Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

17 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Köy Enstitüleri Kitapları Üstüne Yapılan Tartışmalar

 

26 Kasım 1945 Pazartesi

 

Bir türlü benimsemediğim eğreti görevimin son haftası. Ne yaptım ki diye düşünüyorum. Ne yapacaktım ki? diye de kendime soruyorum. Bu, başkanlık olayı da ne ki? Edirne/Karaağaç Köy Öğretmen Okuluna ilk kaydolunca sınıf arkadaşlarıma bakınca sanki ben başkan gibi bir şeydim. Benim yaşımda olanlar var ama yaşlarını bile saklayacak türden. Bir akşam okulun ekmeği gelmemiş, akşam yemeğinde ekmek yok. Okul Müdürü geldi, bunu söyledi. Bundan sonra da bu işi siz yapacaksınız! dedi. Ben kalktım, kaç ekmek alınacak diye sordum. Müdür gülümseyerek niçin soruyorsun? deyince, ben.

-Şimdi gider getiririm! dedim. Müdür Bey, yolları bilip bilmediğimi sorunca bildiğimi söyledim. Müdür izin verince yeğenimi yanıma alıp ekmekleri getirdim. Bu bana cesaret verdi, ondan sonra her durumda önde oldum. Özellikle sanat, ziraat çalışmalarında hep önde bulundum. Ancak bizde bu tür sıfatlar olmadığı için başkanlık gibi bir görev anımsamıyorum. Bol bol nöbetçilik yapardık. Birkaç kez Tarım Deposu nöbetçisi olmuştum. Marangozluk Atölyesinin ise Enstitü 2. sınıfından başlayarak ayrılana dek nöbetçisiydim. Şimdiki gibi olsaydı ben de Hüseyin Atmaca gibi değişmez pardon değiştirilmez başkan olacakmışım.

Her pazartesi kahvaltıda günün dersleri konuşulurdu, bugün bir değişiklik oldu; konu dünkü toplantı, özellikle de Genel Müdür’ün sözleri. Kamil Yıldırım sözü başlattı:

-Adam fena kızmış ama belli etmemeye çalışıyor. Besbelli daha önce aralarında konuşmuşlar, Nihat Şengül:

-Kolay mı sanıyorsunuz, adam inandığı bir davanın başarılı olmasını istiyor. Atatürk’ü okuduk, İstanbul’da verdiği kararı sonuçlandırmak için ta Samsun’dan, Sivas’ları, Erzurum’ları dolaşarak Ankara’ya dek yürüdü. 19 Mayıs, 23 Nisan arası neredeyse bir yıl. Bir yıl dur sus dinlemeden yürümek ne demek! Halil Yıldırım ekledi:

-Ee , kardeşim büyük adamlık o işte, kolay olsa herkes büyük adam olurdu! Ekrem Bilgin havayı değiştirdi:

-İşte bunun için ben büyük adam olmak istemiyorum! Nihat Şengül:

-Şuna bak, her yerde var! Kendini ne sanıyorsa! Oğlum sen istesen de istemesen de büyük adam olacaksın! Hem öyle az buçuk değil, kırkına girdiğinde arabayla taşınacaksın. Baksana, şimdiden terazileri titretiyorsun!

Ekrem uzunca boylu ama çok kilolu değil. Sözü üzerine alınmadı ama, Nihat’a sınıf arkadaşlarımızdan örnekler verdi. İlk örnek de Başkan Hasan Yılmaz oldu. Tam bu sıra Hasan Yılmaz bizim masaya gelmişti. Hep güldük. Hasan Yılmaz, gülüşlerden bir şeyler sezinler gibi olup bakınca Kâmil Yıldırım:

-Biz Başkanları hep böyle karşılarız! diyerek Hasan Yılmaz’ı rahatlattı.

Hasan Yılmaz ayrılınca Kâmil Yıldırım’ı kutladık:

-İşte tiyatro sevgisinin kazandırdıkları! Tiyatroda çalışanlar neşeli oluyor; aynı zamanda atak oluyorlar. Ben örnek olarak kampta hepimizin tanıdığı Suat Taşer’i örnek verdim.

Mahir Canova Öğretmen gelir gelmez sordu:

-Lâtin yani Roma Tiyatrosu ile Yunan Tiyatroları arasında en büyük özellik nedir? Bunu bir sözle nasıl ayırırız? İlk aklıma gelen Tiyatro yapıları oldu. Az kalsın parmak kaldırıp söyleyecektim. Öğretmen sorusunun karşılığını kendisi verdi:

-Roma, daha çok komediye, Yunan da trajediye önem vermiştir. Bir soru daha: Roma, neden komediye önem vermiştir.? Gene bakıştık… Öğretmen:

-Adamlar o denli savaştılar, o denli kan döktüler ki, yaşamları trajediye döndü, bu nedenle komedi onlar için, o sıkıntılı durumdan bir türlü kurtuluş oldu! deyip yüzlerimize baktı. Sesini biraz azaltarak devam etti:

-Bu söylediğimi sakın ciddiye almayın, kendiniz başka bir cevap bulun ama, olayın böyle olabileceğini de hesaba katın! dedi.

Öğretmen, Roma Tarihini pek bilmediğini, ancak bir Kent Devletin onca büyümesinin de başka bir yolu olamayacağını, Kartaca ile yüz yıldan fazla süren didişme sonunda orasını haritadan silen öfkenin, bir trajedi olduğunu anlattı. Sözü Shakespeare’e getirdi: “Onun dramları, kan dökücü Roma halkı ruhunun yarısını bile yansıtmıyor. Gladiyatör oyunlarının ne mene kan dökücü olduğunu tasarlamak bile insana acı veriyor.”

Öğretmen bundan sonra, tiyatro insanlara salt gösterilen oyunlarla olay anlatmadığını, anlattığının, benzeri olayları izleyenlerin de yakın olarak yaşadıklarını anımsatıp, birilerin kendilerini tanımasına yardımcı olduğunu, işte tiyatronun gerçek işlevinin bu olduğunu, sahneye konan oyun izleyenlere kendilerini ne denli döndürürse o denli başarılı olacağını anlattı. Örnekler verdi:

-Sahnede bir oyun düşünün, bir ya da birkaç hırsız, yaptıkları o ahlak dışı işleri anlatsınlar. Bunları, izleyenler kendilerini bırakıp onların anlattıklarına kendilerini kaptırırsa onlar, söylene sözleri ezberlemiş olsalar bile tiyatronun vermek istediğinden habersiz olarak evlerine dönmüş olurlar. Sahnede kendi sahtekârlığını anlatanı dinlerken kendi doğruluk derecelerini değerlendirenler o tiyatrodan yararlanmış olur.

Bakın ben, Roma’nın o görkemli günlerinde, kısacası her savaşta karşı duranları, esir edip Roma’ya köle kazandıranlar, döktükleri kana doymamış gibi bir de aslanlar, kaplanlar ya da başka vahşi hayvanlarla, özgürlük bahasına bu vahşi hayvanlarla karşı karşıya getirmelerini, demin anlattığım tiyatroda hırsızın anlattıklarına kendini kaptıranlara benzetiyorum. Kesinlikle o kimselerde kendine pay çıkarma yoktur, duygusuz duyarsız, yaratıklar. İşte tiyatronun varoluşu bu noktada çok önemli bir çıkıştır. O kan revan içindeki toplumun kimi bireyleri bu duruma tepki gösteriyor. Bunu nasıl yapacaklar? Güçle karşılamaları olası değil. Öyleyse insanları güldürerek rahatlatmak. Bu ne demek? İşte bu komedinin doğuşu oluyor.

Mahir Öğretmen “Bu dediklerini belgelendirmek için ünlü Alman şairi Friedrich Schiller’i tanık ediyorum!” dedikten sonra onun Eldiven adlı Balad’ını okudu. Hükümdar, yakınlarıyla glâdiyatör oyunlarını daha doğrusu bile bile insanların parçalandığını görme yerine oturduktan sonra aslanların kapıları açılır. Önce iri bir aslan çıkar çevresini gözledikten sonra bir yerde durur. Az sonra ikinci bir kapıdan ok gibi bir kaplan çıkar, aslana saldırmak üzere yaklaşır ama saldırmaz, ona az ötede durur, ikisinin de gözleri çıktıkları kapılardadır. Bir üçüncü kapı açılır. Oradan da bir benzer yırtıcı çıkar. Üçünün de gözleri kapılardadır. Belli ki alışmışlar oradan çıkacaklara saldıracaklardır. Beklenmedik bir başka olay olur. Tam o sıra Hükümdarın oturduğu taraftan bir eldiven üç vahşi hayvanın önüne düşer. Eldiveni güzel bir bayan bilerek atmıştır; kendisini seven bir gencin cesaretini denemek istemiştir:

-Lütfen, eldivenimi getirir misin? der. Delikanlı koşarak iner, eldiveni vahşi hayvanların önünden alıp getirir. Schiller Baladını başka bir yöne döndürerek bitirir ama belli ki o vahşi hayvanların önüne ellerinde kılıçlarla birileri inecek, ortalık kan revan olacaktır.

Mahir Öğretmen gülümseyerek:

-Yaa, işte böyle bizim bu sanatın görülmek istenmeyen tarafı! Devam edeceğiz! deyip ayrıldı.

Süleyman Güler öğretmen, bir süre ses çalışması yaptırdı. Önce:

-Bizim tenorlarda bir gelişme var mı? diye sordu. Abdullah Erçetin’e bakarak sordu:

-Ne dersin? Abdullah çalıştığını söyledi. Sanırım Abdullah hiç çalışmamıştı, biraz renklenerek çalıştığını söyledi. Abdullah başarılı oldu. Talip gönüllü olarak kalktı, birkaç kez uyarıldıysa da sonunda başardı. Kadir Pekgöz’e öğretmen uyarıda bulundu, gözüm üstünde olacak, bu dediklerim olmadan şarkı söylenmez, söylenirse o Alaturka olur ki, bu bizim amacımıza ters düşmektedir.

Süleyman Öğretmen bundan sonra daha önce tanıtacağını söylediği operaların ilkini, Mozart’ın Bastien ile Bastienne operasını anlattı. Opera, Ankara’da oynanmış, kendisi de rol almış. Mozart’ın ilk operasıymış. Mozart bunu bestelediğinde 12 yaşındaymış. Öğretmen bir de düzeltme yaptı. Bastian ile Bastianne Viyana’da gösterildiğinde Mozart 12 yaşındaymış bestenin daha önce yapılmış olabileceği de söylenmekteymiş. Arkadaşlar:

-Vay, may değince öğretmen bu defa, müzikçi yetişmesinin bir ortam sorunu olduğunu, bunu tüm güzel sanatlar için düşünmemiz gerektiğini anlattı. Rönesans’ı örnek göstererek Kilisenin resim sanatına yardımını anımsattı arkasından da gene kilisenin ama bu kez Protestan kilisesinin müzik sanatına arka çıktığını anlattı. Telemann’ı, Bach ailesini, benzer başka ünlülerin arkasında kiliseler olduğunu, onların yarattığı ortamda bu kez kilise dışı müziğin evlere dek indiğini işte bu nedenle özellikle Kuzey ülkelerinde müziğin, insanları günlük uğraşlarından sayıldığını, konakların, sarayların orkestralar kurduğunu, büyücek kentlerin bir biriyle müzik yarışlarına giriştiğini, kralların da bu yarışta yer aldığını, Büyük Bach’ın dört oğlunun 4 kralın sarayında çalışmasının nedeninin burada olduğunu, Haendell’in İngiltere’de krallar gibi sevildiğini anlattı. Prusya kralı 2. Friedrich’in orkestrada flüt çaldığını, günümüz orkestralarında sık sık çalınan konçertolar bestelediğini anlattı. Bu arada ben de söze katılarak, Almanca kitabımda okuduğum bir olayı anlattım. Büyük Friedrich Johann Sebastian Bach’ı sarayına çağırmış. Zaten oğullarından biri o saraydaymış. Kral Friedrich’in Bach’ın gelişini heyecanla beklediği bu yazıda anlatılıyordu. Süleyman Öğretmen gelecek derse o yazıyı getirmemi istedi. Yazı Almanca olduğu için buna çok sevindim. Yazıyı okuya okuya ezberlemiştim. O nedenle rahattım, arkadaşlara Almanca okuyup çeviri yapacağım.

Süleyman Öğretmen böylesi bir girişten sonra Mozart, ya da benzer bestecilerin beklendiğini, bizlerin Mozart, Haydn, Beethoven gibi yıldızlara takılıp kalmamızın yanında onlar kadar güçlü olmasa da yüzler değil binlerce bestecinin eseri olduğunu anlattı. Mozart’ın Salzburg doğumlu, Beethoven’in Bonn’da doğmuş olduğunu hatırlattı, Schubert, Weber, Mendelsshon, Schumann, hep başka başka kentlerde doğup Viyana’ya yönelmiştir, dedi.

Öğretmen:

-Gelelim, Bastian ile Bastianne’a deyip özetledi.

Bastian ile Bastianne:


Eski tip yerleşim yerleri olan bir konağın yakınlarında oturan mutlu bir çift vardır. Bunlar yakın konakta oturanlarla da ilişkilidirler. Bastian sık sık konağa gider gelir. Gider gelir ama, konaktan biri Bastian’a gönül vermişti, onu elde etmek için bol bol hediyeler verir. Bastianne bu durumdan üzüntü duyar. Bastian’ı kaybetmemek için çareler düşünür. Bu tür gizleri çözen bir büyücü bulur. Büyücü Bastianne’a öğütler verir:

-Satın kıskançlık yapma, Bastian, sana yaklaşınca ona soğuk davran, varsın o seni kıskansın! Bastianne bu öğütleri dinler. Bir süre sonra Bastian konaktan, hediyelerden uzaklaşıp Bastianne’a içtenlikle yakınlaşır. Olay, çok çocuksudur ama müzikler oldukça başarılıdır. Bastian ile Bastianne dünya konservatuvarları tatbikat sahnelerinin vazgeçilmez operalarından biri olarak ilk sıradaki yerini bestelendiğinden beri koruyormuş. Süleyman Güler Öğretmen:

-Yaa, gördünüz mü çocuğu! deyip güldü. Sonra da:

-İşte Mozart bu! deyip ayrıldı.

Topluca yemeğe giderken arkadaşlar tekrarladı:

-İşte Mozart bu?

Oturunca Ekrem numarasını yaptı:

-Hani nerede? Ben buralarda Mozart falan göremiyorum? Halil Yıldırım karşılık verdi:

-Kardeşim, sen kendinden başkasını ne zaman gördün ki çevrende küçücük çocuk Mozart’ı göreceksin? Bu yetti, yemek sonuna dek buna güldük.

Yemekten sonra Küçük odadaki piyanoya oturdum, az sonra Selçuk Öğretmen geldi. Önce parmak alıştırma yapmamı söyledi. Hanon’dan sayfa açıp çalıştım. Az sonra Beringer’i açıp Mozart 4’el Schüler bölümünü dinledi. Hiçbir tepki göstermeden oturup kendi de çaldı. Bana bakarak:

-Hemen hemen hiç bir fark yok gibi, bu güzel bir gelişme! dedikten sonra Lehrer bölümünü dinledi. Bir iki kusur saydıktan sonra kendisi Schüler bölümüne oturdu. İki kez tekrarladıktan sonra yer değiştirdik. O bölümü de iki kez tekrarladık. Az bir sessizlik geçirdik. Ben kuşkulu kuşkulu beklerken öğretmen Beringer’in sayfalarını çevirdi. Mozart, Don Juan Operası’ndan Mandolinli Serenat’ı çaldırdı. Gene bir şey demedi, bu kez de gene Mozart Don Juan Operası’ndan Zerlina aryasını çaldırdı. Buna da bir şey demedi, sayfa çevirdi bu kez de Mozart 545 kv. sonattan alınma Andante’yi çaldırdı. Bu üç parça sevdiğim, sık sık çaldığım, iyi çaldığıma da inandığım parçalardı. Gene de kuşku içinde beklerken Selçuk Öğretmen:

-İbrahim, Mozart’ı çok sevdiğin belli; bir süre parça vermeyi düşünmemiştim ama karar verdim, sen bir Mozart çalışması yap, Andante’nin bulunduğu sonat var, onu oradan çalış, iki hafta sonra dinleyeceğim. İçimden güldüm. Çünkü ben onu ezber biliyorum, salt orasını değil 545 kv. No 16, do major sonatın hemen hemen tamamı ezberimde. Bunu söyler miyim, teşekkür ettim. Selçuk Öğretmen gözümde birden değişti. Öğretmen ayrılınca, sevincimden, önce 4’el Lehrer, arkasından Schüler bölümlerini ikişer kez tekrarladım. Kalkıp salona girmek istedim, Şükrü Arseven öğretmen grup çalışması yapıyordu, geri döndüm. Nedense piyanoya oturmak istemediğimi anladım. Yarınki dersi düşünerek Kitaplığa gittim. Kitaplık oldukça soğuk, kimseler yok, Başkanlık odasına girdim; Hasan Yılmaz da geldi. Odanın kapısı pek açılıp kapanmadığından oldukça ılık. Hasan Yılmaz sözü Genel Müdürden açtı:

-Öfkelenmiş ama kime olduğunu da belli etmiyor! dedi. Sözü fazla abartmadan düşünerek:

-Bir kişiye değil değişik kişilerin tavırlarına göre, hepsini kapsayacak karşılıklar düşünmüş, bu işi en geniş anlamda o kurguladığına göre, öyle yapması gerekir! dedim. Hasan Yılmaz gülümseyerek:

-Abi sen de öyle yapıyorsun, olaylara tek tek değil, bağlantılarını da kapsayacak açılardan bakıyorsun! O böyle deyince kendimi savunmak gereğini duydum. Olayları tek tek ele alırsak, o an olup bitecekmiş sanılan bir olay, gelecekte bir başka şekilde karşımıza gene çıkabilir. Buraya geleli 3. yılım, ilk geldiğim günlerdeki olaylar biraz değişerek tekrarlanıp gidiyor. Ahmet Emin Yalman kitabında yazdı:

-Çifteler Köy Enstitüsü öğrencileri, her hafta toplanarak, okulun genel durumunu tartışır, gerekirse öğretmenleri hatta okul müdürünü de eleştirirler! dedi. Benzer yazılar, bizim dergimizde de çıkıyor. Doğru söyle, var mı böyle bir hoşgörü? Yüksek Bölüm 4. yılına girdi, Öğrenci Başkanlığı için nihayet bir seçim yapıldı. Zaman zaman toplantılara katılıyoruz, bizim konumuz olan tartışmalarda bile rahat konuşamıyoruz. Bu kusuru bir kişiye ya da makama yükleyemeyiz ama yok da sayamayız. Bak, bu kitap konusu, yıllardan beri eleştiriyoruz. Ben bunu, Köy Öğretmen Okulu’ndan Köy Enstitüleri’ne dönüşünce daha dile dolamıştım. Özellikle de Köy Enstitüleri Müfredat Proğramı elime geçince Kepirtepe Köy Enstitüsü Müdürü İhsan Kalabay’a kendi dersinde açmıştım. Programda pedagojiden söz ediliyor, neden Dr. Halil Fikret Kanad’ın Pedagoji kitabını okumuyoruz? diye sormuştum. İhsan Kalabay:

-O kitapları ben öğrenciyken okudum, yararlandım, ancak bizim, kitap seçip öğrenciye verme yetkimiz yok, onu Yüksek Bakanlık yapar! demişti. Buraya gelince de aynı konuyu, Psikoloji, Sosyoloji Dersleri için gündeme getirdik. Benzer sözlerle savuşturmalar sürüyor. Oysa sorun başkaymış, dün bunu öğrenince duraksadım. Genel Müdür haklı, söylediklerine katıldım. Gerçi söyledikleri eksik kitapların boşluğunu doldurmadı ama, o boş kalan yerlere abur cubur bilgilerin girmediği rahatlığını duydum. Konunun gecikmesi belki yarar sağlamayacak ama benim kendi buluşum olan bir sözüm vardır. 1941 Haziran ayında biz Hasanoğlan’a Kepirtepe’den göçtüğümüzde Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel gelmişti. Ders yapılmıyordu, ancak o günlük çadırda ders yaptık. Bakanımız başını eğerek çadırımıza girdi, sorular sordu. Sorduğu bir soruya birkaç arkadaş parmak kaldırarak cevap verdi. Cevaplar yanlıştı. Bu kez ben parmak kaldırdım. Cevabım doğruydu, Hasan Ali Yücel, cevabımı doğruladı ama “Başka kim kalmıştı ki?” diye sormuştu. Sorduğu Newton’un hangi ulustan olduğuydu. Arkadaşlar, Alman, Fransız, Amerikalı, Rus falan demişlerdi. Ben İngiliz! deyince Hasan Ali Yücel, gülümseyerek bana sormuştu:

-Başka kim kaldı ki? O zaman ben de ona:

-İvedi söylenen yanlıştan geciken doğruları yeğlerim’ demiştim. Hasan Ali Yücel’in elinde kendi yazdığı Lise ikinci sınıflarda okutulan Mantık kitabı vardı. Hasan Ali Yücel kitabı arkadaşımız Sami Akıncı’nın elinde görüp almıştı. Kitabı göstererek bize:

-Daha orta 3. sınıfsınız, bunu ancak lise ikinci sınıfa geçince okuyacaksınız demişti. Ancak ben öyle cevap verince bu kez bana kitabı göstererek:

-Sen bu kitabı okuma hakkını kazandın! dedi.

O olayı, sözü ben de çok beğenip benimsediğim için unutmuyorum. Genel Müdür konuşurken onu anımsadım. Gereksiz ya da yararsız kitapları hemen yazdırmaktansa yararlılarını biraz geç çıkarmak yerinde olur bence.

Biz konuşurken Mahide Kiremitçi de geldi, konuşmamıza katıldı. Mahide de arkadaşlarının sızlanmalarından söz etti. Enstitü bölümlerinde de kızlar var, iki yıldır Kepirtepe’yi bitirenler köylere gidiyorlar. Onların çalışmalarından kimse söz etmiyor. Nedense insanlar, köy öğretmenlerini salt, tarla-bahçe, inşaat işlerine bağlıyorlar. Köylere giden bayan öğretmenlerin hiç sorunları yok mu? Yasaların, onlara da sorumluluk yüklemesi gerekir. Bay öğretmenler, gezici Başöğretmenler, İlköğretim Müfettişleri, daha başka yetkililerle göz altına almış durumda, oysa bayan öğretmenler için kimseden ses çıkmıyor. Köye gidenler, nerede, nasıl yetiştiler ki gider gitmez uyumlu çalışmaya başlayacak? İnsan ilişkileri üzerine onlara ayrı bir ders verildi mi ki? Mahide’ye sordum:

-Enstitü Stajınızda, gittiğiniz yerdeki biçki-dikiş öğretmenleriyle uyuşabildiniz mi? Mahide Güldü:

-Ne uyuşması, nereden geldi bunlar? der gibi yüzümüze baktılar. O dediklerinizin hiç birisi kimse düşünmüyor. İş olarak da genellikle okulun gereksinimleri tamamlanmaya çalışılıyor, yönetimin verdiği işler yerine getiriliyor. Gidilecek köyler üstüne bu konuda hiçbir araştırma yapılmıyor!

Bizi dinleyen Başkan Hasan Yılmaz:

-Sahiden, bu konuyu ben de hiç düşünmemiştim, tarla, bahçe işlerini denetlemek için gezen kimseler, bayanların işlerini de mi teftiş edecekler? Köylüler nasıl karşılar bunu? Baylar, Cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi okuma-yazma çalışmaları yapıyormuş, bayanlar bunu nasıl yapacak? Onlar da mı gece çalışmaları yapacak? Karşılıklı bakışarak gülüştük; daha nice eksikliklerimiz var!

Akşam yemeğinde, gelen öğretmenler duyuru listesinde bizim iki öğretmenimiz Yunus Kâzım Köni ile Sabahattin Eyuboğlu yoktu. Arkadaşlardan sevinenler oldu. Nedense ben sevinemedim; Sabahattin Eyuboğlu zaten birkaç ders atlatmıştı. Buna üzüldüğünü kendi söyledi. Şimdi bu nereden çıktı?

Yemekten sonra gene Başkanlık odasına gittim, başladığımız öğrenci dosyalarının düzenlemesini sürdürdük. Eve mektup yazdım.

Yatınca da bir süre evi, köyü düşündüm, özledim mi? Pek özlemiş gibi değilim ama gene de göresim geliyor. Okulu bitirince uzak yerlere gidersem, nasıl gidip geleceğim tasaları içinde uyudum.

 

27 Kasım 1945 Salı

 

Nedense erken uyandım, konuşmalar az sonra başladı. Bugün dört dersin boş olması birçok arkadaşı sevindirmiş. Burhan Güvenir, deneyimli:

-Öğleye kadar yatabilirim ama biliyorum Rauf İnan çıkar gelir. Çifteler’de bunu bir kez yaptım, uzun süre diline dolamıştı! deyip güldü. Sanırım, yatacak yer söyleyenler oldu. Burhan Güvenir:

-Yok arkadaş, onun tadı kendi yatağımdadır, başka yerde pineklemek; benim harcım değil! Konuşanlar, bir bakıma beni uyarmış oldu
bir gün birini yatakta bulabilirim. Böyle bir durumla karşılaşırsam ne derim? Günlerimi saydım:

- 27-28-29-30 Kasım, dört günüm kalmış, bitmeyecek sanıyordum, bitti bile. Kendi kendimi sevindirdim. Başlangıçta daha çok piyano çalışmama engel olacak kaygım olmuştu, ayırdında mı değilim ne? Ona da engel olmadı ki, son derste Selçuk Öğretmen neredeyse alkışlayacaktı. Bunları kurarken yatakhane boşaldı. Kalkıp, ortalığa göz attım. Konulan kurallara uyulmuş, kahvaltıya gittim.

Arkadaşlar, ben yokken konuşmuşlar, bana sordular:

-Bunca bina içinde boş bir yer yok mu? Böyle zamanlarda alıp kemanları oraya gidelim. Bilmediğim için karşılık veremeyince, konuşmalar gene şakaya döküldü:

-İzzet Palamarın orada vardır. İzzet Palamar’ın orası demekle, ahırlar kastediliyor! Gene de ben (sahici) başka bir yer önerdim; yemekhane’deki sahne! Perde kapatılırsa, oldukça büyük bir alan kazanılmış oluyor.

Kahvaltıdan sonra kurnazlık yapmak istedim; gidip soba yakacağıma, yan çizerim; nasıl olsa elimde bahanem var. Başkanlık odasına gittim. Onların da dersi boşmuş, Hasan Yılmaz’la Mahide Kiremitçi geldi. Önce Sabahattin Eyuboğlu öğretmenden söz açıldı. Ben sormadan Mahide Kiremitçi konuştu:

-Sabahattin Eyuboğlu’nun dersinden hiçbir şey anlamıyorum. İyi, hoş, kimseyi azarlamıyor, kimseyi incitmiyor ama hep aynı adamdan söz etmesini de bilemiyorum, doğru mu? Sabahattin Öğretmeni savunmak için değil, Montaigne’in değindiği noktaların okuyanlara düşünme alanı açtığını anlatmaya kalkıştım. Ara ara Hasan Yılmaz da bana katılır gibi yaptıysa da bir yerde oda tek kitaba bağlı kalmanın doğru olmadığını söyledi. Hasan Yılmaz’ın tek kitaba bağlı olmama görüşü ilgimi çekti. Oysa iki gün önce Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’la bu konu tartışmaya açılmıştı. Yazılacak kitaplar, ya da yazılmasını beklenen kitaplar nasıl olacak? Onlar tek kitap değil? Üstelik Montaigne gösterdiği kaynaklarla çok daha geniş bir alanı okuyucunun önüne seriyor. Onun tanık gösterdiklerini araştıracak kimseler, ondan öncenin seçkin olaylarını öğrenebilir.

Örneğin ben, Sabahattin Öğretmenin kitaptaki o parça üzerinde hiç durmamasına karşın Üç Büyük Adam başlıklı yazıyı okuduktan sonra o güne dek öğrendiğim tarih bilgilerimin çoğunun eksik olduğunu anlayıp anımsadığım olayları bu kez başka kaynaklardan öğrenerek daha doğru, daha taze olarak pekiştirdim. Örneğin Büyük İskender’in Hindistan Seferini (Anabasis’i) okumama karşın Montaigne’den öğrendiğim kadar bilinçli kavrayamamıştım. Başka örnekler de verebilirim.

Osmanlı İmparatorluğu’nun Kanuni Sultan Süleyman’dan sonra, Avrupa yönünde ilerlemeye kalkışmamasını, 150 yıl sonra kalkışınca da neden ters yüz geri gidişini Montaigne’nin Romalı ve Osmanlı başlıklı yazısını okuyunca anladım. Kanuni Sultan Süleyman, Macaristan’ı alınca, öteki ülkeler gibi Osmanlı topraklarına katmamış:

-Yetti bana aldıklarım! demişmiş. Bu söz şaka gibi söylenmiş etkisi veriyorsa da arkasındaki gerçek yok sayılamaz. Macaristan’dan ötedeki ülkeler Osmanlı toplumunun çok önündedir. Kanuni Sultan Süleyman’ın büyük dedesi, İstanbul savaşı için top döktürmek üzere Macaristan’dan usta getirtmişti. Gutenberg matbaayı çoktan bulmuştu. Üstüne üstlük Rönesans çağı yaşanıyordu. Yeni kıta Amerika’yı soyup çevresine caka satan zengin İspanya’yı al aşağı edip sahnede ben de varım diyen bir İngiltere çıkmıştı. Bu zinde güçler karşısında Osmanlı’nın fazla bir söyleyeceği olamazdı. İşte Kanuni Sultan Süleyman bunu görmüş, Macaristan’ı şeklen kendine döndürmüş bir bakıma koruyuculuğu altına almıştı. Montaigne öğretmenden ben bunu öğrendim. Bu süreç tam 150 yıl sürdü.

Kanuni’nin ilkeleri bozulmasaydı belki de daha uzun sürecekti. 1685 yılında hovardaca yapılan bir çıkış, beklenen çöküşü hızlandırdı. Bakın, Montaigne bu tür olaylara değinip tartışma yaratmasa bile o olay üstüne fikir üretmeye yol açıyor.

Biz konuşurken Mahide’nin arkadaşı Pakize geldi. Bir süre konuşmaları o da dinledi. Konu değiştirdik, Yemekhane Sahnesi için yapılacak perdeden söz açıldı. Bizim kuyruklu piyano için yapılan kadife örtüyü Pakize dikmiş. Teşekkür ettim. Biliyordum ama yeni duymuş numarası yaparak konuşmayı sürdürmek istedim. Hasan Yılmaz’dan sonra Mahide de izin isteyip ayrıldı. Bunu fırsat bilip konuşmayı istediğim yöne yönelttim. Melahat bana Pakize’nin bir fotoğrafını vermişti. Pakize’nin bundan haberi var mı? Yoksa Melahat bana yaranmak için bunu bir araç mı yapmaya çalışıyor? Bir yalan uydurdum:

-Geçen gün sizin oradaki piyano onasına giderken yerde bir fotoğraf buldum, senin fotoğrafın. Pakize inanamadı. Bir direnince, kendisinin değil verdiği arkadaşlardan birinin düşürmüş olacağını söyleyip, yüzüme baktı. Getirip vereceğimi söyledim. Ben amacıma ulaşmıştım, Melahat beni avutuyor, üstelik belki fotoğrafı Pakize’den habersiz de aldı. Pakize:

-Ben verdiklerime fotoğrafın arkasına yazıp imzalarım, arkasında yazı yok mu? diye sordu. Fotoğrafta yazı falan yoktu. Bu kez:

-O fotoğrafı vermeyecektim ama, senin öyle bir ilken varsa imzasız fotoğrafı ben de sevmem, onu, benim saymam, öyleyse onu sana geri vereceğim. Böyle bir ilken olmasaydı vermeyecektim. Pakize açık yürekle:

-İstersen sende kalabilir ama imzalamam. Ben de:

-Gönülce verilmemiş bir fotoğraf bana ne kazandırır, alır bir yerde kullanırsın! Mahide dönünce konuyu kapattık.

Öğle yemeğinde arkadaşların havası oldukça bozuktu. Bölüm Başkanı, kemancıları sıkıştırmış, özellikle hemşerim Kadir Pekgöz, neredeyse ağlayacaktı. Bana çıkıştı:

-Ağabey, o zaman beni neden doğru dürüst uyarmadın? Bu bölüme geçmeyebilirdim? O zaman o denli istekliydin ki, sen bana:

-Bu bölüme gelme deseydin inan ki seni üzmemek için başka bölüme gidebilirdim. Arkadaşlar beni alkışladılar:

-Bu ne büyük hemşerilik bağı!

-Bu durum geçicidir, başarılı bir çalışma ile aşılır; hemen paniklemek, sorunu çözmez, daha da karmaşık duruma getirir! Sakin sakin konuşarak ortamı yatıştırdım. Yatıştırdım ama sonunda gene bana dokunan bir durumla karşılaştım:

-Piyanoyu seçseydik bunlar başımıza gelmezdi! Sezdirmeden yüzlerine baktım, doğru dürüst çalışmayanlar, piyanoyu hemen başaracaklar. Bir sayfalık Seybold etütlerini bile ezberleyemeyenler 12-15 sayfa tutan, altlı üslü porteleri (Sol-Fa anahtarlı) ezberleyecekler! içimden içimden acıyarak güldüm. Hemşerim Kadir, Kepirtepe Köy Enstitüsü’nde müzik çalışmalarına katılmadı. Buraya gelince böyle bir sevdaya tutuldu. Uyarmadım değil, enine boyuna olayı anlattım. Dahası benim gibi işe sarılırsa başaracağını da söyledim. Başlangıçta direndi direnmedi değil, ancak son zamanlarda o direnci sürdürmemeye başladı. Sorun bundan başka bir şey değil. Son günlerdeki gevşekliği üstünden atarsa gene başarılı olacaktır. Öteki arkadaşlara bir sözüm yok, hemen hemen hepsi, geçmişte bir süre müzikle ilgilenmişler. İçlerinde çalışmayanlardan biri olan Abdullah Erçetin’in de müziğe yatkınlık doğuştan var, çalışıp enstrümanı ilerletmiyor ama iş sese dökülünce kendine bir yer buluyor. İşte Hemşerimin kavrayamadığı bu:

-Abdullah da çalışmıyor! Oysa Abdullah’a daha ilk yıl, Hilmi Girginkoç öğretmen:

-İstersen, seninle çalışır, Konservatuvar şansını denetirim! demişti. Geçen yıl Aydın Gün Öğretmen de benzer önerilerde bulundu. Hemşerim Kadir bunları duymamışçasına kendini Abdullah’la bir tutuyor. Gene de her şey olup bitmiş değil, öğretmenin verdiği ödevi yapanlar varsa, daha doğrusu yapılacak gibi bir ödevse, çalışıp onun da yapması gerekir. Öğretmen onun önüne yapılmayan bir zorlu ödev koymuyor ki!

Yemekten sonra hemşerimle konuştum. Arkadaşların genel konuşmalarına katılıp etkilenmemesini, “Her koyun, kendi bacağından asılır!” özlü sözünü anımsattım. Ben piyano çalışırken küçük odaya gelebileceğini söyledim. Karşılıklı sözleştik. Ayrılırken de, kendisini böyle sık sık uyarmamı istedi. Bunu, severek yapacağım söz verdim.

Bölüm Başkanı, bir süre koro çalışması yaptırdı, arkasından müzik imlâsı, daha sonra da müzik tarihi üstüne konuşuldu. Belli başlı besteciler hakkında kısa bilgiler, ünlü eserlerinin tanınması konuşuldu. Bölüm Başkanı bunları yıllar içinde peylemiş, çok rahat söylüyor ama olay bizim için öyle kolay değil. Belli başlı besteci denince bunun bir sınırı yok. Almanya ilk akla geliyor, belli başlı Alman bestecileri; Bach, Telemann, Haendell, Gluck, Haydn, Mozart, Beethoven, Schubert, Weber, Schumann, Mendelsshon, Wagner, Brahms, Brukner, Strauss diye uzuyor. Bunlardan bir iki eser deyince sayılar daha Almanya’da otuz- kırklara varıyor. Öteki besteciler de araya girince oldukça kabarık bir liste ile karşılaşılıyor. İşte arkadaşlar bundan ürküyorlar. Oysa olaya böyle değil kolayından bakınca bilgiler kendiliğinden ortaya çıkıyor. Tekrar, durmadan tekrar!

Serbest kalınca Kadir benim yanıma geldi. Bana hiç zararı yok. Bir süre bir bahane bulup ayrıldı. O bahane neydi bilmem ama, ben ondan sonra tam bir saat çalıştım.

Akşam yemeğinde gene sızlanmalar:

-O bestecilerin bestelerini bilsek ne olacak? Bu kez de ben:

-Kızılcahamam, Çeltikçi köyündeki koyun sayısını bilince ne oluyorsa, bunda da o olacak! Böylece, köyler hakkındaki ödevler de anımsanmış oldu, hemşerim Kadir başta olmak üzere çoğu onu da yapmamış.

Salı Akşamları plâk dinlemeye ayrılmıştı, o anımsandı, “Duyuru yapalım mı yoksa gelenlerle, istediğimiz plâkları mı dinleyelim?” Duyuru yapmadan salona döndük. Lalo, İspanyol Senfonisi, Mozart, Küçük Şeylerden bir Gece Müziği eserlerini dinledik.

Yatınca bir süre kemancı arkadaşları düşündüm, sahiden onlar bana göre daha sıkışık durumdalar. Onlar ellerine verilen bir Seybold metodu içine kapanmış durumdalar, çaldıkları etütler numaralı. Tüm parçalar metodu düzenleyen Seybold’un. Oysa benim öyle değil, Beringer metodumda bestecilerin küçük de olsa adlarını taşıyan parçalar var. Ben Beringer çalışırken, Beethoven (2), Mozart (4), Schubert (2) Clementi, Diyabelli, Schumann, Weber, Tschaikovsky, Czerny, daha bir çok bestecinin adını taşıyan parçalar çaldım. Bunlara baktıkça bir yakınlık duydum, zaman zaman Faik Öğretmen de besteci üstüne sözler söyledi. Böylece bestecilere karşı ilgim arttı. Arkadaşların böyle bir ilgi alanı açılmadığından onlar bestecilere özel bir yakınlık duyamadılar. Arkadaşlar, ikide bir “piyano” diyorlar, işin burasını bilseler, akşam sabah dizlerini döveceklerdir. Gerçekten piyanonun yararı genel müzik kültürü açısından büyük, porteler üstündeki tüm işaretleri kendiliğinden öğretiyor. Kemancılar, hâlâ fa anahtarını kavrayamamış durumda. Oysa ben onu ilk yarıyılda öğrenmiştim.

Gene de kendime pay çıkardım. Ben piyano için, yıllarca kenarda köşede akordiyon körükledim. Onları yapmasaydım, piyanoyu bu denli kolay öğrenebilir miydim?

 

28 Kasım 1945 Çarşamba

 

Sabahları, salt dalaşmak için ortaya konu getirenler var. Kadir Aytekin de bunlardan biri. Gerçi o, doğrudan birilerine çatmayı amaçlamıyor ama, söylediği söz ya da sorduğu soru, giderek birine yamanıyor. Bu sorusu:

-Köydeki çobanları unutmuşum, ödevim eksik sayılır mı? Olaya ciddi bakanlar başka, dalgaya alanlar başka karşılık verdi. “Çobanlar, köyün gerçek kişisi değildir” diyenlerin yanında, “onlar da o köyde bulunduğuna göre, o toplumun bir parçasıdır!” diyenler oldu. Tartışma sonunda Doç. Burhan Güvenir’in üstüne yıkıldı. Burhan Güvenir sinirlenerek:

-Buna cevap versem, arkasından çobanın köpeklerini soracaksın! deyip yürüdü. O gittikten sonra olay kapandı sanmıştım. Ahmet Özkan:

-Ne var yani, köyler anılırken köpekler es mi geçilecek? Onlar da köyün bir parçası değil mi?

Bu arada her köyde köpek olur mu? sorusu ortaya atıldı. Mehmet Toydemir köpeksiz köy olabileceğini söyledi. Bir de örnek verdi:

-Köpeksiz köyde değneksiz gezmek! Atasözünü tekrarladı. Mustafa Parlar verilen örneğin yanlış oluğunu, o sözün köpeksiz köy olduğunu kanıtlamayacağını öne sürdü. Mustafa Parlar, bu tür şakalara pek katılmadığından söylediği sözün doğru olabileceği düşünülerek tartışma uzatılmadı. Sahiden düşündüm, köpeksiz köy olur mu?

Kendi köyüm, oldukça küçük, bir an gözümün önüne geldi, hemen hemen her evde kesinlikle bir köpek vardır. Geceleri havladıklarında köpek sesinden insanların uykuları açılır. Köpek sesi falan derken birden derse karşı ilgimin azaldığının ayırdına vardım. Bugün derse girmesem? Görevli sayıldığımdan derslere girmeyebilirdim. Bir aydır hiçbir dersi aksatmadım.

Kararlı olarak kahvaltıya gittim. Kahvaltıda da kendi köylerimizi tanıtma konusu.

Yazılanların doğrusunu kim biliyor ki? Birden sinirlendim, insan kendi köyünün gerçeğini bilmez mi? Bildiğini yazsan yetecek! Hemşerim Kadir’in kıvır kıvır kıvırdığını gördüm. Oysa 300 hanelik büyükçe bir köy. Yazacak o kadar değişik konusu var ki, bir kitap doldurabilir. Türkiye Cumhuriyeti Jandarma Genel Komutanı KorGeneral köylüsü, Kırklareli Milletvekili Zühtü Akın, köylüsü, 5 sınıflı, beş öğretmenli bir ilkokulları var. Köyde değirmen var, ilçeye 20 km. düzgün yolları var.

Kahvaltıdan sonra, yarı kararlı, yarı pişmanlık duygusu içinde Başkanlık odasına kapandım. Hasan Yılmaz derse gitti. Yarım kalan dosya işimiz vardı, yapacak değilim, önüme iki tane açıp kitap karıştırmaya başladım. İki de bir dışardan sesler geliyor. Ya, Okul Müdürü geliverirse! Oldukça pişmanlık duyarak rahatsız bir iki saat geçirdim. Hasan Yılmaz, Devrim Tarihi dersine gitmişmiş, dönünce öğretmeni övdü:

-Adam, olayları yaşayarak anlatıyor! dedi. Bütün dürüst işleri yapanlar öyle değil mi? Atatürk’ün yaptıklarını “taralelli” (inançsız, heyecansız) havasında anlatsalar, candan dinler misin? Aynı dersleri hiç aksatmadan tam iki yıl dinlediğimi, çoğunun da notunu tuttuğumu anlattım. Hasan Yılmaz, övüngenliği sevmediği için, öyle bir duruma düşeceğinden çekinerek içine kapanık davranıyor. Anladığım kadarıyla onun da duyarlı tarafı ağır basıyor, ama bunu susarak geçiştiriyor. Çok okumadığını söylüyorsa da, ortaya atılan konularda küçümsenmeyecek görüşler öne sürüyor. Sanırım, arkadaşları onun bu yanını beğenerek öne çıkarmışlar. Hüseyin Atmaca gibi atak değil, ondaki kendine güven belki biraz eksik ama o da yapabileceği işleri seçmesini beceriyor, gerektiğinde yardım isteyebiliyor. Biz konuşurken Hasan’ın Gölköylü arkadaşlarından biri geldi. Yapı Bölümünde görmüştüm, ancak kendisiyle konuşmamıştım. O da cana yakın biri, Mehmet Öztürk. O da Kastamonu ilindenmiş. İkisi de kendi yörelerini seviyorlar, okudukları okulu övüyorlar. Oysa biz Kepirtepe’deyken orası için yazılan yazılardan orasının çok ağır işleri olduğunu, öğrencilerin kireç yaktıklarını, sürü otlattıklarını, kızların inek sağdıklarını okumuştuk. Biz de çalışıyorduk ama hayvan arkasında falan dolaşmıyorduk. Kireç yakmayı ise hiç yapmamıştık. Bunları söylemedim ama onların konuşmalarından da buna benzer bir yakınma sezmedim. Gölköy, ikisinin de gözünde tütüyor gibi. Bu ara bizim Kepirli Halil Basutçu geldi, Mehmet Öztürk’ü görünce takıldı:

-Ketülü, ne işin var burada? Ketülü, Mehmet Öztürk’ün bir sıfatıymış, aldırmadı. Hasan Yılmaz, Mehmet Öztürk’le iyi arkadaşlıklarından söz etti. Ben sormadan onlar, Gölköy’de müzik derslerinin çok iyi gittiğinden, Müzik Öğretmenleri Bedri Akalın’dan söz ettiler. Bedri Akalın’ı yazdığı Müzik kitabı nedeniyle tanımıştım. Oldukça dolgun bir kitap, birçok notasından türkülerden yararlanıyoruz. İki Gölköylü de kendilerine güven duydukları gibi, Gölköy için de çok olumlu duygular taşıyorlar. Buna ayrıca sevindim. Bizim bölümdeki arkadaşları Bayram Bayrak da onlar gibi iyimser. Arkadaşların bir sorunu varmış, birlikte ayrıldılar.

Yalnız kalınca, bir süre düşündüm. Zekâ denilen güç belki de budur! Söz konusu kitabı daha önce görmeme karşın geçen gün kitap tartışmasında neden örnek olarak göstermedim? Kitap aynı zamanda Genel Müdür’ün verdiği örneğe de uygundu. Köy Enstitüsü’nde yıllarca çalışan, oranın havasını estirir. Bedri Akalın da bunu yapmış. Kesinlikle örnek alınacak bir girişim. Matematikçiler, Tarımcılar bir ölçüde ustalıklar üstüne örnekler alınabilir ama, psikoloji, pedagoji, biyoloji, sosyoloji türü dersler için bu düşünülemez, Weber-Feschner, Wund, Freud, Jung, Adler, daha başkaları, yaşamları boyunca yaptığı araştırmalardan sonra Psikoloji biliminin çatısını kurmuşlar. Bu çatı altında Amerikalı Cliffort Beer, ruhsal rahatsızlıkların, Fransız Prof. dr. Alfred Binet zekâ ölçümleri üstüne yeni görüşler ortaya getirip uygulama yolunu açmış, Amerikalı Prof. dr. Lewis Terman, zekâ ölçümlerini denekler üzerinde uygulayarak olumlu sonuçlar almıştır.

 

    

      Prof. dr. Lewis Berman       Prof. dr. Alfred Binet

 

Amerikalı John Dewey, Alman Kerschensteiner, Belçikalı dr. Decroly, İsveçli Ellen Key, İtalyan Montessori, İngiliz Bertrand Russell bu yeni görüşler üstüne birbirini destekleyen eğitim bulguları öne sürüp uygular, bunca da başarı sağlarken Köy Enstitüleri bunları görmezden gelip, “Biz, yolumuzu arıyoruz!” derse buna inanmak zorlaşır bence. Özellikle, tüm ülkeler, çalışanla çalışmayanı ayırmak için yeni sınav yolları ararken Köy Enstitüleri’nde sınavsız sınıf geçirmek, bilgili insan yetiştirme tavrı ile ters düşmektedir. Bu, tarım ya da iş alanlarında çalışanları yetiştirme için açılacak okullarda düşünülebilir. Buralardan çıkacak ustalar, iş yaşamındaki yarışta elenerek bir yükselme merdiveni oluşturabileceği düşünülebilir. Geçmişteki usta-kalfa benzeri bir çalışma katmanı sağlar. Ancak bu yöntemin içine öğretmen katılınca “Dur, düşün!” akla gelen ilk uyarı olmaktadır. Öğretmen nerede çalışırsa çalışsın, yetiştireceği öğrenciyi bir hedefe yöneltmek zorundadır. Köylerde okula başlayan çocukların nasıl bir yaşama doğrulacağı ilk anlarda kestirilemez. İstanbul’un en gözde semtlerinden, örneğin Yeşilköy’de ilkokula başlayan bir çocukla Hamitabat köyündeki bir başka çocuk uygulanan yöntemlere göre aynı alfabe ile işe başlar. Bu yöntem değişmezse iki öğrenci de bir gün okullarını bitirirler. Bunların, ülkemizin genel yaşamına göre orta öğrenime geçmeleri doğaldır. Ancak bundan sonra bireysel çabalar önemli rol oynar. Hamitabatlı çocuğun lise fen bölüme geçmesini kimse önleyemez. Önleyemediği gibi onu alkışlayarak, yasaların koruması altında doktor ya da mühendis, öğretmen, subay olması yolları açar. Şimdiki düzende bu dediklerim olmaktadır. Örneğin Uzunköprü ilçesi Kurtbeyköylü Seyfi, okumuş, kurmay subay olmuş. Kendi alanında o denli başarılıymış ki, arkadaşları kendisine “Rommel” diyormuş. (Ünlü Alman Mareşalı, söylendiğine göre az bir kuvvetle tüm Afrika kıtasının kuzeyini kuşatmıştı) Bunu, kamp sürecinde kendini tanıyan bir subay anlatmıştı.

Ne var ki, ilkokula başlangıçta ya da o süreçte temel bilgilerin verilişinde doğacak farklılık bu dediğimi önleyecektir. Köyde yetişen çocuk, tıpkı onu okutan öğretmeni gibi, belki, köye yönelik konularla donanacaktır. Böyle olunca, ancak kendisi türü yetişmişlerle yarışabilecektir. Sporcuların deyimiyle kulvar değiştirmesi ta baştan elinden alınmış olacaktır. Bunun iyi ya da kötü oluşunun tartışmasına girecek değilim. Ancak, coşkuyla söylediğimiz o güzelim 10.Yıl Marşı’mızdaki

… Örnektir uluslara, açtığımız yeni iz,

İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz.

Uyduk görüşte bilgi, gidişte ülküye biz;

Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz…

diye haykırdığımız kendi sözlerimize ters düştüğümüzü söyleyebilirim.

Notumu, az daha uzatabilecektim. Ancak Mahide Kiremitçi geldi, gelir gelmez de:

-Ay burada yalnız yalnız nasıl oturuyorsunuz, ben olsam uyurum! Deyince karşılıklı gülüştük. Ben onu, yalnız yalnız orada uyumuş düşünerek, garipsediğim için güldüm. Yetişkin bir bayan, sandalyede uyuyor! Şimdiye dek hiç kurgulamadığım bir olay. O, beni nasıl düşündü acaba?

Yemeğe birlikte gittik. Yemek neşeli geçti, genel eğilim, bilindiği gibi olayın tembellik yönü:

-Tüm günler böyle olsa! Sonunda Nihat Şengül uyardı:

-Hep böyle konuşarak yayları gevşetiyoruz. Tüm günler böyle olsa bizi kim tutar burada? Halil Yıldırım, olayı başka yöne çevirmeye kalktı:

-Bizi neden tutsunlar, kendi damlarını getirip beslerler! Gülenler oldu ama Nihat sertleşerek:

-Sen olayları hep saptırıyorsun. Ben diyorum ki her karşılığın bir bedeli vardır. Biz bir bedel ödeyelim ki, karşılığını görelim. Sen ne diyorsun? Onun yerine bu olsun! Seni, burada tutan mı var? Gidenler nasıl gidiyorsa sen de gidebilirsin?

Halil Yıldırım, öyle sert bir durum beklemiyordu, yumuşak bir sesle:

-Şaka konuşuyoruz arkadaşım, nereye gidebiliriz ki? Şakalarımız kimi kez böyle anlamsız da oluyor.

Konu öğleden sonraki çalışmalara dönüştü. Bölüm Başkanı, kendi programını eşit uyguluyor mu? Müzik Tarihi, Müzik İmlâsı-Ses Tanıma, Nota Yazımı, Müzik İşaretleri, Koro Yönetimi, Ses Geliştirme. Müzik Tarihi’ni konser günlerine atmıştık. Ara ara da başka günlerde tekrarlanacaktı. Oysa bu ders tümüyle konser günlerine kaydırıldı. İşin ilginci o günler de Faik Canselen öğretmen, salt o günün eseri üzerinde duruyor. Bestecilerin çoğunun adını anıp geçiyor.

Söylene söylene salona döndük. Sanki Bölüm Başkanı bizi dinlemiş gibi:

-Gelin bakalım bugün ciddi bir çalışma yapalım! deyip piyanoya oturdu. Belli bir dizilişimiz var, gene öyle sıralandık. Sağ en başta benim. Öğretmen beni atlayıp yanımdaki Halil Yıldırım’dan başladı. Arkadaş, ilk olduğu için olacak iyice şaşırdı. Do, fa oldu, mi, si oldu. Arkasından gelenler de pek başarılı olamadılar. Arkadaşlar haklı olarak, piyanolardan yararlanamadıklarını söylediler. Öğretmen, küçük odadaki piyanoda çalışmak üzere saat ayıracağını söyledi. Porte üzerindeki işaretlerde de büyük aksaklıklar oldu. Öğretmen o konuyu da beğenmediğini söyledi. Nota yazdırdı. Öğretmen biraz sinirli gibiydi, nota yazımında biraz koşturdu. Abdullah Erçetin, Talip Apaydın, Nihat Şengül ile İbrahim Kavasoğlu, Yusuf Demirçin dışındaki yazımları beğenmedi. Her zamankine benzer öğütler verip kemancıları teker teker dinlemeye çekti. Piyanoda saat ayırması biraz benim de canımı sıktı ama arkadaşları haklı buldum, hemen hemen hiç çalışamıyorlar. On arkadaş, kendilerine saat ayırınca nasıl çalışacaklar? Onları bahane gösterip ben salondaki piyanoda çalışacağım, o nedenle teselli buluyorum. Gene de büyük bir kargaşa çıkacaktır. Aynı sorun öteki sınıflar için de geçerli. Alt odadan piyano kaldırılmasaydı orası şan için kullanılabilirdi. Yeni bir piyano alınsın! diye öneride bulunmaya karar verdim. Savaş bittiğine göre piyano bulmak kolaylaşmış olabilir.

Yemekte, gündüz yapılan konuşmalar tekrarlandı. Katılmak istemedim. Hep aynı teraneler, çalışmaları artırıcı bir öneri yok, hep kolayına kaçma üstüne teoriler.

Hamdi Keskin öğretmen hiç ders kaçırmazmış. “Yok, bir de o gelmesin!” diyesim geldi ama sustum. O da programsız ders yapıyormuş, bir ondan söz ediyormuş, bir bundan! Bir ondan, bir bundan dedikleri de Ali Şir Nevaî’ den sonra Yunus Emre’den söz etmesiymiş. Oysa öğretmen bunun nedenini açıkladı. Ali Şir Nevaî’nin özlediği şair Yunus Emre, yazık ki, o günlerin çok karmaşık olan Orta Asya Türklerine ulaşamamış. Göçler sürekli olarak doğudan batıya edildiğinden yeni oluşan kültürler geriye gidememiş. Öğretmen bunları anlattı:

-Ali Şir Nevaî’nin İstanbul’un alınışını duyması da Timur İmparatorluğunun Batıya uzaması, Bursa’ya dek gelmesi sonucu kurulan yeni bir ilişki nedeniyledir! dedi.

Yemekten sonra Büyük Salona uğradım. Bir grup arkadaş toplanmış, konuşuyordu. Yeni seçim yapılacakmış. Dil Kurultayı toplanmış, Kitap Sergisi açılmış. Dil Kurultayını anladım da Kitap Sergisi sözü üzerinde durdum. Kitap Sergisi ne demek? İnsanlar kitaplara mı bakıyorlar? Şükrü Koç yanıtladı:

-Ne var bunda? Bizim buradaki kitaplar da sergileniyorlar, kaçımız alıp okuyor? Çoğunluk için bu kitaplar sergilenmiş olmuyor mu? Üstelik Ankara’daki Kitap Sergisini Cumhurbaşkanı İsmet İnönü de gezmiş. Yeni seçim falan derken konu iyiden iyiye politikaya dönüştü. Şükrü Koç, Hasan Özden, Faik Demir’le onların çevresinde toplanan başka arkadaşlar bu konularla iyiden iyiye ilgileniyorlar. Özellikle Aydın ilinden olanlar, yeni kurulacak partiden söz ediyor, bazı adlar öne sürüyorlar. Bunlardan birisi de (belki en çok anılanı) Adnan Menderes adlı biri. Adam, 4-5 ay önceye dek C.H.P’li imiş, şimdi de eski başbakan Celâl Bayar’ın arkasına takılmış. Ancak Aydınlı arkadaşlar bunu kesinlikle reddediyor:

-Asıl takılan Celal Bayar’mış. Başbakanlıktan indikten sonra İsmet İnönü’ye küsmüş, ona karşı her türlü direnişe katılmaya hazırmış. Ben Celâl Bayar’ın adını duymuştum, ancak benim duyduklarım, oldukça kötü sözlerdi. Celâl Bayar Başbakanken oğlu hırsızlık yapmış, devlet kasasını soymuş, yakalanacağını anlayınca da kendi canına kıymış. Kendi Başbakanlığı süresinde oğlunu dizginlemeyen baba bundan sorumlu tutulduğundan başta Atatürk tüm yetkililerin gözünden düşmüş. Böyle bir insan bir daha başa geçse ne yapabilir ki? Konuşmalara katılmadım, ancak konu üzerinde kendi içimde durdum.

Yatınca da gerilere giderek düşündüm. 1936-37 yılları kahveye ara ara gazete geliyordu, özellikle Köroğlu gazetesi bu tür tevatürleri yayıyordu. Ekrem Könik, Refii Bayar adlarını o zamanlar öğrenmiştim. O zamanlar İspanya’da iç savaş vardı, oraya uçak sattıkları söyleniyordu. Arkadaşlara baktım, bunlardan habersizler.

 

29 Kasım 1945 Perşembe

 

Kar! sözleriyle uyandım. Beni fazla ilgilendirmiyor. Biliyorum ki bu “Kar!” sözü nisan başına dek sürecek. Benim sorunum, şurada iki gün daha bekleyip, bir tatsızlıkla karşılaşmadan kendi başıma kalmak. “Sabreden derviş, muradına ermiş!” Başka sözler de vardı:

-Sabırla üzüm koruk olur! Bu sözü anımsadım ama bir türlü anlamını bulmadığım bir söz. Ne demek koruk olmak? Koruk, henüz olmamış, ekşi üzüm demek. Üzümler korukken yenmez: “Tilki, eremediği üzüme koruk dermiş”.

Kendi kendime güldüm:

-Sabah sabah neler düşünüyorum!

Hamdi Keskin Öğretmen, ayrılırken Yunus Emre’den daha söz edeceğiz, gibisine bir söz söylemişti. O nedenle rahatım. Yunus Emre’den sonra durum pek aydınlık değil, nasıl bir yol izleyecek. 60 yazar var her kişi bir tane anlatsa! falan demişti. Bir değil iki tane bile anlatırım ama nasıl bir yol izlenecek? Söz gelimi Reşat Nuri Güntekin’i tanıtacağım. “Bir de bir eserinden söz et!” derse sevineceğim ama, bu eser seçmeyi kendisi yaparsa ne olacak? Kendi kendimi kurarak bir süre bekledim. Birileri ne kadar rahat; sanki onlarla ayrı yerlerdeymişiz gibi dillerimizdeki konular çok farklı. Sanırım bu farklılık gerçekte düşüncelerimizden kaynaklanıyor. Öyleyse derslere de farklı bakıyoruz. Bu farklılık bireylerde amaç birliği oluşturur mu? Arkadaşlar arasında uzlaşmazlık belki de bundan kaynaklanıyor da, Çiftele-Kızılçullu cebelleşmesi bir bahane!

*

Hamdi Keskin Öğretmen, gene elinde bir kitapla geldi. Yunus Emre üstüne konuşacağını anladım. Sahiden de öyle oldu. İlk sözü de:

-Sizler, Anadolu’nun değişik yerlerinden geldiniz, Yunus Emre menkıbeleri üstünde bir şeyler duymuşsunuzdur. Bakın, konuştuk; kitaplarda yazılanlar da halka dayanan söylentilerdir. Onların, değişerek de olsa günümüzde de sürdüğü folklor araştırmalarınca yazılmaktadır. Öğretmen, gülümseyerek:

-Folklor, konusunda sanırım fazla durmadık! deyince bir çok parmak kalktı. Parmak kaldırmayı hiç düşünmezken, sanırım en sonra parmak kaldıran ben oldum. Öğretmen:

-Hadi senden başlayalım dedi.

-Varlık Dergisi’nde bu konuda çok tartışmalar oluyor. O tartışmalara bakarsak henüz sınırları çizilmemiş bir halk söylentilerini araştırma, soruşturma, belgelere bağlama türü! Bu sıralarda da özellikle halk türküleri üstünde duruluyor, Sadi Yaver Ataman, Halil Bedii Yönetken, Sadettin Nüzhet Ergun, Vahit Lütfi Salcı, sık sık tartışıyorlar!

Öğretmen arkadaşlara dönerek:

-Bakın arkadaşınız bu konuya ilgi duymuş, gerçekten halkın malı olan geçmiş dönemlerin sanat anlayışlarını incelemek, onların değerlileri üstün yenilerini kondurmak için büyük bir ilgi duyulmaktadır. Uygar ülkeler bunu yapmış. Biz buna değer vermediğimiz için, Ali Şiir Nevaî üstünde dururken de dediğimiz gibi kendi köklerimizden kopup yabancı zemin üzerine kaymışız. Divan Edebiyatı, işte bu tür bir edebiyattır. Edebiyatımız gibi müziğimiz de aynı ihmale uğramış, kendi halkımızın sayıldığı ata geleneklerini bırakıp Bizans müziğine sarılmıştır. Arkadaşınızın söylediği uzmanlar bu konularda inandırıcı kaynakları ortalığa getirip Cumhuriyet havası özgürlükleri içinde tartışarak doğruyu ortaya koymaya çalışmaktadırlar.

Öğretmen bu kez elindeki kitabı kaldırıp gösterdi:

-Bakın, bu kitap da böyle bir çalışmanın ürünüdür. Yunus Emre yaşamış, yazdıklarını toplamış, geleneklere göre Divan denilen şiir kitabını bırakmış. Ancak, bu tür değerleri koruyan bir kurum olmadığı için Yunus Emre Divanı da öteki değerler gibi bir süre ehil olmayan ellerde dolaşmış. Gene o zamanki geleneklere göre, matbaa olmadığından Yunus Emre Divanı, birileri tarafından çoğaltılmıştır. Çoğaltılmış sözü belki yanlış olacaktır, biri çıkmış, o divanı kopya etmiştir. Bunların zamanlarını saptamak elimizde değildir; çünkü düzenli bir tarihleme de yoktur. Kısacası, ortada birbirinden az çok farklı üç Yunus Emre Divanı olmuştur. Kitabımızın yazarı, bunları inceletip inandırıcı bir çaba ile bize sunmuştur. Burhan Ümit, şimdilerde Burhan Toprak olarak tanınan ünlü bir bilim adamımızdır. Yunus Emre gerçeğine, onun yaşadığı dönemlerin tarihsel olaylarına, Anadolu’ya Türklerin yerleştiği dönemlerin, yerli- göçmen didişmeleri, bu didişmeler sürecinde karşılıklı ilişkilere inandırıcı yaklaşımlarla açıklamalar yapan Burhan Toprak, benzerlerini boy boy aşan bir Yunus Emre önümüze getirerek, masallaşmış söylentileri de birçok bakımlardan ortadan kaldırmıştır. Gene de Yunus Emre’nin efsaneleşen bir yanı gözümüzden kaçmamaktadır. Çünkü, atalarımız, kendi yurtlarını bırakıp yabancı illere gelmiştir. Yurdunu bırakıp gitmek, insan yaşamında zorlu bir olaydır. Bırakılmış olsa da eskiye özlem, insanların gönlünden kolay kolay silinmez. Buna bir de bilinmeyen yerlerin alışılması zor koşulları eklenince, insanlar, zorunlu olarak düşlerine sığınırlar. İşte bu düşlerle gerçekler, Anadolu’ya yerleşme sürecinde Atalarımızca da yaşanmıştır. Hacı Bektaş Veli’nin güvercin olarak gelmesi, Taptuk Emre ile Hacı Bektaş, onlar arasına Yunus Emre’nin eklenmesi bu Düş Dönemi ürünü olabilir. Gerçek olan bir Yunus Emre’nin yaşadığı, bunun Türk Dili’nin en güzel meyvesi verdiğidir.

 

 

Muallim Halit Kütüphanesi-1933

 

Öğretmen, kitabı açarak Yunus Emre’nin Bursa’da iki, Erzurum’da bir, Kula, Salihli ilçeleri arasında birer, Eskişehir, Porsuk kıyısında bir; bir de Konya- Karaman ilçesinde mezarları bulunduğunu kitaptan okudu. Ayrıca, Yunus Emre’nin okumamış biri olmadığını, Mevlânâ Celâlettin Rumi’yi okuyacak ölçüde Farsça bildiğini, Kur’an Hadislerini tefsir edecek derecede de Arapça bildiğini söyledikten sonra Yunus Emre’nin Kur’an Hadisleri kullandığı mısralar okudu.

Yunus Emre,

Uçmak Hot bir duzaktır, eblehler canın dutmağa

Hadis,

Ekserü ehlil Cenneti bülhü

Anlamı: Cennette bulunanların çoğu saf ve budala insanlardır.

Yunus Emre,

Sendendirassi ziyan, ne iş gele benden bana

Ayet,

Lâemlikü linefsihi nef’an ve lâ darran illâ mâşâallah

Ben, Allah dilemedikçe kendime zarar veya yarar sağlayamam.

Yunus Emre,

Her kanceru baktım ise, her görünen cümle Hak.

Ayet,

Feeynema tevellû fesemme vechullahî

Nereye yüzümü çevirsem orada Allah görünür.

Yunus Emre,

İbadetler başıdır, terki dünya.

Hadis.

Terkü dünya re’sü küllî ibadetin.

Dünyayı terk etmek de bir ibadettir.

 

Öğretmen son olarak:

-Yunus Emre’nin şiirlerini okuyan oralarda söylenenleri okur yazar olmayan birinin yazamayacağını anlar. Bunu tartışmaya açmak bile onun şiirlerini okumamak anlamına gelir. Biz bunu böyle bilelim, böyle yorumlayayım! Öğretmen bundan sonra sayfalar çevirip iki şiir okudu.

 

1. Şiir.
Yine geldi aşk elçisi, yine doldu meydanımız
Yine teferrücgâh oldu, sağlı sollu dört yanımız.
Yine mahfiller düzüldü, yine bâdiyeler kuruldu,
Yine bâdeler süzüldü, esrük oldu canımız
Ev içi aşk ile doldu, ulu kiçi âşık oldu
Bir nice Süleyman oldu, aşk tahtına bünyanumuz.
Bir nicemiz Leyli oldu, bir nicemiz Mecnun oldu
Bir nicemi Ferhat oldu, aşktan haber duyanımız.
Meydanımız meydan oldu, canlarımız hayran oldu,
Her demArşa seyran oldu, hazret oldu revanımız.
Düşmüştük ol kaldırdı, birliğin bize bildirdi,
İçimize aşk doldurdu, Dost oldu hem kânımız.
Sorar isenDost kandadır, her kanda baksan, andadır,
Gönülde hem candadır, kalmadı hiç gümanımız.
Yunus aşkın vasfın söyler, gerçeklere haber eyler,
Gizli değil, bu söz, işit, eşkeredir peymânımız.
Yunus Emre
 
 2. Şiir.
Hor bakma sen toprağa, toprakta neler yatur
Kani bunca evliya, yüz bin Peygamber yatur.
Cennette buğday yiyen, gaflet gömleğin giyen,
Hem dünyaya meyleden, Adem Peygamber yatur.
Arkasıyla kum çeken, göz yaşıyla yoğuran,
Kâbeye temek kuran, Halil Peygamber yatrur.
Vücudunu kurt yiyen, kurt yedikçe şükreden,
Belâlara sabreden, Eyyup Peygamber yatur.
Balık karnında yatan, deryaları seyreden,
Kabak kökün yastanan, Yunus Peygamber yatur.
Kuyuda nihan olan, kul deyüben satılan,
Mısır’aSultan olan, Yusuf Peygamber yatur.
 
Yusuf’un yavu kılan, kurt ile da’vi kılan,
Ağlayıp gözsüz kalan, Yakup Peygamber yatur.
Asasın ejder eden, bahraurup yol eden,
Fir’avnı helâk eden, Musa Peygamber yatur.
Ol Allah’ın Habibi, dertlilerin tabibi Resül Muhammet yatu.
Hayber kal’asın yıkan, kâfiri oda yakan,
Şahinlergibi bakan, Ali gibi Er yatur.
Ata ana gülleri, Kur’an okur dilleri,
Fatma’nın oğulları;Hasan, Hüseyin yatur.
İğnesin suya atan, balıklara getirten,
Tacın tahtın terk eden İbrahim Ethem yatur.
Gündüzler saim olan, geceler kaim olan,
Ariflersultanı, Bayizit Bestan yatur.
Hakikat erleri, geçti dünyadan her biri,
Konya’da ol Mevlânâ Hüdavendigâr yatur.
Çoktur Hak’ınhas kulları, gel fikreyle bunları,
Saysam erenleri, görsen ne sultanlar yatur.
Yunus sen de ölürsün, kara yere girersün,
Kara yerin altında, çok günahkâr kullar yatur
Yunus Emre

 

Yunus Emre, salt arasında yaşadığı günlerin insanlarına değil, geleceğin insanlarına da söyleyeceğini söylemiş. Anlayan anlasın! demiş; onu anlamaya çalışanlar hem onu hem de kendilerini tanımış olacaktır. Biz öğretmenler kendi çevremizdekilere ufak tefek uyarılarla da olsa yardımcı olmaya çalışmalıyız.

Öğretmen ayrılınca, Bekir Semerci’ye takılanlar oldu:

-Dergi Başkanı, hemşerin için neden susuyorsun, ona dergide bir yer veremez miydin? Bekir Semerci sinirlendi:

-Dergi benim babamın malı mı ki, onu istediğim gibi kullanayım? Kendi yazdıkları mı bile koymaktan sakınıyorum. Birkaç kişi birden:

- Koyanlar var ama!

-Koyanlara söyleyin!

-Sana söylüyorum kızım, sen anla gelinim!

-Nerde onu anlayacak gelinler?

-Anlıyorlar ama işlerine gelmediği için sineye çekiyorlar!

 *

Koşar adımlarla Kitaplığa gittik. Kitaplık oldukça soğuk. Az sonra dr. Niyazi Çitakoğlu öğretmen geldi. Bizlerin soğuğa alıştığımızı, kendisinin, buna alışamadığı için giyinik oturacağını söyledi. Mustafa Saatçi:

-Bizler de alışamadık ama titremeyi öğrendiğimiz için katlanıyoruz! dedi. Öğretmen güldü, Mustafa’ya:

-Bunu Almanca olarak söyleseydin kesinlikle üzülecektim! Ne dersin? diye sordu. Mustafa Saatçi bu kez:

-Sizi üzmemek için Almanca söylemedim! deyince öğretmen kahkahayla güldü. Daha sonra da:

-Sizlerde zekâ var ama, dil konusunda neden isteksizsiniz onu anlayamıyorum. Öğrenciliğimi anımsıyorum, böyle sorular karşısında durup kalırdım. Bakın, gene de bir dil öğrenmişim. Harun Özçelik:

-Siz küçük yaşta öğrenmişsiniz öğretmenim, siz bizim yaşımızda Almanca konuşurdunuz. Biz, Almanca’yı isteyerek seçmiştik. İyi başlamıştık, ancak o, orada kaldı. Tam dört yıl ara verdik. Bizim köylerde söylenen bir söz vardır:

-Rüyada bal yemek! İşte biz, rüyada bal yemiş gibi tam dört yıl Almanca düşleri kurduk. Buraya gelince sevinmiştik, ancak, burada beklemediğimiz engeller çıktı, gecikmenin gevşekliğine onlar da eklenince Almanca çalışmamız sınırlandı. Almancada olduğu gibi matematik dersimiz de aksamıştı. Matematik öğretmenimiz askere alınınca yerine kimse gelmedi. İlk iki yıl okuduğumuz matematik bilgisiyle okulu bitirdik. Oysa burada yüksek matematik okuyoruz.

Öğretmen, ilgiyle sordu:

-Hepiniz matematik okuyor musunuz? diye sorarak bana baktı. Ben:

-Matematik okumuyorum ama daha zorunu, armoni okuyorum.

Öğretmen sanırım sözü uzatmamak için:

-Bu armoni sözünü hep duyarım, nasıl bir şey bu? diye sordu. Bunu örneksiz anlatamayacağımı, izin verirse gelecek derste örneklerle anlatacağımı söyleyince öğretmen teşekkür etti. Öğretmen bundan sonra öğrenmenin, gerçekten yaşla ilgili olduğunu, bunu tüm dünyanın benimsediğini, salt yabancı dillerin değil öteki derslerin de yaşla ilgisi, insan beyninin tazeliği, büyürken daha kavrayışlı olduğuna inanıldığını söyledi.

Öğretmen giyinik oturuyordu ama bizlerin gerçekten üşüdüğümüzü görünce, Kitaplığa soba kurulup kurulamayacağını sordu. Kurulamayacağı söylenince bir başka yer aramamızı istedi. Benim aklıma Öğrenci Başkanlığı odası geldi, orasını önerdim. Öğretmen saatine baktı:

-Hep birlikte bakalım, deyip kalktı. Oraya gittik, sıkışarak oturulabilir ama nedense öğretmen beğenmedi:

-Çok ayak altı! dedi. Gerçekten orası iki kapı arasında. Piyanolu odayı önerdim. Oraya çıktık. Öğretmen orasını önerdi, soba kurulursa orada ders yapabiliriz! Öğretmen piyanoyu görünce bana takıldı:

-Sık sık bize piyano çalarsın! Arkadaşlar da uygun buldu. Mustafa Saatçi soba kurma sözü verdi, gelecek derste orada buluşmak üzere ayrıldık.

*

Yemekte ilginç bir olay tartışıldı. Konserden önce orkestra yerini alınca 1. Kemancı la sesi veriyor. Öyleyse orkestra üyeleri kemanlarıyla gelirken ses bozulması oluyor. Oluyor ki, oturunca kontrol ediliyor. Ya 1. Kemancının akordu bozulursa ne oluyor? 1. Kemancı, diyapazonla kontrol eder.

Diyapazon nedir? Vurulduğunda değişmeyen ses veren bir metal. Ancak çıkan ses, vurulduktan sonra derece derece incelerek uzaklaşır. Bu uzaklaşma sırasındaki titreşimler ölçülerek değişmez sesler saptanır. İşte notalar bu değişmez titreşimlerden oluşur. Do-re-mi-fa-sol-la-si-do titreşim kümeleridir. Her birinin titreşim sayısı bellidir. Örneğin la sesi titreşimi 440. (Bu, bazı toplumlarda 450 olarak benimsenmiştir.)

Nota titreşimlerinin ölçüsü ses oktavlarına göre de değişir. Örneğin 4. Oktav ölçüleri: Do-260, re-290, mi-330, fa-350, sol-390, la-440, si-490 genelde 4. oktav la sesi titreşimi 440. diyapazon kullanılmaktadır. Bu verdiğim sayılar, böyle kesin değildir, milimetrik esirler vardır, akılda tutulması kolay olduğu için öyle söylüyorum. Ancak la sesi kesindir; 440 titreşim.

Keman çalışan arkadaşların çoğu titreşimi de tam bilmiyor. Çünkü keman ya da mandolinde bunu sezmek oldukça zor. O nedenle ben piyanoda bunu daha rahat kavrayabildim. Hangi tuşa bassan ses bir süre uzamaktadır. Bunu söyleyince birilerinin piyano hevesi gene depreşti ama ses çıkaran olmadı. Arkadaşlar, ivedi olarak birer diyapazon almaya karar verdiler. Kızılçullu Köy Enstitüsü müzik öğretmeni İstiklal Marşı öncesi bir süre diyapazon kullanmış. Öğrenciler ona ad takmış:

-Sesli sapan! Sapan, lastikle taş atmaya yarayan çocuk oyuncağı. Bunu duyan öğretmen bir gün:

-Bu, sesli sapan değil, ses sapıtmayandır. Buna diyapazon denir; bu, her zaman aynı sesi verir!

Arkadaşlar, okulun ray demirinden yapılma kampana sesini de diyapazona benzettiler. Bir bakıma haklıydılar, onda da ses uzaması (Gerçekte titreşim değişmesi) oluyor. Ancak ondaki titreşim diyapazondaki gibi düzgün bir iz sürmüyor. “Tan!” deyip tınıladıktan sonra sanki duvara çarpmış gibi bitiveriyor.

Salona dönünce bir süre Bölüm Başkanını bekledik. Gelecek-gelmeyecek! olasılıkları öne sürerken geldi. Çarşamba günleri, iki saat, Enstitü Bölümünde yapılacak Uygulama Dersleri programları üstünden duruldu. Dersten önce yazılı bir şema hazırlanacak. 1. Derse giriş, anımsatmalarla başlayacak; 2. Geçmiş derslerle bağlantı kurulacak; 3. Gerekirse kısa bir yoklama yapılacak; 4.Dersin özü olabilecek bilgiler verilecek, 5. Verilenler, biraz kapalı şekilde kontrol edilecek; 6. Üstünde durulan konular, kısa bir sorgulamadan sonra da, 7. Sevilen şarkılar söylenerek ders bitirilecek.

Bunlar, böyle maddeler olarak kolay sıralanıyor ama uygulamada nasıl başarılacak? Arkadaşların kaygılarını anlayan Bölüm Başkanı, bir öneride bulundu:

-İlk uygulama dersinin planını uygulayıcı yapsın, öğrencileri tanısın, ikinci dersini, verilen şemaya göre yapsın.

Önce beğenilen bu öneri üstünde konuşulunca sakıncalı taraflar görüldü. Bunun yerine uygulama yapacak arkadaş, o sınıfın öğretmeniyle anlaşıp, bir derse girerek öğrenciler hakkında bilgi sahibi olacak. Böylece uygulama derslerimiz daha geniş zamana yayıldı. Kendi aramızda anlaşarak, sınıfları paylaşacağız. Uygulama dersi tarihi saptanıp salona asılacak. Herkeste bir heves ya da heyecan, uygulama günleri kura ile olsun! Hemen adlar yazıldı.

Halil Koçyiğit, Ali Kuş, Muttalip Çardak, Kadir Pekgöz, Azmi Erdoğan, Yusuf Demirçin, Kamil Yıldırım, Halil Yıldırım, İbrahim Kavasoğlu, Abdullah Erçetin, Nihat Şengül, Talip Apaydın, Ekrem Bilgin adları benimle birlikte on dört yazılı kağıt bir torbaya kondu. Herkeste bir çekme telâşı…

Hevesle çekenlerin çoğunluğu yakın tarihleri çekti. Ben, en sona kaldım. Uygulamaya ocak başında başlanacak. Ocak ayında 5 Çarşamba, Şubat ayında 4 Çarşamba, mart ayında 4 çarşamba olduğu saptandı. Benim uygulamam nisan ayına sarktı. Değişme önerilerine yanaşmadım:

-Şansıma razıyım! deyip savuşturdum. Gerçekte benim bu son şansım, Millî Eğitim Bakanlığı Stajı için de böyle olmuştu. Son numaralardan biri olduğumdan stajım da Nisan ayında olacak. Gerçekte Uygulamadan gocunmuyorum ama arkadaşların hep kendi istekleri için bencil çabalarına kızdığımdan böyle davranıyorum. Benim için Müzik Dersi uygulaması bir oyuncak. Zaten öğrencilerin eski sınıfları benim öğrencilerim. Belki de arada gene gideceğim ama, şimdiden söz vermiyorum.

Bölüm Başkanı, yazılanları benden istedi ancak ben, Abdullah Erçetin’i göstererek:

-Arkadaşın yazısı çok güzel, ona yazdıralım, kolay okunur! dedim. Öğretmen ne düşündüyse:

-Birlikte yazın, sen bana sonra verirsin! deyip ayrıldı. Öğretmenden sonra “Tüh be ne şans!” ya da “Bendeki şans!” falan filan söylemleri bir süre gitti. Bence bunlar hep bencillik işaretleriydi. İlk uygulama bir ay sonra olacak. Üstelik o arkadaş:

-Bir an önce görevimi yapacağıma sevindim! diyor.

Küçük odadaki piyanoya geçerek bir süre çalıştım. Yarın benim görevim bitiyor, kazasız belâsız geçiştireceğime sevindim. Çekindiğim gibi olmadı, yarını da atlatırsam, Okul Müdürü hakkında yanlış düşünmüş olacağım; sevmiyor belki ama hiç değilse kötülük yapmayı da hesaplamıyor. Geçen bir ay içinde, kasıtlı bir hareketini görmedim. Böylesi duygular içinde Başkanlık odasına gittim. Mahide Kiremitçi ile arkadaşı Pakize oradaydı. Onların karşı odasında bundan böyle ders yapacağımızı söyledim. Meğer onlar da orada çalışıyormuş. Çalışmamızın salt Perşembe günleri olduğunu söyleyince sevindiler. O gün onların dersi varmış, öteki zamanlar oradan yararlanıyorlarmış. Yarından sonra sık sık görüşemeyeceğimizi söyleyince Mahide Kiremitçi gayet rahat olarak:

-Nedenmiş o? Buraya alıştık, sık sık gelin! deyince şaşırdım. Sordum:

-Sen görevini uzatıyor musun yoksa? Mahide Hasan Yılmaz için:

-Arkadaşımız, size “gelmeyin!” demez. Konuşmamız üstüne gelen Hasan Yılmaz da söze karıştı, her zaman beklediğini söyledi. Olur, molur dedimse de gelemeyeceğim belliydi. İnsanlar, kendi işlerini sürdürürken nasıl, gelir lâfa tutarım? Bu benim düşünceme ters gelen bir tavırdır. Pakize oldukça suskun, iki ikiye olsak sorabilirdim ama başkaları yanında soramadım. Gene de Bir Yaz Gecesi Rüyası’nı anımsattım. Çalışmaları sürüyormuş. Gülümseyerek Bella için:

-Benden hâlâ umudunu kesmedi, birlikte çalışıyoruz. dedi. Role çıkmanın yararlarını saydım döktüm, beni bir süre dinleyen Pakize sordu:

-Sen hiç role çıktın mı? Çıktığım rolleri anlattım:

-Ak Gündüz’ün Mavi Yıldırım piyesinde bir subay rolüm vardı.

Böyle deyince Pakize dikkat kesilerek sordu:

-Rolünü nasıl ezberledin? Gülmemek için kendimi zor tuttum:

-Askerler çok konuşmaz bilirsin benim rolümde kısaydı. Karşımda, halka kötülük yapan düşmanlarla el altından anlaşan bir imam vardı. İmamı yakalamak için gelinmişti. İmam:

-Gurûc-u alle Sultan meselesi! (Sultan’ın kararı!) deyince ben:

-Gurûç ettik de (Karar verdik) geldik Hafız! diyordum.

Pakize bu kez daha dikkatle sordu:

-Öteki piyeste rolün neydi?

-Ötekinde hiç sözüm yoktu, piyeste kalabalık insan denmiş, öğretmen o kalabalığa beni de katmıştı.

Pakize:

- Sen insanı delirtirsin, bunlar mı piyeste kazandım dediğin bilgiler?

-Hayır, bunları bile zor söylediğimi görünce çare düşündüm. Öğretmenlerimizin askere ayrılması, daha sonra Hasanoğlan’a göç ederek iyice derslerden kesilmemiz nedeniyle bireysel olarak çare düşündüm. Akordiyonum vardı durmadan ona çalışıyordum ama bu konuşmama bir katkıda bulunmuyordu. Daha önce bir süre başladığım şiir okuma aklıma takıldı. Tam yeriydi, inşaatlarda çalışırken hem çalışır hem konuşurduk; ben işi şiire çevirdim. Şiir defterimdeki şiirleri kağıtlara yazıp, ara ara okuyup ezberliyordum. Ezberledikçe de bu kez bağıra çağıra okuyordum. Arkadaşlarım önce bunu önemsemedi, ancak kendilerinin de kulak dolgunu oldukları şiirleri okuyunca dikkat kesilmeye başladılar. Orta 1.2.3. sınıf okuma kitaplarındaki tüm şiirleri ezberlediğimi görünce arkadaşlarım beni alkışlamaya başladılar, İzmir Yollarında, Akdeniz’den Geçerken, Uçun Kuşlar, Fikret’in Mezarı’nda, O Gidiyor, Çoban Çeşmesi şiirlerini böylece ezberledim. Şiir ezberlemem kolaylaşmıştı; bir kâğıda yazıp ara ara bakarak unuttuğum yerleri tekrarlayarak ezberliyordum. Kepirtepe’ye dönünce bunu daha ciddi olarak sürdürdüm. Arkadaşlara okuyordum ama yeni bir Türkçe öğretmenimiz gelmişti. Benim şiir okuyuşuma değil şiire pek hevesli değildi. Bir gün dersimize Trakya Genel Müfettişi Abidin Özmen geldi. Bir süre ders dinledikten sonra öğretmene:

-Şiir okumuyor musun? diye sordu. Öğretmen, telaşlandı kendi güvendiği bir arkadaşı kaldırarak şiir okuttu. Genel Müfettiş, şiiri yarıda kestirip:

-Yahya Kemal’den şiir okumadınız? diye sordu. Okumuştuk, Açık Deniz şiirini okumuştuk. Ancak ben, kendimi öğretmene de göstermek istiyordum; parmak kaldırıp:

-Yahya Kemal Beyatlı’nın sevdiğim bir şiirini okuyabilirim! deyince öğretmen susarken Genel Müfettiş:

-Lütfen! diyerek gülümsedi.

Mahurdan Gazel
 
Gördüm ol meh dûşuna bir şal atıp Lahûrdan
Gül yanaklar üstüne yaşmak tutunmuş nûrdan
Nerdûbanlar bûsiş-î nermîn-i dâmânıyla mest
İndi bin işveylebir Kâşâne-yi fağfûrdan
Atladı dâmen tutup üç çifte bir zevrakçeye
Geçti sandım mâh-ı nev âyîne-yi billûrdan
Halk-ı Sa’d-âbâd iki sæhil boyunca fevc fevc
Va’de-yi teşrîfine alkış tutarken dûrdan
Cedvel-î Sîm’in kenârından bu âvâzın Kemâl
Koptu bir fevvâre-yi zerrin gibi mâhûrdan
Yahya Kemal Beyatlı

 

Pakize okuduğum şiirden bir şey anlamayınca, güvensiz bir bakışla beni süzdü. Aldırmadan açıkladım:

-Güzel bir bayan yanakları üzerine dek inen bir şal sarınmış, etekleri merdivenlere sürünerek inmiş.

Etekleri, merdivenlere süründüğü için merdivenler hoşnuttur. Üç kürekli kayığa binince su üstünden ay ışığı kaya gibi gitmiş. Gittiği yerde kendisini bekleyenler varmış; bekleyenler daha önce geleceğini söyleyen güzeli, alkışlamışlar. O sıralar şair de orada (deniz kıyısında) bulunuyormuş, herkes gibi o da gelen güzeli alkışlar arasında bu şiiri söylemiş!.

Pakize birden gerginleşerek sordu:

-Bunun neresi güzel, Allah aşkına?

Pakize’ye şiir okuyup okumadığını sordum. Okuduğunu söyledi ama bir şair ya da şiir adı veremedi. Gelenler olunca, konuşmamız yarım kaldı. Tepkisini fazla önemsemedim, konu üzerinde konuşunca, zamanla fikir değiştireceğini düşünerek, bir bakıma tepkiyi olağan karşıladım. Gün boyu Biçki-Dikiş Atölyesinde çalışan Pakize, bendeki özgürlüğe sahip değildi. Ayrıca, tatillerde Kepirtepe’den, köye giderken bağıra çağıra okuduklarımı söylemedim.

Pakize’yle Reşat Nuri’den, Aka Gündüz’den söz ettik, umarım onlar hakkında olsun biraz bilgisi vardır. Örneğin, Çalıkuşu’nu okumuştur. Feride Öğretmen, tüm bayan öğretmenlerin simgesi gibidir. Ancak, Feride Öğretmenin çektiklerini tam değerlendirmek için Reşat Nuri Güntekin’in öteki eseri Yeşil Gece ile Halide Edip Adıvar’ın Vurun Kahpeye’sini de okumak gerekir. Bay olsun bayan olsun tüm öğretmenlerin. din adamı olarak ortaya çıkmış, insanlık yoksunu yaratıklardan çektiklerini bu üç kitap bir birlerini tamamlar durumdadır.

 

         

 Reşat Nuri Güntekin          Aka Gündüz

 

Şiir olayları anlatacağıma bu konuyu irdeleseydim. Kitaplıkta hiç karşılaşmadığımıza göre, burada da kitap okudukları söylenemez! Belki Pakize’nin Reşat Nuri üstüne yüzeysel bilgisi vardır ama Aka Gündüz’ü tanıması olanaksız. Onu, bizim Kepirtepeliler bile tanımaz. Ben, Mavi Yıldırım oyunundan sonra Bu Toprağın Kızları romanını, ardından da Dikmen Yıldızı’nı okuyarak tanıdım. Bu toprağın Kızları’nda anlattığı bir sahneyi ise hiç unutamıyorum. Gezide, yaşayarak gördüğümüz İstiklâl Caddesi Cumhuriyet Döneminden önce de öyle kalabalıkmış. O kalabalığın arasında atlı kimseler dolaşıyormuş. İşte o atlı kimselerden biri de o günlerin ünlü şairlerinden biri olan Rıza Tevfik’miş, Rıza Tevfik beyaz atı üstünde geçerken herkes selâma duruyormuş. Böyle ünlü bir kimse nasıl olur da Sevr’de yurdu zararına imza koyar? Kurtuluş Savaşı sonrası suçlu görülüp sürgüne gider.18 yıl yurt dışında kalan Rıza Tevfik, yurt özlemini bir şiirinde şöyle anlatır.

 

Uçun Kuşlar
Uçun kuşlar, uçun doğduğum yere,
Şimdi dağlarında mor sümbül vardır,
Ormanlar koynunda bir serin dere
Dikenler içinde sarı gül vardır.
O çay ağır akar, yorgun mu bilmem,
Mehtâbı hasta mı, solgun mu bilmem?
Yaslı gelin gibi mahzun mu bilmem?
Yüce dağ başında siyah gül vardır.
Orda geçti, benimgüzel günlerim,
O demleri anıp şimdi inlerim,
Destân-ı ömrümü okur dinlerim,
İçimde oralı bir bülbül vardır.
Uçun kuşlar uçun burda vefâ yok;
Öyle akar sular, öyle hava yok;
Feryâdıma karşı aks-i sedâ yok;
Bu yangın yerinde soğuk kül vardır.
Hey Rızâ, kederin başından aşkın,
Bitip tükenmiyor elem-i aşkın,
Sende-deryâ gibi-dâimâ taşkın,
Dâimâ çalkanır bir gönül vardır.
Rıza Tevfik Bölükbaşı

 

Yazar, sürgündeki günlerini bir başka kitapta da anlatır. Devlet yönetiminde ne denli başarılı olursa olsun, bir hata sonu başarısızlığa uğrarsa acılar çeker. Kartaca Kralı Anibal, onca başarıdan sonra yurdundan uzakta can vermiştir. Bizim Yıldırım Beyazıt’ımız Yıldırım sıfatına karşın kaybedince acınası bir duruma düşmüştür. Ya Napolyon Bonapart’a ne denir? Tarihin büyük bir savaş kahramanı, 20 kadar kralı tacından etmiş, sayısız başkenti ( Moskova’yı bile) işgal etmiş olmasına karşın sonunda bir adacıkta yaşamını tamamlamıştır. Rıza Tevfik, hiç değilse sonunda yurduna kavuşmuş, sevenleri arasında yaşamını tamamlamıştır.

 

Rıza Tevfik Bölükbaşı

 

Rıza Tevfik, halk şiiri biçimi şiir yazması yanında Bektaşi inançlarına yakın konuları da dile getirdiğinden halkın büyük bir kesimi ona özel yakınlık duymuştur. Yahya Kemal Beyatlı bile (bir şiirinde) anılarında yer verirken:

-“Nefesler dinledik Saz’ı Rıza’dan” (Rıza’nın sazından) der. Vahit Dede, gençliğinden söz açınca Rıza Tevfik’i anmadan edemez; onun modern danslar yanında zeybek oynayışını, şarkı söyleyişini anlatır (Nefesler de dahil), kalabalık karşısında her konuda rahat konuştuğundan söz eder. Babam da bir Rıza Tevfik hayranıdır. Ancak babam, Rıza Tevfik’i kendi yaşıtı olmasından, bir de onun da Rumeli doğumlu oluşundan sevmektedir. Babama göre Rumeli toprağı başkaymış! Rumeli dediği yerler de Marmara’dan Tuna’ya dek tüm Balkan Yarımadası. Babam diliyle söylemez ama gönlüyle, Yunanistan, Bulgaristan, Arnavutluk, Sırbistan, Karadağ, hatta Romanya’nın sürekli devlet olacaklarını bir türlü benimsemez. Onları, Rusya ile İngiltere’nin ayakta tuttuklarını söyler. İkide bir:

-O iki gâvur ortalıktan çekilse, onlar bize gene gelecektir! der. Bunu, neye güvenerek der? Burası hep karşılıksız kalır.

 

30 Kasım 1945 Cuma

 

Son günüm! deyip seviniyorum. Ayırdında değilmiş gibi bir yandan da üzülüyorum. Sanki, arkadaşlara karşı bir ayrıcalık kazanmıştım, ondan yoksun kalacakmışım, duygusu taşır gibiyim. Neydi bu ayrıcalık? Kendi kendimi aldatma gibi bir şey! Kendimi toparlayıp kalktım. Kahvaltıdan sonra uğramak üzere yatakhaneden çıkıp kendi salonumuza giderek sobayı yaktım. İşte benim gerçek görevim, Malik Öğretmene karşı boynum bükük olmadan dersine girebilirsem, o dersteki konuşmaları daha iyi anlarım. Elin tembellerinin yatağını, yorganını düşüneceğime kendi eksikliklerimi düşünür, onları ortadan kaldırırım. Kahvaltıya yetiştim. Arkadaşlar, benim görev nedeniyle geciktiğimi sandıklarından salondaki sobadan söz ettiler. Ettiler ama hiç birisi:

-Erken gidip yakalım! demediler. Bu da beni üzdü; çünkü sevinerek yapığımın da yapılması gereken bir görev olmadığını anladım. İnsanlar hep “Armut piş, ağzıma düş!” mantalitesi içinde. Öylesine yapılan yardımın da yapana bir yararı yok. Atalarımız gerçi:

-Yap iyiliği at denize, balık bilmezse Halik (Yaradan) bilir! demişler.

Bunları düşünerek konuşulanları dinledim. Millî Bakanı Hasan Ali Yücel, Dil Kurultayı’nda konuşmuş. Dil Kurultayı’nda Türkçe’nin yenileştirilmesine karar verilmiş; bundan sonra eski Osmanlıca sözler konuşulmayacakmış. Neredeyse def dümbelek çalıp oynayacaklar. Çok iyi olacakmış, öğrenciler artık o anlaşılmaz eski şiirlerden kurtulacakmış. Araya girdim:

-O eski şiirleri zaten öğrenciler okumuyordu ki! Hemen soruldu:

-Okumuyordu ise, onlar kitaplara neden konuyordu?

-Öğrenciler içinde hevesliler varsa okusun diye!

-Hemen, kendine pay çıkardı!

-Payımı da size peşkeş mi çekecektim?

Bunu dedim ama, yüreğim “Cız!” etti. İşte, böylesine soba yakmak ya da dolaylı da olsa bir yardımda bulunmak; o güzelim atasözünü ters çevirttirir:

-Yap iyiliği at denize, halik (Küçük harfle yazılarak, insan anlamında kullanılmıştır.) bilmezse balık bilir.

Salona döner dönmez Malik Öğretmenle karşılaştık. Paltosunu çıkarmış; soba için teşekkür etti. Yan gözle çevremdekilere baktım, yüzlerde gülümsemeler, teşekkürün eşit olup olmadığını bile düşünmedikleri besbelli.

Malik Öğretmen yerine oturunca bir süre elindeki kâğıtlara baktıktan sonra bize dönerek:

-Bugün de bir sohbet havası içinde, yurdumuzdaki Resim çalışmaları üstünde duralım. Cumhuriyetten sonra hızlanan sanat çalışmalarında, Batı tekniğini birinci plâna alınmış, ön yetiştirici uzmanlar kazanmak amacıyla dış ülkelere öğrenciler gönderilmiştir. Onlar, yurda dönünce öğrendiklerini gönül rahatlığı içinde öğrendiklerine kendi yorumlarını da katarak yoğun bir resim çalışması dönemine girilmiştir. Ancak bizin insanlarımızın geçmişte bir resim çalışma geleneği olmadığı, üstelik dinsel inançlara göre günah bile sayıldığından, resim sever uzmanlarımız, Avrupa’da olduğu gibi çevrelerinde hemen hevesli öğrenci bulamamışlardır. Açtıkları atölyelere, seçerek, yetenekli öğrenci alma yerine geleni alma gibi bir durumla karşılaşmışlardır. Bunun için:

-Ne fark eder? deyip geçemeyiz. Sanat biraz da yetenek işidir. Geçim derdiyle sanat çalışmalarına atılmak, şansla oyun oynamak gibidir, Nasrettin Hoca hesabı:

-Ya tutarsa! hesabı olur. Bilirsiniz, Hoca bir gün yoğurt mayası alıp göle salmış. Görenler sormuşlar:

-Hoca Efendi ne yapıyorsun? Hoca istifini bozmadan karşılık vermiş:

-Göle maya salıyorum!

-Göl maya tutar mı? diyenlere, Hoca:

- Ya tutarsa? demiş. Bizimkilerin hesabı da böyle başladı. Ancak yurt çapında ele alınması gereken güzel sanatların fazla gecikmeye tahammülü kalmamıştı. Konuya Devlet el attı, okullar kurdu. Bunlardan bir tanesi, sizin de bildiğiniz gibi, şimdilerde benim de çalıştığım Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümüdür. Lise ya da öğretmen okulunu bitiren, az çok kişisel yeteneğinin ayırdında olan gençler sınava girer, başarırsa oraya gelir, temel bilgi ve tekniklerini orada geliştirerek Resim Öğretmenliği hakkını alarak yurdun dört köşesindeki ortaöğretim okullarında mesleğini sürdürür. Bunlar arasından gayretliler çıkıp, isterlerse Batıda olduğu gibi serbest ressamlığa geçer, resim sanatı alanında kendini gösterir. Bu yol, biraz sınırlandırıcı bir yoldur, Devletin koyduğu ölçümlere uyularak yasal koşullara bağlanılır. Buraya giren öğrenciler, çalıştıkları sanat dışında devletin koyduğu ölçeklere göre (standart) bir kültür düzeyine ulaşmak zorundadır. Bu nedenle genel kültürü oluşturacak derslerden de sınav verirler.

Bir de hiçbir koşula bağlanmadan sanatçı yetişmek isteyen kimseler vardır, bunlara da devlet kolaylık sağlamayı düşünmüş, Güzel Sanatlar Akademisi adı altında bir okul açmıştır. Buranın düzeni biraz karışıktır, ancak ilgililer işin içine girince yollarını kolay bulurlar. Burada da zorunlu dersler vardır. Ancak branş olarak seçilen derslere ağırlık verilir, üstelik burada az önceki örnekte olduğu gibi kalabalık sınıflar yerine duruma göre öğreticiler çevresinde toplanan öğrencilerle, usta-çırak ilişişine benzer bir çalışma yöntemi uygulanır. Söz gelimi, Akademi Resim Bölümündeki bir öğrenci belli bir süreçten sonra A öğretmenin Atölyesini seçer, orada çalışarak bitirme belgesini alır. O da Akademide geçerli olan genel dersleri izler, orada da başarı sağlamak zorundadır ama asıl seçimi Resim sanatı olduğu için Akademi, A’nın Atölyesini bitirmiş olarak belirlenir. Sözünü ettiğimiz Akademide daha böyle iki bölüm vardır, Mimarlık, Mühendislik. Konumuz dışında oldukları için onları geçiyoruz. Böylece Resim sanatını geliştirme kaynağı olarak iki kurum tanımış olacağız. Öğretmen olacağınız için şimdiden, ilerde sizi de ilgilendirecek bir konuyu kulağınıza fısıldamak isterim. Okula alımlarda daha titiz bir seçimle alınıp çok rahat çalışma ortamı bulan Akademi öğrencilerinin bazıları bizim Resim Bölümünü bitirenlerden daha önde olmaktadır. Yani onlar gerçekten bir ressamdır. Ancak onları Millî Eğitim Bakanlığı okullara Resim Öğretmeni olarak atamaz. Neden? Neden olacak, onlar iyi resim yapar ama çocuğa öğretmeyi beceremez. Öyleyse bizim mesleğimizin ağırlığı öğrencilere yaklaşımımızdır (ilgidir). Bir Akademi çıkışlı kadar resim yapamadığınıza sakın üzülmeyin, ancak çocuğa yaklaşımı beceremezseniz, üstünüze düşen görevi yapmamış sayılacaksınız. Bu da işin biraz, dedikodu tarafıdır. Bu konuştuklarımızı belki siz bir başka konuda da konuşmuşsunuzdur. Sizin bir de müzik sorununuz var. İşte sizle Konservatuvar arasındaki fark da anlattığımın tıpkısıdır.

Öğretmen bundan sonra, savaşların tüm güzel sanatlar üstünde olumsuz etkileri olduğunu, son savaşın da bazı olumsuz etkilerinin izlerine değindi.1. Dünya savaşından sonra kümeleşen Batı ressamlarının giderek iki anlayışta odaklandığını söyleyince öğretmenin Varlık Dergisinde çıkan yazısını anımsattım. Öğretmen gülümsedi:

-İşte orada dediklerim neredeyse bozulacak. Ancak gene bir gün bu karışıklıklar durulacak, Güzel Sanatlar, daima Güzel Sanat olarak kalacak! deyip yüzlerimize baktı. Kağıtlarını toplayıp ayrıldı.

Veysel Öğretmen:

-Yazı çalışması istemiştiniz, bir süre buna çalışalım! deyip çantasından yazı örnekleri çıkardı. Örnekler, oldukça büyük kâğıtlara elle yazılmış, olağanüstü güzel yazılardı. Öğretmen yazıların kendi öğrencilerinin çalışması olduğunu söyleyince şaşırdık. Öğretmen açıklama yaptı; Resim Bölümündeki öğrenciler ayrıca yazı dersi görüyormuş. O dersin yazı öğretmeni varmış. Kepirtepe’de iki yıl resim öğretmeninden ders görmüştüm.1. sınıfta Ömer Uzgil, 5. sınıfta Talât Ayhan öğretmenler gelmişti. İkisinin de çok güzel yazıları vardı. Ben onları, resim çalıştığı için o beceriyi de kazanmışlar sanmıştım. Ben ilkokulda bitişik yazıyordum. Yazım oldukça güzeldi. Daha sonra arkadaşların ayrı yazdıklarını görünce ben de o türü denedim. Daha kolayıma geldiği için bir süre sonra alıştım. Ne denli alışsam da, istediğim düzgünlükte yazmayı bir türü beceremedim. Okunacak biçimce açık yazmama karşın, gözüme güzel görünmüyor. Bir ara gene bitişik yazıyı denedimse de onu da eski düzeyine çıkaramadım. Bunları düşünerek öğretmeni can kulağı ile dinledim. Ancak öğretmen güzel yazı yazmak için ellerin duruşlarının belli bir biçimde olması koşulunu koyunca biraz zorlanacağımı anladım. Öğretmen iki kez gelip bileğimi doğrulttu. Ayırdına vardım, öğretmenin doğrulttuğu bileğimin duruşu beni rahatsız ediyor.

Öğretmen ayrılırken, İstiklâl Marşı’nın söylenen bölümünü yazmamızı istedi.

Öğretmen ayrılınca gene bir çıngar koptu:

-Kim çıkardı bu yazı işini? Şimdi bir de başımıza ödev sarıldı!

Yemekte de konu oldu; her hafta böyle ödev verilirse! Hemen hemen her gün sayfalarca yazdığımdan olsa olacak, verilen ödevi ben hiç önemsemedim. Ayrıca bu çalışmaları, özel ilgisi nedeniyle Harun Özçelik zaten yapıyor, uç ya da boya gibi gereksinimleri ondan alacağımı düşünerek söylenenleri umursamadım. Arkadaşlar geçen cuma günü yapılan dersleri konuşurken, hiç değilse son günümde kaytarmayı tasarladım. Başkanlık odasında kendime bir iş uydurup, onunla vakit geçiririm. Bir de kolay inanılacak görev buldum; bir aylık görevim sırasında yapılan işlerin raporunu yazmak! Bölüm Başkanının beni arayacağını zaten pek beklemiyorum. Geçen hafta dersi konuşmayla geçirmişti, bu hafta kesinlikle kemancılarla cebelleşecektir.

Yemekten sonra Başkanlık odasına gittim, az sonra Hasan Yılmaz da geldi. O da beni bekliyormuş, bir aylık beraberliğimizden çok hoşnutmuş; ara ara gelmemi söyledi. Az sonra, Eğitimbaşı Hürrem Arman çağırmış, Hasan Yılmaz oraya gitti. Gelmesi gecikince masa üstündeki dergiyi (Sayı 4) bir daha karıştırdım.

Açar açmaz, Süleyman Adıyaman’ın Bitirme Tezi karşıma çıktı, AHIR GÜBRESİ. Köylü olduğum, belki de gübreli yaşamı yakından bildiğimi sandığım için üstünde durdum. Ahır Gübresi bir bitirme tezi olur mu? Daha doğrusu olmalı mı? Ahır gübresi, doğal olarak ahırlarda yaşayan hayvanların doğal olarak oluşturduğu gübredir. Karışıksız katıksız, bir ahırda yaşayan hayvanların atıklarıdır. Genellikle ahırlarda, yerine göre aynı tür hayvanlar tutulur. Kentlerdeki Hanların ahırları dışındakilerde sığır, manda türü çift tırnaklı, ya da tek tırnaklı at, katır, eşek türü hayvanlar barındırılır. Koyun, keçi türü küçükbaş hayvanlar, ağıllarda yattığı için onların gübreleri bir başka özellik taşır. Bunları bir kalemde toplayıp ortaya konuşmak doğru olmaz. Hele kümes hayvanlarının gübrelerini koyun gübresiyle eşleştirmek kesinlikle doğru değildir. Genel konuşmalarda bu yapılabiliyorsa da, bu konuya ciddiyetle eğilenler bu gerçeği bilir. Olaya bu açıdan bakarak ben, Süleyman Adıyaman’ın tezini garipsedim. Özellikle Dergiye alınmasına da karşı durdum. Bu tez, öncelikle bizim gibi köyden gelmiş olanlara yeni bir bilgi veremez. Süleyman Adıyaman bu konuda gerçek bilgileri toplar, bunları sıradan okuyucuya sunabilir.(*) Ben işin o tarafına karışacak değilim. Bizim Dergimizi okuyacaklar, tıpkı benim dibi yazının başlığına bakıp dudak bükeceklerdir. Sorunum, gübre işi değil Dergi’nin değer yitirmesidir. Kesinlikle bol ürün almak için tarlaların gübrelenmesi gerekir. Çok doğal sayılan ahır gübrelerinin de toprağa katılımı açısından yöntemler vardır. Ancak onları anlatma yeri bizim dergi olamaz. Onları, toprakla didişenlere ulaştıracak başka bir yol bulunması gerekir. Kaldı ki Süleyman Adıyaman, başlığı bir yana atıp laboratuvar gübrelerine kayıvermiştir. Takıldığım nokta budur. Hele domuz gübresini de araya katıvermesi biraz da dalgınlık ya da aldığı yerlerden ayırım yapamadan aktardığı kuşkusunu uyandırmıştır. Domuz yerine bunu güvercin gübresi yapsaydı ben de sevinecektim. Yıllardan beri babam güvercin gübresi kullanmaktadır; ancak hangi ürün için daha yararlı olduğunu bir türlü saptayamamıştır. Gelen giden Tarımcılara sık sık bunu sormaktadır. Ahır gübresi konusunda daha fazla durmayı yersiz buluyorum. Süleyman Adıyaman’ın bölümünü de tam bilmiyorum; Tarla -Bahçe mi yoksa Hayvan Bakımı mı? Tarla-Bahçe ise gübre konusunu dilerim ilerde daha özenle ele alır da şimdiki bazı Tarımcılar gibi çiftçilerin diline düşerek şakalaşma konusu olmaz.:

-Adam tarımcı diploması almış ama, arpa ile mısırı ayırmaktan aciz!

-Ekmeğin, ağaçtan toplandığını sanır!

Eğer Hayvan Bakımı bölümünü bitirmişse at yetiştirenlerin bir sözünü anımsatacağım:

-Kırk günlük seyistir, kırk yıllık gübreleri karıştırıyor.! Sözde (bok) denmektedir. Ancak ben Adıyaman’a kıyamadım! (Seyis, at bakıcı)

(*) Süleyman Adıyaman, Tezinin sonuna bir Son Söz eklemiş. Tezini açıklıyor:

Başkalarının buluşlarına dayanarak hazırlanmış dahi olsa, (Zira, bu kadar dar bir zaman içinde daha başka türlüsünü yapamazdım) bu deneme, sadece kendi araştırmalarımın sonuçlarından ibaret bir tez olmaktan ziyade muhtelif araştırıcıların buluşlarının birleştirilmesiyle kotarılmıştır!

Hasan Yılmaz gecikince dergiyi karıştırmaya sürdürdüm. İstemeyerek velût (Çok yaratıcı) şairimiz Mehmet Başaran’ın üç şiiri ile bir yazısını da okudum. Şiirleri, kısa kısa, okumak zor değilse de anlamak için kolay denemez. Eski şairlerin bolca kullandığı basma kalıp sözler yok ama onları anımsatan yeni kalıplar deneniyor. Onları anlamak için duraksayınca verileceği beklenen tad biraz eksilir gibi oluyor. Örneğin 1. şiirde:

-Kendimi verirken ışığa! dizisinden nasıl bir anlam çıkarabiliriz? Kendini vermek deyimi vardır ama, bu belli durumlarda kullanılır. Kendini kaptırma ya da kaptırmak anlamında kullanılır. Konuşmaya kaptırmak, işe kaptırmak, suya kaptırmak….Diyelim ki ışığa da kaptırdı. Ama buradaki kaptırma yerine verme tatsız kaçar. Suya verildi, ateşe verildi, ışığa verildi denince kullanılan fiillerle, kendini ışığa verdi fiilleri işlev olarak uyuşmaz. Devamla; Tadı dilimdeyken gök yüzünün. Tadı dilimde deyimi de sonsuz olarak her durumda kullanılamaz. Ağız tadıyla, gönül rahatlığıyla gök yüzü izlenebilir, bu izlemelerden sonsuz zevk alınır. Ancak gök yüzünün tadı kişinin dilinde olursa oradaki uyumsuzluk dikkati çeker. Toprağın lezzeti için de aynı sözler söylenebilir. Bunları, açık açık insan konusu dışında kullanmak düşünülebilir. Toprağın yağmura, gök yüzünün ışığa, dünyanın güneşe gibi buluşlar öne sürülebilir. Ancak insanlar söz konusu olunca onun konuştuğu dil sınırlarını şairler diledikleri gibi aşamazlar. Aşmaya kalkışırlarsa eleştirilirler.

2. Şiirde, söylenmeye çalışılan okuyucu tarafından anlaşılıyor. Şiirde bu da bir başarıdır. Ancak söylemler doğru sözcükle söylenmezse şiirin şiirliği gölgelenir. Örneğin:

-O sabah neye yalnayak gitti,

BÖYLE terkedildiğimiz halde

Hâlâ hatırlarız. Burada böyle yakıştırması yerine oturmadığı için doğmak üzere hazırlanan güzellik, gölgelenmektedir. Böyle yerine kullanılacak başka sözcükler vardır.

3. Şiirde, Şiirin ilk iki dizesinde geçen veren sözünün deren olabileceğini düşünerek beğendiğimi söyleyebilirim. Köyler gerçekten kırların kokusunu toplayabilirler. Kavaklar da özellikle uzun, su boylarındaki kavaklar, çocuklara masal söyleyen, nineler gibi durmadan çevresine bir şeyler mırıldanır. (Benim köyümün kavakları böyledir.)

Gül yüz tamlaması, Halk şiirinde olduğu gibi Divan Şiiri Mazmunları arasında vardır. Ancak gül, halk arasında da yüzle tamamlanır. Yüzle beniz benzeşiktir ama tıpkı olarak bir birinin yerine kullanılmaz. Beniz neredeyse yüzün, biraz olumsuz ya da eksiği gibi algılanır, solgun beniz , sararmış beniz tamlamaları gibi beti benzi solmuş deyimlerde geçer. Bu nedenle şiirde kullanılırken okuyucunun kulak dolgunluğu da düşünülmelidir.

Hâlâ sevda şarkıları mı söyler,

Gül benizli kızlar ormanda?

Ormanda hâlâ sevda şarkıları söyleniyorsa , o şarkıları söyleyenlerin yüzleri güle dönüktür. Beniz, derdi, kasveti çağrıştırdığı için şenlikle, şakraklıkla bir arada düşünülemez. Kınalı kekliğin ötüşüne diyecek yok! Ancak yıldızlar göz yaşına nasıl benzetilir? Benzetme olayı da bir kurala bağlanmıştır; benzeyen, benzetilen, benzetme edatı bir belli ölçekler içinde kullanılmak zorundadır.

Şair Başaran, asıl mesleği olan tarım üzerine de bu sayıya bir yazı eklemiştir. Olayın önemli bir yanı överek okuyucuya sunduğu dergiyi ders öğretmeni çıkarmaktadır. Başaran’in öğretmeni bir tarım dergisi çıkarır. Bu dergiyi okuyanlar tüm eski alışkanlıkları bırakıp yeni tekniklere sarılacaktır. Böyle olunca da işler kolaylaşacak, yeni çıkacak Toprak Dağıtım yasasıyla köylerde toprak bollaşacak ürünler artacaktır. Bu yazıyı okuyunca, sekiz yıldır yan yana bulunduğum arkadaşlarımı nasıl da tanımadığıma üzüldüm. Başaran’ın anlattığı derginin yazdıklarının, daha da yazacaklarının on değil yüz değil bin katı tüm Türkiye’de yıllardır yazılmaktadır. Halkevleri kitaplıkları bir yana, Köy Halk Odalarında, Köy muhtarlıklarını depolarında tarım üzerine yazılmamış yazı, kitaplara geçmemiş söz kalmamıştır. Üstüne üslük, Mehmet Başaran’ın da benimle birlikte incelemelere katıldığı Lüleburgaz, Sarımsaklı, Türkgeldi gibi buğdayı biçerken una çeviren, toprağı da nadas eden çiftliklerin önderlik ettiği kuruluşlara karşın gıkı çıkmayan köylü doç Celâl Tarıman’ın dergisiyle şaha kalkacakmış. En çarpıcı örnek de Mehmet Başaran’ın çok iyi tanıması ve de üzülerek değerlendirmesi gereken Hasanoğlan Köyü. Mehmet Başaran bu köye 18 Nisan 1941 tarihinde geldi. Köyde tek araba yoktu, halk işlerini kağnı ile görüyordu. Köyde kiremitli, cami, İlkokul ile halk odası vardı. Kitapsız geldiğimiz için bunalmıştık. Muhtar Ahmet Çakır’dan rica ettik. Sağolsun, bize Halkodasını açtı. Hiç ellenmemiş dergiler, türlü tarım kitabı, dergisi yanında açılmadık romanlarla karşılaştık. Oradaki tarım kitaplarının benzerleri, bizim Kepirtepe Tarım binasının kitaplığında da vardı. Bu nedenle işin biraz gerçek tarafını biliyorum. Mehmet Başaran da dahil hiçbir arkadaş o yayınlardan yararlanmadı. Yayınlar arasında salt tarım değil edebiyat da vardı. Ben Hasanoğlan Halk odasından aldığım, Osman Cemal Kaygılı’nın Çingeneler’ini, Charles Dickens’in İki Şehrin Hikâyesi’ni, Pearl Buck’un Ana’sı ile Sarı Esirleri’ni, daha birkaç romanı o sıralar okudum. Bunları bilmezden gelen Mehmet Başaran, çıkan bir dergi ile çıkacak bir yasaya umut bağlamış. Bunların varlığıyla memleket, gül gülistan olacak umudunda. Mehmet Başaran’a, onun gibi düşünenlere fazla bir şey söylemeye gerek yok, daha önce çıkarılan 3803, 4274 sayılı yasaları, özellikle de o yasaların T.B.M.M tutanaklarını okusunlar. Özellikle 3803 sayılı yasa tartışmalarında Köy Enstitülerini (yapmacık da olsa) candan savunur görünen Toprak Ağası Emin Sazak, Toprak yasası nedeniyle:

-Devlet benim toprağımı alamaz! diye meydan okuyor. Onun güvendiği bir yanı olmasa bunu yapabilir mi?

Yasalar çıkınca onları kimler uyguluyor? Yeni çıkacak yasayı kim uygulayacak? İkide bir köy muhtarları konu edilip eleştiriliyor. Biliyorlar mı ki o muhtar da bir yasaya göre seçilip görev yapıyor. Yasaları bilmeden salt uygulamaya bakarak görevlilerin dile düşürülmesi doğru olur mu? Bence bu noktada bir güvensizlik var, ancak bu güvensizliğin kaynağı iyice saptanmadan ulu orta eleştirmek doğru olur mu? Bence burada açık açık, “Bu işler bana bırakılırsa ben daha iyisini yaparım!” bencilliği, sırıtmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri, her yıl seçkin gençlerini Batı ülkelerine gönderip başarılı dönenleri, yüzyıllar boyu el atılmamış önemli konuları ayaklandırmaya çalışmaktadır. Bunlar arasında kusur işleyenler bulunabilir, bunları düzeltenler de onlar arasından çıkmaktadır. Tüm yurtta bu uygulanırken, belli noktalarda kusurlar bulup tümünü dışlayarak bireysel ölçekler içinde yeni yöntemler önermek doğru olur mu? Ne yazık ki bunu, kendi dar açısından yapan Köy Enstitüleri yöneticileri görülmektedir. Öğretmen Okulu çıkışlıların köylerde başarılı olamadığını bahane ederek onların başarılı olduğu alanları yok sayıp eleştirmeleri, kapatılması zorlu bir ikilik yaratmaktadır. Oysa onlar, köyler dışındaki alanlarda başarılıdırlar. Onlarsız, salt köyler için yetişenler, onların görevlerini sürdürebilir mi? Bence, bu tür ayırımcı çıkışları yapanlar, kurulmaya çalışılan “Kaynaşmış bir kitle!” ilke Andına zarar vermektedir. Bu nedenle, her kurum kendi alanı içinde durarak kendini daha iyiye götürmeye çalışmak zorundadır. Bir kurum, kendi alanı dışına çıkarsa, girdiği alanın hakkını zedeleyebilir. Özellikle Köy Enstitülerinde bu noktaya çok özen göstermek zorunluğu vardır. Köy Enstitüsü çıkışlı öğretmenlere, onların uymak zorunda olduğu yasalar bu konuda büyük sorumluluklar yüklemektedir. Kendilerini denetlemeye gelecek Öğretmen Okulları çıkışlı Gezici Başöğretmen ya da Müfettişlerle yetiştiği ocak tartışması mı yapacaktır? Tarımcılarla, tarımcılık tartışmasına mı girecektir? Muhtar görevini yapmıyorsa, muhtarı mı denetleyecektir? Böyle bir mantıkla köy öğretmenliğine atanan bir kimsenin başarı şansı olamaz. Köy Enstitülerinin öğrencilerine özümsettiği paylaşımcılıktır. Paylaşımcılıkta, Ben değil, Biz vardır. Konuya bu açıdan bakınca, Mehmet Başaran’ın bir dergi ile çıkacak bir yasa için söyledikleri, daha doğrusu tüm umutlarını onlara bağlaması kendi seçimi olabilir. Bunu genele öğütlemesi kabul edilemez bir öneri olması yanında ayrıca, sakıncalı bir yol göstericilik de denilebilir. Çıkacak yasayı uygulayacaklar, öteki yasaları uygulayanlardır. Bu konuda, söyleyecek bir sözü olanlar, uygulanmayan yasalar ya da maddeleri varsa onları söylesin, geleceğe yönelip varsayımlar üreterek bir tür umut dağıtıcılık yapmak, yapanları, halkın gözünde, eski dönemlerin muskacılığı düzeyine düşürür.

Yatınca bir süre düşündüm, yanılıyor muyum? Hayır, yanılmıyorum. Özellikle birilerinin Öğretmen okulu çıkışlıları küçümseyerek böbürlenmeye kalkmalarını hoş görmüyorum. Ahmet Gürsel öğretmen gibi bir başka matematik öğretmeni görmedim. Bir başka öğretmenim Ahmet Korkut. O da benim gibi köyde doğmuş, komşu köyümüz Çavuş Köy’de. Okumuş, kendini yetiştirmiş. Beni, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’ya tanıttığında Baltacıoğlu bana:

-Kendini çok şanslı say, Ahmet Korkut gibi bir öğretmenle karşılaşmışsın. Bu şansı bekleyip de karşılaşmayan binlerce Türk çocuğu vardır. demişti. Mart 1939 Alpullu… İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nu anımsamam, bir başka olayı anımsattı bana. İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, yapılmakta olan Dil Kurultayı’nda olay yaratmış. Prof. Ziyaettin Fahri Fındıkoğlu Cumhuriyet Gazetesinde böyle yazdı. O yazıyı bir daha okuyacağım.

 

1 Aralık 1945 Cumartesi

 

Bir süre ara verdiğim konserlere gene başlıyorum. Konserden çok Büyük Öğretmen olarak saydığım Mahmut Ragıp’la konuşmayı özledim. Cumhuriyet Gazetesinden kestiğim yazı aklıma takıldı, bir süre onu aradım. Bulunca sevindim. Doğan görmüş geldi:

-Bize katılacak mısın? Birlikte kahvaltıya gittik. Kahvaltıda konserden çok benim bir ay onlardan ayrılışımın nedenleri konuşuldu. Ben, nedenini doğrudan Okul Müdürü’nün bir tür cezası olarak düşündüğümü söyledim. Arkadaşlardan katılanlar oldu. Ceza, salt büyük zarar vermek için biçilmez, daha disiplinli olur düşüncesi ile de verilir. Öğrenci cezaları, hep öç almak için değil, tavır değişikliği olsun düşüncesiyle verilir. Okul Müdürü beni birkaç kez geç zamanlarda salonda çalışırken gördü. Doğrudan o zaman ceza verse idi, çalışmamı engeller duruma düşecekti. Böyle bir durumda olaya bir üst makama yansırsa mahcup olabilirdi. Bunları düşünerek böyle bir yol buldu, böylece bana bir göz dağı verdi. Arkadaşlar:

-Aldırma, o da geçti! diyerek beni rahatlatıcı sözler söylediler. Zaten benim aldırdığım falan yoktu, değişik ortamda bir süre oyalandım. Bundan böyle daha sıkı çalışır kaybettiklerimi gene bulurum. Hiç aralık vermemişçesine trene bindim. Halise, Yıldız gene yanıma geldi. Yıldız seviniyor. İlk dikkatimi bizim Melahat’la arkadaşı Nebahat çekti. Onlar da her zaman bana yaklaşırken sanki uzak durmak ister giydiler. Aldırmadım ama neden aramadan da duramadım.

Eskiden olduğu gibi, gene alt kattaki görevli bize salon gösterdi, alt kattaki salona girdik. Az sonra Faik Canselen Öğretmen geldi. Gelir gelmez de bana takıldı:

-Özgürlüğüne kavuştun mu? Olayı anlattım. Daha önce de anlatmıştım ama arkadaşlar önünde bir kez daha anlattım. Faik öğretmen gülerek, kendi öğrenciliğinden bir olay anlattı. Onun öğrenciliğinde, okulları yeni yapılmış. Eksik birçok yanları varmış. Piyano odalarına çamura batarak gidiyorlarmış. Okul Müdürü İhsan Künçer, şimdilerde Cumhurbaşkanlığı Bandosu şefi, asker kökenli oldukça disiplinci biriymiş. Ara yollar çamur olduğundan bir süre piyano çalışmalarını yasaklamış. Ancak öğrenciler kaçamak yaparak, bir yolunu bulup gene gidiyormuş. İhsan Künçer, gidenleri gözetleme yerine sınıflara girip, pantolonların paçalarını kontrol ediyormuş. Kimin paçaları çamurlu ise paylıyormuş. Öğrenciler buna da bir yol bulmuşlar; kemancılarla pantolon değiştirmeye başlamışlar. Müdür İhsan Künçer bir gün bir kemancının çamurlu paçalarını görünce durumu anlamış, koyduğu yasağı hemen kaldırmış. Faik Öğretmen, öğrenci öğretmen ya da yönetici çekişmesini, sınırlı çizgiler arasında kaldığı sürece tatlı anılar olarak değerlendirdi.

Konserde bir uvertür, Beethoven Egmont Op 84. Schubert senfoni 8 (Bitmemiş) D.759, Johnnes Brahms, senfoni 1. Op.68

Faik Öğretmen gülümseyerek:

-Gene gene konuştuğumuz eserler. Haklarında daha söylenecek sözler vardır. Ancak biz, bu yolu seçmek istemiyoruz. Yeni arkadaşlarımıza bildiklerimizi aktarmamız yeterli olacaktır! deyip bizim tarafa bakınca ben toparlanır gibi yaptım. Faik Öğretmen:

-İbrahim hazır, konuşsun bakalım! deyince ben kalktım. Tarih bilgime güvendiğim için İspanya-Hollanda tarihi üstüne söze başladım:

- Devletler arasında özellikle tahtlarda oturan ailelerin başka krallıklardan kız alıp vermesi nedeniyle saltanatlar arası miraslar, bazı krallıkları birleşmek zorunda bırakmıştır. İspanya ile, o zamanki adıyla Felemenk böyle bir birleşmeyi denemiş. Ancak birlik pek uzun sürmemiş, İspanya Felemengi sömürge gibi kullanmaya başlamıştır. Sonuçta Felemenk halkı işi savaşa dökmüş, ne var ki, tüm halk bu savaşa katılmamış, çıkarcı gruplar yan çizince savaşçılar zor durumda kalmışlar. Bu sıra Felemenk’in büyük kahramanlarından biri olan Egmont savaşanların başına geçip İspanyolları zorlayınca ortalıkta büyük entrikalar döndüren İspanyollar Egmond’un kuvvetlerini bölerek Egmond’u zor duruma sokmuşlardır. Savaşı kazanmak üzereyken hileli bir şekilde yenilen Egmond, İspanyollar tarafından esir edilmesine karşın gerçek Felemenk halkı onu bir kahraman olarak bağrına basmıştır. Kendisi de köken olarak bir Felemenkli olan Beethoven bu kahramanı güzel müziğiyle konser salonlarına indirerek adını sonsuza dek sürecek hak ettiği bir üne kavuşturmuştur

Faik Öğretmen, teşekkür etti: Tarih olaylarının tek düze bir anlatımı yoktur, anlatan, bir yerden başlayarak, verilmesi gereken bilgiyi verir.

Öğretmen Schubert, Bitmemiş Senfoni hikâyesini kendisi anlattı. Schubert henüz gençtir. Beethoven ona göre iki kat yaşındadır, ayrıca ününün doruğundadır. Bir yolunu bulup ünlü besteci Beethoven’e ulaşır. Beethoven böyle kendisine gelen gençlerin yaptığı besteleri görmek ister. Bunu bilen genç Schubert, henüz tamamlayamadığı bir senfonisi alıp Beethoven’e gitmiştir. Beethoven besteyi alır, çalar. Çok beğendiğini söyler.Ancak bir söz daha ekler:

-Bu senfoni bitmemiş! Sevinçle ayrılan genç Schubert senfonini sonunu getirmez, Beethoven’e olan saygısından senfoninin adını Bitmemiş Senfoni koyar. Doğru mu yanlış mı bilemeyiz. Bu olaydan bir süre sonra ağabey durumdaki Beethoven 1827 yılında 57 yaşı içinde ölür. Genç besteci Schubert henüz 30 yaşındadır, bir yıl sonra 1828 yılında o da ölür. Böylece bu iki besteci arasında geçen bu olay da bir sır olarak iki besteciyle birlikte sonsuzluğa gitmiştir.

Bakın, 3. eser için daha rahat konuşabiliriz. Johannes Brahms 1833 yılında doğmuş, küçük yaşta müzik alanında çalışmaya karar vermiş, ünlü besteci Robert Schumann’dan özel ders almıştır.Bilindiğigibi Robert Schumnn Romantik Akımı savunan bir bestecidir. Böyleyken öğrencisi Johannes Brahms öğretmeni gibi katı bir romantik olmamış Romantik Çağın ortasında ılıman bir Romantik olarak kalmıştır. Oldukça titiz bir bestecidir. Opera dışında tüm türleri denemiş, nedense senfoni bestelemeye bir türlü kalkışmamıştır. Kendisini sevenler ondan bir süre senfoni beklemişlerdir. Sonunda, Brahms senfoniyi de denemiştir. Birinci senfoni çalınınca eleştirmenler:

-İşte Beethoven’in 10. Senfonisi demişlerdir. Bununla şunu anlatmak istemişlerdir:

-Eğer Beethoven 9. senfoniden sonra bir 10’uncu senfoni besteleseydi, ancak bu kadar güzel olabilirdi. Bundan cesaret alan Brahms da üç senfoni bestelemiştir. Dört senfoninin ilki olan 1. Senfoni yoğun bir armoni anıtı sayılır. Senfoninin belli bir melodisi vardır, ancak senfoni, öteki Romantiklerde olduğu gibi melodiye kapılıp gitmez, ısrarla o melodi üstünde durarak etkisini derinleştirerek sürdürür. İlk dinlemede belki kavranamaz ama, sonraki dinlemelerde Brahms, kendini unutturmayacak izler bırakır. Brahms’ın da tıpkı Beethoven gibi filozoflara yaklaşan bir fikir yönü vardır. Bu yönüyle çok dinlenirse dinleyiciyi bir Brahms tiryakisi yapar. Faik Öğretmen:

-Umarım sizde de bir etki bırakacaktır! deyip iyi dinlemeler dileyerek ayrıldı.

Yağış yok ama hava oldukça soğuk, koşar adımlarla Ulus’a indik. Ahmet Yol, Doğan Güney geçen hafta istemişler ama yağış olduğundan vazgeçmişler, bu hafta Gazi Eğitim Enstitüsü’ne gitmek istiyorlar. Yıldız, Halise de onlara katılıyormuş, bana da önerdiler. Asım Öğretmene hep söz vermiştim, bana piyanosunu dinletmek istiyordu. Onlara katıldım. Oldukça uzak bir yerde olduğunu biliyordum, yürümek zorunda kalacağız. Ancak oyun bozanlığı yapmak da istemedim. Asım Öğretmen, cumartesi günleri genellikle erken saatlerde buralara iner, Kızılırmak’a kesinlikle uğrar; girip baktım; yoktu. Okulda olabileceğini düşünerek sevindim. Ulus -İstasyon arasını sızlanmadan yürüdük. İstasyondan sonra sızlanmalar başladı:

-Otobüse binseydik! Otobüslerin yolunun başka olduğunu, bizim yolumuzun otobüs yolu olmadığını anlatırken yol ayrımına geldik. Saptığımız patika aynı zamanda oldukça çamurlu idi; sızlanmalar çoğaldı. Tam okula girerken bir grup öğrenci ile karşılaştık. Onlar da bizi merak etmiş, durup konuşunca yeni bir durum öğrendik. Onlardan bir grup Ankara’ya inmiş, Halkevinde Ayşe Abla Okulu öğrencileri gösteri yapacakmış, oraya davetliymişler. Ayşe Abla Okulunu radyodan sürekli duyuyorduk. Erdoğan Çaplı falan diye adlar da öğrenmiştik. Öğretmenleri önedikleri için büyük bir grup Halkevine gitmiş. Okulda kalanlar da varmış, oldukça görkemli merdivenlerden çıkıp kapıya dayandık. Oldukça şişman bir kapıcı bizi karşıladı, başını sallayarak dinledikten sonra kendisi de bizimle içeri girip bir yer gösterdi, bitişik bir odaya girerek birilerine hesap verdi. Alabros traşlı bir genç yanımıza geldi. Okulu gezmek, tanıdıklarımızla konuşmak için geldiğimizi söyleyince oradan geçen iki kız öğrenciye Yıldız’la Halise’yi göstererek:

-Arkadaşları, sizin kata götürün, tanıdıkları varmış! dedikten sonra bize:

-Siz az bekleyin, size de kılavuz vereceğim, gezersiniz! dedi. Sahiden, az sonra biri geldi önce kendini tanıttı, Beden Eğitimi Bölümü’nden İhsan! (İhsan Telli) İhsan da benim yaşlarımda biriydi. Bize önce tanıdıklarımızı sordu. Asım Öğretmen’i söyleyince arkadaşı olduğunu, onun Ankara’ya indiğini anlattı. Bizi, önce Müzik Bölümüne götürdü. Birisi piyano çalışıyordu.2. sınıftaymış, Bach’ın eserlerinden alınmış bir parça çalışıyordu. Arkadaşlar benim de piyano çaldığımı söyleyince öğrenci dinlemek istedi. Bach’tan bir musette ezberlemiştim, öğrenci onu çalınca, ben de, Bach’tan ezber bildiğim Wachet auf’ı çaldım. Öteki odalara baktık, kemancılar hep gitmiş, odalar boş boş duruyor. Büyük binaya dönünce koridordaki dolaplara sıra ile baktık; inanılmaz sayıda canlı hayvan türü, cansız olarak (sanki canlıymış gibi) duruyor. Keklikler ilgimi çekti, canlı olduğunu sandım. Tilki, tavşan, her türlü canlının modeli orada var. Bunlar derslerde inceleniyormuş. Bunları görünce bir kez daha bizim Köy Enstitülerini göz önüne getirdim. Beylik sözlerden biri:

-Köy Enstitüleri’nde yapaylık üzerinde durulmaz, gerçek, yaşayan nesneler üstünde durulur. Bunun anlamı şu:

-İncelenirse, tavuk incelenir, gerçek olmayan ya da tavuk resmine bakılarak deneyim (inceleme) yapılmaz. Uygulamada böyle mi? Ben, Köy Öğretmen Okulları sırasında birinci yıl Tabiat Bilgisi dersi okudum. Öğretmenimiz branş öğretmeni Sabit Soysal idi. O zaman bir ilkokula sığınmış, çaresizlik içindeydik. Deney meney yapacak bir durum yoktu. Sabit Öğretmen askere alınınca bir daha öyle bir ders görmedik. 1941 yazında, ara sıra Selçuk Korol Öğretmenimiz gelir ders konusunda genel konuşmalar yapardı. Coğrafya olarak onun uyarılarıyla Hasanoğlan çevresini tanımıştık. Karşıdaki Elma Dağları, hemen arkamızdaki İdris Dağı’nı, batıya uzanan Hasan Dağları’nı böyle öğrendik. Selçuk Öğretmen çevrede bulunan canlılar için de ödev veriyordu, Otuz arkadaştık, bana Kırkayak düşmüştü. Kırkayak tutup saklama olayını hiç unutmuyorum. Bunlar, kısa da olsa birer gözlem olayı sayılır. Şimdilerde Hasanoğlan’da her türlü olanak olmasına karşın gözlem-deney yapılmadığını biliyorum. Oysa Köy Enstitüleri Müfredat programına bakılırsa kesinlikle Gazi Eğitim Enstitüsü’nde olduğu gibi canlıların modelleri gerekir. Bu konuda fazla söze gerek görmüyorum ilgilenenler Müfredat programına bakınca gerçeği görür.

Biz, tekrar tekrar, tıpkı canlı gibi duran cansız model-örnekleri gözlerken sil çaldı, Yıldızlar tanıdıklarıyla indiler. Yemek saatleriymiş, bizi de yemeğe çağırdılar. Biz, nazlanır gibi tavır takınınca açıkladılar:

-Öğrencilerin yarısına yakını olmadığı için yemeğimiz çoktur!

Öğrenciler dörder dörder masalara oturuyorlar. İhsan Telli de bizimle oturdu. Kepirtepe’ de okuduğumuz sıralar, arkadaşlar şakalaşırlardı:

-Öğlede ne yemek var?

-Taskebabı, pirinç pilavı, üzüm hoşafı. Masaya oturunca onu anımsadım. Burada da Taskebabı, pirinç pilavı vardı. Ancak burada şansımıza revani tatlısı çıktı. Büyük bir salon, masalarda öğrenciler rahat oturuyor. Bizdeki sıkışıklık burada söz konusu değil.

Yemekten sonra ayrıldık, ana yola çıkınca karşıda küçük bir bekleme durağı gördük, bekleşenler vardı, otobüs beklediklerini söylediler. Bir süre biz de bekledik. Otobüs, bizi T.B.M.M. bahçe köşesine dek götürdü. “Bilseydik, burada bekler, otobüsle giderdik!” türü konuşmalarla Ulus’a çıktık. Yıldız, annesine söz vermiş, Ankara’ya inince telefonla konuşuyor. Bir süre onu bekledik. İstanbul Pastanesi bugün çok doluydu, Halise girmek istemedi. Konservatuvara erken dönmeye karar verip yola çıktık.

Konservatuvara erken gittiğimiz için engel çıkaran olmadı, salona çıktık. Az sonra gelenler oldu. Mahmut Ragıp öğretmeni kolladım, ne yazık ki o bugün gelmedi. Yeri boş kaldı. Üzüldüm. Şef, dr. Prof. Ernst Praetorius çıktı. Egmont uvertürünü ezber gibi biliyorum. Egmont’un macerasını da biliyorum. Coriolanus gibi bir olay. Bitmemiş Senfoni için de yabancı sayılmam. 10 dakikalık aradan sonra gerçek dinleme başladı. Brahms müziğin özellikleri; yoğun armoni, ne demek? Melodi ikinci plânda nasıl kalıyor? Müzik başlayınca bunları düşündüm; uyarıcı bir vuruştan sonra başlayan sesler giderek diyapazon sesleri gibi uzaya akıp gidiyor. Ancak burada akıp giden sesler orkestranın toplu sesleri, yaylılar yanında üfleme çalgılar, vurmalı çalgılar da birlikte. Gerçekten çıplak denecek bir melodi yok. Ancak tüm müzik gene de bir melodi oluşturuyor. Senfoninin bölümlerini ayırmaya çalıştım. Gerçekte senfoniyi bu konserlerde dinlememin yanında plâktan da birkaç kez dinlemiştim. Ancak dinlediğimi, ancak dinlerken fark ediyorum. Kendi içimde konuşurken alkışlar koptu. Alkışlar da neredeyse tüm kuruntuları silip süpürüyor. Senfoninin o güzelim dirençli çıkışları sanki uçmuş gibi yok oluverdi. Yalnız bende değil hepimizde öyle olsa gerek, kapıdan çıkınca kimse sesten, melodi ya da senfoniden söz etmeden Ulus yönüne yöneldi. Bu da bir alışkanlık, bindiğimiz tren (Kırıkkale treni) bu istasyonda da duruyor, nedense kimse burada binmeyi düşünmüyor. Bir gün bunu deneyeceğim.

Bu kez, Cebeci’de duruş sürecini saptayacağım, olacak gibiyse bu kadar yolu neden yürüyeyim?

Hasanoğlan durağına inince her şey normalleşiyor. Yemekhaneye girince öğledeki gördüğümüz manzara filmde görmüş gibi gözlerimde canlandı. Bir ara arkadaşlara söylemeyi düşündüm, sonra vazgeçtim, söylesem ne değişir? Revani tatlısını ben köyde bilmezdim, Köy Öğretmen Okuluna girince öğrendim. İlk yıl sık sık yemiştik. Lüleburgaz’da tatlıcıda yiyordum. Burada Ankara’ya indikçe yediğim oldu. Yazık ki okulda böyle bir olaya tanık olmadım. Besbelli bizim aşçılar, ekmek tatlısı ile irmik helvasından başka tatlı bilmiyorlar. Başkan Hasan Yılmaz’la ayrılık konuşması yapmış, başarılar dilemiştim. Mahide Kiremitçi ile özel olarak konuşamamıştım. Karşılaşırım umuduyla Başkanlık odasına uğradım. Yanılmamışım, Mahide ile Pakize oradaydı. Az önce benden söz etmişler. Pakize beni tanırmış gibisine:

-O bir daha buraya uğramaz! demiş. Bunu duyunca hiç aklımda olmamasına karşın Pakize’nin böyle düşüneceğini sezdiğim için salt onun yanıldığını kanıtlamak amacıyla geldiğimi söyledim. Bir süre sen-ben tartışması yaptıktan sonra gene buluşmak üzere birbirimize başarılar dileyerek ayrıldık.

Yatınca günümün iyi geçtiğini düşünerek rahatladım. Ara vermemiş gibi konser dizisine katılmış oldum. Kimseye soramadım ama Ragıp Öğretmen için de olumsuz bir şey düşünmedim, gelmeyişi neden normal olmasın? Her konseri izlemek zorunda değil ya! Rüyamda güzel şeyler göreceğim umuduyla gözlerimi kapadım.

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ