Yüksek Bölüm Öğrencilerinin Çalışma Alanlarıyla İlgili Yurt Gezileri
19 Mayıs 1944 Cuma
Eğitimbaşı Hürrem Arman, Törene katılıp katılmamakta Yüksek Bölümü serbest bırakmış:
-Katılmak isteyenler topluca bir yerde dursunlar! demiş. Serbest bırakmasına gerekçe olarak da geziye çıkacakların eksiklerini tamamlamasını öne sürmüş. Bunu duyanlar Eğitimbaşını göklere çıkardılar:
-Adam anlayışlı; 20 gün dağ bayır dolaşacaksın ona göre gereksinimlerini tamamlaman gerekir! Böyle diyenlere gülenler de oldu:
-Hürrem Arman'ın onlar aklından bile geçmez; Yüksek Bölüm topluca bayrama katılırsa kendisi de katılmak zorunda kalacağından böyle yapmıştır.
Bir süre tartışıldı. Besbelli büyük bir grup Hürrem Arman'dan hoşnut değil. İlgimi çekti, karşı olanların çoğu Çifteler kökenli. Burhan Güvenir, İhsan Arıkan, Numan Köseoğlu, Ahmet Allı. Ahmet Allı baklayı ağzından çıkardı ya da ağzında tutmaya çalıştığı kuşu kaçırdı:
-Eğitimbaşı olacak, dizginleri bırakmış Hüseyin Atmaca'ya o ne derse oluyor! Gerçekte Ahmet Allı haklı ama sanmam o Hürrem Arman için değil, işin içinde Hüseyin Atmaca olduğu için böyle düşünüyor.
Konuşmaları ara ara dinliyorum; iyice kaynaşmış bir duruma girildi derken bir de bakıyorum: Hiçbir yere girilmemiş; "Benim oğlum bina okur, döner döner gene okur!" türü bir söz vardır; biz sanırım öyle bir durum içindeyiz. Biz Kepirliler, gerçekten iki arada bir derede kalmışız. Çiftelerliler zaman zaman; "Siz, Kızılçullululara katıldınız!" diyorlar ama bu doğru değil. Doğru olan, onlar da bizi aralarına almıyorlar. Az bir yakınlık görülüyorsa bunun nedeni sanırım geçen yıl bizim Kepir'de staj yapan üç iyi arkadaşın bize gösterdiği yakınlıktandır. Onlar, geldiğimiz ilk günlerde bizi çok iyi karşılamışlardı. Onlara uyarak yakın arkadaşlarının bazıları da dost hatırı için bize yaklaştılar. Olayın gerçeği budur.
Kahvaltıdan sonra bir grup toplandık. İçimizde ikircil düşünceliler var; durup durup ya sorun çıkarsa? deyip duraksıyorlar. Sonunda kesin karar verildi:
-“Sonuç ne olursa olsun gidelim” diyenler düşsün arkamıza! Kesin söz edildi. Trene bindiğimizde bizim grubun iki katı arkadaş hiç "hık , mık" demeden yola çıkmış. Gerekçeleri de; "Ankara'da bir Gençlik Bayramı Töreni görelim!" Sonunda 2. Sınıflar baklayı ağızlarından çıkardı:
-Biz, geçen yıl da gitmiştik!
Dört aydır hemen hemen her cumartesi trenle gittik ama şimdiye dek hep ya Kurtuluş ya da Yenişehir duraklarında iniyorduk. Bugün büyük İstasyonda indik. Ulus'a çıkarken insanların hipodroma akın akın gittiğini gördük. Çok kalabalık oluyormuş, geç kalanlar ayakta kalıp itilip kakılıyormuş. Biz de gitmeye karar verdik. Tam büyük kapıdan girerken Halil Dere adı geçti. Ses ikinci kez gelince Halil Dere birilerine el etti. Baktım iki tane asker kılıklı genç. Halil'le sarmaş dolaş oldular. Kızılçullu'dan Halil Dere'nin arkadaşları. Yedek Subay Okulu'na gelmişler. İçlerinden bir grup yürüyüşe katılıyormuş. Katılmayanlara izin verilmiş. Bizi çok sevindiren bir rastlantı oldu bu. Yedek Subaylık konusunda halâ kuşkumuz vardı. Gerçi yılbaşı gecesi Hasanoğlan'a gelen Kızılçullu mezunlarından Yaşar Özgün Yedek Subay olarak gelmişti ama, bu bir örnek kuşkularımızı dağıtmamıştı. Şimdi, az önce Yedek Subay Okulu'ndan buraya gelen arkadaşlarla karşı karşıya olunca güvenimiz daha da arttı. "Konuştuklarımız Halil Dere'nin sınıfından olduğuna göre Kepirtepe'den de benim arkadaşlarımdan gelmiş olan vardır!" diye aklımdan geçirdim. Bizim arkadaşların yaşları genellikle küçüktür. Olsa olsa Sefer Tunca, Hüseyin Serin, Arif Kalkan olabilir! Ben böyle düşünürken Yedek Subay öğrencisi arkadaşlar açıkladılar, biri benim gibi 1337, öteki 1338 doğumluymuş. Onlar da benim gibi sınıflarının yaşlılarıymış. Halil Dere ile ile aralarında birinin 2, ötekinin 3 yaş fark varmış. Bizi gören Kızılçullu çıkışlı arkadaşlar üşüştü. Yedek Subay Tören kıtasında da iki arkadaşları varmış. Ancak onlar Askerî Birliklerin sonunda geçeceklermiş. Çevremdekilerin hepsini bir sevinç sardı. Herkes:
-Arkadaşlar Yedek Subay olduğuna göre biz neden olmayalım? Sorusunu gülerek tekrarladılar. Halil Dere beni yalnız bırakmamak için gruptan ayrıldı, tören alanına yakın bir aralıkta durmayı önerdim. Halil Dere, geçecek Yedek Subay kıtasına bakmak istediğimi anlayınca biraz şaşırarak sordu:
-Konuştuk işte ya, daha nesine bakacaksın? Oysa onlar konuşurken ben, bizim Hilmi Girginkoç Öğretmenin de Yedeksubay Okulu'nda olduğunu anımsamıştım; onu görürsem arkadaşlara anlatmayı, dahası gelecek yıl derse gelince olayı anlatmayı bile plânlamıştım. Yazık ki, önümüze geçenler olunca plan suya düştü,
Radyodan konuşmalar başladı. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, arkasından öğrenciler konuştu, şiirler okundu. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü oldukça uzağımızda olduğundan pek net göremedik. Zaten tüm konserlerde sık sık gördüğümüzden pek de dikkatimizi çekmedi. Gençlik Marşı hem radyodan hem de geçenlerce söylenince biraz karışık olmakla birlikte tüyleri ürperten bir duyguya kapıldık. Salt biz öğrenci takımı değil sıradan halk da seslere katıldı. Büyük Bando başlayınca bir kımıldama oldu. Geçenleri görmek için yan dönmek zorunda kaldık. Tören başlarken geçit yerine yakın olmamıza karşın giderek önümüze geçenler oldu. Yedek Subay Okuluna sıra gelince biz iyice arkalara sıkıştık. Gene de gözlerimin önüne Hilmi Girginkoç Öğretmeni getirip yürütür gibi görümser oldum.
Tören bitince karşılaştığımız durumu oldukça acayip bulduk. Tören öncesi güzel bir düzende duran insanlar, tören sırasında çılgın gibi itiş kakış tören yolunu neredeyse kapatacak gibi yanaştılar.
Uçakların alçaktan uçuşu, Paraşutla atlamalar oldukça heyecan vericiydi. Uçakların uçuşu güzel de paraşutlar açılmaya başlayınca ben oldukça kaygılandım. Paraşutların bazıları arkalarda ağaçlara yakın düştü. Atlayan kimselere zarar verecek telaşına kapıldığımdan doğrusu hiç zevk almadım.
Böylece 1941 yılı Cumhuriyet Bayramı töreninden sonra 1944 yılının 19 Mayıs Gençlik Bayramını da Ankara'da izlemiş oldum. İkisi arasında en belirgin fark Cumhuriyet Bayramına daha çok halk, İşyerleri, tarım, ticaret kuruluşları katılıyor. Gençlik Bayramı'nda ise Spor kuruluşlarından başka, değişik Askerî kuruluşlarla, Gençlik spor örgütlerinin gösterileri egemen oluyor.
Törene katılmadan önce tören bitiminde Kızılırmak Kıraathanesinde toplanmaya karar vermiştik. Birer ikişer toplandık. Konu, gördüğümüz ya da gördüğümüzü sandığımız olaylar. Ben, aklımdan geçen olayı şaka olarak söyledim; "Hilmi Girginkoç Öğretmeni gördüm". Önce Halil Dere, biraz terslerce itiraz etti:
-Dürbünle mi baktın? O öyle deyince ötekiler üstünde durmadılar. Trene oldukça vakit var, "Yenişehir'de arşınlayalım!" önerisi yapıldı. Daha önceleri hep duyuyorduk; Yenişehir'de kılık kıyafeti bozuk olanları, köylüleri gezdirmezlermiş. Halil Yıldırım'ın nerden aklına gelmiş:
-Anasını sattım, okula gitmeyip buralara gelseydim, gezemeyecektim. Bari köydeki arkadaşlarımın hakkı için gerine gerine gezeyim!" deyip kalkınca arkasından “ben de, ben de, ben de!” diyenler oldu. Zekeriya Kayhan az duraksadıktan sonra “Arkedeş, bu sözüne göre ben gitmeyeyim bari. Benim ağabey tüm köy için iki yıldır Yenişehir'i aşındırdı.” Oyuncu, efe arkadaşı Mehmet Gönül koluna girerek:
-Korkma arkadaşım, oraları bizim yollar gibi entipüften değildir, Ömrümüz boyunca dolaşsak aşındıramayız!
Mehmet Gönül'e; "Ağzına sağlık, dediğin gibi olur da ömrümüzce değilse bile istediğimiz zaman gelip dolaşırız!" dilekleri arasında P.T.T önünden Güven Parkı'na dek yürüdük. Az önce konuşmalarımızı unutmuş gibi yolların temizliğini, yeşil, düzenli ekip büyütülmüş fidandan ağaca dönüşmüş dizi çınarları, çamları, altlarındaki renk renk çiçekleri yakından görünce, “sahiden böylesi bakımlı yerelere herkesin girmesi söz konusu olamaz. Adamlar kimsenin gözüne bakmadan ortalığı bir günde çöplüğe çevirirler. Bütün köylüler mi öyledir?” diye sorduktan sonra başımdan geçen ya da tanık olduğum bir olayı anlattım. Kepirtepe'de okurken, bir pazartesi günü Lüleburgaz'a inmiştim. Lüleburgaz pazarı olduğu için köyden gelenler olmuş, karşılaştık. Evdekileri sordum; derken konuşma uzadı. Bay-bayan altı yedi kişi vardı. Tam öğle paydosuydu, Ziraat Bankası önünde gölgede kalmış merdivenler önünde durunca, bizimkiler soru sual etmeden merdivenlere oturdular. Paydos bitince nasıl olsa kalkarlar diye düşünürken birisi koşup yakındaki köfteciden ekmekler içinde köftelerle geldi, herkese payını verdi. Saate baktım, bankanın açılma saati. Biraz utanarak uyarmak istedim; "Bankanın açılması yakın, karşı ağacın gölgesine geçsek!” Kimse kımıldamadı. Buna karşın ben karşı ağacın gölgesine gittim; belki anlayıp gelirler diye beklerken banka görevlileri geldi. Merdivenlerin kirletildiğini görünce, bir güzelce payladıktan başka yerlere atılan ya da düşürülen en küçük kırıntıları bile toplattılar. Bankanın hemen arkasında Jandarma Karakolu var, oraya duyurulmuş olacak, iki jandarma geldi, bizimkileri topluca karşıdaki caminin gölgeliğine götürdü. Utancımdan yan sokaktan çarşıya gittim. Onlar benim uyarımı ya da onlardan ayrılışımı anlamlı bulup küsecekler sanıyordum. Tatillerde ya da özel olarak köye gidince konuyu açacaklarını umdum; kimse tınmadı. Sonunda şu kanıya vardım; beni üzen olay, banka görevlilerinin konuşmaları onlar için doğal sayılıyor ki, üstünde durmuyorlar. Bu olayı anımsadıkça, Yenişehir'in bazılarına yasaklanmasına şaşmıyorum. Arkadaşlar benim gözlemimi dikkatle dinlediler; ancak kimse yorum yapmadı.
Yenişehir'e bir süredir gelip gidiyoruz ama Kızılay, Sıhhiye, Sıhhiye Parkı, Atatürk Bulvarı, Elçilikler, Kavaklıdere, Sergi Sarayı, Gençlik Parkı gibi semt ya da meydan adları geçince duraksadığımız oluyor. Benim en alıştığım yerler; Ulus Meydanı, Anafartalar, Cebeci. Yenişehir'de Sıhhiye ile Kızılayı yeni yeni ayırmaya başladım. Yer olarak da Halkevi, Etnoğrafya Müzesi, Konservatuvar, Sergisarayı, Milli Eğitim Bakanlığı, T.B.M.M, İstasyon, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi! Bunları söyleyince arkadaşlar gülerek ekleme yaptı; "Kızılırmak Kıraathanesi, Havuzlu Kahve (Kıraathane)” Bunlara da eklenti yapıldı: 19 Mayıs Stadı ile Gazi Eğitim Enstitüsü. Konuşa konuşa İstasyon binasına gidiyoruz; tam solumuzda büyük bir bina var, büyük harflerle "NUH" yazılı. O binayı yıllardır gördüm ama sormamıştım; meğer orası un değirmeniymiş!
Trene binince bir haylı kalabalık olduk. Satılmış Aslantaş sordu:
-Okulda kalan oldu mu? Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca ile Hürrem Arman! yanıtı verildi. Gülenler oldu. Ancak birer ikişer, derken oldukça uzun bir ad sıralaması oldu. Belli ki bizim grup azınlıkta.
Yemeğe yetiştik. Ben pek ayırdında değilim, bizim masadan kalanlar varmış. Kadir Pekgöz hemen sordu:
-Gittiniz de ne oldu sanki? Halil Yıldırım yanıtladı:
-Siz kaldınız da ne oldu sanki? Ekrem Bilgin matematik denklemi kurdu:
-Sanki=sanki sonuç eşit gibi göründüğüne bakmayın; eşit değil de eksi koysaydım, sonuç sıfır olacaktı. Tüm masadakiler Ekrem'i kutladılar.
Konu hemen yarınki konsere dayandı; bir keman konsertosu dinlesek! Mendelsshon, dinledik! Beethoven? Dinledik. Tchaikovsky? Plâktan dinledik. Mozart? “Dinlemiş olsak bile gene dinleriz!” Ortak istek belirlendi; yarınki konserde bir Mozart olmasını bekliyoruz. 7 keman konsertosu, 30 piyano konsertosu, öteki çalgılar içinse kaç tane olduğunu bilmediğimiz ancak 41 senfonisi olan Mozart, yarın kesinlikle çıkar. Mozart’'ın bizde bir klarnet, iki de flüt konçertoları var; sahi onları niçin dinlemiyoruz? Dersler kesildiğine göre geziye çıkıncaya dek her gece plak dinlemeyi önerelim. Arka masadakiler de duymuş, hemen bize katıldılar. Yarın konser dönüşü Öztekin Öğretmene söylenecek.
Yemekten sonra salona giderek plak listesine bir daha baktım. Mozart'ın serenadları da var. Keman-piyano, keman-viyola, Arp-flüt konçertolarından başka 2 piyano, 3 piyano konçertoları da var. Sanmam bunlar çalınsın. . . . .
Arkadaşlar üst salonu doldurunca alt piyanoya geçtim. Yat ziline dek Hanon çalıştım. Abdullah geldi, bir süre dinledi. "Bu denli, yorulmadan nasıl çalışıyorsun?” diye sordu. Yüzüne diyemedim ama içimden ben de ona sordum:
-Bu denli müzik yeteneğin varken bunu neden değerlendirmiyorsun? Mahir Canova Öğretmen Kamil Yıldırım'la Muttalip'e:
-Sizde tiyatroya karşı heves var, oldukça doğal yeteneklisiniz, biraz çaba gösterirseniz, sizi sınavla Konservatuvara geçiririz! dedikten sonra “öteki dallarda başarılı olanlara da bu sözüm geçerli” demişti. Bence bu söz Abdullah için bir konservatuvar çağrısıydı ama nedense Abdullah bunu duymazdan geldi.
Köylüleri arkadaşlarımız Yakup Tanrıkulu ile Arif Kalkan'dan mektup almış, selamlarını söyledi. Onları anarak yatakhaneye gittik.
Kepirtepe'deyken bir köyden üç arkadaş olmalarına karşın pek bir araya gelmiyorlardı. Özellikle Abdullah onlara pek yaklaşmıyordu. Şimdilerde mektuplaşmaları güzel bir ilişki. Yakup'la bilemem ama Arif Kalkan'la aramızın çok iyi olduğunu biliyordum. Okulun ağır işlerine hep birlikte sürülüyorduk. Bundan gocunmuyorduk ama kendimize "Radyolu hammal” adı takmıştık. Bu söz nerden dilimize takıldı, hep merak ettim; "RADYOLU HAMMAL!" Yakup zarif yapılı, çok nazik bir arkadaştı. Bir ara gereksiz yere uzak durmuştum. Salt aklımdan geçirdiğim Röslein için adı çıkmıştı. O zaman benim için bir yabancı gibiydi. Bir süre bir rakip olarak izledim. Sonun da bunun benim için düzenlenmiş bir engel olduğunu anladım. Çünkü arkadaşın o tarakta bezi yokmuş, köyünde sözlüymüş. Arif Kalkan bir ara bunu anlatınca rahatladım. Yakup Tanrıkulu arkadaşı da üzmediğime sevinmiştim. Çoktandır Röslein'ı düşünmemiştim. Buraya beklemiyorum, çünkü kendisi geçen yıl öyle demişti. Ben, "Sen de gelirsin, orada birlikte çalışırız!" dediğimde:
-İyi olurdu ama ailem beni kesinlikle göndermez. Onu kesin olarak bildiğimden hiç umutlanmıyorum! demişti. Gene de bekler gibiyim, gelir de hemşerilik ilişkilerimiz sürerse yazdıklarımı okuyacağım. Nasıl bir tepki gösterir acaba?
20 Mayıs 1944 Cumartesi
Halil Dere erken uyanmış, üzüntülü. Bugün Doç. Ferruh Sanır geziye katılacaklarla toplantı yapıp son bir kez uyarılarda bulunacakmış. Oysa konsere katılıp kınalı saçlı güzeli bir kez daha görmeyi çok istermiş. Ben de, bilir gibi teselli ettim:
-Üzülme zaten o bugün gelmez. Ankaralılar dün çok yoruldu, bugünkü konsere Cumhurbaşkanı bile gelmez! deyince Halil Dere sevindi. Onlar geziden dönünce konserler bitmiş olacak. Ancak aralarda özel konserler oluyormuş ama onlara bizim de gitmemiz söz konusu değil. Çünkü kampa gideceğiz. Kamptan sonra da ver elini x Köy Enstitüsü! Halil Dere sinirlendi:
-Seninki neden x oluyormuş, burada kalacağın kesin! Ben de, "Senin için söyledim!" deyip geçtim. Eğer, müzik sevgin sürerse konserler başlayınca gene görürüz. Nasıl olsa o orada! Bizim arkadaşlar, açık söylemiyor ama Halil Dere'nin böyle sorumsuzca aramıza katılmasına kızıyorlar. Benim aracılık ettiğimi de hoş karşılamıyorlar ama Öztekin Öğretmenden izinli olduğu için ses çıkarmıyorlar.
Halil Dere ile birlikte kahvaltıya gittik; bizim masanın yanında ayrılınca arka masadan Azmi Erdoğan sordu:
-O da geliyor mu? Soru anlamlı sorulmuştu. "O da mı?" sorusu biraz sinir yüklüydü. Bizim masadan Kamil Yıldırım'la Nihat Şengül, ikisi birden karşılık verdi:
-Onun bir adı olduğunu biliyorsun, sen bizim arkadaşımıza "oda!" dersen bir gün biz de senin arkadaşına "Kiler ya da Salon! deriz.” Araya girenler oldu, iki tarafı da yatıştırdılar. Söze karışmadım ama gerçekten kendimi kusurlu buldum. Ben fazla üstünde durmasaydım Halil Dere gelmezdi. Neyse bu yıl geçti. Gelecek yıl böyle bir ayırımcılık yapmam.
Trende akşamki istek olasılıklarımızı anımsadık; "Keman konsertosu, olursa Mozart'tan. Keman konsertosu başkasından olacaksa Mozart'tan bir senfoni.” Konuşmalarımızı Öztekin Öğretmen de dinledi. Gülerek; "Çok haklısınız çocuklar, gerçekten ona dahi demekte insanlar haklılar. Hangi çalgı için yazmışsa, o çalgı için onun üstüne bir başka besteci çıkamamış. Keman konçertoları su gibi akar. Piyano konçertoları ise her biri pırlanta ses dizisidir. Çok arattım ama onun konsertolarından bulduramadım. Birinden plâk sözü almıştık, adama izin vermediler, gidemedi.”
Konservatuvar kapısında Faik Canselen Öğretmen gülerek karşıladı; "Bu haftamızı atladık!" deyip güldü. Arkasından da:
-Olur böyle aksamalar, ilerde telâfi edeceğiz inşallah! deyip yukarı odayı işaret etti. Oda önünde durup dinler gibi dikkat kesildi. Kapıyı açtı, boş olduğunu görünce Faik Öğretmen açıklama gereğini duymuş olacak:
-Bizim burası da sene sonu biraz karışır. Öztekin Öğretmen de:
-Bütün okullar sınav dönemleri böyledir! dedi. Faik Öğretmen bu kez:
-Ayrıca bizim son sınıflarda birer ikişer kişi vardır ama onların enstrüman sınavları ayrıca problemler yaratmaktadır. Şansımıza bu oda boşmuş; aşağılara gitsek kapılarda bekleyenleri görürüz; maalesef çalışma odaları yetmiyor. Zaten bu bina Konservatuvar için değil Musiki Muallim Okulu olarak yapıldı.
Faik Öğretmen her zamanki gibi cebinden katlanmış kağıdı çıkarırken:
-Bakalım bugün kimlerden neleri dinleyeceğiz? dedi. Arkasından da:
-O, dolu dolu bir proğram, Wagner, Mozart, Brahms. İki ağır müzik arasında bir hafifletici Mozart keman konçertosu; 4. Konçerto. Bunu çok severim! dedi. Arkadaşlardan gülenler oldu. Faik Öğretmen değişik anladı:
-Ne o bir piyano Öğretmeninin keman sevmesini mi komik buldunuz? dedi. Arkadaşlar, aramızdaki oyunu anlattılar. Faik Öğretmen, Öztekin Öğretmene:
-Aralarında böyle müzik oyunları yapmaları, iyiye alâmet değil mi? diye sordu. Gülüştüler. Öztekin Öğretmen duramadı arkasından:
-Öyle olması gerekir. Önce kendileri mesleklerini sevecekler, sonra öğrencilerine sevdirecekler. Ben onlara sık sık tekrarlıyorum; Yüksek Köy Enstitüsü çıkışlı öğretmenler içinde halkımıza yeni bir şeyler kazandıracaksa en çoğunu bunlar, bizim bölüm kazandıracaktır. Öbürlerini küçümsemiyorum ama söz gelimi Tarla-Bahçe Bölümünü bitiren biri, köyde olmayan bir yeni tahıl, meyve mi götürecek? Var olanları aşılayarak zaman içinde olacak bir değişimi başlatacak. Bizim öyle değil, çocuklara bir kanon yaptırsa onlar için bu, bir yenilik olacaktır. Ölüyorum, bayılıyorum türü şarkılar yerine kırları, ormanları, koyunları, kuzuları, kuşları sevdirici şarkıları öğretince kalıplaşmış o (yeknesak) türkü ya da plâk şarkılarını kısa sürede rafa kaldıracaklardır.
Faik Öğretmen önce kısaca Wagner'den söz etti. Onun bir besteci olmasınn ötesinde bir Germen Milliyetçisi olduğunu, bizde Ziya Gökalp'i andıran bir yaklaşımla Germen ırkını müzikle, özellikle de operalarıyla ırgaladığını anlattı. Özellikle uvertürünü dinleyeceğimiz operanın konusu üzerinde durdu:
-Lohengrin, bir kahramanın adıdır. Wagner, onu kendine göre değiştirerek Almanlaştırmış ama söylenti eski Yunan mitolojisine dek gider. Beethoven'in Coriolanus ya da Egmont uvertürlerinde gördüğümüz gibi Wagner de bir kahraman olrak Lohengrin'i seçip bestelemiş. Ancak Wagner işi uvertürde bırakmamış, konuyu Germen tarihine taşıyıp ünlü operalarından biri olarak Lohengrin'i var etmiştir. Lohengrin büyük, sahneye konması zor operalardan biri olduğundan kolay kolay göreceğimizi sanmamakla birlikte belli olmaz bakarsınız bir gün film olarak karşımıza çıkar. Fantazya filmini görmüşsünüzdür orada nasıl Bach'ın ünlü Toccata'sı ile Beethoven'ın 6 Senfonisi karşımıza çıkıyor!
Faik Öğretmen:
-Fantazya için, görmeyenler varsa kesinlikle kaçırmasın, ikinci kez görecekler de öteki bestecilerin eserlerini seçmeye çalışsın! dedikten sonra:
-Mozart için fazla söze gerek yok, tüm dünyada müzik diyebilen herkes, arkasından Mozart geleceğini bekler. Ancak gene de Mozart tümüyle bilinemez. Mozart, öteki besteciler gibi bir takım insanlara gelir kaynağı açmıştır. Söz gelimi Mozart 5 keman konçertosu bestelemiştir. Oysa konserlerde çalınan 7 keman konçertosu vardır. Çünkü bazı açık göz besteciler, sevdikleri piyano konçertosunu kemana çevirmiştir. Neyseki iki Mozartsever, ömürleri boyu ayrı ayrı çalışarak Mozart'ın gerçek bestelerini saptayıp numaralamıştır. Örneğin Avusturyalı Doktor Ludwig von Köhel Mozart'ın 626 adet eser bestelediğini saptamış, bunları sıralayıp numaralamıştır. Bu nedenle Mozart besteleri KV olarak (Genelde kv) gösterilir. Bugün dinleyeceğimiz keman konçertosu no:4, kv 218 re majör tonundadır. Ayrıca bu kez İsviçreli dr. Alfred Einstein benzer diziyi çıkarıp Dr. Köhel'i hem doğrulamış hem de ortak iş ortağı olmuş, böylece Wolfgang Amadeus Mozart'ın besteleri korunak altına alınmıştır. Alıntı yapan ya da çalgı değişmelerinde Mozart ile gerçek bestesi birlikte söylenir.
Johannes Brahms'ı, Faik Öğretmenin çok sevdiğini biliyoruz. Gerek geçmiş konserlerde gerekse okulda plâk dinlemelerde üstünde en çok durduğu bestecilerden biri de Brahms'tır. Salt bestelerini değil onun yaşam tarzını da beğendiğini, sözle söylememekle birlikte:
-Tek başına yaşamış, dervişler gibi dolaşmış! Sözlerini söyleyince hepimizin aklına Faik Öğretmen gelir; "O da öyle!" deriz. Gerçekten Faik Öğretmen de öyle, kırkına yaklaşmasına karşın, savaş bitince Avrupa'ya gitmeyi düşündüğünü söylemektedir. Aramızda konuşurken:
-Onun Brahms olması için sakal bırakması gerekir, sakal bırakmadıkça Faik Canselen kalacaktır! der dururuz.
Faik Öğretmen daha önce senfonisi çalındığında açıklama yaptığı için bu kez, insan sesi üstünde duruşunu anlattı. Opera bestelememiş. Buna karşın müzik dünyasının dev eserlerinden birini, bir Alman Requiem’ini bestelemiş. Ayrıca çok sevilen liedlerinin sayısı yüzleri aşıyormuş. Öğretmen kalkarken elindeki konser programını düşürdü. Abdullah Erçetin hemen yanındaydı, alıp öğretmene verdi. Faik Öğretmen teşekkür etti. Arkasından da:
-Önemsiz bir şey ama ben alışmışım bunları toplarım! deyince benim hep aklımdan geçmesine karşın bir türlü bir yolunu bulup söyleyemediğimi, bu kez arkadaşlar topluca sordular:
-Öğretmenim, biz bu programlardan alamaz mıyız? Faik Öğretmen biraz şaşırır gibi baktı:
-Siz alamıyor musunuz? Öztekin Öğretmen açıklama yaptı:
-“Programlar, orkestra yönetimi tarafından basılıp özel olarak dağıtılıyor. Konservatuvarla bir ilgisi yok. Gerekli başvuruyu yaptık, gelecek yıl bizi de listelerine alacaklar.” Hemen hemen hepimiz sevindik. Özellikle ben, notlarımın arasına koymayı hep düşünmüştüm. İlk günler girip çıkarken oturulan yerlerden aldıklarım oldu ama bu da sınırlı kaldı.
Öztekin Öğretmen; "Konsere zamanında yetişmek kaydıyla serbestsiniz!" deyince bir zamanlar titreyerek koşuşturduğumuz Cebeci-Esentepe-Anafartalar-Ulus yolu çevrelerini soruşturarak bilgilendik. Sağımızda yüksekte bir okul (Atatürk İlkokulu) ilgimizi çektiği için durup bakanlar oldu. Köşeden bizi gözetleyen biri yukardan bize seslendi. Merdivenlerden çıktık, baştan aşağı bayraklarla, çiçeklerle süslenmiş bir okul. Görevli öğrenciler var, sorulan sorulara güzel güzel karşılık veriyor. Bizi çağıran kişi okulun Başöğretmeni Kemal Atakol. Bizi tanıdığını, bizim okulda (Enstitü Bölümünde) tanıdıkları olduğunu söyledi. Oldukça deneyimli bir öğretmen, geçmiş yıllar hakkında bize güzel olaylar anlattı. "Ankara'da okulların büyüğü küçüğü söz konusu değil, kendi yaşlarına göre yaptığı etkinliklerdir!" gibisine bir söz söyledi sonra da bize:
-Ankara dışında olmanız önemli değil, bayramlarda Ankaralıların karşısında yapacağınız etkinlikler sizi çabucak tanıtır! deyince birbirimize bakıştık. Teşekkür edip ayrıldık. Ancak Kemal Atakol Öğretmenin ne denek istediğini uzun uzun irdeledik. Öztekin Öğretmeninin zaman zaman vereceğimiz konserlerden, temsillerden söz etmesiyle bir bağlantı kurmaya çalıştık. Durup durup soranlar oldu:
-İyi ya bu Kemal Atakol kim? Sonuç olarak bir ilkokulun başöğretmeni... Konu oldukça uzadı. Ancak, geçtiğimiz 1 Mayıs Bayramı anımsanınca, (Cumurbaşkanı, Milli Eğitim Bakanı ile daha tanımadığımız yetkili kimselerin çocukları vardı) Devlet Kodamanlarının ilkokullarda da çocukları okuyacağına göre, oralardaki öğretmenlerin seçilmiş kişiler olması gerektiği düşüncesine vardık. Bu tür kişiler de bir çok konuda söz sahibi olurlar.
Ulus, tıkabasa insan dolu. Sinema da bu sıra boşalmıştı, birkaçımız dışında topluca girdik.
Yeni başlıyordu, çıt çıkarmadan bakmaya başladık. Anlamsız gelen gölgeler, şekiller giderek belirmeye başladı. sonunda bir orkestra meydana gelir gibi oldu. Az sonra orkestra iyiden iyiye şekillendi. Biz çok merak ettiğimiz şefi beklerken birisi çıkıp konuşma yaptı. Geçen defa buna dikkat etmemiştim. Konuşan düpedüz açıklama yapıyormuş. İngilizce bilenlerden kimi sözleri çevirenler oldu. Konuşan, şefin adını da söylemiş, tam bu sıra şef göründü ama hayal meyal, dört yöne dönerek şekil aldıktan sonra okestra başladı. İlk eseri biliyorduk, daha önce plâktan dinlemiştik, filmde de şekilli, hem de gök gürültülü halde dinleyince bundan böyle unutmamız söz konusu olamaz. Bu kez dinleyişimizde Tocca-Fugg de beynimize çivilendi. Öte yandan şef de değişik görüntülerle dikkatimizi çekti; "Kimdir acaba?” İkinci parça Tchaikovsky, bir bale müziği. Ancak bir iki melodisini anımsıyorum. Bunun aslı da fareli mareli bir oyunmuş, filmde 4-5 bölümünü gösterdi. Beethowen 6. Senfoni başlayında dikkat kesildik. Çünkü 6. Senfoni'yi kendi plâklarımızdan çok dinlemiştik. Ancak buradaki bizi daha çok Tiyatro Tarihi dersine götürdü; mitolojik Ditirambos ya da Diyonizos oyunları, bağ bozumları, Tanrı Baküs. Baküs'ü çocuk gibi oynarken görünce bir an için tüm Yunan Tanrılarının böyle oyunlarla, müziklerle uygar ülkelerin çocuklarına öğretildiğini düşündüm. Bunları çizen için de ilginç söylentiler çıkarılmış. Walt Disney, bir ressam. Ressam ama uzun süre geçimini sağlayacak bir iş bulamıyormuş. Kaldığı otelin parasını bile veremediği için sefil bir durumda odasında pineklerken bir gün bir fare gelip odasında gezinmiş. Odayı boş sanan fare, oraya buraya atlayıp zıplamış, bir bakıma doğal olarak ressama pozlar vermiş. Sessizce fareyi gözleyen aç ressam Walt Disney, farenin yaptığı numara biçimlerini çizmiş. Çizimler çoğaldıkça ressama göre de ilginç bir şekil almış. Bir ekmek parası kazanma umuduyla bu çizgileri bir dergiye götürmüş. Dergi sorumlusu bu çizimleri beğenip yayınlayınca o denli ilgi toplamış ki Walt Disney dergiye sürekli fare resmi çizmeye başlamış. Günümüz dergilerinde ya da sinemalarda gördüğümüz Miki Maus diye adlandırılan olay böyle başlamış. Bundan cesaretlenen ressam işi büyütüp gördüğümüz boyutta filmler de yaparak bu tür çalışmaların öncüsü olmuş.
Filmde üçüncü parçayı anımsayamadım; dinlemiş gibi sanım uyanıyor ama bir türlü adını da bestecisini de bulamadım. Ancak dördüncü parçayı çok iyi biliyorum; Franz Schubert'in Ave Maria adlı liedi. Bizim notalar dolabındaki Franz Schubert Liedler kitabında var.
Filmden oldukça şaşkınlıkla mutluluk arasına sıkışmış gibi çıktık. Her birimiz filmin bir yerine takılmış gibi durup durup orasını öne sürüyor. Ötekiler orasını ıskalayıp kendi önemsediği yönü öne çıkıyor. Ancak Baküs'ün içkili gibi görüntüsü hepimizin ilgisini çekmiş; orası söylenince hepimiz kahkahaları koyveriyoruz.
Filmin değişik yerlerini tekrarlayarak kimi yerlerini de tartışarak konsere yetiştik. Az kalsın gecikecekmişiz, soluk soluğa balkona çıkıp boş yerlere dağıldık. Halil Dere üzülmeyecek, kınalı saçlı yok. Nedense Mahmut Ragıp Öğretmen de gelmemiş bu gün. O yerlerde sık sık Konservatuvar aralıklarında gördüğümüz iki genç oturuyor. Birinin burnu ilginç, doğuştan mı yamuk, yoksa ezilmiş mi? Yanımda oturan Abdullah Erçetin, benden önce takılmış; "Şundaki buruna bak!" deyince bilenler uyardılar:
-O kim, biliyor musun? Erdoğan Çaplı, Çocuk Saati'nin Erdoğan Ağabeyi. Hemen fısıltılar başladı:
-Bütün çalgıları çalıyormuş, Konservatuvarda okuyormuş. Yan gözle baktım, sahiden ben onu Konservatuvar salonlarında, kapılardan girip çıkarken çok görmüştüm. Bakışları büyük adamları andırmakla birlikte çocuksu tavırlarından çok genç olduğu belli oluyor.
Alkış başlayınca toparlandım. Richard Wagner'in Lochengrin uvertürü. Uvertür türü oldukça çok eser dinledim. Mozart'ın Figaro'nun düğünü uvertürünün başlangıcı sık sık dilime takılıyor. Do-re, do-re dooo! Do re, do re doo. . . diyerek uzayıp gidiyor. . Hele Smetana'nın Satılmış Nişanlı uvertürünün bitişi, karman çorman ses kalabalıklığı olmasına karşın unutamadığım bir uvertür. Beethowen'den de uvertürler dinledim. Çok güzeller ama melodilerini anımsamıyorum. Daha doğrusu aklımda var gibi de, tanımlayacak ölçüde seslere sınır koyamıyorum.
Bakalım, Wagner'in uvertürlerindem belleğimde bir iz kalacak mı? Yoksa Johannes Brahms'ın senfonileri gibi salt ad olarak mı belleğimde kalacak? Tüm dikkatimle dinliyorum! Böyleyken Lochengirin bana göre dümdüz başladı; yer yer değişik sesler yükselir gibi oldu ama belli bir ses kümesi yakalayamadı. Yağmurdan sonra dolan derelerin düz yerlerinde kabarıp kırılarak şekillenen sel suları gibi başladığı gibi bitti. . .
Faik Canselen Öğretmenin dikkatimizi çekmesine karşın bir belirgin motif yakalayamadığıma üzüldüm. Faik Öğretmen "Seslerin uzaması!" gibi bir uyarıda bulunmuştu. Öteki eserlerden farklı hangi ses, nasıl uzadı, ne kadar uzadı? diye içimden sık sık kendime sordum. Gerçi yer yer neşeli sesler oldu ama sanırım ben pek tadına varamadım. Umarım Wagner'in öteki uvertürleri çok daha güzeldir. Bitişini bile iyi kavrayamadım. Sesler kesildi ama şef ellerini sallıyordu. İyice sessizleşince
Richard Wagner
alkışlar başladı. Bitmeden alkışlandı sanısına tutuldum. Nitekim alkışlar kesilir gibi azalırken birden şiddetlendi. "İşte şimdi bitti!" derken Şef. Prof. Praetorius'la yanında oldukça zayıf görünüşlü biri geldi, birlikte önde durdular. La sesi duyuldu. Bu sesi vereni biliyorum, Halil Onayman, orkestranın 1. Kemancısı. Gelen de ona yanıt verdi, tıııınnnn! diye la sesi tekrarladı. Az sonra da "dan, dan, dadannnn. Dan, dan, dadannnn. dan, dan da, dadannn! dann dan diin di, daan dan diin di dan dan da daan" diyerek orkestara başladı. Ardından konuşan orkestra üstünde uçarmış gibi tatlı bir keman sesi. Orkestra çalgılarının karşılıklı söyleşileri arasında gezen sesi, rüzgârlı havalarda kanat çırparak uçan kırlangıçlara benzettim. Başka kuşlar da öyle rüzgarda kanat çırpar ama buradaki sese kırlangıcı daha yakışanı olarak seçtim. Zaten orkestra çalgıları da onun canlı kalması için neredeyse sese ürkerek katılıyorlar. Eseri biliyormuşçasına şimdi şöyle olacak, şimdi böyle olacak diye varsayım üretirken bölüm değişti. Arada uçup giden kırlangıç sanki yalnız başına kalmış gibi oldukça yalnız (dertlenirce) bir süre söylendi. Son bölümde gene kırlangıçlar uçar gibi oldu. Başka benzetmeler ararken alkışlar başladı. Alkışların şapırtısında kırlangıç falan kalmadı.
Johannes Brahms'ın 1. Senfonisini burada ilk geldiğimiz konserlerde dinlemiştik. 3'le 4'ü bizim pâklarda var. Bu kez 2. Senfoniyi dinliyoruz. Johannes Brahms'ın özelliği galiba senfoniler ağır başlıyor. Oysa Macar Dansı adıyla bestelediği oyun müzikleri çok hareketli. Birini daha akordiyona
Johannes Brahms
başladığım yıllar çalmıştım. Kolay geldiği için küçümsemiştim. Oysa Macar Dansları hem piyano hem de orkestralarla çalınıyormuş. Bizdeki ciltli 21 Macar Dansını görünce ürperdim: Benim çaldığım çocuklar için sadeleştirilmişlerdenmiş.
Senfoni gidererek koyu bir ses akışını andırıyor. Zaman zaman sesler ya da çalgılar sallanıyormuş gibi oluyor. 1941'de Hasanoğlan Köy Enstitüsünü kurmaya geldiğimizde büyük çadırlarda yatıyorduk. 30 arkadaş bir çadıra rahat rahat sığmıştık. Kimi rüzgarlı zamanlarda çadırın tavan yüzü üstümüze doğru iner kalkardı. Böyle zamanlarda korku değilse bile bir ürperme oluyordu; Johannes Brahms senfonilerini dinlerken de öyle bir ürperme duyuyorum. Bu, bir korku ürpermesi değil, seslerin yoğun etkisinden ileri gelen zevk verici bir ürperme. Duygularımı anlatmak için başka söz bulamadığımdan ürperme diyorum. 2. Senfonide de ötekileri andıran değişik ses akımları oluyor. Beethowen'in dört senfonisini dinledim, onları birbirine karıştırmam olası değil. 4, 5, 6, 9 nolu senfonileri bütünüyle tanıyorum. Oysa Johannes Brahms'ın dört senfonisi var, şimdiki durumda hiç birini ötekinden ayıramıyorum. Topu topu dört senfoni. Yazın zaman ayırıp bu senfonileri içerce ezberleyeceğim. Ben bunları düşünürkensenfoni susar gibi gerileyip sesler yaygın bir alan oluşturdu. Sanki sesler birbirini kolluyor ya da sen öyle yaparsan, ben de böyle yaparım derce sesler birbirini izliyor. Uzun bir süre sesler yavaşladı. Duyuluyor ama sanki sesler yumağa sarılıyormuş gibi bir sanı uyandırıyor. Bakıyorsun biri uzar gibi oluyor, bir başkası uzaktan ona yetişecekmiş gibi gelişirken bir ses kümesi onları dışlayıp giderek sönükleşiyor. Derken bir canlanma oldu, ses grupları öne çıkıp dalga dalga yayılarak yaylanmaya başladı. Yukarda da bensetmiştim, tüm orkestranın katılımıyla yoğunlaşan senfoni, gene çadır tavanının rüzgardan inip kalkışı gibi dalgalanarak bitti. Çok mu beğenildi, yoksa bana mı öyle geldi, oldukça uzun alkışlandı. Senfonide uzayan, başını alıp giden ses yok ama ses yoğunluğu belli oluyor. Faik Öğretmenin bir sözünü anımsadım Verdi için konuşurken:
-Melodi var, melodiye önem veriyor ama armoni bakımından öteki İtalyan bestecileri gibi Verdi'de de armoni yok denecek kadar az.Operalar için makbul sayılsa da senfonik müziklerde ses yoğunluğu makbuldür. Bu da ancak armoni ile olur. O biçimler Barok dönemde çok kullanıldı. Şimdi müzikte armoni önemli! demişti. Armoninin ne olduğunu ancak anlamaya başladım.
Konserden sonra kapı önünde oldukça kalabalık bir yığılma vardı, İsmet İnönü'yü görünce anladık. Eşiyle kolkola gibi duruyor ama karşısında birileriyle konuşuyordu. Konuşma uzun sürmedi, korna çalarak bir siyah araba geldi, kalabalığı yararak Cumhurbaşkanını aldı götürdü. Konuştuğu insanların çevresindeki grup uzun uzun alkışladı.
Bizim arkadaşlarda olaya değişik tepkiler oldu:
-Adam bindi arabasına gitti, senin alkışını duyacak mı sanıyorsun?
-Belki dönüp bakar?
-Baksa ne olacak? Aferin mi diyecek?
-Aferin! dese ne olacak? Burada söze ben de karıştım; "Aferin derse sanırım bir şeyler olur.” Ben böyle deyince arkadaşlardan bana dönenler oldu; belki benden bir şeyler bekliyordular. Bunu fırsat bilip İsmet İnönü'nün bana bir kez "Aferin!" dediğini anlattım:
"Kepirtepe'de son sınıfa geçtiğimiz söylendi. Ben gönlümce akordiyon çalışması yapıyorum, bayrak törenlerinde İstiklal Marşını söyletiyorum, Milli oyunları oynayan iki arkadaşımız var (Yusuf Asıl-Ahmet Güner) onların müziklerini çalıyorum. Öyleyken bir müzik öğretmenimiz olması gerektiğini düşünüyordum. Askere alınmış olan matematik öğretmenimiz gelmiş, Resim Öğretmeni atanmış, hiç değilse son sınıfta güzel bir ders yılı geçireceğimizi, buna bir de müzik öğretmeni eklenirse daha mutlu olacağımızı umarken, tam da ben bayrak törenini yönetirken geldi arabalar yan tarafımızda durdu. Ben merdivenlerde yüksekteyim, sırtımda akordiyon, arabaların durduğunu gördüm ama İstiklal Marşı bitmeden marşı durdurmadım. Marştan sonra arkadaşlar, ilgiyle gelen arabalara dönerken gelen arabalardan bir subay bana el etti. Gittim, karşımda İsmet İnönü, sordu:
-Öğretmen misin?
-Hayır, öğrenciyim!
-Öğretmen yok mu? Öğretmenler vardı, hemen İnönü'nün etrafını sardılar. Ne oldu ne gitti anlamadık. İnönü ile gelen en az 20 insan doğru yemekhaneye gittiler. Az sonra biri gelip beni çağırdı:
-Cumhurbaşkanı seni istiyor! İnanamadım ama gene de gittim. Yemekhane önü öğrenci dolu, bana yol açıldı, İnönü'nün önüne çıkıp selâm verdim. Bana, akordiyon çalmayı nereden öğrendiğimi sordu. Kısacası müzik bilgimi sordu. Akordiyonu iyi kullandığımı, kendisinin de viyolonsel çalıştığını ama başaramadığını söyleyip güldü. Azıcık cesaretlendim;
-Müzik öğretmenimiz yok, müzik derslerimiz yıllardır boş geçiyor. Öğretmenimiz olsa çok daha başarılı olurduk! İsmet İnönü yanındakilere dönerek bir müzik öğretmeni atanmasını ivedi olarak istedi. Bu konuşma yapılırken özellikle kız öğrenciler, tüm okul öğretmenleri 20 kadar konuk vardı. İnönü gitti, biz sevinç içinde müzik öğretmeni beklerken tekrar tekrar anlattığım olay oldu; 20 gün içinde tüm Kepirtepe Köy Enstitüsü'nde görevli Müdür başta olmak üzere memurlara varıncaya dek tüm görevliler, ikisi bir orada olmamak üzere başka yerlere sürgün edildiler. Akpınar, Düziçi, İvriz, Gönen, Çifteler, Gölköy, Pazarören'den başka il, ilçe okullarına dağıtıldılar. Onlar gitti ama sahiden bize müzik öğretmeni adı altında bir müzik heveslisi öğretmen geldi. Çünkü gelen, müzik öğretmeni değil, önümüzdeki yıl müzik öğretmeni olmak amacıyla Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü sınavlarına hazırlanan bir müzik heveslisiydi. İşte bu benim için daha iyi oldu. Gelen benden bir yaş büyük bir arkadaştı. Akordiyon çalıyordu ama akordiyonu yoktu. Bir süre benim akordiyonu kullandı. Birkaç ay sonra okula iki akordiyon alındı. Öğretmen bu kez benim akordiyonu dinlendirmek amacıyla okula ait akordiyonu bana verdi. Tam altı ay sıkı bir iş birliği yapıp çalıştık. Yıl sonunda ben buraya, o da sınavı kazanıp Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümüne girdi. Hemen hemen her cumartesi günleri Kızılırmak Kıraathanesi'nde konuştuğumuz Asım Kaveller işte o kişidir.”
Sahiden arkadaşların çoğu Asım Öğretmeni tanımıştı, şakacılığı, ataklığı tavla ya da satranç oynarken kahkahayla gülmesi, pencere önünden geçen arkadaşına içerden adını söyleyerek "Kerim, burdayım, Muzaffer gel!" diye bağırması arkadaşların ilgisini çekiyordu. O nedenle arkadaşlar onu tanımışladı.
Ulus'taki kalabalığın bir ucu Gençlik Parkı'na dek iniyordu, kendiğimizden biz de o tarafa yöneldik. Küme küme oturanlar vardı. Birileri de bağırış çağırış sandal sürüyordu, onlara baktık.
Mevsim değişmesi hoşumuza gidiyor, üşüme, karanlık söz konusu değil ama insanları böyle sere serpe sokaklarda dolaşırken bırakıp Hasanoğlan'a dönmek istememeye başlamıştık. "Daha geç başka bir tren yok mu?" sorusu sık sık soruluyor. Bugün de, sanki sıra onunmuş gibi, Mehmet Ünver:
-Daha geç tren vardır! deyiverdi. Derdemez pişman oldu ama iş işten geçmişti; niçin geç kalmak istediği üstüne varsayımlar üretildi. Mehmet'i savunmak için araya giren Talip Apaydın da, ağzını açtığına pişman oldu. Mehmet'e ötekiler başka birşeyler yamamaya çalışırken Talip'in iyi niyetle Mehmet'e “bir şey mi alacaktın? Konserden hemen çıksaydın şimdiye dek yetişirdin!" demesini hemen "Oraya (!) gidip yetişti” anlamına çevirdiler. Konserden sonra Talip'in sık sık gözden kaybolduğu öne sürüldü.
Konuşmaları dikkatli dinlemeyen Kadir Pekgöz çok defa aklına estiği yerden giriverir. Bu kez de "Orası neresi?" diye sordu. Gülenler oldu. Orhan Doğan "Orası, çocuklara söylenmez, söylenirse "Uf olurlar!" dedi. Tartışma yön değiştirdi.
Öztekin Öğretmen her zamanki gibi Halkevi karşısındaki eczane yönünden geldi. Onun için de söylenen sözler var ama bunlar sahiden bir giz. Öğretmen:
-Müjde, pazartesi günü iki öğretmeni kandırdım, Faik Canselen'le Mahir Canova gelecekler. Ancak ders değil bize yardım edecekler!" deyince merakımız arttı. Soranlar oldu. Ancak Öztekin Öğretmen kesinlikle bir şey söylemedi. "Siz kendiniz düşünün ne ihtiyacınız olduğunu!” Bu söz bizim merakımızı daha arttırdı.
Yemekte de onu konuştuk. Pazartesi günü onların zaten dersi var, geldiklerine göre neden ders yapmayacaklar? Ders yapmadıklarına göre bize nasıl yardım edecekler? Tekrar tekrar bunu konuşuk.
Yemekten sonra Kitaplığa gittim, bizim Kepirli takımı oradaydı. Oturur oturmaz Halil Basutçu sordu:
-Sen grubunu nereye götürüyorsun? Ben de ona sordum:
-Sen takımını nereye götürüyorsun? Halil Basutçu kendisinin söz sahibi olmadığını, oysa benim bizim bölümde egemen olduğumu söyledi. O öyle söyleyince ben de attım:
-“Konya/İvriz dediler ama ben onu Lüleburgaz/Kepirtepe'ye çevirttim. Kabul etseler de etmeseler de biletleri İstanbul için alıp geleceğim.” İnanmadılar ama böyle bir durum yaratılsa, yapana nasıl davranılacağı konuşuldu. Mehmet Başaran öncelikle okuldan atılacağımı söyledi. Ancak arkadaşlar ona katılmadılar, bölümdeki öğrenci sayısını sordular, öğretmenin katılıp katılmadığı üstünde duruldu. Sonunda Bölüm Başkanının da katılabileceği öyle bir yanlışlıktan dolayı kimsenin cezalanamayacağı kararı verildi. Yusuf Asıl hazır bekliyormuş gibi Mehmet Başaran'a “gene başaramadın!” dedi. Neyi, kimi? diye soranlar oldu. Yusuf:
-O bilir! deyip sustu.
-Mehmet Başaran bir süre önüne bakıp durdu. Sanırım, benim yorum yapıp tartışmalara neden olacağımı hesapladı. Ben oralı olmadım; Ancak, geziden dönünce İstanbul'a plak almaya görevle gideceğimi, Kepirtepe'ye de uğrayacağımı söyledim. Kampı anımsattılar. Bu kez de "Kamptan sonra!" deyip direttim. Bu arada Okul Müdürü Rauf İnan'ın bir sözü tekrarlandı. Sözde Rauf İnan "Burada kalacak arkadaşlara Enstitü statüsü uygulanacak!" demiş. Yani, günün 24 saati öğrencilerle geçecekmiş! Bunu salt beni kızdırmak için söylediler, biliyorum. Çünkü Öztekin Öğretmen bana; "Haftanın beş gününde her gün bir sınıf mandolin için gelecek, onun dışında senin törenlerde, sabah oyunlarında istenen oyunların müziğini çalmak, onun ötesinde çalışma saatlerinde Bölüm salonunu gelene gidene açık tutmak, senin işin bu. Cumartesi törenlerinden muafsın, Şeref Tarlan'la da Sıtkı Şanol'la da böyle anlaştık. Senin cumartesi günleri Ankara'ya derse gideceğini, bunun için burada gönüllü kaldığını onlara anlatım!" demişti. Gelir gelmez soru yağmuruna tutulduğum için dikkat etmemişim, Sami Akıncı yok. Sordum, hasta olduğu söylendi. Doğrusu o uzun yürüyüşe Sami'nin çıkmayacağına yordum, "Bir yolunu bulup kurtulur!" diye düşünüyordum. Yanılmışım, gerçekten hastaymış. Emrullah'ın kaytaracağını, Mehmet Başaran'ın kaytaracağını aklımdan geçiriyordum. Bunlarda isabet etmişim. Kaytarma sözüne Mehmet Başaran tepki gösterdi:
-Hangi işten eksik kaldım, hangi işte başarısızdım? diye sordu. Bir zaman su taşıdığı için saka; bir zaman işten kaytarmak amacıyla fener, lüks işlerine gitiğini, lüks camı sildiğini anımsattık. Yusuf Asıl nereden aklına geldiyse sordu:
-Bizim diplomalarımıza sanatlarımız yazılacaktı, Sami Akıncı ile benzeri bir iki arkadaşın ne yazıldı acaba? deyince kimimiz kahkaha atarken kimimiz:
-Yapmayın arkadaşlar, birbirimizi üzmeyelim, geçmiş, geride kaldı! deyip kalktık.
Yatınca bir süre düşündüm, geçmiş, sahiden geride mi kaldı? Salt okulu değil, çocukluğumu, okul öncesini, ilkokul yıllarımı, C'yi, A'yı düşündüm. İkisi de çocuklarını büyütüyor. C kız annesiydi biliyorum. A'nın kız mı erkek mi? Son konuştuğumuzda neden sormadım? Geçmişin geride kaldığı pek inandırıcı değil gibi geldi bana. . . .
21 Mayıs 1844 Pazar
Halil Dere erkenci, geldi. "Dün yoktun duymamış olabilirsin, öğleden sonra Beşikdüzü Müdürü konuşma yapacakmış!" dedi. Şu küçük boylu Müdür, Rauf İnan'in yetiştirmesi; bakalım ne söyleyecek?
Kahvaltıda, zaman zaman yaptığı gibi arkadaşımız Azmi Erdoğan, duyduğu haberi bizim masaya iletti:
- Osman Ülkümen konuşacak! Soranlar oldu:
-Osman Ülkümen kim? Sorulur mu? Osman Ülkümen Çifteler Köy Enstitüsü'nde çalışmış, Rauf İnan'ın güvendiği biriymiş. Hangi dersi okuttuğu soruldu. Ders seçimi yok, her dersi okuturmuş. Güldük. O zaman, Köy Enstitüleri'nde Müfredat Programına falan gerek yok; aç kapıyı gir, istediğini anlat. Dinleyenler öğretmen olunca ellerine bir Müfredat Programı verecekler. O programda ders konularının ayrıntılı istekleri var; onları bilmeyen öğretmen ne yapacak? "Ahaha, ihihi!” deyip geçildi. Ama konu önemliydi; bu bir bakış açısıydı. Azmi Erdoğan da ona uymuştu. Salt o mu? Sayıları bir hayli çok kişi böyleydi, derslerde bunlar rahatça anlaşılıyordu:
-Hamdi Keskin, Edebiyat Tarihi ya da Divan Edebiyatı! dediğinde yüzler kasılıyordu. Doç. Doktor Halil Demircioğlu, "Övünmek için çalışmak gerek. Güven Parkta kabartma heykel olamazsınız! Sizden insanlar bilgi isteyecek!" dediğinde sus pus olmak onlar için önemli değildi. Kurmay Binbaşı Nuri Teoman:
-En soğuk günlerde size geliyorum; sizlerin de böylesi günlerde yurdun dört tarafında görev yapacağınız umudu benim direncimi arttırıyor!" dediğinde sinsi sinsi bakanlar, gözümüzden kaçmıyor. Enstitülerde temel kazanlar, binaların çatılarını çatanlar böylelerini hep gördü; bu nedenle, konuşmasalar da o biçimleri tanıyorlar. Onlar için Osman Ülkümen, bir Osman Ülkümen'dir. İhsan Kalabay'dan (Kepirtepe Köy Enstitüsü müdürü), Şinası Tamer'den (Yıldızeli Köy Enstitü müdürü) Şerif Tekben'den (Akçadağ Köy Enstitü müdürü), Enver Kartekin'den (Ladik Köy Enstitüsü müdürü) farklı olamaz. Çünkü aynı kalıba uygun işleri görmektedirler. İçlerinden biri farklı görülüyorsa o farkı farkeden gözlere dikkat gerekir.
Halil Dere ben konuşurken ayaktaydı, beni susturmak için sıkıştırıp oturmak istedi. Bu, benim için bir uyarı oldu, sözüm bitmemişti ama kalktım.
Halil Dere haklıydı, yarından sonra uzun bir yola çıkacaklar. O nedenle banyo yapıp çamaşırlarını hazırlayacak. Bu da azıcık onun canını daraltmış, ayrılınca da bana çıkıştı. "Alemin düşüncelerini sen mi yönlendireceksin? Baksana onlar "Rauf İnan!" diyor da başka bir söz demiyorlar. Osman Ülkümen de onlara öyle demek. Doğrusu ben bu Çiftelerli arkadaşların kimilerini anlamıyorum. Bizim bölümde de onlardan var. Sanat öğretmenlerinin hatta tarım öğretmenlerinin adlarını bilmiyorlar ama Rauf İnan'a tapıyorlar. Öteki öğretmenlere de yabancılar. Zaten derslerine sürekli öğretmen girmemiş. Bir öğretmen adı ver, biri Türkçe Öğretmeni derken öteki tarih öğretmeni diyebiliyor.” Sonunda Halil Dere'yi güldürdüm:
-Bizim bölümdekiler, müzik öğretmenlerini unutmamışlar, sık sık bizim Bölüm Başkanı Mehmet Öztekin için, "Bizim müzik derslerimize girdi!" diyorlar.
Başka arkadaşlar da bize katıldı, çoğu geziye çıkacak, Hasan Özden, Şükrü Koç, Kemal Karadeniz, Ziya Özlen, Kemal Kızılelma, Kemal Güngör, Bizim Kepirtepeli Hüseyin Orhan, Harun Özçelik, Emrullah Öztürk, Yusuf Asıl. Yusuf Asıl bana takıldı; gittiği yerlerde oyun gösterisi için benim de gelmemi istedi. Akordiyonu onlar taşıyacakmış. Olmayacak bir iş olduğunu bile bile düş kurduk. Yarı yolda sözlerinde durmayıp akordiyonu bana bıraktılar. Nasıl düş kurdularsa bir süre düşlerinde beni akordiyon taşırken imgelerinde görüntüleyip kahkahalarla güldüler. Bu kez mektup arkadaşım Ziya boynuma sarılıp teselli etti:
-Benim adaşım, eski arkadaşım, ben onu bırakmam! gibi gönül alıcı sözler söyleyerek banyoya girdik.
Banyodan sonra bir süre piyano çalıştım. Franz Schubert'in Ave Maria liedini buldum. Melodisi çok kolay, ancak piyano notaları çok aralıklı, uzun süre çalışmam gerekecek. Zaten hemen çalmaya da hevesli değilim. Franz Schubert'ten Serenad ile Röslein'ı çalıyorum. Ayrıca Moment Musikalin 3. Bölümünü ezberlemiş durumdayım.
Öğle yemeğinde konu gene Osman Ülkümen. Bu kez de soyadı irdelendi, ülkü, ideal, gelecek üstüne olumlu, güzel güşünceler. Men eki ne anlam katıyor? Men-man karşılaştırması yaparak anlamlaştırmaya çalıştık. Öğret-men, Eğit-men, deliş-men-gözet-men, et-men, Dik-men, çevir-men, teğmen, küçümen... deyince durdurduk. Bir edimli eke takılacak. Öyle olmasa uzar gider, örneğin Menemen, Kölemen, dümen... İlk söz bir anlam taşıyacak, takılan ek onun anlamına anlam katacak! Kısa bir suskunluktan sonra arkadaşımız Halil Yıldırım kolayını buldu:
-Neden kendisinden sormayalım? Kendisinden sormayı doğru bulmayanlar oldu. Hemşerim Kadir aculluk etti, arka masaya dönüp onlardan sordu. Meğer onlar bunun üstünde daha önce durmuşlar, hemen yanıt verdiler. "Men, buradaki men, "cı, ci, cu, cü” anlamına geliyormuş. Arkadaşlar susup bana bakınca ben de omuzlarımı oynattım, başımı attım. Öğretci, eğitçi, delişçi. . . . Gözetçi ya da ci olur ama, dikçi, çevirci olmaz!
Gülüşerek masadan kalktık.
Bizim bölüme giderek bir süre Hanon çalıştım. Faik Öğretmen geleceğine göre bana zaman ayırır!
Arkadaşlar topluca çıkarken bana da uğradılar, birlikte toplantı salonuna gittik. Salon çoktan dolmuş, konuşmacı masasına yakın bir yere oturdum. Konuşana soru soracak değilim, yakın olunca bir rastlantı bana sorarlar diye düşündüm. Halit Ayanoğlu konuşuken böyle birşey olmuştu, gene olsun istemiyorum ama çaresiz oturdum.
Az sonra kalabalık bir grupla Osman Ülkümen geldi. Başta Okul Müdürü Rauf İnan, bir yanında Trabzon /Beşikdüzü Köy Ensitüsü Müdürü Osman Ülkümen öbür yanında aynı okulun kurucu müdürü Hürrem Arman, Md. Yar. Tahir Erdem, Eğitbaşı. Şeref Tarlan, Sanat Başı Mustafa Güneri, Tarımbaşı İzzet Palamar, Müzikbaşı, Mehmet Öztekin, Sporbaşı Sıtkı Şanol Öğretmen, Nazif Balcıoğlu Öğretmen, Ali Kılıç, gelip oturdular. Okul müdürü Rauf İnan, Osman Ülkümen'in ilkokullarda başlayan olağanüstü başarısını uzun uzun anlattı. Tanıdığından bugüne değin üslendiği her işi üstün başarıyla sürdüren Osman Ülkümen'in şimdiki görevinde de başarılı olacağı umuduyla gönderildiğini özellikle belirtti. O denli çetrefil, o denli karmaşık sözleri yuvarlayarak ortaya dökmesine karşın bir önceki müdürün, yani yanıbaşında oturan yardımcısı Hürrem Arman'ın başarısız olduğu besbelli oldu. Oysa Hürrem Arman, çok başarılı olduğu söylenerek bir yıl önce Yüksek Bölüme müdür olarak atanmıştı. Şimdi de Rauf İnan'ın yardımcısı olarak yanıbaşında oturuyor; hem de Yüksek Bölüm Eğitimbaşı olarak!
Rauf İnan Köy Enstitülerinin aksayan taraflarını eleştirenlere cevaplar verdi, Ahmet Emin Yalman’ın yazılarına değindi. Günümüz gazetecileri içinde gazetecilik eğitimi almış tek kişi olarak Ahmet Emin Yalman'ı övdü. Sonra da Osman Ülkümen'i konuşması için kürsüye davet etti.
Osman Ülkümen, az önce heyecanlı bir tavırla Köy Enstitülerini kavrayamadıkları için eleştirenlere veryansın eden Rauf İnan'a ters düşecek şekilde ılımlı bir ses tonuyla Karadeniz iklimini, iklime uyan insanları anlatarak başladı. Uzun süre Samsun üzerinde durdu. Evliya Çelebi'nin anlattığı Samsun'u anımsattı. Evliye Çelebiye göre (Osman Ülkümen kitapların ciltlerini de söyledi) Samsun dört grup insanın (Türk, Rum, Ermeni, Musevi?) kardeşçe yaşadığı bir yöreymiş. İki tarafından denize dökülen iki büyük su Samsun'a can veriyormuş. Ancak insanları giderek tembelleşmiş. Samsun için bunu söyledikten sonra birden Doğu Karadeniz'e geçti, Trabzon yöresinde erkeklerin değil evlerin işlerini kadınların gördüğünü anlattı. Sırtında odun taşıyan, rıhtımda denize taka yanaştıran kadınlar gördüğünü söyledi. O öyle anlatırken çocukluğumu anımsadım. Evimizin yakınında kahvemiz vardı. Okula başlamadan önce gündüzlerim kahvede geçiyordu. Bir sabah kahveye indiğimde kahvenin yıkıldığını gördüm. Ağlamaklı oldum. Çalışanlardan biri beni okşadı, kendisinin de oğlu olduğunu anlattı. Ancak adamın konuşmasını iyi anlayamıyordum. Biraz gözetleyince orada çalışanlara hep o iş veriyordu. Benimle konuştuğu için kendisine yakınlık gösterdim. Kahvemizin neden yıkıldığını sordum. Sorduğumda bana yeniden yapacağını, yapılacak olan kahvenin daha büyük olacağını bana da bir masa ekleyeceğini söyledi. Sahiden birkaç gün sonra bizim kahve yepisyeni bir bina oldu. Benimle konuşan kişinin adı Osman'ı, Osman Amca ile ilişkilerimiz gelişti. Kahve bitti, bir süre sonra Osman Amca ayrıldı. Yanında çalışanlar gençti, onlara pek yaklaşamamıştım. Olay kapandı gitti. Ancak ara ara Osman Amcadan söz açılır sık sık Trabzon anılırdı. Ben ayırdında değildim, aradan bir yıl geçmiş, Osman Amca çıktı geldi. Bana gitmemiş gibi yakınlık gösterdi. Osman Amca geldi ama kalıcı değil, bu kez 4 km. ilerimizdeki Hamitabat köyünde çalıştığını söyledi. Bu kez anladım Osman Amca bina yapıyor. Dahası nerede bina yapılıyorsa orada çalışıyor. Osman Amca daha sonraki yıllar da bize uğradı. Ancak ben bu kez durumu iyi anlamıştım, Osman Amca'nın memleketinde ona göre iş yok, o nerede iş bulursa orada çalışıyor. Bir ara da kahvedekilere Karadeniz insanının kaderinden söz etmişti:
-Kaderini ya denize bağlayıp ömrünü takalarda geçireceksin, ya da benim gibi kısmetini gurbette arayacaksın!
Osman Ülkümen bunlara hiç değinmedi. Kadınların ormandan sırtla odun taşıdığını söyledi de 500 mevcutlu okulunda kaç kız öğrenci olduğuna değinmedi. Ben gene kendi kendime konuştum, içimden sorular sordum:
-Karadenizlilerin hayvanları yok mu?
-Varsa, onların hayvanlarına kim bakıyor?
-Onların odunlarını kim kesiyor?
-Onların çocuklarına kim bakıyor? Tüm soruların bir cevabı oluyordu, kadınlar, anneler, ablalar hatta neneler!
-Orada erkekler ne yapıyor?
-Orada erkekler yok, oranın erkekleri gurbette!
-Gurbet ne demek? Sanırım uzun zaman gurbeti öğrenmeye çalıştım. Bir gün çobanımız Kamber bana Kerem ile Aslı hikayesini şarkılarla anlattı, Kerem nereye gitse gurbet oluyordu. Hiç unutmuyorum, her geldiğinde kahvenin bir köşesine oturup kahvesini içtikten sonra tespihini çıkarıp uzun uzun tespihin taşlarıyla oynayan Bulgaristan göçmeni dedikleri Üzeyir Ağabey, (O bana Ağabey dediği için ben de ilk kez onu ağabey bellemiştim) kendi hikayesini anlattı. Bulgarlar kendilerini adam yerine koymadığı için karşı durmuşlar. Üzeyir Ağabey de birine fazlaca vurmuş, yaralı ölünce Üzeyir Ağabeyi Türkiye'ye kaçırmışlar. Üzeyir ağabey kaçmış ama ailesi mimlenmiş, yıllardır göz altındaymış. Böylece Üzeyir Ağabey bir Gurbetçiymiş. Üzeyir Ağabeyin sürekli gurbeti bana Osman Amcanın gurbetini perçinleyerek kavrattı. Kaçak değil ama para kazanmak için evinden uzaklarda çalışıyor.
Ben bunları düşünürken Osman Ülkümen okula bir motor almayı düşündüğünü, Genel Müdürden söz aldığını anlatıyordu. Okulun kırık dökük bir kaç sandalı varmış ama onlar dalgalı havalara karşı koyamazmış.
Sözü gene çevirdi Karadenizlilerin çalışkanlığından söz etti, Beşikdüzü'ye sahip çıktıklarını anlatttı. Kızları küçük yaşta genel işlere alıştırma nedeniyle okula pek gönderme taraftarı olmadıklarını da sözlerine ekledi. Osman Ülkümen ara ara elinde bir not varmış gibi eğiliyordu. Bu kez sahiden not varmış:
-Gelelim geleceğe daha güçlü geçmemiz için yapacaklarımıza! deyip İlkokullar Müfredat programını ele aldı. İlkokul müfredat programı hakkında az da olsa bir fikrim vardı. Tüm dikkatimi topladım, ancak Osman Ülkümen İlkokullar Programın içeriğini bir yana itip var oluşuna karşı durup çok bencilce bir tavırla neredeyse program gereksiz derce köyün işlerine göre ders yapılmasını önerdi. Bu arada:
- Müfredat programında yazılı konular, öğrenciler için değil müfettişler, gezici Başöğretmenler istiyor diye okutuluyor! gibisine bir sav öne sürdü. Hasan Özden, Kemal Güngür, Mustafa Parlar, Veli Demiröz, Süleyman Karagöz parmak kaldırdı. Osman Ülkümen , oldukça kalın gözlüklü gözlerini biraz yandan bakar gibi bakarak parmak kaldıranları süzdükten sonra son parmak kaldıran Süleyman Karagöz'e söz verdi. Süleyman Karagöz:
-Öneriniz salt Karadeniz bölgesi için mi yoksa tüm Türkiye için mi? diye sordu. Osman Ülkümen, kendi gözlemlerinin etkisiyle böyle konuştuğunu, “Şehir okulları etkisiyle hazırlanmış bir program!” der demez bu kez kalkan parmaklara bir o kadar daha eklendi. Okul Müdürü Rauf İnan söz istedi:
-“Sanırım bir yanlış anlama demiyeceğim ama bir yanlış yoruma kayacak bir söz geçti. 4274 sayılı yasa gereği zaten köy okulları kendi statülerine uygun programlar geliştirmektedir. Arkadaşımız, ağır giden bu projenin ivedilendirilmesini haklı olarak istemektedir!” Parmaklar indi. Osman Ülkümen bu kez deniz kıyısına sıralanmış il, ilçelerin yol bağlantılarının iyi olduğunu, bu nedenle az da olsa üretilen elişi ürünlerin yakın pazarlarda müşteri bulduğunu anlattı. Öğrenci sayısı hakkında bilgi verdi bu yıl atanacak öğretmen sayısıyla okuldaki öğrenci sayısını bildirdi. Okul mevcudu için yuvarlak olarak 500, bu yılki son sınıfların 50 olduğunu söyledi. Konuşmacı Osman Ülkümen gülümseyerek Rauf İnan'a bakınca Rauf İnan kalkarak Osman Ülkümen'in elini sıktı. Bu arada Osman Ülkümen'e bakarak (hepimize olduğu besbelliydi):
- Genel Müdürümüz konuşmanı çok dinlemek isterdi ama Köy Enstitüleri hakkında bilgi isteyen yabancı konukları varmış o nedenle gelemedi, başarılarını iletti!
Okul Müdürü hepimize teşekkür etti:
-Seni beni yok, bu dava hepimizin davası, elbirliği ile bu davanın hakkında geleceğiz. Sizler el atıncaya dek çıkacak aksaklıklar, zaten doğal olarak beklenmektedir. Sizler el atınca parmaklar değil yumruklar çıkacak ortaya. Yumruklu bileği bükmek pek kolay değildir. İsterseniz aranızda şaklaşırken deneyin! Yanındakiler gülümsediler. Bizim Bölüm Başkanımıza göz attım, gülümsüyor ama içten değil. Kendimi denemek için bir ölçü buldum:
-Biz açmadan bu olayı (yumruk olayını) kendi açarsa bil ki alay konusu yapıyor, açmazsa, o da ötekiler gibi ...
Bir süre salonda oturduk. Önce geziye çıkanların duygularını dinledik. Salondakiler dağılmaya başlayınca kendi salonumuza geçtik. Herkes birbirine soruyor:
-Yarın sahi ders yapılır mı? Sonunda söz birliği ederek:
-Yapılırsa yapılsın, bizim dersimiz değil mi?
Ayrılır ayrılmaz armoni ödevlerimi gözden geçirdim. Faik Canselen Öğretmen son bir kanon vermişti, onu yaptım. Tiyatro ödevlerim tamam, Bizim Şehir özeti ile bir öykü olarak olayı anlatma var, onu da yapmışım. Tiyatro Tarihindeki trajedilerden en çok Medea ile Yalvaran Kızlar üstünde duruyor. (Kadınlardaki Kıskançlık) İkisini de biliyorum Aiskilos (Eşilos) Üç büyüklerin ilki... (M. E. 525-456) Yalvaran Kızlar, Öteki Euripides (Öripides, M. E. 480- 406)) Üç büyüklerin sonuncusu. Medea.
Oldukça rahatım, yatar yatmaz uyudum.
22 Mayıs 1944 Pazartesi
Geziye gideceklerin bir bölümünü uyku tutmamış, "Ya hasta olursam?" sorusunu kendine soranların sayısı bir hayli fazla. "Yarın bu saatte İdris Dağına tırmanacağız" diyen oldu. Bunu duyunca ben de konuşmalara katılmış oldum:
-İdris Dağı, Hasanoğlan köyünün arkasında, sizin orada ne işiniz var? Meğer onlar oradan dağın ardına Keskin ilçe yöresine çıkıp batıya yöneleceklermiş. Yolun uğrak yerlerini ezberleyen olmuş. Yusuf Asıl'a takıldım:
-Öğle yemeğini nerede yiyeceksiniz? Yusuf çok rahat:
-Nerede olsa yerim, benim için sorun değil hastalıktan korkanlar düşünsün! Yusuf'un sözüne takılan oldu; "Aman oğul, büyük söyleme! Atalarımız ne demiş?" Bunu söyleyenden önce Yusuf tekrarladı:
-“Büyük lokma yut, büyük söyleme!” Yusuf bunu dedi ama arkasını getirmeden de duramadı:
-Benim söylediğim büyüklük değil, arkadaşlarıma uyma kararı; çoğunluk ne derse ben onlara uyarım. Bu da senin anladığın türden büyüklük değildir. 2. Sınıflardan Rahim Ünüvar geçiyordu. Rahim Ünüvar, sözü geçenlerden biri olarak tanınıyor. Yusuf'u kutladı:
-Ben de senin gibi düşünüyorum, içinde bulunduğum topluluğa uyduğum sürece, geçmişte ne amaçla söylendiği tam bilinmeyen sözlerin etkisinde kalmam!
Yusuf'la birlikte olan Hüseyin Orhan; "Öğretmenlerle 75 kişi oluyoruz, biririmize destek oluruz, bu nedenle hiçbir kaygı duymuyorum!” deyince karşılıklı bir "Yaşa!" çektik.
Kahvaltı masasında konu hemen bizim alana döndü:
-Ne dersi yapacağız? İlginçtir, her zaman anlamlı anlamsız varsayımlar öne sürenler bu sabah sus pus sustu.
Kahvaltıdan kalkınca suçlu gibi konuşmadan salonda toplandık. Az gecikerek Bölüm Başkanımız Mehmet Öztekin Öğretmen geldi. Durumu açıkladı:
-Öğretmenlerinizle konuştuk, gittiğimiz yerlerde bizden değişik beklentiler olacaktır. Birlikte bir gösteri programı hazırlayalım, gezide, kaldığımız Enstitülerde o programı uygularız. Arkadaşlar öyle bir program yaptığımızı anımsattı. Öztekin Öğretmen gülerek:
-Canım biz de o programı öğretmenlere anlatırız, ekleyecekleri varsa eklerler! Konuşmanın üstüne Faik Canselen'le Mahir Canova Öğretmen geldi. Aralarında kısa bir konuşmadan sonra Mahir Öğretmen 10 arkadaş seçip aldı gitti. Biz kalanlara Faik Öğretmen olayı biliyormuşuz gibi konuşarak sorular sordu:
-Biz galiba iki sesli söyleyeceğimiz marşlara daha önce yeterince çalıştık, yanılmıyorsam onlara "Konser Marşları!" diyelim, diye karar vermiştik! Öğretrmen konuşunca durumu anladık. Yan gözlerle bakışarak defterlerimizi açtık. Faik Öğretmen hemen yanındaki Mehmet Ünver'e yazdıklarını okuttu:
İSTİKLAL MARŞI
1. Öğretmen Marşı,
2. Ziraat Marşı,
3. İleri Marşı,
4. Dağlar,
5. Ankara
Faik Öğretmen elini kaldırdı, bunların yeterli olduğunu söyledikten sonra:
-Hatta bunlardan İstiklal Marşı'nı düşebiliriz, çünkü o konser marşı olarak kullanılmıyor, herkesin yaptığından farklı bir şey yapmayalım! dedi. Marşların adları tahtaya yazıldı. Defterlerimize baktı:
-Ezberlemişsiniz, defteri taşımanıza da gerek kalmamış! deyip elini kaldırdı. Kısa açıklamadan sonra marşları ikişer kez söyledik.
Marşlardan sonra Hilmi Girginkoç Öğretmenin öğrettiği Johannes Brahms'tan Ninni, Offenbach'tan Barkarolu söyledik. Faik Öğretmen bunlar üzerinde çok durdu. Bir ara vazgeçecek gibi oldu, sonra ne düşündüyse kendisi de ikinci sesi söyleyerek yönlendirdi. Ninni'yi beğendiğini söylediğini söyledikten sonra:
-Bir kez de benim için deyip birlikte söyledik. Okul şarkısı olarak Bülbül, Ziya Aydıntan'ın Köy Yolu ile Altın Başaklar şarkılarını seçtik. Faik Öğretmen onları hem sevdiğini hem de çok beğendiğini söyledi. Böylece söylenecek şarkılar:
6. Bülbül
7. Ninni,
8. Barkarol,
9. Köy Yolu
10. Altın Başaklar
olarak saptandı. Faik Öğretmen türkülerin seçimini bize bıraktı. Arkadaşlar, on kadar türkü adı söylediler. Faik Öğretmen Abdullah Ön ile Abdullah Erçetin'e adı söylenen türküleri söyletti. Söylenen türkülerin Köy Enstitüsü'nde çok söylendiğini öne sürdüler. Faik Öğretmen buna sevindiğini söyleyip açıklama yaptı. “Yukarda seçtiklerimiz sizin başarınız olacak. Türküler, varsın çoukların bildiği olsun, siz daha güzel söyleyerek ağabeyliğinizi gösterin” deyip türküleri yazdırdı:
11. Köroğlu
12. Şişmanoğlu,
13. Süpürgesi,
14. Yenice Yolları,
15. Menekşe,
16. Arpa-Buğday,
17. Zekiyem,
18. Ziller,
19. Sarı Kız,
20. Gülelim,
Faik Öğretmen gülerek:
-Yüklüce bir programınız var; bu yirmi parça, başladı, bittiydi derken en az yüz dakika zaman alır! Bu süreç, uluslararası normal konserlere uygun düşüyor! dedi. Sonra da; "Bunu, duruma göre türküleri azaltarak kısarsınız!” dedikten sonra Türküleri söyletti. “Süpürgesi, Zilleri, Arpa-Buğday'ı en kısa zamanda çok sesliye çevirelim. Gülelim, benim bildiğim okul şarkısıdır, onu şarkılara alabilirsiniz!” deyip çalışmamızın şimdilik bittiğini bildirdi.
Az sonra çok merakla beklediğimiz tiyatrocular geldi. Onlar da bir perdelik bir oyun hazırlamışlar. Karşılıklı söz vermişler, rollerini ezberleyeceklermiş. Muttalip Çardak, Ekrem Bilgin, Azmi Erdoğan, Şerif Yalman, Kamil Yıdırım, Mehmet Yelaldı, Kadir Pekgöz, İbrahim Şen. Oynayacakları oyun, birlikte okuduğumuz Gogol'un Müfettiş'inden bir perde. Rol alanlar çok mutlu. Hepimiz sevindik. Gelecek yıl kız alınırsa oyunun tamamı oynanacakmış. Bizim bölüme bu yeni bir heves kattı. Mahir Öğretmen de çok umutlu, arkadaşları salı günü öğleden sonra Konservatuvara çağırdı.
Yemeğe yeni bir konuyu tartışarak gittik:
-İki günde piyes ezberlenir mi? Rol alanlar iyimser, Isparta/Gönen'e varana dek en az dört gün var, işimiz ne? Birlikte olacağız, konuşarak birbirimizi uyaracağız. Rol dağılımı yapılmış, Şerif Yalman Muttalip Çardak'a sordu:
-Öyle değil mi Bopçinski? Muttalip yanıt verdi:
-Evet, öyle Dopçinski! Biri Dopçinski öteki Bopçinski, bize ayırmak kalıyor. Birse sorularımız yanlış yere gitti; Dopçinski hangisi, Bopçinski hangisi? Belediye başkanı için Mahir Canova Öğretmen Ekrem Bilgin'i seçmiş. Ancak aynı rolü Fahri Yücel de istemiş. Öğretmen de:
-Değişerek oynarsınız! demiş. Müfettiş belli, Kamil Yıldırım. O, geçmiş derslerde kitabı okuduğumuzda da seçilmişti.
Yemekten sonra uzun süre büyük salonda oturduk, masalarda haritalar var, gidilecek yollar izleniyor. Ay, vay, ohooo! sesleri yanında:
-Ne var şaşacak, o yollarda insanlar yürümüyor mu? teselli destekleri oluyor. Bir ara kendimi çok yalnız bulur gibi oldum, yanlış bölüme girdiğimi bile düşündüm. Tarım Ekonomisi ya da Bahçecilik bölümüne kendimi daha yakın buldum. Kepirtepe’de bölüm seçme sözleri başladığında Selçuk Korol, Besim İyitanır, Namık Ergin öğretmenlerin uyarılarını anımsadım. Doğrudan olmasa da dolaylı olarak onlar bana sanırım bir durumu açıklamaya çalışmışlardı. Son kez de konuşmaya gelen Müdür İhsan Kalabay açık açık söylemişi:
-İbrahim, senin yerin bence Kepirtepe. Kepirtepe'den uzak kalman senin için gurbet olur. Orada, evinde durur gibi okudun, çevre seni sen çevreyi biliyorsun, evin ailen orada; bunları düşünmelisin! demişti. Zonguldak gezisine çıkanları, özgürlüklerine kavuşmuş gibi neşeli görünce bunları düşündüm. Burasını bitirince de böyle olacak, onlar sevinerek özgürce bir yere atanacak, bense tutuklu gibi, akordiyon, piyano sorunlarıyla sınırlı uğraşlar içinde kalacağım. Oldukça karamsar olarak alt odadaki piyanoya oturup seçtiğim parçalar dışında Hanon çalışarak akşamı yaptım. Sabah erken gideceklerini söyleyip "Hoşça kalın!" diyenlere yutkunarak "Güle güle!" dediğim oldu. Oysa sabah onlarla kalkıp bir süre yanlarında yürümeyi kalan arkadaşlarla kararlaştırmıştık. Hüsnü Yalçın, Hasan Üner, Mustafa Saatçı, İbrahim Ertur, Abdullah Erçetin, Kadir Pekgöz, Halil Basutçu olmak üzere biz Kepirliler, Kepirli arkadaşlarımızı tepeye dek geçirecektik.
Yatınca önce Zonguldak'ı anımsadım, kömür memleketi. Uzun Hasan yazısını okuyarak öğrenmiştim Zoonguldak'ı. Uzun Hasan adlı biri gemide askerlik yaparken gördüğü kömürün kendi memleketinde de olduğunu komutanlarına söylemiş, onlar da bu haberi o zamanın hükümeti olan padişah sarayına dek duyurmuş. Sonra kömür çıkarma gerçekleşmiş böylece Zonguldak ünlü bir yer olmuş. Bu parçayı okuduğum zaman ilkokuldaydım, Öğretmenim Ahmet Korkut’tu. O bize gelmeden önce Zonguldak'ın bir ilçesinde, Devrek'te çalışmıştı. Oralarda gezmiş, gördüklerini sık sık anlatırdı. Bu anlatışlar sonunda çoğunlukla söz kömüre sıçrar Uzun Mehmet'le biterdi. Sonraki yıllarda da bu olayı dinledim. Ancak bu olay nedeniyle zengin olan Uzun Mehmet'in parasına göz dikenler tarafından öldürüldüğünü duyunca, belleğimdeki o güzel hikâye kanlanınca anmam da unutulur gibi oldu. Şimdi arkadaşların gitmesi eski söylemleri canlandırdı. Zonguldak, deniz, kömür, Devrek, Uzun Hasan. Arkasından bir grup arkadaş, sevdiğimiz öğretmen Hidayet Gülen, geziye katılan arkadaşların çok sevdiklerini söyledikleri neşeli insan doç. Ferruh Sanır. Zonguldak bence bir kez daha belleğimde yer alacak!
23 Mayıs 1944 Salı
Akşam, oldukça huzursuz ya da kararsız duygular içinde uyumuştum. Erken yatmama karşın kendi kendime yaptığım gereksiz anımsamalar yüzünden uykumu alamadım. Yusuf Asıl'ın şakacılığı tutmuş, gelip beni uyandırdı:
-Kalk, gidiyoruz. Kendimi toparlayamadım "Nereye?” diye sordum. Gözlerimi açmadığım için Yusuf olduğunu da anlamadan "Nereye?" diye sordum. Bir anlık bir durum, Yusuf Asıl "Bizim köye!" deyince toparlandım. Bu bir şakaydı ama Yusuf'ların gideceğini anımsadım, toparlanıp, "Ben de geliyorum!” deyip kalktım. Öteki arkadaşlar (gitmeyip yolcu edecekler) kapı önünde toplanmış. Gideceklerin toplanması için daha önce yer gösterilmiş, Hidayet Gülen Öğretmen orada. Topluca gidip özel olarak "Güle güle!" dedik. Hidayet Gülen Öğretmen çok hoşnut oldu. Bize:
- “Biz dönmeden sizler de gideceksiniz, sizlere de hayırlı yolculuklar” dedi. Gidecekler büyükçe bir grup, biz arkalarında küçük küçük üç grup Hasanoğlan köyüne dek gittik. Orada da bir karşılıklı ayrılık söz alış-verişi yaşandı. Gezici büyük grup İdriz Dağı'na yönelince biz Kepirlilerin tanıdık olduğumuz palekaya sıralandık. Oldukça geride kalmakla birlikte onlar karşıya geçince son kez el sallamak üzere bildiğimiz su yolunun karşı tepesine çıktık. Son bir kez daha el salladıktan sonra onlar ara tepenin arkasına dönünce bir kez daha "GÜLE GÜLE!" diye bağırıp döndük. 1941 yılında buralardan su yolu kazarak önce köy ilkokuluna su getişimizi andık. Yaptığımız çalışmaları, aramızdaki kaytarganları, tertoprak çalışanları andık. Sefer Tunca, Arif Kalkan, Hüseyin Serin, Mehmet Aygün'ün çalışkanlığını, Yeğenim İsmet, Fettah Biricik, Hilmi Altınsoy, Ali Güleren arkadaşların kaytarmalarını sevgi sözleri arasında andık. Bunlar anılınca Ali Önol (Baba Ali), İdris Destan (İhtiyar),Yakup Tanrıkulu (Yakışıklı), Ahmet Güner (Aşık) anılmaz mı? Okula dönünceye dek o günleri konuştuk. Köyden Enstitü binalarına bakınca neredeyse bir kasaba görüntüsü oluşuyor. Durup durup baktık. Burasının, Hasanoğlan köylülerinin o zaman "Tey, Hamurbasan kırlığı!" dediği bozkır da bizim Kepir gibi kertenkeleden başka bir canlı yaşamayan bir kırlıktı. Oysa şimdi kırmızı kiremitli binalar, yeşil yeşil bahçelerle çevrili binalar. Sili Usta geldi gözümün önüne, kendisi burada, arada karşılaşıp selam veriyorum, gülümseyerek selamımı alıyor ama bu yeterli değil, bir gün özel olarak konuşmam gerekiğini düşündüm. Bu yaz boyu burada kaldığıma göre bunu kesinlikle yapacağım. Bana çalışmayı salt övütleyen değil gerçekten öğretendir Layoş Sili...
Mustafa Saatçı ile çok seyrek görüşüyoruz. Ona göre ben istediğime kavuşmuşum, piyano. Oysa asıl istediğine kavuşan o, teknik işler sevdalısı. Eskiden birçok makinenin salt adını anıyordu, şimdi ise elektrik, su, atölyelerdeki öteki makinelerin ustası Mustafa Saatçı. Okulun kamyonu, jipi onun elinde gibi. İyi günler dileşerek ayrıldık.
Halil Basutçu ile Hüsnü Yalçın ayrı bölümlerde (Halil Yapıcılık, Hüsnü Hayvan Bakımı) ama onlar, durumlarını ona göre ayarlamış, sık sık buluşuyorlar. Yine birlikte ayrılınca biz üçümüz Abdullah, Kadir ben, bizim bölüme gittik. Arkadaşların çoğu bizim gibi, ayrılık ezikliği içinde. Çoğu en sevdiği arkadaşlarının adını anıp "O şimdi, şuradadır!” gibisine yer adı belirtiyor. Sonunda ben de ayrıldığıma üzüldüğüm Halil Dere ile Yusuf Asıl'ın adını vererek; "Onlar şimdi sizin dediğiniz yerdedir!" dedim. Çünkü oraları hakkında fazla bir bilgim yok. Tek bildiğim bize göre İdris Dağı arkası Keskin ilçesi. Ancak bizim yolcular keskine varmadan güneye dönecekmiş. Bilmediğim yerleri düşünemeyeceğimi söyleyip piyanoya oturdum. Piyanoda Hanon çalışınca çok ses oluyor. Kemancılar sızlandılar. Öztekin Öğretmen tam bu sıra geldi. Piyesçileri daha önce bizim alt kattaki piyanolu odaya göndermişmiş. Bu kez karar değiştirdi, piyesçileri kendi odasına aldı, ben alt kata indim. Piyanoya oturunca zaman su gibi akıyor. Yemek zili çalmış, masalara oturunca bir gariplik çöktü. Yarıdan çoğu boş masalar arasında bakışarak yemek yedik. Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca geziye katılmış, yerine de hemşerisi Süleyman Adıyaman'ı vekil bırakmış. Süleyman Adıyaman, tıpkı bizim Samı Akıncı gibi, iş ya da yorucu durumlarda bir yolunu bulup kurtuluyor. Bizim masaya geldi sorular sordu. Yemek masalarını değiştirelim mi? Kimse değiştirelim demediği halde değiştirecekmiş gibi konuşunca tepki gösterdim:
-Bize ne soruyorsun, biz de yarından sonra yokuz. En iyisi sen senin gibi geziden yan çizenlere sor! Süleyman Adıyaman:
-Haklısın! dedi ama biraz ekşiyerek ayrıldı. O gidince arkadaşlar:
-Haklı söyledin ama yaman söyledin, belli ki sen onu sevmiyorsun! Masa arkadaşlarımız hep Kızılçullu çıkışlı, biraz şaşırır gibi oldular. Konu değişti, geçeceğimiz yerler soruldu, olay kapandı.
Yemekten sonra kitaplığa gidip Isparta üstüne bilgi aradım. Konya için oldukça bilgim var, Mevlâna Müzesi, Karatay Medresesi... Namdar Rahmi Karatay. Onun şiirlerini hiç unutmuyorum, Konya'da da, Bursa'da da karşıma çıkacak. Konya'da soyadıyla, Bursa'da "Keşişin eteğinde oturdum keşiş gibi!" sözüyle. Her Bursa, Konya anımsamalarımda kulağımda çınlıyor, çınlayacak. Ancak bana bu kez Isparta gerekli. Isparta deyince Tarihteki Isparta anımsanıyor. Bunu Kepirtepe'de de konuşmuştuk. Yunan Isparta'sı ile buranın bir ilgisi yok. Buraya oradan göç falan da gelmemiş. Ancak burası da çok eski bir kentmiş. Hitit, Libya dönemlerinde varmış. Persler, Libya Kıralı Krezüs’ü yenip tüm Anadolu'ya egemen olunca günümüz Isparta yöresinin de Perslerin eline geçtiği kesin. Ancak Persler, Anadolu'da tüm yöreleri kendilerini benimsetecek güçlü bir birlik kuramadan Büyük İskender, bilindiği gibi salt Anadolu'yu değil Hindistan'a dek tüm batı Asya'yı almıştır. İskender'den sonra bölünen imparatorluk Antiyaküslar, Selefkiyüsler, Bergomayüslar arasında el değiştirerek Romalılar gelinceye dek Anadolu'ya egemen olmuştur. Neredeyse üç yüz yıl süren bu değişimlerde Isparta başka adlar altında varlığını sürdürmüştür. Romanın ikiye bölünmesinde tüm Anadolu gibi Isparta da Bizans'ın payına düşmüştür. Hıristiyanlık gelişip serpildikçe güçten düşen Bizans'ın merkezden uzak topraklarında yeni bir din olan Hırisyanlık, özellikle Kapadokya'da merkez kurup çevreye yayılınca Isparta da bu akımdan payını alıp Hıristiyanlar elinde gelişme göstermiştir. Bu nedenle günümüze dek gelen kilise kalıntıları bulunmaktadır. Isparta, Bizans elindeyken bir kaç kez Arap baskınına uğramış, bir süre Arap yönetiminde de kalmıştır. Anadolu Türk Beylikleri arasında da değiş tokuşa uğrayan Isparta, Fatih Sultan Mehmet'in Karaman Beyliğine son vermesinden sonra Osmanlı Yönetimine geçmişse de o günlerin büyük ticaret yollarından uzak olduğundan küçük bir belde olarak kalmıştır. 2. Abdülhamit zamanında adı bir ara Hamitabat olarak anılmışsa da bu uzun sürmemiş, gene Isparta'ya dönmüştür. Selçuk Korol Öğretmene göre 1880'li yıllarda Bulgaristan'dan gelen göçmenlerden bir bölümü Isparta'ya yerleştirilmiş. Gül diyarı olarak bilinen Bulgaristan'dan göçmenlerin getirdiği güllere Isparta iklimi uygun gelmiş, gül yetiştirme yeni bir gelir kaynağı bulmuştur. Günümüzde, salt Türkiye'de değil öteki ülkelerde de ünlenen Isparta, gülyağı üretiminde sayılı ülkeler arasına adını yazdırmıştır.
Kepirtepe'de böyle bilgileri Halkevlerinin yayınlarından kolayca buluyordum. Halkevleri bu tür bilgileri yayınlayıp köy odalarına dek gönderiyordu. Kepirtepe kitaplığından başka Tarım Bölümü kitaplığında bile bulunuyordu. Bizim buradaki kitaplıkta sayısız çeviri kitaplar, edebiyat dergileri var ama bu tür bilgileri bulacak yayınlar yok. Gönen'e gittiğimde ilk işim kitaplığa uğrayıp bu yazımı tamamlayacağım. Üstünde durdukça bu Isparta adının nereden geldiğini öğrenmek istiyorum. Sanat Tarihinde okuduğumuz kentlerden, Konya, Kayseri, Sivas, Erzurum, Bursa, Edirne'yi hep öğrendik. Isparta neden bilinmesin? Üstelik bu adın yabancı olduğu besbelli. Tarih kitaplarına bakan her Türk, Atina-Isparta olaylarını görüyor. Isparta ilini bilen çocuklar neden bizim ilimizle karıştırsın? Kendimi oldukça doğrucu; doğruyu arayıp bulucu olma yönüne yöneltmeye çalışıyorum. Doğru yaptığıma da inanıyorum. Oturdum bunları yazdım, bir bakıma da yapabileceğimi yaptım sanıyorum. Karşıma gelip oturan arkadaş oldu; çoktandır iki ikiye konuşamamıştık. Üstelik, uzaktan da akraba sayılırız; Salih Baydemir. Arkadaşım açık yüreklidir, doğrudan bana:
-Sen neler yapıyorsun böyle kenarda köşede, yazık değil mi gençliğine! dedi. "Haklısın, sık sık bir araya gelsek, bundan kurtulurum ama ne yapayım ki sana ulaşmak zor!” Dediğim sahiden biraz gerçeğe yakın; Salih, teknik işlerde okulun tüm konumuyla ilgili üç yabancı uzmanla birlikte gece gündüz çalışıyor. Sili , Gaspar, Gabel ustaların (Biz onlara usta diyoruz ama onlar kendi yurtlarında çalışma alanlarının profesörüymüş. Tüm okulun, elektrik, telefon, su, ısınma, işliklerdeki makinelerle ilgili tesislerin kurucusu, onarımcısı, koruyucusu onlar. Salih Baydemir, işte bu üç ustanın (öğrenci olmasına karşın güven sağlaması nedeniyle) sorumlu yardımcısı durumunda. Nerede bir aksama olursa oraya koşuyor. Salih durumundan yakınmıyor. "Bu tür işlere Kepirtepe'de arkadaşımız Mustafa Saatçı koşardı!” deyince Salih gülerek:
-“Orada bu işler sınırlıydı. Burası öyle değil, Mustafa Saatçı bu işlerden bunalınca beni araya soktu. Benim de istediğim buydu. Doğrusu Köy Enstitülerinde öğretmenlik yapmak niyetinde değilim. Bu işleri ustalarından öğrenip kendime çalışmayı planlıyorum, işin doğrusu bu. Bir gün beni Muratlı'da kendi işimin başında görürsen şaşırma!” Hem sevindim hem de üzüldüm. Sevindim, kararlı, ne yapacağını biliyor. Üzüldüm, 8 yıl öğretmen olmak için oku, olmak istediğini olmuşken bırak! Bana azıcık ters geldi. Hele kendi işini kurup yapmak, oldukça zorlu bir iş. Gerçi Salih'in babası kendi ufak atölyesinde geçimini sağlıyor ama, diplomalı Salih o atölyede nasıl iş kuracak? Gelenler oldu, konu değişti. Bizim Bölüm yarın sabah Kırıkkale Banliyosu ile Ankara'ya, bir süre Ankara'da bekledikten sonra Eskişehir’e hareket edecek. Konyalı arkadaşlar durumu biliyor, hiçbir kaygı duymadan onlara güveniyoruz. Bölüm Başımız, yarı şaka yarı ciddi Konyalılara "Yol kılavuzluğu sizde, bir aksama olursa sizi sorumlu tutarım!" dedi. Abdullah Ön, Orhan Doğan, Muttalip Çardak! Arkadaşlar kendilerine güveniyorlar. Abdullah Ön, gevrek gevrek gülerek:
-Vallahi iki yıldır, şaşırmadan geldik gittik, siz bizi yanıltmaz, Eskişehir'de doğru makaslanırsak geç de olsa akşam Gönen'de oluruz. Güveniyoruz ama gene de soruyoruz:
-Eskişehir'den Konya trenine bineceğiz, Isparta yakınında küçük bir istasyonda ineceğiz. O istasyonda arabalar var, istersek Isparta'ya gider sabah Enstitüye döneriz, istersek doğrudan Gönen'e ulaşırız.
Yatınca Gönen Köy Enstitüsüne Müdür olan öğretmenimiz Ömer Uzgil'in yazdığı bayram kartı ile mektubu anımsadım. Onun yazdılarını anımsar gibiyim ama acaba ben ne yazmıştım? Belleğimde hiç bir iz kalmamış. Ne yazmıştım ki, o bana; "Çok müteassis oldum!" demişti? Müteassis'ın anlamını öğrenmek için bir hayli kapı çalmıştım. Arkadaşlardan bilen yoktu; dersler kesilmiş, tüm gün işlerde çalışıyorduk sanat öğretmenlere de doğrudan soramıyordum. Ömer Uzgil Öğretmen bana güveniyordu; Lüleburgaz'da kaldığımız yaz istediğim zaman köye gidip gelebiliyordum. Kepirtepe'ye geçince de Yeni Bedir’deki amcama, pazar akşamı bayrak töreninde bulunmak üzere sürekli izinliydim. Tören sınırı görev gereği içindi, Müzik Öğretmeni olmadığından törenleri ben yaptırıyordum. Ömer Uzgil Öğretmen Resim dersi öğretmeni öğretmeni olmasına karşın Almanca dersimize de geliyordu. Almancayı çok çalışıyordum. Çalışmalarımı değerlendiren Ömer Uzgil Öğretmen açık açık arkadaşlara:
-Sami bir, İbrahim iki, diyordu. Ayrılırken de bir çok arkadaşımıza özelliklerine göre övütler vermişti. Örneğin, Harun Özçelik'le Salih Baydemir'e resim çalışmalarını, Abdullah Erçetin'le İdris Destan'a müzik çalışmalarını, Sami Akıncı ile bana da Almanca çalışmalarımızı övütlemişti. Kendi kendime sordum; ya o da bunları anımsar, Almanca olarak benzer sorular sorarsa! Bunları düşünerek uyudum.
24 Mayıs 1944 Çarşamba
Yatakhanenin yarıdan çoğu boş ama sanki doluymuş gibi gürültü:
-Siz ne zaman gidiyorsunuz?
-Biz de yarın çıkıyoruz; bizimki kısa sürecek; Çifteler, Arifiye, Eskişehir, Adapazarı.
-Bizim de Kastamonu/Gölköy, Samsun/Lâdik, Amasya, Sivas/Yıldızeli. . . .
Orhan Doğan'ın uyarısıyla alacaklarımızı alıp bölüm salonuna bıraktıktan sonra kahvaltıya gittik. Kahvaltı masalarımıza oldukça büyük baketler bırakıldı. Dün biraz ters baktığımız Öğrenci Başkanyardımcısı Süleyman Adıyaman iyi yolculuklar diledi. Boş yatakhaneden sonra yemekhanenin de yarı boş oluşu bizi duygulandırdı. Dün uğurladıklarımızın şimdi nerede olduklarını kestirmeye çalıştık. İlginçtir, arkadaşlar konuşurken Hasanoğlan’ın arkasındaki Hasan Dağlarının kuzeyinde bulunan hiç bir yeri anımsayamadım. Sanki Türkiye orada bitiyordu. Sayılan il, ilçe adlarını anımsıyorum da onları, bildiğim dağların arkasında bir yere koyamıyorum. Bir ara kendimi çimdikler gibi dürtükledim. Kahvaltıdan kalkınca yönetim binasının önüne çağırıldık, Eğitimbaşı Hürrem Arman, yanında Bölüm Başkanımız Mehmet Öztekin vardı. Hürrem Arman bizi uğurladı.
Topluca Bölüm Salonuna indik, Mehmet Öztekin Öğretmen, gezi sürecinde belirlediğimiz ilkelere uyulacağını tekrarladı. Herkes kendine göre sözlü sözsüz tasarılar kurup varsayımlar üretirken ben de son kararımı verdim. 23 Mayıs 1944 günü saat 08'de not tutmam kesildi. Bundan sonra geziden dönünceye dek yazacaklarım gördüklerimden, duyduklarımdan okuduklarımdan aklımda kalanların notları olacaktır. Yazma olanağı bulunca not tutarak geniş zamanlarımda yazıya geçireceğim.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Öztekin Öğretmen işaret verince alacaklarımızı alıp yola çıktık. Herkeste bir ya da iki küçük paket, bende bunlardan başka akordiyon. Akordiyonu görünce arkadaşların bir bölümü yardım etmek istedi. Teşekkür ettim. Az arkadan yürürken içimdeki sevimsiz bir duygu kimi arkadaşlar için hemen kabardı:
-Bunların bir bölümü, şimdi içinden bana "Ohh olsun!" diyordur.
Tren tam zamanında geldi, rahatça atladık, pencerelere sıralanarak Hasanoğlan'a, arkasındaki halâ karlı Hasan Dağlarına baktık. Lalahan'dan sonraki konuşmalar Konserler, Konservatuvar üstüne oldu.
Gara inince görevli arkadaşlar (Fahri Yücel, Azmi Erdoğan) Eskişehir yönüne gidecek trenin kalkmasına dört saat olduğunu öğrenince sevindik. Öztekin Öğretmen de sevinir gibi oldu. Gitti yetkili yerlerden bir de kendisi sorduktan sonra bizi serbest bırakarak bir yere gitti. Hemen bir fısıltı oldu:
-Sevgilisine gitti!
-Sevgilisi nerede?
-Halkevi giriş yönünün karşısındaki eczanede! "Suspus!" uyarıları edildi. Hüseyin Çakar, yavaş bir sesle:
-Etmeyin eylemeyin, öğretmen, memleketi olan Gemlik'te evleneceğiyle söz kesti, sanırım bu yaz evlenecek! Çakar böyle kesin konuşunca konu kapandı. Arkadaşlar gruplar oluşturarak bir yerlere gittiler. Kadir Pekgöz, Mehmet Zeybek, Şerif Yalman, Muttalip Çardak, Kamil Yıldırım eşyaların başında gönüllü kaldı. Halkevi Kitaplığına gidip Gönen, İvriz ya da o yöreler üstüne yazı arayacağımı söyledim. Abdullah Erçetin'le Ekrem Bilgin de bana katıldı. Spor ve Sergi Sarayı aralığından kestirme çıktık. Yazık ki, kitaplık haftanın çarşamba günleri kapalı oluyormuş. Oradan Ulus Meydanı'na indik. Meydanda gazeteciler bağıra çağıra "Havadisler, Gazete yeni çıktı!" çığırtkanlığı yapıyor. Bir Ulus gazetesi aldım. Ulus'u alırken yollarda, gittiğim yerlerde okurum, deyip bir de Varlık aldım. Varlık dergisinin üstünde 1-15 mayıs yazıyor, Onbeş mayıstan sonrasının çıkmadığını söyledi, en yenisi buymuş. Aldım ama aldatıldığım sanısına kapıldım. Talip Apaydın'la karşılaştık, sordum. Talip, doğru olduğunu söyledi:
-Kimi zaman iki sayı birden çıkarıyorlar, gene öyle yapmışlar! dedi. Talip alıp dergiyi açtı. İlk sayfada Şinasi Özden'in adını görünce “onun şiirlerini seviyorum bak şimdi de soruşturma yapıyor!” dedi. Gençlik parkına indik, kayıkla gezenler var, bir süre onlara baktık. Dergideki öteki şiirleri okuduk. Talip'in adını görünce "Aaaaaa! dediği Şinasi Özden'den geçen sayılarda ben de şiirler okumuş bir ya da ikisini yazmıştım. Özellikle bunu söylemedim. Nedense “Bir başkasının yaptığını yapıyor!” duruma düşmek istemiyorum. Oysa öğrenciliğin aslı bu, bilmeyenler, bilenlerden öğrenir. Dergiyi karıştırınca bir başka yazarın adını gördüm, Elin Pelin. Yıllar önce, 1938 yılında okula başladığımızda harıl harıl Ömer Seyfettin okuyordum. Okumayan arkadaşlara da kızıyordum. Bulgaristan'dan gelme iki arkadaşımız, Emrullah Öztürk'le Hüsnü Yalçın'ın da benim gibi okumalarını istiyordum. Hüsnü Yalçın bana Bulgar hikayecilerden çok okuduğunu söylediğinde, ona inanmamıştım. Arkadaş o zaman bana kendini kanıtlamak için yazar adları saymıştı. Bu adlardan biri Elin Pelin'di. "Böyle yazar adı olmaz, yalan söylüyorsun!" deyip arkadaşı paylamıştım. Daha sonra arkadaş gerçekten Elin Pelin adlı Bulgar yazar olduğunu kanıtladı. Kanıtladı ama hoş olmayan bir durum yaşamıştık. Sonraki zamanlarda arkadaş o yazardan hikâye buldukça bana okurdu. Uzun süredir bunları konuşmuyorduk. İşte şimdi de bu dergide bir Elin Pelin hikayesi var, döner dönmez Hüsnü Yalçın'a okuyacağım.
Talip de böyle bir yazar duymamış, hikayeyi okurken ben notlarımı yazdım. İçimden “işte bu kadar!” dedim.
Arkadaşlardan gelen olunca kalktık istasyona gittik. Herkes kendine göre önemli saydığı bir şeylerden söz ediyor. Bense sorunumu çözmüş gibi sevindiğimden arkadaşların kaygılarına katılmıyorum: Eskişehir'de Konya treni çok bekletilirmiş, hiç umursamıyorum. Gönen'e gidilecek Isparta tren durağında araba bulunmazmış. Sanki bunlar benim sorunum değilmiş gibiyim. Bineceğimiz trenin geleceği hattı öğrenip oraya taşındık. Bekledikçe sabırsızlandık. Neyseki şakacı arkadaşlar söz uydurup bizi sık sık güldürdüler. Örneğin Eskişehir treninin kalkacağı hat kenarında bekliyoruz. Gözlerimiz vagonların geleceği tarafta; bakıyoruz ağır ağır vagon geliyor, tam önümüze gelirken bir düt! çekip gidiyor. Bu bir kaç kez tekrar edince "Eee, ne oluyoruz? Bizi unuttular mı yoksa!” sesleri yükseliyor. Bu kez bir başka arkadaş:
-“Yok, arkadaşlar unutmadılar, uyumayalım! diye bizi yokluyorlar, ya da bizim sabrımızı ölçüyorlar” türü takılmalar oluyor. Sonunda söylenen saatten bir saate yakın bir gecikmeyle vagonumuz geldi. Tertemiz bir vagon, gönlümüzce yerleştik. Tren kalkana dek vagona yabancı girmedi. Konyalılar kendine övünç payı çıkarırken ara ara kapılar açıldı, girenler çıkanlar oldu. Talip Apaydın'ı ben Beypazarlı biliyordum. Arkadaşlar Talip'e takıldılar:
-Hemşerilerin seni soruyor? Talip inanmadı ama gene de özlemle aşağılara baktığı oldu. Hava kararırken Eskişehre girdik. Sözde vagonumuz Konya vagonuydu, Eskişehir'de rahat rahat otururken birileri geldi bizi indirdi. Meğer vagon İzmir vagonuymuş. Görevli düdük çalarak bizim inmemizi beklerken arkadaşlar:
-Biz Konya’dan vazgeçtik İzmir’e gidiyoruz! deyince adam sinirlenerek sordu:
-Siz necisiniz, sizin amiriniz yok mu? derken Öztekin Öğretmen geldi, tıpış tıpış vagondan indik. Bir yer gösterildi, orası da tam rayların yakınında, vagon gelince hemen atlayacağız. Tam iki saat vagon bekledik. Öğretmen ortalıkta yok. Öğretmenin, durumu öğrenip gidip bir yerde yattığı öne sürüldü. Oldukça moral bozucu bir durum olduğunu sayıklarken Azmi Erdoğan'la öğretmen sevinerek geldi. Konya tarafı burada 6 saat bekleyecekmiş, vagon da o zaman takılacakmış, rica minnet vagonu kopardık! dediler. Az sonra vagon geldi. Gelen vagon boştu ama öteki vagonda olduğu gibi yeniliğine eskiliğine kimse bakmadan bir kenara çekilip uyudu.
Vagon çekilip bağlanırken oldukça sarsıntılar oldu, uyur uyanık yola çıktık. Kütahya'ya yaklaşırken İnönü sözü edildi. İnönü yer olarak oralarıymış, Oralarda savaş yapılmış, savaşı kazanan komutan İsmet Paşa bu başarısından sonra hem general olmuş hem soyadı yasası çıkınca İnönü soyadı verilmiş. Çevreye bakarken uçaklar kalktı. Yakınlarda Planör Kampı varmış. Hüseyin Atmaca geçen yıl gitmiş, kazanmış. Bizde de bir ilgi uyandı. Biz planör olma düşleri kurarken Afyonkarahisar'a geldik. Kentin ortasında bir tepe, Afyon Kalesi oymuş. Kurtuluş Savaşı üstüne sözler söylendi. Fahri Yücel uyardı:
-Bakın askerler dolaşıyor, Binbaşı Nuri Teoman buralarda olup söylediklerinizi duyarsa trenden indirip hesap sorar:
-Ben size bu kadarcık mı öğrettim?
Tren bir süre bekledi. Trenin kalkmasını beklerken bizim vagon kesildi, takılı olduğu trenden oldukça uzağa çekildi. Hayretle bakışırken bir görevli geldi, "Biz az bekleyceğiz!" Niçin, neden soruları arka arkaya sıralandı. Görevli:
-Siz Isparta'ya gitmiyor musunuz? O giden İzmir treni Isparta yönüne az sonra kalkacak! Arkadaşlar, Muttalip'in boğazına sarıldılar, (şaka olarak) “Hani seenin Konya'n?” Muttalip:
-Siz Konya'dan döndünüz, "Isparta!" deyip tutturdunuz; ben Ispartalı değilim!
Az sonra tren kalktı. Bu kez arkadaşlar “Konyalılarda iş yok, bari yolculara soralım”:
-Daha çok var mı?
-Nerede ineceksiniz? Gönen'e gitmek için nerede ineceğiz? İki yerde inilirmiş, Burdur'a gidilecekse ilk durak İĞDECİK'te, Gönen ya da Isparta'ya gidilecekse bir durak sonra SENİRCE'de inilecekmiş. Gönen, ikisinin arasındaymış. Birinci durak kararı alındı. Az sonra da durakta indik. Gönen'in yakın olduğu söylendi, ancak hemen araç bulmak zormuş. Buradan Burdur'a gitmek daha kolaymış, gerçekte burası, Burdur durağıymış, ancak iki günde bir tren kalkıyormuş. Isparta'ya gideceksek bir sonra Senirce’de inmemiz gerekirmiş. Gene de Isparta'ya karar verirsek boş giden taş kamyonları varmış, istersek hemen bulunabilirmiş. Taş kamyonuna gerek kalmadı, Isparta'ya giden bir kamyona atlayıp gittik. Isparta’ya inince şoför konuşmalarımızı dinleyince üzülerek:
-Söyleseydiniz ben sizi Gönen'e götürürdüm bu zahmeti çekmezdiniz! Öztekin Öğretmen bunu duyunca:
-İşte buna kızılır! dedi. Dedi ama kızmadı. Arkadaşlardan ileri geri söylenenleri, yatıştırıcı sözler söyledi:
-Konya, Konya derken Isparta'yı biz sonradan ekledik. Sustuk ama hepimizin sinirleri bozuldu. Öztekin Öğretmen çok hoşgörülü:
- Isparta'yı görmüş olduk amacımız bu değil miydi! Elimizdekileri park gibi bir yere koyduk. Kamil Yıldırım harıl harıl rol ezberliyor. Gönüllü bekçi kaldı. Isparta, bizim ilçemiz Lüleburdaz'dan daha sönük gibi geldi bana. Bizim Lüleburgaz'daki köftecilere benzer balıkçılar var, Burada balık oluşunu önce yadırgadık. Bilen arkadaşlar uyardı:
-Burası Göller Bölgesi, yakınlarda büyük göller var.
Öztekin Öğretmen, belli bir saatte toplanmak için zaman verdi, İki arkadaş alıp Milli Eğitim Müdürlüğüne gitti. Öğretmen oldukça uzunca kaldı. Daha gecikeceğini düşünerek herkes balık yemek için bir yerlere daldı. Ben balık yemiyorum, balık bana dokunuyor. Nedeni de gene balığa dayanıyor. İlkokula başladığım yıllardı, zaman zaman köye balıkçılar gelir tuzlu balık satardı (palamut). Her zaman ablam bana onlardan pişirir tadıyla yerdim. Ayrıca köyün deresinde de derin su göllerinde balık vardı, sık sık tutup yerdik. Birgün evdeki balıktan bir parça koparıp yedim. Hiç ayırında değilim birkaç dakika sonra bende bir kaşıntı başladı. Sonra sonra tüm bedenim şişti. Köyde kimsenin başına böyle bir olay gelmemiş. Hiçbir ağrı sızı yok, salt kaşıntı var, kaşıdığım yerler kızarıyor, bir süre öyle kalıp gene şişik olarak eski durumuna geliyor. Sonunda babam bir deney uyguladı, yediğim balıktan bir parça getirip yedirmek istedi. Balığın kokusu midemi kaldırdı, kusasım geldi. Az sonra da babam parmaklarımı ağzıma sokarak kusmaya çalışmamı söyledi. Uzunca bir uğraştan sonra tüm yediklerimi çıkardım. Biraz başım döner gibi oldu, uyudum. Sabah kalktığımda şişlik mişlik kalmamıştı ama bazı yiyecekler balık kokusu veriyordu. Uzun süre balık sözünden bile uzak durdum. Sonra alıştım balık tuttum, elledim ama balık eti yemedim. Balıkçıların arasında köfteci de varmış, girip köfte yoğut yeyip çıktım. Öztekin Öğretmen geldi. Milli Eğitim Müdürü ile görüşmüş. Enstitü Müdürü merak içinde akşamdan beri bizi bekliyormuş, okulun kamyonunu göndermiş. Kamyon beklerken arkadaşlar tuvalet aramaya başladılar. Bir süre kamyonu oyaladık. Akşama doğru Gönen Köy Enstitüsü'ne ulaştık. Öğrenciler okuma saatine girmişmiş. Bizi okul binalarının az dışında eski ama tertipli iki katlı bir binaya aldılar. Arkadaşların rahatsızlığı göz önüne alınarak, yorgunluğumuz öne sürülüp, o gece öğrencilerle toplu görüşmedik.
25 Mayıs 1944 Perşembe
Sabahı da atlattık. Öğlede tüm öğrencilerle yemek yedik, yemekten sonra da enstitünün nesi var nesi yok birer birer gezip bilgi aldık. Akşam yemeğinde masalara dağıldık. Özellikle son sınıfların masalarında bize yer açtılar. 1941 yazında Hasanoğlan'a gelenlerden üç dört tanesi beni tanıdı. Hasan Akın, Halil Öztürk, İbrahim Turan. Hasan Demirel, Veli Coşkun... O günleri özlemle andık. Isparta ile ilgili sorular sordum, pek birşey bilmiyorlar. Ancak yakında bulunan Atabeyli (biri köy, dedi, ötekiler düzeltti, Kasaba dediler), orada Mimar Sinan'ın yaptığı bir cami varmış. Bu arada, Isparta'nın adına da "Hamit" dendiğini öğrendim. 93 Bozgunu (1876-77 savaşı=Plevne yenilgisi) sonunda Isparta'ya çok Bulgaristan göçmeni geldiğini gül yetiştirme olayını da onların getirdiğini biliyordum. Bu nedenle Hamit adı bana bizim yakın köyümüz Hamitabat olayını anımsattı. Hamitabat köylüleri Bulgaristan'ın Filibe kentinden gelmiştir. Ancak göçmenler, Lüleburgaz-Kırklareli arasını kaplayan Padişah 2. Abdülhamit'in büyük çiftliğinin bir bölümüne yerleştirilmiştir. Bu göçmenlerin oluşturduğu köyün adı padişahın adını anımsatsın diye Hamitabat olmuştur. Isparta'nın bu ad değişikliği de bundan olabilir. Ben kendi yetersiz bilgimle boyumdan büyük yorumlar yapıp geçiyorum (!)Yanılgılarımın ayırdında olmayınca mutlu da oluyorum (*)
Topluca Enstitü alanını gezdik. Burası da ilk açıldığı yerden biraz kaydırılmış. Enstitü, bizim Kepir gibi bayıra yamanmamış, su sorunu yok. Okul kendi alanını yeşillendirmiş. Bu bir çoklarının dikkatini çekmiyor. Belli ki onlar hazır yerlerde yetişmiş. Kızılçullu’lu arkadaşlara bakıyorum, onlar çiçekle falan ilgilenmiyorlar. Kepirtepe'nin ilk yıllarını anlattım bahçe korkunç çamur, yemeğe inmek için yaptığımız Fikret Madaralı hattını anlattık. Öylesi günlerde bile buradaki Müdür Ömer Uzgil'in odasının penceresinde çiçek saksıları vardı. Resim dersleri için sınıfa getirttiğinde koyacak yer için sağlam yer aramasına şaşardık. Demek o titizlik, çiçek severliğinden geliyormuş, geneliyle Enstitü'ye bakınca bunu daha rahat anladım. Hasanoğlan'da olağanüstü çalışan bir tarımcı, İzzet Palamar ise bu işe eğilmiyor. (Belki işi çok olduğundan, çünkü Hasanoğlan daha geniş kapsamlı bağ, bahçe hatta çam ormanları yetiştiriyor) Müdür Yardımcımız, aynı zamanda resim-Almanca öğretmenimiz Ömer Uzgil buraya atandığında mektup yazmıştım. Verdiği cevapta:
-Okulu bir köy evinde açtık, gerçek okulumuz az ileride suyu bol bir yerde olacak, elektrik işimiz de yakında çözülecek demişti. Belli ki kuruluşta Kepirdeki sıkıntılar burada yoktu. Gene de yukardan Enstitünün görünüşüne bakılınca çok çalışıldığı belli oluyor. Bunları var eden Isparta/Gönen Köy Enstitüsü Müdürü sevgili öğretmenim Ömer Uzgil'in yüzüne söylemek isterdim. Ancak bunlara benzer sözleri hiç hak etmeyenlere söylendiği bir ortamda umduğum etkiyi yapmayabileceğini düşünerek yazmayı yeğledim.
Kaldığımız yere döndüğümüzde tüm arkadaşların olumlu izlenimlerini duyunca bu kez kendimi de kutladım. Demek ki, salt duygularım değil mantıksal duyarlığım da sağlıklı, öyleyse değerlendirmelerim gerçeğiyle örtüşüyor, doğal olan da bu değil mi?
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Akşam yemeğinden sonra kısa bir "Hoşgeldiniz!" gösterisi yaptılar. Gösteri daha çok konuşma, şiir, şarkı ağırlıklıydı. Bu da bizim hoşumuza gitti. Çünkü bizim yapacağımız konuşmadan çok gösteri olacak. (Piyes, şarkı, türkü, marş sunulacak)
26 Mayıs 1944 Cuma
Senirce Isparta arası tren varmış, kamyon bizi Senirce denilen durağa götürdü. Isparta'ya inince balık yememek için birbimize karşılıklı söz verdik. Gezip görülecek bir iki yer not etmiştik, oraları gezdik. Kapalı çarşıdan söz edilmişti, Edirne'dekileri düşleyerek gittik ama buradaki kapalı çarşı bizim Kırklareli Arastası gibi küçük bir kapalı yer. Öyleyken tıpkı oraları gibi burası da tıka basa müşteri doluyor; çoğu doğal olarak bayan. Ben önde giderken gülenler oldu:
-Sen uyukla uyukla, bunca delikanlı içinde kız sana dönüp dönüp baktı, bir gülümseseydin bari, kızcağız şimdi eve kapanıp ağlayacak! İçimden şaka olduğuna hükmettim ama, niçin bana? Takılanların çoğu ile böyle şakalar pek yapmam. Gene de bir şeyler söylemek gereğini duydum:
-Size böyle tekrar tekrar bakanı görsem, adınızı söyleyerek tanışmıyorsanız tanıştırır, el sıkışma şansınızı sağlardım! dedim. Konuşa konuşa yine Ulu Cami dediklere yere gittik. Düpedüz eski bir cami. Mimar Sinan yapımı dedikleri Firdevsbey Camisi de bizim Lüleburgaz'daki Mimar Sinan eseri Sokullu Mehmet Paşa Camisi'nin yanında sönük kalıyor. Az önce sözü geçen kapalı çarşı da Mimar Sinan elinden çıkmaymış. Abdullah Ön unutmamış:
-Olay anlaşıldı, o kız da İbrahim gibi Mimar Sinan eserlerinin hayranı olmalı! Ben de, “öyle olsa Edirne'ye gider!” deyip sözümü kestim. Kestim ama kafam iyice karıştı; "Sahi böyle bir durum olur mu? Isparta'da bana bir kız bakacak (!) Isparta. Isparta, Isparta! Tarih derslerinde bin kez Isparta, demiş olabilirim ama bu Isparta belleğimin çok derinliklerinde kalmış olmalı...
Gölde gezmek isteyenler oldu. Öztekin Öğretmen katılmak istemedi, ancak topluca bir tekneye binmemize izin verdi. Sevinerek oldukça büyük bir tekneye atladık. Tekneci, bizi bir hayli uzaklara götürdü. Haritalarda bir parmak izi kadar küçük görünen gölün yan uçlarını hayal meyal görmemize karşın, alt ucu (sisten) sonsuza dek uzadığı izlenimi verince coğrafya derslerinde bu gölleri öğrenemediğimizi düşündüm. Gezdiğimiz göl Eğridir gölü; büyük sayılmaz. Ya Tuzlu Göl, bunun kaç katı? Van Gölü? Van Gölü, buna göre bir deniz! Ölçmedim ama haritalara bakarken gözlerimin kendiliğinden yaptığı karşılaştırmalara göre Van gölü Marmara denizinden ufak değil. Bir saatlik bir dolaşmadan sonra döndük. Takadan inince gene bana bakan kız onlar arasında olur mu? gibi bir kuşkuya kapıldım. Bu düşünceyi hemen kafamdan attım; bunlar nedense bu kez topluca beni deniyorlar. Oldukça dalgın topluluğun arkasından yürürken başka bir araçtan neşeli bir grup indi. Yan gözle baktım, öyle kalabalık değil (altı kişiler) değil ama çok neşeliler. Beli ki bir aile. Dört bayan iki erkek. Erkekler orta yaşlıca, bayanların ikisi yetişkin, ikisi genç kız. İkisi de süslü ince giyinmişler, Dikkatle baktım, biri Konservartuvardan tanıdığım Muazzez. Birden toparlandım; arkadaşların baktı dediği buysa bu dikkatsizliğimi affetmem. Ben, şaşkın, karman çorman şeyler düşünerek kendimi içten içe hırpalarken Muazzez'in yanındaki kız geriye dönüp:
-Baba Burdur'a gidiyoruz değil mi? Adam:
-Siz bilirsiniz! deyince kız bu kez de:
-Muazzez yarın gidiyor, bir daha ne zaman gelir kim bilir? Ben bu kez gerçekten görünmemek için arkamı dönüp hızlanırken onlar bana göre sola dönüp ana yola çıktılar. İyice şaşkınlaştım, yan yan bakarak yola çıktım. Dönüp o tarafa baktığımda kimseler yoktu, kesin Burdur'a gittiler. Arkadaşlara yetiştim, hemen hemen hepsi Isparta içinde gezmek istiyor. Az ilerimizde ise bilet çığırtkanları, "Burdur! Burdur bir, Burdur iki, Burdur üç!” diye bağırıyor. Onlara göre Burdur bir saatmış. Öztekin Öğretmene nasıl baktımsa, Öğretmen gülümsedi:
-Bir arkadaş bulursan git, bak bir saatmış! der demez, teşekkür edip hazırlandım. Öğretmenin "Bir arkadaş bul!" uyarısını bile önemsememiş olarak gülümserken, Ekrem Bilgin'le, Azmi Erdoğan da bana katıldı. "Sağolun!" deyip yürüdük. Arkamızdan, Nihat'le Kamil de geldi. Küçük bir otobüse bindik, kuş gibi uçuyor. Çabucacık Burdur'a vardık. Burdur'un da Isparta gibi, ön tarafında bir göl var. Şirin bir halkevi, yeşillik. Çarşı pazar demeden Halkevi'ne gittik. Bahçenin gölgeliklerinde oturanlar var. Erkek de var ama çoğu bayan. Bayanlar tiril tiril, ince renkli giyinmiş başlarında kurdelalı şapkaları var. Bizden biraz ötedekilerden kalkanlar oldu. Yanımızdan geçerken birisi şapkasını çıkarıp tekrar taktı. Şapkasını çıkarınca arkasına toplanmış gür saçları yüreğimi hoplattı, Konservatuvardaki belikli kız. Beliklerini arkaya toplamış, bütün güzelliği üstünde. Onu görünce Süheylâyı gözlerim aradı. Yanımızdan geçerken geri kalıp baktı, gülümsedi. "Muazzez!" diye bağırasım geldi ama, rüyalardaki gibi kımıldayamadım bile. Besbelli o benden bir karşılık beklemiyor, gülüşü, gamzeleri, saçlarının çözülüş şekli gözümde uzun süre kaldı. Arkadaşlar haklıymış! diye gevşek gevşek dururken yanındakine "Zehra, bir dakika” deyip bana döndü. “Sabah da gördüm, kalabalıktınız, herhalde gezmeye geldiniz. Nasıl buldunuz Isparta’mızı?” Söyleyecek söz bulmadım, sadece:
-Ankara'nız ne oldu ki?
-“Ankara'ya okumak için gitmiştim. Ancak Ankara'dan gene kopmadım, bundan sonra da Ankara’da olacağım. Okulu bitirdim ama sık sık gene orada olacağım! Rol alacağım operalara gel, beklerim!" deyip ayrıldı. Arkadaşlar benden çok şaşırdı; "Bu ne samimiyet?” Tanışıklığımızı, tanışma olayını anlattım. Arkadaşlar inanmadılar. “Sonunda ben de size katılıyorum: Biz köylüler; "Bir selâmın kırk yıl hatırı vardır!" deriz de kırk selâm verilse değerlendirmesini düşünemeyiz.” İçimden çok sevinçliyim, insan isteyince uygulanabilir planlar kurabiliyormuş. Bundan bir ders çıkarmalıyım.
1940'lı yıllarda BURDUR' dan bir görüntü
Bizim konuşmalarımızdan yabancı olduğumuzu anlayan karşı masada oturanlar, Burdur'un simidini övdüler, getirttik. Sahiden pek alışmadığımız bir simit şekli, yumuşak, azıcık yayvan. Kalkmak üzereyken bizim yaşlarımızda bir genç bize yaklaşarak sordu "Öğrenci misiniz?" Yüreğim hopladı, Muazzez beni çağırdı mı yoksa? Böyle bir şey düşünmüyorum ama yürek bu işte! Öğrenci olduğumuzu öğrenir öğrenmez öğretmen bir akrabası olduğunu, şiir de yazdığını, adının da İbrahim Zeki Burdurlu olduğunu söyledi. “Ara sıra şiir okuyoruz ama öteki derslerimizden, şiire pek yaklaşamıyoruz. Bundan sonra, özellikle bulup okuyacağım, adım da İbrahim olduğu için bir şair adaş kazanacağım!" dedim. İçimden hep Muazzez haberi bekliyorum. Genç, biz sormadan anlattı:
“Burdur'a gelen yabancılar çoğunlukla BURDUR adının nereden geldiğini sorarlar. Değişik rivayetler varsa da bize göre doğrusu şu: Türkler, 1071 Malazgirt zaferinden sonra Anadolu'nun doğusundan batısına doğru durmaksızın ilerlemişlerdir. Şimdiki Göller bölgesine gelince Bizanslılar, bir sınır koymak istemişler. Çünkü bu bölge onlar için dinsel açıdan kutsalmış. Özellikle ORTODOKSLAR, burasını da Kapadokya gibi Hıristiyanlığın ilk tutunduğu yer olarak kutsamışlar. Bizim bildiğimiz Konya'ya da İkekon demeleri bundanmış. (İkon Ortodokslar için kutsalmış) Türklerle savaş yapamayacaklarını bildiklerinden dostça bir sınır koyup gelenler rahat okusun diye "BURADA DUR!" yazısı yazmışlar. O söz sonraları kısalarak BURDUR olmuş. Gerçekte Bizanslılar buraya POLYDORIAN dermiş. Kimilerine göre Türkler bu sözü Burdur'a çevirmiş. Giderek azalmasına karşın buraya halâ "Bu- dur!" şeklinde uzatanlar da vardır.”
Konuşkan Arkadaş bizi sürekli yolcu taşıyan arabalara götürdü, sürücülerle de konuştu. Ben hala Muazzez'den haber verecek diye beklerken arabaya bindik. Ben Isparta'ya giderken gönlüm Burdur Halkevi bahçesindeydi. Burdur'dan çok rahat döndük. Ben suskunum, arkadaşlarsa bize yardımda bulunanı anımsayıp, o denli yakınlık göstermesine karşın adını bile sormayışımızı köylülüğümüze yordu, kendimizi ayıpladık. Sonra da şair İbrahim Zeki Burdurlu'ya mektup yazmağa karar verdik. Talip Apaydın'ın bilebileceğini de düşünüp teselli bulduk. İbrahim Zeki Burdurlu ile Muazzez’i birlikte düşündüm.
Döndüğümüzde arkadaşlar Isparta Halkevi bahçesinde çay içiyordu. Akşam tren varmış. Trenle durağa döneceğız, (Senirce) Okul kamyonu gelip bizi alacak. Tren zamanı gelince atlayıp durağa gittik. Kamyon bizi bekliyormuş, sessizce binip Gönen Köy Enstitüsü'ne yollandık. Okula girerken Daha önce gittiğimiz yolun değiştiğini sezdik; dün gece kaldığımız yerin çok ötelerinde bir yer kat öğrenci yatakhanesine indik. Şaşkın şaşkın bakınırken Öztekin Öğretmen açıkladı. Ankara Üniversitesi Rektörü Ordinaryus Prof. Şevket Aziz Kansu, Doç. Halil Demircioğlu, Doç. Sedat Alp ile bir grup profesör, doçent, yerli yabancı uzmanlar grubu bu yakınlarda arkeoloji çalışması yapacakmış. Kalmaları için geçici olarak Gönen Köy Enstitüsü uygun görülmüş. Gelme günleri belli olmadığı için yerlerine dün gece bizi almışlar. Onlar, yerimiz hazır, deyip bugün çıkıp gelmişler. Burada bizimle ilgili bir değişik durum yok.Unutmadan söyleyeyim:
-Sizin doçent de burada,Halil Demrcioğlu. O sizi nasıl olsa görecek, çekingenlik etmeyin, yaklaşıp konuşun!
Öztekin Öğretmen, kendisini dışarda bekleyen bir öğretmenle gitti. Biz bir süre gocunuk tavırlar içinde ileri geri konuştuk. Abdulah Ön gülerek:
-Size bir masal anlatayım mı? diye sordu. "Şimdi masal sırası mı?" diye soranların yanında “anlat anlat, biraz gülelim!” diyenler de oldu. Abdullah Ön, geçen yıl başlarından geçen bir olayı anlattı: Sene sonu gelmiş, askerlik kampına çıkmak üzere hazırlanmışlar. Yarın Ankara’ya gidip Sarıkışla’ya teslim olunacak emri gelmiş. Her işini hazırlayıp, gitmek üzere emirleri beklerken bir haber gelmiş, Sarıkışlaya yarın gidilecek. Ancak, onlar gidiyor diye yerlerine, imece çalışması için gelen bir ekibi yerleştirmişler. Akşam olmuş bizimkiler gece yarılarına dek bunun tartışmasını yapmış. Kendilerine yatak hazırlanmasına karşın söz olarak durmak bilmemişler. Bir bakıma küs küs sabahleyin kamyona atlayıp Sarıkışla yolunu tutmuşlar. Kamyondan inince nöbetçi askerler bunları giriş kapısının önüne sıralayıp "Bekleyin!" deyip gitmiş, sabahın saat 10'undan saat 17'sine dek, aç susuz beklemişler. Neredeyse yıkılmak üzereyken bir kolu tek şeritli (onbaşı) elinde bir çubukla gelmiş, "Sen, sen , sen” deyip birilerine bir kapı göstermiş, sonra bir başkalarının yüzüne bakarak, "Sen, sen, sen!" deyip başka kapıya göndermiş. Kapılardan girme işi bitince çıkma işi başlamış. Çıkanların hepsi asker giysiliymiş. Paketleri ellerinde bir cemseye binip Karabiberler'deki kampa gitmişler. On kişilik çadırlara tıkıştırdıktan sonra da "Emir gelmeden çadırdan çıkmak yasak!" denmiş. Kısa bir izinden sonra yat borusu çalmış. Üstlerinde çadır, altlarında henüz ezilmemiş dikenli otlar, altlarında incecik ot yataklar, oful puful sabahı yapmışlar. Sabah uyandıklarında kendilerini kendilerine layık bir hava içinde bulmuşlar. Hepsi birşeyler anımsayıp anlatmış ama içlerinden Hasanoğlan’da geçirdikleri geceyi kimse bir daha anmamış! Abdullah Ön sözünü bitirince, "Eee, Ne oldu şimdi?” diye soranlara:
-Bana bunu sormayın, buradan dönünce size de Sarıkışla yolu görünecek. Karabiberler Çiftliği denilen yerde (orada çiftlik falan yok, doğrudan dikenli otların, kertenkelelerin bolca olduğu bir yer) dikenler üstünde sap yataklarda yatacaksınız. Benim masalım burada biter. Ancak sizinki bir süre sonra sil baştan başlayacaktır.
Kahkahalarla gülerken nöbetçi öğrenci bizi çağırdı, yemeğe gittik. Yemek erken yenip, yemekhanede toplantı yapılacakmış. Buna da biraz alındık, bize sormadan toplantı yapılıyor! Biz böyle düşüneduralım yemekte bir öğretmen durumu açıkladı. Gelen konuklar, bu çevrede bir süre kalacakmış, niçin kalacaklarını öğrencilere duyuracak, öğrenciler aracılığıyla en ücra köşelere dek onların ne yapmak istediklerinin duyulmasını sağlayacaklarmış. Zaman zaman kendilerine çalışacak, iş yapacak insanlar gerekecekmiş, bunların çevrede duyulmasını istiyorlarmış. Gözlerimiz, sahne gibi yüksekçe yerde, okul öğretmenleri neşeli neşeli el kol hareketi yaparak yemek yiyor. Oysa biz konuklar da gelecek sanırdık. Öğrendik ki, konuklar binip arabalarına Isparta'ya gitmişler. Bu kez de biz, "Demek kendi kendimize eğlenceğiz” derken araba sesleri geldi. Salona Okul Müdürü Ömer Uzgil'le yanında biri (müdür Yardımcısı olabilir)girdi, bizim masalara geldi, selam verdi, bizi ihmal ettiğini söyledi. Bizden cevap beklemeden:
-Biz birbirimizin kusurlarımızı affederiz, yeter ki dışarıya karşı kusur etmeyelim! deyip Öğretmenler masasında oturan öğretmenimiz Mehmet Öztekin'in yanına oturdu. Bir süre ikili konuştular. Yemekhane boşalınca, bir grup öğrenci elbirliğiyle salonu düzenledi. Az bir aradan sonra çan çaldı, öğrenciler önceden aldıkları kararlar gereğince yerlerine oturdular. Çok düzenli bir giriş, çok sessiz bir oturuş oldu. İstisnasız bizlerde ortalıkta insan yokmuş gibi gibi bir sanı uyandı. İlgiyle bekledik. Ortalıkta bir kaç nöbetçi vardı, onlar da belli köşelerde duruyordu. Az sonra konuklar geldi. O sessizlikten bir alkış koptu ki şaşmamak elde değildi. Bir öğrenci kısacık bir hoşgeldiniz konuşması yaptı. O kısacık konuşmasının içine bizi de ekleyerek, konuklarla bir ilişkimiz olmadığı için bizden habersizler diye düşünürken adımız geçerken hemen hemen tüm konuklar alkışladı. Bi toparlandık, gel deseler koşacağız. Meğer durum başkaymış. Konuklardan bir genç yabancı bir ad söyledi. Orta yaşlı sarışın biri kalktı, tane tane söyleyerek Almanca Guten Abend, Gut Nacht (tam anlayamadığım kısa bir iki söz) dedikten sonra “Sparta, Burdur und see” diyerek, ara ara da elle havada şekiller çizerek konuşmaya başladı. Bizim Öğretmenimiz Doç. Halil Demircioğlu da yakınında durdu. Konuşmacı sözünü bitirmiş gibi durduğu zaman söylenenleri Türkçe olarak o anlattı. Özet olarak çok kendine özgü bir toprak-su özelliği bulunan Göller Bölgesi dediğimiz yerin çok eskilere giden bir geçmişi olduğunu, neredeyse Anadolu içinde olmasına karşın Anadolu insanından çok başka, çok takdire değer özellikler taşıdığını anlattı. “Bugünkü Ispartlıların bu tarihsel değerleri bilmesi haklarıdır, onlara yardımcı olmak için (eliyle, yanında oturanları göstererek) yardım etmeye karar verdik!" dedi. Doç. Halil Demircioğlu çevirisini yaptıktan sonra bir öğrenci açıklama yaptı:
-Bize konuk gelenlere, burada öğrendiklerimizi göstermek isteriz. Çünkü yabancılar Türk insanını neşesiz, içine kapalı, suskun olarak bilir. Biz diyoruz ki hayır, öyle gördükleriniz çaresiz bırakıldıklarındandır. Bakın biz bu çaresizliği aşıyor, aştıkça da öteki insanlardan farksız olduğumuzu kanıtlamak istiyoruz. Bu nedenle arkadaşlarımız size burada kazandıklarının bir bölümünü sunacaktır. Bundan sonra bir öğrenci kendi yazdığı bir yazı okudu; konu, Gönen. Bir öğrenci kendi yazdığı şiiri okudu. Öztekin Öğretmen usulca kalktı, Okul Müdürünün kulağına fısıldadı. Karşılıklı başlar sallandı. Görevli öğrencilerden biri bize doğru yönelince hazırlandık. Öğrenci söyleyince kenardan birer koldan sahneye çıktık. Öztekin Öğretmen konuklara dönerek “Biz Ispartalı değiliz ama onun uzağında da sayılmayız. Az önce konuşan kardeşimiz bizi de anlattı. Bizim onlardan farkımız, birkaç yıl önce köyden bu adı üstünde yeni köy anlayışı yuvalara gelmiş olmamızdır!” dedi, marşları karar verdiğimiz gibi iki sesli, arkasından Ninni ile barkorolu, daha sonra da iki sesli şarkıları söyledik. Başta yabancılar olmak üzere konuklar da öğrenciler gibi alkışladı. Bitti sanıyorduk. Öztekin Öğretmen gülümseyerek:
-Birden bunları duyunca yabancılaştığımızı söyleyenler oluyor. Siz de tanık olun bakalım, neremiz yabancılaşmış! deyip türküleri söyletti. Rektör Ord. Prof. Dr. Şevket Aziz Kansu ayağa kalkarak alkışladı. Yabancılar bile “bravo, schön!” dediler. Okul Müdürü çok hoş oldu, nasıl bir ruhsal duruma girmişse teşekkür konuşması yaparken konuşmasını kesip bir güzel terini sildi. Dağılınca çocukların tavırları değişti. Onların bu davranışları bizi de cesaretlendirdi. Her zaman kendi kendimize söylediklerimiz bir kulağımdan girip ötekinden çıkıyordu, oysa onlar karşıdaki insanların yüzüne yansıyınca değişen yüzlerin yeni durumu, söyleyenin gücüne güç katıyor. Yatarken bir hayli övündük; şaştık, değişmiş bir hava içinde uyuduk.
27 Mayıs 1944 Cumartesi
Sabah okul çanıyla uyandık. Sabah oyunlarına baktım. Onlarda da bir oyun söylemi var ama gruplar değişik etkinlikler yapıyor. Bir birinci sınıfın bir mandolinle oyun oynadığını gördüm.
Kahvaltıda bizi son sınıfların masalarına aldılar. Bu bir onur oldu biçim için. Seçilirse Yüksek Bölüme gelmek isteyen çok. Birisi dergiye yazı göndermiş, dergiyi sordu. Oysa ortalıkta dergi falan diye bir şey yok. Araştıracağımı söyledim. Bizi Konya trenine götürecek kamyon sat 12’de gelecekmiş. Eşyalarımızı hazırladık. Arkadaşlar okul içini, bahçeleri gezmek istediler. Eşyaların yanında gönüllü nöbetçi kaldım. Amacım, karşılaştığımız insanları, olayları sıcağı sıcağına yazmak. Eşyalarımızın bitişiğindeki kapıda KİTAPLIK yazıyor. Küçük sınıflardan bir nöbetçi kapıyı açtı. İzin alıp girdim. Dışardan göründüğü gibi değil, tertipli, oldukça zengin bir kitaplık. İlk aklıma gelen Isparta Halkevi yayınlarına bakmak oldu. Buldum, Isparta Tarihi diye uzun uzun anlatıyor. Ben kitabı okurken elinde bir çubuk bat bat golf pantolununun paçalarına vurarak bir öğretmen geldi. Öğrenci olduğumu bildiği için biraz yukardan bakarak "Isparta tarihi ile ilgili bilgi istiyorum, Sanat Tarihi Öğretmenimize söz verdim ama yeterli bilgi edinemedim!" deyince, Sanat Tarihi öğretmenimi sordu. “Malik Aksel!” der demez irkilir gibi oldu. “Malik Aksel benim eşimin de öğretmenidir. Biz karı-koca Gazi Eğitimi bitirdik. İki yıldır buradayız. Eşim Malik Hocasını çok sever. Ancak gerçekten Isparta’da hatta Burdur'da Malik Aksel'in değer verdiği orijinal eser de yok, kalıntı da!” dedi. Biz konuşurken nöbetçi, az önce sorduğum Isparta Tarihi adlı halkevi yayını kitapçığı getirdi. Öğretmen kitapçığa baktıktan sonra "Bilimsel bir değeri yok ama istersen al; bak içine ‘Kuş Bakışı’ bizim okulu koymuşlar!" dedi. Teşekkür ettim:
Gönen'in uzaktan görünüşü
-Bir Gönen anısı, dedim.
Gönen anısı deyince öğretmen:
-Bak bunu iyi ki anımsattın, bizim, sizin Hasanoğlan gibi özel Gönen simgemiz vardır! deyip bayrak gibi sarılı bir çubuk verdi. Açınca baktım, gerçekten Hasanoğlan girişindeki levhayı andıran bir yazı. Öğretmen bir de Isparta gazetesi verdi.
Gönen Köy Enstitüsü Simgesi
Tam saat 12'de yola çıkacğımız için öğle yemeğimiz öne alındı. Yolumuz hem uzun hem de biraz arızalıymış. Şoför, genç biri, "Yol arızalı, 150 km." deyiverdi. Oradakiler hemen düzeltme yaptılar. "Sen, Keçiborlu, Uluborlu, Senirkent üzerinden Şarkikaraağaç, Akşehir yaparsın!" Şoför gülümser gibi yaparak "Öyle yapacağım!" deyip sözü uzatmadı.
Öğle dinlenmesi olduğu için tüm öğrencilerin alkışları arasında İleri Marşını söyleyerek ayrıldık. Kamyonun gidişine ters dönüp Gönen Köy Enstitüsü'ne bir daha baktık. Gerçekten bana resmi verilen yazı girişte varmış. Yeşillikler içinde Gönen'i Ömer Uzgil Öğretmenimizin 4 yıldır dişiyle, tırnağıyla yoktan var ettiği Gönen Köy Entitüsü'nün hikayesini tam olarak kendi dilinden dinleyemeden rüyada görür gibi ayrıldık. Bir süre sonra yola yakın bir yerde eski, dikili taşlar, yıkıntılar gördük. "Belki de araştırıcılar bunları inceleyecek!" diyerek olasılıklar öne sürerek uzunca bir süre çevredeki uzak-yakın yüksek tepeleri izledik. Küçük ama derlitoplu bir kasabada durduk. Keçiborlu. Öğretmen, bir sorunumuz olup olmadığını sordu. Durmadan kısa bir yolculuktan sonra Uluborlu'ya ulaştık. Meydan oldukça kalabalıktı. Oranın pazarı olabilir diye düşünürken buranın ilkbahar-yaz aylarında hep böyle olduğu söylendi. Özellikle bayanların hazırladığı işler, sergilenip satılıyormuş. Öztekin Öğretmen az durmamızı istedi. Bayan satıcıların yakınlarına gittiğimde kendimi Lüleburgaz pazarında sandım. Tezgahlarda dokunmuş ince beyaz bezler, kalın yün dolaplı dokumalar, konuşmalarda Trakya ağızı konuşmalar. "Te be, oncağızı mı sattın!" “Amanın, ben bülesini görmedim!" Yüzlerine baktım, bayanların başlarında başlık olarak bezler, bezlerin alın üstüne gelen yerde dizili altınlar, ya da altını anımsatan altın rengi paralar. Oturuşları bile bizim köylüler gibi, bir ayak dizden kırılmış ayak yerde teki bağdaş kurmuş gibi. Hepsinde değilse bile çoğunda siyah boyanmış bizimkilerin feracelerinden, yüzler açık. Fazla kalmadık, kalkınca ilk durağımız Senirkent. Burası hakkında gazetelerde yazılar görmüştüm. Tarım Ekonomisi bölümündeki arkadaşımız Hasan Serinken'e zaman zaman Senirkent diyen oluyordu. Senirkentliler, bu bölgenin en başkaldırıcılarıymış. Orada kalmadık. Yolu düzgün değil ama manzara güzel, uzun süre Eğridir Gölünü izledik. Göl yakınlarında köy ya da kasaba yok. Gemi falan işlemiyor. Gerekçe bulamadık. Neyse ki, göl bizi oyaladı, tam üç saat sonra bir yol ayırımına geldik. Duraklar, çay evleri var. Öğretmen indi, biz de indik. Şoför az ileride namaz kılar gibi bir süre eğildi kalktı. Sonra da gülerek yanımıza geldi. "Ben bir saat sonra sizi uğurlayacağım ama gene direksiyon başında Gönen'e döneceğim, belimi rahatlattım!" dedi. Arkdaşlardan hemen soranlar oldu:
- Bir saat mı kaldı? Şoför umursamazca:
- Bir ya da iki. Ben buralara zaman zaman geliyorum ama saate hiç bakmam. Çünkü yolun ıslaklığına kuruluğuna, yoğunluğuna göre zaman değişiyor!
Öztekin Öğretmen, şoförle konuştuğumuzu görünce geldi, tren durumunu sordu. Şoför Çumra'lıymış, sık sık gidiyormuş. "Konya treni kolay kolar aksamaz. O aksaklık Isparta ile Burdur trenlerinde olur, merak etmeyin tren zamanında gelip zamanında kalkar. Bu söze çok sevindik ama sevincimiz kısa sürdü, Eskişehir'den kalkan Konya treni saat 0: 30’da gelip saat 01'de kalkıyormuş. Saat 05'de hayırlısıyla Konya'ya inermişiz. Üzgün gibiyiz, Abdullah Ön uyardı:
-“Şimdiye dek asık suratlarla saatlarca kurulduk. Artık o burukluk bitecek, nereye gittiğinizi bilmiyorsanız söyleyeyim, NASRETTİN HOCA'nın memleketi Akşehir'e gidiyorsunuz. Söyleyin bakalım sizi en çok güldüren Nasrettin Hoca'nın hangi fıkrasıydı?” Birden herkeste bir neşe belirdi ama arkası gelmedi, bir türlü bir fıkra bulup toparlayamadık. Neyse ki bunu düşünen Abdullah Ön bir sifta etti, hepimizin bildiği "Hoca eşeğini yüküyle kaybetmiş, yüksüz bulunca sevinmiş.” Arkası açıldı, "Hatta önce ben anlatacağım!" takazaları bile yapıldı. Muttalip de Konyalı, söz ona verildi. Muttalip:
“Hoca dostlarıyla yarenlik ederken birileri salt Hocaya yeni bir numara yapmak için heyecanla haber verirler:
-Hocaefendi, yetiş, hanımınız aklını kaçırdı! Hoca kurnaz, numarayı çakmış, hiç istifini bozmamış. Yanındakiler telaşlanarak Hocaya:
-Ne duruyorsun Hoca, anlamadın mı yoksa? Karın aklını kaçırmış! Hoca istifini bozmadan:
-Karımda akıl yoktu, onu biliyorum, kaçırdıysa ne kaçırdı? Onu kestirmeye çalışıyorum!
Sıra Konyalı Orhan Doğan'da. Orhan önce özür diledi:
-Ben fıkra anlatıken gülerim, gülünce de fıkranın tadı kaçar; şimdiden söyleyeyim:
“Hoca bir gün eşeğine binip Akşehir pazarına gitmiş. Pazara giderken efkârlanmış:
-Pazara gidiyorum ama, param pulum yok, bu durumda pazarda ne işim var? Türü dalgın giderken eşeğinden inmiş, eşek yedekte gidiyormuş. Hocayı böyle gören iki şakacı sessizce arkasından yürümüş, biri eşeğin ipini çıkarıp arkadaşının boynuna takmış, kendisi de eşeği alıp uzaklaşmış. Hoca ayırdına olmadan bir süre yürüdükten sonra ipteki adamı görmüş. Adam durumunu Hocaya açıklamış:
-Ben insandım ama çok büyük bir günah işleyince Allah beni eşek yaptı, "Doğru dürüst eşeklik yapar sahibini hoşnut edersen seni affederim!" İşte af günüm bu gün, bu saat çıktı. Kısmet bu kadarmış!” deyip ayrılmış. Hoca pazarda şaşkın şaşkın dolaşırken kendi eşeğini görmüş, "Eeee, gene ne yaptın? Bu kez cezan herhalde uzun sürecek! deyip eşeğine elindeki yuları takmış.”
Hoca fıkralarını dinledikçe arkadaşlar açıldı. Ekrem Bilgin, “ben anlatayım” deyip sıra aldı, şimdi anımsamış, beklerse unuturmuş. "Anlat!" denince bir süre güldü:
“Hocanın eşi bir gün Hocaya:
-Ben, bu çocuktan bıktım, ona bakacak halim kalmadı, anne olarak üstüme düşeni yapıyorum, gel gelelim uyutamıyorum; Hoca olarak bunun duasını bilirsin bir an önce ne yapılacaksa yap! Hoca “o kolay demiş, al şu kitabı oku!” Kadın okur yazar değil, şaşırmış:
-Hoca efendi, alay mı ediyorsun? Ben okur -yazar bile değilim, bu kitabı nasıl okurum? Hoca gülmüş :
-Bunun okumakla ilgisi yok, kitaba bakman yeter, deyip kitabı açmış. Az sonra çocuk uyumuş. Hoca karısına dönerek:
-Ben camide herkesi böyle uyutuyorum, açıyorum kitabı bir süre bakıyorum, Herkes tatlı tatlı uyuyor.
Talip Apaydın, fıkralara gülüyor ama anlatmak niyetinde değil, ya da öyle davranıyor. Nasıl olduysa bir kaç arkadaş birden:
- Talip'ten istiyoruz!" dediler. Meğer Talip fıkrasını hazırlamışmış:
“Hocayı bir gün komşusu yemeğe çağırmış. Sofraya oturmuşlar. Yemek dedikleri de Akşehir'in ünlü kirazı ile yapılan nefis bir hoşaf. Kazan dolusu hoşaf Hocanın önüne konur ama kaşık olarak da bir küçük kaşık konup" Buyur" denir. Hoca dayanamaz alır küçük kaşığı başlar. Az sonra ev sahibi kaşıkları bulumadığından söz ederek koca bir kepçeyle atıştırmaya başlar. Kepçeyi doldurup mideye indirdikçe ev sahibi:
-Ah öldüm, vah öldüm! der durur. Öndeki kazan azalınca Hoca dayanamaz:
-Komşu, ver şu kepçeyi de biraz biz ölelim! der.
Talip'e gülenler arasında biraz öne çıkan Kadir Pekgöz yakayı ele verdi:
-Kadir Pekgöz, sıra sende, atlatamazsın! derken Akşehir'e indik.
Akşehir-Nasrettin Hoca Türbesi
Akşehir'e indik ama iş bununla bitmedi. Çevremizi birileri sardı. "Konya'ya tren 6 saatte gidiyor. Otobüsler sizi 4 saatte götürecek.” Oysa biz Konya'ya değil gerçekte Ereğli'ye gidiyoruz. Konyalı arkadaşlar da sustu. Onlar, ince eleyip sık dokumadan gidecekleri yere trenle gidiyormuş. Uzunca bir akıl yürütme olayından sonra trene karar verdik. Önce Konya'ya oradan da Ereğli'ye trenle. Erdeğli'den sonra İvriz'e hangi vasıtayı bulursak ona bineceğiz. Akşehir'de çok beklemedik. Zaten gece yarısı olmuştu, uyuyabilenler uyudu. Arada bir takılmalar oluyor; “Konya'ya mı geldik?” "Uyan, Mevlâna Müzesini geziyoruz”, “Karatay Medresesindeyiz", Meram Bağları falan sayıklarken gittiğimiz yön aydınlanmaya başladı. Sarayönü denilen yerde oldukça uzun durduk. Kaza olmuş. Lokomotifin altında bir hayvan kalmış. Jandarmalar, treni bir süre bekletti. Hava aydınlandığı için fazla sıkıntılı değiliz. Az sonra istasyona girdik. Trenin istasyonda yarım saat bekleyeceği duyuruldu. Çevremizi gene otobüsçüler sardı, Ereğli iki saat, tren dört saat. Bu kez otobüse bindik. İki saat demelerine karşın 3, 5 saatte, gene de trenden bir saat önce Ereğli'ye indik. Ereğli'den İvriz'e bir kamyon da olsa gitmeye razıyız. Ortalığa dağılıp ayaküstü birşeyler atıştırırken bir kamyon kornası sürekli çalmaya başladı. Önce duyunca güldük:
-Bu ne ola ki? Arkadaşlardan el edenler oldu; toplandık. Gönen'den Okul Müdürü Ömer Uzgil telefon etmiş. İvriz Müdürü bu telefon üzerine kamyonu göndermiş. Müdürlere teşekkür ederek kamyona atlayıp İvriz Köy Enstitüsü'ne ulaştık. Kısmetimiz böyleymiş deyip, akşam yemeğine başlamış öğrencilere gülümseyerek bize ayrılan yerlere oturduk. Yemek ayırmak söz konusu değil, önümüze konanları yedik ama bu ne benzerlik; önce kendimi Kepirtepe'de sonra Hasanoğlan'da, arkasından Gönen'de sandım. Sandım ya burası oralar değildi. Ancak yemekler oralardan gönderilmişe benziyordu. Karşılıklı oturduklarımızla göz-kaş işareti yaptık. Yemekhane oldukça büyük; bir yanı besbelli sahne olarak kullanılıyor, Oldukça büyük bir yazı var; KONYA/ İVRİZ KÖY ENSTİTÜSÜ.
Yemekten çıkınca çevremizi bir grup öğrenci sardı. Hemen hemen hepsi küçük sınıflar. Burada son sınıf yokmuş. Ben de buna şaştım; niçin yok? Okul geç açılmış. Hasanoğlan da geç açıldı, Yıldızeli de. Oralara yakın illerden son sınıfları alıp tamamladılar. Konyalı Muttalip cevapladı:
-Onu yapan açıkgözler burasını unutmuş. Bir öğretmenle Öztekin Öğretmenimiz geldi:
-Yorgunsunuz, unutmayın Konya'dayız, gezecek görecek çok yerimiz var, hemen yatıp dinlenin. Gelen öğretmen de bize iyi dinlenmeler dileyip ayrıldılar. Yataklarımız rahattı. Hemen uyarılar yapıldı:
-Bir an önce uyuyalım gelen olursa kaldıramasınlar! Gönen'deki numara dillere pelesenk olacağı işareti verildi. Kendimi yorgun saymıyordum ama yatar yatmaz uyudum.
28 Mayıs 1944 Pazar
Burada da çan çalıyor. Çanla birlikte öğrenci sesleri uykumuzu açtı. Akşamdan ayırdında olamamışız, yattığımız yer, sabah oyunlarının yakınındaymış. Davul çaldı. Davul sesine çocukların bağırışları karıştı. Beni uyaranlar oldu; “Kalk, seninkiler seni bekliyor!" Hemen tepki gösterdim; "Ben akordiyon çalıyorum, akordiyonun yanında davulu, otomobilin ardına takılmış bir kağnıya benzetiyorum” deyince gülenlerin yanında orkestralarda da davul olduğu söylendi. Onlar davulu sırtına alıp güm güm vurmuyor, önlerinde nota, bir gözleri notada bir gözleri de orkestra şefinde! Onlar usta bestecilerin gerek gördüğü yerde ses veriyor, kırda bayırda değil.
Nöbetçi geldi bizi kahvaltıya çağırdı. Akşamki sözümüzü geri aldık. Çünkü beklemediğimiz bir kahvaltıyla karşılaştık. Kahvaltıdan sonra arkadaşlar şakalaştılar:
-O masalarda kalanlar kuş sütü müydü?
-Öğlede onların da hesabını görürüz! Öztekin Öğretmen geldi yorgunluk durumumuzu sordu. "Değiliz!" falan diyenler oldu ama çoğunluk sanki susarak, "Yorgunuz!" demek istedi. Öztekin Öğretmen, biz gerçekte Enstitüleri yakından tanımak için gezi yapıyoruz. Doğrusu Gönen’de bu kurala uymadık. Okulda kaç öğrenci olduğunu sorsalar, ben bir cevap veremem. Orada rastladığımız Araştırmacılar bizim dikkatimizi dağıttı. Burada biraz okul durumuyla ilgilenelim. O nedenle bugün okulda kalalım, yarın Konya'yı öbürsü gün de Karaman'la Ereğliyi gezelim.” Öğretmen günün tarihini sordu. Bilmediğinden değil bizi yokladı. Hepimiz "28 Mayıs!" deyince:
-Bakın işte 30 Mayısa dek buradayız. 3 Haziran’da okula döneceğiz. Bilemediniz, hiç değilse 4 Haziran’da okulda olmak zorundayız. Biliyorsunuz sizin bir kamp sorununuz da var. Orhan Doğan buralarını biliyormuş:
-Karaman'la Ereğli'yi bir günde görürüz, Aralarında hem tren hem de işlek karayolu var! dedi. Önce, tüm grup olarak nöbetçilerle konuştuk. Sonra gruplara bölünüp iş yerlerini gezdik. Abdullah Erçetin, Kadir Pekgöz, üçümüz bizim tarım öğretmenimiz Salih Ziya Büyükaksoy Öğrtmeni aradık. Nöbetçi çocuk bizi oldukça uzakça bir yere götürdü, öğretmen oradaymış. Salih Ziya Öğretmen çok sevindi. Çalışma alanlarımızı sordu, üçümüz de Müzik, deyince duraksadı, bana doğrudan:
-Senin armonikanı anımsıyorum, ama onu bir heves olarak düşünüyordum. Doğrusu sen çiftçi çocuğusun, bunu sürdüreceğini umuyordum. Çiftçi akrabaların da vardı, onları da unutmadım! dedi. Bize sebze bahçesini gezdirdi, biber, patlıcan, havuç, turp, domates, soğan, sarımsak, nohut... Sayılmayacak kadar çeşitli sebze yanında büyükçe bir de meyve bahçesi gezdik. Salih Ziya Öğretmen İvriz Köy Enstitüsünü Kepirtepe'ye benzetti:
-Sizin gibi uzaklara gitmedi ama bu üçüncü konak yeridir! dedi. Öğrencisi artttıkça büyüyeceğini, şimdilik 3 sınıf; 200 öğrenci olduğunu anlattı. Ereğli ilçesini görmemizi söyledi, orasını da gelişmekte olan toprağı verimli, suyu bol bir yer olarak anlattı. Pazar günleri salt nöbetçilerin çalıştığını, öteki günler çocukların bahçelerde çok istekli çalıştıklarını anlattı. Ahmet Korkut öğretmenimin buraya atandığını duymuştum; biraz çekinerek sordum. Salih Ziya Öğretmen “Tanımam mı? Ahmet Korkut Müdürümüzdü. Müdürlük bakımından şansımız biraz gelgeç, Ahmet Korkut'u uğurladık. Ancak o gene Müdür olarak gitti. Gitti ama şans bakımdan nasıl bir şans bilmem! Bizim işler bakımından burasını bırakmak pek şans sayılmaz; hele Erzurum için. Şimdiki müdürümüz de izinli ayrılmıştı, onun için de başka yere atandı, diyorlar. Bu nedenle şans sözü ettim.” Kendisi ayrıldıktan sonra Kepirtepe'nin öğrenci durumunu, bahçeleri, arkadaşları sordu. Az sonra da:
-Durun bakalım anımsayabildiklerimi yerlerine doğru oturtabilecek miyim? dedi. Önce İsmet için, “İsmet köyüne dönmüştür, Hüseyin Serin dönmüştür. Hacı Fettah köyündedir. Ali Güleren köyündedir” deyince Kadir Ali'nin, okuldan uzaklaştırıldığını söyledi. Öğretmen “Başka okula mı nakledildi?” diye sordu. “Ali için, ‘Tarım deposundan fasulye alıp çarşıda sattığı’ söylendi. Bunun üzerine Ali Arkdaşımız okuldan kovuldu” der demez, Salih Öğretmen “Bak buna inanamam. Deponun yeri mi değişti?” diye sordu. Öğretmen kendi kendine konuştu:
-“Depodan arabaya yükleyecek, okulun içinden geçerek Lüleburgaz'a tahıl götürecek. Bence bu olmaz, başka nedenler olmalı. Asıl neden öğrencilere açıklanamayınca böyle denmiş olabilir.” Bu olayın olduğu zamanı söyleyince Salih Öğretmen iyice şaşırdı:
-Yapmayın çocuklar, ne diyorsunuz siz? Ali öyle bir insan mıydı? İşte buna inanamam. 20 yılı aşan bir öğretmenlik deneyimim var, yıllardır halk deyimiyle "Her koyduğum taşı yerinde buluyorum!", ne demek bu, biliyor musunuz? Kanaat yürüttüm mü, hep doğru çıkar; Ali'de yanılmış olabilir miyim? Üzüldüm doğrusu. Hem de son sınıfa gelmiş bir öğrenci! Öğretmen hem üzüldü hem de bizim kanaatlerimize karıştığı için özür diledi. Bu kez de ben:
-Öğretmenim, biz bu masala hiç inanmadık. Ali bir raslantı, o sıra Tarım Nöbetçi'siydi. Bizim olaydan bir hafta sonra haberimiz oldu. Bu bize bir gözdağı vermek için yapıldı. Salt Ali değil, 4. sınıflardan da dört beş öğrenci gitti. Musa Güner, Ali Ergin, adını anımsayamadığım çocuklar.
Salih Ziya Öğretmen sonunda olayı kendilerine benzetti:
-Bizimkisi de öyle oldu, Lüleburgaz'da kalacağımızı düşünerek ev değiştirip onarım yaptırmıştık. Oldukça masrafımız olmuştu. Ev sahibimiz iyi insanmış, masrafımızı ödedi. Ödedi ama bu bana bayağı boyun bükme etkisi yaptı.
Öğretmen bize yeni fidanlığı gezdirirken nöbetçi öğrenci geldi, yemeği haber verdi. Salih Ziya Öğretmen kendi prensiplerini sürdürdüğünü, o nedenle yemeklerini evde yediğini söyleyip ayrıldı. Adımlarımızı sıklaştırıp yemeğe yetiştik. Arkadaşlar takıldı:
-Nerde kaldınız, Ankara'ya yaklaştığınızı sanıp kaçmaya mı kalkınız? dediler. Ankara'ya yakınlığımız uzaklığımız üstüne tartışma başladı. Orhan Doğan dışında kimse doğru dürüst bir uzaklık söyleyemedi. Konya Ereğli'si diye hep duyuyorum ama Konya'nın ne tarafında olduğunu da bilmiyordum. Gerçekte de Ereğli adına büyük bir tepkim vardı. Çünkü bizim Trakya'nın da bir Ereğlisi var; Tekirdağ İstanbul arasında deniz kıyısında. Orasını da görmedim. Ancak bizim ailede hep acıyla anılır. Balkan Savaşı'nda Trakya boşaltılırken Tekirdağ'dan halk gemilere bindirilip Mudanya ile Bandırma'ya gönderiliyormuş. İşte bu taşınma sırasında geminin biri söylendiğine göre Bulgarlar tarafından batırılmış. Batan bu gemide bizim köyün hemen hemen 1/3'ü gitmiş. Babamın bir büyüğü Ali Amcam ailesiyle birlikte o gemiyle sulara gömülmüş. Çocukluğumdan beri dinlediğim bu acı olay hep Ereğli sözüyle birlikte geçtiğinden Ereğli'ye kulaklarım alışık ama daha fazlasına yaklaşmak içimden gelmiyor. Karadeniz kıyılarında da bir Ereğli olduğunu duydum, söylediğim gibi oraya da pek yakınlık duymuyorum. Buna karşın Konya'ya gelmişken Konya Ereğlisine gidilecekse gideceğim.
Biz konuşurken Öztekin Öğretmen geldi, okulun müdürü Recep Gürel, o olmadığı için, yerine Eğitimbaşı'nın baktığını, söz aramızda Müdürlük beklediğini, beklentisi biraz uzunca sürdüğünden kuşkulu, kısacası tedirgin olduğunu, bizim ondan fazla bir ilgi beklemememiz gerektiğini, pazar olması nedeniyle akşam bir gösteri yapıp öğrencilere kendimizi tanıtmamızı, yarın Konya'yı öbürsü gün de Karaman'la Ereğli'yi gezmemizi önerdi. Arkadaşlar sevindiler. İvriz dolaylarını görüp dönünce hazırlıkların yapılacağı kararı alındı.
Öztekin Öğretmen Abdullah Ön'ü yanına alıp gitti. Tam öğretmen gitti, Tarım Öğretmeni Salih Ziya Öğretmen geldi. Karşıdan gelirken arkadaşları uyarmıştık; arkadaşlar saygı gösterdiler. Salih Ziya Öğretmen önce takıldı:
-İçinizden birileri nasıl olsa buraya gelecek, "Kim gelsin!" oyunu yapmak için sizleri görmeye geldim!
Daha sonra köyü tanıttı. Köylülerin çalışkanlığından söz etti. Ereğli için "Sakın görmeden gitmeyin!" dedi. Okul bahçesine dek Salih Ziya Öğretmenle gittik. Oradan ötesi için "İşte şurada” denmesine karşın azıcık yürüdük.
Köylüler, yabancılara alışık, buralara çok gelen giden olurmuş. Yakınlarda kazılar yapılmış, daha yapılacağı söyleniyormuş. Çıkan kalıntıların büyük bir bölümü Hititlerdenmiş. Onlardan sonra Lidya; Frikya, Yunan, Pers, Makedon, Roma, Selçuk daha sonra Osmanlı saltanatına katıldı. (1. kez; 1383, 2. ya da son kez, Fatih Sultan Mehmet zamanında (1480 yılında) katıldı. Değişik uygarlıklardan kalan kalıntılar, salt Ereğli Müzesinde değil, gereğine göre daha korunaklı müzelere de konmaktadır.
Yakın denilen İvriz'den oldukça geç döndük. Öztekin Öğretmen çıkışmadı ama:
-Bari, kalan zamanı iyi değerlendirelim! dedi. Onun, müzik çalışmalarımızdan bir kaygısı yok ama piyes için bir güvensizlik taşıdığı belli. Oysa arkadaşlar köy yolunda durup durup konuşmalarını karşılıklı tekrarladılar. Bize göre çok güzel oynuyorlar.
Akşam yemeğine biraz erken oturduk. Okulda son sınıf olmaması gerçekten bir eksiklik mi? Öyleyse biz bu eksikliği tam dört yıl yaşadık. Ancak, son sınıf olup olmamasını hiç düşünmedik. Çünkü okulun büyükleri biz sayılıyorduk. Özellikle ağır işlerde; ben, Halil Basutçu, Mustafa Saatçı, Sefer Tunca, Arif Kalkan, Hüseyin Serin. Bu altı kişi Kepirtepe büyük binasının yapımında en büyük çileyi çekmiştir,
Herkesin sorusu bu; "Bu enstitünün yeri gelişmeye uygun, neden daha çok öğrenci almıyorlar?” Şevki Aydın sabredemedi, "Yavrum sizi mi tuttu derdi? Ortaklar’ı açar, Kızılçullu'dan 600 öğrenci alır da İvriz'e almaz!” Şevki'ye hak verenler oldu. Hasanoğlan, Yıldızeli sonradan açılmasına karşın ilk yıl açılanlarla birlikte mezun verir de İvriz'le Ortaklar bu hakkı kullanamazlar. "Onlar, fincancı katırlarını ürkütmüşlerdir!” Azıcık geççe döndük; Öztekin Öğretmen daha erken bekliyormuş, karşılaşınca:
-Ne o Müfettiş geriye mi bırakıldı yoksa! dedi. Arkadaşlar, özellikle Fahri Yücel:
-Hayır öğretmenim bırakır mıyız, biz onu çok sevdik; siz bırakırsınız diye kaygılanıyoruz. Öğretmen tepkisel bir gülüşle:
-Yok yahu, siz sahnede oynamayı bu denli hafife mi alıyorsunuz? Ayakta, karşılıklı biraz güvensiz konuşmalardan sonra öğretmen:
-Biliorsunuz Mahir Canova’yı çok severim, sonucu ondan saklayamam, suçu üstünüze yıkarım! deyince Abullah Ön, Mehmet Yelaldı, Hüseyin Çakar, Orhan Doğan hep birlikte:
-İnanın öğretmenim, öveceksiniz! Öztekin Öğretmen.
-Peki öyleyse, deyip döndü. Nöbetçi öğretmeni bizi bekliyormuş:
-Hazırlanmanız için zaman gerekir diye düşündük, buyurun sizi biraz önce yemeğe almak istiyoruz! dedi. Doğrudan yemeğe gittik. Salih Ziya öğretmen geldi. Onlar Öztekin Öğretemenle konuşurken biz biraz hızlıca atıştırıp kalktık. Sahne diye ayrılan yerin arkası açıkmış. Hazırlıklar yapıldı. Zaten programa iki perde alındı. Onun da bir bölümünü Mahir öğretmen işaretlemiş. 1. Perde, belediye başkanı, yanındakilere yaptığı üstüne hava atarken yanındakilerden biri bir haber soruyor. Yakın kasabalardan birine müfettiş gelmişmiş. Belediye başkanı bunu duyduğunu söylüyor ama içine kurt düşüyor. Yanındakiler gidince sanki onlar suçluymuş gibi onların arksından konuşuyor. Kendini alamıyor, kapıcısını karşısına alıp onunla konuşuyor. Şimdiye dek kapıcıyla öyle konuşmadığı için kapıcı önce şaşırıyor. Oyunda kapıcı da başkanın gerçek yüzünü bildiğinden olayın gidişatına uyup kendine düşen rolü yapıyor. Minnettarı olduğu belediye Başkanının ipine takılıyor. İşin öbür tarafında da bir ikili vardır. Efendisi ile uşağı. Efendi genç bir kişizade, gören, eski de olsa kılığından onun bir kont olduğunu anlıyor. Ancak genç kont, içkiye, kumara kendini kaptırmış iflâh olmaz derece yoksullaşmış bir müflistir. Tek dostu babadan kalma sadık uşağıdır. Uzun araştırmalardan sonra bu durumdan kurtulma değil bu durumları bilmeyen yerlerde dolaşıp biraz para toplamaktır. İki kafadar, Petersburg'tan uzaklaşıp Rusya'nın bir ücra yöresine gelmiş, pek geleni gideni olmayan kenar otele yerleşmiştir. Diledikleri kadar gizlensinler, küçük kasabanın dedikoducu insanları, bunları gördükten bir süre sonra da bunları değişik sıfatlara sokarlar. En sonunda da bunların "Gizli Müfettiş!" olduğu kanısında birleşirler. Söylem, dedikoduya dönüşünce Belediye başkanının da kulağına gider.
Oyun bütünüyle 5 perdeliktir, oldukça büyük bir oyundur. Rusya'nın Batı uygarlığına yönelmesinden sonra başlayan Batı ölçülerini benimseyen Rusların bir bakıma Bizim Namık Kemal'imizi andıran ünlü yazarları Nikolay Gogol yazmıştır. Görünüşte bireyler arasında geçer ama gerçekte toplumun tutarsızlığını, Çarlık yönetiminin iyi görev yapmadığını anlatır. Çarlık, Batı gibi olacağını sanarak halkı katmanlara ayırmıştır ama katmanlar genel düzeni canlandıracağına batırmıştır. Gogol bu durumu daha etkili olabileceğini düşünerek 1835 yılında komedi olarak yazmıştır. Bu komedideki yöneticiyi kimi çevirmenler kaymakam olarak göstermektedir. Bizim yurdumuzda kaymakamlar çoğunlukla genç, özellikle de sık sık yer değiştirdiklerinden bu oyuna pek uymamakdadır. Biz, kız arkadaşımız olmadığından bayanlı sahneleri gösteremiyoruz. O sahnelerde Belediye başkanının yetişkin kızı vardır, sahte müfettiş onunla evlenecektir. Bizde Belediye Başkanları daha kalıcı olduğundan kaymakamı değil Belediye Başkanını seçtik.
1. Sahne, Belediye Başkanının evinde geçer, Başkan, Düşkünleri Koruma Müdürü, bir yargıç, sivil Polis Komiseri, doktor. (Kapıcı)
2. Sahne. küçük bir otel odası, bir yatak bir masa, bir bavul, boş bir şişe, çizmeler, bir elbise fırçası. . . . .
Piyesin tamamı oynandığında rolü olan kişiler adlarıyla söylenir. Bizim bölüm bölümlerde rolü olan iki hizmetçi adlarıyla çağırıldığından onların adlarını söylemekteyiz; Müfettişin hizmetçisi, BOBCİNSKİ... Belediye Başkanının hizmetçisi, DOBCİNSKİ.
Oyunun tamamı gösterilemediği için biz iki sahne seçtik. Burada da kendimize göre bir değişiklik yaptık, Sahte müfettişin, gerçekte kitaba göre kumarbaz Kont HIESTAKOF'un gerçek yüzünün önce görünmesini düşünerek ilk sahneye aldık. Böylece karşımıza ilk kez Kont HIESTAKOF'la BOBCİNSKİ küçük odalarında görünecektir.
(Muttalip'le Şerif, çıkınlarına kitaptaki tariflere uygun tül yaka, uzun, beyaz çorap almışlar, Ceket-pantolon zaten benziyordu, hareketleri de birbirine çok yakın)
İlk verilen kararlara göre konuşmaları Mehmet Yelaldı yapacaktı. Burada değişiklik olmuş, sunuşu Konyalı Orhan Doğan yaptı. Orhan'ın gür bir sesi var, onu iyi kullandı. Burada Müzik programımızı tam uyguladık. İstiklal Marşı'nın arkasından 5 marşı iki sesli söyledik. Arkasından 5 şarkıyı da gene iki sesli söyledik. Arkadaşlar, buraya özgü olmak üzere programa bir tanışma eki yapmışlar. Önce Abdullah Ön çıktı, ilini, ilçesini köünü okula ne zaman nasıl gittiğini anlattı. Arkasından Orhan Doğan, kendi durumunu anlattı. Türküleri söyledik. Türküler öğrencileri daha da canlandırdı. Türkülerden sonra Muttalip Çardak okula girişini biraz daha ayrıntılı olarak anlattı. Akşehir-Ortaca köyünden olduğunu anlattı. “O zaman buralarda okul olsaydı köyüme daha sık giderdim!” dedi. Öğrenciler içten konuşmasını sevdiler, çok alkışladılar. Az sonra gösterilecek oyun açıklandı. Bütün bir tiyatro eserinden çok Güzel Sanatlar Bölümü programından bir örnek olması nedeniyle gösterildiği söylendi. İlerki yıllarda kemanlarımızla gelip konserler verileceği söylenince okullarında keman olduğu söylendi. Öztekin Öğretmen kısa bir konuşma yaptı: “Kitaplıklarda binlerce kitap olur ama alıp okunmazsa onlar bir işe yaramaz. Sizin kemanlar da öyle oysa bizim kemanları ağabeyler ellerine aldığında kemanlar bülbül kesiliyor. İşte bu bülbüllere konser deniyor.” Sonra da "Okulunuzdan bizim okula, Ankara/Hasanoğlan'a gelen olursa onları şimdiden bizim bölümün konuğu sayacağım, bu anlattıklarımı tek tek gösterip size iletmesini rica edeceğim” dedi.
Öğretmen alkışlanırken Muttalip Çardak oldukça büyük bir valizle içeri girdi. Arkasından Kamil Yıldırım (HIESTAKOF) Muttalip Çardak (BOBÇİNSKİ) kendi aralarında konuştular. Kamil geçmişteki oyunları nasıl kaybettiğini, kaybetmeseydi şimi Petersburg lüks otellerinde olacaklarını anlatır. Gene düşler kurar. Bu kırsal yörelerdeki insanlarda az para olur ama sayıları çoktur. Bir kişiden alınacak 1000 ruble insanı yorar ama 1000 ahmaktan alınacak birer ruble o denli zor olmaz diye hikaye anlatır. Hizmetçi Dobcinski inanmamakla birlikte inanmış görünür. Onlar konuşurken önlerine perde çekilir öteki sahne açılır. Belediye başkanı, yanındaki kentin sorumluları Çar'a dualar ederler, onlara göre tüm işler düzgün gider. Arada sorumlular, kendi alanları dışındaki işlerin yürümediğini söyleyen bozguncuların olduğunu söylerler. İnanmamış pozundadırlar ama inandıkları yüzlerinden anlaşılmaktadır. Huzursuz oldukları besbellidir. Adamların kahramanca konuşmalara kalkışmasına karşın yürekler selâniktir (bir deyim). Nasılsa halk, bir otelde bir gizli konuğun saklandığını açıklar. Bir başka haber de yakın beldeden gelir: "Müfettişler geziyormuş."
Perde öbür tarafa çekilir, Hıestakof kesin kararını verir, Sahte Müfettiş rolü oynayıp kumardan daha fazla kazanacaktır. Bobcinski'ye durumu anlatır. İkisi de düşledikleri yaşama bir süre olsun döneceklerdir. Perde çekilir. Belediye Başkanı da aklınca kapanı kurmuştur, müfettişin gözlerini varlık içinde doyurup kusurlarını açıklatmayacaktır. Durum izleyenlerce iyice açıklık kazanır. Bu sıra perde iyice açılır. Belediye Başkanının makamı, Hıestakof gerçek bir müfettiş gibi; hizmetçisi Bobcinki gibi Başkanın hizmetçisi Dobcinski de Sahte Müfettişin hizmetinde. Bundan sonraki bölüm verilen karar uyarınca sözlü anlatıldı. Perdenin solu açıldı, yalancı Müfettiş Hıestakof, ilk sahnedeki gibi perişan otel odasında, kaçıp kurtulmanın yollarını düşünmektedir, uşak Bobcinski şaşkın şaşkın onu izler. Perde öbür tarafı açar, gerçek müfettiş gelmiş, Belediye Başkanını karşısına dikmiş hesap sormaktadır. Perde kapanınca oyunun sonu hakkında kısaca bilgi verildi. Zaten vakit oldukça geç olmuştu. Gün pazar olduğundan sabah çalışmaları nedeniyle daha fazlası beklenmiyordu. Karşılıklı alkışlar, sağollarla ayrıldık.
Yatak yerimize gidince olayların o saat geride kaldığı anlaşıldı. Daha önce ikircil bir durum doğmuştu; Önce Konya sonra Karaman. Sonra da önce Karaman, sonra Konya! Yarın kesin Konya'ya gidiyoruz. Kısa bir iki fısıltıdan sonrasını duyamadım.
29 Mayıs 1944 Pazartesi
Kaldığımız yer okulun ortalarında olduğu için çandan çok seslerden uyanıyoruz. Kahvaltıya az geç girdik. Onlar mı öyle istedi? Yoksa konuklara karşı doğal bir durum mu? Haşlama yumurta, çay. Pek alıştığımız türden değil. Hemen tavuk görüp görmediğimiz soruldu. Kamyon geldi, atlar atlamaz yol koyulduk. Konya-Ereğli 150 km. Normal üç saat. Ama binilen arabalar normal gidiyor mu ki? Bizim bineceğimiz okul arabası, ne de olsa dikkatli gider!
Gezeceğimiz yerleri saptamaya şalıştık. Abdullah Ön gene efelendi:
-Vallahi gardaşım bize güvenmeyin, Malik Aksel sınavda bulunursa hükmü ne kadar geçer bilmem ama Köy Enstitülerini görüyoruz, onların nelere gereksinimleri var, o da onları bilmeli!
Göreceğimiz yerleri sayanlar var, Mevlâna Müzesi, Karatay Medresesi, Halkevi, Meram Bağları başka başka başka? Ulu Cami! Atma, orada Ulu Cami yok. Niçin olmasın? Ulu Cami Burdur'da bile var. Küçük yerlerdeki camileri büyük göstermek için Ulu Cami sıfatı takıyorlar. Tam üç saatte Konya merkezine indik. Büyük bir kalabalık var. "Pazar mı var? " diye soranlar oldu. Orhan Doğan:
-Ne diyorsun, burası Konya, Türkiye'nin en büyük ili, buraya dışardan çok insan gelir. Orhan Doğan sözünü düzeltmek zorunda bırakıldı. İstanbul'un, İzmir'in, Ankara'nın nüfusları söylendi. Orhan, toprak alanını kastettiğini anlattı. Bu arada tarihteki Konya'yı anlattı. Buna da ben karşı geldim. Çünkü anlattığı olaylar Konya değil Karaman'a aitti. Böylece Konya-Karaman tartışması büyüdü. Karaman hakkında tek bildiğim Karamanlı Mehmet Bey'in "Dergâhımda Türkçe konuşulacak!" buyruğu idi. Bir de arkadaşlarımız Bekir Semerci ile Veli Demiröz'ün derslikteki tartışması. Bekir Semerci Karamanlı, "Kurtuluş Savaşı'nda Konya'nın dört yanını isyanlar sardığında Karamanlıların bunlara karşı koymaları, hiç değilse onlara katılmamaları”. İndiğimizde Öztekin Öğretmen, Abdullah Ön'le Mehmet Yelaldı'yı alıp Milli Eğitim Müdürlüğüne gitmişti. Onları beklerken tartışmalar atışmalara dek büyüdü. Öğretmen gelince durum değişti. Mevlâna Müzesine her gün herkes giremiyormuş. Okul olarak bugün bize özel izin çıkmış.
Arka Sol Mevlânâ Türbesi Arka sağ
Öztekin Öğretmen de daha önce gelmiş ama gezememiş. Bizden daha çok hevesli. Ancak hepimizin hevesi görevliyle ilk karşılaşmada soğudu. Çünkü görevli önce "Bugün kapalı!" dedi. Milli Eğitim Müdüründen söz edince de "O buraya karışmaz!" diye diretti. Orhan Doğan salt korkutmak amacıyla “Vali Bey’den izin alsak gezebilir miyiz?” deyince adam bu kez "Nerde bulacaksın bu vakit Vali Bey’i?” diye sordu. Orhan, Vali'nin adını biliyormuş "Nizamettin Amca bugün evdedir, gider izin alırız!" deyince takkeli adam, takkesini çıkarıp kafasını sildi. Gözünü kaşını oynattı. Tam konuşacağı sırada yandaki kapıdan dört kişi çıktı. Onlardan biri bize bakıp:
-Ziyarete mi geldiniz? deyince az uzakta bizi izleyen Öztekin Öğretmen kendini tanıttı. Dört kişiden biri memnun kaldığını söyleyip geri döndü; gülümseyerek “Siz zaten yanlış kapı çalmışsınız, isteyeceğiniz bilgiler burada!” deyip iki kanatlı bir kapıyı açtı, Yığınla kitap. Adam kitapların dağınık olma nedenini yeni tasnif işine bağladı. İçeriye seslendi. İç odadan bir genç çıktı, bizimle ilgilenmesini söyledi. Genç bizlerin yaşında ama oradaki çalışmalara uymuş, yaşlı gibi konuşuyor. Üstadımız, pîrimiz sözlerini Mevlâna derken sık sık kullanıyor. Mevlâna deyince hepimiz bir saygı duyuyoruz ama bu biraz yerine gitmeyen bir saygı oluyor. Çünkü çok yazdığı söylenmesine karşın hiç bir şiirini bilmiyoruz. Genç bunu üstadın Farsça yazmasına yordu. "Farsça'dan çevrilince bir çok şiirini hep bileceğiz!” dedi. Çeviri işinin başladığını, az önce çıkanların iki yıldır bununla uğraştığını, önce Mesnevi'yi çevirdiklerini, Mesnevi’yi bitirince divanını, daha sonra da ötekilerini ele alacaklarını anlatınca bakıştık. Genç bilgisizliğimizi anladı; sordu:
-Mesnevi nedir bilir misiniz? Bildiğimizi söyledik:
-Divan Edebiyatında bir şiir türü, aa-bb-cc uyumunda sıra kafiyeli şiir. Genç “doğru ama bu, dediğiniz gibi kafiyeli de, Üstat eserinin tamamına bu adı vermiş. Mesnevi tam 26000 beyit, failâtun, failâtun, failün kalıbıyla yazılmıştır.” Hemen parmaklar oynadı: 52 000 mısra. Genç, “Divan daha büyük, Fihi Mafi” derken bizimle konuşup içeriye alan geldi. Öğretmeni içeriye davet etti, biz biraz rahat kalıp kitapları karıştırdık. Fahri Yücel, Fihi Mafi ciltlerinden birini almış, Kadir Pekgöz'ün kucağına sıkıştırırken gelenler oldu, onlar da deminki çıkanlardı. Birisi namaz takkeliydi. "Kızarsa bu kızar!" diye düşünürken adam kızmadı, tersine güldü. Kadir'e bakarak:
-Birine itiraz ediyorsun oysa daha öteki ciltleri var! dedi.
Bu kez ben sordum:
-Mevlânâ hiç kısa şiir yazmamış mı,Yahya Kemal Beyatlı, Faruk Nafiz Çamlıbel gibi falan? Başı takkeli ama yüzü düzgün genç adam bana sordu:
-Şiir yazar mısın?
-“Denedim ama başaramadım, şimdi müziği deniyorum. Ancak şiir okumayı çok seviyorum. Şiir defterimde 50 şiir oldu.” Böyle deyince “Divan Şiiri'yle aran nasıl?” 3 Necati, 3 Ahmet Paşa, 3 Fuzuli, 3 Baki, 3 Nef'i'den olmak üzere 30 kadar ezberimde şiir var.” Adam yüzüme baktı, bakarken yüzünün değiştiğini gördüm.Kaşlarını çatarak sordu:
-Şiir yazmıyorsun, ne kazanacaksın şiir ezberlemekten?
-Şimdi müzik çalışıyorum ama müzik öğretmenliği yapmayı hiç düşünmüyorum, okumayı sürdürebilirsem Müzik pedagojisi okuyacağım (Avrupa'da). Bu olmazsa Edebiyat Öğretmenliğine geçeceğim.
Beni dikkatle dinledikten sonra:
-Sen biraz zikzaklı olmakla beraber yolunu çizmişsin. Ben de Edebiyat okutuyorum. Ama başlanıçta hiç böyle düşüncelerim yoktu. Çünkü koşullarım sınırlıydı. Edebiyat Fakültesinde açık var dediler, "Eyvallah!” deyip girdim. Dilerim isteklerinin en iyisine kavuşursun. Tüm insanları seven, bağrına basan Mevlânâ seni de düşünmüş. Mülemma bilir misin? Bir yazı türü, buna Makaronik de derler. Genellikle iki dille yazılır diye anlatırlar ama bu yeterli değildir. Değişik dillerden seçilmiş sözleriyle yazılmış şiir dersen daha doğru olur; okudukça öğrenceksin” deyip dosyasından bir kağıt çıkardı:
-“Üstünde gazel yazdığına bakma, onu yazan beyit düzenine bakıp öyle yazmış. Sen bunu ‘mülemma' olarak bil!” deyip verdi.
GazelMahest nemîdânem hurşit ruhet yâneBu ayrılık oduna nice ciğerim yâneMürdem zi firâki tî mürdem ki heme dânentAşk odu nihân olmaz yanar düşücek câneSevda-i ruhi Leylî şûd hâsılam ma hayliMecnun bigi vaveylî oldum yine divâneSâad tir zened dil an Türkî keman ebrûFitneli elâ gözler çün uykudan uyâneEy şah Şucâeddin Şems ül hâk-i TebrisîRahmetinden eğer ne’ola bize bir katre dâneMevlânâ
Gidenler gelince Öztekin Öğretmen çıktı, kendisinin acıktığını, başka acıkanlar varsa mola verilmesini önerdi. Hep birlikte acıktığımızı söyledik. Kebapçılara dağılırken Öğretmen:
- Toplanınca Alaettin Tepesine, Karatay Medresesine, daha birçok yere gideceğiz! Özellikle Atatürk Anıtı'nı görmek istediğimi söyledim. Nedenini sordular. Ben de “kimse üstüne alınmasın, ben Atatürk'e bağlılığı onun söylediği sözleri tekrarlamak değil adına yapılan anıtların bakımına, ortaya koyduğu ilkelerine uyan çalışmalar olarak düşünüyorum. Düşmanlardan kurtardığı Türkiye'yi Türk Gençliğine emanet etmiş. Atatürk'ü seven her genç kendisine verilen o yazılı buyruğu ezbere bilmeli, sık sık da okumalı.” Ben bunu deyince karşı olanlar çıktı;
-Ezberleyemeyenler?
-Ayıp ayıp, trende giderken bir piyesi ezberleyen insanlar hitabeyi için ezberleyemesin? Faruk Nafiz Çamlıbel'in Akın piyesini oynayan arkadaş 800 mısra ezberlemişti. Öğretmen Gençliğe Hitabe’yi oku deyince bilmediğini söyleyebilmişti. Ben bunu şunun için açtım, bizim derslikte iki arkadaş (ikisi de Konyalı) Kurtuluş Savaşı süresinde isyanlar üstüne bir süre atıştılar. Askerlik, Devrim Tarihi derslerinde bunlar uzun uzun konuşuldu. Delibaş İsyanlarını hep biliyoruz. O isyanları yapanlar, özellikle de hepsinin çocukları günümüzde yaşıyor. Bunların çoğu görev başında, çocukları Konya Türk Gençliğini oluşturuyor. Böyle bir ortamda Atatürk sevgisini nasıl ölçüp bir değerlendirme yapabilirim? Amacım bu! Arkadaşlardan, "İşin mi yok! Olumlu ya da olumsuz bir sonuç sana ne kazandırır?” Topluca cevap verdim :
-Sizde olmayan bir duyarlığın bende olduğunu. Gene de konuşa konuşa topluca Atatürk anıtına gittik.
Atatürk anıtı
Ben:
-Sırçalı Mescit'e, İnce minareli'ye, Ulu Cami'ye, Kubbe-i Hadra'ya, Kesi Bağlarına gideceğiz!" dedim. Orhan Doğan hemen sordu:
-Sen nereden biliyorsun bunları? Malik Aksel Öğretmenin ağzından çıkan tüm adları yazdığımı, zaman zaman da arkadaşım Abdullah Erçetin'in karışık adları not edip bana verdiğini anlattım. 2. sınıflar bir süre gülüştüler.
Yemekten sonra toplandık, gideceğimiz yerleri yakınlığına göre sıraladık. Sıra da benim söylediklerime göre yapıldı. Karatay Medresesini gezerken (oldukça bakımsız) bize bilgi veren Karatay Medresesinin Mevlâna zamanında yapıldığını, yapıldığı zaman Mevlâna Hazretlerinin açılışa geldiğini anlattı. Hazreti Mevlâna'nın açık yürekli konuşmaları alıp kötüye yoranlar, bu açılışta da şöyle bir soru sorarlar:
-İyi, Allah'ını seven bir insan için en helâl oturuş yeri neresidir? Mevlâna bu sorunun dinsel duygularla sorulmadığını bildiği için:
-En iyi oturuş yeri yârin kucağıdır!" der. İşte bu olay bu binanın açılışında olmuştur. Öyleyse Medresenin yaşı Mevlâna'dan büyük değildir. Medreseden çıkarken elimdeki kağıda bakarak:
-Sırmalı Medrese! deyince adam beni uyardı:
-Buranın bir adı da Sırmalı Medresedir. Böylece benim Konya rehberliğim son buldu. Neyse ki pek az arkadaş duydu.
ESKİ KONYA'DAN BİR GÖRÜNTÜ-YEŞİL TÜRBE-ULU CAMİ
Gezme sırası tam çarşıya gelmişti, şoför kibarca saat sordu, açık açık geç kalmaktan söz etti. Öztekin Öğretmen derslerde yaptığı gibi ellerini şaplatıp kamyonu gösterince atladık. Yollarda pek araba yokmuş, gelmemizin gerektiği zamanda döndük. Öğrenciler yemekleri yemiş, okuma saatine girmişler. Oldukça rahat yemek yeyip yerimize çekildik. Yarınki yolculuk trenle! Konya- Karaman 110 km. Bu uzaklık tren mi, kara yolu mu? Gülenler oldu; ne fark eder?
Okula sessizce indik, sessizlik içinde yemeğimizi yeyip yattık. Yattık ama uyumak için değil gürültü etmemek için yattık. Yarın gideceğimiz Karaman'da ne göreceğiz? Orhan Doğan, Karaman üstüne çok bilgiliymiş, uzun uzun anlattı.
Karaman, Türkler Anadolu'ya yerleşmeye başlayınca gelişen ilk büyük kentlerden biriymiş. Gerçi Konya nüfus olarak kalabalıkmış ama halkı, Rum, Ermeni, Bizans, Arap, Acem, Hint, Mogol, hatta ticaret amacıyla gelip yerleşmiş Mısırlı, İtalyan, Alman bile bulunuyormuş. Ancak dinsel olarak özgür sayılmalarına karşın Hıristiyanların Ortodoks kolu sürekli ağır basmıştır. Bunların baskısıyla İsa adına yapılan İkon sanatı gelişmiş, sonraları kentin adı İkonya olmuştur. Bir süre İkakon denmiş, Böyle denmesine ise Ortodoks Hıstiyanların çok oluşu, Katoliklerin kiliselerde İsanın resimlerinin makbul olmasına karşın, Ortodoks kilisesine İkon dedikleri küçük heykelcikleri yapan ustaların ün salması sonucu kentin adı İKONİA olmuş. Söylene söylene zamanla Konya'ya dönüşmüş. Türkler geçince kesin olarak Konya adını almıştır, Konya.
Karaman, yapılan kazılarda bulunan kalıntılara göre Hititler zamanında da varmış. Öneğin kentin ortasındaki Basık Tepe denilen kale, Selçuklu -Karamanoğlu dönemlerinde onarılmıştır. Karaman'ın eski çağlardaki adı Laranda imiş Türkler kenti ele geçince bunu Lârende'ye çevirmiş. Karamanoğlu Beyliği kurulup çevreye egemen olunca da Karaman olmuştur. Karamanoğlu Beyliği 1460 yıllarında ortadan kalkıp Osmanlı Devletine bağlanınca resmi adı Karaman kalmasın karşın, halk arasında Lârende adı bir süre anılmış. Cumhuriyet döneminde İl-ilçe bölümü yapılıp kesin bir birlik sağlanınca Karaman kendi adıyla Konya iline bağlanmıştır. Karaman Kalesinden başka Selçuklu-Karamanoğullarından kalma görülmeye değer önemli yapılar var; Emir Musa Külliyesi, Hatuniye Medresesi, İbrahim Bey Külliyesi, Maderimevlânâ Camisi ile Selçuklular zamanında Türklerin Anadolu'ya girip yerleşme sürecinde büyük emeği geçmiş halk belleğinde namı kalmış çok kimsenin türbeleri bulunmaktadır.
30 Mayıs 1944 Salı
Akşam dinlenik uyuduğumuzdan erken uyandık. Öğretmen sorarsa ne yanıt vereceğiz? Tekrar buraya mı yoksa Ereğli’den ver elini Kayseri’ye mi? Nöbetçi öğrenci bizi kahvaltıya davet etti, gittik. Ayrı masa hazırlamışlar. Sütlü yumurtalı kahvaltı ettik. Malik Aksel Öğretmenin öğrencisi olan Resim dersleri öğretmeni nöbetçiydi. Temiz giyimli bir bayan. Kahvaltıdan sonra eşi de Öztekin Öğretmenle geldi. Öztekin Öğretmen kahvaltıyı uzatmadı. Kamyona atlayıp Karaman İstasyonuna indik. Öztekin Öğretmen hemen, dikkat:
-“Dönüş trenini, öğrenip gezecek yerlerimizi ona göre sınırlayalım, uygun düşerse Ereğli'ye geçebiliriz.” Şevki Aydın'la Hüseyin Çakar istasyona girdiler, biz de Halkevi yakındaymış oraya yürüdük. Hiç aklımızda değilken buradan Ereğliye, orasını görüp yarın erkenden Kayseri'ye geçme önerisi hepimizin hoşuna gitti. Halkevi bahçesinde çaylarımızı içerken bilet işine bakanlar, Şevki ile Çakar geldi. "Bir iyi, bir kötü haber!" dediler. Öztekin Öğretmen “haberleri sona bırakın tren durumu nedir?” 3 saat sonra tren varmış, ancak ya tam biletmiş, ya da herkes pasosunu göstererek biletini alacakmış. Saat tam 12:00, yetişir miyiz? Hep birden:
-YETİŞİRİZ!
Trenden inip eşyalarıyla yanımızdan geçenler vardı. "Keşke biz de eşyalarımızı alsaydık!” diyen oldu, Öğretmen bu söze oldukça sinirlendi. “En sevmediğim bu tür kararsızlıklardır. Grup gezilerinde herkesin sorumlulukları vardır. Eşyası olmayan öyle düşündüğünü söylerse ben de ona sorumsuz hatta tüfeyli derim; başkasının sırtından geçinenler bunu yapar!” Öğretmenin öfkesini kesmek için olacak; Muttalip bizden ayrılarak karşı yol kıyısından giden birine yaklaşır gibi yaptı. Adam yüküne yardım etmek için yaklaştığını sandı:
-Yok, yok gardaş ağır değil! deyince Muttalip çaktırmadan döndü. Arkadan gelenler vardı, durup onlara Halkevini sormak istedik. Bizi izleyen önceki yüklü adam bağırdı:
-Yabancısınız, neresini arıyorsunuz? diye sordu. "Halkevi!" deyince “düşün peşime” deyip yürüdü. Az önümüzde bir köprü vardı, eliyle köprünün bize göre sağını gösterdi. Köprü, eski ama sağlam. Birisi:
-Alaettin Keykubat köprüsü, ötekisi:
-Keyhüsrev! derken Öztekin öğretmen azıcık çıkıştı:
-“Kuzum siz çok mu sıkıldınız? İstemiyorsanız dönelim. Boş boş konuşmalarınızdan bunu çıkarıyorum. Vakıa, siz bunları okudunuz ya da duydunuz ancak "Yel üfürdü su götürdü!" Durup durup bunları söylüyorsunuz. Keykubat'la Keyhüsrev'in burayla ne ilgisi var? Bilen varsa birisi anlatsın da dinleyelim.” Arkadaşlar birbirine bakıştılar. Abullah Erçetin:
- Bilse bilse İbrahim bilir bunu! deyip bana bakınca, Öztekin Öğretmen kahkahayı bastı:
-Sordum ama doğrusu ben de bilmiyorum, söyle İbrahim öğrenelim şunu! Bildiğim kadarını anlattım:
-Keyhüsrev, İsadan önce 6. y.y'de yaşamış büyük Pers İmparatorluğunu kuran, tüm Anadolu'yu ele geçiren Persepolis şehrini kuran, esir Musevileri Babillilerin sürgününden kurtaran Perslerin büyük hükümdarı. Key, güzel, güçlü, korkusuz, kahraman anlamına gelirmiş. Konya Selçuklularının Beylik ailesinden gelen hükümdarlara da ona özenerek Key, yani güzel, güçlü, korkusuz anlamına gelen ön ek takılırmış. Alaettin Keykubat, İzzettin Keykavus, Gıyasettin Keyhüsrev v.b. gibi. Konya Selçukluları Farsça konuştuğu için, kendilerini o eski büyük Pers İmparatorluğunun devamı saydığından benzer adları almışlar. Bunlar arasında Keyhüsrev de var ama tek olarak söylenmemektedir. Örneğin Nizamettin Keyhüsrev. Karamanoğlu Mehmet Bey'in Türkçe konuşulma buyruğundan sonra bu anlayışlar değişmiştir.
Karaman'dan iki Görüntü
Köprüyü geçip az ileride Halkevini gördük. Halkevinde görevliler varmış, bizimle ilgilendiler. Zaten oturduğumuz yerin hemen karşısında bir kara tahtaya yazılmış:
Tarihi yaşamış ve yaşatmaya andiçmiş Karaman'ımıza hoş geldiniz! Bu ilk gelişinizse karşılaşacağınız her Karamanlı, Karaman'da görmek istediklerini gösterecek, sorularınızı cevaplandıracaktır!Ayrıca halkevimizde Karaman'ı tanıtan kitabımız vardır, alabilirsiniz!
Karaman Halkevi Başkanı!
Yazıyla ilgilenmemiz, biraz yüksek sesle konuşmamız, karşımızdakilerin dilkkatini çekti, oldukça yaşlı görünen biri yanımıza geldi, bizi başıyla selâmladı, öğretmenin elini sıktı. Bize dönerek:
-Tarih derslerinde Selçukluları okudunuz. O bilgileri anımsarsanız Karaman tarihinin de yarısını bilmiş olursunuz! deyip güldü. Sonra da:
-Karamanlı olduğum için Karaman'ı kayırdığımı sanmayın Karaman şimdi Konya'nın bir ilçesi, nüfusu 10.000 kadar. Konya ülkenin, toprak olarak en büyük ili. Bunlara bakıp Karaman'ı küçümsemeyelim. Karaman tarihte neyse gene odur. Çaldıran'ı alan Türkler katıksız olarak ilk birliğini Karaman’da kurdu. Bu ruh, günümüzde de sürmektedir. İlk Osmanlı padişahları eşlerini Karaman'dan seçiyordu. Orhan, I. Murat II. Mehmet (Fatih) gibi. Osmanlı ordusunun en güçlü olduğu zaman kullandığı atlar Karaman atlarıydı. Düşünün 200.000 at, tamamı Karaman atı. Koskoca Osmanlı Ordusu Karaman atlarıyla Viyana kapılarını zorladı. Gezeceğimiz yerlerin başında Hazreti Mevlânâ'nın eşi, çocukları, torunlarının kabirleri gelir. Onlar neden burada? Çünkü Konya'da o zaman hiç bir kimsede güven duygusu yoktu.
Karaman üstüne bir süre güven duyucu, göğüs kabartıcı güzel sözler dinledik. Rehberimizin ayrıntılı açıklamlarını dinleyerek Karaman Kalesini gezdik. Daha önce kale görmemiştim ama Ankara kalesine baktıkça tüm kaleleri öyle düşlüyordum. Bu ise bir sığınak gibi geldi bana, nerden nereye top atılacak? Köprüden geçtik, eski ama korunmuş, Bıçakçı Köprüsü! Adının neden Bıçakçı olduğunu öğrendik. Münire Hatun Türbesi dediği yer Mevlânâ'nın annesinin türbesiymiş, çok bakımlı. Buna karşın öteki kalıntılara hiç benzemeyen, tümüyle onların zıddı bir yıkıntı gösterdi. “Alaettin Bey Külliyesi” dediği yerde bir kümbet yok olmayı bekler gibiydi. Nedense bir yerleri iyice onarılmış, kullanılıyormuş. Rehber sesini yükselterek:
-Orası çok görkemli bir külliyeydi. Tümüyle kullanılıyordu. Fatih Sultan Mehmet'e karşı gelen Karaman Beyine açılan savaşta Karaman Beyi savaşı kaybedince muzaffer olan Fatih'in Sadrazamı Gedik Ahmet Paşa tarafından yıktırılmıştır. Ancak caminin bitişiğindeki 12 köşeli kümbet sonradan özgünlüğü korunarak gene onarılmış, işgörür duruma getirilmiştir. Binadan yola çıkarken arkadaşlar sordular:
-Karaman'ın koyunu sonra çıkar oyunu! Nereden kaynaklanıyor? Bu kez kılavuz, “Benim, Mevlit Öğretmen olarak şahsi kanaatim, bunun uydurma olduğu, Karaman'la bir ilgisi bulunmadığı ancak, gene de akla uygun bir hikâye yakıştırıldığından yanadır. Fatih Sultan Mehmet'le zorunlu barış anlaşması yapan Karaman Beyi'nden kesin söz alan Fatih, onun koynuna bir güvercin koyduktan sonra “Bu güvercin bana gelirse anlaşmayı bozduğunu anlayacağım!” demiş. Fatih ayrıldıktan az sonra güvercin Fatih'e gitmiş. Bu olaya dayanarak yakıştırılmış deniyorsa da ben buna katılmıyorum. Kimseye sitem etmek istemem ama öteden beri Karaman'ı kıskanan Konyalılar bunu yakıştırmış olabilir demekten de kendimi alamıyorum.
Daha güzel yerler göreceğimizi bilmemize karşın trene yetişmek zorunda olduğumuzu söyleyerek ayrıldık. Gecikmeli olarak öğle yemeklerimizi yedikten sonra istasyona indik. Burdur-Isparta-Ereğli arası trenler hep varmış, genellikle de bunlar yük trenleriymiş ama kimisine bir vagon ekleniyormuş. Şansımıza vagonlu çıktı. Sabahki hesabımız göre bir saat daha kazandık. Gündüz gözüyle çevreyi çok rahat izledik. Yön şaşırmanın ne olduğunu burada anladım. Zaman zaman çok uzaklarda yüksek tepeler görünüyor, onları belleğimdeki haritada yerelerine koyamıyorum. Koyamayınca hangi yöne gittiğimi kestiremiyorum.
Ereğli’ye erken vardık. Fabrikanın boşalıp dolma saatiymiş. Şimdiye dek gördüğüm fabrikalar içinde Alpullu Şeker fabrikasıydı. Dolup boşalırken çok görmüştüm. Çıkanları, sayısızmışçasına kalabalık olarak algılıyordum. Bir de panayırları anımsıyorum.Buradaki fabrika da oldukça büyük.Ben fabrika düşlerken arkadaşlar,önce müzeyi görmek istediler. Müze diye bir yıkıntılı yere götürdüler bizi. İlk bakışta karışık gibi bir görüntü vermekle birlikte tarihten bildiğimiz ülkelerin bir çoğunun adları yazılı:
Pers İmparatorluğunun Kurucusu Kurus (Keyhüsrev) kabartması
Kur'an'da adı geçtiği söylenen ZÜLKARNEYN (Büyük İskender) kabartması
Başta Hititler. Frikya, Libya, Asur, Babil, Yunan, Med-Pers, İskender, İskender sonrası, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı'lardan başka tarih öncesi zamanlardan kalma buluntular var. Asıl Ereğli dolaylarında arkeolojik kazıları geçen akşam Gönen Köy Enstitüsü'nde gördüğümüz Sedat Alp başkanlığında bir ekip düzenliyormuş. Arkadaşlarda hemen bir kuşku uyandı, bizim öğretmenimiz Doç. Halil Demircioğlu da ona katılır mı? Katılırsa bizi bırakır mı? Abdullah Ön, garanti(!) verdi:
-Katılsa bile bizim dersleri bırakmaz. Gelemediği günlerde bizi buraya çağırır (!) O nedenle siz İbrahim'in övüdünü unutmayın; Gençliğe Hitabe'yi en çok Doç. Halil Demircioğlu ister. Bir de Binbaşı Nuri Teoman!” Nuri Teoman sözü edilince kamp anımsandı: "Vayyy! kamp gene geldi mi?” 2. sınıfların anlattıklarıyla bizim kampların bir ilişkisi yok gibi. Hele bizim Kepirtepe kampı kamp mı idi, dinlenme mi?
Tren gelince binip İvriz Köy Entitüsü'ne döndük. Öğrenciler tümüyle okuma saatinde, çıt yok. Bize yemek ayırmışlar, sessizce yeyip yerimize geçtik. Yolu bilenler, yarının biraz zorlu geçeceğini söylüyor. Ereğli-Kayseri arası 210 km. Ankara, Sivas ayırımları için bekleme var. Kayseri Pazarören 70 km. Yola, "Kötü!" dememek için "İyi değil!" diyorlar; siz bunun yorumunu kendinize göre yapın!
Herkes kendine göre bir yorum yapmaya kalkınca iş biraz karıştıktan sonra konuya ciddi olarak dönüldü. Birkaç öneri tartışıldı; Kayseri'yi gezip görmek, sonra Pazarören'e gitmek. Önce Pazarören'e gidip Hasanoğlan'a dönüşte Kayseri'ye uğramak. Gün olarak bildirmek gerekirse; 31 Mayıs Kayseri, 1 Haziran Pazarören. Gece treni ile dönerek 2 Haziran yolda geçer, 3 Haziran 1944 sabahı Hasanoğlan'da oluruz. Zonguldak grubu da öyle hesap ediyordu.Ancak Ulukışla -Kayseri arası uzun bekleyiş planlarımızı bozdu.Kayseri'ye indiğimizde ise herkes kaç km. gezdiğimizi hesaplamaya kalktı. Arkadaşların çoğu biliyor, ben hep not tuttum. Belki tamı tamına değil ama hiç değilse bir fikir verir. Arkadaşlara okudum:
Ankara-Isparta=333 km, Isparta-Konya-Ereğli=411+333 km. toplam 744 km. Ereğli-Kayseri 218 km. 744'e eklersek 962 km. Kayseri-Ankara 316 km. bunu da ekleyince toplam 1278 km. eder. 1278 km. Gezdiğimiz 1278 km. yol için bir iki "Oooo, uuuu” dendikten sonra İstanbul-Ankara, Ankara-Erzurum, Erzurum-İzmir yolları karşılaştırıldı.
Söz uzayınca bir ağaca çıktım, bağıra çağıra kentlerin uzaklığını söyledim. Söylerken de söylediklerimin doğru olmadığını biliyordum. Karşı koyanlar oldu. Onlara dönüp paylamak üzereyken Muazzez'in de aralarında olduğunu gördüm. Muazzez'e oradan ayrılmasını söylemek üzereyken birden duraksadım. Kıza Muazzez deyip duruyorum ama gerçekten öyle değilse. Yeni bir fikir geldi aklıma, Sabahatin Ali'nin Kuyucaklı Yusuf adlı kitabında bir Muazzez vardı. Milli Eğitim Bakanlığı kitaplığında o kitabı görmüştüm, hemen bakıp doğruysa Muazzez'e bağıracaktım. Dora Abla telaşımı sordu, olayı heyecanla anlattım. Dora Abla sorduğuma bambaşka bir yanıt verdi:
-Ben Müzeyyen'i tanırım, o öyle modern biri insan değildir! deyince Muazzez'in gittiğini gördüm. Bütün avazımla bağırdım:
-Muazzez!. . . . . . Gitme, dur!. . . . Oturup, arkadaşlara baktım, hepsi uyuyor. Mehmet Zeybek öksürdü. Rüyam sahici gibi aklımda, öylece uyudum.
31 Mayıs 1944 Çarşamba
Saat 7'de hazır olduk. Tren tam 8'de kalkıyormuş. "Ohooo, daha çok zaman var” falan derken trene zor yetiştik. Ereğli'de bulunan ünlü parçaların resimlerini tek yanlı, defter gibi bastırmışlar. Onlardan birer tane hediye ettiler. İstasyona zamanında vardık ama Ereğli yoğun bir üretim merkezi olduğundan her yana vagonlar ekleniyormuş. Dağıtılan eski resimlere baktık: Hereklia Kenti kalıntıları, Hitit taş işleri, ev eşyaları, Frikya savaş, tarım aletleri, Yunan heykelleri, Selçuk, Osmanlı sikkeleri v. b. Bunların hiç biri bizim işimize yaramaz. "Hediye atın dişine bakılmaz! atsözümüzü unutmayın, insanlar, gidip oralarda dolaştığımız için bizi ciddi bir meraklı saymış olabilir, işimize yaramayacaksa isteyene verebiliriz. İnsanları suçlamayalım.”
Malik Öğretmen de Kayseri üstünde az durmuştu ama şehri hep beğendiğini söylemiştir. Ona göre Kayseri 16. y.yılda dünyanın en büyük 4 şehrinden biridir. Ancak 1590'larda başlayan "Dağ Padişahları” devri tüm Anadolu gibi, Kayseri'yi de kasıp kavurmuş, kül etmiştir. Kayseri'de İslâm eserlerinin azlığını halkının çoklukla müslüman olmamasına bağlayabiliriz.
Biz trene binince birkaç kez bir yerlere gittik geldik. Öğretmen ayrı bir yerde oturdu. Bu bakımdan rahatız. Ancak, akşam Kayseri’de kalmak ya da Pazarören'e gitme tartışması biter gibi olmasına karşın gene gene depreşiyor. "Hangisi olursa, ona uyacağım” diyenler de bir grup oluşturdu. "Şimdi neredeyiz? Ulukışla burası mı? Toroslar neresi? Hasandağ hangisi?” derken Hasandağı adı bana bir şiiri anımsattı. Anımsattı diyorum ama tek bir dizesini bulduramıyorum. Sormak da bana göre onur sorunu. Ulukışla adı da söylendiğine göre onu konu etmeyi yeğledim:
-Ulukışla yolunda! dedim, olmadı. Kendimi pencereden atacağım. . . "Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya" dilime takıldı. Bunun arkası ya da önü bu kafiyeye uyacak derken uydu:
Gidiyorum gurbeti duya duyaUlukışla yolundan Orta Anadolu'ya. . . . (az yutkundum,)İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık,Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık!Der demez, yan pencereden:On yıl var ayrıyım; Kına dağından,Baba ocağından, yar kucağından,Bir çiçek dermeden sevgi bağındanHuduttan hududa atılmışım ben.Arkası geldi ama, sıralar bozuldu, kafiyeler değişti:Ey Maraşlı şeyh oğlu, evliyalar atağı,Bahtın lanet olsun aşmadınsa bu dağı. . .Arkasından bir ek:
Ötekini deneseydin be kardeş! Buralara nasıl geldin?
-Hey hey, şair bozuntusu, sen başka bir trenle gitsene! Bir başkası hemen ekledi:
-Gidecek, gidecek arkada bir inek vagonu var, az sonra yer değiştirecek!
Bu arada, benim de kendisine güvenim olan Abdullah Ön, Han Duvarları şiirini çok severmiş, bana:
-İbrahim, lütfen bunu oku bana! deyip dirseğimden tuttu. Bilmediğimi nasıl anlatayım? Bildiğim kadarını denedim:
"Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,Bir dakika araba yerinde durakladı.Neden sonra sarsıldı altımda çelik yaylar,Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar. . . .Gidiyorum gurbeti gönlümde duya duya,Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya.İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık. . . . . . .derken tren durdu. Baktık Ulukışla. "Neden Ulukışla, kışlası nerede?” derken, tren hareket edip birkaç kez yer değiştirdi. Bir de baktık bizim lokomotif gerisin geri gitti. Kimseye sormadık ama biraz bekleyeceğimizi sezinledik. Öztekin Öğretmen uyumuşmuş:
-Ne oluyoruz? diye bize sordu. Biz konuşurken aşağıdan boruyla açıklama yapıldı:
-Bizim hattımızda açık, Ulukışla tarafında bir kayma olmuş, lokomotifimiz yardıma gitti.
İndik, yakınları gördük. Ulukışla ilginç bir yer. Bizim tarafı normal gibi ama hemen arka dağlara dayalı, uzun bir tünel o dağların altından istasyona çıkıyormuş. Zaman geçtikçe telaşlandık. Bizim kesik tren sandığımdan daha uzunmuş. "İnenler binenler var!" diye bakınırken Muazzez aklıma geldi, Ankara'ya döneceğini söylemişti. Bu trende olabilir. Bir iki bakındım, sevindim. Gelse bile yalnız gelmez, yanında kimse olunca benimle konuşmabilir. Böyle olursa bir daha onun yüzüne bakamam. Kesin kararımı verip yerime döndüm. Ereğli resimlerine bakarken Nihat Şengül, (konuşurken bana adımı söylemez "Abi" der) beni, resim karıştırırken görünce "Abi, resimleri her zaman karıştırırsın, senin kız arka vagonların birinde, gidip onunla konuşsan ya!" dedi. Nihat'a inanırdım ama bu kez inanmadım:
-Ben gezdim oralarda, olsaydı beni görürdü! dedim, Nihat:
-Ne diyorsun Abi, görse bile yalnız kız sana hemen gel der mi? Yanında başkası olur, ondan çekinir, iyice yabancı insanlar arasındadır, çağırmaktan çekinir! Sen bilirsin ama bence sen git, o vagonları bir dikiz et!
Nihat’a teşekkür ettim. Hemen davranmadım ama, sıtmaya tutulmuş gibi titremeye başladım. Gitsem ne olur, gitmesem ne olur? Gittiğimi düşündüm, ne diyebilirim? “Eyvah, şansımıza bak, yolda kaldık!” Hayır, bu olmaz! “Aaaa, bizim şanssızlığımız sizi de mi yolunuzdan etti? Ben sizin Eskişehir'den gittiğinizi düşünmüştüm!” türü bir yığın ilk söz açılımı cümlesi kurdum. Sonunda Nihat'ın ters dönüp mışıl mışıl uyuduğunu gördüm. Hemen kalkıp, Nihat'a yapamayacağım davranışları yaptım. Önce pencere önlerinde pinekleyerek camlara dayanarak bakanları birer birer süzdüm. Sonra vagonlara girerek kapıların önünden geçtim. Az bekledikten sonra boş yer aradım. Son bakıp sorduğum vagonda az kalsın bayılacaktım, tıpkı Muazzez, başı açık, saçları uzun ama belik değil. Gülümseyerek:
-Bir boşumuz var ama, abisi, oğlum tuttu orasını, isterseniz tren kalkınca gelebilirsiniz. Vagonu bir aile doldurmuş, bir yer açık kalmış olcak. Öyle sevindim ki, şu anda Muazzez boynuma sarılsa bu denli sevinmezdim. Çocuğa yan gözle bakım, ağzında emzik var onu şip şip emerken bir eliyle pıpısını çekiştiriyor. Ben çekilirken bir genç geldi, geri çekilirken duydum:
-Muazzez, sen de in biraz, bu trenin kalkması uzayacağa benziyor. Usulca inip vagonların arkasından bizim vagona bindim. Nihat iyice serilmiş. Kamil de karşısındaki kanepede oturduğu yerde hafif hafif dem çekiyor. Tekrar aşağıya indim. Kendi kendime sordum:
- Beni sevindiren ne? Nihat'a bunu anlatsam, benim için neler düşünür?
Az sonra duyuru yapıldı:
-Yolcular yerlerini alsınlar! Sevindik. . . Salt konuşmuş olmak için yapılan duyuruyu eleştirdim:
-Yolcular yerlerini alsınlar ne demek? Onlar zaten yerlerini almıştı. Doğrusu:
-Yolcular, yerlerine otursunlar! Bunu beğenmeyenler çıktı. Şevki Aydın sordu:
-Oturma yerinden çok yolcu bindirilirse ne olacak? Arkadaşların sabrı tükenmiş, tartışmaya yol açmadan ortak bir öneri ileri sürdüler:
-Yeri olanlar otursun!
Uyku iyice bastı, kimisi geçilen yerleri soruyor. Orhan Doğan yolları biliyor:
-Niğde, Bor, Yeşilhisar, İncesu, ver elini Kayseri! dedi. Muttalip, bildiğinden değil (o, bu yoldan gelmediğini söylemişti), "Geçti Bor'un pazarı, sür eşeğini Niğde'ye” dizesini söyledi. Orhan Doğan birden:
-Bobcinski misin, Bokcinki misin? Yanlışımı mı bulduğunu söylüyorsun? Önce Bor, sonra Niğde! deyince arkadaşlar ortayı bulmaya çalıştılar:
-Belki adam öte taraftan geliyordur! Bu kez de Şerif Yaman sinirlendi:
-Biz arkadaşlara yardım olsun diye üstümüze görev alıyoruz, sonunda da " Bok!" oluyoruz! Uykusu olanlar da canlandı, Şerif'e:
-Oyun bozanlığına kalkma sana kimse o lâfı söylemedi! Soranlar oldu:
-Hangi lâfı? Yatıştırmaya çalışanlar oldu, Fahri Yücel, Şevki Aydın, Hüseyin Çakar gülüyorlar ama bir yandan da:
-Yapmayın, etmeyin diyorlar. Konu kapanmış gibi olurken Ekrem Bilgin, Şerif Yalman'a:
-Sen ne kızıyorsun Manisalı hemşerim, senin adın o söze uymuyor! deyip kendi kendine bir kaç kez:
-Dob-Bok-Dob-Bok dedikten sonra da Bob-Bok-Bob- Bok! deyip Şerif'e baktı. Şerif iyice sinirlendi:
-Ne hemşerisi, Manisa nerde, İzmir (Ödemiş) nerde? Aklınca, anlamazdan gelerek bir de "Şey!" karıştırıyorsun! deyip kalktı.
Niğde'ye gelmişiz; Niğde elması, Niğde lokumu, simit, börek, sesleri ortalığa egemen oldu. Hepimiz birşeyler alıp atıştırdık. Bundan sonraki istasyon soruldu;İki satıcıdan biri Yeşilhisar, öteki ise İncesu dedi. Uzaklıklarını sorduk, ikisi de onu makiniste sormamızı söylediler "Çünkü yol arızalıymış!" “Sormaz olsaydık!” deyip yerlerimize oturduk. Sonrası nasıl geçti pek anlayamadım,dört kişi sıkıştığımız kompartmanda itile kakıla, düşe kalka uyudum.Uyanınca bier süre boynumu sağa sola oynatmak zorunda kaldım. Bu arada çok güzel rüyalar gördüm. Okula döndüğümüzde, alınacak dedikleri kızlar sahiden alınmış(Rüyamda). Hepsi Güzel Sanatlar koluna girmiş, hepsi piyano çalacakmış. Yazık ki konsere gitmek yasaklanmış, kızlar Ankara'ya gidemezmiş. Kim neye aldı bunları,bunlar dağ başındaki enstitülere nasıl gidecek?diye sorarken uyandım.
1 Haziran 1944 Perşembe
"Kayseriye geldik!" seslerine uyandım. Saat 07, çok iyi gelmişiz. Hava güzel, yakın bir kıraathaneye girdik, temiz bir yer. Öztekin Öğretmen kesin karar istedi:
-Ortaklar buraya 70 km., şimdi binsek saat 10 olur. Yorgunuz, yatar uyuruz. Orada olmamızın pek anlamı olmaz. Yorgun morgun demeyip Kayseri'yi görelim. Akşam okula gider, orada yatarız. Devrisi gün orada kalır, istersek akşamı döner, bir gece yolculuğu daha yapar, evimize döneriz. Kimseden bir ses çıkmadı. Öğretmen kalma taraftarıymış besbelli, az durduktan sonra:
-“Öyleyse çaylarımızı içelim, ben Milli Eğitim Müdürünü tanırım, ondan bir yer isteriz, Enstitü Müdürlüğüne bir de telefon ederim. Böylece işi sağlama bağlamış oluruz, sizler de Malik Öğretmenin ödevlerini tamamlarsınız.” Kimseden bir ses çıkmadı. Öztekin Öğretmen bu kez yanına Mehmet Yelaldı'yı alıp gitti. Hava güzel, Kayseri gözümüze birden, öteki gördüklerimizden daha düzenli geldi. Isparta'daki karışıklık, sıkışıklık ya da Konya'daki kıvrım kıvrım dar yollar burada yok.
Milli Eğitim Müdürlüğü yakındaymış, bir görevli geldi, bizi yakın bir okula götürdü. Okul Başöğretmeni olduğunu sandığımız öğretmen bizi çok iyi karşıladı. Gezimizin asıl amacını sordu. Arkadaşlar anlattılar: "Asıl amacımız, yakın zamanlarda atanıp çalışacağımız Köy Enstitülerini tanımaktır. Ancak okuduğumuz dersler var, örneğin sanat tarihi; bu dersimizde geçen önemli eserleri görmek.” Öğretmen eliyle sakalını yokladıktan sonra “size yardım etmeye çalışırım ama bir iki yeri görmek, bir de masallaşmış söylentiler dışında fazla bir bilgimin olduğunu söyleyemem. Elimizdeki inandırıcı kaynaklara göre, ki bu kaynaklar da akıl yoluyla bulduğumuz yakıştımalardır, örneğin topraktan yapılıp da pişirilmiş su kapları vardır. Bakarsın eski bir kalıntı. Eski ama bunun eskiden burada yapıldığını söyleyemezsin. Pekala bu başka yerden gelme olabilir. Söz gelimi Makedonya'dan kalkıp ordusuyla buralara gelen binlerce askerden buralarda kalan binlerce küçük, para, başka süs eşyası ya da savaş aletleri olabilir. Bunları bulanlar hemen bulunduğu yere mal ederler. Bu doğru değilir. Kaynağının burası olduğuna inandığımız kalıtların müzesinden söz edeceksek, şimdilik öyle bir müzemiz yok. Bir müzemiz var ama (deminki tarife göre) biraz toplama bir müze. Bu bakımdan bizim Kayseri'miz biraz talihsizdir. Yapılan araştırmalara göre eski bir tarihi vardır ama, ilk kurulu yerde kalmamış, bir kaç kez yer değişirmiştir. Bir rivayete göre ilk kuruluşu Erciyes eteklerinde olmuş, bilinmeyen nedenlerle yer mi değiştirmiştir, yoksa yok olup bir süre başka kavimlerce değişik yerde yenisi mi kurulmuştur? Bazı buluntulara göre 3 bin yıllık bir geçmiş yakıştırılmakla birlikte inanılır belgelere göre Asurlular MAZAKA adıyla bir ticaret merkezi olarak kullanmıştır. Sağlıklı belgelere göre ise Roma İmparatoru TİBERİUS, üvey babası, Roma İmparatorluğunun kurucusu Augustus'un (Ogüst) adını ebedileştirmek için özenle bu yeri seçtirip (İ. S. 17) kurdurmuştur. Adı da hem Büyük Sezar'ı hem de Augustus'u anımsatması için CAESAREA konmuştur.
Kayseri'nin Kurucusu Olarak Bilinen Roma İmparatoru (İ. S. 17) Tiberyüs
Roma ikiye ayrıldığında Doğu Roma (sonradan Bizans) payına düşen Caesarea (Kaiseria) 1071 Malazgirt yenilgisinden sonra Bizans elinden çıkınca öteki Anadolu kentleri gibi onlarca el değiştirmiş, her değişim küçülmesine neden olmuştur. 15. yy ortalarında Osmanlı İmparatorluğuna bağlanmıştır. Örneğin, Sivas, Erzincan, Erzurum hattı Kayseri ürünlerini Kars'a, Trabzon'a iletmektedir. Kayseri-Ankara-Eskişehir tarıkile İstanbul'a ulaşmıştır. Kayseri Ulukışla ayırımıyla Adana-Mersin, Antep, Urfa-Mardin'e, Ulukışla-Konya, Göller, Eskişehir-İzmir pazarıdır.
Bize bilgi veren Kazım Öğretmene “Sanat Tarihi dersinde öndemli camileri incelerken bir çok yerde Ulu Cami adlarıyla karşılaşıyoruz, Bursa, Edirne, Konya; sizin Kayseri'de de bir Ulu Cami olduğunu biliyoruz. Ulu Camileri öteki camilerden ayrı bir özelliği var mıdır?”
-Bunu keşke ders veren öğretmeninizden sorsaydınız. Benim söyleyeceğim, Konya ile burası için geçerli olabilir. Bu camiler Anadolu Beylikleri tarafından yaptırılmıştır. Örneğin bizimki Danişmendoğulları Beyliği zamanının eseridir. Muzafferiddun Mahmut 1205 yılında yaptırmıştır. Mimarlık bakımından bir şaheser olan Ulu Cami ondan sonra çok el değiştirmiş, ilk özgünlüğünü kaybetmiştir. Muzafferiddun Mahmut'un kızı Elif Hatun'un yaptırdığı KÖLÜK Camii de kayda değer. Cami, yapımından bir hayli zaman sonra yıkılmış, hayrına yaptıran Kölük'ün adı dillere dolaşmış, böylece Elif Hatun'un adı unutulmuştur. Bakın bu da bir hatadır; hayır işleri anılmalık için yaptırıldığına göre onarımı yaptırma, satılmış gibi devredilmemelidir. Kayseri, tabiat güzelliği, toprak zenginliği bakımından ne kadar şanlıysa siyaset bakımından da o derece şanssızdır. Danişmentlilerden sonra Eretna Beyliği yönetimine girmiştir. Salt bununla kalmamış, güneyden gelen Arap saldırılarından da çok yara almıştır. Osmanlı yönetimine geçince derin bir nefes alıp çalışkan Kayserililer kentlerini, sanayi ve tarım kazanımlarıyla Osmanlı İmparatorluğunun 1. ve o günkü dünyanın da 4. kenti durumuna getirmişlerdir. Büyük Mimar Sinan dikkat edin böyle bir ortamda yetişmişir. Yazık ki Osmanlı yönetimini ele geçiren eşkiyalar (İpşir Paşalar, Gürcü Hasan Paşalar, Yadigâr Paşalar, cümle Celâli çılgınları 100.000 nüfuslu Kayseri'yi 2 yılda 10.000'e indirmiştir.” Kazım Öğretmen kendi çalıştığı yerin de bir vakıf yeri olduğunu söyledi, “Mimar Sinan yapımı deniyorsa da bu işleri yürekten benimseyip sürdürenler onun ancak plânlarını Sinan çizmiş, yapı onun elinden çıkma olamaz! diyorlar.” dedi. Eski bir görkemli yapı.
Kayseri içinde oldukça dolaştık. İlginç bir görümü var; kocaman, hantal yıkıntının bitişiğinde iki katlı cici bir ev olduğu gibi yıkıntılar arasından 6 katlı binalar sıralanmış. Kayseri'ye indiğimizden beri sucuk diye tutturanlar ister istemez bizi de sürüklediler. Sucuk neyse ne de pastırma yiyenlere şaştım. Çıkınca Erciyes'i en iyi yerden gören tepeye çıktık. Güneş vurduğundan olacak çok yakınımızdaymış gibi göründü. Tam Kayseri'yi benimserken kamyonun geldiği duyuruldu. Sevinçle hüzün karışımı kamyona koştuk. Yol iyi mi bari? Kulağı kesik olduğu belli bir şoför, hemen cevapladı:
-Biz başka yol görmedik efendim, onu Pazarören'e varınca sizden öğrenecğiz. 70 km. Bana göre Çorlu-Babaeski arası. Lüleburgaz Çorlu'ya 50 km., Babaeski’ye 20 km. Ama bu süreçte güzel bir asfalt yoldan gideceksin. Ben böyle bilgiç bilgiç konuşunca şoför konuşmak için beni seçti:
-Bizim Ekrem abi neden gelmedi? Ekrem'i nereden tanıdığını sormaya gerek kalmadı, Şevki Aydın:
-Ekrem Yapıcılık Kolunda, onlar başka yere gittiler! dedi. Ekrem geçen yıl buraya staja gelmişmiş.
2. sınıflar arasında Ekrem uzun zaman konu oldu. İş sonunda açıklandı, Ekrem geçen yıl burada birine aşık olmuş. Yüreğim hopladı, Ekrem Ula sevip saydığım, mert bir arkadaş, bir öğrenciye aşık olması beni şaşırttı. Hemen bu üşüncemi Şevki Aydın' söyledim. Şevki güldü:
-Acele etmişsin, kız öğretmen; hem de doğuştan öğretmen, okulunda çok sayılan biri. Ekrem'e karşı diretmesi de onu ciddi bulmamasıymış. . . Şaştım, Ekrem Ula, çalışkan, çok uyumlu bir arkdaş; ben onunla okul inşatında çalıştım, bir dakikasını boş geçirmeyen bir iş düşkünü. . . .
Kamyonumuz bir yere saptı. Hava iyice kararmıştı. Anlayamadık, küçük fenerler yakılmış çadırlar. Yaklaşınca durum açıklık kazandı, 4. 5. sınıflar askerlik kampına çıkmışlar, hem de bugün. Şoför birileriyle uzunca konuştuktan sonra döndü. Okula karanlıkta girdik. Bizi karşılayan öğretmen Kızılçullu'dan gelmeymiş, arkadaşları adlarıyla anımsayıp konuştu. Okul Müdürü de Kızılçullu'da kalmış, Öztekin Öğretmen’in de tanıdığıymış, aldı götürdü. Okulda kalan küçük sınıflar sessizce çalışma saatlerini sürdürüyordu. Bizimkiler bir süre kampın erken başladığını tartıştılar. Boş bir tartışmaydı, çünkü yerine göre bir iki gün gecikse de tüm Türkiye'de askerlik kampları haziran ayında yapılır.
Bizi küçük bir odaya aldılar yemeğimizi yedik. Daha sonra da gene küçük bir odada yattık. Gündüz konuşurken hepimiz aslan kesiliyorduk, oysa fena yorulmuş ya da sıkılmışız, hepimiz deliksiz uyumuşuz.
2 Haziran 1944 Cuma
Okul çanıyla kalktık. Sabahleyin öğrenciler bizi görünce oldukça yadırgadılar. Sonradan Sanatbaşı olduğunu öğrendiğimiz kişi, bizi öğrencilere tanıttı. Öğrenciler işbaşı yapınca akşam için hazırlık yaptık, oldukça büyük bir sahneleri var, önceki kusurları giderecek şekilde arkadaş görevlendirdik. İki taraflı perde işimize yaradı. Öteki hazırlıklarımızı da sahnede denedik. Benim, 1941 yılı Hasanoğlan'a gelenlerden tanıdıklarım var, Veli Dalak, Hüseyin Öztürk. Onlar çok güzel Timurağ, Sivas Halayı oyunları oynardı. Kampa çıkmışlar; gelmeleri olanaksız. Ancak onlar başkalarına öğretmiştir. Bizim oyunların arasında o müzikleri çalarsam, durmaz çıkarlar. Böylece onlarla da biraz daha yakınlık kurarız. Öztekin Öğretmen bana:
-Bunu yaparsan, biraz daha etkili oluruz! deyince ben hemen akordiyonu alıp çalışmaya başladım.
Bir ara gezmek isteyenler oldu. Buranın ilk Müdürü Sabri Kolçak, burasını kurarken bir dizi mektup yazıp o mektupları kitaplaştırmıştı. Zamantı Mektupları. Ben o kitabı okurken elimde gören Selçuk Korol bana:
-Bak o adamcağız da kendisini çok çalışıyor sanırken müdürlükten alıverdiler! demişti. Arkasından bizim müdür de alınınca biri diğerini hep anımsattı. O nedenle ben o Zamantı deresini görmek istiyorum. Bana katılan arkadaş oldu ama dere rahat gezilecek gibi değil, eskiden sırtlarında kaleler yapılmış tarihsel bir yöre. Bir gün burada çalışırsam o zaman rahat rahat gezerim.
Okulun çevresinde gezerken bir yükseltiye burada da okulun adını yazmışlar. Bu Gönen gibi düpedüz taklit değil. kedine özgü
Pazarören
Yazıyı neden değişik yazmışlar? Pazarı başka öreni başka, belki de öreni sevmiyorlar. Ne ilginç, bizim köyde ören sözü kullanılmaz ama 1900 yılında köy kurulurken katılanların yarısının Bulgaristan'da bıraktıkları köylerinin adı BELENÖREN'miş.
Öztekin Öğretmen toplanmamızı söyledi. Önemli bir durum mu var? diye soruştururken durumu öğrendik, Okul Müdürü bize odasında çay verecekmiş. Öğrencilerinin çok övdüğü müdürü yakından gördük. Gür sesli, oldukça yukardan konuşuyor. Kendisinden önceki müdür Sabri Kolçağın istemeyerek uzaklaştırılmasından kendine pay çıkarmıyor. Okula şunu bunu alacağım falan derken söz kamptaki öğrencilere geldi. Onlar içinde arkadaşlarım olduğunu söyleyince hemen arkadaşlığımızın nerden olduğunu sordu. Mektupları söylemedim, “1941 Hasanoğlan Köy Enstitüsünde oraya gelen arkadaşlarla iyi anlaşmıştım!” deyince adlarını sordu. Hüseyin Öztürk'le Veli Dalak deyince “öyleyse sen de oyuncusun!” dedi. Benden önce Öztekin Öğretmen, benim akordiyon çaldığımı söyledi. Akordiyon sözünü duyar duymaz, okula akordiyon alacağını, benim oraya gelmemi istedi. Öztekin Öğretmen esas çalgımın piyano olduğunu, piyano çalışmak için Hasanoğlan'da kaldığımı söyledi. Müdür bu kez piyano alacağını öne sürdü. Öztekin Öğretmen onun için de:
-Askerliğini atlatıncaya dek anlaşalım, ondan sonrası onun tercihi! dedi. Dikkat ettim, Müdür dediğini yaptırmadığı için (konuşmalarda bile) renkten renge girdi. Çiçek bozuğu geçirmiş yüzünün noktaları renklenerek kalbura döndü. Ayrılırken de yüzüme bakmadan elini uzattı. Ayrılınca üzüldüğümü söyledim. Arkadaşların kimileri:
- Gelirim deseydin! gibi övütler verdiler. Bu kez de ben, “o dileğimi ya da diretmemi Hasanoğlan ya da Kepirtepe için yapacağım, şimdiden işi sulandırmak istemiyorum!” dedim.
Akşam yemeğini öğrenci masalarında yedik. Bizim masa Öğretmen masasına yakın düştü. İki bayan öğretmen birlikte geldiler, ikisi kardeşmiş. Az uzunca boylu Ekrem Ula'nın aşık olduğu öğretmenmiş. Adlarını da öğrendik çocuklar çevrelerinde onların adlarını söyleyerek koşuşuyor:
- Bu Saliha öğretmenin mi? Evet evet, bu da Sabiha Öğretmenin! Öğrencileri hafta arası geç bırakmamak için erken başladık. Okulun çoğu kampa katılmış. (Okulun ilk iki sınıfı 300 öğrenci.) İzleyici az olmasına karşın Marşları, şarkıları, türküleri çok dikkatli söyledik. Oyun yoktu, salt benim numaram için iki zeybek kattık, zeybeklerin arkasından onların oyunlarını çaldım. Önce anlamadılar. Kardeş öğretmenlerin küçüğü son sınıf kızlarıyla çıkınca sahne doldu. Sivas Halayına dönünce sayı azaldı. Mehmet Yelaldı Müfettiş'i anlattı. Burdaki perde daha uygun düştüğü için gerçekten arkadaşlar güzel oynadılar.
Okul Müdürü yarınki Türkiye'nin çok değil beş yıl sonra muasır medeniyeti yakalayacağını, bunu bizlerin başaracağını söyledi, bize çok çok teşekkür etti.
Yerimize döndüğümüz zaman, Öztekin Öğretmen “yarın kalıp kalmayacağımız için kesin karar verelim, yollarda kalma zor oluyor” dedi. Kayseri'den İstanbul'a yolcu treni saat 10:30'da kalkıyormuş. Ona yetişmek için en geç 7:30'da kamyona binmemiz gerekecek! Söz birliği etmiş gibi:
-"Binelim öğretmenim!"
Öğretmen de öyle istiyormuş besbelli, dikkat:
-Sabah, saat 07:00'de ayakta olmak üzere, iyi uykular! deyip gitti. Ayırdında değilmiş, yatarken daha uyuyanlar oldu. Ben, her zamanki gibi önce Isparta, Burdur derken gideceğim Köy Enstitüleri'nde nasıl çalışacağımı düşünürken uyumuşum.
3 Haziran 1944 Cumartesi
Akşam oldukça erken yattık, daha doğrusu ben erken yattım ama uzun süre uyuyamadım. Gündüz geçen olayları enine boyuna irdelemeden uyuyamıyorum.Uyuyamamak bir yana kendimi üzüyorum da. Oysa gündüz bu tür olaylara bir başka insanmışım gözüyle bakıp umursamıyorum.Örneğin dün Müdür Şevket Gedikoğlu ile dikine dikine konuştuğum için arkadaşlar eleştirmeye kalkınca onları da payladım. Oysa akşam yattığımda hem müdüre karşı nezaketsizlik ettiğime hem de arkadaşlara haksızlık ettiğime kendimi inandırdım. Salt bu değil tüm olaylarda bir yolunu bulup yatağa yatınca kendimi yargılıyorum. Bu nedenle yatınca uyur gibi dururken kafamın içi sürekli kaynıyor. Gene öyle oldu. Karışık kafanın rüyası da acayip oluyor. Sözde dünkü bebekli bayanın adı Muazzez değilmiş. Muazzez, önümüzdeki vagonlardaymış, arkadaşlarla konuşmuş; yanına gitmediğim ya da onu aramadığım için gücenmiş, kendini aramamam için arka vagondaki tanıdığı çocuklu kadını öne katarak beni arkalarda oyalayıp usandırmış.Sinirlenerek doğruldum, doğrulunca gözlerimi açtım. Bir de baktım arkadaşlar hep kalkmış,kahvaltıya gitmişler. Öztekin Öğretmen İbrahim Şen'i göndermiş:
-Arkadaşının akordiyon falan gibi yükü var, yardım et! demiş. İvedi hazırlanıp kapıdan çıkarken İbrahim geldi. Benim gecikmem salt geç kalkmaktan değil arkadaşların nerede olduğunu bilmemektendi. Hiç bozuntuya vermeden girip kahvaltı ettim. Kamyon kapının önüne yanaşmış, öğrenciler çevrmizi sardı. Akordiyonu çıkardım ama ne çalacağımı bir türlü kestiremiyorum. Allahısmarladık ya da Hoşça kalın gibi bir şarkı bilmiyorum. Abdulah Erçetin kulağıma "Gülelim sesimiz!" deyiverdi. Ondan sonrası geldi ama kamyon ayrılınca düşündüm, bu tür olaylar için insanlar şarkı yapmıştır sanırım,onları bulmalıyım. İyi ki demişim, arkadaşlar 70 km. boyunca bana şarkı aradılar. Bulduklarına önce güldük, sonra üzüldük.
Ayrılık ölümden beter
Ey onbeşli onbeşli.
Asker oldum piyade
Gidip de gelmemek var,
Felek vurdu belimi!.....
gibi türküler. Neşeli ayrılıklar olmamış mı? Abdullah Ön, iyimser:
- Olmaz olur mu? dedi ama sorulunca o da ancak "Hoş geldin evimize,ş'ir oldun dilimize!” diye bir film şarkısı söyledi.
Tren kalkmak üzereyken Pazarören'de konuştuğumuz Sanatbaşı Ömer Öğretmen (soyadı Ebçim’miş) iki kızkardeş öğretmenin küçüğü Sabiha Ebçim'le geldi. Meğer onlar evliymişler. Ekrem Ula Sabiha Öğretmenin ablası Saliha Öğretmene aşıkmış.O, kardeşinden daha uzunca boylu, Ekrem'e uyar diye düşündüm. Başımı az yana çevirerek oradaki boş yere Saliha-Ekrem Ula çiftini koydum. Kardeş çiftler,oldukça güzel bir görüntü oluşturacak!
Ömer Öğretmen yolları biliyor. İstasyonların adlarını birer birer sıraladı:
-Himmetdede, Fakılı, Kızılkaya,Yerköy! deyince Sabiha Öğretmen söze karıştı:
-Atlayarak sayıyorsun dikkat! Ömer Öğretmen güldü:
-Ankara'yı yakınlaştırıyorum,fena mı?
O konuşurken Sabiha Öğretmen kendi konuşuyormuş gibi eşinin yüzüne bakıyor. Birden Şerif Baykurt'u anımsadım Şerif Baykurt hemşerim de Pazarören'de çalışmıştı.Üç gündür buradayım hiçbir olay onu bana anımsatmadı. Şimdi anımsamamı, Sabiha öğretmenin eşi konuşurken ona bakışına bağladım. Evlilik,nasıl bir yakınlık kuruyor? Şerif Baykurt da Pazarören'den Hasanoğlan'a nişanlısı Süheyla Öğretmen için gelirdi. Onlar burada evlenselerdi, belki şimdi bizi geçireceklerdi! Daldım gittim.. Ömer Öğretmen,birden bizi uyandırırmış gibi biraz yüksek sesle:
-Geceye kalmadan varacağınızı umuyorum! Bilenlerin söylediğine göre bu tren, sizin Hasanoğlan'da duran Kırıkkale banliyosuyla genellikle Lalabel'de karşılaşıyormuş. "Ohoooo!" diyenler oldu.
Ben, Ömer Öğretmeni Pazarören'de görünce tanıdım, 1940 yılında Hasanoğlan'a geldiğini anımsadım ama birden hangi ekiple geldiğini kestirememiştim. Daha doğrusu Kızılçullu olarak yakıştırdım da buradaki Kızılçullulu arkadaşlardan bir tepki görmeyince çekindim. Bu sabah karşı karşıya yakından konuşunca kesin karar verdim, Ömer Öğretmen o benim bildiğim Ömer Öğretmen, Bizim Namık Öğretmenle iyi anlaşıyordu. Çalışırken bizim yanımıza çok geliyordu. Demek Şevket Gedikoğlu, Kızılçullu'dan buraya müdür olarak gelince onu da Sanatbaşı olarak almış. Bizim okuldan Samsun /Ladik Köy Enstitüsü'ne giden Enver Kartekin de Halis Aydın Öğretmeni almıştı. İyice cesaretlendim, doğrudan “1941 yılında tren durmadığı için oldukça yol yürüyorduk.!”deyince Ömer Öğretmen gülümseyerek:
-Geleli beri dilimin ucunda "Bu, Namık'la Sili'nin paylaşamadığı öğrenci, ama neden bu grupta? Belki akordiyon için ödünç almışlardır, diye düşündüm.Ya işte böyle dostum, çok konuşmuyoruz hatta adlarımızı bile öğrenmiyoruz ama gözlerimizde kalan izler yüreklerimizde filizlenip gelişiyor! Eşi de yanına geldi:
- Ömer, eski bir dost buldun galiba! derken, arkadaki arkadaşlardan biri:
- Öğle yemeğine yetişecek miz? diye ortaya bir soru attı. Kesin bilinmediği için, "Sanmıyorum!” diyenler olduğu gibi, "Sanıyorum!" diyenler de oldu. Hiçbir ciddi kararlılık göstermeden ben de:
-Sanıyorum + sanmıyorum= biz bu akşam aç yatacağız!
Ben böyle der demez; Ömer Öğretmen eşine:
-Sabiha gel bir dakika! deyip ayrıldı. Öztekin Öğretmen Milli Eğitim Müdürü ile geldi:
-Hazır mıyız? Hazırız, bir dakika durun! sözleri arasında kocaman iki paketle bay, bayan Ebçim Öğretmenler geldiler. Ömer Öğretmen :
-Burası Kayseri, sizi önceden uyaramadık, Kayseri’den pastırmasız gidilmez.Kayseri-Ankara arası 320 km. dedi. Düdükler çalarken konuşmaların çoğu anlaşılmadı ama yüzler hep güleçti. Kalanlar bize el sallarken biz de onları alkışlayarak ayrıldık.
Üç kompartımana yerleştik. Oturur oturmaz Orhan Doğan sorguya çekildi:
-Hani, Kayseri-Ankara arası 230 km. idi? Abdullah Ön arkadaşını savundu:
-Ben bazen sayıları tersinden okuyorum. Biz, falaka denen değnekli okullarda okuduk. Orhan onlarda okumadı ama gene de eskilerin etkisinde kalmış; iyi ki ortasından okumuş; pekalâ bize 23 km. diyebilirdi.
Bir süre atışmadan sonra dağılmalar oldu. Kompartımanlarda rahat yer bulanlar ayrıldı. Ben akordiyon bekçisi. Bu kez de yiyecekler yanıma bırakıldı. Bana da tembihler edildi:
-Kapanın elinde kalmasın, kardeş payı yapılsın! Bunların parasını kim verdi; ödemesi nasıl yapılacak? diyen yok. Uykum geldi, bir ara uyudum. Karşı ucumda bir köylü bay-bayan çifti vardı, onlarla hiç konuşmamıştım.Öyleyken bay, beni uyandırdı:
-Fakılı'ya geldik, gelenler yolcular olur, kim kimdir bilinmez! dedi. Birden kendime geldim! Bindiğimden beri yan yana oturup da konuşmadığım insanın aklından neler geçti ki beni uyardı. Köylüler için kimi yazarlar,"Köylü saflığı!"derler, onların bu yanları için olmalı. Ben bunu düşünürken bizim takımdan gelenler oldu, "Öğretmen seni soruyor” dediler! Amaçları besbelli, paketleri açacaklar. "Kompartmanda yalnızım, akordiyonum, eşyam burada. Paketi açacaksanız burada açın!” dedim. Bu sözüme alınan oldu, dahası sahiplendiğimi öne süren oldu. Oysa benim aklım halâ az önce giden köylüdeydi. Hemen karşılaştırma yaptım:
-O da köylü bizler de köylü! Ömer Öğretmen de insan, bu konuşanlar da! Gel de ayıkla pirincin taşını! İnsanlar arasındaki farkları, nedenleri, niçinleri? Başka gelenler oldu. Onlar da:
-Vay bencil vay, 8 kişilik kompartmanı kapatmış, bize haber bile vermiyor! Sözleri duymazdan geldim ama söylediğimiz marşlardan birini "Ey vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz (!)" dedikten sonra da ekledim:
-Hem de pastırmalara yetişir gibi!.........deyip kendi kendimi güldürdüm.
Tren durdu. Fakılı,arkadaşımız Fakı Yörük'ü anımsattı, karşılaşınca soracaklarmış :
-Senin Fakılı,Yeni Fakılı olmuş, eskisini ne'ttin? Arkadaşımız Fakı Yörük şakacıdır ama söz altında asla kalmaz, kesinlikle yanıtını verir. Ben içimden Yeni Fakılı, arkadaşımız Fakı filan derken Fakı sözünün anlamına takıldım, "Nedir?” dedim ama sözümden hemen geri döndüm, Fikret Madaralı Öğretmen uyarmıştı:
-Adların anlamı sorulmaz;sorulsa da doğru yanıt alınmaz,çünkü adlar uzun zaman içinde çok anlam değişikliğineuğramaktadır. Örneğin,Cumhuriyet, meşrutiyet, kaymakam, vali, paşa sözleri gibi memleket, hürriyet adları Osmanlı dilinin karmaşıklığından ileri gelen yapay sözlerdir. Anlamları vardır ama açıklaması sayfalar dolusu sözü gerektirir. Örneğin İstanbul ya da Edirne ne anlama geliyor?diye sorulsa,anlamını değil de tarih boyunca geçirdiği evreler anlatılır.
Şefaatlı-Yerköy arasında yağış etkisiyle onarıma gerek duyulmuş, oldukça çok bekledik. Kırıkkale'yi, ben de dahil görmeyi çok isteyen vardı, yazık ki Kırıkkale'ye karanlıkta girdik. Buradan ötesi gece yolculuğu, KüçükYozgat-Elmadağı yabancımız değil. Lalabel'e gelince yolun bittiğine inandık. "Eskiden Hasanoğlan yolcuları buralara gelince atlıyormuş!" dedim. "Buna inanamam!" diyen oldu. Baktım, bunlardan biri de hemşerim Kadir Pekgöz. 1941 yazında Kepirtepe Köy Enstitüsü buraya taşındığı yaz, Ankara'ya indiğimizde dönüşte tren Lalabel yokuşuna tırmanınca bizler de atlamıştık.
Kadir Pekgöz:
-Bunu hep söylüyorlar ama ben ne atladım,ne de atlayanı gördüm."Etme bulma dünyası!"diyen ne doğru söylemiş!" Halil Yıldırım arkadaş hemen:
-Kaç? 1941 mi? Sen o zaman daha da küçüktün elbette atlayamazsın! Bence sen şimdi de atlayamazsın! Atlarım,atlayamazsın! zıtlaşması sürerken tren durdu.
Trenden inince Öztekin Öğretmen bizi topladı,durumlarımızı sordu.Tüm arkadaşlar "iyi!" olduklarını söyleyince öğretmen gülerek “Pazarören-Kayseri, 3 saat, Kayseri-Hasanoğlan 10 saat 10 dakika 13 saattir yoldayız, iyi dayandık; geçmiş olsun! Yarın dinlenme gününüz, yarından sonra görüşmek üzere, iyi dinlenmeler!" deyip ayrıldı.
Ben akordiyonu bırakmak üzere zorunlu olarak salona giderken ötedeki arkadaşlar da özlem duyduklarını söyleyip geldiler. Gezi konusunda birimizin bildiğini hepimiz bilmemize karşın direterek bilineni hem de değişik bir kılıkla anlatanlar oldu. Akordiyonu dolabına koyup kilitledikten sonra piyanoya oturdum. Parmaklarımda bir değişiklik bulmadım, sevinerek kalkıp yatakhaneye gittim. Yatakhane konuşmalarından uyunacak gibi değil, pikeyi başıma çektim.Birden gürültüler kesildi.Törende bayrak indirirken bayrağın ipi kopmuş, bayrak başıma sarılmış. Kıpırdanıyorum,birileri beni uyarıyor:
-Fotoğrafını çekecekler. Ne fotoğrafı? deyip sıçrıyorum. Etrafıma bakınca arkadaşların çoktan uyuduğunu, rüya gördüğümü anladım. Rüyayı ayan beyan anımsayınca uykum dağıldı, bu kez de rüya yorumlamaya başladım.Bayrak, çok önemli. Ancak yıllarca bayrak işini sürdürmeme karşın şimdiye dek rüyama girmemişti; neden bu gece? Gezilerde bayrakla ilgili bir olay da anımsamadım. Ama gene de uzun süre düşündüm. Uyumuşum...
4 Haziran 1944 Pazar
Yorgun olmamıza karşın çoğumuz normal zamanda uyanmışız. Konuşmadan duramıyorlar. Konu da, çoğunlukla Isparta:
-Ah Isparta ah! Özlemle bir balık yiyelim dedik, bizi balıktan da Isparta'dan da soğuttun. "Yemeseydiniz!" diyecek oldum. Birileri güldü, birileri de:
-Hemen kendine pay çıkardı! (Ben balık yememiştim) “Pay çıkarmak bunun neresinde? Öteden beri balık yemediğim için, bu kez de yemedim, bununla öğünmüyorum ki! Yemeseydiniz; benim gibi Isparta'yı da şirin bulacaktınız.” Bu direnişimin altında gerçekte başka bir niyet, başka bir övünme var ama karşımdakiler bunu sezemiyorlar. Karşılıklı zıtlaşmalı konuşmalara genellikle karışmayan İbrahim Şen (adaş olarak konuşuruz) "Hop!" der gibi konuşanlara:
-Bu gezi, adaşım için şanslı bir gezi oldu. “Isparta” deyince siz boyuna balıktan söz ediyorsunuz. Oysa adaşım orada biz balık yeme pişmanlığı çekerken onun şansı bir başka bakımdan açılmış.” Herkes sustu, birbirine merakla bakıp kaş göz ederken, Burdur'a benimle gelenlerden Ekrem Bilgin:
-Arkadaşın şansı hepimizin şansı, o gördüğünüz, operada, oynadığı operalara hepimizi davet etti. Arkadaş sayesinde bir operacı tanıdık! Konu birden değişti, "Kimdi,neydi?” soruları arasında kahvaltıya indik. Konu konuşulsun istiyordum ama sözler gidererek cıvımaya başladı. İşin nereye dek gideceği pek belli olmaz; kendimi ilerde zor duruma düşürmemek için olayın gerçeğini anlattım:
-Benim Muazzez'i tanıdığım falan yok. Hele Isparta ile bir ilgisi olduğunu burada öğrendim. Ankara içinde bir kez bile konuşmuş değilim. Konservatuvarda da arkadaşlarıyla birlikte konuştuğum 3'ü,4'ü geçmez. Onun burada beni görünce bakması bir nezaket, bir insanlık anlayışı, daha doğrusu arkadaşlarına olan bağlılığındandır. Benimle bir arkadaşlık bağı olabileceğini düşünmüyorum. Daha doğrusu düşünemiyorum. Bu, benim kişisel durumumdan çok köylülüğümün bana verdiği bir anlayış. Benim tek becerim bu anlayışı çok çalışarak kimi öğretmenlerin yakınlık göstermesine borçluyum. Biliyorsunuz bizim ders öğretmenlerimizin de hemen hemen hepsi benden çok sizlere yakınlık duyarlar. Ancak ben tüm dikkatimle verilen ödevleri yaptığımdan isteseler de beni sizden dışlayamazlar. Buradaki durumumu Kepirtepe'de de sürdürüyordum.Yaşım ortalama olarak öteki arkdaşlarımdan büyüktü. Onların çocuksu şakalarına katılmaz, ders ya da ödev umursamazlığını yapmazdım. Buna ek bir de kimsenin göze alamadığı müzik çalışmasına bağlanmıştım ki, en soğuk kış günlerinde bile marongozluk atölyesine kapanır, tir tir titreyerek akordiyon çalışırdım. Müzik öğretmeni olmadığı gibi müzik seven bir arkadaşım da yoktu. Çalışıp yaptıklarımın durumunu öğrenmek için cumartesi günleri arkadaşlar çarşı pazar dolaşırken ben Lüleburgaz Halkevine gider ricalarla izin alıp, (çoğunlukla) caz çalan askerlerden bilgi almaya çalışırdım. Kurken adlı bir azınlık askerinden (Ermeni) aldığım bilgileri benim okulum bana verememişti. “941 yılı Hasanoğlan'a geldiğimizde ben akordiyon çalıyordum. Gelen ekiplerin oyunları vardı, onlar oyunlarını ancak mandolinle oynatıyorlardı (Beşikdüzü’nde kemençe, Kızılçullu'da akordiyon varmış; ancak onlar da akordiyon getirmemişlerdi). Benim akordiyon tüm ekiplerin ortak çalgısı olmuştu.Genel Müdür bir gelişinde beni yanına çağırttı, (daha önce tanımıştı):
-“Lüleburgazlı teşekkür ederim beni ikna ettin. Tüm Enstitü Müdürlüklerine akordiyon almaları için ödeme emri çıkardım!" dedi. Ayrıca, müzik öğretmenimiz yoktu, o güne dek hiç müzik öğretmeni, dolayısiyle müzik dersi görmemiştik. Tam bu olayın üstüne Gazi Eğitim Enstitüsü'nü yeni bitirmiş bir bayan öğretmen geldi. İlkokul bahçesinde çadırda yatıyorduk. Kızlar da ilkokul binasında kalıyordu. Hemen hemen bitişik gibiydik. Müzik öğretmeni bana akordiyonu yasak etti. Öğretmen keman çalıştırıyordu. Bir gün gereğinden çok payladığından başka çalıştığım kemanı elimden aldı, ayrıca, bir daha da dersine gelmememi sert bir şekilde söyledi. Ders dediği de tüm gün işte çalıştığımız yaz boyu, yemek-dinlenme arası verilen sürede isteyenlerin mandolin (üç-dört keman) çalışmasıydı. Neyse o öğretmen bir ayı bile tamamlamadan ayrıldı. Ayrılır ayılmz da yerine gene aynı okuldan bir arkadaşı geldi. Onun da öteki gibi düşüneceğini varsayarak uzak duruyordum. Arkadaşlardan sormuş; sanırım olayı öğrenmiş, bir gün karşılaşınca beni durdurdu, "Akordiyonu iyi kullanıyorsun, kulakların elverişli; kemanı da yürütebilirsin, gel, çalışmalarımıza sen de katıl!" dedi. Kemanımın olmadığını söyledim. Kendi kemanını verebileceği söyleyince müzik çalışmalara döndüm. İyi ki dönmüşüm, o denli iyi çalıştırdı, o denli müziğe karşı beni yeniden heveslendirdi ki, bir ara müzikle onu duygularımda örtüştürdüm. Nişanlıydı, nişanlısı da hemşerim çıktı, amcamın komşusu, iyi görüştüğü bir ailenin çocuğu, geldi beni buldu. Bir ara bozuşur gibi oldular. Bu ilişkiler, öğrenci- öğretmen ilişkilerini biraz genişletti, arkadaş, hatta zaman zaman sırdaşlığa varan bir yakınlık yarattı. Benim buna çok gereksinimim vardı; o ise Ankara'da doğmuş, büyümüş bir sanatçı çevresinde yetişmişti. Güzellik nedir, zariflik nedir, nezaket nedir? Ne işe yarar bunları biliyordu. Bir gün öğrencilik günlerini anlatırken, okulunda saç güzeli seçildiğini söylemiş, o gün duyduğu heyecandan söz etmişti. Onu anlatırken tavırlarının nasıl değiştiği, yüzünün nasıl daha da güzelleştiği gözümden kaçmamıştı. Öğretmen olmuştu ama gözü konservatuvarda bir süre daha okumaktı. İstediğine kavuştu. Geçmişte bir gün karşılaşırsak birbirimizi mutlu görmek dileklerimiz vardı. Konservatuvarda olduğunu bildiğim için göreceğime kesin gözle bakıyordum. Konservatura girdiğim ilk konserde salonu tek tek taradım. Aylar sonra merdivende karşılaştık, görmezden gelecek ürküntüsü içindeydim (ben inerken o çıkıyordu) Biri ceketimi çekerek:
-Ay burdasın ha? Ben her gün gelmiyorum! deyince:
-Ben de yalnız konserlere geliyorum! diyebildim. Merdivendeyiz, iniş çıkış arasında durmak olası değil. Konserlere gittikçe oranın havasını doğru almaya başladığım gibi insan ilişkilerinin de benim dünyamdan çok farklı olduğunu gördüm.Bu:
-Sen, her gördüğünde Süheyla Öğretmeninle görüşemezsin! demekti. Böylece görüşmeyi rastlantıya hatta rastlansızlığa bıraktım. Çok geçmeden bir gün Faik Canselen Öğretmen yukarıda ders yaparken beni alt yöneticilerin birinin odasına gönderdi. Yönetici az sonra gelecekmiş, bekledim. Bir grup öğrenci karşı salondan çıktı, öteye beriye dağıldı. Benim beklemediğim de aralarındaydı, beni görünce yolunu döndürüp hal hatır sordu. Hiç beklemediğim bir ilgiyle gözlerini üstümde gezdirdi. Ceketimin arkasında örmeli bir kemer vardı; kemeri göstererek:
-Ne güzel bir örgü,Ankara'dan başka bir yerde diktirmişsindir, Ankara'da böylesini hiç görmedim dedi. Saç, kemer derken ben de vaktiyle onun anlattığı olayı anımsayıp sordum:
-Saçlarını kısaltmışsın daha yakışmış, burada da saç güzeli seçimi olmuyor mu? Benim sorum havada kaldı, oradan geçen birine seslendi:
-Muazzez gel bak! Muazzez dediği kıza benim ceketin kemerini göstererek:
-Bak senin saçlarını model aldırmış! Muazzez pek tepki göstermedi; eliyle 4 beliğini kaldırıp:
-Ama benimkiler dört tane! deyip gülünce “ben de terzime anlatacağım, yeni ceketim dört belik olacak!” Muazzez güldü:
-O zaman yukardan aşağı olur! diyerek sözü şakaya döndürdü. Bu konuşmadan sonra uzun zaman görmedim. Son konserden çıkınca Esenpark yokuşuna dek birlikte konuşarak yürüdük. Isparta'da gördüğünüz benim sevgilimle ilişkim budur. Operaya çağırmasına gelince o çok ayrı bir olay. Biliyorsunuz soprano Rabia Erler de hepimizi çağırmıştı. Hiç gitmedik değil gittiğimiz oldu ama gittiğimizi biletçilerle yer göstericiler biliyor. Muazzez'in operasına gidince de öyle olacak.”
Öğle yemeğinde duyuru yapıldı Binbaşı Nuri Teoman kamp konusunda açıklama yapacakmış, saat 14:00'te büyük salonda toplanılacak, yoklama yapılacağı nedeniyle herkesin bulunması zorunludur.
Birbirimizin etkisiyle çalışmaktan soğumuş gibiyiz. Salona gidince isteksiz isteksiz piyanoya oturdum, bir iki tıngır mıngırdan sonra Hanonu açıp önce yavaş yavaş birinci parçadan başlayıp kendimi ısındırdım. Öyle özlemişim ki, geldiğimden beri gelip oturmadığıma kıza kıza salona gittim.
Binbaşı önce bizden ayrılacağı kötü haberi verdi. Kamp işlerinde bir görevi olmamasına karşın gelip bizimle ilgileneceğini anlattı. Kısacası, geçen yıllardaki kaplardan farklı bir şey öğrenmeyeceğimizi, ancak adı büyük, Üniversiteler Kampı'nda olduğumuzu anımsattı. Başarılar diledi, kayıtsız şartsız emirlere uymamızı istedi. Bizi özleyeceğini, arada uğrayacağını söyleyip ayrıldı. Nuri Teoman Binbaşının ayrılmasına üzülürken 2. sınıfların geçen yılkı kamp olayları anılmaya başladı; "Öteki fakülte belâlıları gelip sataşınca sabretmek!” Niçin, nasıl bir olaysa? Kendim kaptırmadım, gittim, kaldığım yerden Hanon. Yat zilini bekledim, parmaklar Hanon çalıyor ama kafa geçmişte.
Çevremdeki konuşmaların dışında kalarak orada geçecek olayları yazamayacağım. Cumartesi öğle saat 13:00’ten pazar günü akşam saat 18:00'e dek izinliyiz. Ancak zamanın çoğu yollarda geçecek. Olsun; yapabildiğim kadarıyla yetineceğim. Gözlerimi yumarken, beynim gene bir sözü çağrıştırdı:
Nuri Teoman Binbaşı:
-Orada yalnız değilsiniz, üzerinizde değişik grupların, değişik düşüncede insanların gözleri var. Onların içinde hoşgörüsüzleri de olabilir. Böyle durumlarda sakin olmak, birbirinize kenetlenmek zorundasınız. Bu kamplar size, askerliği, savaş taktiği öğretmek için değil, Asker Ocağının günlük yaşam görüntüsünü öğrenmeniz için yapılıyor. Bunu daha ilk günden anlamalısınız. Babalarınızın, ağabeylerinizin anlattığı gibi; ilk günden başınıza bir onbaşı, bir çavuş dikecekler, üç hafta hemen hemen böyle geçecek. Ama dikkat ederseniz sizde bir değişiklik olacak:
-Bencilliği yenme, sabır, sıkıntıya katlanma, "İstersem bunları aşabilirim!" bilinciniz güçlenecek!
Ortalama olarak, bu uyarının, öteki okul öğrencilerinin, olumsuz basın yayınlarından etkilenerek takınacakları tavırlar karşısında kendimizi suçlu saymama; "İt ürür,kervan yürür!" deyip yüreğimizi serin tutma anlamına geldiğine inandım. Ancak, biz kendi aramızda mızmızlanarak konuştuğumuz olayların bu denli yaygınlaştığına şaştım. Sıkıntılı bir durumda uyumuşum.