilere dayanan o matemsel çığırışlardan kolayca ayırabiliriz...Bu özellikleri nedeniyle türkülerimizi örnek gösterebiliriz. Tüm dünya bestecilerinin Halk melodilerine el atması da bu özelliklerinden değil mi ki?
Bunları düşünerek, Yahya Kemal Beyatlı’nın güzel şiirlerinin (!) fikirsel içeriklerini sağlıklı görmek, konunun tarihsel gelişimine ters düşmektir.
Bir başka önemli nokta da, Osmanlı İmparatorluğu döneminde yaygın müzik şölenleri yapılmasının yasaklığıdır. Müzik olayı olarak bilinen bir tek Mehter Marşı’dır. Yeni Çeri Ocağı’nın neredeyse Milli Marşı sayılacak, Hacı Bektaş Duası bile düzgün müzik düzeniyle değil konuşma korosu olarak söylenirdi:
Allah Allah İllallah! Baş uryan, sine püryan, kılıç alkan, Bu meydanda nice başlar kesilir, olmaz hiç soran. Eyvallah eyvallah! Kahrımız, kılıcımız düşmana ziyan, kulluğumuz Padişah’a ayan, Üçler, yediler, kırklar. Gülbang-ı Muhammet, Nuh u Nebi, Kerem- -i Ali pirimiz, Hünkârımız Hacı Bektaş-ı Velî, demine divanına “HU!” diyelim Hu!. . .
Şiirde geçen kimi sözler de soru işaretiyle gösterilebilir. Örneğin Halk Ozanı Dertli, elindeki sazı göstererek:
-Dut ağacındandır kolu, Venedik’ten gelir teli, Be Allah’ın sersem kulu Şeytan bunun neresinde?diye sorar. Ben de soruyorum; Çamlıca’da, Kandilli’de çalınan tanburun telleri nasıl sağlanıyor? Onların çok ayrı bir sağlanış yolu mu var? Ayrıca onları kimler çalıyor? Tambur yapan ustaları da öğrenmek hakkımızdır. Hele çalanların bir kaçının adı neden anılmıyor? Gerçek tarihte esamesi okunmayan Seyyid Nâh anımsanıyor da Çamlıca tepelerini sese boğan Bacanos kardeşler, Yorgolar, Tatyoslar, Nikaoslar neden anılmıyor?
Bir yerde de “İnkıraza!”(Yok olma, kökü kazınma) kadar deniyor. Bu inkıraz sözü, hangi olayı anımsatmak istiyor? 1730 Lale Devri’nin yağmalanmasını mı, 1826 Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasını mı, yoksa 2. Abdülhamit’in o, olağanüstü olarak gösterilen müziğin Yıldız Sarayından def edilmesini mi? Dede Efendi de olaya eklendiğine göre ilk ikisi söz konusu olamaz. Ancak Dede Efendi’nin de bir sözü vardır. 1830’larda 2. Mahmut’un Donizetti Paşa eliyle kurdurduğu bando, salt marşlar değil Batı Müziği disiplini içinde ünlü opera aryalarını İstanbul’un değişik yerlerinde çaldırmaya başlayınca alaturkacıları bir telaş alır. Bu sıralar, Dede Efendi Hac’a gitmek üzereyken bir Vedâ konuşması yapar. O zaman der ki, ”Bizim işimiz burada bitmiştir!”
Bunları duymamış olan Yahya Kemal Beyatlı acaba son Halife Abdülmecit Efendi’nin ünlü tablosunu, Ludwig van Beethoven’in Arşidük üçlüsünü gösteren ünlü yağlı boya tablosunu da mı görmedi? Eğer görüp de pas geçiyorsa, onun için rahatça sınırlı bir görüşü savunuyor diyebiliriz:
-Batı müziğini sevmediği için, aleyhinde konuşmuyor ama susarak boykotunu sürdürüyor. Bu nedenle de kendi zevkini abartarak çevresine sunmaya gayret ediyor. Bu görüşümüzü güçlendirecek başka şiirlerinde kırıntılar da bulabiliriz. Örneğin:
-Kar Musikîleri şiirinde:
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Bir kuytu manastırda duâlar gibi gamlı, Yüzlerce ağızdan koro halinde devamlı Bir erganun âhengi yayılmakta derinden. . . Duydumsa da zevk almadım İslâv kederinden Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta, Tamburî Cemil Bey çalıyor eski plâkta. . . . . . . .Olay , Varşova’da geçer. Yahya Kemal Beyatlı Varşova büyük elçisidir. Eski plâk, Tamburî Cemil Bey, yani ünlü Çellist ya da Viyolonselistimiz Mes’ut Cemil’in babası. Geçen yıl Mes’ud Cemil, Ludwig van Beethoven’in üçlü konçertosunda Viyolonsel partisini çalmıştı. Bu yıl da sanırım ondan en az bir Viyolonsel konçertosu dinleyeceğiz. Özellikle de, Josef Haydn ya da Luigi Boccherini’den bir konçertoyu ondan özlemle bekliyoruz.
Sabırla dinleyen Sabahattin Öğretmen, ben durunca:
-Bitti mi? diye sordu. Bittiğini söyleyince:
-Epey uğraşmışsın ama ben beğenmedim. Neden mi? Uğraşmalarını değil, sen şiirlerin şairini suçluyorsun. Yahya Kemal Beyatlı oldukça ünlü bir şair. Onun bir dünya görüşü var. O görüşünü ortaya koyuyor. Bir konuda yanılmış olabilir, hatta kasıtlı da yazabilir. Yanıldığı yerleri eleştirmek hakkın, nitekim sen bunu yer yer yapmış, hem de iyi yapmışsın. Ancak Fransızların büyük filozof yazarlarından Voltaire’in bir sözü olduğu söylenir. Fransızcası şöyledir: “Je hais vos idées, mais je me ferai tuer pour que vous ayez le droit de les exprimer.”
Bunu bizim dilimizle şöyle söyleyebiliriz: Öne sürdüğünüz fikirlerin tamamen karşısındayım. Ancak o yanlış fikirleri öylesine inanmış görünerek savunuyorsunuz ki, bu çabanızı takdir ediyorum!
Voltaire
Bu söze uyacak şekilde değerli şairimiz Yahya Kemal’e bir veciz söz bulmaya çalış. Bu konuya, Alaturka-Alafranga müzik konusuna gene döneceğiz! Öğretmen bundan sonra:
- Dergicilere hepimiz yardımcı olmaya çalışalım. Şiirler sizin önünüzü kesmesin. Öteki yazılarda hiç mi eksik bulmadınız; onları neden dile getirmediniz? Öğretmen, “konuya devam edelim!” deyip ayrıldı. Bir grup arkadaş beni kutladı. Kutlayanların çoğu Kızılçullu grubundandı. Sanırım Halil Dere’nin etkisi oldu, pek konuşmadığım arkadaşlar boynuma sarıldılar. Bekir Semerci ise yazıyı dergiye koymak istediğini söyledi. Öğretmenin tavrına üzülmüştüm, arkadaşlar belki de bunun için beni onurlandırdı.
Konuşa konuşa Büyük Salona gittik. Yunus Kazım Öğretmen gelmiş, özür dileyip oturduk. Oturdum ama aklımda Voltaire’in sözü, Bunu, yazdığım yazıya uygun düşecek kısa bir iki cümle durumuna nasıl getiririm? Bir yandan da Yunus Kazım Öğretmeni dinliyorum.
“Bu konuda öne sürdüğünüz fikirlerin tümüne karşıyım. Ancak yazdıklarına bakınca, ele aldığın konunun zır cahili olduğunu kuşku duymayacak derecede açıklamış olduğunuz için size teşekkür etmeyi bir borç sayıyorum. ”
Not: Aşağıya eklediğim yazıyı, yukardaki Yahya Kemal Beyatlı üstüne sürülen savları destekleyici olduğu düşünülerek olduğu gibi sonradan ekledim.
Yahya Kemal Beyatlı
Yazan, Yusuf Ziya Ortaç
Kırk yedi yıl geçti aradan. İstanbul’da bir dergi çıkıyordu. Adı Rubap. Pembe Kâğıda basılıyordu. Eni dar, boyu uzun bir dergi. Yeni bir sanat kuşağının bayrağıydı o:
Ayaklarımda çarıklar, elimde bir değnek, Sükûn içinde yürürdüm, semâyı dinleyerek. . .Halit Fahri Ozansoy, aruzu bu güzel Türkçe ile konuşuyordu o zaman. . .
Ötede, Selânik’te çıkan genç Kalemler vardı. Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Ali Canip Türkçe’nin kurtuluş kavgasını yapıyordular.
Yahya Kemal’in sesini, edebiyat dünyamız, kimi bütün, kimi yarım birkaç mısrağla bu kımıldanışlardan sonra duymaya başladı:
Mermerde nâşı hâreli bir tülle örtülüBib’os ilâhı genç Adonis bekliyor öjü. *Piyale-Kerleri uryan omuzlarında sebû, Alınlarında da çepçevre gülden efserler, Yayar bu mahfile âsâbı gevşeten bir bû, Ve gözleriyle derinden bakar, gülümserler!
Türkçe’yi arûz ile en güzel dile getiren büyük şairimiz, başlangıçta: Çıplak yerine üryan, testi yerine sebû, taç yerine efser, koku yerine bû kelimelerini kullanan şairdi.
Onun güzel, tatlı, unutulmaz şairliğinden hiç bir şey eksiltmeyecek olan bu doğruyu söyleyelim! Yahya Kemal, hecenin beş şairinden sonra Türkçecidir.
Tanışmamız Türk Ocağında olmuştu. Şiiri, onu dinledikçe daha iyi anlamaya başladık. Kuvvetli adamdı: Kafasıyla, kalbiyle, sesiyle, midesiyle!
Şiirimize, yalnız yazışta değil, okuyuşta da yeni bir ses getirmiştir.
İsterse dünyanın en sevimli insanı olurdu. Ama bunu istemesi için sizden istemeyeceği şey yoktu. En azı kendisine tapmanızdı!
Eğer onun bu yaman bencilliğini sezer ve biraz izzeti nefis tepkisi gösterirseniz dost olmanıza imkân kalmazdı artık.
Yahya Kemal’i memnun etmek mi?. . Bu, yalnız kendisini beğenmekle de olmazdı. Başkalarını da beğenmeyecektiniz. Hem de şöyle böyle başkalarını değil, Ahmet Haşim’i bile. . Mehmet Akif’i bile. . Tevfik Fikret’i bile. . . Abdülhak Hamit’i bile. . .
Mizahi edebiyatımızın en ince şairi, efendi insan Halil Nihat Boztepe ile darılmışlardı. Niçin mi? Bir Ankara yolculuğunda, edebiyatımızdan konuşurken Boztepe-
-En büyük şair Tevfik Fikret!
Dediği için.
Yahya Kemal’in ilk şiiri İrtika mecmuasında çıkmıştır . O zaman on sekiz yaşındaydı
“Ey şehriyâr-ı âtıfet- âsar-ı nuhterem, Ey tâcdâr-ı mâdelet-efkâr-ı zülkeremSensin o padişah-ı dil âgâh-ı pür himen. Kim vasf-ı hasretinde senin her ne söylesem, Ahrâdır ey halife_i pür lûtf-u mâdelet!
Günümüz diliyle:
Ey gönlü bol, bağışlayıcı Hükümdar, Ancak, asırların var ettiği saygın kimse.
Tacı, başına Allah’ın büyük lütfuyla konmuş olan, Sensin gönüllerin padişahı, gönülleri hoşnut eden, ki senin bütün özelliklerini saymayı çök isterdim, ancak beceremiyorum, beni bağışla! Büyük, bir dengi şimdiye dek görülmemiş, bağışı bol olan Halife!
Bu mısralarla gönüllerdeki yeri ve adaleti övülen padişah 2. Abdülhamit’tir.
Yahya Kemal 18 Yaşında (1902)
Yahya Kemal, elbette talihli bir insandı: Çocuk yaşında Paris’e gitti. Fransızcayı Fransızcanın vatanında öğrendi. Ünlü tarihçi Albert Sorel’den hem feyz aldı, hem zevk. Sanat akımlarının deltası Quartier Lâtin’de yaşadı. Cafe’ Vachette de Jean Moreas’la dostluk etti. Sonra, yurda dönünce, günün politikacıları onu oturtacak makam aradılar: Profesör oldu, ilmî rütbelerin en şereflisi. . . Mebus oldu, millî rütbelerin en büyüğü. .
Elçi oldu, siyasî rütbelerin en keyiflisi. . Ve nihayet şiirden anlayan ve anlamayan, bütün aydınların ve yarı aydınların gönül tahtına oturdu. . .
Ama Yahya Kemal memnun olmadı. Çünkü o gönül tahtlarında başkaları da vardı!
Sakın bu satırları okurken, içinizden kötü düşünceler geçmesin. Yahya Kemal, bütün kıskançlıkların üstündedir. Kaldı ki o şiirleri yazan adam kıskanılmaz , onunla övünülür!
Ben de Yahya Kemal’le övünen biriyim. Gün geçmez ki, bir Müslüman mahallesinde dolaşırken, Üsküdar pencerelerinde akşamı seyrederken, Emirgân kıyılarında dinlenirken onun büyük hâtırası, içimden mısra mısra geçmesin. Kadeh elde, onu anarız, güz yaprakları bahçelerde hışırdarken onu anarız, hele ölüm karşısında, o sonsuz karanlık önünde onu ne kadar anarız!
Artık demir almak zamanı gelmişse limandan, Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan. . .
Hangi İstanbullu vardır ki, Bebek kıyılarında dolaşırken dudaklarına onun sesi gelmesin:
Günlerce ne gördüm, ne de bir kimseye sordum,
“Yarab,’’ hele kalp ağrılarım durdu, diyordumHis var mı bu âlemde nekahet gibi tatlı?Gönlüm bu sevincin heyecaniyle kanatlıBir taze bahar âlemi seyretti felekte, Mevsim mütehayyil, vakit akşamdı Bebek’teAkşam, lekesiz, sâf, iyi bir yüz gibi akşam!
Ama yine tekrar deyim: Şiirlerini ne kadar severseniz seviniz, Yahya Kemal’i, her gün ona izzet-i nefsinizden, benliğinizden bir ziyafet çekmedikçe sevemezdiniz!
Dostluk, arkadaşlık, vefa, saygı bütün bu güzel duyguları, ödememek şartıyla sizden isterdi.
Bir gün, Abdullah Efendi lokantasında öğle üstü masama gelmek lütfunda bulundu. Sevinerek ayağa kalktım, yerimi verdim ve ben karşısına oturdum.
-Ne lâtif adamsın Yusuf Ziya , diye iltifat etti. Pek keyifli bir yemek yiyorduk.
-Yahya Kemal’ciğim, dedim, dikkat ediyorum, senin mısralarında kelime yok. . .
Yüzüme merakla baktı.
-Kelimeler, dedim, mısraın potasında eriyor, bir bütün oluyor. Artık o bütünü kırmadan, zedelemeden bir nokta bile çıkaramazsın. . .
Pek sevindi, pek. . .
Burada tekrarlayamayacağım kadar güzel sözlerle sevindi.
Ama, sofradan dargın kalktık. Neden mi?. . Sadece karşısındakine, insan saygısı gösteremeyişinden:
Yemek sonunda, masaya küçük bir bakır tas getirilmiş ve ağzından çıkardığı takma dişleri karşımda yıkamaya başlamıştı. Suların üstünde yemek kırıntıları yüzüyordu. Midem burkularak koptu sandım. Belki biraz hırçın:
-Yahya Kemal, bunu yapmaya hakkın yok, dedim. . .
Mahrûr ve öfkeli haykırdı:
-Bir daha benimle oturamazsın!
Ben de aynı sesle bağırdım:
-Benimle oturan sensin!
Kalktı gitti, darıldık.
Yalnız bana mı? Halit Fahri’ye bir gün sormuş:
-Ne iş yapıyorsun?
-Edebiyat öğretmeniyim!
-Maaşın?
-Seksen lira!
Hakaretle gülmüş:
-Ooooh, bedavadan milletin seksen lirasını alıyorsun!
Yahya Kemal bunu söylediği zaman milletin binlerce lirasını alan bir elçi idi.
İbrahim Alaettin Gövsa gibi, karınca incitmez bir adam, onun çirkin bir tecavüzüne uğramış, ama şu müthiş mısralarla da damgalamıştı:
“Şairim der de tüfeyli yaşatır gövdesini, Dayanıp köhne NEDİM artığı üç beş satıra!Senelerden beridir aynı sakız, aynı geviş, Seneler var ki doğursun diye baktık katıra!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Yusuf Ziya Ortaç (PORTRELER)
Yunus Kazım Öğretmen masaya bıraktığı bir kitaba eğilip bakarken Hasan Gülel:
-O konuştuğumuzu soralım mı? diye kısık bir sesle sordu. “Kim soracak?” soruları arasında Yunus Kazım Öğretmen başını kaldırdı. Konuşmaları duydu mu yoksa bir rastlantı mı? Söze:
-Bana soracağınız bir soru mu var? deyip baktı. Kısa bir sessizlikten sonra Ahmet Özkan (Sakallı Ahmet) parmak kaldırdı. Yunus Kazım Öğretmen gülümseyerek:
-Ben sormasaydım, susacaktınız değil mi efendim? dedi. Ahmet Özkan:
-Hayır efendim, arkadaşlar söylesinler, geçen derste daha soracaktık!
Öğretmen, Ahmet sözünü bitirmeden:
-Öyle mi efendim, buyurun, demek ki sizce önemli bir soru, değil mi efendim! Ahmet Özkan da:
-Evet efendim, bizim için önemli! dedikten sonra açıkladı:
-Devrim Tarihimizde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Yönetim kurumlarını okuyoruz. Öğretmenimiz Halil Demircioğlu, sağolsun, bize, Cumhurbaşkanlığı, T.B.M.M, Başbakanlık, bakanlıklar hatta bakanlıklardaki genel müdürlükleri ayrıntılarıyla anlattı. Bizim Milli Eğitim Bakanlığımızın kuruluş çatısını şube müdürlüklerine dek biliyoruz. Ayrıca son sınıftaki arkadaşlarımızdan orada staj yapanlardan da bilgi alıyoruz. Ancak bakanlığımızdaki bir birim olan Talim –Terbiye Kurumu hakkında yeterli bilgi alamadık. Sorduğumuz kimseler bize, size sormamızı önerdiler, Milli Eğitim Bakanlığı, Talim-Terbiye Kurumu hakkında bizi aydınlatır mısınız?
Yunus Kazım Öğretmen gülümsedi. . . Bu gülümsemede, sanki “Beni, oyalıyorsunuz!” derce bir serzeniş vardı. Ya da ben öyle anladım. Ancak Öğretmen, değişik bir sesle:
-Kim önerdiyse doğru önermiş, benim orada çalışmamın ötesinde, dersimizin omuriliğini oluşturan önemli olayların süzgeçten geçirildiği bir merkez olarak orasını benim açıklamam gerekir. Buna bir gün değinecektim. Bu konuyu nasıl geçerim ki? Biz öğretmeniz, yarınki Türk insanı bizim yönlendirmemizle yurdumuza yararlı birer vatandaş olacaktır. Ülkeyi yönetecekleri biz yetiştireceğiz. Onları iyi yetiştirmezsek, sonuç hüsran olur! Öğretmen bir kaç kez “efendim!” dedikten sonra sordu:
-Size, kısa yoldan bizim kurumun şeklini şemailini mi anlatayım, yoksa benim tasarladığım şekilde dersimizi mi sürdürelim? Soru pek iyi anlaşılmadığı için hepimiz sustuk. Öğretmen bu kez Ahmet Özkan’a sordu. Ahmet Özkan az duraladıktan sonra:
-Sizin ayrıntılı bilgi vermenizi istiyoruz! dedi. Öğretmen gülümseyerek:
-İşte size bir psikoloji dersi. Ancak, giriş size biraz şaşırtıcı gibi gelebilir. Az sabredip sonuca bakalım, efendim! dedikten sonra elini çenesine götürüp yere bakar gibi eğilerek söze başladı. :
-Türk halkı, tıpkı ötekiler toplumlar gibi bir sosyolojik toplumdur. Her sosyolojik toplum bir kaç değişik karakterde daha ufak ünitelerden oluşur. Bunlara da biz sosyal katmanlar deriz. Bunları ana topluluklar gibi aileler oluşturmaz, bunlar, bireylerden oluşur. Yurdumuzdaki tüm okulları düşünelim:
-İlki, ortası, yükseği… Bir de öteki bakanlıkların özel okulları var. Onlar kendi bakanlıklarınca yönetilmesine karşın müfredatlarını biz hazırlarız. . . Hepsi Milli Eğitim katmanını oluşturur. Bunlara, 7 yaşından 20-22 yaşlarına dek tüm Türk çocukları ve gençleri diyebiliriz. Bunların apayrı bir dünyası vardır. Oynarlar, şarkı söylerler, sınıflarını geçince sevinirler, geçemezlerse üzülürler. Bunların, yetişkinler gibi ekonomik ya da siyasî sorunları yoktur.
Şimdi bir de askerleri düşünelim, onlar da tekdüzedir. Yani öğrenciler gibi bireylerden oluşur. Bunların ortak düşünceleri de memleket savunması için yeni bilgiler edinmektir. Bunlar da evleriyle ilgisini kesmiş, geçici de olsa kendi yaşamlarından sıyrılmıştır. Bu iki topluluğun uzaktan görünüşleri farklıdır. Öğrenciler neşeli şarkılar söyler, yaşına göre gönüllerince eğlenirler. Askerler, gönüllerince şarkı söyleyemezler. Onların marşları disipline dayalı savaş, kavga üstünedir. Öğrencilerin söylediği ”Benim cici okulum, hatta köpeğim!” sözlerini onlardan duymazsınız. Onlar daha çok ölüm-kalım konuşmaları dinler, ter-toprak içinde eğitim görür, uzunca bir süreci böyle yaşarlar. Öğrencilerdeki neşe bunlarda yoktur. İsterseniz başka bir iki bireysel topluluk üstünde duralım. Sözgelimi, köy insanı, genelde tarla, bahçe işleriyle uğraşır. Kasaba insanı da daha çok alım satım işleriyle. Bunların, kendi aralarındaki birlikteliğinde de konular farklıdır. Ticaretle uğraşanların konuşma konuları genelde ticaret üstüne, kısacası tarımla uğraşanların konuşmalarından farklıdır. Bir öğretmen olarak bu farklı toplulukların ortasında duracağız.
Bu farklı toplulukların birer üyesi olan insanların duygu ve düşüncelerinde de farklılıklar olur. Zaten doğuştan gelen farklılıklara bir de böylesi katılınca kişiler daha dikine bireyselleşirler. Bunların çocuklarında da küçük çaplı da olsa farklar göze çarpar. İşte biz öğretmenler bu değişken kişilikler ortasında duran hakemler olacağız. Hangi bilgimizle? Psikoloji bilimi bize bu konuda yardımcı olacak. “Nereden nereye?” demeyin, bizim Talim Terbiye Kurulumuz bunu daha geniş çapta yapıyor. Türkiye’de bulunan okulların ders programları orada yapılıyor. Bu programlar çocukların yaşlarına göre hazırlanıp ilgili yerlere gönderiliyor. Öğrencilerin yaşları söz konusu, yararlı bilgilerin seçimi ayrı bir olay. Bakın bunlar hep psikoloji bilgisine dayanan olaylar. Çocuk, bir bitki gibi doğar, kendi güdüleri yardımıyla kımıldanır, sesler çıkarır, ağlar. Anneler çare için çırpınırlar. Burada psikoloji salt annedeki duyarlıktır. Bir süre sonra çocuk seslerinde değişme olur. Anne sezgisi bu sesleri giderek ayırır. Bu sezgi psikoloji alanına giriştir. Çocuk bir bakıma keyfinden sesler çıkarır. Bunu sezen anne telaşlanmaz. Acı çeken çocuk sesi başkadır annede kaygı başlar. . . Bir gün gelir çocuk bakışlarıyla anneye bir şeyler söyler. Çocuktaki bu ayrı dil, ruhsal davranış olarak okul çağlarında da sürer. Ancak bu süreçte çocuk bebeklikteki gibi ruhsal tepkilerini ortaya dökmez, aksine suskunluğa dönüştürür. İşte öğretmenlerim, sizler, bizler bu çağdaki suskunluğu çözmek zorundayız. Çalışmayan çocuk neden çalışmıyor, yalan söyleyen çocuk, geçimsiz olarak arkadaşlarınca horlanan çocuk, okuldan kaçan çocuk bunları niçin yapıyor? Kesinlikle bir nedenden dolayı böyle bir davranışa kalkışmaktadır. Biz, müfredata bunları yazmayız ama çocuğa verilecek konuların boyutlarını bunları hesaplayarak sınırlarız. Sizler bunları göz önünde tutarak ders konuları işleyeceksiniz.
Öğretmen çantasından bir kitap çıkararak:
-İşte bakın bu Köy Enstitülerinde işlenen yeni Müfredat Programıdır! diye gösterdi. Yeni dediği, biz son sınıftayken okullara gönderilen programdı. Sayfaları karıştırdıktan sonra bir yeri işaretleyip okuması için Ahmet Özkan’a uzattı. Ahmet Özkan oldukça yüksek sesle Türkçe programının Amaç bölümünü okudu:
Türkçe öğretiminin amacı öğrencinin kazanılmış olan anlama ve anlatma yeteneğini geliştirmektir. Enstitüye gelen öğrenci anadilini bilir; fakat bu bilgi enstitünün kendisine vereceği kültürü anlayıp anlatacak kadar zengin değildir. Arkadaşlarıyla rahatça anlaşan öğrencinin okumada, yazmada ve konuşmada gösterdiği yetersizlik, anlamaya ve anlatmaya alışmadığı bilgiler, düşünceler ve duygularla karşılaşmasından ileri gelmektedir kuşkusuz bu yetersizliğin giderilmesinde bütün derslerin yardımı olacaktır; fakat anlama ve anlatmayı pratik; bilimsel ve artistik bütün yönleriyle kucaklayacak olan Türkçe, öğrencinin yalnız bu ihtiyacına cevap verecektir. Öteki derslerde ölçülü bilgileri anlayıp anlatmak arandığı halde Türkçe dersinde her türlü bilgiyi en iyi anlama ve anlatma yolları üstünde durulacaktır.
Türkçe öğretmeni, hiçbir ihtisasa bağlı kalmayarak ana dilinin her alanda rolünü gözetmek zorundadır.
Türkçe öğretiminde edebî sanatları amaç tutmak tehlikeli bir yoldur. Amaç şair, yazar veya hatip yetiştirmek olmadığı gibi bunları yetiştirmek hiçbir öğretmenin elinde de değildir. Enstitünün verebileceği, orta fakat sağlam bir anlayış ve anlatış gücüdür. Okumada yazmada ve konuşmada güzellikten çok doğruluk aranmalıdır. Gerçekte de güzelliğin ilk koşulu doğruluktur. Bunu sağlamak gerçekte sanatçı yetiştirmenin en güvenilir yoludur.
Yunus Kazım Öğretmen, Ahmet Özkan’a teşekkür etti:
-Güzel okudun, iyi anladık, gelecek derste tekrarlayalım! deyip ayrıldı.
Yunus Kazım Öğretmen çıkınca Numan Köseoğlu:
-Sakallı hile yaptı, öğretmenin işaretlediği yeri okumadı! dedi. Gülenler oldu. Birileri Köseoğlu’na “yalancı!” diye bağırdı. Numan Köseoğlu, şaka söylediğini, ancak niçin şaka söylediğini açıklayınca herkes güldü. Ahmet Özkan güzel okuduğu için, beğendiği yeri okuduğunu söylemek istemiş. Buna daha çok gülündü. Ahmet Özkan gülenlerin başındaydı. Numan’a bakarak:
- Dervişin fikri neyse. . . deyip durduktan sonra yanındakilere:
- Bu sözün arkası neydi? diye sorunca, kahkahalar yükseldi. . . . . .
Yemekte bana konuşma fırsatı düşmüştü, daha önceleri üstünde durduğum Türkçe Dersi programı ile çıkan dergi üstüne başlayan şiir tartışmalarını anımsatıp müfredat programının amacına ters düşen olayları sıraladım. Ahmet Emin Yalman’ın kitabında neredeyse özendirilmeye çalışılan şiir yazma, şairlik, yazarlık gibi iş kaytarganlığı yapanları öne çıkarılmasını eleştirdim. Arkadaşlar, inşaattaki çalışmaları anımsadılar. Dergide yazıları özellikle de şiirleri çıkanları bir daha gözden geçirdiler. Nedense arkadaşlar dergideki şiirleri değil de toplantıda bir şiirini okuyan Turhan Aydoğan’ı dillediler. Ekrem Bilgin:
-Neymiş o, şiir. Bir iki pat küt etmiş, olmuş şiir dedi.
Ben anımsamadım. Ancak böylesi küçümsemeye de gönlüm razı olmadı. Ben, arkadaşlara şiir yazdıkları için değil, ortaklaşa işlerde şiire yaslanarak kendilerini öne çıkarma hilelerine girdikleri için bozuluyorum. Güzel şiir yazabilir. Göndersin şiirini, söz gelimi Varlık Dergisine. Tıpkı Şinasi Özden’in, Necati Cumalı’nın, Behçet Necatigil’in şiirleri gibi onları da severek okurum. Konuşa konula Salona döndük.
*
Öztekin Öğretmen, önce koro çalışması yaptırdı, listesi hazır olan, konser programı listesindeki marşları, şarkıları, türküleri tekrar tekrar söyletti. Arkasından ses seçimi, müzik İmlâsı çalışması yaptık. Ben gene piyanoda oturdum. Son iki saati enstrümana ayırınca piyano çalıştım.
Çoktandır Chopin çalmıyordum, birden onlara sarıldım. Chopin çalarken hep Alfred de Musset’in, Bir zamane Çocuğu’nun İtirafları kitabını anımsıyorum. George Sand, güzel bir bayan, Alfred de Musset’in sevgilisi. Bir masada oturuyorlar. Yanlarında Frederic Chopin. Alfred de Musset bir ara düşürdüğü bir nesneyi almak için masa altına eğilince sevgilisinin elini Chopin’in ellerinde görüyor. Romanı okudum ama sonrasını unuttum; nedense burası hep aklımda. Chopin deyince George Sand da onunla birlikte gözlerimin önüne geliyor. Mazurkaları, Etütleri, Prelüdleri, Valsi çalarken hep onları anımsıyorum.
Alfred de Musset George Sand Fredrich Chopin
Yemekte Kadir Pekgöz Sami Akıncı’nın kazandığı yarışmadan, kendisine ödül olarak verilen otuz beyaz kitaptan söz etti. Beyaz kitap dediği Klasik çeviri kitaplarıydı. Onların yerine para verilseydi falan dedi. Kadir’in dediklerine arkadaşlar katılmadılar. Dergi Kolu’nun para veremeyeceğinden söz ettiler. Kitapların nasıl sağlandığı konuşuldu. Derken kitaplıktaki kitapların hiç kontrol edilmediği, birilerinin oradan kitap aşırdığı öne sürüldü. Bu konuşmalardan kendime de pay çıkardım, oradan en çok yararlananlardan biri de benim. Gerçi benim, arkadaşların Beyaz Kitapları ile bir ilişkim yok ama sürekli kitaplıkta oluyorum. Giderek konuşmalardan sıyrıldım. Oysa kitaplar konusunda Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen bir kaç kez:
-Kitaplıktan alınan kitap yerine gelmezse o kitap kaybolmuştur ama çalınmış sayılmaz. Demek ki bir kitapsever onu kendisine ayırmıştır; biz onu öyle düşünürüz. İsterseniz siz de öyle düşünmeye çalışın. Eğer torba dolusu kitap alınıp satışa çıkarılırsa bize göre hırsızlık o zaman oluşur. Kaldı ki buradaki kitaplar, Tercüme Bürosu’nun bize bağışıdır. Bu nedenle kitapları Enstitü bölümü kitaplığından ayırdık! demişti. Kaldı ki kitaplık söylendiği gibi iyice sahipsiz de değil. Orta Bölüm öğrencileri orada sürekli nöbet tutuyor, temizliğini yapıyor. Sabahattin Öğretmen haftanın bir günü (Salı günleri öğleden sonları) kitaplıkta çalışıyor. Kitaplığı düzenliyor. Ayrıca Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca, Sabahattin Öğretmen tarafından görevlendirilmiş kitaplık sorumlusu. Hüseyin Atmaca bu konuda bir de ad uydurmuş:
-Otokontrol! diyor. Kitaplık kendi kendini koruyormuş! Benim gözlemlerime göre dergilerden kaybolanlar oluyor. Ancak dergiler de kitaplığa ücretsiz geldiği için zaten kaydı yapılmıyormuş.
Kitaplıkta bunları düşünerek Varlık Dergisini karıştırırken aşağıya tıpkısı aldığım yazıyı okuyup üzüldüm. Olayın böyle olduğunu hep bilir gibiydim. Vahit Dede’min yazdıkları, Mahmut Ragıp Gazimihal Öğretmen’in yazıp söyledikleri her bir noktada toplanıyor. Alaturkacı takımını koruyan birileri var, bunlar önemli makamlarda oturmuş, yetkilerini kullanarak, çok sesli müzik akımını engelliyor. İşte bir engelleme örneği:
Nurettin Şazi Kösemihal (Varlık Dergisi -1 Ocak 1945 sayı 277)
Ankara Radyosunun Yeni Musiki Programı
Bundan iki üç ay kadar önce Basın ve Yayın Müdürlüğünün radyoda saz musikisini yüzde elli, klâsik Türk Koro (1) musikisini de yüzde kırk nispetinde azaltmağa karar verdiğini işitmiştik. Ancak Radyo müessesesi programlarını üçer aylık olmak üzere hazırladığından bu kararı tatbik etmek için Eylül ayında başlayan üç aylık programın bitmesini beklemek zorundaydı. İşte aralık ayı başında eski program bittiğinden bir buçuk aydan beri yeni program tatbik edilmektedir.
Yeni programlara bakılırsa, Basın ve Yayın Umum Müdürlüğünün alaturka musikiyi ortalama olarak yüzde kırk beş nispetinde azalttığı görülür. Bizce bu azaltmanın iki gayesi olabilir; ya radyodan alaturkayı büsbütün kaldırmak yahut da sadece nispetini azaltarak gene eskisi gibi alafranga ile beraber yürütmek.
Radyo idaresi, alaturka programlarını kısarken acaba alaturkayı büsbütün mü kaldırmak yoksa sadece nispetini mi azaltmak niyetindedir? İşte bizim asıl anlamak istediğimiz budur!
Yeni programların tatbik şekline şöyle bir bakacak olursak Radyo idaresinin alaturkayı kaldırmağa hiç de niyetli olmadığı, bilâkis Basın ve Yayın Umum Müdürlüğünün başarmak istediği yeniliğe engel olduğu görülür. Bakın neden?
Gerçi Radyo Kurumu aralık ayı başından beri alaturka programlarını yüzde kırk beş nispetinde kısmıştır ama alaturka teşkilatından bir kişiyi bile feda etmiş değildir. Kadrosunu olduğu gibi tutmaktadır. Bu noktaya Basın ve Yayın Umum Müdürlüğünün dikkatini çekeriz.
Radyo idaresi alaturka programlarını kısmakta samimi olsaydı, Alaturka teşkilatını da aynı nispette küçülterek elde edeceği tahsisatla Batı müziği teşkilatını genişletirdi.
İlan edildiği üzere Radyo Kurumu dört sesli bir koro kurmağa karar vermiş bulunuyor. Bu maksatla geçen ay Radyoya davet edilen Devlet Konservatuvarında yetişmiş artistler radyoda, her gün çalışmaya ve haftada iki konser vermeye hazır olduklarını söyledikleri halde Radyo idaresi bütçe zarureti dolayısiyle ayda iki konserden fazlasını kabul edemeyeceğini ileri sürmüştür. Bir türlü de bu koroyu maktu ücretle artistler kadrosuna alarak kendisine mal etmek istemiyor. Beri tarafta öteden beri alaturka şarkıları tek ses üzerine kırk elli kişilik bir topluluk var. Bu topluluğa bağlı olanların hepsi de daimi bir ücretle radyoya bağlanmışlardır.
Her biri derecelerine göre yüz ile dört yüz lira arasında ücret alırlar.
Dört ses üzerine kurulacak olan bu koronun kadrosunu dolduracak ve haftada iki konser verecek yeter sayıda artist vardır. Bundan bir kaç sene önce Adnan Saygun’un şahsi girişimiyle kurulan otuz kişilik koronun Halkevindeki ve Radyodaki konserlerini dinlememiş olsaydık hiç kuşkusuz bu kadar kısa bir zamanda haftada iki konser verebilecek böyle bir koronun hazırlanacağını söylemeye cesaret edemezdik.
Sözün kısası, radyo idaresi kırk elli kişilik kadroyu işgal eden alaturkacı şarkıcıların yerine Devlet Konservatuvarında yetişmiş, ses tekniğini bilen elemanları getirir ve bu işin idaresini de bu sahadaki tecrübeleriyle tanınmış bir şefe bırakırsa radyo en kısa zamanda modern manada bir koroya kavuşmuş olur.
Görülüyor ki alaturka musiki radyodan kalkarsa yerine acaba ne koyabiliriz diye telaşlanmaya hiç bir sebep yok. Klâsik Türk koro (!) musikisi (Yeni adıyla Tarihî Türk Musikisi) kalkacak olursa yerine hemen dört sesli modern bir koro kurmak mümkün olacak. Madem ki Türk koro musikisi Radyo idaresinin de itiraf ettiği gibi tarihî musikidir. Antika ve mezelik olmuş bir musikiyi haftada iki kez söyleterek gündelik hayata sokmanın manası var mıdır? Senede bir iki kere plâkları çalınsa yetmez mi?
Aynı şekilde tarihin malı olması lâzım gelen fasıl musikisinin de radyoda yeri olmaması gerekir. Fasıl musikisinin yerini de oda musikisi, yani sonatlar, triyolar, kuartetler v. s. tutabilir. Gerçekten bugün fasıl musikisi de yüzde elli nispetinde azaltılmıştır ama kadrosunu bu dolgun kadroda batı musikicilerine ayrılırsa Radyoda haftanın belirli günlerinde fasıl musikisi yerine memleketimizde tanınmış yerli ve yabancı sanatçıların sonatlarını, triyolarını, kuartetlerini dinlemek imkânı kazanmış oluruz.
Yalnız, Cumhuriyet Türkiye’sinin kendine gaye edindiği Batı musikisini halka aşılamak vaziyetinde bulunan radyo idaresi bu sevilerin en iyi örneklerini vermek zorundadır. Bu itibarla oda musikisi elemanlarını seçerken çok titiz davranması lazım gelir. Radyo idaresi bu noktaya hiç dikkat etmemektedir. Radyo’nun (Radyo Yönetiminin) aynı zamanda Millî Hudutları aşan bir yayın vasıtası olduğuna göre, musiki seviyemizin çok altında olan bir takım grupları bütün dünyaya dinleterek, Batı musiki seviyemizi olduğundan aşağı göstermeğe hiç bir zaman hakkı yoktur.
Bütün bu söylediklerimizden anlaşılıyor ki alaturka kalkarsa programların açığını kapatmak pek kolay olacak. Tarihî Türk koro musikisinin yerini dört sesli koro; fasıl musikisinin yerini de oda musikisi tutacaktır. Solo şarkılar programlarında alaturka şarkıcılar yerine Opera şubesinde yetişmiş artistleri dinleyeceğiz. “Yurttan Sesler” programı zaten yüzde on nispetinde artmıştır. Dört ses üzerine kurulacak olan yeni koro, ses tekniğini bilen elemanlardan teşekkül edeceğine göre “Yurttan Sesler” programını da büyük bir kolaylıkla başartacaklarına şüphe yoktur. İkileşen salon orkestrası da alaturkanın bırakacağı boşluğu geniş ölçüde doldurabilir. Gerçi ilân edildiği üzere salon orkestrası ikileşmiştir ama ikincisi birinciden eleman almak suretiyle meydana gelmiştir. Bu hareket de radyo idaresinin Batı müziği kadrosunu genişletmekten ne derece çekindiğini açıkça göstermektedir.
Kültür hareketlerine öncülük eden Milli Eğitim Bakanlığı okullardan alaturka müziği kaldırmakla, yalnız Batı müziği tekniğini öğreten Devlet Konservatuvarını açmakla Cumhuriyet Türkiye’sinde müziğin tutacağı yolu açıkça göstermiştir. Devlet Teşkilatına bağlı olup da musiki ile ilgili olan bütün kurumların, Milli Eğitim Bakanlığınca çizilen bu yolda yürümeleri şarttır. Bu itibarla Radyo yönetimi, Devletin amacına aykırı bir musikiyi yaymak va alaturka programlarını azalttığı halde iç kurumlarını hala olduğu gibi tutmak konusunda direnmekten vaz geçmelidir.
Basın ve Yayın Genel Müdürlüğü Radyo müziği yayınlarını Cumhuriyet Türkiyesi’nin ideal edindiği yolda yürütmek istiyorsa her şeyden önce Radyo Yönetimini, yeniliğe engel olan zihniyetinden vazgeçirmelidir
Nurettin Şazi Kösemihal
Yatınca bir süre düşündüm, keşke bu yazıyı geçen gün alıp Yahya Kemal Beyatlı yazısına ekleseydim. O zaman belki Sabahattin Öğretmen beni haklı çıkarırdı. Devletin Radyosu bile Batı müziğine karşı (çok sesli) direniyor.
Bu konuda düşündükçe, kendime göre fikirler üretiyorum. Şimdi de şu aklıma geldi:
-Ağıt müziği sonraları ikiye bölündü; kederli, neşeli oldu diyelim. Bu iki müzikten biri halk müziği şekline dönüşürken, alaturka nereden türedi? Bunun cevabı hazır. Bu ilkel müzik sonraları halkların kullandığı çalgılara göre şekillendi. Vurmalı çalgıları kullananlarla yaylı çalgıları kullananlarda farklılıklar ortaya çıktı. Örneğin bağlama türü çalgılarda sesler sınırlı olduğu için bağlama çalarak türkü düzenler sesleri sınırlı uzattılar. Halk türküleri böyle oluştu. Yaylı çalgılara gönül verenlerin sesleri sınırsız uzayabildi. Sonradan nota kullanılınca bunlara “Koma!” yöntemi denen olay alaturka müziğin oluşmasını sağladı. Perdeli çalgıları kullanan halkların müziği koma yöntemine uymadığından nota sistemine ters düşmemektedir. Bu nedenle Türk Halk müziği çok sesliye dönüşmeye elverişlidir. Oysa alaturka müzik, yaylı çalgıların kaypaklığına göre seslendiğinden notaya uydurmak olası değildir. Örneğin Sarı Kurdelem Sarı şarkısını söyleyen Safiye Ayla:
-Sarı kurdelem sarı derken ı sesini tekrarlar gibi söylüyorsa da söylenen ı sesi, bayrak uçlarının rüzgarda oynayışı gibi titremsi bir değişimine uğramaktadır. Oradaki ı, gene ı olarak kalıyorsa da sezilemeyecek farkla incelir. Bunu yaylı çalgıyla çıkarabiliriz ama piyano ya da mandolin türü perdeli çalgılarda ı sesini değiştirmeden ancak trille gösterebiliriz. Oysa keman ya da yaylı tambur, Viyolonsel bunu koma yöntemine göre i sınırına dek indirebilmektedir. Bu tür müziği dinleyenler, alışkanlık nedeniyle giderek bunun tiryakisi olurlar. Müzik, konuşma dili gibi bir ses alışkanlığıdır. Çin halkı pentatonik, yani beşli sesler üstüne kurulduğundan onlar da Batı’nın gam yöntemi müziklerini anlamakta zorlanırlar.
Gerçekte işin içinden tam çıkamamakla birlikte rahatlatıcı bir uğraş içinde olduğumun ayırdındayım. Gözlerim yumuldu. . . .
17 Ocak 1945 Çarşamba
Doç. İbrahim Yasa’nın geldiği akşam duyurulmuştu. Uyandığımda ondan söz edenleri dinledim. Genelde öğretmenden çok Burhan Güvenir dilleniyor:
-Doç! seninki ders yapar mı? Burhan Güvenir sinirleniyor. İlk sözü de
-Oğlum, bana ne soruyorsunuz? Ben de sizin aranızdayım, kendisiyle ayrıca konuşmuşluğum mu var? Karşılık veriliyor:
-Vardır var, “Sen karda gezer, izini belli etmezsin!” Gülenler oldu. Burhan Güvenir de güldü:
-Daha neler? Sonunda beni tilki de yaptınız, bir de postumu isteyin barı!! Bir ses:
-Tilki değil, tilki gibi kurnaz! Satılmış Aslantaş arka çıktı:
-Hemşerime sataşmayın! Şaka kaldırıyor diye sonuna dek gitmek zorunda değilsiniz! “Tamam abi, haklısın abi” diyenler oldu. Birisi de:
-Karıncanın kardeşi! deyince Ali Bayrak:
-Karıncanın kardeşi ya, ne sandın, salt Konyalılar mı hemşerilerine sarılır? Abdullah Ön kalın sesiyle:
-Hayda!, Konya kadar taş düşmesin başına! Bak gene insaflı davrandım. Konyalılar merhametlidir. Gülenler oldu. Konya kadar taş bulunup bulunmayacağı soruldu. Abdullah Ön sözü tamamladı:
-Bulunamayacağı için düşmesin! dediğini anımsattı.
Kahvaltıda da Doç. İbrahim Yasa konuşuldu. Askerdi ama askerlik yapmamıştı. Ekrem sordu:
-Bu ne biçim askerlik böyle? Askerlikte herkesin gerçekten askerlik yapmadığını, kimi erlerin subay evlerinde hizmetçi görevi yaptığı, konuşuldu. Emireri olmakla sakalık yapma arasında farklar tartışıldı. Bizim kahvede ballandıra ballandıra anlatılan Emireri hikâyelerinden anımsadıklarımı tekrarladım. Ancak, anlattıklarıma kendimin de inanmadığımı ekledim. Çünkü, Emireri olarak askerlik yapanların oldukça incindiklerini yansıtan bir yanları olduğu besbelli. Bu nedenle anlattıkları abartılı olabilir.
*
Doç. İbrahim Yasa değişik bir kılıkla geldi. Gülümseyerek:
-Askerliği şimdilik bitirdim, bir daha çağırmazlarsa gönüllü gitmem! deyince parmaklar kalktı. Mehmet Kocaefe. oldukça dik bir sesle sordu:
-Savaş olunca da gitmez misiniz? İbrahim Yasa, başını sallayarak bizlere sordu:
-Savaş olunca insanlar askere kendileri mi giderler? Bunu bilmiyordum! dedi. Sözlerinde gizli bir alay olduğu seziliyordu ama, gene de bilmeyebilirliği düşünülerek açıklamalar yapıldı.
İbrahim Yasa bundan sonra yapılacak dersler üstüne bilgiler verdi. Ödevler vereceğini, ödevlerin dergide yayınlanacağını, dergide yazısı yayınlanmayanın kendisinden geçerli not alamayacağını söyledi. A. B. D. üniversitelerinden örnekler verdi.
Dergide yazısı çıkan Burhan Güvenir için övücü sözler söyledi. Örnek olarak da Burhan Güvenir’in yazısını dergiden okudu. Yazı oldukça uzun olduğu için bitmeden ders bitti.
Öğretmen ayrılınca önce Mehmet Kocaefe büyük bir eleştiriyle karşı karşıya kaldı. Hasan Özden, Kemal Güngör gibi Kızılçullu grubunun önde gelenleri de Kocaefe’ye çıkıştı:
-Sen biraz daha sabırlı olamaz mısın? Ancak Kadir Aytekin’in benzetmesi olayı başka yöne çevirdi. “Havlamasını bilmeyen. . . . sürüye kurt getirir.” Mehmet Kocaefe öfkeli bir sesle Kadir Aytekin’e:
-O noktaların yerine kendini koy, sonra da açıkla! deyince büyük bir ses kargaşası oldu. Tam bu sıra Doç. Halil Demircioğlu kapıdan girdi. Kargaşayı sezdiği için sordu:
-Önemli bir konu mu tartışıyorsunuz? Tam önünde Düriye ile Fatma oturuyordu. Biraz renklendiler ama gene de saklayamadılar:
-Çıkardığımız dergi üstüne konuşuluyordu! Doç. Halil Demircioğlu’nun bizim dergi ile ilgileneceğini hiç ummuyordum. Sanırım arkadaşlar da öyleymiş, O:
-Derginiz bir öğrenci dergisinin ilk sayı olarak takdire değer. Ancak, Hasanoğlan tarihini neden bir öğrenci, içinden biriniz yazmadı, ona üzüldüm. Tarihe karşı ilgi duyanınız yok mu?
Tarihi sevenler konuştu: Mehmet Toydemir, Burhan Güvenir, Ahmet Allı, Süleyman Koyuncu, Hasan Serinken, Azmi Erdoğan ayrı ayrı kalkıp tarihi çok sevdiklerini ancak okul kitaplığında aradıklarını bulmadıklarını söylediler. Öğretmen bunları ciddiye alarak eni konu kaynak yerleri gösterdi. Gösterdiği yerlerin başında Tarih Kurumu vardı. Dil Kurumunu biliyordum ama Tarih Kurumunu ya bilmiyordum ya da unutmuştum. Ben Milli Eğitim Bakanlığı kitaplığını söylemesini beklerken öğretmen ona hiç değinmedi, Kurumun kitaplığını anlattı. Bu arada Dil Kurumu ile Tarih Kurumu’nun açılış nedenlerini, Atatürk’ün buna çok önem verdiğini, vasiyetinde bu iki kuruma sonsuza dek yardım edecek pay ayırdığını anlattı. Arkadaşlardan kimileri kendi bölgelerinde yapılan kazılardan söz ettiler. Ben de söz isteyip Lüleburgaz yakınındaki Umurca höyüklerinin kazıldığını söyledim. Halil Demircioğlu, bu konuların kendi dalı olmadığını ancak Tarihi bir bütün olarak düşününce kendisini dışarda da tutmadığını anlattı. Kendisini gerçek bir tarihçi saymadığını, tarihimizin özel bir sayfası olan Devrimimizi ayrıntılarına dek anlatmakla yükümlü olduğunu tekrarladı. Bu arada Türk Dil Kurumunu soran oldu. Öğretmen bu kez bize sordu:
-Onu da mı öğrenemediniz?
Dil Kurumunun varlığından haberli olduğumu ancak yakından tanıyamadığımı anlattım. Küçük Cep Kılavuzlarımı gösterdim. Öğretmen güldü:
-Sen yaklaşmışsın, bir gün bir bilenden sorarsan sana Kurumun yerini de gösterirler, işin zor değil! deyip güldü. Öğretmen bundan sonra Enstitü Bölümü tarih Öğretmeni Tahir Erdem’in dergideki Hasanoğlan Tarihi yazısından bölümler okudu. Tahir Erdem’in değindiği konuları daha açıklarının Tarih Kurumu yayınlarında olduğunu, kazılardan çıkan kalıntıların da müzede görülebileceğini anlattı. Arkadaşlar müzeyi birlikte gezmeyi dilediler. Öğretmen söz verdi. Nisan ya da Mayıs aylarında bunun gerçekleştirilmesi kararlaştırıldı. Neşeli bir ders geçirdiğimizi düşlerken öğretmen bir yandan çantasını toplarken bir de ödev yükledi. Devrim Tarihi dersinde okuduğumuz ya da konuştuğumuz bir konuyu tarih açısından kompozisyon olarak yazılacak. Mayıs ayına dek süre tanındı. Fazla düşünmeden karar verdim:
-Denizli olayını yazacağım. Demirci Mehmet Efe-Denizli Olayı. Birden sevindim. Arkadaşların çoğu yüzlerini ekşitirken sanırım ben içlerinde en neşelisiydim.
Yemekte konu tarih ödeviydi. Öyle rahattım ki, bana sorulduğunda:
-Tarihi çok seviyorum, anlatılan her konu için iki üç sayda yazabilirim! Arkadaşlar hemen sipariş verdiler, kendileri için de yazmamı istediler. Koşul koydum:
-Konunun başlığını siz koyarsanız altını yazarım. Kamil Yıldırım:
-Konunun başlığını saptayınca ötesini Ninem de yazar! Halil Yıldırım ekledi:
-Yok deve! O kadar da mı uyuduk bu derslerde? Adam bize ne güzel olaylar anlatmıştı. Kendimizi azıcık sıkınca herhalde bir şeyler bulacağız!
Birbirimizi cesaretlendirerek masadan kalktık.
Öztekin Öğretmen gelmiş, bizi Şerif Yalman’ın uygulama dersine götürdü. Dersine girdiğimiz sınıf Rahmiye Öğretmen’in sınıfıydı, benim iyi tanıdığım bir sınıf. Mandolin çalışmalarında pek şarkı söyletmiyordum. Şerif iyi çalışmış, çocuklar şarkıları güzel söylediler. Ancak mandolin parçalarının biri ikisi dışındakiler benim çalıştırdığım parçalardı buna da sevindim. Rahmiye Öğretmen nedense gelip benim yanıma oturdu. Bunu da sevinç payıma yazdım. Demek ki konuşmalarımızdan, tartışmalarımızdan olumsuz bir sonuç çıkarmamış. Nebahat’a karşı ilgimi de biliyordu. Belki de o nedenle beni daha yakın buldu. Benim oturduğum sıradan önce üç dört sıra varken, hepsinde boş yer dururken benim yanıma gelmesini anlamlı buldum. Şerif Yalman ter toprak içinde şarkı söyletirken bunları düşündüm. Şerif programın sonunda keman çaldı. Şerif tiyatro çalışmalarında çok başarılı. Ancak kemanı zayıf. Fransız besteci Gossec’ten bir gavot çaldı. Güzel bir parça. Kemancıların sevip üstünde çok durdukları bir parçaydı bu; hepimizin ezberinde. Şerif heyecanlandı, telleri biraz gıcırdattı. İçimden:
-Keşke çalmasaydı! dedim ama, çaldı.
Ders sonunda Bölüm Başkanımız Şerif’i kutladı. Demek ki kemanını da beğenmiş, önemli olan onun beğenmesi. . . . Şerif son sınıfta, bir kaç ay sonra öğretmen olarak bir Köy Enstitüsüne gidecek. Bölüm Başkanı şimdiden kutlayarak Şerif’ten, gittiği yerlerde de böyle başarılı çalışmalar beklediğini söyledi. Bir an için Şerif Yalman’a okulu bitirmiş gibi baktım. Şakacı Şerif Yalman, sanırım gittiği yerde ilk işi okulun temsil işlerine el atmak olacak. Kepirtepe’yi anımsadım, bir grup arkadaş nasıl anlaştıksa bir temsil hazırlamak için çırpındık durduk. İlk yıl, üç yer değiştirdiğimiz için bunu başaramadık. 2. yıl, okulun yapımı tüm yıl sürdü. Üçüncü yıl Hidayet Öğretmen gelince hemen bu işe kalkıştık. Mavi Yıldırım’ı hazırladık, sahneye koymak üzereyken Hasanoğlan’a göçtük. Neyse ki Hasanoğlan’da konuk ekiplerden yeni oyunlar öğrendikçe piyeslere gerek duymadık. Kepir’e dönünce Hidayet öğretmenden yoksun kalmıştık. Bize yardım eden öğretmen yoktu. Daha doğrusu bizim hazırlık yapacağımız zamanlarda öğretmenler çaresizlikten okuldan ayrılıp Lüleburgaz’daki evlerine dönüyorlardı. Gene de Reşat Nuri Güntekin’in İstiklâl piyesini oynamıştık. Sonunda (biz de son sınıf olmuştuk) Sabahat Öğretmenin gözetiminde Faruk Nafiz Çamlıbel’in Akın piyesini gönlümüzce hazırlamıştık. Bu nedenle, Şerif Yalman’in tiyatro severliğini çok önemsiyorum. Bundan olacak, Bölüm Başkanının iyi dileklerine gönülden katıldım.
Uygulamadan sonra serbest çalışma yapıldı. Faik Canselen Öğretmenin verdiği armoni ödevini hazırladım. Hanon etütlerindeki kromatik gidişleri Faik Öğretmen verdiği ödevin ip uçlarını gösteriyor. Metotta dağılan notaları akor şekline sokunca aynı sonuç alınıyor. Böylece işin kolayını yakalamış oldum.
Verdiğim kararı bozdum, Mozart’ın yeni bir sonatına başladım. Köhel dizisi 279 do majör. Girişi kolay gibi geldi. Bir süre çalıştıktan sonra Faik Öğretmene haber vereceğim. Zaten öğretmen beni serbest bırakmıştı. Hanon dışında Czerny etütlerine çalışıyorum. Onlarda, sanki beste için yapılmış gibi güzel parçalar var. 19 nolu parçayı çala çala ezberledim. Tram, tram; tram diye seslerin yükselmesi Mozart’ın ünlü menüet’ini (Divertimento No 17, kv, 334) andırmakla birlikte düpedüz onun gibi yükselmeyip sonlara doğru kendine özgü düşüşlerle tamamen başkalaşıyor.
Akşam, Bölüm Başkanının isteğiyle plak dinledik. Ancak Bölüm Başkanı gündüz çok beğendiğini söylediği Şerif Yalman’ın ufak tefek kusurları diye başladığı konuşmasını genelleştirip son sınıfların uygulama derslerine gönülden katılmadıklarını, sıradan savma kabilinden baktıklarını vurguladı. Oysa kendisi bu dersleri notla değerlendiriyormuş, bu notlar sınavlarda alacakları notlarla karıştırılıp, sonucu etkileyecekmiş. Şimdiye dek ders verenlerin hiç birisi şimdiki durumda yeterli bir not tutturamamış. Bir anda hepimizde bir burukluk oldu.
Arkadaşlar, Rus Beşleri’nden Rimsky Korsakov’un Şehrazat’ını, Johannes Brahms’ın 4. Senfonisini istediler. Bölüm Başkanı Şehrazat üstüne konuşma yaptı. Ünlü Binbir Gece Masalları kitabı Batı ülkelerinin kitaplıklarında uyur uyanık okunurken, onu anımsatan Korsakov’un eseri, onu dünyaya sesle dağıttı, konser salonlarının gediklisi olup çıktı! dedi. Bize de bunun nedenini sordu. Arkadaşlardan, müziğin etkisini söyleyenler oldu. Konuşmalar ilerledikçe Masalların tamamını hiç birimizin okumadığı ortaya çıktı. Bölüm Başkanı gülerek:
-İşte biz buyuz; al birimizi vur ötekine, konuşmaya gelince lâfımız boldur. Haklı olduğumuz tarafımız da vardır. Benim bildiğim masalların ele alınacak kitabı da yoktur. Batılılar bu işleri kusursuz yapıyor. Olay da bundan kaynaklanmaktadır.
Brahms başlayınca sus pus olundu. Bir ara gözlerim kızlara takıldı. Yıldız, düpedüz uyuyor, Necmiye, uyur uyanık, Halise’nin gözler açık. “Gözleri açık uyumuyorsa, dinliyor sayılır” deyip gülümsedim. Ona baktığımı anladı o da gülümseyip yanındakileri dürtükledi.
Yatakhaneye dönerken son sınıflar azıcık celâllendiler:
-Bölüm Başkanı düpedüz tehdit ediyor. Sınavlar, sınav komisyonu önünde yapılır, tek kişinin notu etkili olacaksa sınavın ne anlamı kalır? Hüseyin Çakar’a “Yandın!” diyen oldu. Hüseyin Çakar, ilk yıldan beri, Bölüm Başkanıyla anlaşamıyormuş. İlk yıl o da benim geçen yaz kaldığım gibi burada kalmış, o zaman aralarında bir anlaşmazlık çıkmış, Hüseyin Çakar yaklaşma yerine uzaklaşmayı yeğlemiş. O böyle davranınca Bölüm Başkanı da ona iyice sırtını çevirmişmiş. Bunu seziyordum ama bu denli açık bir gerilim olduğunu bilmiyordum. Hüseyin Çakar adına üzüldüm.
Yatınca da hem Hüseyin Çakar’ı hem de kendimi düşündüm. Bölüm Başkanı ile hiç bir sorunum olmadı, tersine o beni her zaman öne çıkardı. Yoksa bu öne çıkarış Hüseyin Çakar’a karşı bir numara mı idi? Hüseyin Çakar da benim gibi akordiyon çalıyor. Öyleyken Bölüm Başkanı akordiyon’u bana verdi. Akordiyon piyano yanında ikinci çalgım sayıldı. Benden daha iyi (Milli oyun müziklerini) Akordiyon çalan Hüseyin Çakar’sa ikinci çalgı olarak keman çalışıyor. Hem sevindim hem de kuşkuya kapıldım:
-Ayağımı denk atmazsam, çukura düşebilirim! Zaten okul müdürü ile barışık değilim, bir de Bölüm Başkanı ile çatışırsam, burada kalmam söz konusu olamaz. Bir an için Hasanoğlan’dan ayrılmış gibi buruklaştım. Bu denli sevdiğim piyanodan ayrılmanın vereceği üzüntüyü duyar gibi oldum. Sağa sola dönüp kendimi toplamaya çalışırken uyumuşum.
18 Ocak 1945 Perşembe
Rüyamda köye gitmişim. Köyden Alpullu’ya gitmem gerekiyor. Köyle Alpullu arasında iki yol var; biri Kumrular Çavuşköy’den geçer, öteki ise doğrudan Röslein’in köyünden Alpullu’ya ulaşır. Bu iki yol köyden tek yol olarak çıkıp bizim Müsellim Sırtı dediğimiz büyük tarla yanından ayrılır. Tarlaya dek gidip geri dönmüşüm. Neden döndüğümü soruyorlar. Bir türlü söyleyemiyorum. Sözde, Röslein’in köyünden gitmeye karar vermişim ama ya ondan bir kötü haber alırsam? deyip geri dönmüşüm. Öteki yoldan neden gitmedim? deyip hayıflanırken uyandım. Rüyaların kimi kez bu denli saçma olduğunu bir kez daha anladım. Gene de köyüm, Alpullu yolu, yol üstündeki çeşme, Çeşme çevresini saran ulu meşeler gözlerimin önünde canlı canlı durdu. O yollarda bir zamanlar pancar taşımıştık. Ben genellikle arabaya biniyordum ama gidişte arabanın arkasında olduğumdan kuzey rüzgarından korunamıyordum. Görevim de Şeker Fabrikası bitişiğindeki tartı kantarı sırası beklenirken saatler sürüyordu. O zaman mandaları çözüp, yemlemek, sulamak gibi işleri yapıyordum. Mandalar çok güçlüydü, onlarla en az bir ton pancar götürüyorduk. Atlar, beş yüz, öküzler ancak sekiz yüz kilo taşıyabiliyordu. Dönüşte çoğunlukla uyuyordum. Rüzgâr önden geldiği için çullara sarınıp yatıyordum. Yollarda titrerken de aklım fikrim hep okumaktaydı. Babam ancak okursam bu tür işlerden kurtulacağımı sürekli öğütlerdi. Alpullu yoluna öylesi alışmıştım ki, orada kaldığımız 1939 yılı ara tatilinde geç vakit izin çıkınca yaya olarak köye dönmüştüm. Hemşerim Kadir Pekgöz o zaman bana daha bağlıydı. Onun köyünden geçmek koşuluyla bana katılmıştı. O nedenle yolu biraz uzatarak döndük. Yol uzadığından gece saat 22:00’de kahveye girince herkes şaşırmıştı. Üstelik hava kapalı, zifiri karanlıktı. Sonraları bana, böyle vakitsiz gelişimi, okuldan kaçmış ya da kovulmuş olacağıma yorarak, içlerinden acıdıklarını söyleyenler olmuştu. Ne ilginç, ben mutluluktan, kendime güvenden uçuyordum, karşımdakiler bana acıyormuş. Bunu hep anımsadım; insanların bir başkasını değerlendirmesi yanılgılarla dolu olabiliyor.
Kahvaltıda Hamdi Keskin Öğretmenin şiir okuması konu edildi. Beğenenler oldu. Nihat Şengün önce beğendiğini söyledi ama bir benzetme yapınca beğenmemişlik duygusunu uyandırdı. Benzetme biraz yanıltıcıydı:
-Taş duvar örerken, ustalar belli yerlere büyük taşları koyarlar. Usta taşı zor kaldırır ama yerine oturunca da taşın yerine iyi yerleştiği görülür. Hamdi Keskin Öğretmen de şiir okurken sözleri iri taşları yerleştirir gibi yerine koyuyor!
Usta, taş duvar derken Enstitü bölümlerindeyken kimin hangi sanatta olduğu ortaya geldi. Benim marangozluk, hemşerim Kadir Pekgöz’ün duvarcılık bölümünde oluşumuza arkadaşlar şaştı:
-Siz, bölüm seçerken serbest mi bırakıldınız? Öyle olduğunu söyleyince bu defa biz şaştık. Onlarda, boylarına, bedensel gelişmelerine göre ayırmışlar. Benzer okullarda farklı uygulamalar giderek gözümüzde çoğalmaya başladı. Kızılçullu’da okusaydık hemşerim Kadir’le gene ayrı bölümde olacaktık ama o marangoz, ben duvarcı olacaktım.
*
Hamdi Keskin Öğretmen, elinde kitaplar, gülümseyerek geldi:
-Son iki dersimizi de şiir konuşarak geçirelim, sonra biraz da nesirle uğraşırız. Onlara göre Nasirlerimizi gözden geçirelim! deyip nasım-nesir sözlerinin nasıl değiştiğini anlattı. Şair sözüne özenerek nasir, denebileceğini tekrarladı. Sonra da bir dergi göstererek bizde yazarların öbekleşerek bir dergi çevresine toplanmasının gelenekleştiğini, Servet-i Fünun, grubu gibi dedikten sonra Yedi Meşale dergisini gösterdi. Harf Devrimi yıllarına rastladığını, eski yazıyla başlayıp yeni yazıya geçildiğini anlattı. Yedi, sanat sever genç, (En küçüğü 1910, en büyüğü 1903 doğumlu) birlikte bir dergi çıkarmaya karar vermişler. Dünyada, özellikle de Fransa’da çok benzerleri görülen bir birlik oluşturmak istemişler. İçlerinden birisi dışında hepsi şiir tutkunuymuş. Değişmez ilkeleri Cumhuriyet Türkiyesinin zevkine uyan şiir akımını geliştirmek. Aralarında benzerlik gibi bir savları olmamıştır. Dergi işi yürümemişse de yedi arkadaş dergiden sonra da yazmayı sürdürmüşlerdir. Biz de dergiden çok, o yedi sanat sever insanımızın sonraki başarıları üstünde duracağız. Bunlardan birisi, Yaşar Nabi Nayır, şiir yazmayı sürdürmekte, şiir çevirileri yapmakta, bunları kurduğu Varlık Dergisi aracılıyla yaymaktadır. Yaşar Nabi Nayır aynı zamanda iyi bir eleştirmen, iyi bir gözlemci, iyi bir seçicidir. Varlık Dergisi yoluyla genç yazarlara, şairlere yol gösterip onları yazmaya heveslendirmektedir.
Öğretmen Varlık Dergisi’ni okuyup okumadığımızı sordu. Ben de okuyanlar arasında parmak kaldırdım. Kalkınca da Yaşar Nabi Nayır’ı tanıdığımı, konuştuğumu, Vahit Dede’min yazılarını yayınladığı için dergisini sevdiğimi söylediğimi de ekledim. Hamdi Keskin Öğretmenin gözünden kaçmadı hemen:
-Deden ? deyip başını salladı. Arkadaşlar da “Dede!” sözüne ilgi duydu, anlattım. Hamdi Keskin Öğretmen de Vahit Lütfi Salcı’nın yazılarını okuyormuş, çok ilgilendi, hakkında bilgi aldı. Yaşar Nabi için böyle konuşunca Hamdi Keskin Öğretmen bu kez ötekileri sordu. Cevdet Kudret’in Varlık Dergisi’nde yazılarını, şiirlerini okuduğumu, Vasfi Mahir Kocatürk’ün ise Şaheserler Antolojisini bir kaç yıl önce aldığımı, ondan çok yararlandığımı anlattım. Başka? diye sorunca da bu kez Sabri Esat Siyavuşgil’in çevirisi Cyrano de Bergerac kitabını okuduğumu anlattım. “Ziya Osman Saba’nın Varlık’taki şiirleri” derken öğretmen, eliyle oturmamı işaraet ederek:
-Bakalım, arkadaşlar neler diyecek! deyip döndü. Öyle demesine karşın kimseye soru sormadı. Yedi Meşalecilerin adlarını sıralayarak, şiir yanında ayrı meslekler tuttuklarını, Sabri Esat Siyavuşgil’in psikoloji dalında çalıştığını, Vasfi Mahir Kocatürk’ün öğretmen olduğunu, Ziya Osman Saba’nın bankada çalıştığını anlattı. Yaşar Nabi için de:
-Yaşar Nabi, arkadaşlarından aldığı güçle onlar adına yayıncılığı sürdürüyor, başarılı da oluyor. Yedi Meşaleciler meşalelerini şimdi zaman zaman Varlık Dergisi’ne ışıldatıyorlar, deyip sıra ile örnekler okudu. Önce Ziya Osman’dan:
Ziya Osman Saba ( 1910)
Evim, Karım, Çocuğum Şu fakir mahallede bir göz evim olsaydı,Nasıl sevinç içinde çıkardım şu yokuşu. Arkadaşlık ederdi yolda ihtiyar komşu.Nasıl hafif gelirdi eve taşıdıklarım. Kapıyı ben çalmadan açıverirdi karım.Her akşam tekrarlardım özentisiz bir adı. Boynuma atılırdı “Baba!” derdi çocuğum.Eriyip giderdi bir an içinde kaygım. . .
(Varlık Dergisi-1941. s. 185)
Sessizlik Biz o kadar o kadar ağladık ki beraber,Göz yaşları doldurdu avucumu şimdilik.Şimdilik uzun, uzun, bambaşka bir sessizlik,Yavaşça alçalarak, yavaşça bizi dinler. Etrafta kalan sesler kesildi birer birer.Hatırlanmaz olmuşum, her şey uzakta, silik.Yalnız senin vücudun. Ah işte bir içimlik.Bir su gibi ellerin avucumda serinler. Vücudunun gölgesi bak yerde gölgemle bir.Yeni bir nefes gibi sessizlik göğsümdedir.Sessizlik içime doluyor yudum yudum. Dolu bir yelken gibi göğsümde genişliyor,Ve öyle için için, ve öyle geniş geniş, Ben hiç bir şey duymadan ben yalnız seviyorum. . .
(Varlık Dergisi-1942. s. 205)
Toprağım Ne kadar istiyorum akşamlayın ezandı,Eski bir evde olmak, orda, Eyüp Sultan’da.Bir yanda ölmüşlerim, bir yanda kalanlarım. Duyayım: Gece, gündüz, hayat, ölüm iç içe.Dallara konan karga, camıma vuran serçe.Toprakta yatan annem, eli dizimde karım. Ahret dolsun içime kumruların “Hu!” sundan.Diyeyim ki, caminin geçerken avlusundan,Şu musalla taşında bir namaz yatacağım. Bir tabutun içinde sır vermeden gidenler,Orda beyaz taşlarla yıllardır beni bekler,Benim de gözlerime yakın olsun toprağım.
(Varlık Dergisi 1942-sayı:205)
İyi İnsanlar
Sizleri göreceğim geldi iyi insanlarHür gemiciler, deniz. . Yollar, şen şarkılar. . .Masal şehzadeleri, tarihte kahramanlar. . .Sonra topraktakiler:Nûr yüzlü büyük babam,Bir genç subaydı babam, annem, yaşlı öğretmenim.Sizler ve çocuk kalbim, ne kadar griydiniz,Ne kadar temizdiniz sınıf arkadaşlarım!. .
Yaşar Nabi Nayır (1908)
Sen IAşkımı gözlerinle, dün kalbime işledin,Bir san’atkâr eliyle oyar gibi mermeri.Rüzgâr yüzü görmeyen ufkumda genişledinBir fırtına halinde koptuğun gündenberi. Daha fani olaydı kurtulurdu zarardan,Aşkım ki farkı yoktur dağ başındaki kardan.Gururuma basarak üstüne çıkanlardanDönmeyen bir sen varsın, yalnız sen varsın geri.Nasıl taşta çeliğin izi kalırsa derinÜstüne satır satır öyle nakşoldu yerin.Üzülme, senden sonra kalbime girenlerinYalnız senin aksindir orda görecekleri. . . IIAyırma gözlerini gözlerimden bu akşam,Böyle saatlerce bak, böyle asırlarca bak.Gözlerine yavaşça, yavaşça doldu akşam,Gözlerin ateşini kalbime boşaltarakBenim içimde yaktı sanki gurubu akşam.Senin kirpiklerinde bir damla oldu akşam.Gündüzden, gürültüden ve kâinattan uzak,Akşamı seyredeyim bakışlarında, bırak.Ayırma gözlerini gözlerimden bu akşam,Böyle saatlerce bak, böyle asırlaca bak. Yaşar Nabi Nayır (Onar Mısra)
Vasfi Mahir Kocatürk (1907)
Yurt TürküsüAnamsın salladın beni, Seni gezdim karış karışUzaktan göresim gelir! Ak ceylan görgüm dağındaKeskin esen yellerine Seyrettim deli gönlümüBaşımı veresim gelir. Kızıl, yeşil ırmağında. Gözümde tüter damların, Bağlıyım candan sana ben,Sakız kokulu çamların; İçimde bin renktesin sen,Türkü söyler akşamların, Ciğerimi tazeli-eyenBana kendi sesim gelir. Bir hava var toprağında. Ak ördekli göllerinde Su içtim kaynaklarından,Mavi bakışların vardır; Gölgelerinde uyudum;Pembe buğulu yazların, Kuşlarının söylediğiDumanlı kışların vardır. Şen türkülerle büyüdüm Hoştur dağının eteği, Anamsın salladın beni,Yamaçlarının çiçeği; Bacımsın kolladın beni,Gece ayın gezindiği Yârimsin bağladın beni,Altın yokuşların vardır. Yurdum, yurdum, güzel yurdum Gece Bu gece bir kuş ötüyor karşı kavak dalındaAyın altın kafesi içinde yanık yanık.Ve sesinden kederle ürperiyor ortalık. Elmalar dallarını uzatıyorlar suyaSuda yana yakuttan elmalara bakarak,Ve yeşil bahçelerde durgunlaşıyor ırmak. Dalların uçlarına diziliyor yıldızlar,Saçlarda pırıldayan kıymetli taşlar gibiVe yüzüyor sularda kızıl haşhaşlar gibi. Bir avuç su içinde seyret kızıl gökleri,Açık ruhum, mesafe geniş, zaman gecedir.Gece bir masal dolu, rüya dolu bahçeler.(Varlık Dergisi, 1941 s. 199)
Sabri Esat Siyavuşgil ( 1907)
Odalar ve Sofalar Evler bir nara benzer, Oda içinden duyarNar tanesi sofalar, Oluktan düşenleri;Akşam yol gibi gezer, Sofa geceyi oyarSükûn, su gibi dalar. Dinler merdivenleri. Odada bir pancurun Toplar odam kuş gibiSofadadır güneşi; Sofanın lâflarıCamlarda yanan korun Birer bibloymuş gibiDüşer içime eşi. Süsler boş raflarım. Odada yığın yığın Beni duvar boyuncaGölgenin salkımları; Bir kum gibi ufalarSofada yalnızlığın Odam uyku doluncaDuyulur adımlar. Uyumayan sofalar. Yolculuk Bir yaz günü odamda kaparken bavulumuÇekecek koltuğumun parmakları kolumuHer zamanki sesiyle bana “Otur!” diyecek. Bütün kış geceleri duyduğum lâflariyleÇıplak bir kadın gibi, beyaz çarşaflariyleBeni uyutmak için yatağım esneyecek. Yolda, adımlarımı çağıracak geriye,Aralık kalan kapım belki dönerim diye,Penceremde buğudan bir damla yaş donacak. Yürürken sağ omzuma hafif sesle ötüşüp,-Bir evden anlaşılmaz fısıltılarla düşüp-Bembeyaz bir el gibi bir güvercin konacak. Dudağımı gizlice çekecek dudağına,Akşam gibi düşecek vagon basamağınaGarda beyaz dumandan bir kadının bedeni.
Sabri Esat Siyavuşgil (Odalar ve Sofalar)
Cevdet Kudret Solok (1907)
Rüya İçinde Rüya Kızıl bir kanat gibi vuruyor akşam camaKim isterdi ansızın geceye girmek amaGündüzler daha kısa ömrümüzden, diyorum. Nasıl da gülüyorum, ölümü düşünmeden!Bakın işte faniyim en iyi; günümde ben;Gülerken bile mutlak ölüme gidiyorum. Şimdi bir düşünecek fikir bile yok hattâ,Vücudumun için de ruhum istirahatta,Artık beni hazlarım deniz gibi sardılar. Biraz kimse gelmesin perdeyi kapatın da.Bu akşam yine Rabbin himayesi altındaHem at, hem de araba bir uykuya vardılar! Dilek Bir küçük, bir küçücük evim olsa;İçinde bir küçük, bir küçücük halım olsa;Bütün bunlar benim öz malım olsa. Masam, mürekkebim, etajerim,Penceresinde benim perdelerim;Etajerimde benim kitaplarım olsa. Bir ufak, bir minicik evim olsa;İçinde bir kadın, beni parasız pulsuz seven bir kadın.Bu kadın karım olsa! Nerde, hangi şehirde olursa olsun,Bir küçük, bir küçücük evim bulunsun,Bir ufacık halım olsun yeter,Yeter de artar bile! Nerde, hangi şehirde olursa olsun,Etajerim, kitaplarım olsun,Beni parasız pulsuz seven karım olsun yeter,Yeter de artar bile! Cevdet Kudret Solok (Birinci Perde)
Hamdi Keskin Öğretmen şiirleri kesmeden okuduktan sonra sordu:
-Şiirlerin değişik bir havası var, değil mi? deyip yüzümüze baktı. Sonra da konuları çok basit, günlük hayattan alınma, şekillerini görmediniz ama, göreceğinizi umuyorum, alıştığımız o dörtlü mısralar, zaman zaman üçleşiyor. Zaman zaman da üçer, dörder hatta beşer mısralı oluyor. Bu şekiller Batı şairlerinin kullandığı şekillerdir. Tanzimat’la birlikte Batı şairlerinin, yazarlarının eserleri hep çevrildi. Ancak şekilleri bozularak çevrildi. O nedenle pek sevilmedi. Yedi Meşalecilerin yaptığı bu şekil değişikliği, onların Batı şiirini daha iyi kavramasına yorulabilir. Öncelikle onların çoğunun, bizim Batı kapımız ya da penceremiz sayılan Galatasaray Sultanisi’nde okumuş olmalarına, (Galatasaray Lisesi) Fransız dilini Fransızlardan öğrenmelerine bağlayabiliriz. Yedi Arkadaşın altısı şair olarak ortaya atıldı. 7’ncisi hikâye alanında sivrilmişti ama, onu geçen yıl kaybettik. (Kenan Hulisi Koray-1943) Biri dışında edebiyatı ya meslek olarak seçti ya da yazmayı ömür boyu sürdürmeye karar verdi. Cevdet Kudret Solok, Muammer Lütfi Bahşi, Sabri Esat Siyavuşgil öğretmenliklerini sürdürmektedir. Yaşar Nabi Nayır, çevirmenlik yanında yayın işlerine de el atmıştır. (Varlık Dergisi’ni on iki yıldır başarıyla sürdürüyor. ) Bir Ziya Osman Saba, Galatasaray’dan mezun olduktan sonra bir süre Paris’te kalmış, dönüşünde İstanbul Üniversitesini bitirmesine karşın edebiyat dışında değişik bir iş tutmuştur. Buna karşın o da sürekli yazmaktadır. En çok şiir yazanların başında geldiği gibi nesir de yazmaktadır. Muammer Lütfi Bahşi de öğretmenliği seçmiş, ancak Anadolu liselerinde çalışmayı yeğlemiştir. İstanbul’dan uzaklaşması, onu basın hayatından uzaklaştırmıştır. Sabri Esat Siyavuşgil de edebiyat çalışmaları yanında bilimsel alana el atmış, İstanbul Üniversitesinde Psikoloji profesörü olmuştur. Yaşar Nabi Nayır’la Cevdet Kudret Solok Ankara’dadır. İkisi de tercüme işlerinde de çalıştıklarından bizim Tercüme Büromuzla iş birliğini sürdürmektedirler.
Hamdi Keskin Öğretmen:
-Devam ederiz! deyip ayrıldı.
Öteki Yedi Meşaleciler için kısa not:
Sabri Esat Siyavuşgil (1), Yaşar Nabi Nayır (2), Vasfi Mahir Kocatürk (3), Ziya Osman Saba (4), Cevdet Kudret Solok (5), Kenan Hulusi Koray (6), Muammer Lütfi Bahşi (7) “1928 Derginin adı Yedi Meşale (Yedi ışık anlamında)
Muammer Lütfi 1903 Edebiyat öğretmeni, İstanbul dışında öğretmenlik ettiğinden yöresel yayınlarda şiirleri, değişik konularda yazıları çıkmaktadır. Yedi Meşale topluluğu dağıldıktan sonra öteki arkadaşlarının gösterdiği gayreti gösterememiştir. Yazılarını kitapta da toplamıştır. Kenan Hulusi 1906-1943 genç yaşında vefat etmiş, şiirden çok hikâyeci olarak tanınmıştır.
(*) 1945 yılında Ayşe Sultan olayını, sınırlı olanaklar içinde ancak o kadar anlatabilmiştim. Olayı, 40 yıl sonra (1984) usta tiyatro yazarlarımızdan Güngör Dilmen ele almış, gerçeğine uygun olarak Ben Anadolu eserinde Ayşe Sultan’ın dilinden anlatmıştır:
“Padişah 1. Ahmet’in sevgili kızı Ayşe Sultan’ım ben, Padişah babam beni on yaşımda mıydım neydim evlendirdi. Nur içinde yatsın düğünü derneği pek severdi. Ama nedeni var, babamı, şehzadeliğinde sünnet ettirmeyi unutmuşlar. İçinde ukte kalmış, Padişah olur olmaz kendisi için kocaman bir sünnet düğünü yaptırmış. Sünnet olur olmaz da evlenmeğe başlamış. 14 yaşında da baba olmuş. Ben de o arada işte Padişah Babamın en birinci kızı olarak doğmuşum. Annem Kösem Sultan. On yaşımda Nasuh Paşa ile evlendirildim. . . . .
Güngör Dilmen’e göre Ayşe Sultan uzun konuşmasını şöyle özetler:
Düşünüyorum:
Dramalı Ahmet Nasuh Paşa ilki, Şehit Karakaş Mehmet Paşa iki, Beylerbeyi Hafız Ahmet üç mü etti?Derken Diyarbakır Valisi devreye girdi, dört. Şamlı Ahmet’le beşledi, Sonra işte Voynuk Ahmet’im altı, Bir de İpşir Eşkiyası yedi!. . . . .
Sonunda yazar Güngör Dilmen sorar: Padişah babanın talihsiz kızı Ayşe Sultan koca yüzü gördü mü?