Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

28 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Kendine Güven

 

1 Aralık 1938 Perşembe

 

Gözlerimi tam açmamıştım, kulaklarıma değişik sesler geldi. Önce rüyadayım sandım. Giysilerin bugün geleceği haberi küçük sınıflarda daha çok sevinç yaratmış, gelip gelip bizim arkadaşlardan soruyorlarmış. Giderek hepimizi bir merak sardı. Kahvaltıya inince nöbetçi Naci Öğretmene sorduk “Ben bilmem çocuklar, sizi yanıltmayayım, en iyisi Fikret Madaralı Öğretmene sorun” dedi. Ona sormak oldukça tehlikeli, hepimiz azarlanmaktan korkuyoruz. Oysa Fikret Madaralı sorulanlara bildiği kadarıyla çok yumuşak konuşarak yanıtlar vermektedir. Bir iki arkadaşımızı,onların hatalı konuşmaları nedeniyle azarladığı için hepimiz  ondan çekinir olduk. Derslerde bu çekingenlik hemen hemen yok gibi, ben çok rahat soru soruyorum. Yanlışım olunca gülerek düzeltiyor. Evvelki gün elimdeki kitabı sordu.  “Pol ve Virjini „dedim.“Aldığım arkadaşa geri vermek için bekliyorum „. Öğretmen de dün, okumam için bir kitap vermişti: İlk Düşen Ak, Ömer Seyfettin. “İçindeki hikayelerden birini seç, arkadaşlarına da anlattıracağım. Bu tür çalışmalar rahat konuşmana yardım edecektir.” demişti.Öğretmen  gülerek: “İyi iyi, oku bakalım,ne kadar çok okursan bilgi dağarın  gelişir!” dedi.

Biz konuşurken Sabit Öğretmen geldi, kolunun altında bir yığın kitap var. Ses kesildi, ayağa kalktık. Biraz kızarak “Çok konuşuyorsunuz, kendi sesinizden zil mil duymuyorsunuz, bu böyle olmaz canım” diyerek üzüntüsünü belirtti. Uzun süre ayrı ayrı yüzlerimize baktı. Kürsüye yöneldi, bir şey hatırlamış gibi geriye biraz sertçe, “Oturun” dedi. Sanırım dalgınlıktan olacak üç dört arkadaşımız oturun demeden önce oturmuşlardı. Bu kez onlara “Kalk bakayım!” diye bağırdı, eliyle de yukarı doğru işareti verdi. Arkadaşlar kalktılar. Bunlardan biri az önümüzde oturan Fettah Biricik arkadaşımızdı. Ayağa kalkarken biraz yüksek sesle “Naaptık yahu” dedi. O denli sessizlik vardı ki öğretmen bu sözü duydu, “Ne dedin ne dedin?” deyip sertçe bakarak geri döndü. Fettah da, biz yakınındakiler de hep korktuk. Arkadaş bir şey demişti, ben de duydum. Bana “Sen söyle” dese, arkadaşı ele vereceğim. Bunu yapmak beni çok üzecek, korkum bundan. Arkadaş olarak henüz ileri bir ilişki kurmadık ama tatsız bir durum da geçmedi aramızda. Bir sıra önümüzde oturuyorlar; iki Meriçli, Sefer Tunca, Fettah Biricik. Neyse, kuruntum boşunaymış, öğretmen elinin birini açıp ötekini de yumruk yaparak ellerini bir birine vurarak ağır ağır tahtaya doğru yürüdü. Sabit Soysal Öğretmen kısa boylu, zayıf, çocuk denecek ölçüde küçük görünümlü. Buna karşın çok temiz giyimli, renkli, güzel kravatlar takıyor. Tahtada yazı görünce öndeki arkadaşlara sildiriyor. Tahta silinirken de arkalara, bizim yanımıza dek geliyor. Tahta sildirmeyi de her zaman aynı arkadaşa yaptırmamak için dikkatle bakıp “Bu kez sen sil” diyerek sırayla sildiriyor. Bu kez Harun Özçelik arkadaşımızı kaldırdı. Meğer tahtaya yazıları Harun arkadaşımız yazmışmış. Resim çizgileri de vardı. Öğretmen “Tahtayı böyle kirletmeye hakkınız yok, tebeşirleri israf ederseniz bir gün tebeşirsiz kalacaksınız” deyince Harun arkadaşımız özür diledi, bir daha yapmayacağına söz verdi. Öğretmen “Arkadaşların adına mı özür diliyorsun yoksa kendi adına mı?” deyince Harun arkadaş kendi adına olduğunu söyledi. Öğretmen güldü, “Niçin?” diye sorunca Harun sıkılarak “Öğretmenim ben çizmiştim” deyip tekrar özür diledi. Öğretmen gülerek “Bir daha dikkatli ol deyip” oturmasını söyledi.

Öğretmenler kendi aralarında konuşmuşlar herhalde, bugün Sabit Bey de tıpkı Ahmet Gürsel’in yaptığı gibi “Sizi kısa zamanda tanımak için ayrı ayrı sorular sormak gerekiyor, ancak böyle tanımamız gerçekleşebilecek” deyip ön sıralardan başlayarak hepimizi sıra ile kaldırdı, adımızı, numaramızı sordu. Bizim sırayı atladı ya da unuttu. Halil kalkıp “Bizi sormadınız deyince, (eliyle göstererek) “Sami’yi, seni tanıdım” dedi. Bana baktı, ben de sormadan adımı numaramı söyledim. Teşekkür etti, “Haydi öyleyse bugün bana sen yardım et” dedi. Kalkmamı işaret etti. Birden titremeye başladım. Öğretmen durumumu anladı. Tane tane konuşmaya başladı. Öyleyken öğretmenin söylediği ilk sözleri aklımda tutamadım. Soruları tekrarladı gene de söylenen sözleri anlamakta zorlandım. Kürsünün sağında da solunda da haritalar var. Öğretmen “Sağdaki büyük haritayı yerine as” diyor, gidip solda büyük harita asıyorum. Olmadı, bir daha. Neyse toparlandım, dediklerini yaptım. Denizlerin, göllerin, nehirlerin adlarını alt alta yazdım. Yıllardan beri tebeşiri ilk kez elime alıyorum. Durmadan elimde evirip çevirince öğretmen baktı, Harun’u göstererek “Ondan sıra kalmıyor mu? Dersler arasında sen de biraz tebeşirle yaz, sana bir kutu tebeşir getiririm” dedi Arkadaşlar güldüler. Çok sıkılmıştım, arkadaşların gülüşü kurtarıcı oldu, birden rahatladım. Bu kez öğretmene “Sağ olun, cumartesi günü ben alırım” deyince, “Tabi tabi alırsın, ama bu benim hediyem olsun.” Bu söz tüm sıkıntımı silip süpürdü. Rahatlamış olarak arkadaşlara güven içinde baktım. Pek ayırdında değilim ama galiba azıcık sırıttım da. Kalktığım anlardaki ürperti birden nasıl yok oldu, arkadaşlara gülerek bakacak cesareti nasıl kazandım? Bir yandan da bunları düşündüm. Yerime oturunca öğretmene daha dikkatli baktım; öğretmen birden o denli sevimli göründü ki, bu kez de bu değişimin nedenini aklıma taktım. Bir yandan konuşmaları izliyorum bir yandan da kendimle konuşuyorum. Dikkatimi topladım:Yarı sevinçli yarı karasız bir durumdayım Öğretmeni dinliyorum İlk konuşmasından beri öğretmenin kimi sözleri değişik söylediğini saptamıştım, onları beklemeye başladım. Örneğin şimdi sözünü Şümüdü olarak seslendiriyor. Böyle seslendirmekle kalmıyor bu sözü sık sık da söylüyor. “Şümüdü buradan çizdik, şümüdü de buradan çizelim. Şümüdü ne yapacaktık?” diye arka arkaya söyleyince hiç de güzel olmuyor. Ben bu duruma takılıp öğretmeni içimden yargılıyordum. Bu konuda hiç kimseye bir söz söylemedim ama böyle düşünüyorum. Birden bunları düşündüğüm için utandım.

Öğretmen yüzünü bizim tarafa çevirdi, bana bakıyor duygusuna kapıldım, bir soru beklerken öğretmen geçen dersle ilgili sorular sordu. Sami birden parmak kaldırdı, ardından koşarak tahtaya kalktı. Biz öğretmenin Sami’ye soracağı soruyu beklerken, o kardeşinden söz etti. (Hüseyin, öğretmenin kardeşi, Edirne Lisesinde okuyor) “Hüseyin’le iyi anlaşmışsınız, beraber çalışmanıza sevindim, Hüseyin’in derslerinden memnunum” dedi. Daha sonra sorduğu soruları Sami doğru olarak yanıtladı. Öğretmen bize dönerek “Çalışırsanız sizinle de böyle sohbet ederek ders yaparız. Öğretmenliğin en zevkli tarafı da budur. Sizler de öğretmen olacaksınız, bu zevki alabilmeniz için önce burada bizleri üzmeyecek şekilde çalışmalısınız, tamam mı?” diye sesini yükselterek konuştu, güldü. Ders sonunda öğretmen çıkınca arkadaşların çoğu “Ne iyi öğretmenlerimiz var, bize bunlara layık olacak ölçüde çalışmak kalıyor, aklımızı başımıza toplayalım” türünden öğütler ortaya attılar. Başkalarını bilmem ama ben bu öğüt ve uyarılara aynen katılıyorum. Babam bunları söylemişti, hele Vahit Dede bunları ezberletecek derinlikte belleğime yerleştirmişti. Mustafa Ağabey’in söyledikleri de bunlardı. Hepsinden öte okula gireli beri istediklerini yaptığıma sevindiğim A da bana bunları söylemişti. “Git oku, sen istersen başarılı olursun.” Şimdiki durumda Sami Akıncı bu öğütler doğrultusunda gidiyor, onu izliyorum, ayrıca ona özeniyorum. İstiyorum ama ona pek yaklaşamıyorum. Sami benden biraz uzak duruyor, sanırım ilk günler arkadaşı Mustafa Saatçı ile dalaşmamızdan beni biraz kavgacı buldu, sevmedi. Oysa ben kavgacıların değil çalışanların yandaşıyım. Çalışanlarla iyi arkadaş olmanın bana daha büyük yarar sağlayacağını iyi biliyorum. Sami çalışkan bir arkadaş, ona neden zıt gideyim ki? İsmet geldi, “Dayı, bakıyorum da öğretmenlerle iyi anlaşmaya başladın. Sabit Bey senden korktu galiba. İkiniz yan yana gelince o senden daha kısa kaldı.” İsmet bu sözleriyle tüm düşüncelerime ters düşen bir fit attı. “Sen de aynı boydasın, yarın sen de tahtaya inince aynı durum olacak. Boyu kısa ama o iyi öğretmen” deyince İsmet “Şaka söyledim” deyip dönüş yaptı ama benim iyimser düşlerim azıcık sarsıldı. Öğretmen benden neden korksun? Ben korkutucu bir görünümde miyim? İçimde birden bir tepki direnci doğdu. Önce bağırıp çağırmak gibi duygu derken, Hemşire M’i anımsadım, onun dün bana söylediklerini anlatsam, İsmet gene “Senden korkmuştur” mu diyecek? Alacağın olsun İsmet! Yeni Hayat kutusu gelirse, göreceksin, sana bir tane bile vermeyeceğim. İçimden de “Acaba bir daha Yeni Hayat gelecek mi?” diye soruyorum.

Öğle yemeğinde Halil, Salih, Yusuf, Hilmi beraberiz. Hilmi bana takıldı. Hilmi dobra dobra konuşurmuş. Bana “Birader, sen yavaş yavaş bütün öğretmenlerin gözüne giriyorsun, böyle giderse seni bizden önce öğretmen yapacaklar.” Arkasından bir kahkaha attı. Soranlar oldu “Bu nasıl olacak?” Birisi de “Eğitmenler arasına katıp bir köye gönderirler.” Bunu Yusuf söylüyor. Susup bakıyorum, işin içinde bir şaka var ama bu biraz da alay kokuyor. Benim yanıtım da dobra dobra olacak: “Benimle kimse alay etmemeli, alaylar beni incitir. Bu nedenle ben kimse ile alay etmem, etmeye niyetlendiğimde bile kendimi hemen tutarım.” Hilmi yemin ederek bir şey demek istemediğini söyledi, Halil de işin tatlıya bağlanmasını istedi, sustuk. Dersliğe dönünce Hilmi geldi aynı konu üzerinde durdu. Yanında küçük Hasan dediğimiz Hasan Üner vardı. Hilmi’ye sordum: “Bugün benim yerimde Hasan olsaydı sen gene onu eğitmenler arasında köye gönderir miydin?” Hık mık deyince devam ettim: “Demek benim yaşım, boyum belki de kilom senin ölçülerine uymadığından onlar nedeniyle bana takılmak istiyorsun. İşte benim sinirlendiğim budur. İnsanların yaşları, kiloları, boyları birbirine uymaz. Bunlar uymadı diye şaka konusu edilirse ben buna kızarım. Benim boyum, kilom, yaşım çok dengeli, istersen hemşireye ya da doktora gidip soralım, bak ne diyecekler?” Hilmi boynuma sarıldı, bunları hiç düşünmediğini söyledi, “Bu son olsun” dedi. Hilmi, hem köyde akrabam, kardeş çocukları olduğumuz Hanife Halamın oğlu Hilmi’nin adını taşıdığı hem de numaralarımızın arka arkaya oluşu nedeniyle çok kez aynı gruplara düşüşümüzden (onun numarası 63 benimki 66, ara numaralar başka sınıflarda) en yakın olduğum bir arkadaş, o nedenle hemen barıştık. Okula geldiğimden beri izledim, Hilmi az konuşuyor ama doğru konuşuyor, oldukça da cesur bir arkadaş. Geldiğimin ikinci günü gece Karaağaç’a ekmek almaya gittiğimizde ilk parmak kaldıran da Hilmi olmuştu. Hilmi Altınsoy.

Yemekten sonra Salih Baydemir’le buluştuk. Biz boyacıyız. Salih benimle çalışmaktan memnun. Ben de iş derslerinde çalışırken, iş yapmaktan kaçmayan, zor olsa da yakınıp durmayan arkadaşlarla birlikte olmak istiyorum. Salih Baydemir, Halil Basutçu, Sefer Tunca arkadaşlarla çalışırken çok rahat oluyorum. Ayrı gruplarda olanları pek tanımıyorum ama konuşmalarına bakılırsa çoğu kaytarıcı. Yeğenim İsmet bunların başında geliyor. İsmet evde de işten kaçar. Annesi bir iş buyursa hemen teyzeme “Anne kızına söyle senin kızın var” der. Ablası Ayşe bunu duyarsa hemen koşar. İsmet bunu kurnazlık sayıp hoplayıp zıplamaya başlar. Ablası Ayşe ondan üç yaş büyüktür. Burada pek o kadar yapamıyor ama gene de kaçamak yollarını arıyor. Kültür derslerim iyi olunca sanat derslerimden nasıl olsa kurtarırım deyişi de ilginç. Muhittin eniştem duysa koşar gelir. Başlar sormaya “Hııı İsmet anladın mı?” Eniştem kızınca bu tür konuşur.

Atölye kapısı önünde dururken Naci İnan Öğretmen geldi, “İki tahtamız kaldı, onları bitirelim” dedi. Biz üç tahta için başlamıştık, üç beş oldu, bir artı altı oldu, şimdi de sekiz olacak. “Üç derslik var, bu kadar tahta ne olacak?” diye soruyoruz. Naci Öğretmen “Okul büyük, aslında derslik çok, ilerde çok öğrenci alınacak, derslikler hazır olsun isteniyor” dedi. Sekiz tahta, sekiz derslik. Naci Bey parmaklarıyla sayıyor: Okul altı yıllık olduğuna göre, normal olarak altı dersliğe altı tahta olacaktır. İki de hazırlık sınıfımız var. Gerçekte bu tahtalar eski okullardan kalmış, biz bunları elden geçirip kullanıma hazırlıyoruz. Naci İnan Öğretmen, arkadaş gibi konuşarak, okulda, bizim gerçekte bu tür işlere önem vereceğimizi, onarım alışkanlığını kazanıp, araç-gereç kullanımı konusunda daha duyarlı olmayı öğreneceğimizi tatlı tatlı anlatıyor. Bana “Evinizde, babanın kullandığı hangi aletler var?” diye sordu. Keser, testere, kerpeten, burgu, kazma, kürek derken durdurdu. “Kazma, kürek gibi aletler bizde pek kullanılmaz. Söylediğin ilk dört varsa, baban bunları kullanıyorsa çok iyi” dedi. Salih’in babası, rende, planya kullanıyormuş. Naci Bey Salih’e “Senin peder usta, burada yetiş hemen ona yardıma koş” deyip güldü. Tahtaların birini ben birini Salih boyadı. Ben kendi yaptığımı hiç beğenmedim. Kurudukça dalgalı dalgalı oldu. Öğretmen ilgilenmez görünmesine karşın ara ara bakıyordu. Sonunda “Benimki olmadı” dedim. Naci Öğretmen “Oldu oldu, iyice çekerse düzelir o” dedi. İnanamadım, Salih’in boyadığı o denli güzel duruyor ki, öğretmenin onu gördükten sonra benimkine iyi demesine şaştım. Öğretmen geldi “Neresi olmadı?” diye sordu, gösterdim. “Oraları budaklı kaplama, budaklı yerler kolay boyanmaz, sen Salih’in yaptığına bakıyorsun onun kaplaması düzgün, tabii Salih de güzel boyuyor ama boyanan tabanın  durumu da çok önemli. Yaptıklarınızın ikisi de güzel oldu, elinize sağlık.” Ben gene de huzursuzum fırçayı uzatarak şurası diye gösterirken Naci Öğretmen bu kez “Canım o kadarcık kusur, Kadı kızında da olurmuş” dedi. Ardından da bana “Sen bu sözü duydun mu?” diye sordu. Babamdan çok duyduğumu söyleyince “Babanın okur-yazarlık durumunu nasıldır, okula gitmiş mi?” diye sordu. Bildiğim kadarıyla babamın okul çağlarındaki savaş süreçlerini, aile göçlerini anlatınca “Trakya insanın kaderi, yalnız senin baban için değil, tüm Trakya halkı aynı acıları çekti, salt göçmenler de değil, yerlisi de bozgunların dışında kalmamıştır. Edirne, son yüz yıl içinde tam dört kez düşman işgaline uğradı. Düşman askeri geldi, bir iki yıl kaldı gitti. Kaldığı yıllar durmadan kentleri yakıp yıktı, halkın elinde değerli ne varsa onları da aldı gitti.” Naci Öğretmen, üzülmememiz için “Neyse bunlar geride kaldı, bizler çalışarak, zararlarımızı kısa zamanda kapatacağız.” Ben dinlerken, yarın ne yapacağız, gene böyle tenha bir iş çıksa da kalabalıktan ayrı kalsak diye düşünürken Naci Öğretmen teşekkür etti, “Yarınlık bir işimiz kaldı, yarın onu da bitirirsek haftaya arkadaşlarla beraber olacağız” deyince rahatladım, içimden bir oh çektim. Bir gün de olsa Naci Öğretmenin yanında Salih’le çalışmak benim için sevindirici. Dersliğe dönerken hiç konuşmayan Salih, Naci Öğretmen için “Ne iyi insan bu Naci Öğretmen” dedi.

Dersliğe girdiğimizde def dümbelek,arkadaşlar bayram ediyor:“ Cumartesi giysiler geliyor!“ Herkes o denli seviniyor ki, şaştım. Oysa benim onlardan çok sevinmem gerekir. Harun, Yusuf, Küçük Hasan, Mehmet Yücel, Mehmet Başaran, Recep Kocaman yaygaracıların başında. İçimden diyorum: “Sizin giysileriniz zaten ortaokul giysisi, şapkalarınız da öyle, ne fark edecek? Değiştirin şapkalarınızın şeritlerini, onları giymeye devam edin.” Böyle deyip onlara bakıyorum. Ben böyle durgun bakınca, bana takılıyorlar “Sen o sırtındakilerden bıkmadın mı?” Ben, bekledikleri yanıtı veremiyorum ama susmuyorum da. “Verilecekleri görmeden sırtımdakileri çıkarmak istemem” diyorum. Terziler ölçü alırken bir şeyler demişti, onları anımsatıp, esas durgunluğumu gizlemeye çalışıyorum. Şaşılacak bir olay, kimileri “Yarını nasıl geçireceğiz?” deyip duruyor. Arkadaşlara alıştıkça aralarına karışmak istiyorum, kimi günler de “Tamam artık yaklaştım” derken birden soğuyorum. Biri bir söz söylese onun kolayca etkisinde kalıyor; aynı sözleri konuşup duruyorlar. Özellikle biz arka sıralarda oturanlarla, ön sıralardaki küçükler sanki iki ayrı sınıf gibi; büyükler, küçükler. Bir Sami Akıncı, geldiği günden beri hiç kimse ile yakınlık kurmadı, herhangi bir olaya da karışmadı. Böyleyken herkes onun etrafında dolaşıyor. Halil Basutçu arkadaşım da öyle, yan tutmuyor. Bir de yeni yeni Salih Baydemir’i tanıdım. Hele yeğenim İsmet, Mehmet Yücel, Mustafa Saatçı gibi büyüklerin önde gelenleri durumdaki arkadaşların küçüklerle birlikte hareket etmesi beni iyice şaşırtıyor. Yeğenim İsmet’i birkaç kez uyardım. Bu arada Muhittin Enişteme mektup hazırladım. İsmet dikkatle beni izliyor, sonunda dayanamadı, “Dayı ben de babama bir pusula ekleyeyim” dedi. Maksadını anladım, benim yazdıklarımı merak ediyor. Kıyamadım, üzülmemesi için yazdıklarımı okuması için verdim, dikkatle okudu, boynuma sarıldı, beni sevdiğini söyledi. Yermek şöyle dursun, derslerinde çok iyi olduğunu yazmıştım. Benim mektubuma pusula eklemekten vazgeçti, ayrı mektup yazayım dedi, ayrıldı.

Herkes elbise derdinde, ben Fikret Madaralı Öğretmenin verdiği kitabı karıştırıyorum. Hikayelerin kısa olanlarını okudum, üç tanesini anlatabilirim: Mermer Tezgah, Falaka, Tuhaf Bir Zulüm. Tuhaf Bir Zulüm, babamın sık sık anlattığı, bizim köylülerin başından geçenlere benziyor. Her halde Türkleri kaçırmak için tüm Bulgaristan’da aynı zulmü yapmışlar. Öğretmen de Bulgaristan’dan gelme, belki de bu kitabı bu hikaye için bana verdi. Sorunca onu anlatacağım. Kitabı Bulgaristan’dan yeni gelen Hüsnü Yalçın’la Emrullah Öztürk’e gösterdim. Arkadaşlar okumamış, onlara Tuhaf Bir Zulüm’ü anlattım:

O zaman Bulgaristan’da Türklerle Bulgarlar ayrı köylerde oturuyormuş. Bu ayrı oturmanın başlıca nedeni de Müslüman Türklerin domuzlara karşı olmalarıymış. Bulgarlar ise domuz beslemeden duramıyormuş. Bilindiği gibi Müslümanlar domuz etini günah sayıldığı gibi domuzun kokusunu bile koklamak istemezler (bunu Yunanistan’dan geçerken de söylemişlerdi). Bulgaristan bağımsızlığını kazanınca oradaki Türk sayısını azaltmak için onları kaçırma yollarını aramaya başlamışlar. Bu konuyu iyi bilen bir Bulgar yetkili, Türk köylerine Bulgar aileleri katmayı önermiş. Her Türk köyüne birkaç Bulgar aile yerleşmiş. Yasal düzenlemeler yapılmış, Türk köylerine yerleşen Bulgar ailelerine Bulgar devleti para yardımı da yapmaya başlamış. Ancak Bulgar devletinin para yardımı yapması için bir koşulu varmış, yardım alan kişi kesinlikle domuz besleyecek. Ayrıca, sözde yardım olsun diye parasız domuz verilmiş. Yerleşen Bulgarlar, domuzlarını köy içlerine başıboş salıvermişler. Domuzlar ortalıkta dolaşınca buna sinirlenen Türkler köylerini terk etmeye başlamış. Ayrılan Türkler, beraberinde götüremediği varlıklarını ucuza satarak fakirleşmiş. Buna karşın o varlıkları ucuza alan Bulgarlar gün günden zenginleşmiş. Bu öneriyi ortaya atan yaşlı adam yıllar sonra bunu bir Türk subayına (Ömer Seyfettin’in kendisine) anlatır. Türk subayı çok üzülüyor, Bulgar’dan hiçbir zaman dost olmaz deyip öyküsünü bitirir.

Babamın anlattığı da bunun benzeri. İki öykünün bağlantı kurduğum yanlarını anlattım.

Öyküde olduğu gibi, Filibe dolaylarındaki Türk köylerinde de aynı şekilde domuz getirilmeye başlanınca Türkler oralardan ayrılıp özellikle Trakya’nın elverişli yerlerine göçmeye başlamışlar. Bizim köy de bu sıralar Lüleburgaz-Kırklareli-Babaeski üçgeni arasındaki bir çiftliğe göçmüş. Burası çok büyük bir padişah çiftliği imiş. O zaman padişah olan 2. Abdülhamit Bulgaristan’a özgürlük verdiği için gelen göçmenlere çiftliğinin bir bölümünün verilmesine razı olmuşmuş. O çiftliğe, bizim köy gibi birer yıl aralıklarla daha altı köy kurulmuş. Bu köylerin üçü ormanlık bölgesine düşmüş (Bizim köy de orman içinde imiş). Orman dışı olan yerlerin bir bölümü Emlak-ı Şahane olarak kalmış. Buraları yine padişaha aitmiş. Köylere yerleşenler bir süre sonra Emlak-ı Şahane bölümünde büyük sürülerin bakıldığını, bu arada bir de domuz çiftliği olduğunu üzülerek görmüşler. Domuzdan kaçan Türk halkı geldiği yerde domuzla karşılaşınca oldukça sarsılmış. Bu kez de domuzlar onları kendi yönetimiyle karşı karşıya getirmiş. Esas sahip 2. Abdülhamit göründüğü için sorun onun düşüşüne dek sürmüş. Ondan sonra da Emlak-ı Şahane’nin hayvan yetiştirme etkinlikleri durmuş, bir süre sonra da çevre köylerin nüfus artışı nedeniyle oraları da köylülerce bölüşülmüştür. Ancak halk arasında o yöre önce Domuz Çiftliği, sonraları, Domuz Ağılı, günümüzde de Domuz Gübresi (gübreli toprağından ötürü) olarak anılmaktadır. O yöreye el koyan köyün adı da Domuzormanı olarak anılmaktadır. Oysa köye, kendi çiftliğinde kurulmasına izin verdiği için o günkü padişahın adı, Hamitabat denmişti. Halk, karşılaştığı terslikleri unutmamak için mi yoksa zamanın padişahı anmamak için mi böyle bir yol tuttu, bilinmez.

Anlattığıma benzer bir domuz olayını Hüsnü ile Emrullah arkadaşlar yaşamamış ama Bulgarları çok iyi tanıdıklarından “Bulgarlar daha büyük kötülükler de yapabilir” dediler. Şimdilerde o şekilde bir zulüm yapmıyorlarmış ama gene de Türkleri Bulgaristan’dan atmak için değişik oyunlar oynuyorlarmış. Örneğin Türk okullarını sıkı kontrol altında tutup çocukların Bulgarca konuşmaları için türlü koşullar öne sürüyorlarmış. Müzik, jimnastik, elişi derslerinde Bulgarca zorunluluğunu öne sürüp o dersleri kendi dillerinde yaptırıyorlarmış. Sınıflar yükseldikçe Türkçe ortadan çekiliyormuş.

Biz bunları konuşurken Kadir Pekgöz Domuzormanı sözü edilince ilgisiz kalamamış, çıktı geldi. Kadir’le konuşunca şaştım kaldım: Kadir, köyünün adı Hamitabat iken neden Domuzormanı’na dönüşmüş, bunu bilmediğini söyledi. Oysa salt kendi köylüleri değil tüm çevre köylüleri Hamitabat’ı Domuzormanı diye anmaktadır. Nedenini de bilmeyen yoktur. Nedense Kadir bu konuda bir bilgisi olmadığını söyledi. Üstelik salt bilmemek değil, “Ben böyle bir şey duymadım” deyip kestirdi attı. Kadir’in bu tavrına benim gibi arkadaşlar da şaştılar. Kadir gittikten sonra konu üzerinde duruldu. Hüsnü Yalçın, “Kadir bilmeyebilir, duymuş olmayabilir. Ancak o, bu tavrıyla bilmediği bir olayı, yok öyle bir şey der gibi karşıladı” dedi. Daha sonra “Türkçe dersinde sen bu olayı anlatınca, öğretmene de ben bilmiyorum, böyle bir şey konuşulduğuna rastlamadım derse” diyenler oldu. “Derse desin” dedim, “olay böyle, o zaman ben de sorarım, Kadir’in köyünün adı Hamitabat, Padişah 2. Hamit’in güzel beldesi anlamını taşıyormuş. Oysa köylüler, kesinlikle bu adı şimdi bile kullanmazlar, nerelisin diye sorulduğunda Domuzormanlıyım yanıtını verirler.” Hüsnü Yalçın bana yol gösterdi: “Derste çatışacağına, Kadir’in köyü yerine kendi köyünü söylersin.” Aklım buna yattı. Zaten o söyleyeceğim yerler önce bizim köylülere verilmiş, daha sonra onların köyü kalabalıklaşınca oraya devredilmiş. Hüsnü “Öğretmen bunu çok beğenecek” dedi, dersten sonra kitabı benden istedi. Elin Pelin diye bir Bulgar yazarından da söz etti. Kısa kısa yazarmış. Ben kısa hikayeleri daha çok sevdim. Okuduklarımdan Bulgar Sadık da, Pol ve Virjini de beni sıkmıştı. Biz konuşurken yat zili çaldı, uyarıldık. Yatınca uzun uzun anlattıklarımı kendi kendime tekrarladım. Öyküler de insanların anlattıklarını anlatıyor. Ömer Seyfettin’in yazdıkları ile Vahit Dede’nin anlattıkları birbirine çok benziyor, biri anlatıyor öteki de yazıyor. Arka arkaya esnedim, yarınki ders için uyumam gerekiyor.

 

2 Aralık 1938 Cuma

 

Zil sesine uyandım. Kendi kendime sevindim. Okula iyice alıştığıma ben de inanmaya başladım. Akşamki konuşmaları anımsadım. Hüsnü Yalçın arkadaş yakınlık gösterince nasıl da candan oluyor. Elin Pelin öykülerini anlatacaktı, zil çaldı. Başka bir zaman bir ilgi kurup dinleyeceğim. Kahvaltıya inerken baktım, Hüsnü, Emrullah’la birlikte. Emrullah’la olunca Hüsnü arkadaşla konuşmak zorlaşıyor. Görmezden gelip kahvaltıya yalnız girdim. Baki ile karşılaştık, bana sordu, “Nasılsın?” “Ben iyiyim, sen nasılsın?” dedim, gülerek “İdare ediyoruz işte” dedi, öğretmen masasına koştu. Konuştuğumuzu Halil duydu, sordu, “Sen bu adamı nereden tanıyorsun, o buralı, yani Edirneli değil mi?” “Nereli olduğunu bilmiyorum, o bana gülümsüyor ben de onun yaptığını yapıyorum. Sonra sonra konuşmaya başladık. Geldiğimin bir sonrası, cumartesi günü yalnız yalnız dolaşırken, büyük kapıdan dışarıya çıkmıştım. Meğer yasakmış. O beni görmüş, çağırdı tanışmamız böyle oldu. Sonra da arada bana tatlı getirmeye başladı.” Halil inanmamış gibi güldü: “İyi bir arkadaşlık” dedi. Konuşurken bir yandan da gözlerim Fikret Madaralı Öğretmeni arıyor. Biz ağır ağır giderken ders zili çalınca yüreğim hoplamaya başladı. Öğretmen gelir gelmez kaldırırsa diye düşünüyorum. Okuduğumu hem kendi kendime hem de arkadaşlara anlattığıma göre neden korktuğuma da şaşıyorum.

Öğretmen kolunun altında bir yığın kitapla girdi. Kitapları kürsüye bıraktıktan sonra kürsüye arkasını dayayıp konuştu. Dersimizin bölümleri varmış. Gramer, yazı. Bunları da ayrı ayrı okuyacakmışız. Yazı defterlerimizi ayrı tutup, karalama yapmayacakmışız. Öğretmen arada alıp bakarak not verecekmiş. Gramer için ayrı deftere gerek yok ama öğretmenin Türkçe defterine yazdırdıklarını tekrar tekrar okunacak. Öğretmen ortaokullara gitmiş olanları sordu. Sınıfın yarıdan çoğu el kaldırdı. Kimisi çok kısa, kimisi birkaç ay; birkaç kişi de bir yıla yakın gitmiş. Mehmet Yücel bir yıl devam ettiğini söyledi. Öğretmen öyleyse senden başlayalım deyip Mehmet Yücel’i tahtaya kaldırdı. Mehmet Yücel uzun boylu, temiz giyimli güzel konuşan neşeli bir arkadaş. Yalnız çok şakacı. Ona öyle alıştığım için tahtada asker gibi duruşuna içimden güldüm. Halil yavaşça “Komiklik yapmadan nasıl da duruyor bak” deyince bu kez tıst diye güldüm. Öğretmen elindeki kitaba bakıyordu, sanırım duymadı. Öğretmen tahtaya alt alta sözler yazdı. Mehmet, Fikret, Ali, Edirne, Türkiye, okul, ev, bayrak, asker, öğrenci, ekmek, su, simit, ağaç, çiçek, sıra… Bize döndü, “Arkadaşınıza soracağım soruları dikkatle dinleyin. Yanlış ya da doğru sakın bir şey söylemeyin. Ben bir durum saptaması yapmak istiyorum, derslerimizi ona göre izleyeceğiz. Arkadaşınızdan sonra birini daha çağıracağım, şimdi dikkatle dinleyin.” Mehmet Yücel öğrendiklerini unutmamış olacak sözcüklerin hepsinin ad (isim) olduğunu söyledi. Öğretmen “hepsi bu kadar mı?” deyince “ilk üçü insan adı, Edirne bir şehir, Türkiye bir memleket, okul bir bina” dedi, öğretmen “Aferin Mehmet sen hiç unutmamışsın, bana yardımcı olacaksın, ha gayret” dedi. Çok sıkılmıştım, rahatladım. Bana sorsaydı hiç karşılık veremeyecektim. Bunları ben de duymuştum ama sorular sorulunca ne sorulduğunu anlamak bana zor geliyor, söyleyeceğimi seçemiyorum. Öğretmen bu kez seçtiği sözcüklere ekler taktırdı. Okul, okullar, asker, askerler, su, sular. ler, lar…. Derken zil çaldı. öğretmen çıkınca arkasından bir alkış. Şakacı Mehmet Yücel bir ders boyu tahtada kalmış, aferin almış bir kahramandı. Herkeste bir heyecan var. Bunda hem Mehmet’in geçmiş günlerden koruduğu bilgisi hem de onun şakacılığı yanında bilinmeyen ya da görünmeyen bir yanının oluşu hepimizi şaşırttı. Herkes konuşuyor.

Kimse dışarı çıkmamıştı, öğretmen ikinci dersine geldi. Gene Mehmet Yücel’e “Mehmet, ortaokula neden devam etmedin?” diye sordu. Mehmet bir şeyler anlatınca öğretmen “Neyse bir bakıma iyi olmuş, burada daha iyi çalışacağız, inşallah sağlığın burada daha iyi olur, daha güçlü olursun” dedi. Mehmet galiba sağlık nedenleri anlatmıştı. Mehmet yerine oturdu. Öğretmen tahtaya on kadar ad yazdı. Meriç-nehir-Meriç Nehri-Arda-Tunca-ayrı olarak kara ağaç-Karaağaç-Fatma kadın-Ayşekadın-Üç katlı ev, Üç Şerefeli minare… benzer sözleri yazdı. Döndü hepimize baktı. Benim üzerimde hiç durmadan geçti. Ne soracağını bile kestiremiyordum. Salt ilgileniyormuş gibi bakıp bakıp yazılanları deftere geçiriyordum. Tam sağımda az ilerde Sami gayet rahat başı dik duruyordu. Öğretmen “Adın Sami’ydi değil mi?” diye sordu, kalk dedi. Sami kalktı, hiçbir şey sormadan sözcükleri anlatmaya başladı. “Meriç bir nehrin adı olduğu için büyük yazılır, bir tanedir, özel isimdir. Nehir tek değildir, bir çok nehirler vardır. Meriç Nehri deyince de gene tek varlığı bildirir, büyük harfle yazılır.” Öğretmen Sami’ye işaret etti, bize döndü “Çocuklar, burası çok önemli, ilk iş olarak bunları öğreneceksiniz. Dersimizin bismillahı budur. Büyük harflerin nerede kullanıldığını, niçin orada kullanılması gerekli olduğunu anlamadan okumuşluk kazanılamaz. Sizden önemle rica ediyorum, dikkatle dinleyin, anlayamadığınız yerleri bana, ben yoksam bakın bilen arkadaşlarınız var, onlara hemen sorun, öğrenin. Bundan sonraki derslerimiz daha zevkli geçer. Dersler ilerledikçe anlayamadıklarınız da yığınlaşırsa ilerde çok zorluk çekersiniz.”

Sözünü kesince bana döndü elini kaldırarak bana sen demek üzereyken önümdeki Fettah arkadaş (kendine baktığını sandı sanırım) kalktı, “Ben anlayamadım” dedi. Öğretmen çok yumuşak bir sesle “Aferin, işte böyle olacak” deyip Fettah’ı tahtanın yanına aldı, önce adını soyadını yazdırdı. Köyünü, bağlı olduğu ilçe ve ili yazdırdı. Köyünde halkın yaptığı işleri, ektiklerini sattıklarını sorup bazı sözleri tahtaya yazdırdı. Yazdığı yazıyı beğendiğini söyledi. Sorduklarını, “öyle mi olacaktı, böyle mi olacaktı?” diyerek yardımla yaptırdı. Arada sınıfa dönerek “Bakın ne kadar kolaymış, arkadaşınız anladı” diye hepimize cesaret vererek Fettah’a soruları yanıtlattırdı. Nasıl dinledimse ben bile anladım. Özel adların büyük harfle yazılacağını çok iyi anladım. Cins adları tam anlayamamıştım ama tanımlarını öğrendim, yazı içinde ayırma zorluğum oluyordu. Cesaretlendim. Fettah’a oturmasını söyleyince, bana “Bak iyi çalış, gelecek derste sıra sende” dedi. Birden cesaretlendim Bu derste de ödevim var dedim. “Biliyorum onu Türkçe dersinde inceleyeceğiz, bu günü dilbilgisine ayırdık” dedi. Sami parmağını kaldırdı, “Türkçe dilimiz olduğu için büyük harfle yazıyoruz, Almanca, Yunanca, Bulgarca da büyük harfle mi yazılacak?” dedi. Öğretmen “Doğrusu büyük harfle yazmaktır. Biliyorum siz kimi zaman bunların küçük yazıldığını göreceksiniz. Böyle yapanlar da var. Ama bu doğru değil, kuralları uygulayacaksak doğru uygulamalıyız. Bulgarları sevmiyoruz deyip kendi kurallarımızı bozmamalıyız. Bir gün belki bir hırsızı yazarken, adamın adı sözgelimi Ali Dürüst’se bu adam dürüst değil onu eğri yazarım, ya da adam kaza geçirmiş yüzü gözü ameliyatlarla çarpıtılmış ama soyadı güzel. Sen adamın yüzüne bakıp ‘Olmaz, bu adam güzel değil’ diyemezsin. Bir gün Eskişehir’i görünce çok beğeneceksin. Oysa adı eski. Buna karşın bizim bir Yenişehir adlı ilçemiz vardır. Görsen Eskişehir’den çok eskidir. Ama onların adları öyle. Biz sözcüklerin anlamları üzerinde duracağız. Ödev: Herkes kendi yöresindeki ilde-ilçe-bucak, köy, dere, tepe, anıt, türbe, varsa yol, köprü adlarını yazacak. Ek olarak herkes Edirne’de bulunan ünlü yerlerin adlarını yazacak.” Hem sevindim hem de üzüldüm. Sevindim, derse kaldırmadı, kaldırsaydı kesinlikle mahcup olacaktım. Üzüldüm, ben giderek cesaretleniyorum, güvenim artıyor ama arkadaşlara göre gerçekten çok eksiğim var. Mehmet Yücel ya da Sami Akıncı’ya göre benim çok çok çalışmam gerekecek. Hele Sami’ye yetişmek olası değil.

Dersten sonra koridora çıktım, herkesten ayrı duvarlara bakarak gezerken küçük sınıflardan biri arkamdan çekti “Abi senin numaran 66 mı?” dedi. Evet deyince bir paket verdi, bu seninmiş dedi. Aldım, birden sevindim, Yeni Hayatlarım gelmişti. Merdivenlere baktım, kimse yoktu. Zaten zil çaldı, matematik öğretmeni gelmeden yerime oturdum. Ama garip duygu içindeydim. Halil “Ne o, yemekler yetmiyor mu?” dedi. Zaten öğretmen girmişti, sustum. Ahmet Gürsel’e daha çok alıştığımı sanıyorum. Nedense arkadaşların çoğu Ahmet Gürsel’den çekiniyorlar. Oysa Ahmet Öğretmen en çok kızdığı zaman bile “Aaa, oldu mu ya? İstemem böyle şey, biraz daha dikkatli olalım” sözlerinden başka bir söz söylemiyor. Bazan da “Dostum bu yaptığını beğenmedim, bir daha dene” deyip geçiyor. Fikret Madaralı çok kızınca “Sarsak” diyerek azarlıyor. Anladığım kadarıyla Sabit Soysal fazla bir söz söylemiyor ama sanırım içinden fena kızıyor, öfkesini içine atıp kinleniyor. Salih Ziya Büyükaksoy, gülerek geçiştiriyor. En rahat yaklaştıklarım, sanat öğretmenlerim Namık Ergin, Hasan Çevik, Hamdi Bağ, Naci İnan. Hamdi Bağ bazen kızar gibi yapıyor ama arkasını dönünce gülüveriyor.

 

Hamdi Bağ

 

Ahmet Gürsel Öğretmen geldi, günaydın dedi, yüzlerimize baktı, “Bizim bir dersimiz de ticaret üstüne olacak. Ticaret yapmayacağız ama ticaretin yolu yordamı üstüne konuşacağız. İlerde bunu kooperatif kurarak uygulamaya geçeceğiz. Okulumuz kent dışında olduğu için kendi kooperatifimiz aracılığıyla alacaklarımızı ucuz sağlamaya çalışacağız” dedikten sonra ortaya “kooperatif nedir, bileniniz var mı?” diye sorup yüzümüze baktı. Ben pancar kooperatifi sözünü çok duymuştum ama ne olduğunu tam olarak bilmiyordum. Yalnız sık sık duyduğum “Kooperatiften bu yıl çok para kestiler ya da az para dağıttılar” gibi konuşmaları anımsadım. Bu kadarcık bilgiyle kalkmaya cesaret edemedim. Öğretmen yüzlerimize baktı. İsmet başta olmak üzere altı yedi arkadaş el kaldırdı. Hilmi’den başlayarak öğretmen hepsini sıra ile konuşturdu. Meğer Edirne’de süt ya da peynircilerin, yine Lüleburgaz’da sütçülerin de kooperatifleri varmış. Kooperatifler iki türlü oluyormuş, alıcı ya da toplayıcılar, satıcı ya da dağıtıcılar. Kırklareli’de, Tekirdağ’da dağıtıcı memur kooperatifleri varmış. Bunu duyunca anımsadım, Kırklareli’ye gittikçe Hasan Amcamın aynı yerden alış veriş yaptığını biliyordum, meğer bunun içinmiş.

Ahmet Bey birden Bulgaristan’dan gelen arkadaşlara döndü “Dur bakalım bir de onların fikrini alalım, Bulgaristan’da kooperatifçilik çok ilerlemişmiş” dedi. Emrullah’ı kaldırdı. Emrullah arkadaş anlattı, anlattı ama ben hiçbir şey anlamadım. Bu kez Hüsnü araya girdi, biraz bir şeyler anladım. Hemen hemen her yerde kooperatif varmış, her tür üreticiler-tüketiciler kooperatif kurabiliyormuş. Örneğin öğretmenlerin kooperatifi varmış, tüm öğretmenler oradan alış veriş ediyorlarmış. Kooperatif gelirlerinden de pay alıyorlarmış. Öğretmen “Bravo, işte bize burası gerekliydi” deyip kendisi konuşmaya başladı. “Kooperatif kurunca bizler birer miktar para vereceğiz. O paramız orada işleyecek.” Burada durup gene Hüsnü’ye sordu: “İşleyecek ne demek?” “Alım satımda kullanılacak” deyince, “İşte böylece uzun zaman içindeki karlarla artacak. Yıl sonunda bu artışa göre pay sahiplerine kar ödenecek.” Öğretmen bu karların dağıtımlarını, kurallarını anlatmak ödevini Sami’ye verdi. Elinde bir dergi vardı onu da Sami’ye verdi. Ahmet Öğretmenin bu dersini çok sıkıcı buldum. Hiç alışmadığım, hakkında hiçbir bilgi kazanmadığım bir konu. Daha neler çıkacak arkasından kim bilir? Öndeki arkadaşlar soru sordular, okul kooperatifinin ne zaman kurulacağını öğrenmek istediler. Kooperatifi Türkçe öğretmeni Fikret Madaralı kuracakmış, bunu öğrenince sevindim. Bana göre o güvenilir biri. Neden böyle düşündüğümü de kendim bile anlayamadım ama rahatladım.

Zil çalar çalmaz elimin üstünde durduğu paketi aldım. Halil arkadaş “Hadi aç şunu ders boyunca elin gitti gitti geldi” dedi. Açtım, bir kutu Yeni Hayat, önce arkadaşa verdim, kendime de ayırıp kalanını hemen sardım. Dışarı çıkmaya hazırlanırken arkadaş uyardı “Sırada bırakma, açıp alırlar” aldım. “Dolabımdan da alırlar mı?” “İyice saklarsan bulamazlar, zaten oralarını gözeten görevli var, uzun karıştırmalara izin vermez” Beraber yukarı dolaplara çıktık, paketi çamaşırlarımın arasına sakladım. Olayı kimseye söylemeyeceğim ama ne olduğunu ben nasıl öğreneceğim? Parasını vermem gerekiyor mu? Bunu kendisine mi sormalıyım yoksa birisinin düşüncesini mi almalıyım? Hava gene yağmura dönüşmüş, yarın Edirne’ye gidiş galiba gene yok. Arkadaşların sorunu elbise. Derken aklıma geldi, yarın elbiseleri alınca revire gideceğim, İsmet’i de götüreceğim, hemşire nasıl olsa bir şeyler söyleyecek, yeri gelirse sorarım, teşekkür ederim. Hem de İsmet kendiliğinden durumu öğrenir, gerekirse bana uyarıda bulunur. Sıkıntım geçti.

Dersliğe dönünce Sami’nin yanına gittim. Sami öğretmenin verdiği kitabı açmış, okuyor. Aslında kitap değil beyaz bir dergi. Üstünde de Bulgaristan’da Kooperatifçilik yazıyor. Şimdi anladım, Hüsnü’ye neden sorduğunu. Sami ilgilendiğimi görünce “İstiyorsan al oku, sonra getirirsin” dedi. Teşekkür ettim. Elbiselerin gri olduğunu daha önce duymuştuk, sahiden olduğu saptanmış, galiba Edirne’li birileri dikildiği yere de gidip görmüşler. Tevatürler hep elbiseler üstüne. Yemekte Hamdi Bağ Öğretmenle Naci Bey beraber yemek yiyordu. Naci Bey kalkarken Salih Baydemir’i çağırdı. Bir şey verdiğini gördüm, yemekten sonra öğrendim, azıcık geç gelecekmiş, kuruyan tahtaları ıslatmadan aldığımız depoya götürecekmişiz. Yağmur yağarsa taşımayın demiş. Bir süre bekledik yağmur kesilince yakındaki bir boş depoya götürdük. Boş diyorum ama yüzlerce sıra yığınla duruyor. Dört beş tane sandık var üstleri minderli altları açık. Bunlar da ne ki diye bakarken Salih “Onlar jimnastik derslerinde atlamak için” dedi atlar gibi yaptı. Anımsadım, Kırklareli’ye gelip giderken asker kışlalarının yanından geçiyordum, o zamanlar görmüştüm, askerler bacaklarını açarak atlıyorlardı. Arkam kapıya dönük, Naci Bey gelmiş, ben ayırdında değilim, Salih’e “Burada askerler ait bir çok araç-gereç var herhalde silah da vardır” derken Naci Bey tamamladı “Elbet var, görmediniz mi? Geçen gün elli kadar piyade tüfeğini askerlere teslim ettiler” dedi. Önce şaka sandım. Naci Bey okulun bir zamanlar asker kışlası, bir zamanlar da Hazırlık Subay Okulu olduğunu tekrarladı. Yığınla sıraların sıraların bir bölümünü ayırdık. Aralarından onarım gereksinimi olanları bir yere sağlamlarını bir yere yığdık. Onarımı gerekenler yağmurdan sonra çalıştığımız yere taşınacak. Naci Bey Bu günlük bu kadar dedi, bize izin verdi.

Sevinerek dersliğe gittik. Bir de baktık ki herkes sınıfta. Meğer onları da bırakmışlarmış. Konu elbiseler, resim çektirmek için Edirne’ye mi gitmeli yoksa fotoğrafçı mı çağırmalı? İkisi de olur. Arkadaşların kimisi elbisede filan değil, olayı önemseyip konuşma fırsatı sayarak gün geçirmeye çalışıyorlar. Benim gibi olay üzerinde durmayan 6 Ali var, 76 Arif Kalkan var bir de son gelen Bulgaristanlı arkadaşlar. Onlar da elbiselere bu denli önem verilmesine biraz şaşıyorlar. Hüsnü arkadaş “Yatılı okul olduğuna göre nasıl olsa verecekler. Bize girmeden önce bunu böyle söylediler” derken adı geçti: Osman Nuri Peremeci. Vahit Dede bana demişti, “Seni bizim Peremeci ’ye götüreceğim o tarihi çok iyi bilir hem de tarih sevenlere çok yardımcı olur, okunacak kitapları iyi seçer” demişti. Nereden tanıdıklarını sordum. Osman Nuri Peremeci Bulgaristan’dan gelenlerle özellikle öğrencilerle ilgilenip onların bir okula yerleşmelerine yardımcı oluyormuş. Benim soruşuma onlar da sevindi, beraber gitmeye karar verdik. Biz konuşurken İsmet geldi, mektubu atıp atmadığımı sordu, atmadığımı söyleyince, yarın elbiseleri alınca Edirne’ye gideceğini söyledi. O atabilirmiş. Nasıl atacak ki? diye düşündüm. O da benim gibi Edirne’ye bir kez gitti, o zaman da babası, Muhittin Eniştem gezdirdi. Olur dedim. Nedense İsmet bu gün azıcık üzgün gibi, yanımdan ayrılmak istemiyor. Ona kızmıştım, şekerlerimden vermemeye karar vermiştim ama böyle olunca vazgeçtim. Yukarıya çıkınca vereceğim ama hiçbir açıklama yapmayacağım. En küçük bir şey söylesem kimbilir neler yumurtlar.

Yeni bir haber, yarın sabah önce bize elbise verilecekmiş. Bunu da Küçük Hikmet geldi kapıdan bağıra çağıra söyledi. Öğretmenleri Ömer Bey öyle söylemiş. Küçük Hikmet sınıflar arası habercisi. Kimi zaman öğleleri ne tatlısı verileceğini gelip bize söylüyor. Onların dersliği yemekhaneye bizden yakın. Bizimki hem uzak hem de koridorun öbür tarafında. Arada büyük kapıların çıkıntıları var. Zil çalınca yatmaya İsmet’le birlikte çıktık. Baktım şekerler koyduğum gibi duruyor. İsmet görünce şaşırdı “Dayı, dolaplara yiyecek koymak yasak” dedi. Nereden biliyorsun? diye sorunca kapının arkasındaki asılı kağıdı gösterdi. Okudum, sahiden de “Dolaplara yiyecek konamaz” yazılı. Çaresiz İsmet’le bölüştüm, yakınımdaki arkadaşlara verdim. Azıcığını da ceketimin iç cebine mendilimle sarıp sıkıştırdım. İsmet nereden aldığımı sormadı. Olayı öylece geçiştirdim. Uygun bir zamanda İsmet’e anlatacağım.

Yatınca ben de elbiseleri düşünmeye başladım. Herkesin sevinmesine karşılık ben başka şeyler düşünmeye başladım. Bizim köylüler ince kumaş elbiseleri hem giymezler hem de giyenleri eleştirirler. Köye gidince bana da aynı gözle bakacaklar. Hele soğuk zamanlarda gidersem acıyarak bakıp “Çok üşüyorsun ama belli etmemeye çalışıyorsun değil mi?” diye alay etmeye bile kalkışacaklar. Ben de köye gidince onları giymem. Hiç değilse kışın giymem, yazın söyleyecekleri bir söz olmasa gerek. Yeni Hayatları yedim ama kafam karmakarışık. Hanife Halama söz vermiştim, mektup yazacağım, yeni elbiselerimle bir de fotoğraf çektirip ekleyeceğim. C’yi çok merak ediyorum. Ne olacak ki, daha bir ay bile olmadı. Bana göre yıllar geçmiş gibi. Uzun süre uyuyamadım. Ahmet Gürsel Öğretmenin dersi gözümün önüne geliyor. O şımarık gibi gördüğüm şakacı Mehmet Yücel’i düşünüyorum, hem neşeli hem de bilgili. Belki öteki derslerde de öyle olacak ama şimdilik susuyor. Sami de öyle, kimseyle ilgilenmiyor ama öğretmenler onu tanımış durumda. Uyumuşum, rüyamda bütün öğretmenler bana bakıyor, kaçmaya çalışıyorum, kaçacağım yerde A, C, L, M (Münevver Hemşire) sırayla duruyorlar, onları görmezden gelip gene öğretmenlerin karşısına çıkıyorum. Meğer öğretmenler uyuyormuş. Şaşırıyorum. Ötekiler çekilmiş M bana mendil sallıyor. Herkes bana bakıyor, arkadaşlar gülüyor, öğretmenler kaşlarını çatmış beni izliyorlar, kaçmaya çalışıyorum, kaçamıyorum. Soluk soluğa uyandım, terlemişim. Yorgun bir durumda tekrar yattım. Gene bir rüya; biri beni tutmaya çalışıyor, ha tuttu ha tutacak, derken tuttu, çekti. Uyandım. İsmet “Dayı kalk, yatan yalnız sen kaldın, herkes kahvaltıda!” Rüya dediğim çekiştirmeyi İsmet yapıyormuş, “Dayı bu ne uyku, çektim çektim kalkmadın” deyip gülüyor.

 

3 Aralık 1938 Cumartesi

 

Kahvaltıya iniyoruz, kendime tam gelmiş değilim. Bir yandan da rüyalarımı anımsamaya çalışıyorum. Gözlerim de Hemşire M’de. Bazan bu saatlerde buralara iner. Yok Dersliğe gidiyoruz, terziler gelmek üzere, giydirip bakacaklarmış, uymazsa geri götürüp birkaç gün içinde getireceklermiş. Kesinlikle kimse buna razı değil. Yusuf Asıl bağıra çağıra “Çuval kadar bol olsa gene alırım” diyor. Mehmet Yücel hazır cevap, “Eve götür annen küçültür hem de kardeşine bir takım çıkartır” diyor. Herkes kahkahalarla gülerken Hilmi Altınsoy çıkıyor “Ya sana seninkiler bol-kısa gelirse?” Mehmet Yücel hiç duraksamadan “Seninkileri alırım, sana nasıl olsa en uygunu gelecektir.”

Nihayet terziler geldi. Namık Öğretmen çoktandır sınıfımıza gelmemiş, “Ben gelmeyeli beri hepiniz büyümüşsünüz” dedi. Kürsünün üstü açıldı, örtü kondu, sessizlik istendi. Terzi gerekli açıklamaları yaptı. En küçük kusurun bile söylenmesini rica etti. “Düzeltmek için gidecek elbiseler kesinlikle pazartesi gelecektir, söz” diyerek inandırdı. İkişer ikişer çağırılarak giydirmeye başlandı. Fikret Madaralı geldi, Namık Beyle konuştu. Bu kez sıra ile arkadaşlar çağırıldı, herkes yatakhanede giyinip dersliğe geldi. Hepimiz yerlerimize oturduk. Öğretmenler de karşımızda sırayla oturdular. Birer birer kalkıp önlerinde durduk, hareket ettik. Kusurları saptadılar. Çok kusur çıkmadı çok boylularda görülen bollukları “Büyüyünce iyi olacak gibi” şakalarla geçiştirdiler. Benimki sanırım en uygunlardan biri idi. Namık Bey bana baktıktan sonra terziye “İltimas mı geçtin” dedi. Terzi çok dikkatli bir insan, ölçü alırken benimle şakalaşmıştı. “Evet, o bana kendi köyünden kışlık elbise getirecek” dedi, gülüştüler. Fikret Madaralı ise galiba yalnız bana “Güle güle eskit” dedi. Yerlerimizde oturuyoruz.

Küfeler içinde şapkalar geldi. Oldum olası kafama şapka uyduramam. Şapkada bir uyumsuzluk olacağını bekler gibiyim. Gene numaralar okunmaya başlandı. Bu kez terzi çırağı küfeden şapkayı alıyor içindeki öğrenci numarasını okuyor, okunan numara sahibi kalkıp alıyor. Ben kollarımı belimi yoklarken ilk numara benimki çıktı, gittim, terzi şapkayı başıma koydu, sordu “Rahat mı?” Beklediğim gibi terslik olmadığı için sevindim, çok rahat deyip kasket elimde yerime giderken bütün sınıf bir Aaayyyyyy çekti. Ben benimle bir ilgi kurmadım, aylar arasında yerime oturdum ama sınıfın huzursuzluğu giderek arttı. Etrafıma bakıyorum, hiç bir şey göremiyorum. Benden sonra daha iki numara gitti, kıpırdanmalar, sızlamalar giderek arttı. “Ne oluyoruz?” diye arkadaşım Halil’e sordum, Halil yavaşça elimden kasketi aldı, eliyle kasketin şeridini gösterdi. Gene anlamadım. Bu kez kulağıma “Eflatun şerit konmamış” dedi. Nihayet anladım, baktım, sıradan bir ön kuşak konmuş. Ben uyanıncaya dek sınıfın yarısı kasketini aldı, herkesin yüzü ekşimiş, dokunulsa ağlayacaklar. Öğretmenler durumu anladılar ama hiç oralı olmadılar. Kimi arkadaşlar numarası okununca gitti aldı, başına bile koymadan yerine oturdu. Fikret Madaralı önce yanındaki öğretmenlerle sonra terziyle konuştu. Dağıtım bitince “Çocuklar, üzüntünüzü anladık, bu durumu biz hiç düşünmemiştik. Biz elbiseleriniz için geldik, elbiselerinizden bir şikayetiniz olursa gene yardımcı olacağız. Kasketleriniz için okul Müdürümüz size gerekli bilgiyi verecek” deyip ayrıldılar. Derslik birden karıştı. Kimin ne dediği doğru dürüst anlaşılmadan bağırmalar, çağırmalar bir süre yükselerek sürdü. Olaya daha çok orta okullara devam etmiş arkadaşlar tepki gösterdi. Ben onlara katılıyorum ama çok da önemsemiyorum. Alır bir kasket giyerim diyorum. Kimi arkadaşlarımız sırılsıklam ağladılar, okuldan ayrılmaktan söz etmeye başladılar. İsmet’in de böyle konuşur olması giderek beni de olayın içine çekmeye başladı. Ben İsmet’in ayrılmasını istemediğim için onu sakinleştirmeye çalışıyorum, kimi arkadaşlar bunu, konuya ters yaklaşım olarak alıp benimle tartışmaya kalkıyorlar. Sonunda ortaya söyledim “Böyle sınıfta birbirimizi üzmekle kasketlere eflatun şerit çekilmez. Okul müdürüne gider sorarsınız, niçin şapkalarımız öğretmen okulları gibi değil. Biz öğretmen okulu öğrencisi değil miyiz? dersiniz.” Bir iki tartışmadan sonra Sami başta olmak üzere beni desteklediler. Özellikle Sami’nin sırasında konuk olarak oturan, Sabit Soysal öğretmenin kardeşi Hüseyin de söze karıştı “Aranızdan iki arkadaş seçin, gitsin konuşsun” dedi. Hemen seçmeye kalkışıldı. Sami seçildi ama Sami “Ben şikayetçi değilim” deyip işin içinden sıyrıldı. Bundan sonra kimi öne sürseler o şikayetinden vazgeçti.

Böylece yemeğe dek sinirli bir tartışma yaşandı. Bayrak töreni içerde (salonda) yapıldı. Adem Gürçağlayan öğrencileri yeni giysileri içinde görünce yüksek sesle “Aaaaaaa, ne güzel, haydi şimdi güzel bir İstiklal Marşı söyleyelim. Bundan sonra seslerimiz de giysilerimiz gibi tek renk olsun” diyerek elini kaldırdı. Gerçekten İstiklal Marşı güzel söylendi. Ben gene azıcık sindim, seslerin kimi yerlerini söylemekte zorlandığımı biliyordum. Boy sırasında en arkada olduğum için kimse göremedi. Koridorda öğretmenler arkaya gelmiyor. Ancak bahçede söylenirken bu kez tüm öğretmenler arkaya geliyor. O zaman sıkılıyorum. İzinli çıkmak isteyenler adlarını yazdıracak. Gezmeye gidenler grup olarak gezecek, en geç saat 17:00’de okula dönülecek. Fikret Madaralı “Dikkat” dedi, bizim sınıfa “Okul müdürümüzle konuştum, yarın akşam (Pazar günü akşamı) dersliğinize gelip sizinle konuşacak, isteklerinizi açık açık söylersiniz, Müdür Beyin söyledikleri iyi anlamaya çalışın” dedi. Küçük sınıflar dağılıverdi ama bizim sınıf topluca durdu kaldı. Kimse sıradan bir süre çıkamadı, “Acaba ne konuşacak?” İleri geri konuşanlar kaygıya kapıldılar. Kimisi birilerinden kuşkulanıp “Kim gidip anlattı?” demeye başladı. İsmet ataklardan biriydi. Kaygılandığını görünce kolundan tutup çektim “Müdür Bey gelip konuşmadan, ne diyeceği üstünde durmanın bir anlamı yok. Yarın olsun, dinleyelim, dediklerine uyarsak bize ne der ki? Uymayanlar ortaya çıkar, Mürefteli 45 Mustafa, Manikalı 43 İsmail, Çeneli 39 Kemal gibi evlerine dönerler. Biz buraya şapka ya da şerit için gelmedik, okumak için geldik. Elbise verileceğini bile tam bilmiyorduk. Babam bana ‘bekle elbise verirlerse onların verdiği elbiseleri giyersin, vermezlerse kendi paranla alırsın’ demişti. Muhittin eniştem geldiğinde az daha bana elbise alacaktı, ‘Az bekleyelim, burası yatılı okuldur belki öteki yatılı okullar gibi renk seçerler, bizim aldığımızı giymen sorun olur’ demişti. Şimdi elbise verdiler, beğenmeyenler aynı renkte istediği gibi yaptırsınlar. Şapka durumunu ben hiç düşünmemiştim, şimdi ben de sizin gibi düşünüyorum ama, neden vermediklerini bilmeden de sinirlenmeye kalkmıyorum. Müdür Bey konuşsun, sanırım elbisemizi düşünenler kasket işini de düşünürler.” İsmet “Dayı, sen tıpkı babam gibi konuşuyorsun, çok doğru söylüyorsun” dedi, bir süre güldü, arkadaşları güldürmeye çalıştı.

Öğle yemeğinde tüm salonda bir sessizlik var. Küçük sınıflar da etkilenmiş olacak, kendi aralarında kıkırdaşmış olmalarına karşın kalkıp gezenlere, karşı masalara söz atanlara bugün rastlanmıyor. Nedense dördüncü sınıflara elbise verilmemiş. Belki yetiştirilememiştir. Kimi arkadaşlar gezmeye çıkmaktan vazgeçtiler. Dersliğe dönünce Mehmet Yücel arkadaşımız gülerek “Hadi hadi doğruyu söyleyin, kasketlerinizi ıslatmamak için gitmiyorsunuz, koruyun onları koruyun” deyip kahkahayı basıyor. Halil, Hüsnü, Emrullah dördümüz ders çalışmaya karar verdik. İçimizde en çekingeni Emrullah. Hüsnü bana Bulgar yazarı Elin Pelin’den hikaye anlatıyor. Ömer Seyfettin’in İlk Düşen Ak kitabını karıştırıyoruz. Sivrisinek gibi başlıkları öyküyü okuyup geçiyorum. Hasan Üner okumuş “O hikaye güzel” diyor. Ben “Sivri sineğin nesi güzel” diye karşılık veriyorum. Hasan gülüyor “Benimle şaka mı ediyorsun, Sivrisinek bir hikayenin adı, hikayede başka şey anlatılıyor, oku bak” Hüsnü ile beraber okuyoruz. Hasan haklı, yazar sivrisineği değil başka bir olayı anlatıyor. Olayı daha iyi anlatmak için de sivrisineği kullanıyor. Hımmmm deyip yutkunuyorum. Hasan biraz sonra elinde bir kitapla geldi. O da Ömer Seyfettin: Gizli Mabet. Kitabı karıştırıp en kısalarını arıyorum. Bir solukta Kurbağa Duası’nı okudum. Hasan’ın dediğinin tam tersine bu hikaye düpedüz kurbağaları anlatıyor. Atlayarak okuyorum, Keramet’e çok güldüm ama Diyet beni çok üzdü. Keşke okumasaydım, üzüldüğüm bir yana ellerim, bileklerim uyuşuyor, oralarda acı duyuyorum. Hasan’a anlattım, o alışmış bana “Sen Bomba’yı okuyunca göreceksin” dedi. Okuyayım mı okumayayım mı? Hasan sanki oku demiş gibi. Şaşıyorum, Hasan daha küçük. Sınıfın Küçük Hasanı. Ben, sınıfın en büyüğü, söylediğine göre ben ondan beş yaş büyük, kilo, boy olarak da nerdeyse bir buçuk katıyım. Hasan Ömer Seyfettin’den yirmi kadar hikaye okumuş. Adlarını da sayıyor. Parmaklarını sayarak sıraladı: Diyet, Deve,Kurbağa Duası, Keramet, Yüz Akı, Falaka, Sivrisinek, Yalız Efe, Mermer Tezgah, Nakarat, Perili Köşk, Tos vb. Tuhaf BirZulüm’ü de okumuş, ona soruyorum. Anlatıyor. Ama o da adları bilemediği için duraksıyor. Biri çıkıyor böyle diyor, öteki de böyle diyor deyince ben gene karışıyorum. O birileri anlattıklarımı karıştırmıyor mu? Hasan hemen “İşte ben de bunun için parmak kaldırıp derslere karışamıyorum. Türkçe, coğrafya, tarih derslerinde bildiklerim oluyor, kalkıp söyleyemiyorum.” Hasan’a bakıyorum, o da Mehmet Yücel gibi, bilgi dolu ama susuyor. Bense bilgisiz olduğum halde ortaya çıkmaya çalışıyorum. Okuduklarımı yazmaya karar verdim. Önce tümünü okuduğum kitapların adlarını, ne anlattıklarını, sonra hikayelerin adlarını yazarlarını, ne anlattıklarını, Hasan da böyle yapıyormuş. Hasan’la arkadaş olan 24 İbrahim Tuzpahacı geldi. Arkadaşlar onu Tospacı olarak çağırıyorlar. Buna çok üzülüyor. Ağabeyi subay olacakmış. Onun yaptıklarını anlattı. Ortaokuldan beri defter tutup, okuduklarını yazıyormuş. Dört beş defteri olmuş, bunları okudukça bitirdiği kitapları hiç unutmuyormuş.

Biz konuşurken İsmet dışarı çıkmıştı, hemşireyle karşılaşmış, İsmet’e “Dayın şekerleri aldı mı?” demiş. İsmet “Bitirdik bile”  deyince “İyi, sevdinizse gene getiririm” demiş. İsmet şaşkın şaşkın bana bakıp “Dayı neden ama?” deyip başını iki yana sallıyor. Bilmem, nerden bileyim? İsmet “Dayı gidip konuşayım mı?” Biraz sertçe davranarak “Ben ona bir güzel haber götürdüm, buna memnun oldu, söz verdi, getirdi. Bunun sorulacak bir tarafı var mı?” deyip susturdum. İsmet’i kuşkulandığı takıntıdan kurtarmak için de “Benim köyde yavuklumun olduğunu o biliyor, ben söyledim” dedim. İsmet buna sevindi. Galiba beni kıskandı. Belki de hemşireyi kıskandı. Dur bakalım.

Hasan’ın uyarıları üzerine Türkçe dersi hazırlığımı yeniden yaptım. İstanbolof’u, Koştanof’u kağıda yazdım. Gospodin bey ya da bay demekmiş, onu Hüsnü öğretmişti. Gospodin Eminamzof, diyerek Mustafa Saatçi bunu herkese duyurmuştu. Kepazef adamın soyadıymış, Bismark Almanya başbakanıymış onları öğrendim. Makedonya, Alsas-Loren birer ülkeymiş. Petersburg bir kent, Sazanof bir insan. Deliorman’ı çok duydum. Bizim köyde bile oradan insan var. Katliam, taassup, acayip, tereddüt, tahsisat, dahi, mübalağa, fire sözlerinin anlamlarını yazdım. Çok sevinçliyim. İsmet bana zarf kağıt getirdi, köye herkese mektup yazacağım. Biliyorum bu kahveye asılacak, herkes okuyacak. Dikkatli yazmalıyım, kimse gocunmasın. Özellikle soracağım insanlar önemli. En iyisi hiç kimsenin adını yazmadan “hepinizi, hepinize” gibi konuşup bitirmek, çoğunlukla iyi olduğumu, yaptıklarımı onlara duyurmaktır. Babama, evdekilere ayrıca yazıp istediklerimi duyuracağım. Hanife Halama ayrıca yazıp iyi olduğumu özellikle bildireceğim. Ancak resim çektirip almak için biraz bekleyeceğim. Türkçe ödevimi yapınca rahatladım ama matematik ödevlerimden hala ürküyorum. Geometri şekillerini iyice öğrendim üçgen, dörtgen, daire, açı, gönye, cetvel bunları iyice belledim. Müstatil, müselles, dılı, zaviye, muvaziler yok olmuş, ben bunları düşünürken. Ahmet Gürsel Öğretmen bana “Eski adları söylemek yok, bu yola saparsan öğrenmen aksar” demişti, oysa kendisi durmadan zaviye, müselles, münhani deyip duruyor. Ayırdına varınca da “Siz benim dediklerime değil çizdiklerime bakın, doğruyu söyleyin” deyip uyarıda bulunuyor. Ahmet Gürsel Öğretmen tahtaya şekilleri çok güzel çiziyor. Tebeşirler tahtaya o çizince kalın rahatça görülecek şekilde çiziyor. Başkaları aynı tebeşiri kullandığı halde böyle belirli olmuyor. Sabit Soysal Öğretmen yazdığı zaman rahat okuyamıyoruz.

Emrullah’la Hüsnü dışarı çıktılar. Emrullah biraz huzursuz, bana sigara içiyor gibi geldi. Aralıklarla gidip gidip geliyor. Halil’e sordum “Olmaz öyle şey, sigara için parayı nerden bulacak? Kimsesi yok. Okulda sigara içmek yasak, içerken görürlerse hemen çıkarırlar. Öğrenip uyaralım.” dedi. Söylediğime pişman oldum.  Bu gibi yanlış çıkışlardan ders almaya çalışıyorum ama olayların bir türlü dışında kalamıyorum. Ne tuhaf, ben “Belki içiyor” dedim. Belki de içmiyor. Eğer içiyorsa vazgeçmeli. İçmiyorsa hiçbir sorun kalmaz, çünkü içmiyor. İçmeyene, “içiyor galiba” demek suç olur mu? Hayır denir, iş biter. Oysa bizim aramızda olaylar böyle bitmiyor, “Sen neden öyle dedin?” diye hesap soruluyor. En iyisini Sami yapıyor; susuyor, çalışıyor, öğretmen sınıfa girip derse başlayınca canlanıp konuşuyor. Biz de öğretmenler yokken tan tan tan konuşup öğretmen gelince susuyoruz. İşte ben bunu çok iyi anladım ama karar verdiğim halde tam uygulayamıyorum. Bu kez kesin karar verdim, bundan böyle verdiğim bu kararımı uygulayacağım.

Kendi kendime konuşurken yanıma Halil’in hemşehrisi Bekir Temuçin geldi. O da küçüklerden. Küçük ama küçüklerin belki en akıllısı. Öğretmenler sorunca en çok parmak kaldıranlardan biri. Yanıma oturdu. Kasketi de başında. Neden giydiğini sordum. Birileri giymeyelim demiş, o da kızmış, inadına giymiş. Başım alışsın diyor. Ben çıkardım, kasketi başıma koydum. Bekir sağa sola oynatarak yerleştirdi. Tamam dedi. Kasketler başımızda bizim arka sırada oturuyoruz. Önümüzdekiler dönüp dönüp baktılar. Bir kısmı güldü bir kısmı da sıralara koydukları kasketleri başlarına taktılar. Gülenler var, kendi aralarında konuşanlar var. Bu arada dışarıda olanlara da haber gitmiş olmalı birer ikişer içeri gelenler oldu. Bu arada Mehmet Yücel geldi. Mehmet Yücel’le kavga etmedik ama İsmet için bir çatışmamız olmuştu. Ondan sonra o bana iyi davrandı ben de ona yaklaştım, belki de sevmeye başlamıştım. Bu kez Mehmet Yücel ne düşünceyle bilmem  bizim sırayı göstererek yüksek sesle “Ne var yahu, bunlar Edirne çöpçüleri gibi kasketleri takmış sınıfta oturuyorlar” dedi. Biz hiçbir tepki göstermedik, ikimiz de öyle baktık. Bekir benden bekledi galiba, ben de hiçbir şey düşünmeden Mehmet Yücel’e baktım. O kahkahalarla gülüyor. Biz de bu kez gülmeye başladık. Bekir Mehmet’e “Hadi sen de giy, sen de çöpçü ol” dedi. Mehmet gitti sırasından kasketini aldı, biraz da yan giyerek, eliyle asker selamı verdi. Sınıfta bir gülüşme, bir neşe fırtınası koptu. Çoğu kasketleri başlarına koyup birbiriyle çekişmeye başladılar. Karşılıklı düzeltmeler yapılıyor, tamam, böyle daha iyi, gibi uyarılar tekrarlanıyordu.

Halil, Hüsnü, Emrullah dışarıdan gelince önce şaşırıp sordular, sonra, sessizce kasketlerini alıp başlarına taktılar. Takmayan birkaç kişi kalmıştı. Onlar hoşnut olmadılar ama ses de çıkarmadılar. Yavaş yavaş herkes çıkardı, ancak Mehmet Yücel’in benzetmesi fısıltılara dönüşerek arada hep duyuldu. Edirne çöpçüleri… Oldukça sıkıntılı bir gün geçirdik. Önce çok sevindik sonra üzüldük, giderek üzüntümüz korkuya dönüştü. Okul müdürü ne söyleyecek? Özellikle “Giymeyelim” deyip diretmeye kalkışanlar. Bizim (Bekir’le benim) şaka olarak giyişimizin sınıfça bir dönüş sanılıp kararsızların bize katılması ortalığı karıştırdı. Bir çoğunun “Giysek ne olacak?” sözleri gittikçe arttı. Hilmi Altınsoy, Salih Baydemir, Arif Kalkan, Abdullah Erçetin, Ahmet Güner açık açık böyle dediler. Yat zili çaldığı zaman hepimiz her zamankinden daha istekle yataklara koştuk. Dikkat ettim tüm arkadaşlar sessiz sakin yatıp uyudular. Ben bir süre Mehmet Yücel’i düşündüm, aklı fikri güldürücü sözler bulmakta. Okul müdürü ne söyleyecek acaba? Fikret Madaralı’ya kasketleri sevmediğimizi kim söyledi acaba? Düşündükçe uykum açıldı. Hanife Halama neler yazmalıyım? C için ne diyeceğim? Düşünüyorum, kafam karışıyor, hiçbir söz bulamıyorum. Oldukça geç uyudum.

 

4 Aralık 1938 Pazar

 

İsmet dokunarak uyandırdı. Herkes kahvaltıya inmiş. Hava açmış. Yemek salonu değişmiş gibi, giysiler bir olunca daha küçük bir görüm oluşuyor. Hamdi Bey, Namık Bey, Sabit Bey kahvaltıda. Namık Bey fotoğraf getirecekti, unuttu galiba, getirmedi. Önce getirdiklerinden ben alamamıştım. İsmet aldı, baktım ama kendim edinemedim. Banyo nöbetimiz bu kez öğleden sonra. Dersliğimizin bitişiğindeki büyük oda kitaplık yapılmış, ilk kez bugün girdim. Hasan Üner, Ali Önol, Ali Güleren, Mehmet Başaran, Bekir Temuçin, Hüseyin Orhan, Kadir Pekgöz birkaç gündür buraya geliyormuş. Kitap dolapları kilitli ama uzun masalar üzerinde yığınla kitap var. Yalnız dışarı kitap çıkarmak yok. Sıra ile kitapların başlıklarını okuyorum.Dağları Bekleyen Kız, Yakılacak Kitap, Yaban, Bu Toprağın Kızları, Beyaz Lale, Çalı Kuşu, Küçük Paşa, Mai ve Siyah,Gulyabani, Kuyruklu Yıldız Altında, İki Sene Mektep Tatili, Mişel Stragof, Beyaz Zambaklar Memleketinde, Robenson Kruzo, Üç Silahşörler....

Ben kitapları karıştırırken Hasan geldi, okuduğu kitapları gösterdi. Yakılacak Kitap, Dağları Bekleyen Kız, Beyaz Lale, Gulyabani, İki Sene Mektep Tatili. Elinde Beyaz Zambaklar Memleketinde adlı kitap var. Biraz şaşırıyorum. Kendi kendime soruyorum: Niçin bu kadar kitap okuyor? Ders dışında böyle okumak bana zor geliyor. Böyle yapacağına, gelecek dersleri yapıp rahatlasa diyorum. Ben arada okuyacağım ama gene de önce derslerimi hazırlayacağım. Kitaplık gibi bir de Müzik Salonu hazırlanıyormuş, orada da ders olmadığı zamanlarda çalışabilecekmişiz. Buna sevindim işte, oraya sık sık giderim. Yemeğe dek onlarla kaldım. Oh ne iyi, derslikteki gürültü yok. Mustafa Saatçı, İsmet Yanar, Mehmet Yücel gelse burası da gürültülü olur diyorum. Mehmet Başaran karşıdaki yazıları gösteriyor: “O yazıları oku.” Okuyorum. “Okuma Salonunda sesli konuşulmaz”, “Konuşma yapanlar bunu tekrarladıkları takdirde görevli tarafından salondan çıkartılır”. “Böylesinin adı kusurlu olarak deftere yazılır, bir daha salona alınmaz, durum Türkçe öğretmeni Fikret Madaralı’ya bildirilir. Ödevli kim?” diye sordum. Bu hafta Hasan Üner, önümüzdeki hafta ise Mehmet Başaran olacakmış. Anladım, bu arkadaşlar birkaç gündür derslikte az görünüyorlardı.

Yemekte Halil anlattı, derslikte hiç kimse kasket masket dememiş, çıt çıkarmadan herkes ders çalışmış. Öğretmen kardeşleri de gene bizim derslikte çalışmışlar. Sınıftaki konuşmaların onlar tarafından öğretmenlere duyurulduğu sanılıyormuş. Ben buna hiç inanmadım. Hüseyin Soysal söylese söylese ağabeyine söyler, Sabit Bey ondan duyduğu sözü gidip başkasına söyler mi? Üstelik dün Hüseyin bizim konuşmalarımızı duymadı. Hele İbrahim hiç söylemez. O da söylese ağabeyine söyler ki ağabeyi ise başkasına hiç mi hiç söylemez. Benim böyle deyişime Halil de katıldı.

Banyo işine iyice alıştım, elbiselerimi dolaba rahat koyamıyorum. Bazı arkadaşlar asıyor, iyi bakamadım, nasıl yaptıklarını öğrenip ben de öyle yapacağım. İnce kumaştan bu tür pantolon hiç giymemiştim. Giydiklerim bol oluyordu. Arkadaşlar gece yatarken yatağın altına koyalım diyorlar. Bu nasıl olacak? Bir türlü de soramıyorum. Bunlar hep ortaokullara gitmişlerin fikirleri. Çoğu bir iki ay devam etmiş ama neler öğrenmişler. Kimse dünkü gibi konuşmuyor ama herkes sanırım Müdür Beyi merakla ya da korku ile bekliyor.

Nöbetçi öğretmen Ömer Tunalı bizim sınıf için “Derslikte toplansınlar” diye haber göndermiş. Zaten saatlerdir toplanmış durumdaydık. Bu, okul Müdürünün dersliğimize üçüncü gelişi olacak. İlk ikisinde güler yüzle geldi gene güler yüzle ayrıldıydı. Bakalım bu kez nasıl ayrılacak? Kapı yanlarından birisi yüksek sesle “Geliyor!” diye bağırdı. Bağıran Ali Önol’du. O yerine oturamadan Müdür Bey içeri girdi. Dimdik ayaktayız. Müdür Bey gülümsedi, eliyle işaret ederek oturun dedi, oturduk. Müdür Bey “Burası asker okulu değil, sizden disiplinli çalışmalar istiyoruz ama öyle ’Geliyor-gidiyor’ şeklinde bağırıp çağırma istemiyoruz. Burada herkesin sınırlı görevleri vardır. Çoğunlukla ziller bunları duyurur. Programlar vardır, bunlara uyarak görevliler yerlerini bulur. Demek istiyorum ki çıkıp kapılardan ‘Geliyor-gidiyor’ diye bağırmaya gerek yok. Böyle bir durumu bir daha görürsem üzülerek bunu yapanı cezalandırırım.” Ali Önal üzgün olarak ayağa kalkarken Müdür Bey işaret ederek “Otur oğlum, bu defa ben hoş gördüm, teşekkür ederim, bu konuya değinmeme vesile oldun, ben bundan sonrası için konuştum.” Ali çok gergin bir yüzle kalkmıştı, sevinçle oturdu, yüzü güldü. Hepimiz Ali gibi rahatladık.

Müdür Bey “Ben size daha önce de söyledim, sizin sınıf okulumuzun ağabey sınıfı. Okullarda gelenektir, büyük sınıflar okul yönetiminin en büyük yardımcısı olurlar. Okul yönetimi de onlara güvenerek bir çok sorumluluklar verirler. İşte öğrenci nöbetlerimiz başladı, bundan böyle sizden her gün bir arkadaşınız yemek zamanları mutfak ve oradaki durumu denetleyecek, nöbetçi öğretmenine yardımcı olacak, gelene gidenle ilgilenip onlara yol gösterecek. İlerde bu görevi daha genişletip belki nöbet günü derslerine de girmeyecek. Kitaplığımız kuruldu. Türkçe öğretmeniniz  Fikret Madaralı bu konuda tam yetkili, zengin bir kitaplık kuracak. Bu yıl oranın yönetimini sizler sağlayacaksınız. Müzik salonumuzu düzenlemeye başladık. Müzik öğretmenimiz gelecekti, gecikti, belki başka bir formülle onu gene getirteceğiz, çok deneyimli bir insan. Hiç değilse arada gelip müzik aletlerini kullanmanıza yardımcı olacak. İş atölyelerimizi kurmuş durumdayız. Yapıcılık, Marangozluk yanında bir de Demircilik atölyemiz olacak, öğretmeni yeni atandı, Nazmi Aybar, okulumuza geldi, göreve başladı.”

Müdür Beyi tatlı tatlı dinliyorum ama bir beklentim var. Sanırım herkes benim gibi düşünüyor, “Kasketler için ne diyecek?” Ama kimsenin bir şey soracak hali yok. Müdür Bey o anda bize “kendinizi gidip Meriç’e atın” dese olmaz diyecek durumda değiliz. Müdür Beyin sesinden konuşmanın biteceğini anlamaya başlamıştık. Hoşça kalın deyip gidecek gibi kapıya yönelirken ilk girdiği gibi sesini gürleştirerek “Unutmayın ki bütün bunlar için sadece görev istemeyeceğiz. Bu görevler ölçüsünde söz sahibi olacaksınız, düşüncelerinizi ortaya koyup gerektiğinde nefislerinizi korumasını bileceksiniz. Sık sık toplantılar yapacağız, yaptıklarımızı, yapamadıklarımızı, niçin yapamadığımızı açık açık tartışacağız. Bunların gerçekleştiğini günü gelince göreceksiniz.” Bir an durdu, “Çocuklar” deyip gene başladı “Biliyorum, biri konuşurken onun sözlerini sonuna kadar dinleyip tamamını algılamak zordur. İçinizde çoğu, ‘Okulun müdürü elbette öyle diyecek’ deyip arkasından ‘Yapılsın da görelim’ diyeceklerdir. Böyle diyenler tamamen haklıdır. Ben de böyle düşünürüm. Hatta içimden ‘Yap da görelim’ derim. Çekinmeyin, böyle düşünüyorsanız o düşüncenizde kalın. Ben verdiğim sözleri yerine getirebilirsem böyle düşünenler o zaman beni alkışlayacaklardır. Onların alkışını kazanmak için ben de canla başla verdiğim sözü tutacağım. Yeter ki karşılıklı güven içinde, önümüzdeki zamanı iyi kullanalım. Siz asıl görevinizi hiç unutmayın, iyi bir öğrenci ne yapmak zorundaysa sizler de onu yapın. Okul Müdürü müdürlüğünü, öğretmen öğretmenliğini, öğrenci öğrenciliğini iyi biliyorsa orada canlılık, orada mutluluk, orada başarı olacaktır.” Müdür Bey konuşurken bir elini sık sık pantolonun cebine soktu, çıkardı. Zaman zaman parmaklarını oynattı. En sonunda Hasan Üner’in sırası önünde durdu, iki eliyle Hasan’ın başını okşayarak “”Sen şimdi söyle bakalım aldığın elbisenden memnun musun?” dedi. Hasan böyle bir soruyu hiç beklemiyordu. Üstelik de kasket için en çok sızlananların başında o geliyordu. Hasan gibi hepimiz şaşırdık. Ben hemen içimden “Birisi Hasan’ı şikayet etmiş” diye düşündüm. Hasan kısa bir bocalama geçirdi, yavaşça sıradan kasketi çıkardı, hepimiz heyecan içinde Hasan’ın vereceği yanıtı beklerken Hasan kasketi başına taktı, hiç istifini bozmadan sakin sakin, “Başıma biraz büyük geliyor” dedi. Müdür Bey tuttu, sağa sola çevirdi “Evet biraz büyük” diyerek kasketi ileri geri çekti, sonra “Sen zaten zayıfsın, en kısa zamanda birkaç kilo almaya bak, o zaman başın kaskete yetişecek. Şimdilerde de saçını biraz uzat, sanırım birkaç ay sonra memnun olacaksın.” Hasan teşekkür etti, oturdu.

Müdür Bey sıra aralarına girerek bizim yan tarafımıza doğru yürüdü, benim önümdeki sırada Sefer Tunca ile yanında Fettah Biricik oturuyordu. Müdür Bey yanlarına geldi, dik dik baktı. Fettah arkadaşımız biraz çekingendi, telaşlandı. Müdür Bey adını sordu: Fettah Biricik. Müdür Bey “Aman oğul bu ne seçkinlik, bu ne büyük şans. Hem büyük zaferler kazanan (inşallah kazanacaksın) Tanrının bahtiyar kulu, hem de biricik, yani çok nadide bir kişi. Darısı başımıza, ama beraberiz bu mutluluklarda bizim de sevinç payımız olacaktır, inşallah” dedi. Fettah’a, “Söyle bakalım Biricik, elbiseni beğendin mi?” Fettah beğendiğini söyledi, Kasketinin de uyduğunu ekledi. Fettah oturmak üzereyken durdu, beklenmedik bir çıkışla, “Kasketi uymayanlar, kendileri düzelttirebilirler mi?” diye sordu. Müdür Bey “Elbette” deyip sözünü sürdürdü: Bizim tüm kuruntularımızın tersine kasketlerin bu böyle olmasını Müdür Bey istememiş, olanların tersine, Müdür Bey öğretmen okulu eflatun şeridini öne sürmüş. Olay-konu bakanlığa sorulmuş, bakanlıktan yanıt gelmeden, Edirne Öğretmen Okulu yöneticileri karşı koyduğundan (Öğretmen Okulu, bizim okulun, henüz Ortaokul düzeyinde olmasından dolayı karşı olmuş) bu kez de İl yönetimi (şimdilik) şeritsiz yapılmasını uygun bulmuş. Müdür Bey buna çok sinirlenmiş, hatta konuyu Trakya Genel Müfettişliğine yansıtmak istemiş ama kuruluş aşamasındaki okulun genel çıkarlarını düşünerek bizim kasketlerin şeritsiz kalmasına razı olmuş. Müdür Bey özet olarak durumu böyle anlatınca, iyice sus pus olduk. Müdür Bey Fettah’a dönerek aynı yanıtı tekrarladı, “Tabii yaptırabilirsiniz ama şerit merit taktırmak yok, ben kendi Bakanlığımız makamlarına durumu bildirdim. İlerde bir çözüm yolu bulunacağından bir kuşkum yok. Bu olaya ben sizden daha çok üzüldüm, ama bunu gelip size söyleyemezdim. Bunun bir yolu yordamı vardır. Sabredip bekleyeceğiz, sırası gelince hakkımızı alacağız. Ben sizin isteyeceklerinizi inanın sizden çok istiyorum. Bu kasket isteğinizi bir gün beğeneceğiniz gibi yaptıracağım da. Size söz veriyorum, sizin her yıl bir takım elbise hakkınız var. Ben bu kez ne yapıp yapacağım size vaktinden önce eflatun şeritli kasketlerinizi giydireceğim. Bakanlıktan tahsisat alamazsam kendi maaşlarımdan, bu da yetmezse borçlanarak, vermiş olduğum bu sözümü yerine getireceğim. Beni duydunuz mu, bana inandınız mı?”

Duyduk diye bağırdık ama, aslında ben, benim gibi Halil, Hüsnü, Emrullah gibi yakın arkadaşlarımın hepsi ağlıyordu. Müdür Bey gördü, yavaş yavaş yanımıza geldi, ayrı ayrı yüzlerimize bakarak “Evet çocuklar, hepinizi çok sevdiğimi bilmelisiniz, sizin bana güvendiğinizi de ben biliyorum. Bir sıkıntınız olunca önce sınıf öğretmenlerinize haber verin, ayrıca bana rahatça gelebilirsiniz, gelin. İşlerimiz gibi, sıkıntılarımızı da el birliği ile atlatacağız. Allahaısmarladık” deyince, sanırım ilk kez böylesi canlı bir  “Sağol!” çektik. Müdür Bey gidince sanki hepimiz değişmiştik. Önceki cıvık şakalar geçmiş, herkeste bir ağır başlı durum doğmuştu. Yarınki dersler ortaya atıldı, sorular yanıtlar söylendi. Bu arada öğretmen kardeşleri, Hüseyin’le İbrahim geldi. Onlar daha önce gelmişti ama Müdür Beyin gelişi nedeniyle çıkmışlardı. Arkadaşlar Müdür Beyin söylediklerinden dem vurunca, ikisi de bunları bildiklerini söylediler. Arkadaşlardan bazıları “Biliyorduysanız bize niye söylemediniz?” deyince ikisi de “Arkadaş olarak yanınıza geliyoruz, sizin sorunlarınızı dışarıya taşımak istemiyoruz. Böyle yaparsak biz arada laf taşıyıcı oluruz. Bu türlü davranışlar bizim için çirkin sayılır. Buna ne biz ne de ağabeylerimiz razı oluruz.” İşte bir insanlık örneği… Söylenenleri sessizce karşılayıp düşündük…Halil Basutçu fısıltıyla “Senin müzikçi dede buraya gelecek galiba” dedi. İnşallah deyip o gelince ben ondan nasıl yararlanacağımı düşlemeye başladım.

Müdür Bey o denli güzel sözler söyledi, bizleri nereleri etkiledi demeye kalmadı, ön sıralarda bir sevinç gösterisi başladı. Daha doğrusu sıraların ön tarafında oturanlar arkalara dönüp “Saçlar uzatılacak, uzun saç kasketten daha iyi olacak” takılmaları ortalığa döküldü. Hasan Üner uyarıyor, “Ama Müdür Bey uzun saç demedi.” Hasanı dinleyen kim? “Uzun saç bırakacağız’ deyip sevinenler mutlu. Arada bu denli abartılı istekler için gösteri yapılmasına bozulanlar da oluyor. Sessiz arkadaşlardan Arif Kalkan “Dün ne diyordunuz, şimdi ne diyorsunuz. Hani Edirne Çöpçüleri işi ne oldu?” Mehmet Yücel “Dinleyin arkadaşlar, çöpçülüğümüz Müdür Bey yeni giysileri verinceye dek sürecek. Ondan geri dönüşümüz yok.” İsmet yanıt veriyor: “Kimse saç uzatamayacak. Neden mi, herkes Müdür Beye kasketim uygun dedi. Yalnız Hasan uygun değil, dedi Müdür Bey de ona izin verdi.” Gene bir tartışma başladı. Bu kez Sami söze karıştı: “Arkadaşlar, dün bir çok söz söylendi, kimi arkadaşlarımız zan altında bile bırakıldı. Şimdi işin doğrusunu öğrendik, ileri geri konuşup da bir birimizi kandırmayalım. Bırakalım şu kasket, elbise sözlerini. Müdür Beyin dediklerini duyduk. Bu tür konuşmaları bir daha  duyarsa çok üzülür!” Sami Akıncı çok yerinde konuştu, öğretmenler gibi etkili sözler söyledi. Devamla, “Ben dört kardeşli bir aileden geldim. Okumak istiyordum ama ailem hepimizi okutacak durumda değil. Ben burada parasız okuyabilirsem, bir kardeşime de paralı bir okulda okuma şans yolunu açacağım. Sizin bir kısmınız okuyabilecek durumdasınız herhalde. Çok istiyorsanız daha önce giden arkadaşlar gibi siz de gidin. Zorla güzellik olmazmış. İş derslerine gidiyoruz, akşama dek iş yapmamaktan söz ediliyor. Öğretmenler de, Müdür de defalarca söyledi: Burası iş okulu, burada iş yapmak zorunluluğu var. Altı yıl kalmak üzere buraya girdik. Altı yıl çalışacağız. Altı yıl hep bunları mı konuşacağız? Bizden küçük sınıflar var. Onlar bizi gözlüyor, onlara nasıl örnek olacağız? Derslerimiz başladı, kitaplarımız verildi. Elbise elbise diyorduk, onlar da geldi. Ben, bütün zamanımı ödevlerime ayırıyorum, yetmediğini görüyorum. Siz nasıl oluyor da konuşmalara bu denli zaman ayırıyorsunuz anlayamıyorum.” Sami konuşurken sessizce dinleyen Hüseyin Soysal Sami’nin gülerek elini sıktı. Bir süre sessizlik içinde kaldık. Bana göre Sami çok haklı, çok güzel söyledi. Ben de tıpkı onun gibi düşünüyorum. Doğrusu bu düşüncelerimi onun gibi düzgün söyleyemem, bu bakımdan üzülüyorum. Mustafa Saatçı Sami’nin en yakın arkadaşı: Ona bakıyorum, o da bu konuşmadan hoşlanmadı. Yan bakarak Mehmet Yücel’e başıyla bir şeyler söyledi. Mehmet’se elini ters çevirip parmaklarını birleştirerek “Çok güzel, çok doğru” anlamında işaret verdi. Mustafa buna da bozuldu, elini sallayarak “Haydi oradan” işaretini gösterip önündeki kitaba bakmaya başladı. Sessizlik yavaş yavaş bozulur gibi olmuştu. Bu kez İsmet ortaya çıktı. Kendi kasketini İdris Destan’ın başına geçirdi, tartaklayarak “Sen saçını, kasketi dolduruncaya dek uzatabilirsin evladım” deyip Müdür Beyin taklidini yaptı. İdris de kendi kasketini İsmet’in başına takıp “Bu koca kafayı biraz yontalım evladım” diyerek İsmet’e yanıt verdi. İdris sınıfın küçük boylularından, İsmet’se en uzun dört arkadaştan biri. Herkeste bir gülme başladı. Yan gözle baktım Sami ile yanındaki Hüseyin Soysal da kırılasıya gülüyorlardı.

Halil’e soruyorum o da kitaplığın açıldığını duymamış. Müdür Bey kitaplık deyince o da sevindi. Ben “Bundan sonra okuma çalışmalarımızı orada sürdürelim” dedim. Halil hazırmış, olur dedi. Ben asıl müzik odasını bekliyorum. Hamdi Bağ ilk geldiğim günlerde söylemişti: “Depodaki çalgıları sizler kullanacaksınız” demişti. Bakalım piyano çalışabilecek miyim? Seviniyorum, bilmem kaçıncı kezdir Halil’e anlatıyorum. Vahit Dede Alpullu Şeker Fabrikası bandosunu çalıştırırken beni oraya alıp bandocu yapmak istemişti. Daha önce Kırklareli Belediye bandosunda çalışmış olan Hasan Amcam buna engel oldu. Babama “Bandolar sık sık kaldırılıyor ya da değiştiriliyor. Belediyeler masraflarını karşılayamayınca kapatıyorlar” demiş. Babam razı olmadı, gitmedim. Burada öğrenebilirsem piyano çalmayı deneyeceğim. Halil’i sık sık Fikret Madaralı Öğretmen odasına çağırıyor. Halil Matematik öğretmeni Ahmet Gürsel’le beşinci sınıf öğretmeni Adem Gürçağlayan’ın keman çaldığını söyledi. Belki de bize onlar keman öğretecekler.

Zil çalınca kasketler ellerimizde yatakhaneye çıkıyoruz. Kışkırtıcılıktan yorulmamış arkadaşlar ara ara konuşuyor, İdris Destan “Vallahi bu kasketler elde taşınmak için yapılmış, Edirne’ye giderken ellerimizde gezelim.” Haydi bir kahkaha. Mustafa Saatçı “Hayır hayır, rüzgarda Meriç köprüsüne çıkalım, rüzgar alsın götürsün.” Bu teklif sil yeni baştan konuyu geriye getirdi. Tamam bunu yapabiliriz. Yataklara girdiğimizde herhalde hepimiz kasketlerin Meriç dalgaları üzerinde gidişini düşleyerek uyuyacak. Ben olaya biraz daha farklı bakmaya çalışıyorum: Geçen iki günün sevinci de oldu üzüntüsü de. Gene de yeni giysilerimizle biraz daha öğrenci olduk. Ben kendimi çok mutlu sayıyorum. Hiç kimsenin üstünde durmadığı bir olayı anımsadım. Vahit Dede ara tatiline çıkınca köye gitmeden önce bana uğra demişti. Ara tatili ne zaman acaba? İsmet’ e söyledim, “Öteki okullar ne zamansa bizim de o zaman olur” dedi. Öteki okulların ne zaman? Hüseyin Soysal’a sormaya karar verdim. Ara tatilinde köye gitmeyi düşlemeye başladım. Bizim köyde kimse benim kasketimle ilgilenmez, derken esnedim. İlgilenmezin sözcüğünün sonundaki mez’i, meeeeeezzzzz olarak uzadı.

 

5 Aralık 1938 Pazartesi

 

Yüzüme dokunan oldu. Gözümü açmak istedim Gözlerimin önü kapalı. Mehmet Yücel geçerken kasketi yüzüme koymuş. Gülerek de “Dayı kasketi yatarken bile başından çıkarmıyor” diyesiymiş. Öyle değilse bile şimdi öyle demek gereğini duyuyorum deyip güldüm. Kahvaltıda baktım herkes sevinçli, herkeste bir dikkat var, elbiseleri kirlenir korkusuyla masalarda daha dikkatliler. Öğretmen masasına baktım, Fikret Madaralı var. Yüreğim cız etti. Bana hikaye anlattıracak. Sanırım elbiselerime de takılacak. Belki de elbiselerini ne yaptın diyecek. Belki de onları bana ver deyip takılacak. Böyle derse olmaz diyeceğim. Sorarsa hatıra olarak saklayacağımı söyleyeceğim. İlk geldiğim gece başımdan kasketimi alarak. “Bunu bir daha giymeyeceksin” demişti. Oysa şimdi herkes onun gibi kasket giymek istiyor. Bunu söyleyebilir miyim? Söylersem kızar, sarsak diyebilir. İyisi mi ses çıkarmayıp gülmek, onu dinlemek. Hafta başı töreninde Namık Bey bizim grubun Yapıcılık atölyesinde çalışacağımızı söylemişti. Haftalık değişim uygulanacakmış. Bu hafta Namık Ergin -Hasan Çevik Öğretmenlerle olacağız…Adem Gürçağlayan Öğretmen bu sabah İstiklal Marşı’nın söylenişini gene beğenmedi, iki kez tekrarlattı.

Dağılırken Fikret Madaralı bize doğru baktı, eliyle gel diye işaret etti. Halil’i hep çağırdığı için ben üstüme alınmadım, Halil koştu, öğretmenin yanına varırken geri döndü beni de çağırdı. Meğer öğretmen ikimizi de çağırmışmış. Yanlarına gidince Fikret Madaralı bana “Bakıyorum da anlamazdan gelip işin içinden sıyrılmağa çalışıyorsun galiba” deyip güldü. Sonra da “Elbiseleriniz hepinize yakıştı ama sana daha da yakışmış. Belki de öteki senin şayak elbiselerine alıştığımız için böyle geliyor. İyi oldu, haydi bakalım biraz daha öğrenci oldunuz. Şimdi gidin öğretmen odasında kitap paketleri var, onları kitaplığa götürüp masaların üzerine yayın, işiniz bitince de derse gelin.” Halil “Peki” dedi. Ayrıldık. Beni bir düşünce aldı. Halil peki dedi bense sustum. Ben de bir şey diyecek miydim? Sustuğum için öğretmen ne düşünecek? Paketleri açtık, yeni kitaplar. Halil sıralarken dolapları açtım, Hasan bu kitapları birer birer burada mı tanıdı diye baktım.

Derse gittiğimizde öğretmen okuma kitabından bir parçayı tekrarlatıyordu. Parça bir kitaptan alınmış. Öğretmen parçanın alındığı kitabı da getirmiş. “Okuduğunuzu iyi anlamak istiyorsanız yazarın söylemek istediğini kavramanız gerekir. Bu da çoğunlukla parçanın kitapta kalan bölümlerinde olabilir. Kitabı bulup tümünü okursanız bilginiz tamamlanmış olur.” Buna bir de örnek verdi: Bir köye ya da kente gittiğinizde o kentin bir evinde oturup geldiğiniz yoldan çıkıp giderseniz, o kentin salt o evini tanımış olursunuz. Oysa o kentte daha çok evler, okullar, camiler, bahçeler ya da başka görülecek yerler vardır. Gittiğinizde çıkıp gezerek onları tanırsanız o kenti daha iyi tanımış olursunuz.” Hepimizi gözden geçirdi, 79 Ahmet Güner’e “Edirne’yi gezdin mi?” diye sordu. Ahmet gezmediğini söyleyince bu kez de geldiği ilçesini sordu. Ahmet söyleyince “Ah işte, arkadaşınız orası için ayrıntıları anlatır. Edirne için ise sadece Karaağaç’ta bulunan okulunu anlatabilir. Okuma da böyledir. Kitaplar da tıpkı gezmelere benzer. Onun için kitap okumaya önem vereceğiz. Liste tutarak okuyacaksınız. Okuduğunuzu da kısaca yazacaksınız.” Yazacaksınız deyince sınıfta bakışmalar, kıpırdanmalar oldu. Öğretmen “Anlıyorum, yazma deyince, günlerce sürecek iş sandınız, derslerimizde örnekler işleyip bunun o denli zor bir iş olmadığını göreceğiz. Zaman içinde buna alışıp kendiliğinizden sürdüreceksiniz.”

Zil çalınca giderken ikinci dersi kitaplıkta yapacağımızı söyledi. Kitaplıkta toplandık. Öğretmen gelmeden herkes eline bir kitap almıştı. Öğretmen gelince her birimizle ayrı ayrı ilgilendi. Herkesin elindeki kitaba baktı. İsmet Faruk Nafiz Çamlıbel’inBir Ömür Böyle Geçti kitabını karıştırıyordu. Öğretmen “Ne o sen şiir mi seçtin?” deyince İsmet şair olmak istediğini söyledi. Bu kez öğretmen bana:“Senin Dede’n onu mu şair olarak yetiştiriyor?”diye sordu. Ben İsmet’le anne akrabasıyım, Vahit Lütfü Salcı babamın ailesinden evli deyince “Yaaaa, Salcı ile böyle bir akrabalığınız da mı vardı?” dedi. Ben köyde ağabeylerimin, ablalarımın Vahit Dede’ye enişte dediklerini söyleyince, Öğretmen gülerek: “Eeee artık sen aracı ol da İsmet ondan faydalansın !.” Bu konuşmalardan sonra öğretmen ortaya sordu, “Şiir kitabı seçen başka kimse var mı?” Mehmet Başaran kalktı. O da Faruk Nafiz Çamlıbel’ in Çoban Çeşmesi’ni seçmişmiş.Öğretmen:“Haydi bakalım, içinizden şairler de çıksın!“dedikten sonra kurulmakta olan okul kitaplığı için açıklamalarda bulundu. Nöbetçi olarak kitaplıkta yapacaklarımızı anlattı. Öğretmen dolapları gezerken arkadaşlar, Türkçe dersinin rahat geçeceğini konuşmaya başladılar. Her ders böyle mi olacak acaba? Ben yan gözle herkese bakıyorum. Çoğu benim gibi kitaplara yabancı. Kimisi çaktırmadan başkası ne yaparsa onu yapmaya çalışıyor. Ben öyle yapamıyorum. Sormadan yaparsam yanlış olacağı kaygısı içindeyim. Bu nedenle kitapları Hasan’dan soruyorum. Yeni gelenleri de ondan sordum ama ikisi dışında yanıt veremedi. Yakılacak Kitap’ı okumuş, Dikmen Yıldızı’nı da şimdi okuyormuş. Bir Kadın Düşmanı, Yaprak Dökümü, Bacayı İndir Bacayı Kaldır, Damga,Sevda Peşinde, Çalı Kuşu, Akşam Güneşi, Bay Virgül, Bir Varmış Bir Yokmuş, Utanmaz Adam, Kesik Baş, Silindir Şapka Giyen Köylü, Hakka Sığındık, Aşk Gemisi, Toraman, Gök Yüzü, Göz Yaşları, Tanrı Misafiri, Dudaktan Kalbe…

Zil çalınca dersliğe koştuk. Ahmet Gürsel Öğretmen gelecek. Bir dakika aksatmadan kapıdan girip hemen derse başlıyor. Gene öyle yaptı. Kapıdan girince“Günaydın!„ dedikten sonra “İşte böyle olacak, yavaş yavaş öğrenciliğin bütün özelliklerini kazanacaksınız. Tabii öğrenciliğin düzenli çalışma tarafı vardır, kendinizi ona da uyduracaksınız” dedi. Hemen “Geçen dersi anımsayalım” deyince Sami Akıncı “Üçgen türlerini çizip, açılarını, kenarlarını ölçtük. Silindirleri, daireleri bu derse bıraktık.” dedi. Öğretmen “yeni giysileriniz size çok yakışmış, içinizde çalışmamakta diretenler olursa, onlar ayıp edecektir” dedikten sonra “Durun bakalım, geçen konuları kimler nasıl kavradı?” deyip aramızda gezdi. Adını söylemeden eliyle işaretiyle Kadir’i tahtaya yolladı. Bir kare çizdirdi. Karenin ikiye bölünmesini istedi. Kadir çok dikkatli çizdi, böldü. Çıkan şekilleri sordu, Kadir doğru yanıtladı. Öbür köşeleri de çizdirdi. Çıkan şekilleri sordu, özelliklerini anlattırdı, açılarını sordu. O denli yumuşak sordu ki, kendi kendime “Ben de kalksaydım yapardım” diye umutlandım. Kadir aferin alıp yerine oturdu. Öğretmen Kadir’den memnun kalınca “Öyleyse konumuza geçelim” deyip tahtaya gitti, kocaman bir daire çizdi. Gülerek Yakup Tanrıkulu arkadaşımıza sordu: “Bu çizdiğime başka ne ad veriyoruz, ya da sence neye benziyor bu?” Yakup arkadaşımız soruyu anlayamadı, duraksadı. Bu kez öğretmen “O sorumdan vazgeçtim, çizdiğim şeklin adı nedir?” dedi. Yakup gene susunca öğretmen “Aaaa, bu olmadı işte, birinizin yaptığını biriniz bozmamalı. Ben şimdi güceneceğim” deyip öbür tarafa dönerken gene Yakup arkadaşımıza adını sordu. Arkadaş Yakup Tanrıkulu deyince bu kez “Aaa yapma, hepimiz Tanrı’nın kuluyuz, bunu sana mahsus bir sıfat sayma, mademki hepimiz Tanrı kuluyuz, hepimiz çalışmalıyız. Sadece ben Tanrı kuluyum tavrı içinde kaytarmak olmaz azizim” deyip Yusuf Asıl-Harun Özçelik’in önüne gitti. Önce Harun’a baktı sonra Yusuf’a dönerek onu kaldırdı. Yusuf soruyu tekrarlatmadan sakin sakin açıkladı: “Çizdiğiniz bir dairedir. Biz buna şekil olarak çember de diyoruz.” Öğretmen “İşte sorduğum budur” derken Yusuf ekledi “Çocuklar halka da diyor.” Öğretmen rahatladı, Yusuf’a “Çocuklar değil biz diyebilirsin.” Arkaları göstererek “Baksana, büyük ağabeyler arasında kalmışsın.” Güldü, tahtaya geçerek daire üzerinde çapları, çemberi, çapların kesişme açılarını anlattı. Çok dikkatli çizdim, yazdım. Aritmetik-Geometri için ayırdığım defterin çizgili, küçük olduğunu anladım, kağıt çıkarıp çizgisiz kağıda geçtim. Öğretmen geçen derslerde yaptığı gibi gene aralarda dolaştı, bizim sıraya baktı, bana “Bu kağıtları toplayıp koruyabilecek misin?” diye sordu. Büyük, çizgisiz defter alıp ona geçeceğimi söyledim. Yürürken “İyi olur” dedi.

Ahmet Gürsel Öğretmen anladığım kadarıyla çalışanları seviyor, çalışmayanlara da özellikle incitici sözler seçerek bir tür ceza uyguluyor. Bir kez beğendiğini de unutmuyor. Bakıyorum, kaldırıp memnun kaldığı arkadaşları tekrar kaldırıp yoklamıyor. Arkadaşım Halil’in de dikkatinden kaçmamış, bana “Sen korkma, seni kaldırdı, o, kaldırmadıklarını deniyor” dedi. Onu denemedi, sıra ondaymış. Bana göre de Halil Fikret Madaralı’nın yanına gidip geldiği için Ahmet Gürsel Öğretmen de onu tanımıştır. Arkadaşlar Ahmet Gürsel Öğretmenin arkasından hiçbir söz söylemiyorlar. Korkuyorlar mı yoksa sevmiyorlar mı? Tam anlamış değilim, derslerinde çıt çıkmıyor. Şimdiye dek onun hakkında şöyle yaptı, böyle dedi, gibisinden sözleri hiç duymadım. Geçen gün bir arkadaş Ahmet Gürsel Öğretmen çok güzel keman çalıyor dedi. Birileri “O adam yapar” gibilerde genel bir değerlendirme yaptı. Bu ne demekti? Doğrusu açık açık anlayamadım ama her halde övgü içeren bir değerlendirmeydi .

Yemekte Hamdi Bağ Öğretmen bizim masada oturdu. Öyleyken yandaki masada oturanlarla konuştu. Bizim masadakiler çok sessiz, genellikle hiç konuşmadan yemek yiyoruz. Yanda İsmet, Yusuf, Hilmi, Abdullah Erçetin var. Öğretmene İsmet çalışırken giyeceğimiz elbiseleri sordu. Hamdi Öğretmen “Şimdilerde kirletecek türden iş yapmıyoruz ama gene de siz iş elbisesi verilinceye dek eski elbiselerinizi giymelisiniz” dedi. Yusuf sık sık gülünce Abdullah ona katılıyor. Bu kez İsmet gülmemelerini söyleyerek konuşma olanağı yaratıyor. Hamdi Öğretmen “Oh, ne güzel, susturmak için, susturulamamanın bütün zevkini tadıyorsun” diyor. Yusuf ekliyor “Öğretmenim, İsmet sizin dediğinizi anlayamaz. O konuşmaktan, kendisine söylenenleri dinlemez.” Hamdi Bağ Öğretmen uyardı, “Siz şakayı tırmandırıyorsunuz. Bu tür şakalar işi kavgaya dek götürür.” Bir süre suskunluk. Bizim grubun Yapıcılık haftası; Atölye önünde toplandık. Yapı, yapıcılık, inşaat, çatı sözlerinin içerdiği anlamlar. Tuğla, kerpiç, çatı, duvar, bölme, kapı, pencere diye Hasan Çevik Öğretmen sıraladıkça biz de tekrarlayıp gülüyoruz. Hep bildiğimiz şeyler. Bu kez de öğretmen gülüyor, “Bildiğinizi biliyorum ama bildiklerinizden giderek bilmediklerinizi bulacağız. Onları da öğreneceksiniz. Bir gün gelecek bizim bildiklerimizle sizinkiler eşit olacak.” Hepimiz gülümsüyoruz. Birer tuğla alıp kenarlarını ölçtük: 5x8x18=720 cm3. Bir metreküp tuğlayı hesap edebilir miyiz? Herkes etrafına bakıyor. Sami bizim grupta olsaydı şimdiye dek yapardı. Hasan Çevik Öğretmen “Şimdi bırakalım bunları, ben size işlerimizin hesap işleriyle ilgisini anlatmak için sordum. Yığınla tuğlalar görürsünüz, onlar bir bir hesaplanır ama tutup birer birer sayılmaz.” Çalışmak üzere dörder dörder ayrıldık, harçsız duvar temrini yapacağız . 61 Hasan Üner, 72 Hüseyin Orhan, 74 Mehmet Başaran dördümüz bir grup olduk. 2 metre boyunda bir metre yüksekliğinde düz duvar öreceğiz. Hasan Öğretmen beni uyardı: “Hep küçükler arasında kalmışsın, bak dikkat et, işi senin üstüne yıkmasınlar.” Hasan Üner “Yıktık bile” deyip gülüyor. Oysa biz çok iyi iş bölümü yaptık. İkişer kişi, karşılıklı başlayıp ikişer sıra sıra öreceğiz, Hasan’la ben, Hüseyin Orhan’la Mehmet Başaran. Önce Hasan’la ben başladık. Arkadaşlarımız biz istedikçe tuğla getiriyor. Yer daralmasın düşüncesiyle yanımıza yığın yapmıyorum.

Biz çalışırken arkadaşlarımız fısıltı halinde sürekli konuştular. Sıramızı tamamlayınca sorduk. Onlar iki metre duvara girecek tuğlaları hesaplamışlar. Oysa bir yere sıralarken saymıştık, tek sıra 20 tuğla ikinci sıra 20 olmak üzere 40 tuğla kullanmıştık. Aslında sayılar ya fazla ya eksik çıkıyor ama biz yuvarlak olarak böyle saydık. Meğer onlar da öyle yapmışlar. Karşılıklı açıklayınca şaştık. Onlar da yuvarlak olarak 400 tuğla hesaplamışlar. Öğretmen gülerek “İşte çocuklar zevkli çalışma budur. Her işin bir zor tarafı vardır. Bu zoru görüp paniklemek yerine onun üstesinden gelmek için pratik yollar aramak, çalışanı daha az yorar. Bakın ne güzel, bu arada matematik bilgilerinizi de yardıma koşarak yapacağınız işin sonucunu belirleyecek bir sayıyı saptadınız.” Öğretmen sağ elini ağzının sağ yanağına dayayarak “Öteki gruplar sizin yaptığınızı yapmadılar” dedi. Kitap okuyan olarak tanıdığım Küçük Hasan hiç aksatmadan benimle çalıştı, okuduğu kitapları anlattı, yeni kitaplardan söz etti. Ben okula geldiğim ilk günlerde Mustafa Saatçı Hasan’a takılınca onun yanında görünmüş, Mustafa ile tartışmıştım. O zaman Hasan benim yardımımı önemsememiş, “Ben kendi işimi kendim görürüm” tavrı içinde burun kıvırmıştı. Oysa ben aralarına girdiğimde çaresizlik içindeydi, nerdeyse ağlamak üzereydi. Bu durumundan dolayı pek yaklaşmak istemiyordum. Bugün biraz daha yakınlaştım. Zil çalmadan önce verilen işleri tamamladık. Öğretmen gördü, beğendi. Hızla söküp, tuğlaları gene yerlerine taşıdık. Hasan çevik “İşte çocuklar bizim işimiz bu denli temiz, bu denli, düzenlidir. İlerde gerçek duvarcılıkta bundan başkasını yapmayacaksınız. Bir fark olacak, o zaman gün boyunca yaptıklarınızı akşam söküp yerine koymayacaksınız, yaptıklarını yerinde kalacak, gün günden yapılan bina tamamlanacaktır.” Çok güzel bir Yapıcılık dersi günü geçirdik. Hasan Çevik Öğretmen çok iyi bir insan, usta bir öğretici… Bizim grup atölyeden önce çıktık; biz daha ustayız. Küçük arkadaşlarım başarımızda benim payımı büyütmeye çalışıyorlar ama kesinlikle eşit çalıştık. Bence, onların uyumlu davranışları beni çalışmaya iten özendirici bir etken oldu.

Geçen haftaki çalışma arkadaşım gene Marangozlukta kaldı. Nedenini sordum, bilmiyormuş. Onlar da bizim gibi çalışma temrinleri yapmışlar. Takozlar kesmişler, takozları çizip geçme yapacaklarmış. Salih söylemiyor ama usta yanında çalışmışa benziyor. “Öğretmenin bugün gösterdiklerini ben biliyorum” diyor. Namık Öğretmen resimleri çoğaltıp göndermiş. Ben dört resim yazılmıştım, ikisi taş üstünde, (eski vali Hacı Adil Beyin evi) ötekiler de sınıfça toplu resimler. Edirne’ye gidince İsmet’le resim çektireceğiz.

 

 

20 Kasım 1938 Edirne-Karaağaç

Hasan Üner yeni kitaplardan çok beğendiklerinin adlarını yazmış, getirdi. On kitap. “Ben bunları nasıl okurum?” deyince güldü, “Sırayla okursun. İstersen bir kısmını tatilde okursun” dedi. Çalı Kuşu, Utanmaz Adam, Bir Kadın Düşmanı, Yakılacak Kitap, Dikmen Yıldızı, Akşam Güneşi, Hakka Sığındık, Sevda Peşinde, Damga, Göz Yaşları. “Önce hangisini okuyayım?” diye soruyorum. Hasan gülerek “Utanmaz Adam” dedi. Bu kitaplar, baştan sona okunacak türdenmiş. Yani roman. Hasan gidince sıra arkadaşım Halil bana çattı. “Sen kararsızsın” dedi. “Bu kadar ders arasında bu kitaplar okunur mu? Okuyanlar biraz dersleri ihmal ederek okuyor. Sen hem dersleri bırakmak istemiyorsun hem de okumak.” Arkadaş haklı. Tamam, yarınki derslere devam. Sabit Soysal Öğretmen haritada yer buluyor: Kuzey, güney, doğu, batı komşularımız. Yönler, denizler, rüzgarlar, illerimiz, iklimler. Dünya üstündeki insanlar, beş kıta, kıtalar üstündeki ırklar. Yer yüzü şekilleri, yanar dağlar, dağlar, ırmaklar. Bakıyorum hepsini biliyorum. Kitabı kapatıyorum, Istrancalardaki Karaman bayırı denilen tepeden başka hiçbir ad kafamda kalmıyor. Onun da yüksekliğini bir türlü aklımda tutamıyorum. 1000 metre mi 1100 metre mi, 980 metremi? Arkadaşlar bir yerlerdeki dağların yüksekliğini söylediler, Karaman bayırının dokuz katıymış. Karaman bayırı o dedikleri kadar yüksek olsa bizim köy her halde güneşi öğleden sonra görür. Hüseyin Soysal’dan sordular, ağabeyi daha çok nelerden not kırarmış. Hüseyin “Ağabeyim sözlü notları önemli bulur” dedi. Yazılılarda kopya çekmek olabiliyormuş. Daha neler? Kopya çekmek de ne oluyor? Mehmet Yücel hemen anlatıyor “Kopya çekmek çalışmadan not almaktır. Ama bunu herkes yapamaz.” dedikten sonra ortaokul arkadaşlarını anımsayıp saydı. Saydıkları oldukça kalabalık ama sık andıklarını öğrenebildim. Napreş Kemal, Kasap Sami, Taliga Mehmet, Demir Ali derken bir arkadaş ekledi Ceylan Mehmet. Ceylan Mehmet kendisi. Çok istediği halde kopya yapamadığına üzülüyor. Hüseyin Soysal güldü “Bunlara gerek yok, insan günlük derslerini düzenli işleyince çok rahat not alıyor. Bence bu yollara sapmamak en iyisi. Hele sizin okulda bu hiç iyi karşılanmaz. Siz öğretmen olacağınız için böyle davranışları asla kabul etmezler. Gördünüz, kaç arkadaşınızı daha ilk günlerde pek önem vermediğimiz kusurlarından dolayı evlerine gönderdiler. Siz yatılısınız, zamanınız var. Verilen ödevleri günü gününe yapın, hiçbir sorununuz olmaz” Sami’yi göstererek: “Bakın Sami arkadaşımız belli bir çalışma düzeni kurdu, onu bozmadan sürdürüyor. Ağabeyimin dediğine göre şimdiden kültür derslerine giren öğretmenlerin dikkatlerini çekmiş.”Hüseyin’i hepimiz dikkatle dinledik.Zaten biz de bunun ayırdındayız. Hüseyin kültür dersleri deyince bu öğretmenleri anımsadım; Fikret Madaralı, Ahmet Gürsel, Sabit Soysal, Adem Gürçağlayan. Sanat dersleri ise Salih Ziya Büyük Aksoy, Namık Ergin, Hasan Çevik, Hamdi Bağ, Naci İnan. Ben içimden Sanat öğretmenlerinin gözüne girebilirim diye düşünüp teselli bulmaya çalışıyorum. Resim derslerine de yeni öğretmen gelecekmiş. Yabancı dil öğretmeni sonradan atanacakmış. Daha ne dersler olacak ki? Demircilik Atölyesi için gelen Nazmi Aybar mutemedimiz memur Ahmet Beyin arkadaşıymış, o da Edirneliymiş. Ahmet Gökay beni çağırdı, gittim; Nazmi Öğretmen de yanındaydı. Ahmet Gökay bana “Senin bende paran olduğunu biliyorsun değil mi?” dedi. Biliyorum deyince “Neden gelip para almıyorsun?” diye sordu. Ben, dışarıya çıkamadığımı, bundan böyle de çıkacağımı sanmadığımı; eğer çıkarsam o zaman alacağımı söyledim. Nazmi Aybar Öğretmen “Parası olup da harcamamak da güzel bir anlayıştır, böylelerini ben çok severim” dedi. Dersliğe döndüm bir süre düşündüm. Ahmet Gökay Ağabey neden çağırıp sordu? Yoksa unuttuğumu mu sandı?Oturdum, bir süre tüm sıraları gözetledim, arkadaşların çoğu sürekli konuşuyor. Mustafa Saatçı ya başkasını yanına gidiyor ya da arkaya, yana dönüp birilerine sataşıyor. Yanında Sami ise hiç konuşmadan sürekli okuyor. Küçük Hasan herhalde onuncu kitabı bitirdi. Benim, dört kitaptan üçü yarım, biri zaten bitirilecek türden değil, içinden kısalarını seçiyorum, Ömer Seyfettin hikayeleri. Halil hiç kimseye karışmadan ödevlerini yapıyor. Halil’in en çok konuştuğu arkadaşlar Bekir Temuçin, Yakup Tanrıkulu, Arif Kalkan. Hüsnü ile Emrullah sürekli konuşuyorlar ama çok fısıltılı olarak. Yanımızda yakın olmalarına karşın ne konuştuklarını hiç duymuyorum. Son derste Fikret Madaralı Öğretmen Abdullah Erçetin, Harun Özçelik, Hüseyin Orhan, Salih Baydemir, Bekir Temuçin, Recep Kocaman arkadaşların yazılarını beğendi. Benim ödevi bir sayfaya indirdi. Halil Basutçu’nun da yazısı güzel ama öğretmen bakıp geçti.Sami Akıncı ile arkadaşları cumartesi günü Edirne’yi gezmeye karar vermişler. İsmet aralarına katılacakmış, beni de çağırdılar. Hüseyin Soysal’ın okuluna gidilecekmiş. Çok sevindim. Pek konuşmuyoruz ama Hüseyin Soysal çalışkan bir arkadaş. O grupta İbrahim Tuzpaha’cı da iyi bir arkadaş. Nedense ben onunla pek az konuşuyorum. Numaralarımız arası çok açık olduğu için sanat derslerinde bir araya hiç düşmüyoruz. Ben en iyi tanıdığım arkadaşları hep iş atölyelerinde buldum. En az tanıdığım bir arkadaş da 4 Mehmet Aygün. Meğer o benim ilkokul ikinci sınıftaki Hasan Öğretmenimin köyündenmiş. Babaeski Karağlı köyünden. Mehmet tanımıyor. Hasan Öğretmen oralı ama belki hep başka yerlerde çalıştığı için Mehmet görmemiştir. O köyün bir de şarkısı vardır. Hemen onu sordum. Mehmet onu da duymamış, buna şaşırdım. Oysa şarkı “Karağlı kahvesinde vurdular beni-Kefensiz mezara koydular beni-Yandım anneciğim yandım uyanamadım-Yedili de kurşun yaresine dayanamadım” diye uzayıp gidiyor. Bizim köyde bunu en güzel eğitmen olan Mustafa Ağabey (Güvener) söylerdi. Mehmet bana sadece onların köylerinde kahve olduğunu söyledi. Buna güldüm, köy olur da kahvesi olmaz mı? Gene de Mehmet’in ilk öğretmenimin köyünden olmasına sevindim. Mehmet izinli gidince soracak, belki kendisi de öğretmenim yakınlardadır.Hasan Öğretmen bizim köyde çok seviliyordu. Köylüler ona çok inanıyorlardı. Belli zamanlarda bizim kahveye geldiğinden beni iyi tanıyordu. Sanırım bunun için beni biraz koruyordu. Kusur işlediğimde ya da derslerimi yetiştiremediğimde en çok “Senden böyle ihmaller beklemiyorum, bu son olsun” derdi. Son yıl yani üçüncü sınıfta okuduğumuz yıl çok kar yağmıştı. Okul bir ay kadar kapalı kaldı. Yolların kapanmasından çok ısınma sorun olmuştu. Kar geçince iki müfettiş geldi, bize kağıt dağıtıp adlarımızı yazdırdılar. Sonra da kar yağdığında kaç gün okula gelmediğimizi sordular. Müfettişler kapı önünde konuşurken sınıfımızın en çalışkanı Bektaş arkadaşımız öğretmeni onların evinde kaldığı için bizden daha iyi tanıyordu. Neden sorulduğunu biliyormuş, yavaşça bize “Her gün geldik deyin” diyerek uyardı. Hepimiz “Okulumuz hep açıktı, her gün geldik” diye yazdık. İçimizden biri, Hanife halamın oğlu Hilmi, “Okul kapalıydı, bir ay okula gelmedik” diye yazmış. Müfettişler kağıtları toplayıp çıktılar. Bir süre sonra bir tanesi geldi, bizimle konuştu “Neden doğru yazmadınız?” diye sordu. Hepimiz sustuk. Hilmi’yi kaldırdı. Hilmi yalnız kaldığını anlayınca korktu, bu kez “Ben gelmedim, hastalandım” dedi. Müfettiş ona “Sen yalan söylüyorsun” diye çıkıştı. Hilmi ağlamaya başladı. O doğru söylediği halde onun yalancı duruma düşmesi hepimizi şaşırttı, gülmeye başladık. Durup durup gülüşümüze müfettiş gibi öğretmen de sinirlendi. Bahçeye çıkardılar. Biz bahçede birbirimizi uyarırken köy muhtarı Hüseyin Çavuş yanında birkaç kişi ile geldi. Biz dersliğe girince öğretmen derse geldi, hiçbir şey olmamış gibi ders yaptık. Öğretmen müfettişlerin adlarını tahtaya yazdırdı. Bektaş arkadaşımız çok güzel yazıyordu. Abdi Yalçın-Hüsnü Baykoca. Abdi Yalçın olan ayrıldı, Hüsnü Baykoca o gün bizim köyde kaldı. Dersten sonra öğretmenle birlikte bizim kahveye geldiler. Kahveye ben sürekli geldiğim için hiç yadırgamadım. O ise beni tanıyamadı “Okula gitmiyor musun?” diye sordu. Bu müfettişler daha sonra Hamidabat okulunda 4. 5. sınıfları okurken de geldiler. Öğretmenimiz Ahmet Korkut, Hüsnü Baykoca’nın girdiği bir derste beni tahtaya kaldırdı. bir çok soru sordu, hepsine doğru yanıt verdim. Bu kez müfettiş Hüsnü Baykoca öğretmenden izin isteyip sorular sordu. “Ben kimim, şimdi sizin dersliğinizde niçin bulunuyorum?” dedi. Ben “Sizi tanıyorum, siz daha önce bizim köye de geldiniz, öğretmenlerin okulları açıp açmadığına bakıyorsunuz” dedim. Ben konuşurken müfettiş “Dur dur dur!” dedi ama, ben konuşmamı sürdürdüm. Öğretmen “Müfettiş Bey tanıdığınız çıktı” deyince ikisi de karşılıklı gülüştüler. Hüsnü Baykoca olayı anımsadı, babamı sordu. “Öğretmeninizin değiştiğini biliyorum ama birkaç yıldır orasın benim bölgemin dışında kaldı, gidemedim” dedi. Ben yerime oturdum. Başka sorular sorunca, sürekli parmak kaldırdım. Yanımdan geçerken eğilip (köyümün adını söyleyerek) “Çeşmekollu sen dersi haraca kesmişe benziyorsun” dedi. Bunun güzel bir söz olmadığını anladım, sustum. Beni izlemiş olacak, ayrılırken özel olarak geldi, “Çalıştığını anladım, buna çok sevindim, baban okutmak istediğini söylüyordu, devam et” dedi. Hüsnü Baykoca müfettiş, öğretmen okulu sınavlarına girerken de vardı. Ama ben ona sokulamadım, o da beni bu kez tanımamıştı. Ama gene bizim oralarda, Lüleburgaz’da, ya da Kırklareli’de bulunuyor dedim.Beni sessizce dinleyen Mehmet: “Bizim okula da müfettiş gelirdi ama ben onların hiç birinin adını öğrenmedim. Belki de o müfettiş bize de gelmiştir. Öğretmen bazen Kırklareli’ den müfettiş gelecek derdi, gelince de çabuk giderlerdi.” Mehmet köyünün yerini tanıttı. Babaeski-Kırklareli tren yolu üstündeymiş. Ben tren yolunun Kavaklı tarafını biliyorum. Oraya iki yıl pancar taşıdık. Erikleryurdu-Lefeci üzerinden Kavaklı’ya geçerdik. Lefeci deyince Mehmet “İşte bizim köy orada, Lefeci’den Babaeski’ye gidilirse bizim oradan geçilir.” Yakın olduğumuzu anladım. Köy yakınlığı, arkadaş olmayı kolaylaştırıyor. Yakın olanları daha çok seviyorum. Mehmet Aygün’ün köyünü görmüş gibiyim. Babaeski’yi biliyorum. İki yıl önce babamla gitmiştim. Bizim köyden Babaeski’ye giderken Kumrular’dan sonra Çavuşköy’ den geçilerek gidilir. Kumrular, Mehmet Atagün’ün köyü (*) Çavuşköy de öğretmenim Ahmet Korkut’la arkadaşım Hasan Korkut’un köyü. Bunlar Mehmet Aygün’ün Karağlı köyüne yakınlar. Mehmet’le uzun uzun konuştuğumu gören İsmet az sonra yanıma geldi “Dayı, sınıfın en az konuşanlarını bulup bulup onlarla saatlerce nasıl konuşuyorsun?” diye takıldı. Ben de “Onlar gene konuşmuyorlar, sadece ben onlara bildiklerimi kesmeden anlatıyorum” Bence Mehmet Aygün konuşkan ama biraz da çekingen, tartışmalara, inatlaşmalara girmek istemiyor. Bana göre böylesi daha iyi. Yatarken Mehmet Aygün yanımdan geçti, iyi geceler dedi. Her akşam geçiyordu ama hiç bir şey demiyordu. Sevindim, konuşmamızdan o da hoşnut kalmış.

 

6 Aralık 1938 Salı

 

Akşam daha yatarken uyuduğumu sabah kalkınca anladım. Elimdeki kitapları ayak ucuma koymuştum. Yatınca alıp baş ucuma koyacaktım, öylece kalmışlar. Konuşanları dinliyorum: Kimi arkadaşlar dur sus dinlemeden her aklına geleni yapmaya kalkışıyor. Namık Öğretmen resimleri göndermiş. Daha önce kim kaç resim istiyorsa yazdırmıştı. Şimdi yazdırmayanlar da almak istiyor. Dağıtan arkadaş sıkıştırılıyor. Öfkem arttı, arkadaşa biraz sertçe “İstek listesini çıkar” dedim. Çıkardı benim 4 resim yazılı. Arkadaşım hemen verdi. Tamam deyip ayrılmak varken ayrılmadım, arkadaşa yardımcı olmak istedim, listeyi alıp okudum. Adı olmayanlara “Kendiniz liste yapıp öğretmene verin” deyip kestim. Kimseden çıt çıkmadı.

Bir süre sonra 15 Hüseyin Serin elinde bir liste geldi. Fettah Biricik, Yakup Tanrıkulu, Bekir Temuçin, 6 Ali Güleren, Ali Önal 2’şer resim istiyorlar. “Paralarını da beraber getirin” diyerek geri çevirdim. Bir daha gelmediler. İçlerinden birkaçı iki üç gün benden uzak durdular. Hiç oralı olmadım. Sefer Tunca ile iyi konuşuyordum, ondan Fettah Biricik’i sordum. Hüseyin Serin ondan rica etmiş o da olur deyip listeye girmişmiş.

Sabit Soysal Öğretmen yeni giysilerimizle bizi dışarıda gördü ama derslikte hiç görmemişti. Kapıdan girince gülümsedi, kürsünün önüne doğru yürüyüp orta sıranın önünde durdu, günaydın dedikten sonra “Bak ne güzel olmuş, giysilerin nesini beğenmediniz? Yoksa ben mi yanlış duydum?” diye sordu. Ayakta öylece kaldık. Oturun deyince oturduk. Sami kalktı, “Öğretmenin bir yanlışlık var sanırım, biz, giysiler için değil kasketler için üzüldük. Kasketlerimiz niçin öğretmen okullarının kasketlerine benzemedi? diye sorduk.” Sabit Soysal öğretmen, “Aaa, evet, ben yanlış anlamışım, peki nedenini öğrendiniz mi?” deyince Sami üzgün bir sesle “Hayır” dedi. Sabit Öğretmen yerine geçip oturdu. Getirdiği kitapları ayırıp kürsü üstüne koyunca, bize dönerek “Çocuklar, sizin üzüntülerinizi tüm arkadaşlarımızla paylaşıyoruz. Konuyu ben yakından biliyorum. Okulumuz yeni bir okul, buna deneme okulu da diyorlar. İlk-orta bir arada. Öğretmen okulları lise dengi. Öğretmen okulları yönetimi aradaki bu farkı çok önemseyip karşı duruyorlar.Böyle olunca da okulumuzun yönetimi durumu bağlı bulunduğumuz bakanlık makamından sordu. Orası da henüz bir karar vermemiş, bekleyin demiş. Başınızın açık kalmaması için şimdiki kasketlerinizin şeritsizliği bundandır. Gelecek günlerde durum aydınlanacak, sanırım istediğiniz olacaktır.” Hiç ummazdık, en inandırıcı bilgiyi Sabit Soysal Öğretmenimiz verdi. Okul müdürü niçin böyle söylemedi acaba? Hiç birimiz bir soru soramadık. Anlayabildiğimiz kadarıyla gerçekten Edirne Öğretmen Okulu öğrencileriyle aramızda 3 sınıf fark var. Öğretmen iki harita başına iki arkadaş kaldırıp haritaların ölçeklerini okuttu. Ölçekleri biz de defterlerimize yazarak uzaklık ölçmeleri, kentler arası uzaklıkları öğrendik. Sabit Öğretmen bugün bir sözü çok kullandı: “Yuvarlak olarak”. Kırklareli Edirne arası 6 cm. yuvarlak olarak 60 km. Edirne İstanbul arası 15 cm. yuvarlak olarak 150 km. dedikçe Yuvarlak sözüne içimden içimden güldüm. Sabit öğretmen Hüseyin Serin’i, Ali Güleren’i, Fettah Biricik’i uyardı. Sordukları yerleri haritada bulamadılar. Öğretmen Tekirdağ’ı sormuştu. Arkadaşlar Hüseyin’e fısıldadı. Deniz kıyısında Hüseyin biraz telaşlandı, Gelibolu kıyılarında parmağını gezdirdi, yavaş yavaş Çanakkale’ye indi. Öğretmen “Oğlum, okuyamıyor musun, yoksa görmüyor musun?” diye çıkıştı. Fettah Edirne-İstanbul karayolunu, Ali Güleren de İstanbul Edirne arası tren istasyonlarını gösteremedi. Ben Istranca dağlarını, özellikle Karaman bayırı denilen dağı, gürgen, fındık ormanlarını, Kaynarca kaynağını, o kaynağın sularının Tuna’dan geldiğini söyleyince öğretmen güldü, “Nerden biliyorsun?” diye sordu. Bilen birisinin bizim köydeki kahvemizde anlattığını söyledim. Öğretmen “Nasıl nasıl?” diye bir daha sordu.

Çok eski zamanlarda bir gün Tuna kıyısında sürülerini otlatan bir çoban Tuna sularından bir koçun çıkıp koyunlar arasına karıştığını görmüş. Çoban merak etmiş, sudan çıkan koç koyunlara sataşıp onları rahatsız ediyormuş. Koyunların zamansız kuzulamalarını önlemek düşüncesiyle çoban koçu kovalamak istemiş, elindeki gegeyi arkasından atmış. Gege koçun arka ayağına takılmış koç gegeyi sürükleye sürükleye sulara dalıp kaybolmuş. Çoban şaşkın şaşkın arkasından bakmış kalmış. Bunu anlattığı zaman bir çok kimse inanmamış, bazıları da ‘Bunda bir keramet var’ deyip geçmiş. Günün birinde şimdiki Kaynarca’ya adını veren büyük kaynaktan su alanlar bir gün suyun topraktan çıktığı yerde bir çoban gegesi görmüşler. O zamanlar yörede böyle bir gege bilinmediği için (bu yörenin çobanları kullanmazmış) gegeyi sudan çıkaranlar, halkın toplandığı bir yere getirmişler. Herkes kendince olasılıkları söyledikten sonra köyün kahvesine gegeyi asmışlar. Gelen geçen içinde bu konuda elbette bilgisi olan biri çıkar, bu giz de çözülür diye düşünmüşler. Yıllar sonra bir yabancı gelmiş gegeyi görünce heyecanla “Bu benim” demiş. Halk inanmamış, inanmadığı için de alıp bakmasına izin vermemişler. Yabancı gizli işaretlerini anlatmış. Gerçekten gegenin sahibi olduğu kanıtlanmış. Yabancı, gençliğinde Tuna kıyılarında çobanlık yapan o kişiymiş. Bu nedenle Kaynarcalılar, sularının Tuna’dan geldiğine bugün de inanırlar. (*)

Öğretmen: “Güzel” dedikten sonra bana:“Sen inanıyor musun buna?” dedi. Ben boynumu büküp durdum,inanıp inanmamayı hiç düşünmemiştim.Öğretmen:“Çocuklar, buna benzer olaylar hep anlatılır. Yer yüzündeki tüm nehirler, dereler hatta göller kaynaklardan çıkar. Ancak belli süzgeçlerden süzüldükleri bir gerçektir. Arkadaşınızın gege dediği çoban sopasının Tuna’dan buralara gelmesi kuşku uyandıran bir söylemdir. Eskiler böylesi giz taşıyan olayları sever, abartarak anlatırlarmış. Benzer olayları hep duyacaksınız. Kaynarca dağ eteğindedir. Dağlarda önce toprağın üstünde biriken sular, toprak altına sızıp büyük su birikintileri oluşturur. İşte bu birikintilerin ki bunlar kimi yerlerde çok büyük yer altı gölleridir, bu yer altı göl suları yol bulduğu yerlerden çıkar. Istranca dağlarının hemen altında bulunan bu yerde de sanırım durum budur. Dersimizi ilgilendiren tarafı için benim söyleyeceğim bu kadardır. İlerde bu konularda konuşmalarız olacaktır. Arkadaşınızın anlattığını unutmayın. Güzel bir halk menkıbesi (söylencesi). Buna hikaye hatta masal da diyebilirsiniz. Tarihimiz güzel menkıbelerle doludur. Türkçe öğretmenleriniz, tarih öğretmenleriniz size böyle güzel menkıbeler okutacak. Arkadaşınızın anlattığını da onların arasına katarsınız.” Öğretmen konuşurken ilgimi çekti: Benim anlattığımı hep menkibe diye seslendirdi. Arada da söylenti, halk anlatıları gibi sözlerle anlattı.

Coğrafya dersimiz de iki saat. İkinci derste harita çizdik. Haritaları ölçekledik. Halil, Harun, Salih, Recep çok güzel harita çizdiler. Recep Kocaman Pınarhisarlı, Kaynarca’ya çok yakın, anlattığımı arkadaşlar ondan soruyorlar. Benim doğru söyleyip söylemediğimi öğrenmek istiyorlar. Recep Kocaman’ın verdiği yanıtları duyuyorum, soranları da birer birer izliyorum. Kaynarca için onu da, onun gibi daha bir çok hikayeyi anlatıyorlar. “Ben ne bileyim hangisi doğru?” diyerek soranların amaçlarını anlamazdan gelip savuşturuyor. Soranlar arasında hemşerim, yakın köylüm Kadir Pekgöz de var. Kadir’i ayıpladım, neden Kadir? Neden Bekir, Hüseyin Serin, Mustafa, Ali Aga (arkadaşa ben de Ali aga demeye başladım) değil de Kadir? Arkadaş düpedüz beni kuşkuyla karşılayıp öteki arkadaşları da kuşkulandırmaya çalışıyor. Aklınca “Onun söylediğine yakını olarak ben bile güvenemiyorum” der gibi bir tavır takınıyor. Besbelli, içinden pazarlıklı, kin tutuyor. Bir şey söylemiyor ama inanmadığını dolambaçlı yollardan belirtmeye çalışıyor.

Coğrafyadan sonra dersimiz müzik. Adem Gürçağlayan gelecek. Keman çalıyormuş, her halde kemanıyla gelir. Kemansız geldiğini görünce üzüldüm. Kapıdan gülerek girdi. Arka sıraları gözleriyle süzerek gezdi. “Geçen ders fark etmemiştim, sizin sınıfınız iki sınıf bir arada gibi, bir çok köy okulunda öyledir. Beşinci sınıflarla birinci sınıflar bir arada olunca böyle olur. Sizde de öyle, sınıfın yarısı sanki farklı sınıf görüntüsü veriyor.” Önümde oturan Sefer Tunca arkadaşı, arkasından da en öndekilerden Bekir Temuçin’i kaldırdı. Bakın dedi. Baktık. Gerçekten sınıfımızda, İsmet, Sefer, Halil, Fettah, Mustafa, Ali Aga, Mehmet Yücel, Emrullah Öztürk arkadaşlar, Hasan Üner’e, Yusuf Asıl’a, Bekir Temuçin’e, Harun Özçelik’e göre çok boylu. Gene de bir birimize bakışıyoruz. Müzik öğretmeni neden bunu sorun yapıyor? Neyse, derse başlayalım dedi, başladık. Ben sık sık başımı kaldırıp bakıyorum, ne zaman, kemanlardan, mandolinlerden, piyanolardan söz edecek diye sabırsızlanırken, öğretmen bana ‘Sen’ diye işaret etti: “Nota biliyor musun?” Birden, biraz hızlıca biraz da bilgiççe oldu galiba “Biliyorum” dedim. Gülerek, “Nerede öğrendin?” diye sordu. Soruyu tam olarak anlamadım, “neyi?”diye sordum. Öğretmen “Allah Allah” dedikten sonra tekrarladı. “Nota biliyorum dedin, bildiğin o notaları nereden öğrendin?” diye tane tane söyleyerek tekrarladı. Arkadaşlar gülmeye başladı. Ben “Notaları öğrenmedim, notaları gördüm” diye düzeltme yaptım. Öğretmen, sandalyesinde kıpırdayarak az geri yaslandı, bir kez daha güldü. “Efendim, ben sizden nota görüp görmemenizi değil notaları okuyup okumamanızı sormuştum. Notaları elbette görmüşsünüzdür.” Biraz bozuldum ama gene de tam sinmedim, Hasan Amcamın klarnet çaldığını, Vahit Dedemin bando yönettiğini söylemek için sabırsızlanıyordum. Harun, Mehmet Yücel parmak kaldırıp nota bildiklerini söylediler, tahtaya kalkıp sıraladılar. Öğretmen bu kez bildiğimiz şarkıları sordu. Bu kez beni bir sıkıntı aldı, ya şimdi İstiklal Marşı’nı okutursa der demez, Salih Baydemir’e İstiklal Marşı’nın sözlerini sordu. Salih tam yanıtlayamadı. İlk sıradan başlayarak sıra ile herkesi kaldırdı. Halil doğru okudu. Öğretmen Halil’e aferin dedi, beni görmezden gelip geçti ya da ben öyle algıladım, sevindim. Ancak içimden gelen bir dirençle “Öğretmenim bana okutmadınız” dedim. Bu kez “Okutmadım mı?” diye sorduktan sonra “Oku bakalım” dedi. Sözlerini günlerdir kendi kendime ezberlemiştim. Yüksek sesle okudum. Bana da “Aferin” dedi. Ali Aga ile Mehmet Yücel okumadan kaldı. Bildiğimiz okul şarkılarını saptadık. Ben Yaslı Gittim diye bir şarkı biliyordum, meğer onun sesi değişmişmiş. 10. Yıl Marşının bir kıtasını anımsadım. Yalancı şarkısını bile toparlayamadım. Ders bitince tüm arkadaşlarda bir düş kırıklığı… Şimdiye dek gördüğümüz dersler içinde en zor ders müzik dersi. Mehmet Yücel söyleyeceğini hemen söyledi: “Öğretmen ders yapmaktan çok vakit geçirmek için soru soruyor. Öğretmek yerine bizim bildiklerimizi öğrenecek sonra ben öğrettim diyecek. Biz de birbirimizden öğrendiklerimizle yetineceğiz.” Gerçekten öğretmen müzik salonu ya da müzik aletleri üstüne hiçbir söz geçmedi.

 

 

Adem Gürçağlayan

 

Sanırım müzik dersinde hepimiz sıkılmışız, yemekte hiç kimse konuşmadı, kimse bir birilerine takılmadı. Benim Kaynarca hikayeme takılma olacağını bekliyordum, hiç kimse anımsamadı bile. Sırada otururken Hüsnü gegeyi sordu, şeklini görmek istedi. Ben bizim köyde yapılanları çizdim. Sonra da aklıma geldi. Bulgaristan’da gegenin alası vardır. Bizim oralardan geçen Karakaçan sürülerinin çobanları hep gegeli sopalarıyla gezerler. Hüsnü de, Emrullah da biliyormuş ama onlarda adı başkaymış. Yapı atölyesinde de konumuz müzik dersi üzerine oldu. Namık Öğretmen dörtlü grupları değiştirdi, “Birbirinize alışmanız için değişiklikler yararlı olur” dedi. Aynı tuğlalarla köşeli kuru duvar. Bugün daha hızlandık, iki kez kurduk söktük. Yarın sütunlara başlayacakmışız. Sütun, baca, kemer çalışmalarından sonra harçlı temrinler başlayacakmış. Atölye çalışmalarından sonra derslikte toplanınca bir çoğumuz o gün yaptıklarını karşı gruptan olanlara anlatıyor. Bizim grubun olaylarını en çok Yusuf anlatıyor. Kimi zaman o denli güzel anlatıyor ki, yanında olduğum için anlattıklarını hep bildiğim halde ben de durup dinliyorum. Yusuf’un kendine özgü anlatışı var: Güldürmek için anlattıklarında bile önce kendisi gülüyor. O gülünce, dinleyenler zaten onun gülüşüne katıldıkları için gülüyor. Halil Basutçu Yusuf için bir koşul öne sürdü: “Sen gülmeden anlat ki ben güleyim.” Sami Akıncı bu söze çok güldü, Halil’e de teşekkür ettikten sonra Yusuf’a “Gerçekten öyle be kuzum, sen gülerek beni güldürüyorsun, söylediğinin bir değeri kalmıyor. Sen gülmeden anlat, gülecek bir durum varsa ben gülerim.” Bu kez herkes Yusuf’a sataşmaya başladı: İsmet konuşmadan duramadı, Yusuf’a çattı: “Sahtekar, gülünmeyecek sözleri gülerek söyleyip bizi gülmek zorunda bırakıyor.” Harun Özçelik Yusuf’a arka çıktı: “Daha neler? Siz de dikkatle dinleyin güleceğiniz sözleri gülünmeyeceklerden ayırmaya çalışın.” Yat ziline dek Yusuf Asıl’ın gülmesi, konuşması, şakaları konu oldu. Bir ara 43 İsmail de anımsandı: O da çok şakacıydı. O ayrıca çok yakıştırmalar da yapıyordu. Onun yakıştırmalarından bazıları açıkça söylenemeyecek ölçüde çirkinleşiyordu da. Kovulmasını çabuklaştıran nedenlerden bir tanesi de bu tür bir şaka yakıştırması oldu diyenler çıktı. Mehmet Yücel söze karıştı: “Yapanlar için şaka, şaka olarak kalır, yapamayanların şakaları sonunda olur kaka!.”

Yatarken Mehmet Yücel’in sözünü uzun uzun düşündüm, şaka nereye dek uzar nereden sonra kaka olur? En iyisi bilmediğin bir konuyu rasgele kullanmamak. Ben şaka kaldırmıyorum. O nedenle şaka konuşmamın hiçbir anlamı yok. Yanımda konuşulursa karışmadan gülüp geçmek benim için en geçerli yol. Köyde özellikle bizim kahveye gelenlerin şakalarını anımsadım. Kimileri işi öyle ileri götürüyordu ki sille tokat kavgaya dönüşüyordu. Bir keresinde de babam birini kahveden bir daha ayak basmamak üzere kovmuştu. Bir komşunun küçük çocuğu gelmişti. Çocuğa sordular: “Sen kimin çocuğusun?” Çocuk, “Babamın çocuğuyum” deyince güldüler. Başka sorular sordular. Çocuk, sorulan sorulara kendi diliyle yanıtlar verirken birisi, “Annen bazen babanı dövüyor mu?” diye sordu. Çocuk, başını kaldırarak “Iıh, ama babam annemi dövüyor” dedi. Gülüşmeler oldu. Köse Mehmet adlı kişi ki, çocuğun babasının yakın arkadaşıydı, “Annenle baban güreşiyor mu?” diye sordu. Çocuk bön bön bakarken babam ocağın yanından geldi, çocuğu ocağın yanına aldı, bir şeker verdi, kendi yerine oturttu. Konuşmalar kesildi, herkes babama baktı. Babam sinirli bir tavırla geldi, Köse Mehmet’in omzundan tuttu, “Senin gibi müşterilerle bu kahve çalışacaksa lanet olsun onun gelirine. Sen komşunun çocuğuna böyle soru sorduğuna göre daha ne haltlar edersin bilinmez. Çık, git bir daha da buraya ayak basma” dedi, kolunu bırakmadan kapıdan çıkardı. Babam yaşlı, Köse Mehmet gençti. Belki saygısından, af dileyerek, “O bir şakaydı” sözünü tekrarlayarak çıktı. İçtiği çayın parasını almayan babam, “Son bir ikramım olsun, komşu olarak kopmuyoruz ama bu kahvede birlikte olamayız, o kadar” deyip yerine oturdu. Olaydan sonra değişik konular konuşuldu. Konu kapandı. Uzun süre bekledim, babamın davranışı nasıl yorumlandı, kimler ne söyledi? Hiç bir söz saptayamadım. Sanki olay olmamıştı . Uzun süre sonra Köse Mehmet’in bizim kahveye gelmeyişinin, borcunu zamanında ödemediği için babamla takazaya girdiğinden ileri geldiği gibi bir yorum duymuştum. Şaka deyince böylesi bir takım anımsamalarım beni şakadan uzak tutmaktadır. Bu bir bakıma bana baba öğüdüdür, bunu ben böyle sahiplendim.

 

7 Aralık 1938 Çarşamba

 

İlk iki dersimize öğretmen gelmedi. Halil Basutçu Fikret Madaralı Öğretmenden izin aldı, birlikte kitaplığa gittik. Halil görevli, kimseyi konuşturmuyor. Zaten tüm sınıf gelmedi. Konuşanlar derslikte kaldı. Ben gene Ömer Seyfettin kitaplarını karıştırdım.Piç adlı bir öykü okudum. Piç! Bu ad bizde çok çirkin olarak bilinir. Birisi ötekine piç deyince kesin kavga olur. Piç, babası olmayan çocuk, demek. Öyle babası ölmüş falan değil, babası belli olmayan, babasız doğmuş filan. Yani belirsiz bir doğumdan olan çocuk. Bizim köyde biri için bu söz çok söyleniyordu. Ama hiç kimse yüzüne söyleyemiyordu. Söyleseler belki büyük kavga olurdu. Arada öyle konuşulurdu. Çünkü piç dedikleri kişi çok güçlü biriydi. O bir olay çıkarınca, arkasından konuşurlar, “Adam piç, dur sus dinlemiyor” derlerdi. Öyküdeki piç biraz farklı; piç olan çocuk sonunda babasını buluyor. Ama yazar gene de ona piç demiş….

Sıkıldım. Geçen gün Mehmet Başaran’ın okuduğu şiir kitabını aldım. Bir Ömür Böyle Geçti. Faruk Nafiz Çamlıbel yazmış.Mağara adlı şiiri üç kez okudun yer yer anladım ama tamamını tam anlayamadım. Merak ettim, 74 Mehmet bunu anladı mı? Sanmıyorum. Kısa bir şiir, Kıskanç, çok hoşuma gitti. Amma da kıskançmış adam. Ama büyükler için uygun bir şiir.Memleket Türküsü çok güzel, ezberleyeceğim. Koşma adlı şiir de güzel ama sonunu anlayamadım. Neden vatanı karıştırıyor işin içine? Sevgilisini vatan olarak mı düşünüyor? Başaran’a soracağım, bu şiirlerin hangilerini sevmiş? İki ders çabucak geçti, Salih Öğretmen gelmiş, koşarak yetiştik. “Bize Kitap okumak güzel ama bizim dersleri aksatarak yaparsanız olmaaaaaaaz” deyip hemen geçen derste konuştuklarının bir özetini yaptı. Salih Ziya Öğretmen konuşurken hiç sıkılmıyorum. Üstelik rahatlıyorum. Salih Öğretmen sınıfta kiminle ne konuştuğunu da unutmuyor. İkide bir söylüyor. Bana iki kez “Seninle geçen derste konuştuğumuz gibi, pancarlar ekim aylarında olgunlaşır” ya da “senin de anlattığın gibi bağ çubukları ekilirken toprak kuyu olarak hem geniş hem de derin kazılmalıdır” deyip sözünü sürdürüyor. Arada da bir arkadaşın yüzüne bakarak “Senin geçen derste doğru söyleyemediğinin aslı böyleydi değil mi?” diyerek yeni sözlerini sürdürüyor. Hiç oturmadığı gibi belli bir yerde de durmuyor. Önemli sayıları, bellenecek önemli bilgileri çabuk ama çok güzel olarak tahtaya yazıveriyor. Sık sık söylediği ise “Çocuklar, bilmediğiniz sözlerin sözcük anlamlarını benden sorabilirsiniz” uyarısıdır. Tek koşulu, sorulan sözcüğün doğru yazılması, nerede geçtiğinin söylenmesi. “Geçen derste, genel konuşmalardan sonra geldik noktayı Edirne’ne üstüne koyduk, değil miiiii?” diye uzatarak Abdullah Erçetin’e baktı. Abdullah çok çabuk mahcup olan bir arkadaş. Gülüp evet demesi gerekirken kızardı, ağlayacak şekilde durgunlaştı. Öğretmen üstünde durmadan sözlerini sürdürdü. “Bundan böyle Edirne esas alınarak tüm Türkiye Tarımı üstüne bilgilerimizi derinleştireceğiz” diyerek küçük bir haritayı tahtaya astı. Haritada Edirne köylerine dek ne gibi yerler varsa gösterilmişti. Önce nehirleri gösterdi. Adlarını hepimizden sordu. Çok iyi bilen arkadaşlarımız var. Yüksek sesle söylediler. Ben üç nehir olduğunu biliyordum ama doğrusu birini bir türlü bulduramıyordum. Çünkü Edirne’ye giderken de gelirken de dikkatle baktım iki nehir üstünden geçtim. Şimdi durumu iyice öğrendim, meğer ikisi daha önce birleşip Edirne’ye bir olarak geliyormuş. Bu konuşulunca anladım.

Öğretmen “Bu üç kardeş nehrin şarkısı vardır, duydunuz mu, içinizde bilen var mı?” diye sorduktan sonra, yavaş bir sesleTunca, Arda güzel Meriç-Bu üç kardeş Türk’ündür deyip başından azıcık söyledi. “Eh, artık Edirne’desiniz tamamını bulup öğrenmelisiniz” diye uyardı. Edirneli arkadaşları kaldırdı. Köylerinde nelerin ekilip biçildiğini sordu. Herkes defterlerine yazınca tahtaya en çok ekilenlerden en az ekilenlere doğru sıralattı. En çok ekilen ad olarak buğday çıktı en az ekilen olarak da pirinç çıktı. Ben pirincin ekilip biçildiğini ilk kez duydum, inanamadım, Önümdeki Sefer Tunca arkadaşa sordum, “Doğru mu?” Arkadaş gülerek başıyla doğru işareti verdi. Bunu gören öğretmen “Siz orada ne sohbeti yapıyorsunuz?” diye biraz sertçe sorunca Sefer doğruca söyledi. Bu kez öğretmen bana “Ne o, sen kendini her ürünü yetiştiren müstesna bir çiftçi mi sanıyordun?” deyip güldü. Öğretmenin güldüğünü görünce kızmadığını anladım, rahatladım. Ödevimiz: Kendi ailemize ait bahçelerimizde bulunan meyve ağaçları. adları, yuvarlak olarak ne kadar verim alındığı, köylerimizdeki yetişen meyve türleri yazılacak. Haftaya Çarşamba günü yağmur yağmazsa okul yakınındaki fidanlığa gidilecek. Bunu duyunca ben çok sevindim. İsmet başta olmak üzere kimi arkadaşlar benim sevincime şaştılar. Oysa ben hep bunu bekliyordum. Bizim köyün eğitmeni Mustafa Ağabey “İlk gideceğin yer Fidanlık olmalıdır” demişti. O orada çok şeyler öğrenmiş, özellikle aşı ustası Gümüş Öğretmeni saygıyla anıyordu. O Gümüş Öğretmen diyordu, her halde soyadı gümüştür. Onu görürsem Mustafa Ağabeyin selamını götüreceğim. Bunu anlatınca arkadaşlar bana hak verdiler.

Salih Ziya Öğretmen öğleden sonra bizi serbest bıraktı, “Dışarı çıkmadan dersliğinizde çalışın” dedi. Hepimiz sevindik. Ben ilk iş olarak onun ödevini tamamlayacağım: Bizim köy küçük, salt bizim değil herkesin meyve ağaçlarını elimle koymuş gibi biliyorum. Hiç aklıma gelmedi, bizim köyün önemli meyvelerinden biri ahlattır. Çok tatlıları olur, bunları toplayıp pazarda sattıkları gibi kurutup hoşaflık olarak da kullanırlar. Bunlar da yazılacak mı? Bunlar yazılacaksa, saymak olası değil. Çünkü köyün meralığı sayısız ahlat ağacıyla dolu. Mustafa Ağabey şimdi onları armut aşısıyla değiştiriyor. A. B. C. sırasıyla yazıyorum, armut, ahlat, badem, ceviz, dut, elma, erik, kayısı, şeftali, zerdali…Heyecanla yazmaya başladım, birden tutuldum. Benim çok sandığım meyve çeşidi meğer çok azmış. Üstelik kayısı ile zerdali aynı şeyler. İri olana kayısı ufak olanlara da zerdali diyorlar. Eriklerin dört beş çeşidi var. Ama bence hepsi erik. Bunları çokluklarına göre sıralamak sanırım daha zor olacak. Bana göre en çok erik (en az dört tür) pazara götürülüyor. Armut, ceviz satanları da biliyorum. Ahlatları kurutup satanlar da oluyor, ama çok az kişi yapıyor bunu. Ötekiler evlerde yeniyor. Herhalde öğretmene erik, armut, ceviz, elma diye sıralayacağım.

Yemekte duyuru. Yemekten sonra zil çalınca herkes dersliğinde toplanacak, sınıfça revire gidilerek sağlık gözetiminden geçirilecek. Gittik. Numara sırasıyla ak giysili doktor hepimize baktı, rahatsızlığımız olup olmadığını sordu. Sırayla duruyoruz. Tüm konuşmaları dikkatle izliyoruz. 4 Mehmet üzerinde durmayan doktor 6 Ali’ye inceden ince baktı. Dışarıda beklemesini söyledi. Sıra çabuk çabuk geçti. Bu kez 28 İdris Destan üzerinde uzunca durdu, onu da Ali’nin yanına gönderdi. Gene çabuk çabuk baktı, arkadaşlar hızla geçti. Benden bir önce olan arkadaş 63 Hilmi Altınsoy’la yavaş sesle konuştu, onu da ayırdı. Bana baktı, ağzımı açtırdı, bileğimden tuttu, “Heyecanlı mısın?” diye sordu. Evet deyince bu kez “Neden?” diye sordu. Hemşireye dönerek “Buna sakinleştirici verelim” dedi, güldü. Hemşire de güldü. Daha çok heyecanlandım ama doktor bileğimi bırakmıştı. Geçmemi işaret ederken “Şaka ediyoruz, gençlik biraz da heyecan demektir” dedi. Hemşirenin gülüşüne hiçbir anlam veremedim. Yerime geçince dikkatli dikkatli ona baktım. 75 Yakup Tanrıkulu’nu da ayırdılar. Ayrılan arkadaşlar kaldı, biz dersliğe inmek üzere merdivene dönerken hemşire bana “Sen sonra gel ilacını al” dedi. Yine heyecanlandım, bu ne demek oluyor ki? Arkadaşlar hep duydu. İsmet yüksek sesle “Dayı, gene Yeni Hayat geldi” dedi. Ben hemen “Daha önce para vermiştim Edirne’den gidip gelirken bana Yeni Hayat alıyor” deyip yürüdüm. Ama kafam iyice karıştı. Dersliğe inince arkadaşlar bunu irdelemeye kalkarsa ne diyeceğimi düşünmeye başladım. İsmet geldi aynı konu üzerinde birlikte düşündük. İsmet bana “O kız sana neden böyle dedi?” diye soruyor. Hiçbir fikrim yok deyince İsmet “İnanmıyorum, sen benden bir şeyler saklıyorsun” deyip gitti. Yarın Sabit Soysal Öğretmenin dersi var, ödevlerimi gözden geçirirken İsmet gülerek gene geldi, elinde bir kutu Yeni Hayat. M hemşire bu kez ikimize getirmişmiş. İsmet’e arkadaşlara dağıtmamızı önerdim, dağıttı. Kendi kendime abarttığım sorun geçiştirildi. Ancak İsmet kuşkusunu sürdürdü. “Dayı, o kız sana neden şeker getiriyor, bir düşün” dedi durdu. Hiç bir söz söyleyemiyorum ama olay hoşuma gidiyor. Sahi ne olabilir? Arkadaşların daha önemli konuları çıktı; doktorun ayırdığı arkadaşların nesi var? Doktor onlara “Önemli bir şey yok, zafiyet, beslenmenize dikkat edeceksiniz” demiş. Zafiyet ne demek? Bunun en iyisini Salih Ziya Öğretmen bilir, dersliğimize gelince soralım.

Sabit Soysal Öğretmen geçen derste ödev verdi, üstünde durmadı, belki bu derste soracaktır deyip verdiği canlı resimlerini yaptım. Bir horoz, bir tavşan, bir balık. Geçen ders sonunda solucan yap diye takılmışlardı, yılan aklıma geldi, bir yılan bir de teke çizdim. Tekenin boynuzları bana kolay geldi. Bunlar hakkında sorarsa neler söyleyebilirim diye kitabı karıştırdım, teke için hiç bilgi yok. Bildiklerimi anlatırım. Bizim yıllardır koyun sürümüzde beş on keçi, bir iki teke bulunmaktadır. Keçi sütü yağsız olduğundan bizde kullanılmaz. Kılı da satılmadığından ya da iplik edilip dokunamadığından makbul sayılmamaktadır. Kılından yağmura dayanıklı şilteler, at çulları, çoban kebeleri yapılır. Eti ise hiç yenmez. Horozları biliyorum ama, bildiklerim, eti yendiği, sabaha karşı ötmeleri, ibikleri, bir de kavga edince kuvvetli olanların zayıfları öldüresiye dövmeleri. Tavşanlar hakkında bildiklerim ise daha az. Köyde sık sık ağabeylerimle tavşan avına gittim. Avcılardan çok öyküler dinledim. Tavşanın çok temiz, çok zararsız bir hayvan olduğunu, aslında öldürülmemesi gerektiği kanısına vardım. Gerçekte benim bebeklik dönemimde bir tavşan avcılığım (!) olduğunu büyüklerim gülerek anlatırlar. Henüz oturmaya başladığım sıralarda, annem beni bahçeye bırakmış, kendi kendime elimde bir oyuncakla oynuyormuşum. Rahat oynadığımı gören annem başka bir işleilgileniyormuş. Bahçemiz çok geniş (6 dönüm), bir yanı doğrudan kır denilen otluk alana açılıyor. Nasılsa bir tavşan yavrusu gelmiş benim altıma sokulmuş. Annem heyecanla koşunca tavşan yavrusu benim bacaklarım arasına iyice girerek kendini korumaya almış. Ben tavşana bakarak anlaşılmayan sözcüklerimle sevinç çığlıkları atıyormuşum. Annem öyle yorumlamış, dokunmamış, yakın komşuları çağırmış, bakmışlar, gülmüşler, hemen oracıkta benim avcılık yapamayacak türden yumuşak yürekli birisi olacağım öngörüsünde bulunmuşlar. Sanırım bu sezgileri doğru çıktı. Küçüklüğümde avlara oyun olarak katıldım ama elime tüfek almaya başladığımda hiçbir canlı hayvana namlu çevirmedim. Çevirenleri de sevmedim. Halil arkadaşla bunları konuşuyoruz. Ne rastlantı o da benim gibi avcılığı sevmiyor.

Biz bunları konuşurken ön sıralarda arkadaşlar Ali’nin, Hilmi’nin, Yakup’un, İdris’in etrafında öbekleşmiş, konu aynı, “Daha önce hasta oldunuz mu? Şimdi ne olacak?” Diğer üçü gerçekten zayıf görünüyor ama Hilmi oldukça sağlıklı, “Pehlivan gibisin” diyenler bile oluyor. Hilmi gene de neşeli, ötekiler kaygılı. Özellikle İdris birden değişti. İdris’i Mehmet Yücel, Yakup Tanrıkulu’nu Arif Kalkan çok iyi teselli ediyorlar. Hilmi ile Ali de Tekirdağ grubu tarafından teselli ediliyorlar. Zil çalınca yataklara sessizlik içinde girildi. Doktor bir şey söylemedi ama bakalım yarın öğretmenler ne diyecekler. Kimse bir şey demiyor ama sanırım herkesin merakı bu arkadaşları “Siz hastasınız” deyip evlerine mi gönderecekler? Ya da askerlikte olduğu gibi “Gidin iyi olun öyle gelin” mi diyecekler. Sağlıklı olduğumdan mı yoksa başka nedenlerden mi, bu konuda hiçbir ön yargım yok. Hiç bir şey değişmemiş gibi düşünüyor, olayları biraz dışardan izliyorum. İsmet sanırım biraz beni izleyip o da aynı yöntemi uyguluyor. Ama arkadaşların okuldan gönderilmesini asla istemiyoruz. Yatar yatmaz Yeni Hayatları düşünmeye başladım. Ne var yani, getiriyorsa getiriyor, ben de ona bir şeyler alırım. Ne alırım? Kendisine sorarım. Olmaz. En iyisi bunu İsmet’le beraber yapmak. Onun ablası da var kız kardeşi de. Az da olsa bir fikri vardır. Beraber alıp veririz. Rahatlayıp uyuyorum.

 

8 Aralık 1938 Perşembe

 

Uyandım. Herkes kalkmış, yüksek seslerle Edirne’ye gitmekten, bisiklete binmekten, faytonlarla gidip gelmekten söz ediyorlar. Birileri ekliyor, “Haydi Edirne’de şenlik olacak galiba, yeni çöpçüler temizliğe gelmiş diyecekler.” Kimileri “bunu söylemeyin, duyulursa paçayı kurtaramazsınız”, kimileri “ne varmış bunda, temizlikçiler insan değil mi?” diyor. Merdivenden aşağı inerken konuşmalar kesiliyor, herkes sus pus doğru kahvaltıya ya da o tarafa yakın salona. Alt katta kesinlikle şaka yok. Kahvaltıda Hamdi Bağ Öğretmen bizim masaya oturdu. Herkese takılıyor. Bana “lokmaları çiğnemeden sakın yutma” dedi. Salih Baydemir’e “yemek yerken sakın konuşma” dedi. Arkadaşımız Arif Kalkan “Öğretmenim, Salih yemek yemezken de konuşmuyor” deyince Hamdi Bağ Öğretmen arkadaşa “Günaydın, sen beni dinlemediğini gösterdin. Ben zaten olmayanları söylüyorum” dedi, güldü. Herkes bana baktı, lokmaları çiğneyip çiğnemediğimi gözledi. Ben hiç istifimi bozmadan çayımı içtim, kahvaltımı bitirdim. Arkadaşların bu değişken durumları karşısında değişmeden duruşumu, Hamdi Bağ Öğretmen Ağabey olarak adlandırdı, “Zaten ağabeyler, ağabeyliklerini her zaman yaptıkları için ağabey olurlar” dedi, bana baktı, “değil mi ağabey?” dedi. Ben de hiç duraksamadan “Evet” dedim. “İşte bakın o da ağabeyliğini kabul ettiğimizi biliyor, bundan sonra ona hepimiz ağabey gözüyle bakacağız”. Arif Kalkan “Öğretmenler öğrencilere ağabey der mi?” diye sordu. Hamdi Bağ Öğretmen bu kez daha tumturaklı bir kahkaha attı, arkasından Arif’e “Cancağızım, ben, ağabey diyeceğiz demiyorum, ağabey gözüyle bakacağız diyorum. İkisi farklı değil mi?” dedi. Çevre masalar hep boşalmıştı, Hamdi Bağ Öğretmen afiyet olsun deyip kalktı. Masadan kalkanlar dersliğe dek bana ağabey dediler. İsmet durumu bilmediği için “Dayıma niçin ağabey diyorsunuz?” diye sorgularken, gürültülü bir durumda sınıfa girdik. Baktık ki Öğretmen Sabit Soysal gelmiş. Biz azarlanmayı beklerken öğretmen “Çocuklar, derslere her zaman öğrenciler erken girmez bazen de öğretmenler gelir girer. Benim uzunca süren bir hazırlığım olacak o nedenle geldim, siz rahatça hareket edebilir, hazırlıklarını yapabilirsiniz” dedi. Bizde alabildiğine bir ilgi uyandı: Nedir bu uzun hazırlık? Çıt çıkarmadan bekliyoruz. Sami, öğretmenin yanında, yavaş sesle konuşup kitaplar karıştırıyorlar.

Öğretmen “derse başlıyoruz” deyince dikkat kesildik. Öğretmen kitabımızdaki derslerin sırasının tüm okulların ortak noktalarını düşünerek yapıldığını, bizimse kendi çevremize göre yakından uzağa doğru gitmek istediğimizi, bu nedenle kitap sırasından çok konuları sıralayacağımızı söyledi. Pek anlamadık ama öğretmen öyle dediğine göre yararımıza sayıp dinledik. Bugünkü konumuz evlerimizde, yakınımızda bulunan yararlı, zararlı hayvanlar. Biz öğretmenin getirttiği yığınla kitaptan başka şeyler beklerken öğretmen önden başlayarak evlerimizdeki, köylerimizdeki hayvanların önce yararlılarını saydırmaya başladı. Hepimiz kalkıp hemen hemen aynı hayvanları söyledik. Eşek, at, sığır, manda, katır, koyun, keçi, kedi, köpek, tavuk, kaz, hindi, ördek; ben güvercin ekledim. Öğretmen “İşte çocuklar, yaşamakta olduğumuz Trakya’nın hayvan türleri bakımından özelliği budur. Trakya’da insanlar kendilerine yarar sağlayacak hayvan olarak genellikle bunları beslerler. Bunların azlığı, çokluğu çevrelere göre değişir. Örneğin sulak yerlerde manda daha çok olabilir, yokuşlu yerlerde at, yolsuz yerlerde, katır, eşek daha çok olabilir. Bu bilgileri hiç unutmayacaksınız. Biz bundan sonra derslerimizde bu hayvanların özellikleri, bakımları, yetişmeleri, kullanılmalarını inceleyeceğiz. Örneğin, at, katır, eşek bir grup; sığır, manda bir grup; koyun, keçi bir grup; tavuk, kaz, ördek, hindi, güvercin bir başka grup olarak kendi özellikleriyle incelenecektir.” Ben ne anladımsa içimden “Ben bunların hepsini biliyorum” deyip bir sevinç geçirdim. Özellikle güvercini ben yazdırdım, onlar hakkında en çok bilgi sahibi olduğumu düşünüp olayı biraz hafife aldım. Konuşmadık ama Tabiat Bilgisi dersi hepimizin gözünde kolay bir alan olarak benimsendi. Sabit Soysal Öğretmen de son günlerde daha yumuşak davranmaya başladı. Dersten sonra Mehmet Yücel gülerek “Nerden aklına gelir böyle şeyler, niçin çıkardın şu güvercin işini?” diye takıldı. Ben olayı kapatmak için “Ben  bizde olduğu için herkeste var da unutuldu diye yazdırdım, kimsede olmadığını bilseydim, yazdırmazdım” diyerek alttan aldım. Konu kapandı.

İkinci derste öğretmen açıklamalar yaptı. Bu yıl dersimizde geçen derste saptadığımız hayvanları okuyacakmışız. Ancak onların benzer türünden daha çok hayvan varmış, onları da gözden geçirecekmişiz. “Örneğin Trakya’da deve yok ama o da insanlara yararlı olan bir hayvan, yine aslan, kaplan türü yırtıcılar yok ama başka ülkelerde yaşamaktalar. Oradaki insanlar için bir sorun olmaktadır, onları da öğreneceğiz. Hayvanları, yediği besinlere göre, hareketlerine göre gruplandırıp daha kolay öğrenme yollarını deneyeceğiz. Örneğin uçanları Kanatlılar, süt verenleri Memeliler, etle beslenenleri Etoburlar, otlayanları Geviş getirenler diyerek sırayla öğreneceğiz.” Sessiz sessiz dinlediğimizi gören öğretmen, sessizliğimizi korkumuza yormuş olacak, “Bütün bunları bir sene boyunca tekrarlayarak öğreneceğiz, gözünüzde sakın büyütmeyin” diyerek güldü. Zil çaldığı zaman uykudan uyanır gibi birden konuşmaya başladık. Öğretmene soracak bir sorumuz olmadı ama  öğretmen çıkar çıkmaz herkes Sami arkadaşa döndü: O kitaplarda ne vardı? Sami kısaca anlattı. O kitaplar resim albümü gibi kitaplarmış. Dersle ilgili olacakları öğretmen bir albüme toplamış, onu getirip gerektiğinde bizlere gösterecekmiş. On kadar kitaptan kırk dolayında resmi toplamışlar. Hepsi kendi renginde gerçeğine benzeyen hayvan resimleriymiş. Mehmet Yücel duramadı, Mustafa’ya “Arkadaşım İmam’la ben hayvanları resimden öğrenemeyiz, kendilerini getirirlerse çabucacık öğreniriz.” Mustafa kızmadan yanıtlıyor: “Deveye gerek yok, sen nasıl olsa buradasın.” Herkesten çok Mehmet Yücel gülüyor. Arkasından “Ara, ara” diyor, “Buluncaya dek ara, ad takmak öyle kolay değil, söylediğin yerine yakışmalı.”

Fikret Madaralı  Öğretmen Halil’i çağırmış, bir küçük öğrenci geldi. Arkadaş koştu gitti. Az sonra:” Fikret Öğretmen yazı dersine gelecekmiş!” dedi. Üç sayfa yazı yazmıştım. Az daha unutuyordum, bana “Her dersten önce yazdıklarını göstereceksin” demişti. Hazırladım. Öğretmen geldi sert bir sesle “Günaydın” dedi. Döndü tahtaya baktı, tahta tertemizdi. Tebeşiri alıp bizim yazı defterlerindeki çizgiler gibi çizgiler çizdi. Bir kalın çizgi, altına iki ince çizgi, onun altına bir kalın çizgi daha çizdi. Küçük çizgileri dolduracak şekilde harfleri yazdı. “Eliniz alışıncaya dek bunları yazacaksınız” dedi. Başka hiçbir söz söylemedi. Bir kitap açtı, az yana döndü, açtığı kitabı okudu. Bir süre sonra arkadaşlarda bir kıpırdanma başladı. Yazmışlar, sayfaları bitmişti. Öğretmen sordu “Ne var, bir şey mi söyleyeceksiniz?” Kadir Pekgöz “Yazdık öğretmenim” dedi. Öğretmen çok sakin “Peki öyleyse tahtaya gel, altına benzer çizgileri çiz” dedi. Kadir kalktı, tebeşiri alıp çizmeye başladı. Oldukça çok uğraştı. Sonunda öğretmenin çizgilerine hiç benzemeyen garip dört çizgi ortaya çıktı. Kadir durdu. Öğretmenin susuşundan anlamış olacak, çizgi üstlerine harfleri de yazmayı sürdürdü. Başımı kaldırmadan öğretmeni izledim. Öğretmen, hiç oralı değildi. Kızma filan yoktu. Kadir tüm gücüyle harfleri de yazdı. Çizgiler yetmemişti ama Kadir bitmiş gibi durdu. Bir süre sonra öğretmen başını kaldırıp baktı, Kadir’e “Bitti mi?” diye sordu. Kadir bittiğini söyleyince öğretmen : “Harfler tamam mı?” diye sorusunu tekrarladı.Kadir: “Eksik!’deyince  öğretmen,çok sakin: “Niçin?” dedi.Kadir,çizgilerimn yetmediğini söyleyince öğretmen,gene yumuışak bir sesle,hepimizin duyacağı yükseklikte: “Evladım, öğretmenler bazı sözler söyler, bu sözlerin öğrencilerde yankılanmasını bekler. Buna halk arasında, yani annenin, babanın, annemin babamın içinde bulunduğu halkımızın, tüm Türk toplumunun deyişiyle ‘Leb demeden leblebiyi anlamak’ denir, öğrenciler, dikkatli olup bu kuralı hiç unutmamalıdır. Ben bir örnek verdim, sen bu örneği hiçe saydın, kendi havanda, ‘Ben hiç etkilenmeyeceğim’ der gibi kalktın kendini ortaya koydun. Bu bana meydan okumaktır, “Ey öğretmen, sen ne dersen de, ben bildiğimi okurum” diyerek ortaya çıktın. Ben bu defa bu tavrını hoş göreceğim. Sakın bir daha böyle sorumsuzca davranma. Bak bütün arkadaşların hala yazmaya çalışıyorlar. Yerine otur da bak, dikkatle bak” dedi. Recep Kocaman’ı kaldırdı. Recep çok düzgün çizgiler çizdi, harfleri de neredeyse öğretmeninkiler kadar düzgün yazdı. Öğretmen hepimize “Çocuklar ben arkadaşınızı  mahcup etmek için değil, fırsattan yararlanarak sizi uyardım. Hanginiz kalksa idiniz belki onun gibi yapacaktınız. Ama o da yanlış olacaktı. Ödevler  sizi öğrenmeye, ilerlemeye götürmek için verilir. Yalap şap yapıp savuşturursanız  bir adım ileri gidemezsiniz. Çünkü bu ödev verildiği zaman siz zaten onun o kadarını yapıyordunuz. Bir şeyler eklemeden geçiştirmeniz hiçbir kazanç sağlamaz.” Öğretmen konuşurken Kadir’in önünde durmuştu. Defterine baktı. Bize dönerek “Arkadaşınız defterine daha güzel yazmışmış. Demek tahtaya yazma deneyimsizliği var.” Kadir’e bakarak “Fırsat buldukça tahtaya kalk, tebeşiri iyi kullanmayı öğren” dedi. Öğretmenin yumuşak konuşması Kadir’i sevindirdi, yüzü güldü. Öğretmen sıraları gezerek yazdıklarımızı gördü. Tam bitirmek üzereyken kürsüye geçip oturdu. 4 Mehmet Aygün’den başlayarak numara sırasıyla defterlerimizle kürsüye çağırdı. Eski ödevlere de bakarak defterlere işaretler koydu. Bir işaret olanlar yazı ödevi yazmayacaklar, iki işaretliler iki sayfa yazmaya devam edecekler. Defterime bakınca inanamadım. Benim defterde de bir işaret var. Sormayı düşündüm. Halil “Neden soracaksın? Ödev yazmak istemiyorsan yazma, niçin yazmadın derse işareti göster. Yazmak istiyorsan, dikkatli yaz, yazını daha da güzelleştir.” Arkadaş bence doğru düşünüyor. Zaten bunu bildiğim için ben de ondan soruyorum. Merak ettim, sınıfın çoğunda iki işaret var. Buna çok sevindim. İsmet bile iki işaretliler arasında. Öğle yemeğinden çıkarken Fikret Madaralı karşıdan geliyordu, başımı eğip yol verdim, elini omuzuma koyarak “Salcı Dede’den haber alıyor musun?” dedi. Almadım deyince “Edirne’deymiş, belki gelir” dedi. Sevindim, gelirse buraya gelmekten neden vazgeçtiğini öğreneceğim.

Yapıcılık Atölyesindeyiz. Tuğlalar hazır. Bugün dört köşeli örgü, biz buna baca örme diyoruz. Hasan Çevik Öğretmen “Önce hesap yapalım” diyor. Yükseklik bir metre bire bir en-boy. Önce bir irkiliyorum. Benim hemen yapmam gerekiyor. Çünkü kendimi usta sayıyorum. Öğretmene birden “Üç yüz tuğla” diyorum. Öğretmen “doğru yaptığından emin misin?”diyor. Eminim. Başlıyoruz. Dört köşeyi tutturmak kolay değilmiş. Alt sırayı yerleştirmek için bir saat uğraştık. Öteki arkadaşlar daha çok uzattılar. Ders bittiğinde yarılayamamıştık . Gene de Hasan Çevik Öğretmen “Aferin, iyi gidiyorsunuz” dedi. Nedense bizim grup üç kişi kaldı. 53 Ali Önal  üç kişilik gruba verildi. Onlar 53, 75, 77, 79 oldular. Biz 61, 66, 72 olarak kaldık. Küçük Hasan, ben, Hüseyin Orhan. Gene de en çok biz ördük. Ben grupta azlık çokluk aramıyorum, verilen işi yapmak için dikkatle çalışıyorum. Dersten sonra Atölyeyi kapatma nöbeti bizimdi, bekledik herkes çıkınca kapattık. Hasan da, Hüseyin Orhan da beraber çalışmamızdan memnun. Hasan arada biraz mola verip kitap okusak diyor. Onun merakı sürekli okumak. Kitap deyince yüzünde bir sevinç beliriyor. Dersliğe biraz geç gittik. Günlük ders cedveli değişmiş, uygulanırsa yarın Ahmet Gürsel’le Fikret Madaralı gelecekmiş. Ben “Zaten dersler onlarındı” diyorum. Hayır değildi diyenler çıkıyor. Bir gürültüdür gidiyor. Namık Bey nöbetçi öğretmeni kapıdan bakmış, gidip yeni programı almış, geldi yazdırdı:

 

Pazartesi:     Türkçe 2-Matematik 2
Salı:             Tarih 2-Coğrafya 2
Çarşamba:    Tabiat Bilgisi 2-Tarım 2
Perşembe     Türkçe 2-Yabancı Dil 2
Cuma:          Matematik 2-Yazı 2
Cumartesi:   Müzik 2-Resim 1-B. Eğitimi 1

 

Öğretmen gidince ben “Fikret Beyin dersi vardı, Yazı ile Türkçe dersini değiştirmişti” dedim kimse tınmadı. Ben de bunu boş yere söylediğimi anladım, kendime kızdım, içimden utandım. Bunlar gereksiz tavırlar, kendi kendini tutamama gevşekliği…Yazı dersi yeni yapıldığına göre yarın Türkçe yapılacak, parçalar okunacak, belki de bir saati Dilbilgisi olacak. Okuma kitabımı açtım, geçmiş iki parçayı okudum. Öğretmen sırayla gitmiyor. Kargalar var, okudum. Şiirler var, Gemiciler: Gördüğüm öteki şiirlere benzemiyor. Şair adının ilk harfini yazmış. E. Okuyorum, pek anlayamıyorum. Galiba doğru da okuyamıyorum. Başka şiirlere de bakıyorum. Şiirler daha kolay gibi geliyor. Akdeniz’den Geçerken diye bir şiir var çok güzel. Onu ezberleyebilirim. Kemalettin Kamu. Ne biçim soyadı? Ne anlama geliyor ki? Metin okudum. Metin okumak daha güzel okuyorum ama bu E şiirini okuyamıyorum. İstiklal Marşı şiirini de okuyamıyordum ama alıştım, rahat okuyorum. Onuncu yıl Marşı’nın bildiğim kadarını doğru okuyorum. Şiirleri karıştırırken A aklıma takıldı. Çok güzel okuyordu. Cumhuriyet, Anadolu Toprağı, Sakarya, Gazi, Kelebek adlı şiirleri herkesten güzel okuyordu. Hele Kelebek şiirini okurken elleriyle de gösteriyordu. Bence o zaman daha da güzelleşiyordu. Onun sesi de güzeldi. Ben okuyunca o güzelim şiirler sevimsiz oluyordu. Zaten o varken okumayı denemek bile istemiyordum. Vahit Dede ile konuşurken Fikret Öğretmen “Haydi seni görelim böyle bir şair deden varken şiirden uzak kalamazsın” demişti. Bunu anımsayıp “Eee, hani şairlik? Şiir yazmandan vazgeçtik okuyamıyorsun bile” dedirtirsem çok üzüleceğim. Bu nedenle şiirleri ezberleyip hiç değilse güzel okumalıyım.

Sıra arkadaşımın benim düşüncelerimden haberi yok, arada bir “Sen kitabı neden karıştırıp duruyorsun?” diye soruyor. Oysa ben karıştırmıyorum, dörtlükleri ezberlemeye çalışıyorum. Bir yandan da önümdekileri, özellikle de sürekli konuşanları gözetliyorum, hiç biri ciddi bir çalışma yapmıyor. İçimden buna da seviniyorum. Onlar çalışmazsa benim çalışmalarım daha makbule geçer diye düşünüyorum. Bu düşünceyi de İsmet’ten aldım. Konuşurken birilerini göstererek, “Sürekli konuşuyorlar, bunların dersleri ne olacak?” diye sorunca İsmet “Daha iyi işte dayı, onların tembelliği bizim için kurtarıcı olur. Daha az çalışmış olacağız.” Önce saçma buldum ama galiba doğru. Hepsi çalışsa, hepsi Sami gibi her derste tahtaya kalksa, soruları yanıtlasa  durumumuz çok zorlaşır herhalde.” Yarınki dersleri düşünürken  bir yandan da seviniyorum. Ahmet Gürsel Öğretmenin dilinden iyi anlamaya başladım. Özellikle geometri çizimlerini kavradım. Kare, dik dörtgen, küp alanlarını bulabiliyorum. Üçgenlerin dik kenar, eşkenar, ikiz kenar türlerinin açı, kenar özelliklerini iyi seçiyorum. Sayısal çarpımları zaten çok iyi biliyordum. Kerrat cetvelini (çarpımları) ilkokulda, daha üçüncü sınıfta çok iyi ezberlemiştim. Şimdi çok işime yarıyor. Alanları bulurken hiç zorluk çekmiyorum. Kitaptaki örnekleri bile birkaç kez çiziyorum. Oturdum yapıcılıktaki tuğla hesabını yaptım. Kendi kendime utandım. İlk gün bir metre ördük, yuvarlak olarak yüz tuğla aldık. Ertesi gün iki metreye çıkınca dört yüz dedik. Köşeliye geçtiğimizde de hiç düşünmeden aynı sayıyı taşıdık. Üstelik tuğlaları bitiremediğimiz halde nedeni üzerinde durmadık. Oysa köşelide yirmi cm. lik bir ölçü birleşmekte, otuz kadar tuğla artmaktadır. Dün baca örgüsüne geçtiğimizde öğretmen sorunca, bunları hiç düşünmeden “Daha üç yüz tuğla” dedik. Oysa dört köşeden yüz yirmi dolayında bir eksilme olmaktadır. Şimdiki benim hesabıma göre bir metre boyu, bir metre eni olan bir tuşla kalınlığında baca örgü 650 tuğla ister. Sayıları bir söyledikçe Hasan Çevik Öğretmen güldü, sanırım bizim hesaplayamadığımızı gördü, mahcup etmemek için “Peki” dedi. Yaptıklarımı Halil’e anlattım. Yaptıklarımı o da doğruladı, “Derse gidince öğretmene açıklarsın” dedi. Hesaplama kolay olsun diye bir tuğlanın boyunu 20 cm. enini 10 cm yüksekliğini de 6 cm. olarak alıyorum. Küp olarak bir tuğla 1200 cm. Bir metre küp 100x100x100=1 000 000 cm. 1 m3 içinde 830 tuğla. Yepyeni bir  hesap öğrenmiş gibiyim. Doğru yaptığımı düşünüp seviniyorum. Bundan böyle bu tür işlerde kalemi alıp hesapları yapacağım. Zil çalar çalmaz konuşulanları dinlemeden dişlerimi fırçalayıp yattım. Yatarken de geçmiş günlerdeki gibi düşüncelere dalmamaya karar verdim.

 


[1] Köy öğretmen okullarına karşı ilk diretmeyi yapan kişi, Edirne Öğretmen Okulu Müdür Vekili Reşat Tardu. Ne garip raslantı, bu kişi 1954 yılında, o okulların devamı sayılan Köy Enstitüleri’nin kapanmasına da (Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı) en yetkili eğitimci olarak imza koymuştur.

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ