Gezi Bölgelerinin Seçimi Üstüne Yapılan Tartışmalar, Eleştiriler
6 Mayıs 1945 Pazar
Uyandığımda gene aklım Kadir’e takıldı, “acaba gücendi mi?” demeye kalmadı Kadir geldi:
-Abi akşam çok uykusuzmuşsun, ben konuşurken uyudun. Önce şaka yapıyorsun sandım, baktım, mışıl mışıl uyuyordun!
Kadir böyle söyleyince bunu bir fırsat sayıp dün onlardan ayrılışımın nedenini biraz beden kırgınlığıma bağladım. Biliyordum ki, böyle bir doğal neden öne sürmezsem iş daha çok kurcalanıp, üstünde durulacak, belki de işin doğrusu bir gün açığa çıkacak.
*
Kahvaltıda konu, Genel Müdürün toplantısı:
-Acaba neler söyleyecek, neleri önerecek? Halil Yıldırım gülerek:
-Bunu ben biliyorum ama söylemem, gidin kendisinden öğrenin! İbrahim Şen:
-Senin bildiğini herkes biliyor, boşuna saklama! “Söyle söyle” diyenler oldu. İbrahim Şen:
-Sizleri müfettiş olarak gönderiyorum, görevini yapmayanları bir güzel ıslatın! Hep güldük! “Nasıl bildin?” İbrahim Şen:
-Halil benim yedi yıllık arkadaşım, o hep iş derslerinde kusur işleyince dövülmekten korkardı, o alışkanlığından kurtulamadı! Halil Yıldırım bunun dinleyince:
-Yok deve! demekle yetindi. Başka arkadaşlar dergiyi öne sürdü:
-Derginin bu sayısının beğenilip beğenilmediğini sorar! “Geçen dergideki şiir sayısı çok bulunmuştu, onu biraz daha arttırdık!” der (!) Nihat Şengül, Nasrettin Hoca ile Timur’un fil olayını anlattı. Güldük! Birinci dergide 10 şiire “Çok!” demiştik 2. dergide bu 15 oldu. Biraz daha kurcalarsak hepsi şiir olur!
-Yok be! Adamlar analarını, babalarını yazdı daha ne yazacaklar?
-Yok demeyin, onlar bulurlar; dayıları, emmileri, bacıları vardır!
-Bırakalım bu şiir sözünü, onlara şiir dedikçe gerçek şiirden soğuyoruz, içlerinde şiir havası kokan biri ikisi dışında eser var mı? Lafları alt alta yazmak şiir olur mu? Onu yapanlar öyle ustalıkla yapıyor ki okumadan edemiyorsun! Bizimkilerinki özenti!
-Onlar da öğrenecekler az sabredelim!
-Edelim arkadaşım, sabır bizim değil mi? Sıkarız boğazını, susar!
-Boğazını sıkma, sonra sana zarar verir!
-Ne yapalım öyleyse?
-Görmezden gelelim!
-Öyle yapıyoruz zaten!
Toplantının saati her zamanki gibi gene saat 14:00 olarak söylenmişti. Banyo sıramızda gittik geldik. Bir süre piyano çalıştım. Talip Apaydın şiir defterini getirdi, Şinasi Özden’den birçok şiir yazmış, baktım bende olmayan çok şiir var; oysa ben Varlık Dergisini taramıştım, gözümden kaçmış olmalı. Bunu söyleyince Talip;
-Ben onların bir bölümünü başka yerlerden aldım; o çok yazan bir şair, daha çok da genç; biliyor musun, bizim yaşlarımızdaymış. Ankara’da Siyasal Bilgiler Okulunu yeni bitirmiş.
Defteri karşılaştırmak üzere aldım. Talip, defteri verdi ama sanırım kaygılandı. Onun yanında defteri, plak dolabının bitişiğindeki dolaba koyup kilitledim. Dolaba koyduğumu görünce Talip’in yüzü değişti:
-Ne iyi, senin böyle bir yerin var! dedi.
Öğle yemeğinde gene toplantı tartışması:
-Konuşulmadık ne kaldı?
-Ne konuşuldu ki?
-Hürrem Arman’ın söylediklerini bir de Genel Müdür söyleyecek!
- Hayır, hayır, onun söyleyemediklerini bir de Genel Müdür söyleyecek!
- Hayır, hayır, Hüseyin Atmaca’nın okuduklarını bir de Genel Müdürden dinleyeceğiz! Şimdi bizim konuştuklarımız da onlardan farksız!
-Ne sanıyoruz ki, biz başka türlü mü olacaktık?
-Yanılıyorsunuz arkadaşlar, Müdürümüz Rauf İnan her zaman söylüyor; biz farklı yetişiyoruz, onlardan çok farklı olmamız gerekir!
-Sahiden öyle miyiz?
Şakalaşarak masadan kalktık. Toplantı zamanını doldurmak için Öğretmenler kantini önüne gittik. Venüs heykeli orasını süslemiş gibi ama gene de güzel olmuş diyemiyoruz. Çünkü büyük bir bina olan yemekhanenin arkası camsız, sıvasız bir bina görüntüsü. Üstelik oraya bir yama gibi lokal eklemişler. Güzelim Venüs orada sığıntı olarak duruyor. Gerçi bu burada geçici deniyor ama “Geçici!,, sözü ona süs katmıyor. Bizim Venüs, geçmiş dönemlerin (Milos Adası tarlalıklarındaki) yalnızlığından kurtulamamış durumda. Arkadaşımız Halil Basutçu onu teselli edici söz bulmuş:
-Ne var yani, halâ orada kalsaydı daha mı iyi olacaktı? diyor. Ben buna katılmadım; oradan çıkan Venüs Paris’in en görkemli yerinde şirin şirin gösterişle dururken bu neden biraz daha iç alıcı bir yerde durmasın? Arkadaşımız Muttalip Çardak duramadı:
-Öyle bir yerde kimsenin çişi gelmezdi! deyiverdi. Böylece Kurmay Yüzbaşı Sıtkı Ulay’ın kulaklarını da çınlatmış olduk.
Salona toplanınca Genel Müdürümüzün gelemediği duyuruldu. Şimdi ne olacak? soruları sorulurken Okul Müdürü Rauf İnan, Eğitimbaşı Hürrem Arman, Enstitü Bölümü Eğitimbaşı Şeref Tarlan, Sanatbaşı Mustafa Güneri, Tarımbaşı İzzet Palamar geldiler. Öğirnci Başkanımız Hüseyin Atmaca da yanlarında. Öğrenci başkanımızın başkanlığı sürüyor. Okulu bitirip burada kalınca da süreceğe benziyor. Her toplantıda gelen Enstitü bölümü Eğitimbaşı Şeref Tarlan’ın gelişinin nedenin araştıranlar, öğrenmişler, onun da bizde görevi varmış: “Disiplin Kurulu Başkanı!,, Suç işleyince onun yargısından geçecekmişiz. Hırsız Durmuş Ali Uğur onun yargısından geçtiği için mi paçayı kurtarmış?
Fısıltılar neredeyse ayyuka çıkmak üzereyken Müdür Rauf İnan, Genel Müdür adına konuştu, bir bakıma özür diledi. Genel Müdürümüz çok önemli bir iş nedeniyle, doğal olarak da bu işin bizim işlerimizin daha tıkırında gitmesi uğruna bir bakıma özveri nitelinde olduğu anlatıldı; Genel Müdürümüzün özel selâmları, gözlerimizden öptüğü duyuruldu, kesinlikle de haftaya geleceği üstüne söz verildi. Arkasında da Hürrem Arman’a geçen toplantının nerede kaldığı soruldu. Hürrem Arman Atmaca’ya dönünce Atmaca parmağının biri kitap sayfaları arasında kitabı kaldırdı. “Oku!,, işareti üzerine Atmaca yüzünü kitaba çevirince parmaklar kalktı. Parmak kaldıranlar arasında bulunan Hasan Özden parmak kaldırmakla kalmadı sesli olarak da “Efendim!,, dedi. Müdür Rauf İnan Hasan Özden’e söz verince, Hasan Özden:
-Geçen toplantıda yasanın maddelerini kuru kuru okumak yerine, (Biz onları okuduk) toplantıda o maddeler üzerinde konuşulup konuşulamayacağını tartışmak için yasa çıkarken öne sürülen görüşleri öğrenmek istemiştik. Oralarda büyüklerimiz bakalım neler söylemişler, oralarda söylenen yanlışlar üzerinde durmayacağız ama acaba bizi yanıltacak noktalara nasıl değinilmiş, bunları okumaya karar vermiştik.
Müdür Rauf İnan, gülümsedi:
-Kalp kalbe yakındır derler, ne kadar doğru bir söz, bakın ben de bunu düşünüp meclisteki tartışmaların zabıtlarını alıp geldim.
Rauf İnan, dikkat etmeyeceğimizi düşünmüş olacak, dört milletvekilinin konuşmasını işaretlemiş, salt onları okumasını istedi. Konya Milletvekili dr. Osman Şevki Çiçekdağ, Muş Milletvekili Hakkı Kılıçoğlu, İstanbul Milletvekili İbrahim Alaeddin Gövsa, İzmir Milletvekili Hasan Ali Yücel (Bakan olarak savunma yaptı). Dört milletvekilinin de konuşmaları oldukça uzunmuş, pek dikkatli izleyememiş olmamıza karşın bizi gönendirici, geleceğimiz için güven verici sözler ediliyordu, yer yer duygulandık. Atmaca okumayı kesince Müdür Rauf İnan:
-İşte gördünüz, insanlar bizden umutlu! derken Şükrü Koç parmak kaldırdı. Rauf İnan, besbelli kuşkulandı:
-Köy Enstitüleri üstüne en kestirme yoldan bizi savunan yazar arkadaşımızı dinleyelim bakalım! deyip (Şükrü Koç’un Varlık Dergisi’nde çıkan yazısını anımsatarak) konuşmasına izin verdi. Şükrü Koç:
-Konuşmak için değil efendim, yasa çıktığı sıralarda Köy Enstitüleri’ni en çok savunan, hatta bize Yedek Subaylık hakkını kazandıran olarak Kazım Karabekir Paşa diye söylenmişti. Onun konuşmasını dinleyebilir miyiz? Rauf İnan, hiç duraksamadan:
-Onu ben de düşünmüştüm ama Paşa’nın konuşmaları çok uzun, dinlerken sıkılacağınızı hesaba katarak işaretlemişken sonradan vazgeçtim.
Birçok arkadaş birden:
-Dinleriz! deyiverdi. Rauf İnan Atmaca’ya dönerek, okunacak yeri işaretlemek istediğini söyleyecekken Hüseyin Atmaca, kendiliğinden:
-General Kazım Karabekir- İstanbul! deyip okumaya başladı. Gerçekten Karabekir Paşa’nın konuşması çok uzunmuş, sözlerinin hepsini kavramak söz konusu olamaz. Ancak belli başlı noktalar ilgimizi çekti. Tam anlayamadıksa da 3803 sayılı yasanın çıkışı sırasında yapılan eleştirilerin önemli olduğu kanısı hepimizde uyandı. Okuma bitince Müdür Rauf inan:
-Biz böylece ön hazırlığımızı yaptık Genel Müdürümüz haftaya sizinle konuşurken soracaklarınız varsa onları şimdiden hazırlayın. Sanırım Genel Müdürümüzle bu, geçmekte olduğumuz öğretim yılımızın son toplantısı olacaktır. Böylece, bizlerden doyucu cevaplar alamadığınızı düşündüğünüz sorularınızın karşılığını bu konuda en yetkili ağızdan duymuş olacaksınız! deyip kalktı.
Okul müdürü ile yanındakiler ayrılınca bir süre tartışıldı. Veli Demiröz Şükrü Koç’a:
-Sabredemedin, belki Müdür Bey daha yararlı sözler söyleyecekti! deyince Mehmet Kocaefe:
-Bekle bekle, şeyin ağardığı zaman onları da duyarsın! Neyi? diye gülenler oldu. Veli Demiröz, gülümseyerek:
-Muhatabım değilsin oğlum, neden sataşıyorsun?
Birileri, tartışmaların uzamasını bekler gibi öylece dururken birileri de:
-Yapmayın arkadaşlar, geleceğimizi ilgilendiren konular üstünde aydınlanmaya çalışıyoruz! diyerek ortalığı yatıştırma çabası içindeydi. Olayı başlatan Veli Demiröz’ün sözü şaka olarak algılaması, birçok arkadaş tarafından övgüyle karşılandı, öteki arkadaşlar için “darısı başlarına!” denilerek salondan çıkıldı.
Toplantı sanıldığı gibi çok sürmemiş olacak bir iki bakındıktan sonra kendi salonumuza gittim. Birçok arkadaş, kemanlara sarılmış çalışıyordu. Nota mota almadan alt odaya inip ben de bir süre çalıştım. Faik Öğretmen cumartesi günü gelmemiş, acaba bu akşam gelecek mi? Yeni parça vermemişti ama aralarda gene de çağırıp yokluyor,
-Benden kurtulamayacaksın, yeni öğretmenin gelince de zaman zaman seni yoklayacağım! deyip gülmektedir. Gene öyle bir durum olabilir. Çoktandır ara verdiğim Czerny etütleri tekrarladım. Doğan geçerken uğradı, toplantıya gidip gitmediğimi sordu. Bakmış görememiş. İnandırmak için bitişteki tartışmaları anlattım.
Yemekte, toplantı eleştirildi:
-Ne yararı var bu toplantıların? Toplantıların yararı, onları yararlanacak biçimde yaparsan olur. İyi niyetle, konuşulacak konuları not ederek, toplananlara iletirsen yararı olur. Bizim toplantılar öyle olmadığı için yararlanamıyoruz. Giderek de tüm toplantıların böyle olduğunu varsayıp toplantıların yararsızlığı sonucuna inanıyoruz. Toplantılar yararlı olmasa, devletler, meclisleri kurar mı? Osmanlı Padişahları bile tek başına egemenken vezirlerle toplantı yaparmış. Tarih kitaplarında Kubbe Altı Vezirleri diye bir söz var. Padişah toplantıyı bir kubbe altında yaptığında oraya çağrılı vezirlere bu ad takılmış; Kubbe Altı Vezirler! Atatürk, Samsun’a çıktıktan sonra, kılıcını çekip savaşı sürdürebilirdi. Ancak O, kongreler topladı, gelenleri dinledi. Konuşanlardan kimileri yanıltıcı sözler de söylediler. Konuşanların sözlerinden kendine paylar çıkarıp sonunda başarı sağladı. Buna inandı ki, savaştan sonra da T. B. M. M tüm ülkeye egemen oldu. Orada, sürekli toplantılar bu inançla oluyor. Bugün dinlediklerimiz de toplantılarda konuşulanlardı. 3803 sayılı yasada okuduğumu benzer konuşmalar tüm yasalar çıkarılırken yapılmaktadır.
Nihat Şengül:
-Arkadaş sen bizim şakalarımızı böyle ciddiye alıp konuşursan biz şakadan vazgeçeriz. O senin dediklerini bilmez olur muyuz? Kâmil Yıldırım’ı göstererek:
-Arkadaş söylesin, kaç kez T. B. M. M toplantılarına katılıp dinledik! Hemşerim Kadir yetişti:
-Siz dinlemeyin, Abi bize anlatıyor. Nihat’a bakarak:
-Kaç kez T. B. M. M’ye gitmiş. Gittiğini hiç söyledin mi? “Karıncanın kardeşi varmış!” Hemşerimi alkışladım. Nihat’a da dönerek:
-Suskun arkadaşım, Sfenks rolün bitti!
Bu sıra gelen öğretmenler duyuruldu, Faik Öğretmen gelmemiş. Sevinemedim, rahatsız olabilir. Mahir Canova yalnız geldi, yarın Tiyatro dersimiz uzayabilir. Kamil Yıldırım bir “Eyvah!” çekti. İki çok önemli rolü var, birinden biri kesinlikle tekrarlanacak. Nihat Şengül, Kâmil Yıldırım’ı teselli etti:
-Bu gece biraz az uyursun! Ekrem Bilgin’se daha ileri gitti:
-İstersen, izin alıp hepimiz salonda sabahlarız!
Sahiden konuşa konuşa hepimiz salona gittik. Salonda çalışmayı kimse düşünmedi, plak koyup dinledik. Kamil, Öztekin Öğretmenin odasına gidip bir süre yalnız kaldı. Biz plâk dinlemeyi sürdürürken dönüp geldi:
-Korktuğum gibi değil, gidip yatabiliriz! Ne ilginç, yardım amacıyla giden arkadaşlar bu kez Kamil’e çıkışırca; “Aaaa!” dediler; Kamil işi erken bitirince işleri bozulmuşmuş! Gülüşerek yatakhaneye gittik. Fısıltılar sürüyordu, sessizce yattık.
Bir süre uyuyamadım. Toplantıda neler konuşuldu? General Kazım Karabekir Paşa önemli olarak ne söyledi? Köy Öğretmeni ile kent öğretmeni ayrılığı doğru mu? Bu ayrılık gelecekte sorun olmaz mı? Bir süre bunu düşündüm. Gelecekte demeye gerek yok, bu, buz gibi şimdiden var! Buna var demek yetmez, bunun artmaması için neler yapılabilir? İşte bunları düşünüp Genel Müdüre durmak gerekir. Genel Müdür geçmiş bir toplantıda buna benzer bir soru sormuş hatta ödev bile vermişti:
-Köy Enstitüleri’nin sorunlarını azaltmak, hatta sıfırlamak için neler yapılabilir? Bunları şimdiden düşünün, öneri oluşturun, ortaya getirin! demişti. Böyle düşündüğüme sevinirken esnedim, o sıra uyumuşum!
7 Mayıs 1945 Pazartesi
Uyanınca, akşam uyumaya çalışırken düşündüklerimi anımsamaya çalıştım ama sanırım başaramadım; üzülür gibi oldum. Gene de ana hatlarıyla konuyu toparlayacağıma inanarak kalktım. Faik Öğretmen gelmedi, bugün iki dersimiz (dört saat) boş geçecek. Mahir Öğretmen çalışmaları uzatabilir. Geziler için hazırlanmış piyes var, onların provalarını yaptırsa söz konusu saatler dolar.
Halil Basutçu takıldı:
-Arkadaş, bugün elinin işini bitiriyor musun? Elinin sözünü, gelinin olarak anlayan Azmi Erdoğan önce güldü, sonra da sordu:
-Ne demek gelinin işini bitirmek, arkadaş evleniyor mu yoksa? Benden önce Halil Basutçu:
- Arkadaş, “Dervişin fikri neyse zikri de odur!” derler. Senin aklında gelin var demek! Bizi dinleyen hemşerim Kadir, Azmi Erdoğan’la sürekli zıtlaşanlardan biridir, fırsatı kaçırmadı:
-Azmi evlenmek istiyormuş! Bu kez de Azmi’nin arkadaşlarından biri olan şakacı Ali Yücel:
-O zaten evli, ikinci düşünüyordur! Şakalaşma birden ortalığa yayıldı. İmam nikahı mı yaptırdın, yoksa nikâhsız mı, çocuğun var mı? soruları birbirini izledi.
“Sağır anlamazsa yakıştır!” derler, Azmi belli ki anlayarak yakıştırdı ama sonunda da kendisi dile düştü.
*
Kahvaltıda, tüm konuşmalar tiyatro üstüne oldu. Bizim Şehrin provalarını görmüştük, oyuna gidebilecek miyiz? Okulumuz, Ankara’ya yakın olsaydı tiyatrolardan, sinemalardan daha çok yararlanacaktık! gibisine olmayan olasılıklardan söz etti. Ekrem Bilgin sonunda konuştu:
-Cilavuz, Haruniye ya da Aksu’ya giderseniz o dediğiniz olur!
Birkaç arkadaş birden Ekrem’e çıkıştı:
-Düşlerimi bozmasan ne olur? Ekrem:
-Siz de beni gerçeklerden koparmaya zorlamasanız ne olur?
Arkadaşlar bunları konuşurken, Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’un Kepirtepe Kurucu Müdürü Nejat İdil’e yazdığı mektubu anımsadım:
-Kepirtepe’nin talihsizliği Lüleburgaz’a yakın olmasından kaynaklanmaktadır.
Talihsizlik dediği de çok inşaat yapılmamasıymış. 1942 yılında on öğretmen evi bekliyormuş, oysa ancak 3 tane yapılabilmiş. 1942 yılında Kepirtepe Köy Enstitüsü’nün 260 öğrencisi vardı. Bunlar bir yıl önce Hasanoğlan’da sekiz ay kaldı, on adet (şimdi içinde oturulan) bina yaptı. 1942 yılında daha önce çalışan altı sanat öğretmeninin beşi ayrıldı. (Hasan Çevik, Hamdi Bağ, İrfan Evren-Naci İnan, Ali Yılmaz Demirbilek) Üstüne üslük, inşaat için ödenek gönderilmedi. O yapılan üç öğretmen evinin keresteleri de Keresteci Naci’den borca alınarak tamamlandı. Keresteci Naci Bey’le Hamdi Bağ, Namık Ergin Öğretmenlerin şakalaştığını duyar gibiyim. Öğretmenler, köyüm yakın olduğu için konuşmalardan köyde tarlam olduğunu, ayrıca okula bitişik Yeni Bedir Köyü’nün muhtarı Kamber Uzun’un yeğeni olduğumu bildikleri için Naci Bey’e beni kefil gösterirler, kereste borçlarını veremezlerse benim tarlalarımı karşılık gösterirlerdi. Ben bunları o zaman duyar, Öğretmenlerin gülüşerek konuşmalarını fazla değerlendiremezdim ama öğretmenlerin sıkıntılarını sezer gibiydim. Atatürk’ün Anıt-Mezarı’nın mimarı Prof. Emin Onat’ın yıkılmasına razı olmadığı o sağlam binayı bu öğretmenler yapmıştı. Kepirtepe bu öğretmenleri kaybedince elini kolunu kaybetmiş gibiydi. Böyleyken kusurlar aranıp, iş öğrencilerin Lüleburgaz’a sık sık gitmesine bağlandı.
Arkadaşlara anımsattım:
-Yeğenim İsmet şimdi Kırklareli’nin Kızılcıkdere köyünde öğretmen. Köy Kırklareli’ye 8 km. Yaya olarak bir ya da bir buçuk saat. Atla ise yarım saatlik bir yol. Yol, eski, Edirne-İstanbul yolu. Yol üstünde, Pınarhisar, Üsküp bucaklarından başka Vize, Saray ilçeleri var. Bunlara otobüsler gelip gidiyor. Ayrıca Istranca dağlarından kesilen odun ya da keresteler bu yoldan taşındığı için her dakika bir kamyona atlayıp gitmek elinizde. Ne var ki yeğenim İsmet, o sekiz km.yi aşamıyor. Çünkü, dün üstünde durduğumuz ama hiç değinmek gereğini bulmadığımız 3803 sayılı yasa İsmet’i Kırklareli’ye gitmekten men ediyor. İsmet hak ettiği üç aylığını bile birinin getirmesini bekliyor. Gezici Başöğretmen Mehmet Turan, isterse İsmet’in üç aylığını bölgeye çıkarken ilk gün verir, isterse on beş günlük bir bölge turundan dönüşte verir. İsmet bunun nedenini soramaz. İsmet küçük kızı Saime rahatsız olunca Kırklareli hastanesinde görevli dayısına götürüp sağlık kontrolü ettiremez, bunu ancak Saime’nin annesi ya da başkaları yaptırabilir.
Her zamanki gibi sözün sonunda bir “Aman sende!” çekildi, masadan kalktık. “Amaaaan sen de! ne anlam taşıyor bu, sık sık karşımıza çıkıyor! Aman sen de, aman ben de!
Salona gidince Mahir Öğretmenle karşılaştık. Mahir Öğretmen gülerek:
-Nasıldı o, bir şarkı vardı: Herkes gitti, yalnız kaldım… Meyhane sözünü sevmiyorum, bunu dersaneye çevirelim, dedi. Arkasından da:
-Bugün biraz çalışalım, gezilerinizde oynayacağınız oyunları bir kez daha gözden geçirelim. Hemen Müfettiş piyesi açıldı. Öğretmen kitabı bana verdi:
-Suflörlüğü bugün sen yap! dedi. Muttalip’in sahnelerini önce tekrarladık. Arkasından, Muttalip’in bedensel hareketlerini düzeltmeler yapıldı, el kol hareketleri tekrarlandı. Arkasından Kamil Yıldırım’ın hareketleri üzerinde duruldu. Kâmil gerçekte dört bedensel şekil alıyor. 1. Züğürtleşmiş bir soylu 2. Züğürtlükten kurtulmak isteyen, kaybettiklerinin değerlerini düşünen kendine gelmiş bir genç. 3. Bir rastlantı nedeniyle gene üç kağıtçı yaşama dönmüş bir sahte kentsoylu. 4. Suçüstü yakalanmak üzere bulunan, durumu kurtarmak kaygısıyla çırpınan biri….
Sınıfların genel dersi varmış, dersten sonra onlar geldi. Kızlar gelince Müfettiş bu kez oynanacak şekliyle tekrarlandı.
Yemek paydosu yaptık.
Dört saat elimde kitap nasıl beklediğime şaştım. Yemekte, tümüyle Müfettiş, yazarı Gogol, Gogol’den okuduğumuz öteki yazılar üstünde durduk. Müfettiş’ten başka Bir Evlenme’sini de hazırlamıştık. Ancak o da uzun sürdüğünden onun yerine Çehov’un Bir Evlenme Teklifi daha uygun bulunduğundan o geriye bırakıldı. Ancak piyeste geçen tipler, onların konuşmalarında esintiler aramızda her zaman tekrarlanmaktadır. Damat adayları bir arada toplanıp aralarında geçmişleri üstüne konuşurlar, özellikle bir emekli Albay’ın Sicilya Kızları için söyledikleri uzun süre dilimizden düşmemişti. Damat adayı gördükleri anlatır anlatır arada da:
-Ah o Sicilya kızları! der. Biz de bir olay anlatırken sözü kesip:
-Ah o Sicilya kızları! sözlerini tekrarlayarak birbirimizi güldürüyoruz.
Yemekten sonra gene salonda toplandık. Kral Oidipus kitabını aldım.
Mahir öğretmen, başlanmasını söyledi, hiç karışmadan bir süre izledi. Bir yerde durdurarak daha ağır konuşulmasını istedi. Benim sabrım iyice tükenmek üzereyken Mahir Öğretmen gülerek:
-Pipomu yakabilirim değil mi? Şu dakikada çalışmamız bitmiştir; görüyorum siz de yoruldunuz. Bugün iyi çalıştık! dedi. Konuşmaları duymuş olacak Öztekin Öğretmen geldi, Mahir Öğretmene:
-Mahir’ciğim, diline sağlık, bu ders yılının son çalışmasında seni yorduk! deyince kuşkuya kapıldım; sanırım Mahir Öğretmeni o uyardı:
-Şunları bir sıkıştır, gevşemiş olabilirler mi? dedi, gibilerde kuruntular ürettim. Mahir Öğretmen de karşılık olarak, kendisinin zaman zaman hep böyle, günün geç saatlerine dek çalıştığını söyledi. Öğretmenler ayrılınca birbirimizle bakıştık; sanırım öteki arkadaşlar da bir şeyler sezmişti. Piyeslerde önemli rolü olanlar çok sevinçliydi:
-Şurasını bir türlü kavrayamamıştım, iyi ki tekrarlandı! diyenler oldu. En çok yorulanlardan biri olan Muttalip Çardak:
-Sanırım öğretmen gelecek hafta gelmeyecek, onun için bugün işi uzattı! dedi. Arkasından sevinçli sözler söylendi:
- Bu ders yılını da bitirdik sayılır!
Kemanlara sarılanlar oldu. Ben de bunu bekliyordum Hanon’u alıp piyanoma indim. Ders yılı bitmiş gibi… Askerlik Kampı, Gezi, arkasından uzunca bir staj süreci. Sonra gene piyano. Ancak bu kez gerçek bir piyano öğretmeni. Konservatuvardan gelecek. Konservatuvar öğrencilerinden beklediğini benden de bekleyecek! Azıcık sıkılır gibi oldum. İnadım tuttu, Hanon’un ara verdiğim 50. sayfasını açtım.
Yoruluncaya dek ilk sayfayı çalıştım. Doğan Güney gelip kaldırmasaydı yemek saatini kaçıracakmışım. Birden kendime güvenip arttı. O güvenle masaya oturdum. Arkadaşların yakındıklarına güvenle karşılıklar verdim. Bekledim, bendeki değişikliği sezip sorsunlar diye. Kimse sormadı. Yalnız hemşerim Kadir:
-Abinin işleri yolunda, konuşuyor! dedi. Kadir’e biraz tatsız baktım ama, bir şey demedim. Bunun yerine içimden kendime sordum:
-Sahiden işlerim yolunda mı? Sanırım bu salt bizim aramızda değil; tüm insanlar burnunun dibindeki öteki insanların işlerini tıkırında sanıyorlar.
Yemekten sonra Kitaplığa çekilip Genel Müdüre vermeyi düşündüğüm yazımın taslağını hazırlamaya başladım.
Köy Enstitüleri için yetiştirilecek öğretmenler, günümüz öğretmeninden farklı nasıl yetiştirilebilir? Bunu düşünmeye başlarken kendi okuduğum süreçteki yanlışları saptamaya çalıştım. Otuz kişilik bir sınıfta okumuştum. İlk yıllarda hemen hemen önemli derslerimizi branş öğretmenleri tamamdı. İlk yıl sanat dersi olarak hem Yapıcılık bölümünde hem de marangozluk bölümünde çalışmıştım. Bize deniyordu ki, sınıf geçmeniz için tıpkı kültür derslerinden alındığı gibi sanat derslerinden de geçerli not almanız gerekli; bunu yapmazsanız, sınıfta kalırsınız. Matematik dersime verdiğim önemi yapıcılık dersime de verdim, marangozluk dersime de. Bir süre sonra kültür dersleri öğretmenleri yoklama yapmaya başladılar. İçimizde daha önce ortaokullara gitmişler, hatta sınıf geçmesine karşın gelecekteki çıkarlarını düşünerek bizim okula gelenler vardı. Bunlar haklı olarak benim gibi iki üç yıl aradan sonra gelenlere göre daha başarılı idi. Sanat derslerindeki başarıların saptanması yıl sonuna bırakıldığından benim önemseyip yaptığım çalışmalar yıl içinde değerlendirilmemiş durumda kaldı. Salt kültür dersleri üzerinden başarı saptama sanat derslerini yok sayan bir durum yarattı. Kültür derslerinde başarılı olanlar neredeyse okul koridorlarında bile anılır oldu. Bunlardan biri neredeyse özenle seçilerek üstümüzde görünür bir üne kavuştu. Yıl sonu bile gelmeden bu arkadaşı sanat derslerinden alarak kooperatif dedikleri bir küçük odaya oturttular. Sanat çalışmaları sürecinde o arkadaş o odada oturdu. Kooperatif denilen yerde salt kalem, silgi defter ya da öğrencileri ilgilendiren gereksinimler bulunuyordu. Üstelik sanat çalışmaları sürecinde öğrencilerin alı-verişi söz konusu değildi ama arkadaş orada oturup sabahki kültür derslerinin ödevlerini yapıyordu. Devrisi gün kültür derslerinde o arkadaş bülbül kesilir, ödevini yetiştirmeyen ya da sahiden yetiştiremeyen öğrenciler paylanırken o arkadaş dokunulmazlığı olan Paşa Çocukları gibi olayları karşıdan izliyordu. Beş yıl tamamlandı. Herkese aynı diploma verildi. Bina çatılarının üstünde titreyenler, marangozluk atölyesinde elini kolunu kaptırmadan yıllarca makineli araç- gereçle çalışanlar gibi onun diplomasına da Sanat Derslerinde Başarılıdır sözü yazıldı. Arkadaşın elinde bir keser, bir testere görmemelerine karşın bunu da kendileri gibi gören yöneticilerin “Kör gözüne parmağım!” tekerlemesi gereği yüzlerine bak baka okulu bitirip ayrıldılar. Okul kayıtlarındaki notlara göre başarılı kişi köye gidince hangi sanatı kime nasıl önerecek? Okulun bir köşesine bir çivi çakacak mı? 3803 sayılı yasanın ruhuna uyan bir durum mu bu? Bu da yetmedi, bu arkadaş, bu arkadaşa benzeyen başkaları Köy Enstitüleri’ne öğretmen olunca nasıl bir uyum sağlayacaklar? Kendileri mi uyacak yoksa o açık göz tavırlarıyla çevreye egemen olup çarkı kendilerince mi çevirecekler? Bunları düşünerek, böylelerine, hiç değilse gelecekte meydan vermemek için Yüksek Köy Enstitüsü dersleri arasına bir ders konsun istiyorum. Şimdilerde okunan dersler kesinlikle doyurucu ama genel kültür açısından doyurucu. Kişilerde ülkü birliği oluşturacak, özellikle de öğrenciye aktarılacak eğitimsel birlikteliği aşılayacak bir ders okutulmamaktadır. Gerçi Köy Enstitüleri Müfredat Programında bu eksikliği sezdirici bir küme ders konmuş ama onlar da anlaşır gibi değil. Eğitim Bilimi deniyor ama hangi eğitim bilimi? Bunun öğretmene kılavuzluk edecek bir kitabı bile yok. Öğretmenin dayanacağı kitaplar, sabahtan akşama Köy Enstitülerinde yetkili ağızlardan eleştirilen Öğretmen okulları için hazırlanmış kitaplar. Toplumsal olaylardan İş ruhbiliminden söz ediliyor ama öğrencilere psikoloji biliminin p’si bile öğretilmiyor. Öğrenciyi geçtik, derse giren öğretmenler, o beğenilmeyen programlarla yetişmiş öğretmenler. Bu durum geçici diye teselli oluyoruz ama umut bağladığımız Yüksek Köy Enstitüsü dersleri arasında da çocuğa eğilen, biyolojik gelişmesi göz önünde tutarak onun ruhsal gelişmesini gözeterek eğitme konusundan kimse söz etmiyor. Öğretmen falan filan sözleri arasında zaman zaman Pestalozzi anılıyorsa da, günümüz okulları Pestalozzi okullarını çoktan aşmış, Herbart’ları-Fröbel’leri, Montesori’leri, Le Pley’leri bile geride bırakarak, Kerschensteiner ilkeleri üstüne oturtulmuştur. Kent okullarını Kerschenteiner’in ilkesi üstüne oturturken köy okullarını iyi yetişmemiş, öğretmenin eline bırakırsak, gelişmeyi nasıl sağlarız? Yüksek Köy Enstitüsü’nde okutulan derslerin hiç birisi bu bağlamda bir öğretim birliği fikrini geliştirecek durumda değildir. Yapı Kolu iyi yapıcı yetiştirmektedir. Oradan çıkanlar Köy Enstitüleri’nin şimdiki dağınık yapılaşma durumunu düzene sokup, kısa zamanda gelecek için plânlar hazırlayarak işleri yoluna koyacaklardır. Böylece Köy Enstitülerinin yapı işleri üstüne olumsuz söylemler kesilecektir. Tarım işleri için de aynı sözleri söyleyebiliriz. Hangi bölüm için tersini düşünebiliriz ki? Ne var ki, hangi bölümden çıkarsa çıksın almış olduğu geçmiş dönem kültürü etkisinde olan öğretmen kendiliğinden başkalaşamaz. Yapı işlerinde iyi olan öğrenci, Yapıcılık öğretmeni için önceliklidir. Müzikçisi de böyle, Tavukçusu da…Böyle olunca köylere, köye gereken öğretmen değil, Köy Enstitülerinde çalışanların öğretmenlerin neredeyse birer modeli gönderilmiş olacaktır: Öğretmenleri bu tür tek boyutluluktan ve de bireysel seçim bencilliğinden kurtarmak için öğrenci psikolojisini iyi bilen, bu konuda köklü bir eğitim gören öğretmenler yetiştirilmesi gerekir. Bu yapılırsa, köye giden öğretmenler de gördüğü derslerin etkisinden kurtulmuş olarak atandıkları köye, kazandıkları bilgilerden güven duyan, gelişmiş kişilikleriyle gider, alacağı kararlarda, yapacağı işlerde yasal çizgileri dikkate almanın dışında kendini özgür sayar.
Düşündüklerimi bir iki kez okuduktan sonra daha durulaştıracağıma inanarak defterimi kapatıp yatakhaneye gittim. Yatınca da düşündüklerime eklenecek fikirler sıralandı. Onu da yazarım, bunu da eklerim derken uyumuşum.
8 Mayıs 1945 Salı
Sabahattin Öğretmen derslere iki hafta ara verdi. Kendine kalsa bunu yapmazdı, bayramlar yaptırdı. Bugün derse nasıl başlayacak acaba? Geçen günlerdeki sınav tedirginliği giderek azalmış gibi. Bu yılın da fazla sıkışmadan atlatılacağı kanısı yaygın durumda! Sabahattin öğretmenden çok Yunus Kazım Köni öğretmeni düşündüm; tasarladığım yazı sanırım onu daha çok ilgilendiriyor. İki yıldır psikoloji okuyoruz, nedense şimdiye dek çocukların psikoloji bilimi içinde yeri nedir? hiç değinilmedi. Oysa Çocuk Ruhu kitabının yazarı İbrahim Alaettin Gövsa bu konu üzerinde çok duruyor. Ayrıca İlkokul Müfredat Programı ile Köy Enstitüleri Müfredat Programlarında (dersi olmamasına karşın) sözü ediliyor. Bunu düşünürken aklıma geldi, Yunus Kazım Öğretmen’in şiirini yazıp arkadaşlara okuyayım. Şiir 6/5, hece düzeni, olmasına karşın kafiye (uyak) yok. Hece sayısı olmasaydı Serbest Ölçü (Yeni şiir anlayışı) diyebilirdik; İkisinin karışımı. Kahvaltıda okudum. Arkadaşlar çok ilgi gösterdi. Bu şiirden daha önce derste de söz edilmişti; hattâ öğretmen:
-Bir gün okuruz! bile demişti. Ancak uzun zaman geçmesine karşın bir daha kimse tınmadı. Birden kuşku duydum; böyle konuşulmasına karşın öğretmen kızabilir. Nitekim arkadaşlar “Bir yosma belâlısını bekliyor” dizesine takıldılar:
-Bak bak, öğretmenin aklından neler geçiyor? deyip gülüştüler. Şiiri alıp cebime koydum:
-İsteyene dersler kesilince veririm. Bu nazik zamanda öğretmen kızdırmak zararımıza olabilir.
Sabahattin Öğretmen yeni giysiler donanmış; renkler hemen hemen aynı, gri… Belki biraz koyu ya da yeni olduğu için öyle görünüyor. İlk sözü:
-Elimizde olmayan nedenlerle derslerimize ara verdik. Gerçi biz sürekli bir program izlemediğimiz için işlerimizi aksatmasa da ara aradır. Son konuştuğumuz konuyu anımsamak için kendimi zorladım. Belki siz de öylesiniz.
Parmaklar kalktı. Öğretmen parmak kaldıranlara baktı. Az düşünür gibi durduktan sonra:
-Önemli değil, zaten anımsasam bile aynı konuyu sürdürmek istemem. O orada kalsın. Anımsarsanız Montaigne Öğretmenimiz de öyle yapardı. Anımsadınız mı? Hangi parçasındaydı bu söz?
Parmaklar indiği gibi, sanırım solumalar da kesildi. Gülesim tuttu, az önce parmağını kaldırıp ileri ileri çıkmaya çalışanlar, birden geri çekildiler. Sabahattin Öğretmen’in bu kurnazca konuşmasını iyi kavramaya başladım. Birkaç kez açıklamıştı:
,-Ben biliyorum tavırlı insanları sevmem. Hele öğrenciler böyle bir tavır alırsa zaman zaman sinirlenirim de! demişti. Böyleyken kimi arkadaşlar yapmacıklığı sırıta sırıta bu tür tavırlara giriyorlar.
Sabahattin Öğretmen:
-Bu ders yılı defterini de kapatıyoruz. Bu konuda kesin bilginiz var mı? Benim duyduğuma göre bu Mayıs Bayramında (19 Mayıs) son bulacakmış. Biliyor musunuz, bu anlayışta ta bizim göçebe dönemlerinden kalmadır. Niçin böyle bir türlü anlamadım. Şimdi siz de diyebilirsiniz:
-Bunu söylemek de o zamandan kalma olamaz mı? Olur olur! Niçin olmasın? İşleri bunca düzensiz yürütmek o zaman da varsa onları eleştirenler de vardır. Biz de onların uzantısı niçin olmayalım? Tencere tava hikâyesi. Bilirsiniz halkımızın güzel buluşları vardı. Tencere yuvarlanır kapağını bulur! Anasına bak kızını al! Armut dalından ırağa düşmez. Siz daha güzellerini bulabilirsiniz.
Mehmet Toydemir:
-Üzüm üzüm baka baka kararır! Sabahattin Öğretmen yüzünü ekşitir gibi oldu. Mehmet Toydemir’e bakarak:
-O söz uyar mı bilmem; ben de söylediklerimizi hemen öyle anımsadım. Ancak senin söylediğini ben öteden beri benimsemedim; üzümlerin birbirine bakmasını anlıyorum da neden kararsın? Güzelim İzmir üzümü de karşılıklı bakışıyorlar ama ocak ayında baksan gene kara değil!
Sabahattin Öğretmen: “Nereden nereye? Konuyu dağıttık. Gene de bir iyi tarafı oldu, hep söylemek istiyordum, gittiğiniz yerlerde çok söylenen Atasözlerini not edin bakalım, bölgelere göre büyük bir değişiklik çıkacak mı?”
Öğretmen bundan sonra kitapları göstererek okuyup okumadığımızı sordu. Ayda hiç değilse bir kitap okumadınızsa kendinizi okumuş saymamalısınız! dedi. Öğretmenin hemen karşısında oturan Muzaffer Kayhan kaşlarını kaldırarak “Hık!,, deyince öğretmen:
-Üzülme, bak dersler bitti, bundan sonra iki okur açığı kapatırsın. Zaten söz gelişi ben “Bir kitap!” dedim. Bu, zaman zaman iki de olur, daha az da. Demek ki sizinki az zamana rastlamış! deyip güldü. Şükrü Koç, çeviri kitapların nasıl seçildiğini sordu. Sabahattin Öğretmen de Şükrü’ye yazısını okuduğunu, arkasını beklediğini söyledi. Şükrü gönderdiği bir başka yazının basılmadığını söyleyince, öğretmen:
-Yazılar hemen basılmaz, sabredeceksin; gönderdiğin yerde çıkmazsa başka yere baş vuracaksın, sakın arkasını bırakma! dedikten sonra bu sözlerinin hepimiz için geçerli olduğunu söyleyip ayrıldı.
Öğretmen çıkınca arkasından büyük salona geçtik. Yunus Kazım Öğretmen gecikti. Şakalaşmalar arasında Kadir Aytekin’in “Her hafta iki yazı gönderiyorum, ne oluyor biliyor musunuz?” Daha, daha diyorlar?,, Kadir Aytekin’in bu sözünü Şükrü Koç’la ilişkili bulan Hasan Özden Kadir Aytekin’e bakarak:
-Aman dikkat, sen rüyanda çiş sıkışıklığı çekiyorsun, akşamları biraz az ye yatağını kirletirsin!
Yunus Kazım Öğretmen dolu çantasıyla geldi, yerine oturmadan çantasını boşaltıp oturdu. Ellerinin parmaklarını açarak avuçlarını birbirine kapatıp beş parmağını birbirine yamadıktan sonra.
-Bir çalışma yılımızı daha geride bırakıyoruz değil mi efendim! deyip baktı. Kimseden bir ses çıkmadı. Konuşmasını sürdürdü;
-Dersimiz psikoloji, deneysel bilimlerden biri, ancak biz bu işin deney tarafına hiç girmedik değil mi efendim? Bu kez sessizlik bozuldu, oldukça kalabalık bir grup “Evet!,, dedi. Yunus Kazım Öğretmen devamla:
-Deneye geçemezdik efendim, biz gerçekte psikoloji okumuyoruz, psikolojinin, böyle bir bilimin varlığını konuşuyoruz.
Parmaklar kalktı. Öğretmen, sanki soru soracağı iyi seçecekmiş gibi bir süre baktıktan sonra Ahmet Özkan’a işaret etti. Ahmet Özkan, dobra dobra konuşmasıyla tanınan bir arkadaşımız, sessizce o tarafa baktık. Ahmet Özkan oldukça yüksek bir sesle:
-Niçin efendim? dedi durdu. Ortalıkta bir anlaşmazlık olduğu belliydi, öğretmen Ahmet Özkan’ın bir şeyler söyleyeceğini sanarak söz vermişti. Oysa Ahmet’in kafasında hepimiz gibi bir soru vardı:
-Biz niçin psikoloji okumuyoruz?
Ahmet “Niçin?,, deyip durunca öğretmen konuştu:
-Sizin “niçin?” sorunuza ben yeterli karşılığı veremem. Biz öğretmenlere, orta öğrenimdeki gibi müfredat kısıtlaması verilmiyor ama gene de bir sınır çiziliyor. Biz bu sınırı, birkaç yıl çalışıp bir alan çizdikten sonra belki son şekil verilecek, öteki dersler de bundan sonra daha geniş kapsamlı ele alınacak!
Deminden beri susup ayakta bekleyen Ahmet Özkan, “Anladım efendim! deyince tam karşısında oturan Ali Bayrak, oldukça yüksek sesle:
-Nihayet! deyiverdi. Nihayet’in arkasından çok sakin bir başka ses duyuldu ama sanırım onu öğretmen fark edemedi: “Sus lan!”
Öğretmen bundan sonra genel olarak psikoloji biliminin biz öğretmenlere ne kadarının gerektiği üstünde konuştu. Bu arada benim beklediğim yola girilmişti. Parmak kaldırdım, söz verilince İbrahim Alaettin’in Çocuk Ruhu’ndan söz ettim. J. J. Rousseau’nun Julie yahut Yeni Heloise romanında Julie’nin çocuk eğitimi üstüne söylediklerinden söz ettim, Dr. Ziya Talat Çağıl’ın Niçin Sınıfta Kalıyorlar kitabını anımsattım, Köy Enstitüleri Müfredat Programındaki, İş psikolojisi dersini psikoloji okumamış öğretmenlerin nasıl vereceğini sordum.
Sakin sakin beni dinleyen Yunus Kazım Öğretmen belirli bir üzgün sesle, bunları hep gördüğünü, ancak çok ivedi bir girişim olan Köy Enstitüleri konusunda onlara bir başka bakımdan gönül bağlayanları frenlemenin olanaksızlığına üzüldüğünü anlattı. Son olarak da Millî Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulunda görevli olduğunu, öğrenim yılı bitimi nedeniyle kurulun bir dizi toplantısı olacağını, bu nedenle gelecek hafta gelemeyebileceğini söyledi, eğer gelemezse yeni ders yılında tekrar buluşmak umuduyla iyi çalışmalar dileyerek ayrıldı. Öğretmen çıkınca açıklamalar sürdü:
-O gelemezse Sabahattin Öğretmen de gelemez! Talim Terbiyede başka kim var? Burhan Güvenir:
-Halit Ziya Kalkancı! deyince “Yalancı!” sesleri yükseldi. Halit Ziya Kalkancı, dersleri aksatmayan, titiz bir matematik öğretmeni…
Yemekte, cebimdeki Yunus Kazım Öğretmenin şiirini çıkardım, elden ele gezdi, değişik yorumlar yapıldı ama şiir sonunda gene bana döndü, yazmak ya da alıp saklamak gibi bir çıkış yapan olmadı.
Şaka bizim masada da tekrarlandı:
-Bizden Talim Terbiye’de kimse yok mu? Ekrem Bilgin, yakında kendisinin orada olacağını söyledi. Kadir Pekgöz o orada olunca kendisinin öğrenci olmadığına sevindiğini söyleyince Ekrem:
-Senin gibi tıfılları zaten sınıfıma almam! deyiverdi. Tıfıl sözü üzerine tartışma başladı. Tıfıl sözünün gerçek anlamı bilinmediğinden en kötü anlamdan en zararsız anlamlara dek yakıştırmalar yapıldı. Nedense Kadir’in kısa boyu üstüne yıkılınca Ekrem haksız bulundu özür diletildi. Ekrem uzun boylu. O da kendisinin uzun boyu için Kadir’in yakıştırabileceği her sözü söyleyebileceği, buna kızmayacağı üstüne söz verdi. İzmir/Kızılçullu çıkışlıların uzun boy için bir basma kalıp sözleri var: Kavakla kabak! Kızılçullu Köy Enstitüsü eski müdürü Emin Soysal’ı teftiş için iki Millî Eğitim Bakanlığı müfettişi gelmiş. Bu iki müfettişten biri orta boylu ancak çok şişman, öteki de ince uzun boyluymuş. (Sonradan öğrendik; kısa boylusu benim sevdiğim, saygı duyduğum Hayrullah Örs, diğeri de Hikmet Türk) Olaya çok sinirlenen Müdür Emin Soysal, öğrencilerin duyabileceği bir yerde onlara bu sıfatları yakıştırmış:
-Verilen emri yerine getirmek için gelmiş iki emir kulu; biri kavak, biri kabak! Bu olayı iki yıldır sık sık duyduk. Ne var ki bunu duydukça ben hem güldüm hem de üzüldüm. Güldüm, gereksiz ama gülünç bir benzetme, Millî Eğitim Bakanını temsil ettiği söylenen iki insanı bu denli küçük düşürüyor. Onlar bunu duysa, ayrıca bir tavır takınmayacaklarını biliyor. Öyleyse Milli Eğitim Bakanını temsil etmek bir laftan öte bir anlam taşımıyor. Eğer taşıyor da koskoca müdür bunu bilmiyorsa bu da acınacak bir durum. Ancak buna da gülmek gerekir. Bu nasıl bir düzen; alt görevlerde bulunanlar Millî Eğitim Bakanının temsilcilerini saymıyor. Bu sözü bir okulun tüm öğrencileri duymuş, okulun 500 üstünde öğrencisi var. Bizim okulda bu okuldan gelme arkadaş sayısı altmış beş (65). Bu altmış beş yarının öğretmeni bu güldürmelik sözleri tekrarlayıp duracak. Onlar kadar yürekten anmasak bile bizler de yeri gelince bu sözleri gelecek kuşaklara taşıyacağız. Üzüntüm ise çok başka:
-Benzer bir olay bizim Kepirtepe’de de oldu. Kurucu müdürümüz Nejat İdil tam bize vermeye hazırlandığı diploma törenini kurarken, öyle Emin Soysal’a yollandığı gibi Kavak mavak-kabak mabat bile gönderilmeden tutup kulağından atarca görevden uzaklaştırıldı. Bunu, son sınıfa gelmiş öğretmen adayı bizler gördük. Çok üzüldük, aradığımız, hatta anarken ağladığımız günler de oldu. Öyleyken bir süre sonra olayı tarihin karanlıklarına bırakıp arkamızı döndük. Arkadaşlar kendi olaylarını anlatırken, sanki biz o tür bir acı çekmemiş gibi onların anlattıklarına kapılıp gülüyor ya da masal dinler gibi dinleyip geçiyoruz. Kepirtepeli arkadaşların bu duyarsızlığını, Trakya Halkından esinlenme olduğu kanısına bağladım. İnsanlar, ata toprağı olarak algıladığı eski yurtlarını terk edip gelmiş, yeni yeni konumlaşmaya çalışırken mekân kaybı gibi eş-dost vefa duyguları da zedelenmiş olabilir. Böylesi aileler içinde yetişen çocukların da vefadan yana bir gelişmeme tarafı neden olmasın? Kısa bir süre önce Fikret Madaralı Öğretmenimiz geldi, çok sevinildi. Oysa öğretmenimize kalma izini verilmemiş. Neden? Hasanoğlan Köy Enstitüsü konukseverdir! diye çığlık atarak öğünenler bizim sevdiğimiz bir öğretmeni bir gece bile aralarında barındırmadan kovarca geri gönderiyorlar! Buna üzüldüğümüzü söylüyoruz ama, bu acı olayın unutulmaması için geleceğe yönelik anımsatıcı bir tepki gösteremedik. Bunları düşündüğüm için Kızılçululu arkadaşları haklı buluyorum. Yaşamları boyu, görüp duyacakları kabak ya da kavak sözleri ya da o nesnelerin kendileri onlara, hem sevdikleri müdürlerini hem de Millî Eğitim Bakanlığı’nın ne mene iş yaptığını anımsayacaklardır. Unutulmamalı ki, Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ama, Millî Eğitim Bakanlığı Hasan Ali Yücel’in çok ötesinde çerden çöpten toplama insanlardan oluşan bir kuruluştur.
Salı akşamları Plâk dinleme gelenekleşmiş durumda. Çalınacak plâkları biz seçmiyoruz ama, sanki biz seçiyormuşuzcasına yemekte uzun uzun tartışıyoruz. Kimi zaman da bizim konuşmalarımızın etkisi oluyor. Hiç değilse eser adlarını tekrarlayarak öğrendiklerimizi perçinliyoruz. Çoğunluk keman çalıştığı için plâk dinlemede keman ya da yaylı sazlar gözde durumda. Öztekin Öğretmen de kendiliğinden yaylı sazlara eğilimli. Ancak zaman zaman ne düşünüyorsa araya bir piyano konçertosu sıkıştırıyor. Piyano grubu olarak bir üç arkadaşız, Hüseyin Çakar, Mehmet Zeybek. İki arkadaş da son sınıfta olduklarından zamanlarının çoğunu Enstitü bölümündeki çalışmalarında geçirdiğinden piyano konusunda çoğu kez ben yalnız kalıyorum. Kendim ara ara kaçamak olarak istediğim plâkları çaldığımdan ben de illâ piyano diye tutturmuyorum. Ancak dinlenecek Piyano eserlerimiz var. Schumann piyano konçertosu, Edvard Grieg konçertosu, Rachmaninov 1., Mozart no 9-23, Bach, Brandenburg, Josef Haydn klavsen konçertosu plâkları var. Arkadaşlar piyanodan çok klavsen konçertosunu istiyorlar. Gene öyle bir karara varıldı. Bu kez ben de keman yerine viyolonseli seçip direndim. Josef Haydn 1. Viyolonsel Konçertosu! Salona döndüğümüzde Öztekin Öğretmeni bizi beklerken bulduk! Geç kalmamıştık, belli ki o acele etmiş. Elinde bir kitap vardı. Kitabı masaya koyunca yabancımız olmadığını gördük. Kastamonu/Gölköy Köy Enstitüsü Müzik öğretmeni Bedri Akalın’ın kitabı. Kitabı daha önce övücü sözlerle tanıttığı için, unutup yeniden tanıtacak mı? diye düşünenlerimiz oldu. Ben de öyle sandığımdan dikkatle bekledim. Gerçekten de öğretmen kitabı kaldırarak:
-Bedri çalışkan bir arkadaş, bakın bu kitabı titizlikle hazırladı. Buna kimse bir söz söyleyemez. Ama bir Batılı müzik öğretmeni bunu kitap diye eline alıp öğrencilerine göstermez. Bu bir ansiklopedi gibi bir şey. İsterseniz buna yemeklerden benzetme yaparak “Aşure!” de diyebiliriz. Peki, memlekette daha iyisi var mı? Yok! Amacım arkadaşı yermek değil, severim kendisini. Söylemek istediğim bir başka şey; üç beş gün sonra stajlara çıkacaksınız. İlk durağınız iki yıl önce ayrıldığınız yerler. Dikkatinizi çekmek istiyorum; “Yetiştik biz!” deyip marşlar söyleyerek ayrıldığınız Enstitülerde kendi branşlarınızla ilgili bir kıpırdama olmuş mu? İşte, birinci görev olarak sizlerden bunu isteyeceğim. (Mülkiye Marşı’nın bir beyiti: Ey vatan göz yaşların dinsin, yetiştik çünkü biz!)
Belli ki Öztekin Öğretmeni sinirlendiren yeni bir olay var. Sessizce dinledik. Öğretmen söze müzik dersleriyle girdi ama ağzından baklayı çıkarıp olayı genelleştirdi:
-“Arkadaşlar, açıldığından beri bu kuruluşların içindeyim. Bundan böyle de kovuluncaya dek bu görevimi sürdüreceğim. Ancak sizlere her konuda doğruyu söylemeye kendi kendime söz verdim. Öğrenci olarak yaşadığınız kurumlara bu kez gözlemci olarak gideceksiniz. Bu göreviniz bence çok önemli; bunu kim düşündüyse iyi düşünmüş dahası sanki benim için düşünmüş. Biraz insafsız davranmak istesem sizlere; okulun tüm durumunu değerlendirin! diyeceğim. Şimdilik salt bizim konumuz bakımından yetiniyorum. Arkadaşlar, Köy Enstitüleri iyi yönetilmiyor; daha doğrusu yönetilemiyor. Köy Enstitülerine kılık olarak şu asker giysilerini yamadılar ya, oraya giden yöneticiler kendini asker psikolojisine kaptırdılar; kendilerinde kalan askerlik alışkanlıklarını öğrencilere aktarıp köylere gönderiyorlar. Düşünmüyorlar ki askerlerin köyden gelenlere verdikleri çok önemli bilgileri Mehmetçik köye dönünce o saat unutuveriyor. Hepiniz köylerde büyüdünüz, askerin o disiplinli yürüyüş alışkanlığını köyde kaç kişi uyguluyor? Uygulamaz; çünkü adamın içine işlenmemiştir. Üç yıl askerlikte öğrenip köye döndüğünde gene sıfırlanan alışkanlıklar 5 yılda kalıcı olacak mı sanılıyor? Beklesinler! Gidince göreceksiniz, köylerdeki arkadaşlarınızı, iki yılda sizden ne kadar farklı tavırlar içindeler. Oysa ayrılırken aranızda böyle bir fark yoktu. Köy Enstitüleri yönetilemiyor, değişim boşuna değil. Yöneticilik de bir aşama işidir. Köy Enstitülerindeki çalışma temposunu aksatmadan yürütmek için iş içinde yoğrulmuş yönetici gerekir. Beğenmediğiniz öğretmen okulunu bitirdikten sonra beğenmediğiniz bir okulda iki yıl okuyup dayı, amca yardımıyla emir ile Millî Eğitim Müdürü yapılmış birini Köy Enstitüsüne atarsan ondan değil tüm enstitüden bir hayır gelmez. Güzel bir çıkış yapan Köy Enstitüleri bu duruma götürülüyor. Siz bu genel durumu kendiniz için ayrıca gözlemleyin. Ancak bu durum müzik sanatının gelişmesi bakımından da önemli. Şimdilerde müzik dersleri boş geçiyor! deyip savuşturuluyorsa da gerçekte müzik dersleri dolunca da fazla bir değişiklik düşünmeyin. Çünkü yüz yıllık orta öğretimde de durum böyle. Bunu sizler o ocaktan yetişmiş insanlar olarak yapacaksınız. Bunu yapmak için de şimdiden olaya gönülden sarılıp işlemeyen mekanizmanın aksayan taraflarını saptamanız gerekecek. Bunun için de bu yılki stajınızı bu açıdan değerlendirmenizi istiyorum. Konuyu bir daha irdeleyebiliriz. Ben bir ön duyuru yaptım.”
Öğretmen, açıldığı ilk yıllar Eskişehir/Çifteler Köy Öğretmen Okulunda çalışmış; sonra da Enstitüye dönünce görevini bir süre sürdürmüş. O günkü Çifteler müzik çalışmalarıyla son zamanları karşılaştırdı. “Çifteler Köy Enstitüsü’nde 1100 öğrenci var müzik dersleri boş geçiyor. Bunu önemsemeyen bir yönetimden ne beklenir?” diye sorup yüzümüze baktı. Sonra da:
-Bir yıl sonra oraya gittiğinizi düşünün, nasıl zorluklarla karşılaşacaksınız! dedi. Öğretmen bundan sonra konuşarak zaman geçirdiğimizi, bunun da gerekli olduğunu söyleyip serbest çalışma yapacağımızı söyledi.
Alt odaya gidince bir süre Öztekin Öğretmenin anlattıklarını aklımdan geçirdim. Bir süre de anlatmak istediklerini bulmaya çalıştım. Kepirtepe Köy Enstitüsünün şimdiki müdürü, Trabzon Millî Eğitim Müdürlüğünden gelme, daha önceki işi de İlköğretim Müfettişliği. Tam Öztekin Öğretmenin dediği gibi. Eğitimbaşı Kemal Üstün ise iki üç yıllık İlköğretim Müfettişi. Halkın deyimine uyuyor:
-Acemi nalbant çoban eşeğinde ustalaşırmış! Çoban eşekleri düşünsün ötesini!
Yemekte kafalar biraz karışıktı. Biz bu yıl üç Köy Enstitüsüne dağılacağız. Üçünde de müzik dersleri boş geçiyor. Gitmeye gerek yok şimdiden düşünebiliriz; Müdür İhsan Kalabay’a bu konuda ne diyebiliriz ki? Hele Kemal Üstün tınmaz bile. ”Leb!” desen leblebiyi anladığından başlar, arkasını dinlemeye sabrın varsa dinle. Ona göre müzik çok önemli değildir. Önemli olan okulun işlerinin “Yukarıdan istendiği gibi” yürümesi! Ayda yılda bir müzik sorunu çıkarsa Kırklareli Ortaokulu Müzik Öğretmeni Selâhattin Yücesoy gelir, sorun aşılır.
Plâk konusunda kimse fazla diretmedi Tschaikovski Keman konçertosu ile Edvard Grieg piyano konçertosunu dinledik. Tschaikovski tanıdık biri, Edvard Grieg kemancılara biraz yabancı geldi. Öztekin Öğretmen açıklama yaptı:
-Bunların ikisi de Alman Müzik ekolünden sayılır. İkisi de memleketlerinde böyle anılır. Grieg’le Norveç öğünür ama, ünlü Rus Beşleri Tschaikovski’yi kendilerinden saymazlar. Çünkü Tschaikovski halk motiflerine fazla eğilmemiş, kendi ilhamlarını seslendirmiş. Müzik dünyasında bu, belli kesimlerde önemsenir. Rus Beşleri bu arada anımsandı, Balakirev, Cezar Cüi, Borodin, Mussorgsky, Korçakov! Başka adlar da eklendi; eserleri sıralandı.
Glinka anıldı; Rus müziğinin ilk muştulayıcısı… Ben de Rahmaninov’la Karayev’i ekledim. Bunlar da Türk kökenli Rus bestecileriymiş. Vahit Lütfi Salcı, Varlık Dergisi’nde yazdığı bir yazıda öyle demişti.
9 Mayıs 1945 Çarşamba
Doç. Burhan’a takılanlar oldu:
-Senin kitap ne zaman çıkacak? Ali Bayrak üsteleyince Burhan Güvenir Ali Bayrak’a:
-Ne kitabı oğlum, nereden çıkardın şimdi bunu? Ali Bayrak:
- Söyledin hemşerim, abim, “Benim Çeltikçi kitaba geçecek!” dedin ya! Burhan Güvenir:
-Töybe estafurullah! Sen insanı çıldırtırsın! Ahmet Allı söze karıştı:
-Hemşerim, insanlık hali, unutmuş olabilirsin, arkadaşın dediğini ben de duymuş gibiyim! Kahkahalarla gülüşler arasında Burhan Güvenir, söylenerek çıktı. Mehmet Kocaefe Burhan Güvenir’i savunur gibi konuştu:
-Ne var bunda? Dergide çıkan yazısını azıcık daha genişletir, al sana bir kitap! Nedense bu söze Bekir Semerci sert tepki gösterdi:
-Kocaefe nedense bizim dergiyi bir türlü içine sindiremedi, kaç kez kendisine teklif ettim: “Sen de yaz, yazını basalım!” Kocaefe güldü:
-Ismarlama yazı peşindesiniz! Bekir Semerci:
-Ismarlama yazı değil güncel tersliklerimizi aşmaya çalışıyoruz! Kocaefe:
-Aşılamayan terslikler değil zıtlıklar deyin, gerçi bu sözünle de onu kanıtlıyorsun. Ben derginin karşısında değilim, ısmarlama yazı anlayışının karşısındayım. Bekir Semerci:
-İşte sene sonu geldi, yeni seçimde daha iyisini seçersiniz, istediğiniz dergiye kavuşursunuz! Kocaefe:
-Sen onu benim külahıma anlat, o derginin başına üşüşenler bir daha oradan koparılamaz!
Süleyman Karagöz:
-Biz dergiden memnunuz, dergiye yazı yazmayanlar işlerimize karışmasın! Kusurları var elbet; en yakın gelecekte onları da düzelteceğiz! Hasan Gülel:
-On şiiri yirmiye çıkararak mı? Azmi Erdoğan, oldukça yüksek bir sesle:
-Sus be çaylak! deyince Faik Demir:
-Hop hop, çaylak zararsız bir canlıdır, sevimsiz canlılar da var; işi oraya dek götürtmeyelim! Konuşmalar birden kesildi. Faik Demir ne demek istemişti?
*
Kahvaltıda da bu konu edildi. Doğru yanlış, arkadaşlar arasında gereksiz bir gerginlik yaşanıyor. Küçük bir şaka ile başlayan dırıltılar giderek ağırlaşıyor. Nedense bu tür ağır çatışmalar da hep Kızılçullu, Çifteler çıkışlı arkadaşlar arasında olmakta. Bu iki okul çıkışlılar arasında kökleşmiş bu zıtlığın nedenleri araştırılsa Öztekin Öğretmenin dün anlattığı durumlardan olduğu görülecektir. Yoksa öğrencilerin böyle bir köklü sorunu olamaz. İki yıldır birlikte olduğumuz arkadaşlarla buradaki ilişkilerimizde aşılması olanaksız bir zıtlaşma yaşamadık. Akşam sabah beraberiz. Aşılamayan engeller, genelde eski günlerin, işin ilginci buradaki arkadaşların tanışmadığı dönemin engelleridir. Çifteler şöyle, Kızılçullu böyle! Dedikodu kategorisine girecek sorunlar. İşte bunları o yönetimin beceriksiz kişileri ortaya getirip öğrencilerin beyinlerine yığıyor. Öztekin Öğretmene gel de hak verme!
*
Doç. İbrahim Yasa, tüttüre tüttüre kapı önüne geldi. O sıra oradan geçen bayan Rezzan Taşçıoğlu ile bir süre konuştuktan sonra oldukça telaşlı bir şekilde girdi. Daha önce hazırladığı sanılan bir kağıdı ceplerinde bir süre aradıktan sonra bulup baktı. Bize dönerek:
-Bugüne dek değinmediğim için üzüldüm. Ancak hepinizin değilse bile özellikle Güney Anadolu ile Ege bölgesinde çalışacak arkadaşların sorunu olacak bir konunun irdelenmesini isteyeceğim. O da ne biliyor musunuz; şu sık sık sözü edilen çok eskilere dayanan bir gelenek:
-Yaylaya Çıkma! Ne demek bu, evin neredeyse tamamının bir süre bir başka yere göçü! Bunu yapanlar, alıştığı için yapıyorsa da, bizatihi, normal yaşamlarından bir süre ayrılıyor demektir. Bu tür ailelerin sürekli yerleşiklerden farklı birtakım gelenekleri olacaktır. İşte bunların bizim dersimiz açısından değerlendirmesini yapmalıyız. Bu nedenle geç te olsa bunu konuşalım, Yayla olayını yaşayanlar, bölgelerine gidenler bize taze taze bilgiler getirsinler. Bunları yazanlar olmuş, oradan da okuyabiliriz ama bizim amacımız kendi dokümanlarımızı değerlendirmek olduğundan kendi işimizi kendimiz görelim.
İzmir, özellikle Bergama yöresini bilenler parmak kaldırdı, kendi bildikleri Yayla olaylarını anlattılar. Muğla dolaylarında da bu olay çok oluyormuş, onlar da bildiklerini anlattılar. Bizim Trakya’da böyle bir sorun olmadığı için dinlemek bile sıkıntı verince, defterimin arasında bulunan Faruk Nafiz Çamlıbel’in Secere şiirini ezberledim.
Secere Nenem beş yüz altına satılmış bir esirdiDedem beş yüz altını sayan bir DerebeyiKurt kanı, köpek kanı birbirine girdiOrtaya çıktı bir kurt köpeği İki zıt cevheri var damarımdaki kanınBiri el pençe divan duran, öteki durduranınDuran sana gülerken durduran bir hayvanınSırtında bir kadınla aşar karşı tepeyi Ben nenemden merhamet dedemden kin almışımÇini bir kâse gibi başkadır içim dışımSana yaklaşmak için yumuşarken bakışımIsır! diye tepinir gözlerimin bebeği.
Faruk Nafiz Çamlıbel
Biraz da karıştırıcılık düşündüm; Mehmet Kocaefe şiir şiir diyor, acaba bu tür şiirleri mi bekliyor? Bu şiiri Mehmet Kocaefe’ye vermek üzere kağıda yazdım. Bir ara yüksek sesle konuşmalar olunca dinledim; öğretmen haftaya gelmeyebilirmiş, gelemezse bize başarılar dilemiş.
Doç. Halil Demircioğlu ağır çantasını kürsüye koyarak:
-Genel tarih açısından yeni bir dönemin başlamak üzere olduğunu söyledi. İki devlet arasında tarih boyunca savaşlar olduğunu, bilinen tarihte Yunanlılarla Met, sonra Perslerle, onlardan birkaç yüz yıl sonra Roma- Kartaca arasında yüz yıllarca süren savaşlar olduğunu, savaş sonunda iki devletin bir anlaşma yaptığının bilindiğini anca birkaç devletin bir savaşta öbeklenmesinin 17. yüzyılda görüldüğünü, böylece birkaç devletin bir barış masasına oturmasının yeni sayılabileceğini, bunun bir tanesinin de bizim başımızdan geçtiğini; Karlofça olarak bildiğimiz anlaşmanın bunlardan biri olduğunu anımsatıp arkasından Avrupa savaşlarını sıraladı.
Vestefalya anlaşmasıyla bir devletin bir grup devlet tarafından korunma altına alınmasının başladığını, bu anlaşma sonunda o zamanki adıyla Felemenk (Holllanda) bağımsızlığını koruduğunu; ondan sonraki anlaşmalarda bu ilkelerin hep göz önünde tutulduğunu anlattı. 1914-1918 Büyük savaşından sonra bu kural, daha genişletilerek, devletler arasındaki anlaşmazlıkların çözümü, savaş öncesi alınması gereken önlemler Milletler Cemiyeti adlı bir büyük kuruluşun gözetimine bırakılmıştı. Onda da eksik yanlar olmuş ki bu savaş başladı. Kuşkusuz bu kez, çok daha önemli kararlar alınıp daha dinamik bir Savaş Önleyici kurum oluşturulacaktır. Öğretmen bundan sonra San Francisco konferansı üstüne bilgiler verdi. Kurulacak yeni barış kurumunun olabileceği şekiller üstüne varsayımlar yürüttü. Özellikle, Sovyetlerin, Kurtuluş Savaşı sürecinde onlarla yaptığımız anlaşmaları kolay kolay bozamayacağını; bu konuda bilir bilmez konuşanların ya da yazı yazanların olumsuz havasına kapılmamamızı istedi. Öğretmen bundan sonra kendi dersimizin özü olan Devrimlerin korunmasına dört elle sarılmamızı, Devletler arası savaşlardan daha önemli bir savaşın olduğunu, bunu ancak bizim kazanmamız gerektiğini anlattı. Şaka eder gibi gülümseyerek:
-Söylediklerimi umursamamazlık etmeyin, Atatürk’ün belirttiği tehlike henüz atlatılmış değildir. Bunu unutmamak için “Ne mutlu Türk’üm diyene!” veciz sözünü kendinize sık sık söyleyip anlamını geliştirin. Sözler, söz olarak algılanırsa sigara dumanı gibi uçar gider. Ne dersiniz, bu söz üstünde konuşsak neler söyleyebileceğinizi hiç düşündünüz mü?
Parmak kaldıranlar oldu, öğretmen:
-Yok, yok konuşalım demiyorum, her birimiz bunu kendimize anlatalım.
Uzun uzun konuştuk. Savaş deyince ne Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Savaşı, ne de Kanuni Sultan Süleyman’ın Mohaç savaşı bizim için ölçü olmamalı, bizim için unutulmayacak savaş adı üstünde Kurtuluş Savaşı. Bu savaş salt saltanatın yıkılması değil, yüz yılların uyuşukluğun, uyuşukluğa neden olan hastalıkların yok edilme savaşıdır. Hasta, ilâcını alıp ateşi biraz düşürünce iyi olmuş sayılır mı? Bizim toplum olarak henüz ateşimiz düşmüş durumda. Toplumsal sağlığımızın tam olarak yerine gelmesi için Batı ulusları düzeyine çıkmamız gerekir. Atatürk sürekli bunu söyledi. Bunları anlamazdan gelip kulaklarımız üstüne yatarsak, bütün bu çabalar boşa gitmiş olabilir. Atatürk, sizlere hitabesinde bunu söylüyor. Atatürk’ün söylediği “Olabilirliği,, hiçbir zaman unutmak yok! Bütün bunları düşünürken Atatürk’ün Türk Gençliğine Hitabesi’ndeki ilk sözü de gözden kaçırmak yok. Atatürk ne diyor? “Ey Türk Gençliği, birinci görevin, Türk varlığını sonsuza dek koru!” diyor. Bu Türk varlığı nedir? İşte bunu düşünün! Düşünün de gelecek derste enine boyuna bunu tartışalım.
Öğretmen çantasını alıp gidince bir süre sessizlik oldu. Bu sessizlik verilen görevden mi idi yoksa gelecek derse geleceğini söylemesinden mi? Benim aklım buna takılmıştı. Birden başlayan konuşmalar beni haklı çıkardı. Gençliğe Hitabe’yi yüz kez okuduğunu söyleyen Süleyman Koyuncu, hayıflanarak “Bunu hiç düşünmemiştim!” derken az ilerideki Ali Yücel:
-Adam hızını alamamış, son saatini de kullanacak! deyiverdi.
Yemekte konuşuldu, Türk Varlığı içine neler girer, biz bunları biliyor muyuz? Hep birlikte sıraladık:
-Türkiye’yi oluşturan bütün ülke, topraklarımız, Bayrağımız, gelirlerimiz. Yurdumuzu kendimiz yöneteceğiz, vergilerimizi ülkemizin gereksinimine göre toplayıp bütçemizi ona göre yapacağız. T. B. M. M Türk halkının seçtiği Millet Vekillerinden oluşacak. Hükümeti onlar, kendi aralarından seçecekleri kimseler kuracak. Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil edecek Cumhurbaşkanını, Türk seçmenlerinin seçtiği Millet Vekilleri kendi aralarından yasaların sınırladığı süreler için seçecek. Yurttaşlar arasında eşit hakları sağlayıp koruyacak yasalar çıkacak. Tüm Türk vatandaşları eşit haklara sahip olacak. Her Türk, okuyup yazma konusunda yeteneği ölçüsünde hak sahibi olacak!
Konuştukça, aklımızı karıştıran kimi konular ortaya geldi, örneğin bölge bölge değişik konuşmalar, kılık kıyafet, din ya da inançlar, eski yazı-yeni yazı gibi devrimlerin getirdiği değişiklikler (yenilikler) Türk varlığına girer mi?
Ben girmediğini söyledim. Çünkü daha önce bizim Türkçe öğretmenimiz Fikret Madaralı bu konu üstünde durmuştu. Ayrıca ben, Bektaşi kökenli bir aileden geldiğimden çocukluğumdan beri bu konuda konuşmalar dinlemiştim. Bu nedenle arkadaşlar bakarak konuya daha duyarlıydım. Bir başka yönden konuya olan duyarlığım; köydeki konuşmalar dışında Vahit Lütfi Salcı’nın (Vahit Dedemin) Varlık Dergisinde çıkan yazılarını da burada okuyarak kanımı perçinledim. Bu nedenle rahatça konuştum:
- Öncelikle giyim-kuşam toplumlar için kalıcı bir olay değil. Tarih kitaplarına bakınca görüleceği gibi (eski Türk giysileri için belirli bir kaynak bulamadığımdan) Osmanlı Padişahları’nın kılıkları, kavuk ya da başına giydikleri sürekli değişmiş. Kafaya takılmış olması dışında hiçbir benzerlikleri yok. Kitaplardaki resimlere göre öteki yöneticilerin de sürekli bir kılıkları yok. Köprülü Mehmet Paşa sipsivri bir kavuk giyerken oğlu Fazıl Paşa yuvarlak bir başlık takmış. Demek oluyor ki başa giyilen başlıkların değişmez bir yanı yok. Öyleyse fesi bırakıp şapka giymek de dinsel ya da geleneksel bir sorun olamaz. Din adamlarının kendileri için bir tür giysi seçmesi tartışılabilir. Asker nasıl kendi çalışma alanına uygun giysi seçiyorsa onlar da haklı oldukları konuda seçimini yapabilir. Çiftçiler, denizciler bu haklarını nasıl kullanıyorsa onlar da kullanabilirler. Ancak bunu dinsel bir alana iteklemeye kalkarlarsa yanlış yapmış olurlar. Çünkü, onların dediğini daha çok eskilerde birçok insan terk etmiştir. Söz gelimi Yeniçeri Ocağı, dinsel buyruktur deyip bir süre kılığına dokundurtmamıştır. Ancak savaş koşullarının değiştiğini görünce direnmeleri pörsümüş, kılıkları değişmiştir. Bu konuyu daha iyi anlamak için Müslümanların en büyüğü sayılan Halife-Padişahların, 2. Mahmut’un, Abdülmecit’in, Abdül Aziz’in 2. Abdül Hamit’in resimlerine bakmak bence yeterlidir. Baba, oğul dede, torun olan bu halifelerin yaptığı değişikliği Cumhuriyet yönetimine geçmiş Türk Halkı neden yapmasın? ‘Uygarlığınıza erişmek için sizin yaptıklarını görmeye geldim’ diyerek Paris sokaklarında dolaşan Türk öğrencileri, ilişki kuracakları Fransız arkadaşlarından neden farklı giyinsin? Giyimini farklı yapma yerine az önce belirttiğimiz Türk Varlığı’nı oluşturacağı sıralanan ögeleri korumaya dayanıklı olsa daha iyi olmaz mı?
Geç kaldık! deyip koşuşturarak salona gittik. Öztekin Öğretmen henüz gelmemişti. Gitmeyi tasarladığımız piyesler vardı, onlar ne oldu? Gogol Bir Evlenme, Bizim Şehir! Bir Evlenme’yi biliyoruz ama onu ustasından izlemek başka! Ya Bizim Şehir? Derken Öztekin Öğretmen geldi. Muttalip Çardak dayanamadı, sordu:
-Bizim tiyatrolar ne oldu öğretmenim? Mahir Öğretmen kendi sahneye koyduğu Bizim Şehir’i göreceğimizi söylüyordu, nedense son zamanlarda tınmadı, vazgeçti mi yoksa? Öğretmen telaşla bize dönerek:
-Özür dilerim, Mahir Canova bana sıkı sıkı tembihlemişti, daha günü var diye size söylemedim, Bizim Şehir’e davetliyiz, pazartesi akşamı gideceğiz. Yalnız, bir sorunumuz var, oyun gece Halkevi’nde, dönüş için kamyon sağlamak var. Kamyonun aksı mı maksı mı bilmem neyi bozukmuş, yapımı yetişirse gidip geleceğiz. Eğer bu olmazsa battaniyeleri sırtlayacağız. Büyük bir sevinç gösterisi yapıldı. Bir Evlenme’yi görmek kendi seçimimize bağlı, çünkü konser saati ile örtüşüyor, isteyen gidebilecek; seçim sizin!
Öğretmen gülerek:
-İyi haberleri aldınız, haydi çalışmaya deyip eliyle halka toplanma yerimizi gösterdi. Bu, koro çalışması için işaretti. Marşları tekrarladık. İstiklal Marşını iki sesli söyledik. Öztekin Öğretmen beğenmedi:
-Sesler kaynaşmıyor. Ses ayrılığı doğal ama o ayrılığın da bir uyumu olmalı, bunu kıvamına getiremiyoruz! deyip İki sesli söylediğimiz başka şarkıları tekrarlattı. Bazılarını beğendi, onları örnek gösterdi. Ziya Aydıntan’ın Köy Yolu ile Dağlar Marşını, Brahms’ın Ninni’sini, Offenbach’ın Barkarol’unu beğenmişti. Öğretmen, çok sesli yapmanın da bir alışkanlık olduğunu anlattı. Öğretmen yumuşak yumuşak konuşunca Talip Apaydın:
-Bunu yapanlar nasıl yapıyor, bunca çalışmamıza karşın biz bir türlü başaramıyoruz deyince öğretmen:
-Batlıları mı diyorsun? Onların ninnileri bile çok sesli müzik düzenine göre kurulmuş! dedi. Talip:
-“Yok öğretmenim ben bizden söz ediyorum, Arifiye Köy Enstitüsü dört sesli söylüyormuış, Ahmet Emin Yalman böyle yazdı” deyince Öztekin Öğretmen birden:
-Ne diyorsun Talip? Ahmet Emin Yalman yaşlı bir gazeteci, ona böyle demişler öyle yazmıştır. Dört sesli koronun söylediğini normal insan kulakları alamaz bile. Hem ne demek o dört sesli koro? Koro korodur, insan seslerinin ayırımına göre kurulmuştur. Şarkıcı topluluğudur. Bizim alaturkacılar da Fasıl Heyeti olarak toplanıyorlar. Ses ayırımı yapılmadığı için adına koro demiyorlar. Batı müziğinde bay-bayan ve de çocuk sesleri ayrıldığından bu sesler bir arada olunca kendiliğinden bir ses karışımı oluyor. Üstelik bu sesler bildiğiniz gibi fizik kurallarına göre frekans ölçümleriyle ayrılıyor. Söz gelimi dört bayanla dört bay bir araya gelse bunların seslerini onlar önce dörde sonra sekiz öbekte toplayabiliyorlar. Soprano, Alto, tenor, bas daha sonra koloratur soprano, Alto, lirik alto, Tenor, lirik tenor, bariton, bas. Bunlar bir arada tek ses bile söylese bir renk cümbüşü olmaktadır. Ancak armoni, bunları daha sıkı kurallara bağlayıp karışıklığı önlemektedir. İşte koro burada oluşur. Tenor, bas ya da bariton kendi notalarını okur. O notaları besteci nasıl kaynaştırmışsa ortaya o sesler çıkar. Koroya katılanlar bizim alaturkacılar gibi bağır bağır bağırmazlar. O nedenle onların ölçülü durakları ölçülü çıkışları olur. Bu kurallara göre söylenirse söylenenler anlaşılır, onların güzelliği seçilebilir. Belli ki koronun özel kuralları vardır. Koro sürekli söylemez. Koronun kendine özgü iniş çıkışları olduğu gibi güçlü yumuşak yanları da olur. Şunu iyi bilin, dört sesli, beş sesli gibi sayılarla söylenen koro lâfları bilgisizlikten ileri gelir. Hele biri çıkıp “Dört sesli koro dinledim” derse o kişi koronun ne olduğunu bilmiyor demektir. Dört ses çalgılı müzikte daha rahat algılandığı için çok kullanılır. Onda bile insan kulağı dört sesi kolay kolay kavrayamaz. Dört ses bir arada kullanılamaz mı? Kullanılır elbet, Ludwig Van Beethoven ünlü 9. Senfonisinde kullanmış. Orkestra ile büyük koro önünde soprano, alto, tenor, bas durur yeri gelince tek tek, yeri gelince ikişer, pek az da olsa dördü birden söyler. Sizin Ahmet Emin Yalman’ınız onu bile duysa algılayamaz. Çünkü müzikte algılama ses yollarının eğitimli bir biçimde çocukluktan başlayarak açılmasıyla olur. Sizler böyle saçmalıklarla kafanızı karıştırmayın. Ahmet Emin Yalman’ın dört sesli korosundan gelenler aramızda. Bakın biri, bizden ayrıldı. Neden? Çalışmalarımıza ayak uyduramayacağını anladı da ondan. İşte şimdi koro çalışması yapıyoruz. Sesleriniz ayrıldı, notalarınız önünüzde. İstiklâl Marşı’nı gönlümüzce olgunlaştıramadık. Bunun ayırdındayız, çünkü koro denilen olayın ne olduğunu biliyor, o düzeye ulaşamadığımızın ayırdındayız da ondan!
Öğretmen bundan sonra koro yönetme tekniği üzerinde durdu. Kemanla ders yapılırsa başka, mandolinle yapılırsa başka tavırlar gerektiğini, özellikle kemanla yapılan derslerde dikkat edilecek tavırlara dikkatleri çekti:
-Keman bir elinde yay öteki elinde derslikte dolaşırsan öğrenciler senin hareketlerini içlerinden gülünç bulur, gülmezler belki ama dışarı çıkınca da kıyasıya eleştirirler. Derslerde sakin olunmasını, öğrencilerin kusurlarının abartılmamasını, gerektiğinde elindeki kemanı bırakıp ellerin kullanılmasını anlattı. Keza mandolin için de:
-Mandolin, kemana göre daha elverişli ama o da kimi zaman hareketlere engel olabilir. Kısacası müzik dersinde kullanılan çalgılara yeri geldiğince baş vurmalıdır. Kısacası; müzik derslerinin gerçek enstrümanı öğretmenin kendisidir.
Son ders serbest çalıştık.
Nedense aklıma takıldı; Kepirtepe’ye gideceğime göre, oradaki piyano belki bıraktığım zamanki gibi kullanılabilir durumdadır. Duyduğuma göre Selahattin Yücesoy öğretmen sık sık Kepirtepe’ ye geliyormuş. Eşi Rezzan öğretmen orasını çok sevmişti, o nedenle birlikte gelmiş olabilirler. O zaman piyano çalışan öğrenci bulunabilir. Böyle biri var da tıpkı Asım Öğretmen gibi Beringer metodunu izliyorsa ona yardımım olur; düşüncesiyle Beringer Metodunu açıp parçaları bir daha tekrarlamayı kurdum. Baş taraflar kolay gitti. Ancak tökezlediğim yerler de oldu. Meğer güzel melodiler varmış, Faik Öğretmeni andım:
-Parçaların güzelliğini çaldıkça daha iyi anlayacaksın! derdi. Ludwig Van Beethoven’in Tarla Faresi parçasını bile sevdim. Oysa geçen yıl çaldığımda salt adına takılıp gülüyordum. Şimdi ise adı beni hiç ilgilendirmedi…
*
Yemekte tiyatro sevinci, öteki konuları önledi, gece kalma biraz burukluk yaratıysa da kamyonun onarılacağı umuduyla sevincimizi sürdürdük. Görmeyi umduğumuz yeni oyun Bizim Şehir hakkında tek bildiğimiz, bir kentte oturan (bir semtte) insanların günlük yaşamını yansıtması. Çok olağan gibi görünen bu olayları, herkesin bilmesine karşın yazarın bunları kendine özgü şekillendirerek izleyiciye sunma ustalığı… Zaten tüm tiyatro oyunlarında bu önemli. Göreceğimiz ikinci oyunda da (Bir Evlenme) bu önemli. Usta Gogol, çok olağan bir konuyu, kendine özgü duyarlığıyla olağanüstü bir duruma getirmiş. Oyunun oynanması, görünüşte kolay gibi bir zan uyandırıyorsa da oradaki tipleri değme insanlar inandırıcı olarak oynayamaz. Bizim arkadaşlar da oynuyor ama, onlar hiçbir zaman inandırıcı olamıyor. Bu biraz da bizim, arkadaşlarla çok burun buruna olduğumuzdan kaynaklanmakla birlikte bir de yaş durumu var. Söz gelimi Patkolyasin 40 yaşlarında, ne denli kılık değiştirilse de arkadaşımız ne sesiyle ne de hareketleriyle inandırıcı bir kırklık insanı canlandıramıyor. (Özellikle de bizim yaptığımız makyajla, giyim kuşamla) Agafya İvanovna gibi bir kaşarlı aracı bayanı canlandırmak kolay değil. O nedenle başkalarının oyunlarını görmeyi çok istiyoruz.
Yemekten sonra arkadaşlara takılıp ben de salona gittim. Keman çalışanlar vardı, Beringeri alıp alt odada bir süre çalıştım. Metodun sonuna doğru düpedüz duraladım. Weber’in, Mozart’ın, Beethoven’in sonat alıntıları kafamı karıştırınca; kendi kendime sordum:
-Ben bunları çaldım mı? Faik Öğretmenin söylediklerini anımsadım:
-Piyano parçaları sık sık tekrarlanırsa bellekte kalır, sayfaları kapatıp geçersen onlar da uçar, bir daha karşılaşınca çaldığın eserlerle iki yabancı gibi bakışır kalırsınız!
Yatınca da bunları düşündüm. Konserlerde dinlediğimiz kimseler besbelli o uzun eserleri sürekli çalıyorlar. Öyle olmasa akıllarında tutabilirler mi? Belki de söylendiği gibi onların bir üstün tarafları vardır; öyle olmasalar onca notayı belleklerinde tutabilirler mi? Mozart kv. 331 La majör Sonatı düşündüm, çalınış hızına göre 10,15 dakika arası. Notalarının sayısı, triller dışında 6000, bir o kadarda sus ve de öteki işaretler on bin dolayında. Konçertolar bir saat sürdüğüne göre onlardakiler bunun altı katı olmaktadır. Bunca işareti (notayı, kendi ölçü değerleri içinde) belleğinde tutmak her insanın yapacağı bir iş değildir. Öyleyse bu tür insanların gerçekte bir üstün tarafı var. Arkadaşların sık sık olur olmaz işler için kimilerine dediği gibi:
-Helal olsun, solistlere; Mithat Fenmen’e, Ferhunde Erkin’e, Orhan Borar’a, Sedat Edis’e, Nusret Kayar’a, Mesut Cemil’e, Lico Amar’a, Roji Sabo’ya, Samson Fransova’ya, Alfred Cortot’a, Bruno Walter’e, Walter Gieseking’e, Nejdet Remzi Atak’a, Prof. Eduard Zuckmayer’e v.b…. (Bunlar, dinlediğim solistlerden anımsadıklarım) Kimler neleri çalmıştı? Bunları düşünürken uyudum.
10 Mayıs 1945 Perşembe
Geçen hafta Hamdi Keskin Öğretmen Yunus Emre için çok önemli falan dedi ama, kendisi kesin bir tavır takınmamış gibi konuştu. Salt çok önemli kişiliğinden çağına göre olgun şiirinden söz etti. Öyleyken, Köy Öğretmen Okulu dönemimizde Türkçe Derslerinde izlediğimiz okuma kitaplarında parçalarını okuduğumuz onca yazar arasında adı geçmemişti. Köy Enstitüsü’ne dönüşünce kitaplar kaldırıldı, derslere giren (varsa) öğretmenlerin insafına kalmıştı. Gene de ben ara ara Lise ders kitaplarına bakıyordum, özellikle İsmail Habip’in Edebi Yeniliğimiz kitaplarında Yunus Emre adıyla hiç karşılaşmadım. Buna karşın ben Yunus Emre adını ilk kez köyde Abbas Amcamdan duymuştum. Abbas Amcam sazını eline alınca kimi kez “Şol Cennetin Irmakları akar Allah deyu deyu!” diye başlar devam ederdi. Abbas Amcama göre Yunus Emre çok eskilerde yaşamış bir Bektaşi Dedesi’dir. Yunus Emre’den okudukları için de “Nefes,, der. Bektaşilerin söylediği şarkılar. Yunus Emre, Şah Hatai ya da gerçek adıyla Şah İsmail, Pir Sultan Abdal, Nesimi, Balım Sultan, Ali Nutki Dede v.b… Daha sonra buraya gelince Fuat Köprülü’nün Eski Şairlerimizi tanıtan kitabından okudum. Tam bu sıra da Burhan Ümit’in (Burhan Toprak) kitabıyla karşılaştım. Burhan Toprak birden çok Yunus Emre yaşatma yerine gerçek Yunus Emre’nin şiirlerini bilerek ya da bilmeyerek sorumsuzca bozanlardan yakınmaktadır. Bunu da daha çok sözde Yunus Emre’yi tanıtmaya kalkışanların bilerek yaptığına inanmaktadır.
Kahvaltıda, Hamdi Keskin Öğretmen için varsayımlar öne sürüldü:
-Eski konuları tekrarlayacak, örnek şiirler okuyacak, bizlere şiir okutacak! v.b. Bize şiir okutursa ne okuruz? Buna kimse olumlu bir karşılık veremedi. Kâmil Yıldırım:
-İstiklal Marşı’nı okurum dedi ama başladı, okuyamadı. Ekrem Bilgin, Abdullah Erçetin denediler, başaramadılar. Topu bana attılar. Geçen gün ezberlediğim Faruk Nafiz Çamlıbel’in Secere şiirini okudum. Şaşarak sordular:
-Bunu mu okuyacaksın? “Hayır, öğretmen gerçekten isterse Ali şiirini okurum!” deyip Ali’yi okudum.
Ali Namluya dayanmış, yola dalarsın;Bakışın, duruşun yaman be Ali!Boşuna tetiği ne kurcalarsın,Daha var atışa zaman be Ali! Yıllanmış bir çınardır pusuluk yerin,Neredeyse gelecek beklediklerin;Var iki atımlık canı kaderin,Desene işleri duman be Ali! Onu sen büyüt de dallar boyunca,Kendini ellere versin o gonca; Sözlere kanmadın bunu duyunca,Gönlündü gözünü yuman be Ali! Geldiler, beklenen çiftler ormana;Duruyor iki genç ne hoş yan yanaBir kurşun kadına, bir de çobanaÇınlasın yıllarca orman be Ali ! Gönlünce uzanmış yar kucağına,Boynunu dolamış zülfün bağına;Kurşunu onlara atacağınaKendine çevirdin, aman be Ali!
Faruk Nafiz Çamlıbel
Arkadaşlar “güzel!” demekle yetindiler. İçlerinden kesinlikle bir şeyler geçmişti ama dışa vurmadılar. Geç kalmamak için koşuşarak salona gittik.
Hamdi Keskin Öğretmen gülümseyerek geldi. İlk sözü:
-Yunus Emre konusunu yeterince işleyemedik. Ancak Yunus Emre salt okulda öğrenilecek bir dar konu değil, onu yaşam boyu duyup yeni yeni yorumlardan esinlenerek dağarınıza bilgiler katacaksınız! deyince parmak kaldırdım. Kalkınca da düşündüklerimi söyledim. Öğretmen beni haklı bulduğunu söyledi. Ancak, araştırmaların iki yönden geliştiğini birincisi bu konuda bilim yapanların ömür boyu uğraşarak gerçekleri ortaya çıkardığını ya da kendisinden sonrakilere yol açtığını, ikincilerin ise bunu meslek olarak seçmeden salt kendini bilgilendirmek için yaptığını, işte bizim de böyle olduğumuzu, böyle olmaya meslek olarak zorunlu olduğumuzu söyleyip konuyu gelecek konuşmalarımıza bırakacağımızı söyleyip bir süre bizleri süzdü.
Bu kez de gene Yunus Emre’yi anarak:
-O’na benzer, onun derecesinde Türk Diline katkıda bulunmuş birinden, ancak bizim yurdumuzdan ayrı düşmüş Ali Şîr Neva’î den söz etti. Öğretmen bir süre düşünür gibi susumsadıktan sonra derslerinde olabildiğince işin tarih yanından kaçındığını, gerçekte tarihsel konuların çekiciliğine karşın öğrencilerin, haklı olarak geçmişe ilgi duymadığı için tarih derslerini de sevmedikleri, bu nedenle kendisinin de bu konuda çekimser davrandığını anlattı. Buna karşın atalarımızın tarih şeridinde sınırı saptanamayan çok uzunca bir süre Asya kıtasının ötelerinden Batı’ya aktığını, aktıkça da kalanlarla akanların birbiriyle bağlantılarını kopardıklarını anlattı. Hun Türkleri olarak bilinen, ünlü hakanları Attila komutasında Roma kapılarına dayanan Hunların, bir süre sonra ortadan neredeyse kalktıklarını, kendisinden sonra gelenlere engel olduklarının nedenlerini henüz çözemedik! dedi. Sözü, bir Türk boyu olan Özbeklerin, özellikle de Timur ile özbeöz Türk olduğuyla övünen Yıldırım Beyazıt’ın, yine bir Türk boyu olan Ak-Kara Koyun Türkleriyle savaşmalarını bugünün insanlarının anlamasının zor olduğunu anlattı. Buna karşın, yöneticilerin kısır görüşleri ya da çıkar çatışmaları nedeniyle savaşmalarına karşın, halkların birbirleriyle yürek bağlarının sürdüğünü, bunun en çarpıcı örneklerinden birinin Yavuz Sultan Selim-Şah İsmail olayında görüldüğünü söyledi. Olayları savaşla çözenler ya da çözmeyi düşünenlere karşın halkların kan bağlılığının sürdüğüne dikkat çekti: “Bunun en güzel örneklerinden biri, ne ilginçtir ki Timur’un oğulları yönetimlerinde Türk dilinin yücelmesidir, (bir başka adıyla Çağatayca’nın) tarihin derinliklerinden geldiğiyle öğünülen Farsça ile İslâmiyetin şemsiyesi altında gelişen Arapçaya karşı bayrak açması, bunu sözde bırakmayıp gelmiş geçmiş ünlülerin eserleriyle boy ölçüşme düzeyine çıkması üstün bir başarıdır. İşte bu başarıda büyük payı bulunan Ali Şir Nevaî, haklı olarak Türk dili ile yazılmış şiirlerin en güzel örneklerini veren Şairler Şairi unvanını kazanmıştır.”
Ali Şir Nevaî
Öğretmen, Ali Şîr Nevaî’nin yaşadığı zamanın Fatih Sultan Mehmet dönemi ile örtüştüğünü belirttikten sonra Ali Şir Neva’i nin yaşadığı dönemde Anadolu dışında kalan Türklerden söz etti. Türk boylarının Cengiz döneminde Mogolların, Timur zamanında Özbeklerin baskısıyla çok parçalandıklarını anlattı. Gene de asıllarını kaybetmediklerini, üstelik Özbek olmalarına karşın Timur’un oğulları gibi torunlarının da Türk kültürünü geliştirdikleri anlattı. İşte bu dönemlerin en büyük şairi olan Ali Şîr Nevai’nın Timur ailesinin egemen olduğu bir dönemde yaşayıp Yunus Emre gibi Türk kökenli toplulukların gözdesi olduğunu, Arap, Acem, Türk hatta yer yer Hindu dillerinin çatıştığı bir ortamda Timur ailesine karşın Türkçeyi bayraklaştıran Ali Şîr Nevaî için genel anlamda Türk Dilinin yılmaz savunucusu, sevdiği Türkçe ile şimdiye dek en çok yazı yazan, Türkçe gibi Farsça’yı da, Arapça’yı da anadili gibi bilip bu dillerle de çok önemli eserler veren Ali Şîr Nevaî’nin unutulması üzücüdür! dedikten sonra 20 kadar dolu dolu kitaplar bıraktığını, ününün Anadolu gibi Arabistan’a, Asya ortalarına yayıldığını, kendinden sonra, ona hayran olan şairlerin başında Fuzuli’nin geldiğini, Fatih Sultan Mehmet’in öğretmeni ünlü şair Ahmet Paşa’nın da Fuzuli gibi Ali Şîr Nevaî’ye yakınlık duyduğunu anlattı. Daha sonraki dönemlerde şair Nedim’le, Tanzimat dönemi ünlü şairlerimizden Ziya Paşa’nın Ali Şîr Nevaî’yi övücü sözlerini okudu.
Hamdi Keskin Öğretmen kitaplarından birini alarak şiirler okudu. Ara ara gülümseyerek:
-Bunlar,1440-1500 arası yazılmış şiirler. Doğal olarak günümüzden dil bakımından farklı olacak. Bilin ki, günümüz Türkiye’sinde kimi yöre halkının konuşmalarını, kullandıkları sözleri, onların seslendirdiği gibi yazsak bundan daha anlaşılır olmaz! deyip güldü. Divan şairlerini unutmayalım, Baki’nin kasideleri, Nef’î ya da Nabi’nin dili bundan duru değildir. Okuduklarımı alıp siz de okusanız, sözlerin Türkçe olduğunu kolayca anlayacaksınız. Orta Asya’da kalan Türkler, bize göre sözleri değişik harflerle seslendirip söylüyorlar. Onlara göre doğru olan bizim için bu nedenle pürüz sayılıyor.
Hamdi Keskin Öğretmen bundan sonra bir kitap açıp Ali Şîr Nevaî’den şiirler okudu.
Gazel Bahr boldı vü gül meyli kılmadı könglimAçıldı gonca ve lakin açılmadı könglim Yüzüng hayali bile valih irti anda kimBahar kelgen ü kitkenni bitmedi könglim Yüzüng nezaretinde mahv-ı mest idi yaniKi gül çağıda zamani ayılmadı gönklim Zanmani gülbinede gönce dekdur il köngilOlarga şükr ile bari katılmadı könglim Nevâî gönce tilap könglim ağzın etti-heves-Eğerçi tapmadı likin yanılmadı könglim
Ali Şîr Nevâî
Bahar oldu, gönlüm şenlenmedi, gonca güller açıldı ama benim gönlüm açılmadı; çünkü gönlüm yüzünün özlemiyle o denli kendisinden geçişti ki, baharın geldiğinden hatta gittiğinden bile habersizdi. Güzelliğin gözlerimi öylesine doldurdu ki güzelliğinin sarhoşluğundan çevremi göremiyorum. Başkaları güllere bakar durur, şükür ki ben onlar gibi değilim.
Öğretmen, “seslerden, sözlerin çoğunu çıkarabiliyoruz değil mi?” diye sorduktan sonra:
-Yurdumuzda çok okunan bir gazeli! deyince kulak kesildim.
GazelYardın ayrı gönül mülkü duru Sultanı yokMülk kim Sultanı yok cismi duru kim canı yok Cismden cansız ne hasıl ey Müslümanlar kim olBir kara toprak dik dur kim gülü reyhası yok Bir kara toprak kim yoktur gülü reyhan anaOl karangu gice dik dur kim mehi tabanı yok Ol karangu gice kim yoktur mehi taban anaZulmetidur kim anın bir çeşm-i hayranı yok Zulmet kim çeşm-i hayranı anın bulmagayDuzehi dur kim anın ravzai rıdvanı yok Duzei kim ravzai rıdvandan olgay na ümitBir humari dur kim anda mestlik imkânı yok Ey Nevai bar ana mündak ukubetler ki barHecrdin derdi vü likin vasldın dermanı yok
Ali Şîr Nevaî
Öğretmen,
Yardın, yardan- reyhan, fesleğen- karangu, karanlık –mehi, taban, Işıklı, parlak ay- Çeşm-i hayranı, hayranlıkla bakanları- Bulmagay, bulunmasın, olmasın- duzehidur, yalnızlık- ravzai Rıdvan, Cennet- Humari, huzursuzluk-mestlik, rahat-mündak, böyle, böylesi- ukubet, acılar, azaplar- hecrdin, ayrılık- vasl, kavuşmak, ulaşmak. Liki, lâkin…sözlerini sıralayıp geçti.
Dikkatle kitabı gözetledim. Agah Sırrı’nın Liselerde Edebiyat kitabıydı. Sevindim; kitap bende var; ara sıra bakıyorum ama bu, daha çok geçmiş dersler için oluyor. Ali Şîr Nevaî’yi de okudum ama bu okuyuşlarım alıcı gözüyle değildi. Birden İsmail Habip’in Avrupa Edebiyatı ve Biz kitabını anımsadım; onda da bu şairler olabilir. İyice rahatladım. Hamdi Keskin öğretmen oldukça anlaşır olan ilk şiirden sonra başkalarını da okuyup açıkladı ama doğrusu biri dışında onlar hiç anlaşılmadı. Ayrılırken de:
-Fuzuli, kendini Arap olarak sayar. Ancak doğma büyüme Osmanlı topraklarının bireyi olduğu için biz onu bizden sayarız. O da bunu bildiği için divanlarının birini Türkçe yazmıştır. Buna karşın Osmanlı toprakların dışında doğup büyüyen Ali Şîr Nevaî bize Fuzulî’den daha yakındır. Öğretmen bunu söyledikten sonra:
- Onun yazıp söylediklerini iyi öğrenirsek kesinlikle seveceğiz! deyip ayrıldı.
Salonda başka bölümlerin ortak dersi olduğundan, öğretmenin gelmediğini bile bile Kitaplığa geçtik. Her zamanki gibi yalnız biz Kepirliler. Eski şakalar başladı, köylerdeki arkadaşlar anıldı. Arif Kalkan oğlunu, İsmet Yanar kızını yetiştiriyor. Hasan Gülümser Hatice Bayındır’la evlenmiş. Bülbül evlendi mi acaba? türü konuşmalar bir süre tekrarlandı. İhtiyar ya da Dede dedikleri İdris Destan için daha okuldayken sözlü deniyordu. İdris’in köyü Osmancık’a gittiğimizde İdris’in sözlüsü sorun olmuştu. Bir süre bunlar konuşuldu. Sanırım herkesin işi var, birer ikişer dağılınca kitaplarımı açıp karıştırdım. İsmail Habip’in Lise kitaplarında olmadığını söylediğim Yunus Emre Agâh Sırrı’ ın Lise Edebiyat Tarihi kitabında var. Ali Şîr Nevaî ise İsmail Habip’in Avrupa Edebiyatı ve Biz kitabında olması yanında bir de övücü tanıtma yazısı var. Bunları bulduğuma çok çok sevindim. Ali Şir Nevai’nin çok yönlü bir Türksever kişi olduğunu tanıtması açısından yazıyı olduğu gibi almayı yararlı buldum.
Ali Şir Nevaî
Çağatay edebiyatının en parlak devri 15 inci asırda “Timur Oğulları” zamanında açıldı. Ve çağataycaya en yüksek kemalini veren Alişir Nevaî oldu. Çağataycanın nazım dili nesir dilinden daha mütekâmil ve mürekkeptir. Nesirde Çağatayca sadece kendi hudutları içinde kaldığı halde, nesirde diğer Türk lehçelerinden de kelimeler alarak zenginleşiyordu. Meselâ nesirde yalnız “kılmak” fiili kullanıldığı halde, nazımda “etmek”, “eylemek” fiilleri de kullanılıyor. Nesirde yalnız “bulmak” varken nazımda “olmak” ta var. Teşbih edatı olarak nesirde yalnız “yangiliğ” kullanılırken, nazımda “gibi” edatı da kullanılıyor.
Alişir Nevaî, İslamî Türk edebiyatının dâhi denecek ilk büyük şahsiyeti oldu. Şöhreti ve te’siri bütün Türklük âlemine yayıldı. 1440 ta Herat’ta doğan Nevaî’nin babası Bahadur, Timur hanedanına mensuptu. Semerkand hükümdarlarından Sultan Ebu Said’in en mutemet adamıydı. Merkez sonra Herat’a nakledildi. Nevaî, Herat Hükümdarı Hüseyin Baykaranın nedimi, arkadaşı ve mahmisi oldu. Hükümdar o büyük şairi ihsanlara gark ediyordu. Ona o kadar hürmetkârdı ki, Nevaî hakkında bir risale bile yazdı.
Nevaî çeşitli faaliyeti ve otuzu bulan muhtelif eserleriyle çok velût bir san’atkâr ve çok kıymetli bir âlim olduğunu gösterdi. Eserlerinin en başta geleni büyük divanıdır. Bu Divaniyle Nevaî büyük bir şair, yüksek bir san’atkâr ve zengin bir muhayyile sahibi olduğunu göstermişti. Şöhreti bütün İslâm âlemini kapladı. Kendisi her tarafça üzerine söz söylenmez bir üstat telâkki edildi. Şiirlerinin hem içi özlü, hem nazmı kuvvetliydi. Çağataycayı en yüksek mevkie o çıkardı. Halka kendi diliyle hitap ettiği, halkı arapça ve Acemceye imrenmekten kurtardığı için kütle kendisini tapınırcasına takdir ediyordu. Yalnız kuru bir nâım değil, sarıcı bir san’atkârdır.
Nevaî asırlarca tanzir edildi, sayısız şakirtleri meydana geldi. O kadar müessir oldu ki, Nevaî iyi anlaşılsın diye bizim garp Türkçesinde Çağatayca lügatler bile yazıldı. Hattâ 16 ve 17 nci asırlarda bazı müellifler çağataycaya “Nevaî dili” diyecek kadar ileri gittiler. Bizim Nedim’in Divanında bile Nevaî’ye nazire olarak bir gazel vardır. Demek ki, te’siri 18 inci asırda dahi devam ediyordu.
Nevaî’nin diğer eserleri içinde Türkçülük bakımından mühim olanı “Muhakemet-ül lûgateyn”dir. Bu kitabında o Türkçe ile farsîyi mukayese ve Türkçenin farsî dilinden daha zengin olduğunu ispat eder. Farsîdeki her mefhumun Türkçede karşılığı olduğu halde Türkçedeki pek çok mefhumların ötede karşılığı yoktur. Bu eseriyle Nevaî Kâşgarlı Mahmud ve Fahreddin Mübarekşah’tan sonra üçüncü büyük Türkoloğumuz olmuş oluyor.
İsmail Habip Sevük-(Avrupa Edebiyatı ve Biz)
Yemekte yeni bir konu:
Yeni gelen İngilizce öğretmeni, düzenli defter tutulmasını istiyormuş. Arkadaşlar konuşuyor:
-Çocuk muyuz biz? Gerektiğinde defter tutmasını bilmez miyiz? Defter tutmanın ne zorluğu bulunduğunu sordum. Sorumun ardından geleceğini bildikleri için hemen:
-Sen alışmışsın arkadaş, herkesi kendin gibi sanma! Tartışmayı sürdürmeyince konu kapandı. Bu kez de tiyatro olayı geldi. Bir Evlenme piyesindeki kişileri bilir gibiyiz; izleyeceğimiz oyunda acaba kimler hangi rolde? Kimleri tanıyoruz? Ben, Ragıp Haykır’ı, Nuri Altınok’u, Salih Canar’ı, Cüneyt Gökçer’i tanıdığımı söyledim. Hemşerim Kadir yüzüme baktı; sen nereden tanıyorsun onları? Nuri Altınoku, Ragıp Haykır’ı hem kamptan hem de Yanlışlıklar Komedisi’ndeki oyunlarından, Cüneyt Gökçer’le Salih Canar’ı sadece Yanlışlıklar Komedisi’nden! Bu kez soranlar oldu:
-Sen bunları nasıl aklında tutuyorsun? Hemen taşı gediğine koydum:
-Defter tuttuğum için! Nihat Şengül sordu:
-Anlayamadım, bunlar da mı defterden?
-Bunlar hep akıl defterimden!
*
Öztekin öğretmen gelir gelmez ellerini çırpıp:
-Defteri açalım! deyince bizim yemek grubu gülümsedi. Bizim gülümsememiz, ötekilerinin dikkatinden kaçmadığı için fısıltılar başladı:
-Niçin güldünüz? Besbelli onlar öğretmenle ilgili bir durum sandılar. Öğretmen, her zamanki sözlerinden biri tekrarladı:
-Müzik öğretmeni öğrencilerine önce zevki aşılamalı! Bu da nota yazımıyla olur. Bunun ilk koşulu öğretmen kendisi notaları düzgün yazmak zorundadır.
Kendisi tahtaya iki örnek yazdı; biri çok düzgün bir porte, üstünde düzgün notalar, öteki de sıradan yazılar. Bu kez öğretmen gülümseyerek:
-Defterlerinizi açtırıp sıralasam bu örneklerin hepsine bol bol örnek çıkarırım. Haydi sizi şimdi mahcup etmeyeyim. Ancak bu sabrım bir noktaya dayanınca taşacak, bunu da bilmelisiniz! dedi. Daha önce başladığımız tüm notalarla sus işaretlerini yazmayı sürdürdük. Öğretmen defterlerimizi alıp birer birer baktı. Benim defterimi beğendi, ancak notalar arası bağ çizgilerini beğenmedi:
-Elini bu da alıştır, sen ötekilerden daha çok bunları görüp kullanıyorsun, bu bir kusurdur, istersen düzeltebilirsin! uyarısını yaptı. Öğretmen son iki saati serbest çalışmaya ayırdı. İki saat boyunca alt odada, Beringer metodunun sonuna yakınını kendi beğenime uygun olarak tekrar tekrar çaldım. Doğan geldi, önce sordu; “Birine ders mi hazırlıyorsun yoksa?” Doğan’a olayı anlattım.
Akşam yemeğinde konu, yemek boyunca defter oldu:
-Öztekin öğretmen bizim defter tartışmamızı duymuş olabilir mi? Bir süre:
-Sen söylemişsindir! yakışmaları yapıldı. Sonunda insanlar arasındaki ilişkilerde rastlantıların her zaman olabileceği kanısında birleşildi. Bu ara Malik Aksel, Veysel Erüstün Öğretmenlerin gelmediği de duyuruldu. Bunu biraz biliyor gibiydim, geçen yıl da bu sıralar gelmemişlerdi. Çünkü her yıl açılan Devlet Resim Sergisi’nin hazırlıkları yılın bu ayında yapılıyor. Açılacak Resim Sergisi’nin büyük sorumluluğu Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü öğretmenleri üstünde. Bizim öğretmenler de onlar arasında. Bunu; Veysel Öğretmeninin anlatmasından başka ben, arkadaşımız Muzaffer Kayhan’ın ağabeyi Kerim Kayhan’dan da dinlemiştim. Sergi hazırlık çalışmalarına onların bölümündeki (Resim Bölümü) öğrenciler de katılıyormuş. Konuştukça sevinç arttı:
-Öyleyse gelecek hafta da cuma günü boş geçecek! Bu boş geçecek sözüne sinirlendiğimi anlattım. Defter olayını anımsatarak, boş geçme sözünün de bir gün bizi üzeceğini anımsattım. Sonunda sordum:
-Neden boş geçecekmiş? Keman çalışmak boş sayılır mı? Ben piyano çalışmamı tüm derslerden üstün tutuyorum. Sanırım arkadaşlar bu kez içtenlikle:
-Sen bizden farklı düşünüyorsun, sen hepimizin abisisin! dediler.
Yemekten sonra Kitaplığa geçip cumartesi günü göreceğimi umduğum Gogol’un Bir Evlenme’sini açıp bir daha karıştırdım. Provalar yapılırken bir iki kez suflör olarak tiplerle sözler arasındaki bağlantıları sezmeye çalışmıştım. Ancak gidebilirsem orada göreceğim hareketler çok farklı olacaktır, bunu biliyorum.
Oyundaki kişiler:
Kişileri yazdıktan sonra kitaba göz atmayı düşünürken, kitapta bir açıklama olduğunun ayırdına vardım. Benim de aradığım buydu. Geçmiş günlerde Nahit Sırrı Örik’in bir yazısında okumuştum:
-İzlenecek tiyatro eserlerinin iyi izlenmesi için konunun önceden bilinmesinde yarar vardır! diyordu. Mahir Canova öğretmen de bunu sık sık tekrarlamıştı. Kitaptaki önsözü dikkatle okudum. Önsözde yazar Gogol için yaygın açıklamalardan başka oyundaki kişilerin belirgin özelliklerini de anlatıyor. Zaten oyunda sıradan insanlar rol yapsa oyun matah bir oyun olmayacak türdenmiş. Ancak kişilerin kendine özgü tavırları, karşıtlık ya da uyumları, olayı gülünçleştirdiği için eser değer kazanırmış. Örneğin, yazar Gogol’e göre Patkolyasin, göründüğü gibi sıradan bir insan değildir. Onunla uyum sağlamak, normal insanların gösteremeyeceği bir sabır istemektedir. Kararsızdır, ama her sözü kararlılık üzerinedir. Korkaktır ama tüm konuşmaları kahramanlık düzeyinde sürer. Gezmeyi sevdiğini tekrar tekrar söyler ama yaşamı kapalı kapılar ardında geçmektedir.
Öte yandan arkadaşı Koçkarev de ilginç bir tiptir. Çok iyi tavırlar içinde gibidir, herkesle çabucacık dost olabilir ama, onunla dost olanlar, durmadan Allah’tan sabır isterler. Çünkü Koçkarev kolayca yakadan atılmayacak insancıl düğümlerle dostlarına sarılır. Bunları okuyunca kitabın havasını anlar gibi oldum. Öteki kahramanların da benzer özellikleri var. Bu kez, izleyeceğim eseri daha iyi anlayacağımı düşünerek yattım.
11 Mayıs 1945 Cuma
Alışkanlıkla olacak, Enver Ötnü, “Enişte, geliyor musun? Seni bekliyoruz!” dedi. Heykel çalışmalarını kastettiğini sanarak:
-Öğleden sonra! dedim! Meğer o, sabah oyunlarını anımsatmak istemiş. Hemşerim Kadir çok duyarlı, sordu:
-Oyunları neden bıraktınız? Oyunları bırakmadık, 19 Mayıs spor hareketleri için geçici olarak bir süre ara verildi…Bizi duyan Azmi Erdoğan sordu:
-19 Mayıs hareketlerine o yaptıkları İsveç jimnastikleriyle mi katılacaklar? Birkaç ses birden:
-Ya neyle katılacaklardı? Azmi Erdoğan karşılık verdi:
-Bizim Milli oyunlarımızla neden katılmıyorlar? Gülenler oldu:
-Ayol orada yürünüyor, Harmandalı oynayarak mı geçit yürüyüşü yapacaklar? Orhan Doğan açıkladı:
-Olayı saptırmayın, arkadaş onu demek istemedi! Birkaç kişi birden konuşunca konu iyice başka yöne kaydı.
Kahvaltıda aynı konu gene açıldı:
-Bu İsveç Jimnastiği sözü nereden çıktı? Abdullah Erçetin pek az yaptığı yorumlarından birini ekledi:
-Çiftelerliler kullandığına göre Müdürleri Rauf İnan’dan çıkmıştır. Sahiden anımsayanlar oldu Müdür Rauf İnan zaman zaman konuşmalarında bu tip karşılaştırma yapıyor:
-Onların İsveç Jimnastikleri varsa bizim de yağlı güreşlerimiz, Milli oyunlarımız var. Bu konuda onlara muhtaç değiliz! dediği tekrarlandı. Arkasından da karşılaştırmalar yapıldı:
-Güreşler, Milli oyunlar başka, jimnastik hareketleri başka! deyip konu kapatıldı. Daha doğrusu konu kapanmadı; geriye bırakıldı. Çünkü büyük bir yanlış anlaşılma ortaya dökülmüştü:
-Milli oyunlar bir spor muydu, yoksa çok daha başka amaçla mı önemseniyordu? Öte yandan spor bir bedensel hareket miydi yoksa bedenin gelişmesi için yapılan ya da yapılacak olan düzenli bir beden gelişmesi çalışması mı? İnsan bedeninin şöyle ya da böyle devinimi spor sayılır mı? Örneğin çapa çapalayan ya da orak biçen insanlar dahası camiye gidip namaz kılan Müslümanların devinimleri bir jimnastik olayı sayılır mı? Yoksa bunlar, belirli bir organ hareketi olduğu, tüm bedeni devindirmediği için jimnastik dışı, bedenin bölgesel gelişimini aksatan ya da gelişmesini doğal çizgisi dışına çıkaran zorlamalar mıydı? Bir yıl ancak okuyabildiğimiz Tabiat Bilgisi dersimizde öğretmenimiz Sabit Soysal Öğretmen anlatmıştı. İnsan bedeninin gelişmesi onun doğmadan önce oluşmaya başlayan o küçücük durumunda daha adeta plânlanmıştır. Doğduktan sonra büyük bir engelle karşılaşmazsa o plana göre büyüyüp gelişir, bedenin bir bölgesine zorlama olursa o bölüm ilk planı bozarak beden çarpıklığı oluşur! deyip örnekler vermişti. Futbolcuların ayaklarını, kayıkçıların kollarını, basketçilerin boylarını, iplik büken bayanların parmaklarını (bu arada, bir de masal anlatmış, iplik büken bir masal kahramanının bir elinin büyümesinden söz etmişti) örnek olarak göstermişti.
Kahvaltı boyunca ucundan ucundan irdelediğimiz bu Millî Oyunlarla spor hareketlerinin karşılaştırma yanılgısına hepimizin bir tepki gösterdiği gün yüzüne çıkmıştı. Ancak kendi aramızda (hepimiz benzer inançta olduğumuz için) konuşmanın yararsızlığını düşünerek konuyu, şimdilik noktalayıp yapacağımız çalışmalara geçtik:
-Öztekin Öğretmen gelmez ya da çalışmaya almazsa neler yapabiliriz? Arkadaşların bu toplu çalışma hevesine sevindiğimden Bir Evlenme kitabının ön sözünü birlikte okumayı önerdim. Önce büyük bir ilgi gösterilmesine karşın az sonra hemen hemen herkesin önemli (!) işleri çıktı. Böylece benim önerim karşılık bulmadı. Gene de birlikte bir şeyler yapma sözleri tekrarlanarak salona döndük. Ona sürülen olasılıklardan en istenmeyeni ile karşılaşıldı; Öztekin Öğretmen toplu keman çalışılması için arkadaşları uyardı. Serbest kalınca ben de notalarımı alıp alt odaya indim. Dört saat az zaman değil, başladığım Beringer çalışmamı tamamlamak için önce ona başladım. İşim, hiç de umduğum gibi gitmedi, metodun sonlarındaki parçalar bana hep yabancılaşmış. Giderek de aklıma gelecek yeni öğretmen takıldı:
-Ya, benim çalışımı beğenmez, yeni baştan başlatırsa! deyip Beringer’e sarıldım. Ara ara da kulaklarım üst salonda oldu. Onlar çalıştığı sürece yukarı çıkmam olanaksız. Bir ara sesler kesildi, bir daha dinledim. Çalışmayı kestiklerini anlayınca yukarı çıktım, kimsecikler yoktu. Piyano çalışırken zaman zaman kollarımı ters çevirince saatimi piyanoya çarptığımdan çoğunlukla çalışmalarda saati çıkarıp cebime koyuyorum. Bu kez de saate bakma zorlaşıyor. Saati çıkarıp baktım, tam yemek zamanı! Demek, 4 saat çalışmışım?
Yemekte bunu arkadaşlara anlatınca gülenler oldu:
-Bizi öğretmen zorla çalıştırdığı için duruyoruz, sen nasıl böyle kendiliğinden çalışıyorsun? diye soran oldu. Öğleden sonra geçecek derslerimin bana göre dinlendirici olacağını düşünerek çalıştığımı söyleyip konuyu savuşturdum. Bu kez de benim serbest kalışımın rahatlığı dile dolandı. Oysa az önce dört saat aralıksız çalıştığımı söylemiştim. Arkadaşlara:
- İnsanlar, isterse yalnız kalınca da çalışır! dedirtmeğe çalışıyorum ama boşuna; onlar, benim dediğimi anlamak yerine yaptığıma şaşmakta direniyorlar.
Yapı kolundaki arkadaşların, bizimkilere göre çalışmayı daha iyi anladığına inanmaya başladım. Belki de iş konuları gereği onlar, başlarında biri iteklemeden çalışabiliyorlar. Çalışırken de öğretmenleri onlara pek karışmıyor. Bunu arkadaşım Halil Basutçu’ya söyledim. Arkadaşa göre onların öğretmenleri, yapılan işlere göre değerlendirme yapıyormuş. Halil beni uyardı:
-Sizin işlerle bizimkiler farklı, sizde gözle görülen, elle tutulan bir şey yok. Bizde işler göz önünde ve de elle tutuluyor. Bizde aynı zamanda verilen işin bir örneğini öğretmen yapıp önümüze koyuyor. Sizde ise sesler uçup gidiyor!
Halil haklı gibi ama ben gene de onlar işlerine daha candan sarılıyorlar görüşümde direniyorum. Arkadaşın bir başka gözlemi de var:
-Sizdeki öğretmenler fazla kalıcı değil dersi verip gidiyor. Dersini verip giden bizde de var. Ancak bizim çoğu bizimle daha çok ilgililer. En az beş öğretmen bize kendi alanlarında sürekli el işi ödevi veriyor. Arkadaş, öğretmenlerin bazıları deyip; Hakkı İzzet, Ferit Apa, Sait Yada, Orhan Alsaç, Nusret Suman, Mualla Eyuboğlu, Mustafa Güneri adlarını sıraladı.
Heykeltraş Nusret Suman’ın gelmediği (derse gelmeyeceği) söylenince ben yavaşça sıvıştım. Kendi salonumuza gitmek işime gelmedi, kitaplığa geçtim. Her zaman bunu yapmam, biliyorum Müdür Rauf İnan görür, sigaya çeker. Bugün haklı tarafım var, sorarsa söyleyecek sözümü hazırladım:
-Heykelcilik için geldim, öğretmen gelmemiş, birlikte çalıştığımız arkadaşlar öteki işlerine geçince ortalıkta kalıp onlara yük olmamak için burada çalışmayı yeğledim! Böyle zamanlarda en sevdiğim uğraş, Varlık Dergilerini karıştırmak! Bugün karıştırırken hiç ummadığım şiirler buldum. Geçen yıl bir ara (Ders yılı sonlarında) Baki Süha Edibolu’nun Şiir Antolojisi üstünde konuşurken Hamdi Keskin Öğretmen yeni şiirden söz etmiş, yeni şiiri Nazım Hikmet’in başlatmadığını, daha önceleri de denendiğini ancak Nazım Hikmet’in bunda daha başarılı olduğunu söylemişti. Sonra da ona özenerek üç gencin, Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet üçlüsünün bu yolda çıkış yaptığını söylemişti. O zaman yaptığım araştırmalarda (kısa bir soruşturma) bu üç gencin benden 3-4 yaş büyük olduğunu öğrenince onların tıpkı bizim şair arkadaşlar (!) gibi işe serbest olarak başladığını sanmıştım. Oysa onlar, benim şimdiki yaşımdan çok daha önce bildiğimiz kurallı şiir alanında güzel örnekler vermişler. Aşağıya aldığım şiirler 1937 yılının dergilerinde. Daha öncelerine henüz bakamadım. Bunlar bile onların henüz 20 yaşlarında yazdıkları şiirler. Orhan Veli 1916 doğumluymuş. Öyleyse bu şiirleri 21 yaşlarında. Belki de daha önce yazmış. Bunlardan arkadaşların haberleri yok, şimdi öğrenince bizim tıfıl şairler için neler söyleyecekler acaba? Dergideki şiirleri eleştirenlere Eğitim başı Hürrem Arman savunma yaparken, yaşlarının henüz çok gençliğinden söz etmişti. Ne genci? Hangisi 20 yaşın altında? Aklım Hamdi Keskin Öğretmene takıldı, yoksa o da mı şiir dergilerini okumuyor? Varlık Dergisi’ni okumuyordum ama varlığından haberdardım. Sabahat Öğretmen eski sayıları göstermişti. Burada rastgele karıştırırken Vahit Dede’nin yazılarını görmeseydim, sanırım ben de biraz geç öğrenecektim. Vahit Dede’yi izlerken Hamdi Ragıp öğretmeni tanıdım, Varlık okumaya başlayınca şair olarak Şinasi Özden’i sevdim; derken iş, Cahit Külebi’ye dek geldi. Şimdi bir ad sıralaması yapsam, Rifat Ilgaz, Cahit Sıtkı, Necati Cumalı, Behçet Necati, Ahmet Muhip, Şinasi Özden, Ahmet Kutsi, Mehmet Necati, Behçet Kemal, Orhan Veli; Oktay Rifat, Melih Cevdet, Osman Saba, Cevdet Kudret, Yunus Kazım, bugün bir de yeni yeni yazılarından izlediğim Cemil Sena Ongan’ın şiiriyle karşılaştım. Demek ki birçok insan şiirle ilgilenip içinden geçenleri dizelere döküyor. İşin ilginci hiç birisi de bizim şairler (!) gibi anasını, babasını, tarlasını, tohumunu konu yapmıyor. Mehmet Kocaefe’nin kulaklarını çınlattığımı sanıyorum. O, bu konuda çok duyarlı. Haksız olarak birileri onu şiir düşmanı olarak eleştiriyor.
Dergiden seçtiğim örnekler: Varlık Dergisi 1937 sayı,81
Gün Doğuyor Kurt Dili çözülüyor gecelerin. Ah! Artık benimde benzim sarı.Gölgeler kaçışıyor derine. Damar kanımı dolaştırmıyor.Alıp sihrini bilmecelerin : Hiç bir kıyıya ulaştırmıyorGün doğuyor şehrin üzerine. Beni Şehrazat’ ın masalları. Kokarak şek’lalıyor bacalar, Anlamıyorum dilinden artıkGün doğuyor şehrin üzerinde Geceyi saran güzelliğin.Bakıyorlar günün güzelliğine İçim, kör bir kuyu gibi derin.Gözleri uykulu atmacalar. Büyük bir kuş iniyor semadan Sallayarak dallarını kavak Susmak istiyorum, susmak bugün.Yükseliyor her günkü yerine, Susmak üzüntü duymadanGün doğuyor şehrin üzerine Büyük bir kuş iniyor semadan.Mavi bir ışıkla ağararak. Sükût; bu indiğini gördüğün. Gün doğuyor şehrin üzerine, Artık tırtılları beslemiyorRenk renk hacimle her yer Bahçemin ortasındaki dut.Dalıyor dağınık yüzlü evler Başıma kondu edebî sükût.Halâ yana sokak fenerine. Gün yerinden doğmak istemiyor. Toprak kımıldıyor yavaş yavaş, Kuşla oldumsa da senli benliGün doğuyor şehrin üzerine; Beynimi kurcalayan bir kurt var;Bembeyaz gece çiçeklerin Anlamak istiyorum ne yaparSabahla düşüyor bir damla yaş. Rüzgârı başlayınca yelkenli? Orhan Veli
Masal Uyku Çocuk gönlüm kaygılardan azade Üzerinde beni uyutan minderYüzlerde nûr, ekinlerde bereket ; Yavaş ,yavaş girer ılık bir suya. . At üstünde mor kâküllü şehzade; Hint’e doğru yelken açar gemiler.Unutmaya başladığım memleket. Bir uyku âlemine doğar dünya.Şakağımda annemin sıcak dizi. Sırça tastan sihirli su içilir. Kulağımda falcı kadının sözü, Keskin sırat koç üstün de geçilir. Göl başında padişahın üç kızı , Açılmayan susam artık açılırAlaylarla Kaf dağına hareket. Başlar yola Cennete giden rüya… Orhan Veli
Dreams About Home (Ev Düşleri) Son Liman Bir dert gibi çıkmaz içimden o yer; Artık sesler bile kesildiYeşil vadilerinde boy boy ardıç. Şarkı mı, dua mı bu biten?Sanırım o iklime gider Ah geceler güne dönmedenBu masmavi semadaki kırlangıç. Son limana ulaştı gemi Sonsuz hasretimi dağlara bırak Okşuyor anne çocuğuKüçük kuş, o ufka vardığın zaman. Ve mangalda külleniyor kor. Sütleri sızan meme ve çıngırak Neden bilmem, artık açmıyorLavanta çiçeği, arılar, kovan. Ruhta huzur, tomurcuğunu. Nerde beyaz, bembeyaz güvercinle, Ateşini kaybetti alın;Sarmaşıklar içinde o sakin dam? Şimdi bütün rüyalar, yarıUzak dallarda tarla kuşu çiler Bulsam bulsam artık dünyamıPenceremde mavileşirdi akşam. Kızıl kavsinde anıların. Melih Cevdet
Ah! Ümitlerle koşardım izindeGeceleri ateş böceklerinin.Dönerdi kocaman dairesindeAğaçlar ve gökyüzü çemberimin. Bu masmavi semadaki kırlangıçSanırım o iklime doğru gider.Yeşil vadilerinde boy boy ardıçBir dert gibi çıkmaz içimden o yer. Oktay Rıfat
Orhan Veli, 12914 doğumlu, bu şiirleri yayınlandığında 23 yaşındaymış. Bunlardan çok önce de yayınlanmış şiirleri var, hemen hemen hepsi ölçülü geleneksel şiir kurallarına uygun şiirler.
Oktay Rıfat,1914 doğumlu, o da şiirlerinin yayınlandığında 20. yaşlarının basamağındaymış, şiirleri, geleneksel şiirlerin izinde.
Melih Cevdet,1915 doğumlu, ilk şiirleri tıpkı öteki arkadaşları gibi ölçülü biçili….
Varlık Dergisi’nde şiirlerini okuduğum öteki şairler de hep genç, Şinasi Özden ise 1922 doğumluymuş, Siyasal Bilgiler Okulu’nu yeni bitirmiş. Konservatuvar’da gördüğümüz Cahit Külebi de 1917 doğumluymuş. Öğrenci Başkanımız Hüseyin Atmaca 1919 doğumlu olduğunu rahatça söylüyor, sanırım doğum tarihlerini saklayanlar var; söz gelimi Süleyman Adıyaman, Rahim Ünüvar hatta bizim sınıftaki Burhan Güvenir Cahit Külebi ile yaşdaştır. Bu arada kendimi düşündüm; iki yıl kendi köyümün okulunu bitirince, üç yıl da 5. sınıfı bitirince okumaya ara verdim. Yukarıda andığım kişiler bu araları okumayla doldurmuş, köylü olmanın cezası mı diyeyim yoksa alın yazısı mı? Gene de mutluyum, geç de olsa bir yolunu yakalayıp hiç değilse onların yaptıklarını izleyebiliyorum. Belki de bunları düşündüğüm için öteki arkadaşlardan biraz farklı düşünüp derslere sarılıyorum. “Akıl yaşta değil başta!” diyorlar. Arkadaşların çoğu bu sözü bile umursamıyor, örneğin hemşerim Kadir, ikide bir sen yaşlısın, ağabeyimin arkadaşısın! deyip kendini avutuyor. Ona:
-Akıl yaşta değil, baştadır! desem, bunu nasıl yorumlayacaktır? Bunu demeye ne gerek; “Akıl, yaşta değil, baştadır!
Orhan Veli Oktay Rıfat Melih Cevdet
Yatınca bir süre yaptıklarımı düşündüm. Fikret Madaralı Öğretmen, kendi yazdıkları için “Yedi yıl sürdürdüm, sonra bıraktım. Şimdi buna çok pişmanım, ancak benim yaşam koşullarım çok zordu, çalıştığım köyler, kentlerden uzaktı, yaşam koşullarım çok ağırdı. Öğretmen olmama karşın, kalem defter sağlamam bile zaman zaman sorun oluyordu! diye hayıflanmıştı.
12 Mayıs 1945 Cumartesi
Doğan Güney kararsız, bana geldi:
-Sen ne yapacaksın, konser mi; yoksa piyes mi? Piyes! Karşılığını verdim. Konser, her zaman dinlediklerimizden biri olacak. Oysa piyesi, ustalarından görmek olanağı her zaman elimize geçmez! Kitap yanımda, göstererek:
-Oyunu izlerken bile okuyup tipleri gözetleyeceğim! Doğan güldü:
-Sen işi sağlam tutuyorsun! Doğan’ın tavrı da akşamki sözlerimi anımsattı: Belli ki o da işi yaşa bağlıyor:
-Akıl, başta değil yaştadır! Gülesim geldi ama Doğan’a kıyamadım.
*
Araya tiyatro olayı girdiğinden konser için olasılıklar öne sürülmedi. Hesap-kitap, Tiyatro mu, konser mi? Benim kararım kesin; Tiyatro!
Tiyatroyu seçişime Yıldız da sevindi. Bizim hazırladığımız Bir Evlenme oyununda Yıldız’la Halise de var. Kitabı göstererek onlara da rolleri için bilgiler olduğunu anımsattım. Onların rollerini Mahir Canova Öğretmen teksir olarak dağıtığından kitabın önsözü hakkında bilgileri yok.
*
Durakta, Öztekin Öğretmen:
-Ayaküstü bir sayım yapalım, bugün normal olarak ayrılacağız. Tiyatroya gideceklerin sayısını Mahir Canova istemişti, kimler gidecek? deyince bir çekimserlik oldu. Buna karşın ben tiyatroya gideceğimi söyledim. Yıldız’la Halise de bana katıldı. Öğretmen ne düşündüyse:
-Ben ikisinde de olamayacağım, bir yakınım Gülhane’de yatıyor, diğer tanıdıklarla bir grup, onu görmeye gideceğiz! Öğretmen böyle söyleyince tiyatro grubu birden çoğaldı. Öğretmen bana:
-İbrahim, sen bizimle inme, Yenişehir durağına geç. Faik Öğretmene ben söylerim, seni bugün affeder: Tiyatroya gideceklerin sayısını Mahir Öğretmene duyur. O şimdilerde Halkevinde olacaktır; yoksa bir süre beklersin!
Arkadaşlar Cebeci’de inince içime bir gariplik çöktü, trende ayrılıklar böyle oluyor, her halde! deyip istasyonlarda insanların çığlıklarını duyar gibi oldum. Yenişehir durağı Halkevi’ne yakın. Mahir öğretmen oldukça geç geldi. “On iki arkadaş” deyince:
-A, azmış, ben nedense otuz-40 olarak düşünmüştüm; öyle ya sizin zaten sayınız o kadar yok! deyip, teşekkür etti.
Halkevi’nden alt yola inerek Ulus’a çıktım. Arkadaşlar henüz gelmemişti, Berber Sabri’ye uğrayıp saçımı kestirdim. Sabri, saçımı nasıl koruduğumu bildiği için (biraz da şaka olarak):
- Saçlarına nasıl kıyıyorsun? diye sordu. Kampı anımsattım, bir hafta sonra nasıl olsa kesilecek! Sabri diretmemi söyledi:
-Kestirmesen ne olur? Geçen yıl birinin direttiğini anlattım. (Konservatuvar öğrencisi Nuri Altınok) Berberden çıkınca arkadaşlarla karşılaştım. Yeniden tiyatroya dönmek isteyenler olmuş, durumu anlatınca herkes rahatladı. Zaten bu konserde Türk bestecilerinin eserleri çalınacakmış. Necil Kazım Akses, Ulvi Cemal Erkin, Hasan Ferit Alnar, Cemal Reşit Rey, Nuri Sami Koray. Besteci adları sayıldı ama eserleri kimse anımsamadı.
Arkadaşlar, birer ikişer dağıldılar. Yıldız’la Halise de alış-veriş için ayrıldı. Nedense birden içimde bir kararsızlık sıkıntısı gelişti, kitabı açıp okumayı denedim, olmadı. Çıkıp yalnız olarak Berkalp Kitapevine gittim. Yeni yeni kitaplar var. Çoğu yeni basılmış. Hıçkırık, Allahaısmarladık, Dağları Bekleyen Kız, Şahika, Ana, Sarı Esirler, Maske, Akdeniz, Gazap Üzümleri…. Bunları hep okumuştum. Hangisinden ne kaldı ki? Pearl Buck’un Ana’sında adsız sansız birileri…Dağları Bekleyen Kız’dan tek başına bir kız. Gazap Üzümleri’nin filmini de gördüğümden özellikle Henry Fonda gözümün önünden gitmiyor. Akdeniz’deki hikâye kahramanları ilginç ama yabancı adları anımsamak bana zor geliyor. Maske’deki hikâyelerin bazılarını hiç unutamıyorum. Evde sürekli oturup tartışan bir kayınla enişte, evdeki (abla-eşi) bıktırmıştır. Sonunda evin bayanı eşi ile kardeşine bir bilinmeyen bayan ağzından mektup yazıp genel bir parkta buluşma önerisinde bulunur. Eş gibi kardeş de bu mektuba inanıp bir günü yazılan yerde beklemekle geçirirler. Usta Anton Çehov’un öteki hikâyeleri de zevkle okunacak düzeydedir. Özellikle Maske!
Aile Çay Bahçesi’ne girip, kitabımı okudum. Bir süre sonra Yıldız’la Halise geldi. Yenişehir taraflarında dolaşmak istediler, birlikte dolaştık. Onların gözleri, giyimli kuşamlı bayanların giysilerinde, benim gözlerim de o giysilerin içindeki insanların yüzlerinde. Kendi kendime soruyorum:
-Ben bayanların en çok nerelerine bakıyorum? Bunu çok uzun zamanlardan beri kendime soruyordum; bu kez sanki bulmuş gibi oldum; önce boylarına. Ablalarım boylu olduğundan olacak gözlerim hemen boylulara takılıyor. Kısa bacaklara sanki acıyor gibiyim. Boydan sonra yüzü önemsiyorum. Yüzle birlikte saçlar. Saçları da çok önemsiyorum. Bunda da Ablalarımın etkisi olsa gerek; onların saçları da gür, uzun. Muazzez’e de bunun için yakınlık duymuştum; herkesin kesik saçı varken onunkiler uzu, belik. Renk de öyle siyah değil, kahve ile kına arası. Yüzden sonra burun ilgimi çekiyor. Girdiğim filmlerin yıldızlarında zaman zaman çok beğendiklerim oldu ama onları sanki canlı değilmiş gibi düşünüyorum. Joan Fontaine ile Greer Garson çok farklı olmalarına karşın ikisi de bana göre güzel. Oysa onların ne saçları ne de yüzlerinde benzerlik var. Öyleyse benim, kesin bir yüz güzelliği çizgim yok! Bunları düşlerken yanımdaki Yıldız’la Halise’yi de süzüyorum. Halise, düşündüklerimin kesinlikle yakınında değil. Yıldız’ın çocuksu yüzü belki büyüdükçe güzelleşebilir, ama şimdilerde benim çizgilerimin çok dışında.
Güven Park’ta uzun süre oturduk. Çankaya taraflarına gidenler olmuş, beğenmemişler, bir süre de o konuşuldu. Devrim Tarihi dersleri uçmuş olacak, Halil Yıldırım:
-İstanbul’da onca saray varken, Atatürk, neden gelip buraya tıkılmış? deyiverdi. Birlikte gezdiği arkadaşı İbrahim Şen hemen karşılık verdi:
-İsmet İnönü şimdilerde niçin orada oturuyorsa onun için! Tartışmaya kimse katılmadı, kalkıp Halkevi yönünde yürüdük. Kapıdan girenlerin öğrenciler olduğunu görünce, biraz bozulur gibi oldum, küçük çocuklar bu tiyatrodan ne anlar? Anlaması bir yana vıdı vıdı konuşacaklardır. Oyun başlayınca durum değişti, sanki salonda kimse yoktu. Ben geçen yıl İzmir’den gelen Liseli izcilerin Satılmış Nişanlı operasını izlerken yaptıklarını anımsadığımdan irkilmiştim. Besbelli Ankaralı çocuklar deneyimli. Zaman zaman radyodan Ayşe Abla okulu öğrencilerini dinlemiştim. Belki de tüm Ankara okullarındaki öğrenciler bu tür gösterilere gidiyorlar. Bunları düşündükten sonra kendimi sahneye verdim. Verdim ama kişiler öğlesine değişik kılıklarda ki ayırmak zor. Ragıp Haykır’ı seçer gibi oldum. Gene de kuşkuluyum. Biraz da yerim rahat değildi, kendime bahane buldum. Tiyatrodan çıkınca herkes takıldığı kişilerden aldığı sözleri tekrarlamaya başlayınca algıladıklarımız da karma karışık oldu. Gene de hepimiz mutlu olarak istasyona indik. Ankara Garı bu saatlerde en kalabalık anlarını yaşıyor. Özellikle İstanbul yönüne kalkan uzun tren kalanların çoğunun ellerini sallatıyor. Bizim tren için gariban treni adı takıldı, arkasından kimse el mel sallamıyormuş. Bu ders yılının son konseri mi? sorusu önem kazandı. Son konsere herkes gitmek istiyormuş. Tiyatro son değil biliyoruz, iki gün sonra Bizim Şehir’i izleyeceğiz.
*
Yemekte, yarın yapılacak toplantı duyuruldu. Bu kez Genel Müdürün geleceğine kesin gözüyle bakılıyor. 3803 sayılı yasa hakkında konuşacak en yetkili insan. Ona karşı, bize yapılan haksızlıkları nasıl savunuruz? Acıklı olan da bu! Haksızlığa uğradığıma inanıyorsam neden söylemeyeyim? Dedim ama fazla da diretmedim. Arkadaşlar hep böyle, ikircil düşüncedeler. Olayın söylenmesini istiyorlar ama arkasından da zarar göreceklerinden ödleri kopuyor.
Yemekten sonra Kitaplıkta bir grup toplandı. Daha önce az çok kararlaştırdığımız konuları eleştiri olarak değil de daha sağlıklı biçimde öğrenmek için ortaya getireceğiz. Ben tasarladığım, ders konusunu söyleyeceğim.
Yatınca da bir süre düşündüm, okuduğumuz psikoloji dersi içine çocuk ya da öğrenci psikolojisi neden eklenmesin? Ankara Okullarında on yıldır araştırma yapan dr. Ziya Talat, sınıfta kalma olayını, çocukların psikolojilerinin önemsenmemesine bağlıyor. Bu konuda yetkili olduğuna göre demek ki bir hata ediliyor. Biz bu hatayı neden önlemeyelim?
Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’la konuşmuş gibi rahatlayıp uyudum.