Yeni Yuvamızda da Savaş Söylentileri Yakamızı Bırakmıyor
4 Aralık 1939 Pazartesi
Bütün arkadaşlar, Fikret Madaralı Öğretmenin savaşlar hakkında vereceği bilgileri bekliyor. İtalya -Yunanistan, Almanya-Polonya, şimdi de Rusya-Finlandiya. Bunların ardından da Almanya-Yunanistan savaşı çıktı. Öğretmen biraz gülümseyerek geldi. ”Günaydın!” dedikten sonra, “Biraz neşeli olduğumu sezmişsinizdir, küçücük Finlandiya, 3, 5 milyonluk Fin toplumu koca Rusya’yı durdurdu. Bolşevik sürüleri koyun gibi girip yağma yapacaklarını sanıyorlardı. Apışıp kaldılar. Buna seviniyorum!” dedi. Aptal Mussolini Arnavutluk’da, sonra da Yunanistan’da dersini almıştı. Şimdi de Stalin boyunun ölçüsünü alıyor. Hitler’in de yakındır!” Kitabı göstererek, “Avrupa hep böyle kan dökerek Avrupa olmuştur!” deyip Karolenj İmparatorluğu ile sonrasını-Roma Cermen İmparatorluklarını anlattı. Öğretmen o konuyu o denli duyarak anlattı ki, iki ders arka arkaya bitmiş, kampana çalınca gitmeye hazırlanırken Almanca Öğretmeni Ömer Uzgil Öğretmen kapıdan girdi. Bu kez kapıda bir süre konuştular, gülüşerek ayrıldılar.
Öğretmen “Guten Tag!” dedikten sonra “Fikret Öğretmenin konuşmalarından sonra Almanca dersine sıcak sarılmak kolay olmayacaktır ama, biz dilleri barış içinde yaşayan insanlar için okuyoruz. Gerçekte savaşanlar devletleri yönetenlerdir. Toplumlar onların buyrukları altında didişiyorlar. Gazetelerde okumuşsunuzdur. Yunanistan’dan kaçan binlerce Yunanlı Meriç Nehri boyunca yurdumuca insanca karşılayıp lokmalarını geçmiştir. Halkımız onları paylaşmaktadırlar. Bizim Almanca okumamız da bu duygularla olmaktadır. Bugünkü Alman yönetimi yıkılınca biz gene dost olup ilişkilerimizi sürdüreceğiz!” Öğretmen bu açıklamasından sonra Johann Wolfgang von Goethe’den bir şiir okudu: Vanderers Nachtlied, Gezginin Gece Şarkısı. Okumak isteyen var mı? diye sorunca parmak kaldırdım. Okudum. Öğretmen güldü “Şiir gibi okuyorsun, şiiri şiir gibi okumak güzel, bir de çevir bakalım!” dedi. “Sessiz tepelerin üstü!” diye başladım. Öğretmen “Sessiz tepeler mi? yoksa tepelerin üstü sessiz mi?” diye sordu. Sessiz tepe tamlamasıyla tepelerin üstü tamlamasını karşılaştırırken ders bitti. Öğretmen “Tartışmamız sürecek. Yanlışlar hep olacak doğrular da yanlışları hep kovalayacak. bu kaçınılmaz bir yarıştır!” dedi ayrıldı. İkinci derse şiiri ezber okumak için hazırlanırken öğretmen Almanca gramer yapalım dedi. Genitiv , Nominativ, Akkusativ, Dativ fiilleri örnekleyerek anlattı. Bana “Senin şiirini Sami’nin çevirisini haftaya dinleriz!” deyip ayrıldı. (Sami bir ara çeviri için parmak kaldırmıştı) Yemekte Almanca sözcükler soruşturduk. Çok sözcük bildiğimi sanıyordum. Doğrudan Almanca 10 kadar ad söyleyebildim. Türkçe sözcükleri söyleyince Almanca’sını anımsıyorum ama doğrudan Almanca sözcük anımsayamıyorum.
Öğleden sonra atölyede biz masa, komodin işimize devam ettik. Masalar kolay oldu ama küçük dolaplar sorun oldu. Kapak istekleri sonradan eklendi. Böylece kapak takılması, önde değişiklik gerektirdi. Ekler yapıldı. Bu da bizi biraz oyaladı. Gene de işi tutkallamaya dek getirdik. . Yarın tutkal işini, öbürsü gün de temizleyip cila işini tamamlayacağız. Atölyede mandolin çalışırken birden Binbaşı’yı anımsadım; kaç gündür gelmedi. Gelmediği de iyi oldu. Tam unutmuşken yarın çıkıp gelirse, söylediği gibi görüşeceğiz deyip tatsız konuşursa ne yaparım? Hiç değilse yarın da gelmesin, izinden sonra ne derse desin aldırmayacağım. “Aldırmayacağım!” diyorum ama adam karşımdaymış gibi söyleniyorum. Beden Eğitimi Öğretmeni de öyle, çocukların söylediği gibi ise kadının huyu böyle demek. Ben sussam bile gene bana söz söyleyecek. Kendi kendimi kuruntulayıp canımı sıkıyorum. İdris’in yaptığı gibi kalkıp gitmek istiyorum. Tam kalkarken içimden bir başka ses, “Sakın çalışmanı bırakma!” diyor. Müziğe İmni’yi çalıyorum.
Dersliğe gittiğimde arkadaşların da Binbaşı üstüne konuştuklarını, açık açık çekiştirdiklerini duydum. Çekiştirme nedenleri ise derse kendisinin gelmemesi; görevini yapmıyormuş! Şaşılası bir fark var, çekiştiricilerle aramda. Üsteğmenin yüzüne gülüp Binbaşı beklemek; bence çok tutarsız bir anlayış. Halil, Hüsnü, üçümüz aynı konuyu konuşuyoruz. Onlar da benim gibi düşünüyorlar. Bir insan bir yanı tutmalı, önemli bir değişiklik olmadan düşünce değiştirmemeli. Hüsnü benden daha iyi Almanca biliyor . Gezgincinin Şarkısı’nı benim öğretmene çevirdiğimden daha değişik çevirdi. Öğretmene karşı farkında olmadan mahcup olduğumu anladım. Hüsnü beni de düşündüğünden “Çevirilerde farklılıklar olur!” deyip. Emrullah’a bir Bulgarca tümce söyledi. Emrullah tümceyi Türkçe’leştirince bu kez, kendisi de söyledi, Emrullah’a sordu “Böyle olmaz mı? Emrullah “Olur!” deyince”Bak işte!” diyerek beni teselli etti. Yatınca nedense okuldaki kızları düşündüm, ”Nasıl cesaret edip gelmişler? Ayrıca okulun belli bir amacı var;Köye öğretmen yetiştirmek. Burada okuyup köylere öğretmen olarak gidecekler. Kızların köylerde öğretmen olması kolay olmasa gerek. Kırıkköylü Gülfize’yi düşünürken. Kırıkköy’den kalkmış, gelmiş. A ondan olsa olsa üç yaş büyük. Oysa ben, aynı sınıftaki, Yusuf, Hasan, Mehmet Başaran gibi küçük yaşlılardan tam beş yaş büyüğüm. İstese pekala A buraya gelebilir. Sınava girse kesinlikle kazanır. Gelse arkadaşlığımız sürer mi? Sanırım ben o zaman daha tertipli çalışırım. Bir süre bunu düşündüm. Sonra bunu saçma bulup tersini düşündüm. Ya gelince beni önemsemezse? Böyle bir olasılığa bile katlanacak durumda değilim. Kendimi çimdikleyerek kuruntularımı bozmaya çalıştım.
5 Aralık 1939 Salı
Hüsnü Yalçın nöbetçi. “Uyanalım arkadaşlar!” deyince takılmalar başladı. ”Başüstüne Momçe! Ya da, Kaksi dobralisi-Do gospotin Eminamzof. Petli kukurika, tri metekika. gibi sözler tekrarlandı. ”Bu kadar çok yabancı sözü kim aklında tutuyor? Dört Almanca sözü belleyemeyenler bu Bulgarca sözleri nasıl ezberlemişler? diyenler oldu. Birisi de “İçimizde pomaklar var, onların zaten anadillleri Bulgarca!” deyince patırtı koptu. Hüseyin Serin, ”Bana sataşana en ağır küfürleri basarım, gider Okul Müdürüne de anlatırım!” diyerek suçlu aramaya başladı. Hüseyin’in belli bir sesi var. O konuşunca sesi kolay ayrılıyor. Arkadaşlar bu nedenle hemen, “ Hüseyin söze karışmadı !” dediler. Kimileri de, ”Başka Bulgarca bilen var, gizleniyor savlarını öne sürdüler. Hüsnü arkadaş, ”Üstünde durmaya değmez, söyleyen kendini saklıyorsa, saklanmayı yeğliyorsa onun sözünden gocunulur mu? O zaten yok demektir!” diyerek acı acı gülümsedi. Konu, böylece bir kez daha kapandı. Ancak küçücük bir yerde tüm arkadaşlar yerindeyken bu sözleri söyleyenlerin ya da söyleyenin kimse tarafından görülmemesi kuşkulu bir durum yarattı. Birileri bildiklerini gizlediler. Kahvaltıdan sonra hemen Tabiat Bilgisi kitabından Kuşları bir daha karıştırdım. Bildiklerime, arkadaşlardan duyduklarımı ekledim. Salih Öğretmen “Günaydın!” dedikten sonra önce beni kaldırdı. ”Söyle bakalım sen köyde avcılık yaptın mı? gidince yapıyor musun, gidince yapacak mısın? ”Hükümetin avlanmasını istediği kuşlar için ava gittim. Ancak hiç kuş vuramadım!” deyince öğretmen, arkadaşların bilmezler, hükümetin avlanmasını istediği kuşlar hangileridir? diye sordu. Bizim oralarda, kargalar, saksağanlar olarak ikisini söyledim. Bu kez öğretmen bu av işinin gerekçesini etraflıca anlattı. Kuşlardan başka, kurt, tilki, domuz. Bölgesine göre daha başka yörelerde başka hayvanlar da bu listeye katılır’”diyerek açıklamalar yaptı. Bu kez kuşların. uçma özelliklerini incelememizi istedi. Ödevimiz, kuşlar havada nasıl uçuyor. Bir kuşu gözleyip saptayabileceğimiz hareketler anlatacağız. Dersten çıkınca Üsteğmenin geldiği muştulanınca ben, içimden bir daha “Oh!” çektim. ”Bu hafta da geçti. Haftaya da izinliyiz. Ondan sonrası dilerim daha iyi olur!” Üsteğmen gülerek geldi, hatırımızı sordu. ”Sizi birer birer tanımak isterim!” diyerek her birimizle ayrı ayrı konuştu. Askerliğimizi hangi sınıflarda geçirmek istediğimizi sorunca hepimiz sustuk. Mehmet Yücel arkadaş, askerlikde bir takım sınıf adları biliyoruz ama içeriklerini bilmiyoruz, deyince Üsteğmen “Bildiklerini sırala!” diyerek konuyu sürdürdü. Zaten amacı asker sınıflarını anlatmakmış. Mehmet Yücel, Gülerek, ”Dedem jandarmaymış, Babam topçu, bir dayım, süvari, bir dayım levazımdı. deyince üstteğmen “Oooo, maşallah maşallah!” dedi. Mehmet izin istedi, konuşmasını sürdürdü. Amcamın biri, istihkamdı, biri muhabere deyince işin şakaya döküldüğünü anlayan üsteğmen, ”Yeter, sana ne kaldı? diye sordu. Mehmet Yücel’in şakacı arkadaşları “Ona da sakalık kaldı!” dediler. Üsteğmen katılarak güldü. ”Ancak sakalık bir sınıf değil, arkadaşınız kendisine denizciliği ayırdı, siz sabredip orasını dinleyemediniz!” dedi Sonra da, . Denizcilikten başlayarak kısaca tüm sınıfları anlattı. Öğretmenimiz Ömer Tunalı’yı anımsayarak havacılıktan söz edenler oldu. Üsteğmen havacılığın yeni kurulmakta olduğunu, Havacılık sınıfına öteki sınıfların başarılı olanlarından seçme kişileri aldıklarını anlattı. Böylece bu gün, en güzel derslerimizden birini geçirdik. Bunu salt ben değil yakınımdaki tüm arkadaşlar söylediler. Herkes konuştu. İlgi duyduğumuz bir konuyu da öğrenmiş olduk. Gelecek derste de bize Yedek Subaylığı tanıtacağını söyledi. Buna ayrıca sevindik. Çünkü çoğumuzun gönlünde yatan, gerekirse teskere bırakıp subaylıkta kalmak düşüncesidir. Üsteğmeni yemek süresinde de uzaktan izledik. Tüm öğretmenlerle konuşuyor, gülüyor, güldürüyor neşeli görünüşüle ilgi topluyor.
İş dersinde önce gene atölyede toplandık. Değişik işler nedeniyle biz atölyeden ayrılmak gereği duyduk. Örneğin tahta rendeleme, kesme işleri olduğundan cila işlerini toz toprak içinde yapamazdık. . Bu nedenle biz arkadaki Yapıcılık bölümüne getçik. Orası şimdilerde boş , yapıştırmaları, boyamaları, cila işlerini oraya taşıdık. Bir ara Namık Öğretmen geldi, ”Tüm yaptıklarınızdan birer tane bana vermezseniz, sizi buradan çıkarırım!” dedi. Vereceğimiizi söyleyince, ”Verdiğiniz söz bile benim için çok değerli, antika eşya yerine geçti, hoşça çalışın. Bizim atölyemiz şimdilik yeterli, tüm Kepir alanı bizim, gönlümüzce çalışıyoruz!” deyip güldü. Hamdi Öğretmen bir süre dinledi Namık Öğretmene “Sen Garibim bugün çok efkarlısın, anlayalım!” deyince Namık Öğretmen, “Dün sen ne idiysen bugün de ben öyleyim!” deyince “Haaa, şu mesele!” deyip ikisi birlikte gülerek ayrıldılar. Naci Öğretmen hiç konuşmadı. Sanki söylenenleri duymamıştı. Az sonra İrfan Öğretmen gelince konu açıklandı. Mali yıl sonu yaklaştıkça ödemelerde aksamalar oluyormuş. İnşaat alışlarına da Namık Ergin Öğretmenle Hamdi Bağ Öğretmen aracı olduklarından ödemesi yapılmayan kişiler gelip bu öğretmenlere dert yanıyormuş. Naci Öğretmen etrafı göstererek, ”Buranın ilk durumunu en iyi siz bilirsiniz, tarlalık diyenler var ama tarlalık bile değil kuşkonmazlıktı. Buraya dikilen her çivi çarşı, pazar gezilerek kişisel kredilerle alındı, ödemeler hep sonra yapıldıBu çok güzel bir anlaşmaydı. Okul sorumluları bunu sağlamıştı. Ancak zaman içinde, İşlere okul dışı devlet sorumluları katılmaya başlandı. Bunların ağır çalışan düzeni gecikmelere yol açtı. Tatsızlıklar burtadan ileri gelmeye başladı!” Bunları dedikten sonra “Bunlar gelip geçici üzüntüler. Biz devlet için çalışıyoruz. Devlet kendi işini geç de olsa yapar. !” deyip konuyu kapattı. Zaten anlatılanları pek anlamadık ama Namık Öğretmeni, Hamdi Bağ Öğretmeni üzen işlerin bizi üzmemesi olanaksızdı. Susarak, içimizde sızısımsı duylularla işlerimizi sürdürdük. Masalar, küçük dolap ya da komodinler güzel oldu. Kurumaya bıratkık. Biraz ispirto kokusundan rahatsız olduksa da çabuk geçti. Naci Öğretmen ispirto ile ilgili bir öykü anlattı. Adam depo bekçisiymiş. Depoda ispirto da varmış. İspirto kabı delinmiş, ispirtolar bekçinin yatak altına dek gelmiş. İspirto kokusu içinde uyuyan adam sarhoş olmuş. Naci öğretmen bunu öğrendin, bundan sonra ispirtoya çok yaklaşma!” diye beni uyardı. Bunu dinleyince “İzin verirseniz ben de size yaşanmış, tüm Kırklareli halkının tanık olduğu bir olayı anlatayım!” dedim “Eski Kırklareli valilerinden birinin alkolik bir akrabası varmış. Sürekli içip sarhoş olduğundan Vali bu akrabasını Kırklareli’ne yakın Kavaklı istasyonunda görevlendirmiş. Görevi de istasyonda bekçilikmiş. İstasyon binalarından birinde yalnız yaşıyormuş. Sürekli içiyormuş. Parası rakıya yetmeyince daha ucuz deyip ispirtoya dadanmış. Son kez içtiğinde öyle sızmış ki sigarasını yakarken ağzından alev alıp tutuşmuş. Adam oturduğu yerde yanmış. İkinci kattaki oturduğu yer yanınca adamın kalan kısımları yandığı yerden alt kata inmiş.
Naci Öğretmen benim anlattığıma inanmadı. Bana da, “Sen inandınsa bunu bir daha düşün, bundan kuşku duy, araştır, bu akıl dışı bir durum, tutuşan binanın tamamı yanardı!” dedi. Ben de bunu köyde kahvedeki konuşmalarda duyduğumu, bizim köylülerin buna inandıklarını söyledim. Öğretmen köylülerin ispirto içip içmediklerini sordu. Köyümüzde çok bağ olduğunu, içenlerin şarap içtiğini, arada ispirto içenlerin de bulunduğu söylentilerinin olduğunu anlattım. Öğretmen biraz şaşırdı. “Ben köylülerin alkole uzak kaldıklarını bilirdim, sizin köylüler bizim köylülerden farklı galiba!” dedi. Ardından gülerek, “Biz bu alkol konusunu uzattık!” deyip kesti.
Paydostan sonra bir süre gene mandolin çalıştım. Köyde söylenen türküleri denedim. Çoğunu ses olarak çıkarıyorum ama sözlerini ayrıntılayacak ölçüde seslendiremiyorum. Hidayet Öğretmen Manastır şarkısını çalıyor, tüm sözlerin karşılığı olan sesleri çıkıyor. Bende ise sözlerin çoğu aynı ses içinde kalıyor. Babamın iki türküsü vardır. onları anımsayıp çalıştım. Olur mu beyler olur mu, evlat babayı vuru mu? Sizi millet hayınları-Bu dünya size kalır mı? Tuna Nehri akmam diyor-Etrafımı yıkmam diyor. Dini bütün Osman Paşa Plevne’den çıkmam diyor. Bunu doğru çalmaya başladım ama sözlerini tam bilmiyorum. Öteki de Padişah Abdülaziz için yakılmış. Uyan Aziz Sultan uyan-Kan ağlıyor bütün cıhan…diye devam ediyor. Çok ağır söylendiği için mandolinle zor oluyor. Etüt saatimizde tatil için konuştuk. Daha önce çok söylemiştim. Hüsnü Yalçın’ı köye götürmek istedim. Hüsnü önce sevinir gibi yaptı, sonra vazgeçti. Nedeni de Emrullah’ı yalnız bırakmak istememesi. Emrullah’ı şimdi götüremem. Kış olması nedeniyle bir, bir de ağabeylerim askerde, evin durumu nasıl? tam bilemiyorum. Belki küçük ablam da bize geldi. Bunları söyleyince Hüsnü iyice geri çekildi. Yaz tatiline bıraktık. Yazın daha rahat olur. Gerekirse kahveye yatak hazırlarız, diye düşündüm. Yatınca gene aklıma köy geldi. Geçen tatile başka düşüncelerle gitmiştim. Okulun yer değiştirmesi haberleri beni biraz üzmüştü. Şimdi de çok rahat değilim ama ne de olsa yeni bir okulumuz var. Bir yerlere sığıntı değiliz. Biliyorum kimileri gene “Bizim kepire gelseydiniz, burası daha çok işinize yarayacaktı, hiç değilse su vardı, orman vardı!” diyecekler. Böyle diyeceklere susturacak sözler bulacağımı sanıyorum. Örneğin insanlar Kepirte’den birkaç saat içinde İstanbul’a gidebiliyorlar. İnsanlar yaşamlarını yeniliklerle, uygarlık ürünleriyle kolaylaştırma savaşında, o nedenle böyle kuytu yerlere gelmezler. Ben iyi düşünerek konuşursam onların her sözüne bir karşılık bulabilirim. Çünkü onlar hiçbir sözü düşünerek kullanmıyorlar. Hep duyduklarını tekrarlıyorlar. Hatta duyduklarını tam olarak söyledikleri de kuşkulu. Kesinlikle kimi değişikler yapıp olayları da çoğu kez saptırıyorlar. Biliyorum şimdi en çok savaş konuşmaları yapacaklar. Çoğunlukla Almanları, Alamanlar diyerek övecekler. Ben de onlara Fikret Öğretmenin anlattığı tarla kenarlarında, çayırlarda, gübreliklerde biten dikenlerin kırılması öyküsünü anlatacağım. Bizim eşek dikeni, devedikeni, kuşkonmaz gibi adlar verdiğimiz dikenlere verdiğimiz adları, Hitler, Stalin, Mussolini dediğimizi, onları sopalarla kırdığımızı daha doğrusu niçin kırdığımızı anlatacağım. Böyle düşünerek uyudum.
6 Aralık 1939 Çarşamba
Sınıfın son numarası Ahmet Güner nöbetçi. Ahmet Güner’e bir çok ad takıldı ama genellikle ikisi kaldı. Sigara içtiği için tiryaki, Çok güzel söylediği Edirne Türküsü için “Aşık!” adı kaldı. Herkesin nazını çeken bir arkadaş. ”Uyanalım arkadaşlar deyince, ”Uyanmazsak ne olacak? ” diye soranlar oldu. Ahmet ses çıkarmadı. Ahmet’in susmasını anlayanayan arkadaşların gene aynı soruları sordular, ”Uyanmazsak ne olacak? Bir başka ses Hidayet Gülen Öğretmenin sesi “Kapılar üstünüzden kilitlenecek!” dedi. Hidayet Öğretmen gülerek her önünden geçene“Bak, bak, bak!” derken yatakhane boşaldı. İlk iki dersimiz matematik. Ahmet Gürsel Öğretmeni bekliyoruz. Aritmetikten de, geometriden de ödev vermişti. . Defterleri sıralara açıp koyduk. Sırayla bakıp geçti. Tahtaya Fisagor teoreminin çizimini yaptı. Bundan yararlanarak aritmetikte Karekök konusunu öğreneceğiz deyip bir kare çizdi, karenin içine gene küçük kareler çizerek, bunları çarpımlarla gösterdi. Kare kök alma formulünü yazdı. Örneklerle anlattı. 4-16-64-144-1024-2704 sayılarının kare köklerini istedi. İlk dördünü kafadan bularak yaptım formulüne göre yazdım. 1024’ü de yaptım. 27o4 de o sıfır da takıldım. Öğretmen “Yapanlar? diye sorunca yalnız Sami parmak kaldırdı. Öğretmen bir süre durdu. Haydi, bekleniyorsunuz!” deyince parmağımı kaldırdım. Öğretmen neyse bir kişi daha! İki oldu!” dedikten sonra 2704’ü tahtaya yazdı, karesini buldu. ”Çok basit ama kuralı kavrayamadınız!” deyip 121-361-7744-8281-12321 sayılarını ödev verdi. ”Beraber çalışarak bunları bulun!” dedi. Çıkarken tahtadaki Fisagor çiziminin silinmemesini tembihledi. Geometri dersimizde de gene ayni çizimden söz ederek çokgen alanları, alanların değiştirilmesi ya da birbirine çevrilmesine örnekler verdi. Düzgün çokkenarlar, çevre alanlarını tamamlamadan dersimiz bitti. Öğretmen devam edeceğiz deyip ayrıldı. Geometride anlatılanları çok iyi anladım. Aritmetikte kare kökü zaten biliyordum ama nedense kimi kez atladığım yerler oluyor. Acele ettiğimde kimi zaman yanılıyorum. . Daha sakin düşünmem gerektini bildiğim halde buna uyamamanın acısını duyuyorum. Yurttaşlık Bilgisi dersimizde öğretmen Kırklareli milletvekillerini sordu. Ben üçünü de biliyorum. Biraz ağır davrandım. Kadir parmak kaldırdı, kendi köylüsü Zühtü Akın’ı söyledi. Başka kimse konuşmayınca ben parmak kaldırdım, Zühtü Akın, Şevket Ödül, Fuat Umay dedikten sonra bunların üçünü de gördüğümü söyledim. Öğretmen ilgiyle dinledi. Zühtü Akın milletvekili olmadan önce Hamitabat köyünde oturuyordu. İlkokul 4. sınıfta oğlu İsmet, kızı Halime (Kadir kızın adını Hamdiye olarak düzeltti) ile okudum, Zühtü bey okula geliyordu. Ayrıca babamla iyi tanışırlar, bizim kahvemize sık sık gelirdi!” dedim. Şevket ödül ise Lüleburgazlıdır. Bizim kaldığımız okulun önünden geçen İstasyon yolu köşesinde ev vardır. Orada oturur, çarşı pazar dolaşır. Pehlivan güreşlerini yaptırır, halkla konuşur. Ben konuşmadım ama gezerken çok gördüm. Öğretmen gülerek dinledi, ”Öteki? ”diye sordu. Onu kırklareli’de kardeşinin dükkanında bir kez gördüm. Kardeşi Rıdvan Umay, dükkan işletir. Ağabeylerim oradan alışveriş eder. Beraber gittiğimizde ben de bu dükkana giderim. Bir keresinde herkes ayağa kalktı, “Doktor Fuat Umay” dediler. Ankara’dan gelmişti. Orada bulunanlarla konuştu. Öğretmen, “Arkadaşınız dikkatle çevresindeki olayları izleyip ayrıntılarıyla naklediyor. Böylece inandırıcı bir durum ortaya çıkıyor. Şevket Ödül’ün evi sahiden İstasyon yolunda benim kaldığım yere de çok yakın. Şevket Bey geldikçe orada kalıyor. Zühtü Akın’ı da arkadaşınız tanıttı. Bu ikisi hakkında arkadaşınızın anlattıkları dosdoğru bilgiler. Artık biz üçüncü için kuşku duymamalıyız. İşte bu tür ayrıntılı bilgiler çok zaman inandırıcıdır, bir belge niteliği taşır. Sizler, arkadaşlarınızın açıklamalarıyla Kırklareli milletvekilleri hakkında bilgi edindiniz. Bundan böyle “Hiç bilgimiz yok diyemezsiniz!” Eğer bununla yetinmeyip başka bilgiler toplar, daha ayrıntılara girebilirseniz, sağlıklı bilgi sahibi olursunuz. Ancak hem bilgi toplamaz hem de duyduklarınızı doğru olarak bilgi dağarcığınıza atmazsanız, bilin ki siz bilgi sahibi olamazsınız. Kimi insanların zır cahil kalması ile kimi insanların çok bilgili olmalarının gizi buradadır. İyi yurttaşların aynı zamanda bilgili yurttaşlar olması , bunların yetişmesine yardımcı olmamız, öğretmen olarak bizim başlıca görevimizdir. İşte biz bugün buna çalışıyoruz, gelecekte siz de bunu sürdüreceksiniz. Öğretmenlerin görevi, yurttaşlara yararlı olan bilgileri ona, yaşamında kullanabileceği canlılıkta vermesidir. Göz ucuyla bakılanlar iyi görülmez, can kulağıyla dinlemeyene doğru anlatılamaz, ağız ucuyla anlattıklarımız da karşımızdakinin yaşamına girecek ölçüde etki bırakamaz. Bunun en güzel örneğini Atatürk verdi. Bu nedenle Atatürk’ün söylediği sözler bir öğüt, bir emir, bir özlü söz özelliği taşımaktadır. Bunları okuduğunuz zaman Atatürk söylediği için değil doğruluğu için uygulamaya çalışın. O zaman hem gerçeği bulursunuz, hem de Atatürk’ün istediği adam olursunuz!”
Yurttaşlık Bilgisi dersini iyi yurttaş olmak için okuyorsak, bugün onun en güzel dersini aldık sanıyorum. Yaşamımızdaki ayrıntıların gerçekte bizi sağlıklı oluşturup biçimlendirdiğini bir kez daha anladım….
İş dersinde Naci Öğretmen “Yaptıklarımızı istenen yerlere götürelim!” dedi. . Ömer Uzgil Öğretmen çok memnun kaldı. Nahide Öğretmen çok teşekkür etti. Daha önce söylemeyi unutmuş, bir sergi tahtası ya da panosu istedi. Duvara asılacak, üstüne iğnelerle dikişler tutturulacakmış. Bayan Öğretmen öğretmenlerden çok bizimle konuştu. Evlerimizi sordu. Bana, ”Annen, yatak, yorga gibi eşyalarını, çamaşır türü eşyalarını nasıl saklıyor? dedi. Ben annemin olmadığını, dediklerini ablamın yaptığını, Yatakları, Yüklük denilen üstüste yığıldığını, çamaşır türü küçüklerin ise tavan altında Bohçalık vardır. Bir birine benzeyenler bohçalara sarılır, bohçalar sıra ile oraya dizilir. Evin tüm eşyaları bir duvarda topludur!” dedim. Öğretmen”Onlar kendi yöntemini bulmuşlar!” dedi teşekkür etti. Nahide Öğretmenin benimle konuşmasına sevindim. Konuşmadan önce onu ya çok büyük görüyor ya da çok yabancı biri gibi düşünüyordum. Oysa Hamdi Bağ ya da İrfan Evren Öğretmenden farksız. Biraz sesi değişik, ince, yumuşak. Ayrıca sevimli bir yüzü var. Ablası biraz farklı ama Nahide Öğretmen bence çok güzel. Bundan böyle rahatça konuşabileceğimi anladım. Ancak çok dikkatli, olmak gerekecek. Bayan Öğretmen Naci İnan ya da Namık Ergin Öğretmenler gibi hoşgörülü olmayabilir. Olumsuz bir etki alırsa bir daha onu düzeltmek kolay olmaz. O olumsuzluk giderek tüm kızlara yayılır. Onlara yayılınca da sanki onları rahatsız etmiş gibi erkek öğrenciler üzerinde de yanlış bir kanı uyanır. Benim, olmasını istemediğim de budur;iyisini beklerken kötüsüyle karşılaşmak. Uykuya yatınca da bu aklıma geldi. Nahide Öğretmen çok genç. Benim yaşıma yakın. Belki de ilkokullara aynı yıllarda başladık. O ara vermeden okudu, ben atlayarak. 3. sınıftan sonra 2 yıl, 5. sınıftan sonra da 3 yıl ara verdiğime göre tam beş yıl. Nahide öğretmen de sanırım 5 ya da 6 yıl okudu. Ben de ara vermeseydim şimdilerde öğretmen olabilecektim. O zaman A gözümün önüne geldi. O da okusaydı 2-3 yıl sonra öğretmen olabilecekti. Nahide öğretmenin yerine bir an A’yı koyar gibi oldum. İçim burkuldu. Geçen akşam, A gelip okusa diye düş kuruyordum, bu gece ise öğretmen olarak görmeye çalışıyorum. Ben mi A’ya yaklaşmaya çalışıyorum yoksa A mı bana yaklaşıyor? Kendimi suçladım. Kendi kendimi aldatmaya çalıştığımı duyumsadım, verdiğim kararları kendim bozuyorum….
8 Aralık 1939 Cuma
Hava yağmurlu… 6 Ali nöbetçi. İlk sözü, “Hava yağmurlu arkadaşlar!” olunca birileri sinirlendi. ”Sen nöbetçi misin yoksa yağmur habercisi misin?” diye çıkıştılar. Ali Aga da inatçı, hemen sordu, “Ne fark eder? Sen kalkmağa niyetliysen sesi duyunca kalkmalısın!” Tartışma uzayamadı, Hamdi Bağ Öğretmenin sesi gelince yatakhane hemen boşaldı. Kahvaltı ederken yağmur daha da şiddetlendi. Yağmurun artmasından benim gibi tasalanan yok. Arkadaşlar öğretmenlerin geliş gidişleriyle ilgileniyorlar. Oysa ben, yağmur artarsa yarın başlayacak iznimi düşünüyorum. Hemen yola çıkacağım. Yol çamur olursa oldukça zorlanacağım. Tahminim doğru çıkmayabilir düşüncesiyle kimseye de bir şey diyemiyorum. Varsaydıklarım içimi sıkıyor. Dersliğe geçince yağmur neredeyse dolu denecek irilikte camlara vurmaya başladı. Dersimiz fizik, boş geçiyor. Arkadaşlar da sıkılmış durumda, bir öneri ortaya atıldı, fizik kitabını okuyalım. ”Bir arkadaşımız okusun, biz hepimiz dinleyelim!” Sami Akıncı, etkili oldu, birinci dersten okumaya başladı. Şaşılacak bir durum, tüm arkadaşlar sessiz sessiz dinlediler. Sessizlik arttıkça yağmurun sesi de arttı. Fizikten sonraki dersimiz tarih. Fikret Madaralı Öğretmen geldiğinde o da şaştı. ”Şiddetli yağmur sizi sindirmiş!” dedi. Sami Akıncı arkadaşımız durumu açıkladı: ”Fizik dersimizi kendimiz okumaya karar verdik. Arkadaşlar sessiz durmaya söz verdiler, verdikleri sözü de tuttular!” dedi. Fikret Öğretmen güldü, ”Tabi tabiiii!” diyerek kararımızdan sevinç duyduğunu belirtti. Masa üzerine bıraktığı kitaplardan bir tanesini alarak kitabın kapağını bize gösterdi. Attila yazılı bir kitap. Öğretmen “Tarih olaylarının kimisi insanların ilgisini çok çeker. Yazarlar bunu bildiği için ilginç buldukları olaylar gibi çok ün yapmış kişilerin yaşamlarını da romanlaştırırlar!” diyerek konuşmasını sürdürdü. Geçen yıl okuduğumuz Büyük İskender, Jül Sezar, Napolyon Bonapart gibi büyük komutanların yaşamları üstüne değişik kitaplar yazılmıştır!” dedikten sonra “Büyük Hun hükümdarı Attila da bunlardan biridir. Batı ülkelerinde Attila adıyla yayımlanmış çok kitap olduğu söylenmektedir. Bunlardan birisi ise 6 cilttir. Bizim bir yazarımız da Bu kitabı yazmıştır. Peyami Sefa-Attila. Okursanız, hem Hunlar hakkında daha çok bilgiler öğreneceksiniz. Hem de insan olarak Attila’yı daha yakından tanıyacaksınız. Tarih olaylarını ya da büyük olaylara karışmış kişileri anlatan romanlara Tarih romanları denir. Bizim yazarlarımız içinde M. Turhan Tan bu tür tarih romancılarımızdandır!” Öğretmen bunu söyleyince Hasan Üner parmak kaldırdı, M, Turhan Tan’ın Devrilen Kazan kitabını okuduğunu söyledi. Öğretmen, ”Bu yazarı yakında kaybettik!” diyerek üzüntüsünü belirtti. Attila kitabını gösterek, ”Bunun yazarı yaşıyor, daha genç sayılır. Aynı zamanda gazetecidir. Başka romanları da vardır. Zamanla tanırsınız. Ben şimdilik salt Attila kitabını tanıtmakla yetineceğim!” deyip konumuza geçti. Attila’dan Hunlardan sözü günümüz Macaristan’na getirip “Bizim Macaristan dediğimiz ülkeye başka uluslar Hungaria diyorlar” deyip, Macarların öteki Avrupa uluslarından belli özellikler taşıdığını, dillerimiz arasında da bir ilişki bulunduğuna değinirken dersimiz bitti. Öğretmen çıkmadan önce, ”Biliyorsunuz, bu ara bir hafta kadar derslere ara verilecek, size ödev vererek, kitap taşıma sorunuyla karşı karşıya bırakmak istemem ancak dönüşte yoklama yapmak zorunda olduğum için konuları da büsbütün unutun diyemem. Bu nedenle izinden önce fırsat yaratıp geçtiğimiz konuları bir kez olsun gözden geçirmenizi anımsatmak isterim. Öğretmen çıkınca, arkadaşların bir çoğu, ”Öğretmen izinli gideceğimizi yeni duymuş!” gibilerde tutarsız yorumlar yapanlar oldu. İçimden güldüm. Öğretmen geçen derslerde de bu konuda konuşmuştu. Bu kez “Düpedüz yarın gidiyorsunuz!” demek istediği halde hala anlamamaları bence ahmaklıktır. Yağmur kesildi. Yağmurun çok yağdığı bizim merdiven yolların çamurlarını bile temizlemiş. Madaralı Hattı yeni yapılmış gibi ortaya çıkmış. Ötekiler de öyle. Ancak tuvalet çukurlarında da çökmeler olmuş. Çökmeler artarsa tahta kulübeler de çökebilir. Asıl sorun o zaman çıkacaktır. Esas tuvaletler tamamlandı ama nedense kanalı bağlanmadı, içine de gereksinimleri döşenmedi. ”Onları usta gelip tamamlayacak!” dendi ama gelen giden olmadı. Yemekten sonra atölyede toplandık. Atölyemiz gene akmış. Önce onu onardık. Bir grup arkadaşımız Tarım barakasına gitti, orası da akmışmış. Paydosta ayrılırken Naci Öğretmen bana “Yarın öğleden sonra ben burada çalışacağım. Sen derste olabilirsin, giderken anahtarı bırak!” dedi. Olay iyice açıklandı bence. Atölyeyi kapatınca anahtarı Naci Öğretmene verdim. Öğretmen teşekkür edip aldı. Doğru dersliğe gittim. Götüreceğim kitapları seçip dolaba indirdim. Dolabı gözden geçirdim. Çamaşır olarak hiçbir şey götürmeyeceğim. Tek yüküm kitap paketim. Onu da Lüleburgaz’da bırakıp, sonra oradan aldıracağım. Köye yaya gideceğimi düşünerek özellikle de bir hafta kalacağım için böyle yapıyorum. Halil gelince sordu, ”Sen gitmeye mi hazırlanıyorsun? ”dedi. ”Evet, paketi yarın Lüleburgaz’a götüreceğim, köyden gelenler oradan alacaklar. Bunlar benim fazla kitaplarım, burada kalabalık ediyorlar!” Durumu bildiği için Halil, ”Öyle!” dedi, herhangi bir kuşkuya düşmedi. Yemekten sonra düşüncemi Kadir Pekgöz’e söyledim, önce yanıldığımı söyledi. Sonra sonra aklı yattı, ”Dediğim gibi olursa benimle geleceğini söyledi. ”Burası çok yakın, daha rahat gideriz!” diyerek sevindi de. Kadir de ya inanamadığı ya da ortalığı karıştırmamak için hiç kimseye tınmadı. Öğretmenlerden de gelen olmadı. Gürültülü bir okuma saati arkasından da gene çok gürültülü bir etüt saati geçirdik. Ben bunu da yarınki iznimize bağladım. Ömer Uzgil Öğretmen “Nasıl olsa yarın izinli gidecekler, bu geceyi de diledikleri gibi geçirsinler, demiştir!” diye düşündüm. Yatınca da tüm bunları bildim, diyerek kendi kendime sevindim. Dediğim çıkmazsa, kendi kendime karşı bir yanılgım olacak. Bu nedenle kimseye söylemediğime de sevindim. Bu kuruntular içinde uyudum.
9 Aralık 1939 Cumartesi
Sefer Tunca kulağıma “İzinli gitmek istiyorsan kalk hazırlan!” dedi. Sefer köylüsü Fettah’a yardım için nöbete kalkmış, bana da bu sözleri şaka olarak söylemiş. Şakası bana göre doğru olduğundan hayretle “Nereden öğrendin?” diye sordum. Sefer güldü, “Hiçbir yerden öğrenmedim, sana şaka yaptım, sakın inanma!” dedi. Azıcık da telaşlandı. “Sen önemsemezsin diye şaka ettim, başkaları duyarsa, başıma dert olurlar!” diye de beni uyardı. Gülüştük. Ancak Sefer kendi şakasına ben de kendi gerçeğime gülüşmüş olduk. Kahvaltıda gene yağmur başladı. Öğretmenler şemsiyelerle yemekhaneye girdi. Kadir yanıma geldi, göz kaş etti. Karşılıklı omuz silktik. Kadir ne düşündüyse bana, ”Müzik dersinde ne yapacaksın? diye sordu. Ben de “Ey Gaziler şarkısını çalacağımı söyledim. Kadir gülerek, ”Sen çalarsan ben de söylerim, sözle sana katılırım!” dedi. gitti. Dersliğe gittiğimizde yağmur azaldı, sonra da kesildi. Arkadaşların gözleri yol kenarında duracak motosikleti bekliyor. Arada bir de bana “Seninki gelmedi!” diyenler oluyor. 6. sınıftan gelenler, Beden Eğitimi Öğretmeninin gelmediğini muştuladılar. Bizim derslikte de bir sevinç başladı. Bana göre tüm olaylar iznimizin tamam olduğu üzerinde birleşiyor. Hayret bir durum arkadaşların hiç birisi, ”Ya bugün izin verilirse? ”diye bir söz söylemiyor. Kampana vurdu, bayrak töreni yapıldı. Öğle yemeğine gittik. Öğle yemeğinde tulumba tatlısı var. Arkadaşlar bana takılıyor. ”Senin tatlı!” diyorlar. Ömer Uzgil Öğretmen kalktı, ”Milli Eğitim Bakanlığının emrine göre 7. sınıflar 9 - 17 tarihleri arası izinlidir. 18 aralık günü derste bulunmak üzere bugünden başlayarak okuldan ayrılabilirler. Trenlerle gidenler, otobüslerle gidenler gruplar oluşturarak bu saatten başlayarak yola çıkabilirler. Yaya gideceklerin en az iki arkadaş olması gerekmektedir. Tek gideceklerin izinleri yarın sabahtan başlayacaktır. !” Halil arkamdan omuzuma vurdu, ”Hadi gene bildin!” dedi. İsmet koştu, geldi gülerek “Dayı beni de götür!” diye takıldı. Benim hazırlığım tamamdı. İsmet hemen toparlandı. Kadir de benimle konuştuktan sonra hazırlanmışmış. Ömer Uzgil öğretmene uğrayıp izin aldık. Derslikteki arkadaşlara “İyi günler!” dileyerek yola çıktık. Okulun az yukarısında yanımızdan geçen bir boş kamyon bizi Lüleburgaz’a dek götürdü. Lüleburgaz içinde şöyle bir dolaştık. Kadir bir raslantı akrabasını buldu. At arabasıyla gelmişmiş. Kadir’i aldı. Bize de teklifte bulundu ama biz erken gitmek için İsmet’le yola koyulduk. Oldukça hızlı yürüdük, hava kararmadan bizim köye ulaştık. İlk olarak bizim kahveye uğradık. İsmet’in şansı üstündeymiş. Kızılcıkdere köyünde Cambaz Osman lakaplı tanıdık bizim köyde ağabeyi vardır ona gelmişmiş. Yarın sabah erkenden de köye dönecekmiş. İsmet benimle geldiğine çok sevindi. Eve gittik. Akşam gene kahvede uzun süre oturduk. Bizim köylüler, özellikle İsmet’e kendi düşüncelerine uygun sorular sordular. İsmet’i uyardığım için sık sık beni de konuşmaya çekerek açık vermemeye çalıştı. Kendi köylülerini de kısmen bildiğinden sorulan soruları geneliyle doğru anlayarak yerinde yanıtlar verdi. Buna ben de sevindim. Eksik olanları da belleğime yerleştirerek ilk fırsatta ortaya getirip eksiklikleri tamamlayabileceğimi tasarladım. Zaten konular iki üç nokta üzerinde toplanıyordu. Yapılan savaşlar, nedenleri, bizim okulla öteki okulların arasındaki ayrılıklar, Bizim okulda okutulan derslerle bizim askerlik durumlarımız. Bizim okuduğumuz dersler üstüne İsmet güzel sözler söyledi. Savaşlar için ise, ”Dayım bu konuda size daha doğrusunu anlatır. O öğretmenlerle bile bu konuları tartışıp “Aferin!” alıyor, deyip kesti. Kültür derslerindeki çabalarımı, sanat derslerindeki çalışmalarımı öyle anlattı ki ben bile kendimi bu denli övemezdim. Komşular bir yana babam ilgiyle dinledi. İsmet konuşurken özellikle elindeki işleri bile bırakıp sözlerin sonunu bekledi. İsmet benim ölçümde yürümeye alışık olmadığı için çabuk esnedi, o esneyince de oldukça erken kahveden ayrıldık. Zaten Cambaz Osman amca da erken gideceklerini söylemişti. Bunu da bahane gösterince kahvedekiler, İsmet’e “Gene gel, daha uzun kal!” gibi dileklerde bulundular. İsmet’in babası bizim köye sık sık geldiğinden pek yabancı sayılmaz. Bu nedenle de İsmet’e sıcak davrandılar. Eve gidince İsmet bana, ”Sizin köylüler çok nazik insanlar, sen bunlardan neden şikayetçisin? ” gibilerde sözler söyledi. Ben de İsmet’e sen sizin köylülerden memnun musun? Ben de sizin köye gidince benzer şekilde dinleniyorum ama arkamdan neler söylediklerini duymadığımdan da memnunum. İsmet sordu, ”Şimdi benim arkamdan konuşacaklar mı? ””Konuşamayacaklar, çünkü bizim kahvede konuştun, babam, ağabeyim, aileden başkaları da oradaydı. Ancak oradan başka yere geçilince neler söyleneceği kuşkuludur!” İsmet, söylediklerime inanamadı, güldü. ”Dayı, o kadar da değildir!” dedi. Ablamlar, Ali ağabeyim İsmet’le konuştular.
10 Aralık 1939 Pazar
Osman Amcanın sabah erkeni öğleye doğru imiş. Kahvenin önüne arabayı çekince atlarını övdü. Gerçekten uzun ayaklı, canlı atlar. ”Bir saat sonra Kızılcıkdere’deyiz!” diyerek İsmet’i teselli etti. İsmet’i kahvenin önünden uğurladık. Biz bahçeden kahveye girene dek onlar karşı mezarlık yokuşuna çıktılar. Cambaz Osman dediğini kanıtlamak için olacak, atları son hızla sürdü. Biz arkalarından bakarken onlar Deveçatak köyüne ulaştılar. İsmet trenle gitseydi bundan daha hızlı gidemeyecekti. İsmet gidince kahvedekiler bir süre İsmet’i övdüler. Arkasından Babası Muhittin eniştemi andılar. Onlar Muhittin eniştemi Muhittin Ağa olarak anıyorlar. Sürdürdüğü iş olarak da “ Tümen Mütayidi” diyorlar. (Müteahhit: Bir iş, bir satış sorumluluğunu üslenen) . Bir başka sıfatı da Yeni Ağa. Bu yeni zengin anlamında kullanılan bir sıfat. Muhittin Eniştemin babası varlıklı değilmiş. Benim (Annemin babası) dedem Muhittin enişteyi iç güveyisi (Zühre teyzeme-İsmet’in annesi) olarak almış. Eniştem, işleri daha ilerleterek çevredeki ağalar arasına girmiş. Bu konuşmalarda kapalı olarak eleştiriler olur ama bunlar apaçık ortaya dökülmez. Kimi zaman eleştiriye döndürmek için karşılaştırmalar yapılır. Örneğin “Muhittin Ağa çok dürüst bir insandır!” sözü edilirse karşıdan biri hemen “O da Adem Ağa gibi!” benzetmesi yapılır. Bu arada söze karışanlar olur, Adem Ağa’nın onlarca iyi tarafı sıralanır. Arkasından da “Canım nerde şimdi Adem Ağa gibisi, kim yetişir onun saygınlığına? ”deyip Muhittin enişteyi toz ederler. Bu yöntem salt Muhittin Ağa için değildir. Ortaya getirilen tüm değerler böyle gözden düşürülür. Muhittin Ağa için göklere çıkarılan Adem Ağa övülürse Kızılcıkdere’den Mehmet Ağa ortaya getirilir. Bir başka konuşmada Mehmet Ağa’ya karşı Hamitabat’tan Ali Ağa yükseltilir. Bu yöntem asker kesimi için de çok geçerlidir. Falan general, filan albay gibi gelmiş geçmiş valiler, kaymakamlar da boylarını ölçüsünü alırlar. İsmet’le gelişime bir bakımdan mutlu oldum. Bu kez köyde bu tür konulara hiç karışmayacaktım. Ancak “Karışmıyorum!” deyip susmak da sakıncalıdır: . Onun da nedeni araştırılmaya kalkılır: . Her zaman konuştuğuma göre bu kez neden sustu? Sorusu onları daha çok kışkırtmış olacaktı. . Bu kez, . İsmet böyle konuştu, ”İsmet bunları açıkladı, İsmet’in anlattığı gibi diyerek sözü üstümden atmanın yollarını arayacağım. Çünkü gelir gelmez İsmet’e bana soracaklarını sordular. Sağ olsun o da yılmadan, yanılmadan hepsine en ortadan yanıtlar verip geçti. Bana da aynı doğrultuda daha geniş yanıt yollarını açtı.
Asker ağabeylerim hakkında bilgi aldım. Bektaş ağabeyim, Kırklareli-Kavaklı İstasyonunda imiş, sık sık geliyormuş. Geçen hafta gelip bir hafta kalmış. Yakında bırakılacaklarından söz ediliyormuş. Mahmut Ağabeyim biraz uzakta, Edirne-Süleoğlu yakındaymış, 15 gün önce de o gelmiş. En şanssızı küçük ablam, eniştem Bayremiç’e düşmüş. Mektupları sık geliyormuş. Birlikleri de bugün yarın Lüleburgaz dolaylarına gelecekmiş. Dilerim bizim Kepir’e yakın gelir. Özellikle Umurca tepeleri çevresi asker yığınağı gibi. Bunu söyleyince babam dayanamadı. ”O tepelerin yanında asker yığılması bir başka zaman da oldu ama çok uğursuz geldi. Balkan Savaşı öncesi orada öyle asker yığılmıştı ki, karınca ile ölçülüyordu. Oysa askercikler orada Bulgar askerinin baskınına uğrayıp yarı yarıya tuzağa düştüler!” diyerek bir acı anıyı anımsadı. Bu arada bizim okulun yeri de bir süre meydan savaşı olanı olarak kalmış iki kez el değiştirdikten sonra Bulgar ordusunun elinde geçmiş. Babamın tahminine göre bizim savaş komutanımız beceriksizliği yüzünden Umurca-Saranlı ile onların arkasındaki Ergene’ye dönük alan iyi yerleşmiş güçlü bir Türk müstahkem alanıymış. Onların üstüne herhangi bir birlik gidemez gitse bile onları oradan sökemez inancı yaygınmış. Ne var ki beceriksiz kumandan Abdullah Paşa, orduya “Çekil!” emdi verip teslim olmuş. Tam olarak savaşa bile girmemiş olan askerin büyük bir bölümü, savaş dışı bırakılmış. Babam asker değil ama, o günleri yaşamış, yetişkin bir insan. Köyünün muhtarı. O dönemde insanlar kendi dar çevrelerinden kolay kolay çıkmazmış. Oysa babam1901-1912 arasında sekiz kez İstanbul’a gitmiş. Kuşkusuz babamın bildikleri, halk arasında dolaşan söylemlerdir. Zaten anlatırken. : ”Bunlar o günlerin tevatürleridir, gerçeği sorumlu devlet adamları bilmektedir!” der. Gene de ben, babamın anlattıklarına kesin kez inanıyorum. Balkan Savaşı’nın Bulgar cephesi üstüne yazılanları okuyana dek bu inancımı sürdüreceğim. Bunları bulup okuduktan sonra değişik bir yargıya varırsam, o zaman belki kuşkularım olabilir. Şimdilerde içimden bir ses, babamın söyledikleriyle bu savaşın gelişip sürüşünü anlatan tarafsız yazıların da babamın anlattıklarıyla tıpatıp örtüşeceğini muştular gibi geliyor. . Ya da ben o duyguların etkisindeyim. Bunu zaman gösterecek!. Acı gerçek ortada; babam Bulgaristan bizim bir parçamızken oradaki bir yörede doğmuş. Çocukluğu gibi ilk gençlik yıllarını da orada geçirmiş. Askerlik çağı gelince ilk kez bir Bulgaristan devleti sözünü duymuş. Ailenin ekonomik durumu iyiymiş. Askerliğini bedelli yapmak için baş vurunca, bedelin Bulgar makamlarına önderneceği söylenmiş. Dedem, babamın bedelini Bulgar makamlarına yatırınca düş kırıklığına uğramış. Yıl 1892 Bulgar görevli, küçümseyerek söylemiş: “Siz zaten zorunlu bedel ödeyecektiniz. Çünkü biz devletimizi daha yeni kuruyoruz. Henüz asker örgütü kuracak durumda değiliz. Sizlerden topladığımız paralarkla bu işe başlayacağız!” Gerçekten iki yıl sonra babamın bir küçüğü Bektaş amcam için zorunlu bedel ödetmişler. Bundan sonra Bulgarlar gemi azıya alıp oradaki Türkleri rahatsız etmeye başlamış. Babamlar 1900 yılında yurtlarından ayrılmışlar. ”Bizim bir yurdumuz var, oraya döner özgür yaşamımızı sürdürürüz!” deyip şimdiki köyümüzü kurmuşlar. İşte on yıl önce ordusu olmayan Bulgaristan 1912 yılında koca Osmanlı İmparatorluk ordusunu perişan edip İstanbul’a dayanmıştır. Bu konuda böylesi ayrıntılı bilgisi olan babamın anlattıklarını ben dikkatle dinliyorum, hiç kuşkusuz güven duyarak bilgi dağarıma katıyorum.
11 Aralık 1939 Pazartesi
Ali ağabeyim erkenden Lüleburgaz’a gitmiş, kitaplarımı da getirecek. Kendi işleri olduğu için zaten gidecekmiş. Hava güzel. Ben öyle dedim ama ablam kuşkulu. ”En güvensiz günlerdeyiz. Kışın başlangıcı kararsız geçer. Bakarsın iyi gibi, az sonra aldandığını anlarsın. !”diyor. Küçük ablam geldiğimi duymuş, ben ona gitmeden önce o geldi. Oğlu büyümüş. Saim. ”Nerden buldunuz bu adı, ne anne ne de baba taraflarında böyle bir ad yok!”dedim. Ablam, ”Eniştenin asker arkadaşı varmış, onunla sözleşmişler. Ondan kalan bir akit!” dedi güldü. Ancak gülüşü bir yakınma etkisi bıraktı. Anladım, hemen ekledim “Akitler, makitler neden yapılır? Bunların yürümediğini bile bile akit sürdürmenin ne anlamı var?”Ablam ağlamaklı bir sesle”Ben bunları hep düşünüyorum ama benim gibi düşünmeyenlere bunları anlatmak çok zor!”Meğer ablam bu konuda dobdoluymuş,olayı depreştiğime üzüldüm. Neyse gene de kendini tuttu. Hemen C’den söz açtı. Eskiden çok sevdiği halde şimdi onunla konuşmak içinden gelmiyormuş. Ablama gene abla diyormuş ama bu “Abla!” sözü ablama tırmalama gibi geliyormuş. Bu kez ben, ”Canım ablacığım!”deyip sarıldım. Bir süre öyle kaldık. Sözü değiştirip Saim’in “ba-bu-bı-gı-ı deyişlerine geçtik. Oturması, elleriyle tutması, uykusu derken konumuz umut, neşe yönüne döndü. En büyük dileğimiz de eniştemin bir an önce askerden dönmesi oldu. Ablam, beni iyi gördüğünü söyledi. Köyde yaşdaş gibi görünüp de aslında birkaç yaş farlı yetişenlere hep akran derler. Bunların arasındaki yaş farkı ancak askere alınınca belirginleşir. Benim akranım sanılıp da askere alınanları gördükçe bir çokları beni soruyormuş. Birilerine göre de ben, okulda bir tür asker kaçağı durumuna düşmüşüm; bir gün yakalanıp cezalı olarak götürülecekmişim. Eğitmen Mustafa ağabeyin açıklamalarına, muhtar Çavuş Amcanın düzeltmelerine karşın bu tür tevatürler yayılıp kuşku uyandırılıyormuş. Ablalarıma bunları anlattım. Dün akşam İsmet’e de bu konu soruldu, İsmet açıkladı. Dilerim aynı sözler bir daha ortaya dökülmez. Ablalarım buna çok sevindiler. Askere gidince yedek subay olacağımı anlattığımda ablalarım sevinir gibi oluyor ama gözlerinin kuşkuyla baktıklarını duyumsuyorum. Onlar günlerce beni asker kaçağı olarak düşündüklerinden, düşlerindeki suçluya subaylığı bir türlü yakıştıramıyorlar herhalde!Sanırım babam da aynı duyguların etkisinde. Askerliğimi yedek subay olarak yapacağım!”deyince babam, ”Kısmet, bakalım o günler gelsin!”deyip kuşkusunun izlerini istemeyerek belirtiyor. Akşam küçük ablama gitmeye karar verdim. Babamla büyük ablam da bu kararıma sevindi. Ablamın kızı Gülsüm uzun zamandan beri küçük ablamda kalıyormuş. Onu dinlendireceğim. Kahveye uğradım. Hilmi, Mehmet, Yaşar arkadaşlarla konuştum. İbrahim’le Lüleburgaz’da karşılaşmıştık. Onları konuştuk. Akşam ablama gittim. Ablam erkeden yatmamı söyledi:” Saim gece yarısı yaygara yapar uyandırır, bir de huysuzlaşırsa sabaha dek uyuyamazsın. Bu nedenle ne uyursan yararına olur!” diyerek yatmamı önerdi. Erkenden yattım. Yatınca bir yıl önceki günleri anımsadım. Zaman zaman gelip ablamda kalıyordum. Eniştem o zaman ilk askerliğini yapıyordu. Zaman zaman mahallenin kızlarından ablama arkadaşlığa gelenler olurdu. Onlar gelince ben eve gidiyordum. Bir gece, ablamın, yakın komşularının köpekleri olağan dışı havlamaya başlayınca çift namlulu tabancamı alıp geri gelmiştim. Ben geldikten sonra köpeklerin sesi birden kesildi. Gene eve dönecektim. Ablam çok geç olduğunu, orada kalmamı önerdi. Tam uyurken köpekler gene havlamaya başladı. Tabancayı hazırlayıp evin önüne çıktım. Az ilerdeki yol kenarında birisi sigarasını salladı. ”Ben buradayım!”demek istedi. ”Anladım, sen oradasın ama acaba elimde çiftelinin bulunduğunu görebiliyor musun? ”dedim.Bir süre karartılarda bir kımıldama olmadı. Daha sonra üç kişi alçak çitin önünden geçip uzaklaştılar. Kişilerden birini hayal meyal tanır gibi olmuştum. Ya da ben öyle yakıştırdım. O sıralar bir söylentı çıkarılmıştı. Bu söylentiye adı karışan A da o akşam oradaydı..Sonraki yorumlara göre :Sözde kızın haberi varmış, gelen üç kişi zor kullanmış gibi yapıp kaçıracakmış. Sonra da anlaşarak, anne-babaya oyun oynayacaklarmış. Kızın kardeşi de o gece ablamlardaydı. Sabahleyin kız koşarak gidip olayı annesine anlatmış. Anneleri beni görünce “Yalan uydurdun, benim kızım senin bildiğin kızlardan değil!”gibilerden sözler söylemişti. Bir süre sonra olay, benim önlediğime benzer bir şekilde tekrarlandı.O zaman da kızın kaçtığı,kaçırıldığı söylemleri karmaşık şekle dönüşmüştü. Bunları anımsayarak uyudum.
12 Aralık 1939 Salı
Sabahleyin ablam dürterek uyandırdı. “Kalk dayısı, Saim seni uyandırmamak için ağlamıyor, bir de uslu durumunu gör!”dedi. Bir raslantı olacak, Saim de gece boyu uyumuş. Uğurlu geldiğime ben bile inandım. Bakalım ikinci gece ne olacak! Elimle işaret ederek, “Ağlarsan küserim sana diyorum. Saim iki ayağını oynatarak zıplıyor, gı gı gı diyerek gülümsüyor. Öğleye doğru kahveye babamın yanına gittim, eve uğradım. Ali ağabeyim kitap paketimi getirmiş, tarih kitabımı alıp gene Saim’e döndüm. Saim beşikte uyuyor. Sanırım onunki biraz zoraki uyuma. Hık mık sesleri çıkınca beşik sallanıyor. Sallanınca da Saim bir süre susuyor. Yüz sürekli örtük. Bir ara kıpırdandı, beşiği salladım. Arada yüzünü açtım, uyandırmamak için soluğumu tutarken Saim’in güldüğünü gördüm. Beşik bağları içinde sevinçle kıpırdamaya çalışması çoktandır uyumadığını gösteriyordu. Ablama anlattım. Ablam “Kurnaz bir şey olacak, o hep öyle yapıyor! ” dedi . Bağlarını çözdürüp minder üstüne bıraktım. Büyük insan gibi gerindi, yuvarlandı, güldü, ellerini tuttu, ellerine baktı. Uzun süre kendi kendine oynadı, ellerini ayaklarını oynattı. Ayaklarını tuttu, ters döndü. Ablam alıp oturttu. Saim uzun süre oturdu. Gözleriyle çevresini izledi. Arka arkaya esnedi, devrilip gene uyudu. Ablama göre serbest olunca çok kıpırdadığı için yorulmuş. Bu şimdi yorgunluk uykusuymuş. Ablama bir şey demedim ama, kesinlikle doğrusunu düşündüğüme inandım: Saim beşikte kapalıyken uzun süre uyanıkmış. Sallandığı için ağlamıyor, ya da ağlayamıyor. Rahat kalınca hareket etti, yoruldu, rahat rahat uyudu. Biz konuşurken Gülsüm geldi, bana haber getirdi. Ali Ağabey yarın Kırklareli’ye gidecekmiş, istersem ben de gidebilecekmişim. Dönüşte Kızılcıkdere’de bir gece kalınacakmış. Sevindim. Kırklareli’de amcamlara uğrayacağım. Hasan Amcama müzik çalıştığımı anlatacağım. Gece de İsmet’lerde kalacağız. “İki günüm geçecek ama!” deyince ablam, “Olsun, gidip göreceklerin olacak, Zühre Teyzemiz sevinir, Elif Teyzemize uğrarsın!”dedikten sonra “Nasıl olsa Saim’e de uslu durmayı öğrettin, sen gelene dek bu sürer. Gülsüm Teyzesi de ona çok iyi teyzelik yapıyor!”diyerek beni rahatlattı, gitmeye karar verdim. Akşam üstü eve döndüm. Bir süre kahvede kaldım. Eğitmen Mustafa Ağabey geldi. Okuldan, derslerden söz ettik. Askerlik derslerimizi, Binbaşı olayını anlattım. Mustafa Ağabey katıla katıla güldü. Dinleyenler biraz şaştılar. ”O seni affetmez!”diyenler oldu. Mustafa Ağabey, ”Affetmese ne olacak? O Binbaşı orada daha kaç gün kalabilir ki? ”diyerek kuşkuları dağıttı. Bunu anlatışım bir bakıma iyi oldu, beni daha cesur sayacaklar;çünkü onların anlayışları bu yönde gelişmiş. ”Benim için Binbaşıdan bile korkmuyor!”demeye hazırlar. Ya da bunun tam tersini düşünüp işin içinden çıkarlar. Ancak burada beni kesinlikle öveceklerdir. Çünkü burada onlar için çok önemli bir durum var;onların askerlik anılarındaki kahramanlar, erler, çavuşlar, arada bir de başçavuşlardır. Bu sıralamadaki rütbeler yükselse yükselse teğmene, bilemedin üsteğmene dek çıkar. Yüzbaşı sözü asker anılarında ender geçer. Binbaşılar onlar için ulaşılamaz yüksekliktedir. Daha yüksek rütbeleri ise doğru dürüst ayıranları bile azdır. Bilenler de ezberlemiş olarak belleklerinde tutarlar. Askerlik süreçlerinde evlerinde emirerliği yapanlar dışında,Binbaşılar düzeyinde bir anlatısı olan bulunmaz. Bunları düşünerek erkenden yatıp uyudum.
13 Aralık 1939 Çarşamba
Güneş doğmak üzereyken yola çıktık. Hava esintisiz ama sert soğuk. Arabada dört kişiyiz. Ben iyice sarındım. Biraz da konuşmak istemediğim için soğuğu bahane edip ağzımı kapattım. Köyden çıkınca, önce Kavakdere sonra da Asılbeyli köylerine uğrayarak Kırklareli’ye ulaşacağız. Bu yoldan kaç kez gittiğimi anımsıyorum. Köyden çıktıktan sonra uzun süre bizim köyün merası, tarlaları uzar gider. Harmangölü denilen yeri geçince Kavakdere görünür. Yol, köyün kıyısından geçer. Yol üzerinde ilginç bir kuyu vardır. Kuyunun kenarına kalın bir ağaç dikilmiş, üst ucu çatal olan bu ağacın çatalı arasına başka bir ağaç takılıp demirle tutturulmuş. Aşağı yukarı rahat oynayan bu ağacın ince tarafına zincir takılıp ucuna da bir kova bağlanmış. Ağacın öbür ucu kalın özellikle de ağır olduğundan bırakılınca aşağıya inerken doğal olarak ince uc yukarıya kalkıyor. Su almak isteyenler az bir güçle zinciri aşağıya çekip kovayı suya daldırıyor. , zinciri bırakınca ağır taraf dolu kovayı yukarıya çekiyor. Böylece su kovası hiç güç harcamadan çekilmiş oluyor. Çocukluğumda bunu öğrendikten sonra bir süre salt bu kuyudan su çekmek için Kırklareli’ye sık sık gitmeye kalkıştığım olmuştu. Büyüklerim bunu bildiklerinden, her gidişimde de bu isteğim karşılanır, hiç değilse bir kova su çekince Kırklareli’ye gidişim bir anlam kazanırdı. Bu kez öyle bir istek duymadım. Bu istek sanırım güzel havalarda depreşiyordu. 1935-36-37 yıllarının özellikle Aralık aylarında bir gün ara ile buradan çok geçtim. Bu kuyudan sonra Lefeci yoluna sapıp Kavaklı istasyonuna giderdik. O yıllar çok pancar ekiliyordu. Götürmekle yükümlü olduğumuz pancarlar Alpullu’ya teslim edildikten sonra artan ürünler nedense Kavaklı istasyonuna taşınıyordu. Bu fazla ürünleri taşırken çok zorluk çekiyorduk. Bizim ailede nedense bu iş o yıllar hep Bektaş ağabeyime veriliyordu. Ben de onun yanında gözcü, yardımcı olarak bulunuyordum. Yaptığım iş, arabanın yanında durmak, Bektaş ağabeyim hayvanları yola koyultmak için yedeklediği sıralar arkadan dehlemekti. Oysa ben, Bektaş ağabeyime çok yük oluyordum. Beni üşütmemek için kaç kez sırtından ceketini çıkarmıştı.. Islandığım zaman beni kurutmak için çabalayışlarını hiç unutamıyorum. Açlık, susuzluk konularında da kendinden çok benim için tasalandığını biliyorum. Dönüşte çoğunlukla gecelere kalıyorduk. Uyumamam için bana öyküler anlatıyordu, şarkılar söylüyordu. Uyursam, daha çok üşüyecekmişim. Uyurken üşümeler ölüme bile neden olurmuş. Ağabeyim bunları anlatıp, beni uyanık tutmaya çalışıyordu.İşte bu koşullar altında gidip gelirken bu kuyudan su çekme isteğim azalmış giderek de yok olmuştu.. Şimdi gittiğimiz Asılbeyli köy yolunda, anlattığım kuyudan başka daha iki yer benim için önem taşır. Büyük dereye yokuşunu inmek, inince de Şeytan Deresinin suyunu geçmek. İniş, benim için çok uzun bir yoldur. At arabasıyla bir saatten fazla sürer. Sayısız iniş çıkışlı büküntüler bulunur. Geçmiş yıllarda ise buralarda haydutlar yaşar, gelen geçeni soyarmış. Bunlar üstüne sayısız olay dinlemiştim. Bir tanesini de babam, olayın geçtiği yeri göstererek anlatmıştı. . Orasını iyi belledim, bir daha da belleğimden çıkmadı. . Bu kez de dinlediklerimin her biri için gördüğüm çukurluklardan yerler seçip olayları oralara yerleştirmiştim. Böylece her olayın bir yeri olmuştu. . Daha sonra geçtiğimde her olayı kendi yerinde düşleyip abartılı bir şekilde olayların içinde yaşamaya başlamıştım. Bu kez o abartılı anlatımları değil de yerleştirdiğim çukurluklara, küme küme ağaçlara bakmakla yetiniyorum. . Suyu geçtikten sonra her ey güzelleşir. Zaten sudan sonra hemen Asılbeyli köyü gelir. Bu köyün insanları çok iyidir. Burada babamın, ağabeylerimin çok tanıdıkları vardır. Köyde çoğunluk, bahçe işleriyle, sebze ekimiyle uğraşır. Sebzeleri köylere kendi arabalarıyla dağıtırlar. Bu dedenle bizim köye gelenler, bizim kahvede konaklar, hayvanlarını bizim handa barındırırlar. Köyün kuzey tarafı bağlıktır. Bağlar, köyden başlar Kırklareli bitişiğine dek sürer. Asılbeyli köyünün son evi bir bağ içinde olduğu gibi Kırklareli’nin ilk evi de gene bir bağ içindedir. Köy bağları ile kasaba bağlarının ayrıldığı noktayı bir türlü öğrenemedim. Köyle kasaba arasında gördüğüm bağlar, cevizlikler, bağ kütükleri, salkım salkım üzümler. Bunları düşünürken suya geldiğimizi sevinerek gördüm. Sudan geçiş yerleri değişkendir. Kum yığınları yer değiştirdikçe geçiş yerleri de değişir. . Daha doğrusu, suyun en yaygın yerinden geçiş yapılır. Arabamız neredeyse dingil üstüne dek suya girdi. Atların karınları ıslandı.Yürüdükleri sürece ıslaklık atlara bir zarar vermiyormuş.
Kırklareli’ye gelince önce Hasan amcama uğradım. Tam öğle olmuşmuş. Amcam beni eve götürdü. Amcamın ıkı kızı var, Şetvan, Elvan. Elvan çok küçük. Müzik çalıştığımı söyleyince amcam sevindi. Bana notalar ayırdı. Arkadaşlarıyla bunları çalıyorlarmış. Ayrıca bandoda da zaman zaman bunları çalıyorlarmış. İzmir Marşı, Cezayir Marşı, Carmen Silva, Tuna Dalgaları, Dalgalar Üzerinde, Macar Dansı no: 5. Amcam işe giderken beni Müderris Amcamlara bıraktı. Müderris Amcamın vefatı yengemi çok üzmüş, Kederli kederli konuşması beni de üzdü. Oğlu Zeki’den dert yandı. Zeki çok yaramazlık yapıyormuş. Zeki yaşına göre çok uzun boylu. Neredeyse benim kadar uzamış. Dayıları çok uzun boyluymuş. Yengem “Erkek çocuklar dayılarına çekermiş!” dedi. Az sonra Ali Ağabeyim de geldi. Yengem gelir gelmez Ali Ağabeyime çıkıştı, bizim ailenin ilgisizliklerinden yakındı. Ali Ağabeyim de öteki ağabeylerimin askerliğini, geniş ev sorumluluğunun yalnız ona kaldığından söz etti. Sonunda anlaştılar, ya da anlaşır gibi yapıp konuyu değiştirdiler. Yola çıkacağımızı söyleyerek ayrıldık. Elfide Halamın geçen yıl anlattıklarını anımsadım. Yakın olduğu halde Müderris Amcamın yıllardır ona gelmediğinden söz ediyordu. Bundan sonra ise hiç gelemeyecek, diye düşündüm. Yaşlı halam tümden umudunu kesecek. Halam adına üzüldüm. Yengemlerden ayrılınca Ali Ağabeyim bana “Seni getirdiğime iyi etmedim galiba, biz yengeyle hep böyle karşılaşırız amcamın sağlığında da böyle konuşurdu. O zaman da bir bahane bulurdu. Babam geldiğinde ise daha sert çıkışlar yapar. Babamı haksızlıkla, amcamı mirastan yoksun bırakmakla suçlar!” dedi. Miras deyince ben de sordum, “Ne mirası?” Ali Ağabeyim onu da anlattı. Amcam Bulgaristan’daki köyden Edirne’ye gidip okumuş. O okuldayken köydeki altı kardeşi de evlenip ayrı birer yuva kurmuşlar. Bulgaristan Krallığı kurulunca da Türkiye’ye göç etmişler. Kız kardeşlerin biri Babaeski Sofuali köyüne biri de Kırklareli Ahmetler köyüne yerleşmiş. Öteki dört erkek kardeş anlaşarak Lüleburgaz-Çeşmekolu köyünün kuruluşuna katılmışlar. Kardeşlerden en büyüğü Ali Amcamız Balkan Savaşı nedeniyle Trakya’dan göç sırasında Tekirdağ-Ereğli gemi kazasında, en küçük kardeş Bektaş amcamız da Çanakkale Savaşı’nda şehit olmuş. Ailelerinden de başka kimse kalmamış. İki kardeşin, aile ardılı olmadığından kalan iki kardeş Mehmet Amcamla babam onların kalıtlarını aralarında paylaşmışlardır. Bu paylaşma o günlerin yasalarına uygun mahkeme kararlarıyla yapılmıştır. Amcalarımızın tarlaları baba kalıtı olmadığından köyde bulunmayanlara bir pay ayrılmamış. Zaten Müderris amcamız da bu konuda bir istekte bulunmamış. Yıllar sonra yengemiz bu konuyu ortaya atmış, bir ölçüde amcamızı da zorlayarak sorun yaratmaya kalkmıştır. Bunu duyan babam, “Mahkemeye baş vurun, yasalara göre ne hakkınız varsa alın!” demiş. Müderris Amcamız böyle bir duruma gerek görmemişse de yenge her karşılaşmada bunu öne sürmüşmüş. Ali Ağabey “Yengenin amacı durumu sana da duyurmak, seni de paylamak için bahanedir. Bu bir bakıma da “Gelmeyin!” anlamı taşımaktadır!” dedi. Karışık işten sıkıldım, hiçbir söz bulamadım. Elfide Halamın da böyle bir isteği olup olmadığını sordum. Ali Ağabeyim güldü “O, babamızın öz kardeşi, böyle saçmalıklar yapar mı? Amcalarımızın ölümünden bu yana 30 yıl geçmiş. Bunları sana bana anlatmanın ya da bunu ima etmenin hiçbir haklı tarafı yok. Yengenin besbelli ki başka bir amacı var!”Ali Ağabeyim belli etmemeye çalıştı ama üzüldüğü besbelliydi. Sanırım bu, biraz da benim içindi. Yenge hiç değilse benim yanımda daha yumuşak konuşabilirdi. Ali Ağabeyin konuşmasından bunu anladım…
Ali Ağabey bir yere daha uğradıktan sonra fazla gecikmeden Kızılcıkdere yoluna çıktık. Yolda giderken asker kışlalarına baktım, babamın anlattığı kiremit taşıma öyküsünü anımsadım. Vali Hacı Adil sevgisini düşündüm. Ali Ağabeyim de bunları biliyor. Ali Ağabeyim benden 22 yaş büyük olduğuna göre bunları babamdan kimbilir kaç kez dinlemiştir, diye aklımdan geçirirken, Ali Ağabeyim eliyle kışlaları göstererek “Babam bunların yapılışı hakkında hikayeler anlatır, biliyor musun?” diye sordu. Bildiğimi söyledim. Bu kez ben sordum, “Hacı Adil Bey’i hiç gördün mü?” Ali ağabeyim kendisini değil ama, resimlerini çok gördüğünü, oğlu öldürüldüğü zaman ise aylarca ondan söz edildiğini, daha sonra da maktül oğlunun mezarının ziyaret edildiğini anlattı. Maktüllük olayını sormam üzerine de açıkladı: Hacı Adil Bey çok gezen bir Vali’ymiş. Daha doğrusu o yıllarda Trakya Bulgar eşkiyalarının cirit attığı bir bölgeymiş. Özellikle Samakov (Demirköy) dolayları Bulgar komitecilerinin egemenliği altındaymış. İşte böyle bir zamanda Hacı Adil Bey geniş yetkilerle Edirne Valisi olmuş. İş başındaki sorumlulara güvenmediği için de önemli işleri kendisi izleyip düzenliyormuş. Bu nedenle de çok gezmek zorunda kalıyormuş. Bu gezilerinden birine oğlunu da götürmüş. Bunu duyan komiteciler pusu kurmuşlar. Pusudan Vali Hacı Adil Bey kurtulmuş ama yanındaki oğlu vurulmuş. Hacı Adil Bey oğlunun vurulduğu yerde gömülmesini istemiş… Tüm Trakya halkı bu olaya ağlamış. Vali oğlunun mezarı Ziyaret Yeri’ne dönüşmüş. Giderek de bu yere “Paşa Mezarı” denilmeye başlanmış. Bu sıralarda Ali Ağabeyim 12 yaşlarındaymış. Bundan 8-9 yıl sonra ise aynı bölgede işgalci Yuanalılara karşı direnişçi olarak bir yıl kadar dolaşmış. Yunanlılar çekilince eve dönmüş. Bu acıklı olayı öğrendiğime üzülmekle birlikte gerçeği öğrendiğim için de sevindim. Ali Ağabeyim uzun boylu konuşmadığı için çevresine duyarsız diye düşünüyordum. Meğer onun da gördüğü, yaşadığı sayısız olayı varmış. İstanbul Yolundan Kızılcıkdere köyüne girerken bunları düşündüm. Bu öyküyü ilk fırsatta İsmet’e anlatacağım. O isterse, bu tür bilgileri kendi köylülerinden daha doğru olarak edinebilir. Çünkü onun köylüleri olay yerlerine daha yakın. Olaylara karışanlar bu köyde daha çoktur. Örneğin daha önce anlattığım kiremit taşıma işine karışan köylülerin en az yarısı Kızılcıkdereli olsa gerek… Kırklareli’den o tarafa yaya gidilecek iki köy vardır, Gündalan, Kızılcıkdere. Öteki köylerin yolları başka yönlere dönüktür. Ben böyle bir olasılığa inanıyorum.
İsmet’lerin bahçesine girdiğimizde bunları düşünüyordum. Bizi ilk olarak Sabri gördü, İsmet’e seslendi. “İsmet ağbi, gel, bak kim geldi!” İsmet evdeymiş, koştu geldi. Atları çözüp yerleştirdik. Muhittin Eniştem Edirne’ye gitmiş. Ali Ağabeyim, siz şimdi benden sıkılırsınız deyip, karşıya Mehmet dayımlara geçti. Evler arasın bir yol var. Bir süre sonra biz de dayımlara gittik. Elif Teyzemi gördüm. Daha doğrusu ben ona göründüm. Ali Ağabeyle Mehmet Dayım kahveye çıktılar. Biz İsmet’le bir süre sonra onlara döndük. Sabri İlkokulu bitirdikten sonra okumak istememiş. Muhittin eniştem de “Haydi öyleyse işbaşına !”demiş. Köyün geleneklerine göre Sabri Muhittin Ağanın çiftçilik işlerini yürütüyormuş. Hayvanlara, koyunlara bakan ayrıca sorumlu çalışanlar var. Eniştem müteahhitliği sürdürüyormuş. Ali Ağabeyim geldi, atları yemledi gene gitti. “Yarın öğle üzere yola çıkarız!” tembihini de yaptı. Zühre Teyzem, bize “Siz şimdi okulunuzdan söz edersiniz!”deyip ayrıldı. Ben de herhalde okuldan söz ederiz, gibilerde düşünürken, İsmet’in uyukladığını gördüm, sustum. Bir süre bekleyip yattım. Böylece İsmet’le, okuldan geçtim, hiçbir konuda doğru dürüst söz etmeden bir gece boyu yan yana uyumuş oldum…. .
14 Aralık 1939 Perşembe
Zühre Teyzemin koruması altında geç vakte dek uyumuşum. Teyzem kimseyi yüksek sesle konuşturmamış. Ali Ağabeyim gelmiş atlarla bir süre uğraşmış. İsmet nedense bu sabah erken kalkmış, Ali Ağabeyime yardım etmiş. Ben uyanınca birlikte kahvaltı ettik. Zühre Teyzem sık sık İsmet’in derslerdeki durumunu soruyor. Benim “İyi!” deyişime inanmadığı belli. Gene de bana güvensizliğini gizli tutarak, dediklerime inanmış görünüyor. Teyzemi rahatlatmak için İsmet’in derslerinin iyi olduğunu arkadaşlar içinde en iyilerden sayıldığını, öğretmenlerce çok sevildiğini, sonunda yeminli olarak söyledim. Teyzem İsmet’e değil de gene bana teşekkür etti. İsmet’in iyi olmasını da benim orada oluşuma bağladı. Bu tavrı düpedüz İsmet’e güvensizlikti ama, altında yatan gene büyük bir anne sevgisiydi. İsmet’in yaramazlıklarını, kendisine karşı sürdürdüğü nazları, teyzem nedense tembelliğe, beceriksizliğe yoruyordu. “İsmet Almanca öğretmeninden tam numara alıyor!” dediğimde teyzemin: “Öteki çocuklar da pek aptalmış besbelli!” demesi beni hem güldürdü, hem de düşündürdü. Konuşmalarında beni çok zeki bulduğunu söylerken, birden aptallar arasına indirmesine aklım takıldı. Bu, düpedüz çok sevdiği oğlunu iyi durumda görme isteğinden başka bir şey değildi. Bildiğim kadarıyla İsmet de özellikle annesine hep çocukça tavırlarla yaklaşıyor, kendisinden küçük iki kardeşinden daha küçükmüşçesine annesine naz çektiriyor.
Ali Ağabeyim, Deveçatağı köyüne uğrayacağımızı söyleyerek izin istedi. Öğleye yakın Kızılcıkdere’den ayrıldık. Kızılcıkdere köyünden bizim köye iki yol var. Biri biraz daha kestirme, Kavakdere’den geçip doğrudan bizim köye oradan da Hamitabat’a uğrar. Öteki az uzayarak Deveçatağı köyünden geçip bizim köyde, öteki yolla birleşir. Bu iki yol çok eskilerden beri kullanılırmış. Birisi kervan yoluymuş. Kırklareli- Lüleburgaz arası yük taşıyan deve kervanları iki tarafa eşit uzaklıkta bulunan bir noktada gecelediklerinden o yere Deve Çatağı denmiş. Oldukça derin, kuytu, ormanlık bir yer olduğundan burası yeğlenmişmiş. Deveçatağı günümüzde de kuytu, yeşillik içinde bir köydür. Özellikle ceviz ağaçlarının bolluğu, köyü Ceviz Ormanına döndürmüştür. Kavakdere yolu çok eskilerden beri araba yolu olarak kullanılırmış. Buradan ise araba toplulukları geçermiş. Bizim köy kurulmadan önce bu yol, az ileriden Kumrular köyünü geçerek Ergene üstündeki Sinanlı Köprüsüne inermiş. Oradan da Tekirdağ iskelesine ulaşırmış. Kırklareli ile yöresinin ünlü Papaz karası şarapları bu yolla Avrupa’ya taşınırmış. Bu nedenle de yolun adı Şarap Yolu’dur. Bu yola yakın yerler için bizim köylüler, ”Şarap Yolu’ndaki tarlalar, Şarap Yolu’ndaki ağaçlar, diyerek durum belirlerler. Şarap Yolu, Edirne-Kırklareli-İstanbul yolundan yine Edirne-Babaeski-İstanbul yoluna iner. Kızılcıkdere-Kavakdere, Çeşmekolu, Kumrular-Müsellim köylerini bağlar. Yolun bir başka özelliği de ilginç Meşe Ağacı Ormanların içinden geçmesidir. Kızılcıkdere’de başlayan meşelik Müsellim köyünden sonra biter. Biz bugün bu meşeli yolda bir saat kadar gittikten sonra cevizli köye, Deveçatağı’na gireceğiz. Deveçatağı’na çok geldiğim için orasını da kendi köyüm kadar yakından tanıyorum. Çok arkadaşlarım var. Ancak arkadaşlarımı, soyadı çıkmadan önceki lakaplarıyla biliyorum. Moçuk Veli, Kobak Aziz, Ellez Ali, Kamber, Küçük Ali (Benim Küçük Ali dediğim köyde Giritli Ali olarak tanınır.) v.b. Bu kez sanırım yalnız Veli’yi yani Moçuk Veli’yi göreceğim. O da evde bulunursa, işte ya da uzaktaysa onunla da görüşemeyebilirim. Aralarında pek fark yok ama ben gene de Küçük Ali’yi merak ediyorum. Kırklareli panayırında atlarla polise yakalanmıştık. Buna o neden olmuştu. Gene öyle delişmen mi? Aradan geçen iki yıl beni çok değiştirdi, onu merak ediyorum. Bu köyün bir de Cafer’i vardır. Orta okulda okudu. Öğrenciyken adı dillere destan olmuştu. Ankara’ya gitti geldi. Ne için gittiğini bir türlü öğrenememiştim. Şimdilerde açıklanmıştır herhalde. Bir bileni bulsam soracağım. Köye yokuştan indik. Okulun yanından geçip karşıya geçtik. Köy içinden geçen dere çok derin. Kışın sel gelince kumları alıp götürüyor. Su yatağı gittikçe alçalıyor. Bu gidişle ilerde köyün bir tarafından öteye arabayla geçilemeyecek. Bizim arabanın oku az kalsın karşıya çıkarken yere vuracaktı. Veli’lerin evine ceviz ağaçları altından giriliyor. Yazın bu ceviz ağaçlarından güneş görünmez. Velilerin evine girerken anımsadım, Dağlılar ailesi de buradadır. Büyük oğulları Ali ile de arkadaş olmuştuk. Bizim köye sık sık gelirdi. Geçerken baktım ama göremedim. Ne de olsa hava soğuk insanlar evlerine çekilmişler. Veli’lerde de annesi ile kızından başka kimse yok. Veli’nin annesine ben teyze diyorum. Fatma Teyze beni çok seviyor. Ancak bu gelişimde küçük ablamdan öğrendiğim, Fatma Teyze benim gerçek teyzem değilmiş. Annem ilk evliliğini Fatma Teyzemin ağabeyiyle yapmış… O Çanakkale’de şehit olunca annemin babamla ikinci evliliğiymiş. Annemle Fatma teyzem yenge-elti olarak çok iyi anlaşmışlarmış. Sonraki ayrılıklar onları etkilememiş. Fatma Teyzem babamı ağabey olarak kabullenmiş. İki ablam da Fatma Teyzemin gerçek yeğenleri olarak arada olunca ben onlara uymuşum. Daha doğrusu Fatma Teyzem beni benimsemiş. Bu nedenle Fatma Teyzeme ben, annemin bana bıraktığı bir armağan olarak bilmeden sarılmışım.Eksilmeyen bu sevgi bugün de öylece sürüyor. O da bana o gözle baktığı için, az önce ayrıldığım, Elif, Zühre Teyzelerimden hatta ablalarımdan farksız görüyorum. Az önceki karşılaması da benim yanılmadığımı gösterdi. Öyle candan sarıldı ki, Müderris Yengenin incitici sözlerini bir gülüşüyle söktü attı. Arkadaşım Veli doğum olarak benden büyükmüş. Bu nedenle onu askerlik yoklamasına çağırmışlar. Babasıyla yoklama için Pınarhisar’a gitmiş. Ali Ağabeyim kahveye birilerini aramaya gitti. Ben evde kaldım. Hiç sıkılmadım, teyzem öyle güzel konular açtı, köyleri üstüne bilgiler verdi ki, bir hafta dinlesem bıkmazdım. Ali Ağabeyim gelince köye yöneldik. Teyzem özel olarak uzun kalmak üzere yaz tatilinde çağırdı. Söz verdim, gelince bir hafta kalacağım. Hava kararırken eve döndük. Ben kahveye babama yardıma gittim. Babam yardım beklemiyor ama ben öyle düşünüyorum. Yanında bulunmayı bile bir yardım sanıyorum. “Yap!” dese koşarak yapmak istediğimi kanıtlamam bile benim için bir yardımdır, diye düşünüyorum. Bir yandan da kahvedeki konuşmalara bazen ben mi neden oluyorum, babam bundan rahatsız oluyor mu? diye düşünüyorum.
Salim Amcam geldi, Hilmi arkadaşımın babası. Salim amca dediğim de benim amcam değil, eniştemdir. Hanife halamın eşi… Hanife halamla ben iki kardeşin öz çocuklarıyız. Hilmi Hanife Halamın tek oğlu. İkimizin çocukluğu birlikte geçmiş gibi. Hilmi benden büyük. Kaç yaş büyük tam öğrenemedim. Yazılı kayıtlar sonradan yapıldığı için yanıltıcı. Babama göre Hilmi, Yunan işgalinde askerler yoldan trampet çalarak geçerken, Hilmi “Dum, dum!” deyip ayaklarını vuruyormuş. Ben de, Yunanlılar çekilirken yeni doğmuşum. Çekilen Yunan askerleri, geceleri evlere baskın yapıp insanları soyduğundan, halk geceleri gruplar oluşturup kırlara çıkıyormuş. Ben birkaç aylıkmışım, çok ağlıyormuşum. Sesime Yunanlılar gelir korkusuyla oluşan gruplar bizimkilere pek sıcak bakmıyormuş. İnsanları haklı bulan babam, ailemizin öteki bireylerini gruplarla gönderip annemle beni başka uzak bir yere götürüyormuş. Bu olay 10 Kasım 1922 gününe dek sürmüş. O gün Lüleburgaz tarafsız Fransız komutanlığına teslim edilmiş, Yunanlılara ise gezme yasağı getirilmiş. İnsanlar bu duyurudan sonra evlerinde yatmaya başlamış. Bu saptamaya göre Hilmi benden bir hayli önce doğmuş olmaktadır. Daha küçük oluşumdan olacak ben Hilmi’nin çok etkisinde kalmışım. İşte bu enişteme amca deyişim de bunlardan biri. Hanife Halamın kardeşi Abbas Hilmi’nin dayısıdır. Hilmi’den on yaş kadar büyüktür. Hemen hemen her gün Hilmi’yi bizim kahveye getirirmiş. Abbas Amca babama amca der. Babam Hilmi’nin dayısıdır. Ancak Abbas dayısı babama amca dediği için o da babama inatla amca der. Hilmi bu inadını benimle de sürdürür. ”Ben senin babana amca diyorum, sen de benim babama amca, diyeceksin diye tutturmuş. Bu yakıştırmalar önce umursanmamış ama alışkanlık kökleşince de değiştirilememiş. Bunları öğrendikten sonra bir ara Hilmi ile bunu düşündük ama nedense uygulamaya koyamadık.Karışıklık sürüp gidiyor.Ben gerçekte eniştem olan Hilmi’nin babasına amca diyorum, Hilmi de benim babama, dayı yerine amca deyim gidiyor. Daha sonra bunları babamla konuştuğumuzda babam: “Önemli olan candan bağlılık, adların, sıfatların yer değiştirmesi, sevgiyi azaltmaz!”dedi. Salim Amcam askerliğini İstanbul Selimiye kışlasında yapmış. Askerlik sürecinde hiç unutmadığı, söylediğine göre unutamayacağı olay olarak İstanbul Boğazına gelip giren bir buzun, iki kıyıya takılıp kalması, insanların buz üstünden karşıya geçmesidir. (1928) Salim Amcam boğazı kapatan buzu uzaktan görür ama insanların buz üstünde dolaştığını göremez. Çünkü askerdir. Bunu görmek için heves eden askerlere izin çıkarıp uygulamaya koyana dek buz parçalanmıştır. Bunu hem üzülerek hem de eğlenceli bir anı olarak anlatır.
Eve döndüm, ablama selamları getirdim, teyzemlerin iyi olduğunu anlattım. Deveçataklı Fatma Teyzemin yaz çağrısını anlattım. Ablam “Beraber gideriz, ben de onu çok özledim!” dedi, gözleri yaşlandı. Sevindiğini söyledikten sonra ağlamasını bir türlü anlayamadım. Bir süre ablacığım konuşmadı, öylece kaldı, çok duygulandığı besbelliydi. Daha sonra Fatma Teyzemin oğlu Veli’yi evlendirmek üzere olduğunu söyledi. “Sana söylemedi mi? ” diye sordu. Ben de Veli’nin askerlik işinden söz ettim. Ablam “Öyleyse askerlik işi çıkınca, düğünü geriye bırakmışlardır!” dedi. Kızlarını sordu. Kızları da büyümüş Ablam “Onu da isteyen varmış, yakın komşularının oğulları Ali’ istiyormuş.” Ali’yi çok iyi tanıyorum; komşularımızdan Furtun Şerif’lerin akrabasıdır; onlara gelince bize kesinlikle uğrardı. Beni soranlar olmuş; muhtar Çavuş Amca haber göndermiş, “Görüşelim!” demiş. Yarın uğramayı düşünüyordum. Gitmişken Eğitmen Mustafa Ağabeyi de yerinde göreceğim. Ablam Kırklareli’de kimleri gördüğümü sordu. Gördüklerimi anlattım ama duyduklarımın bir bölümünü özellikle büyük yengenin sözlerini anlatmadım. Hasan Amcamın notalarını gösterdim. Ablam nedense Atiye Yengeyi gene gene sordu. “İki çocukla nasıl başediyor!” gibi sözler söyledi. Atiye Yenge çok konuşkan, herkese göre söz bulup uyum sağlar. Ablamı hoşnut etmiş, belki ablam o nedenle onu soruyor. Küçük ablama gideceğimi söyleyince ablam, “Oraya yarın akşam git, yarın gideceğin yerlere uğrar oradan gidersin, Gülsüm gelir sen kalırsın!” dedi. Öyle yapacağım. Zaten iki günüm kaldı, son gecemi burada geçirip yola çıkarım. Ablam “Ali Ağabeyin götürecek!” dedi ama ben, “Buna gerek görmüyorum, yüküm yok, koşa koşa giderim, Pazar günü Ali ağabeyimi araba ile oralara götürmem. Gidecekse o pazartesi günü gidip işlerini görsün!” deyip kestirdim. Ablam “Haklısın!” dedi.
Yemekten sonra gene kahveye indim. Kahve bildik insanlarla dolu. Ben girince “Nerdesin, seni bekliyoruz!” diyenler oldu. Hep böyle derler: Gerçekte beni değil değişik konuşma, değişik haberler beklemektedirler. Kendilerinin söyleyecek sözleri vardır, onları söylemek için olanak aramaktadırlar. Eski sözlerini bir birine söylemekten bıkmış olduklarından, değişik biri olunca onları daha rahat tekrarlarlar. Ben aralıklı geldiğim için beni de yeni saymaya başladılar. Bunları bildiğim için ben de hazırlıklıyım. Hemen konu savaşlardan açıldı. Haber kaynakları gazeteler. Hatta gazeteler bile demek yanlış olacak bir ya da iki gazete. Köroğlu, Karagöz gazeteleri. Köroğlu genelde Almanya taraftarı gibi yazılar yazıyor. Köyde de çok Almanya taraftarı var. ”Alamanlar!” deyip arkasını getiriyorlar. Ben hemen geçen yıl bizim Türkçe öğretmenimiz Fikret Madaralı’nın çayırlıkta bize anlatıp sopalarla kırdırdığı deve dikenleri öyküsünü anlattım. Güldüler, “Doğru, çok doğru!” diyenler oldu. Köyün bilgili kişilerinden sayılan Nadar Veli, konuyu değiştirerek bir başka yoldan görüşünü ortaya koydu. Önce bizim okulu, okulun yerini sordu. “Okul, Lüleburgaz’a 5 km. uzaklıkta Yeni Bedir bitişiğinde!” deyince Veli dayı, ”O yol eskiden zikzaklı, keçi yolundan dönme idi, dostumuz Alamanlar gelip bu asfaltı yaptı!” deyince birileri, “Ya, ya, ya!” diyerek düşüncelerini ortaya döktüler. Benim buna söyleyecek bir sözüm yoktu. Olayın dediği gibi olduğunu da bilmiyordum. Ancak babam benim yardımıma koştu, ”Asfalt yaptılar, başka eserler de meydana getirdiler, bunların savaşla ne ilgisi var? Bak şimdi Yunanistan’a girdiler, yarın bizim buraya girmeyeceklerini kim söyleyebilir? Asfaltı biz sizin için değil, kendimiz için yaptık, demeyecekleri ne malum?” deyince bu kez “Ya, ya, ya, ya”lar daha çoğalarak babama döndü. Böyle tartışmalarda taraflar diretmezler. Bakarsınız iki taraf da yumuşayıp başa dönerler. Veli Dayı o sözü söylememiş gibi “Gavur kısmı böyledir, nankördür. Cihan Harbi’nde Alaman’ların bize ne yaptığını yaşayarak gördük. Kıymatı Hasan’la biz Galiçya birliğinde Ruslara karşı savaştık. Rusları kovduktan sonra, Alamanlar düğün bayram edip çekildiler. Biz ortalıkta kaldık. Düşmana esir olmuş gibi aylarca çile çektik. Yarımız telef olduktan sonra çilesi dolmamışlar iki yıl sonra ancak yurda dönebildi. İşte Bekar Hasan sağ, çilekeşlerden biridir. Biz bunu yaşadık. Gavurdan dost olmaz!” Veli Dayının söyledikleri onun yaşamının bir parçası. Ancak ilk söylediği, yaşamının neresi? Bu düşünceyi, nereden aldı? Asfaltı biz kendimiz niçin yapmadık da Almanlar yaptı? Bunları soran olmadı. Alman ordusunun Yunanistan’a girdiği, mavi giysili Yunan askerlerinin Lüleburgaz istasyonundan İstanbul’a taşındığı ortaya getirilip savaş sözleri sürdü. Aslında buna sevindim. Savaşlar için söyleyecek sözüm yoktu. Ancak bana sorulunca, ”Bilmiyorum!” deyip susmak da istemiyordum. Onlar bir süre daha konuştular. Sonunda birileri “Sizin savaş öykülerinizi sonra dinleriz!” deyip kestirdiler. Sözü doğrudan bana çevirip benden yeni bilgiler istediklerini söylediler. Yanıt olarak ben “Ben size nasıl bilgi veririm, siz yaşayarak, çalışarak gerekli bilgileri topluyorsunuz. Sizin bilgilerinize katacak bilgileri ben henüz kazanamadım!” deyince birkaç kişi birden “Okula gitmeden önce de bilgili idin biz seni inanarak dinliyorduk. Geçen tatilde geldiğinde anlattıkları hiç unutmadık. Aradan geçen zamanda da yeni bilgiler topladığına inanıyoruz!” dediler. Bunun doğru olamayacağını, benim söylediklerini biraz okuyan herkesin bildiğini söyleyince, Şerif Enişte gülerek bana “Beri bak (Şerif Eniştenin ünlü sözüdür: Karşısındakiyle konuşurken ilk sözü Beri bak!” olur) senin bu sözünü boşa çıkaracak bir saptamamız var. Biz, sen yokken de senin ardından konuşuruz. Eskiden bu köyde okuyan sen yalnızdın. Şimdi ortaokulda okuyan insanımız var. Onunla da konuşuyoruz. Geçen yıl gittin üç ay sonra geldiğinde bizlere birşeyler anlatırken ağzından bal akıyordu. Oysa sen de İlkokulu bitirip gitmiştin. Artık, ilkokulu bitirip giden dört ay sonra gelenimiz var. Onunla konuşup bir karşılaştırma yaptık. Bunu yalnız ben değil herkes yaptı, kimse gizlemesin. Sen o denli farklı görünüyorsun ki, bu, okulda okumakla değil, bilgiyi almakla ilgili bir durum. Biz öyle konuştuk. Sen bilgiyi alırken bunu birilerine vereceğim diyerek alıyorsun, dediğini de yapıyorsun. Bunu herkes yapamıyor. Biz bunu Eğitmen Mustafa ile de konuştuk. O da bize katıldı. Hadi sen şimdi istediğin gibi konuş. Biz sana inanarak, kesinlikle bir şeyler vereceğini bekleyerek dinliyoruz. Ben de seni övmek için değil seni nasıl gördüğümüzü anlatmak için konuştum!”
Şerif Enişte sözünü bitirince herkesten “Ha vallah, en güzelini, en doğrusunu dedin, ağzına sağlık, bizim için de söyledin!” sözleri yükseldi. Söylenenlere içimden sevindim ama biraz da utandım. Keşke sözler bu duruma düşmeden sürseydi. Bir an kendimi yokladım, okuldaki durumuma benzeyen taraflar buldum. Orada da benimle ilgilenenler var. Övenler olduğu gibi yerenler de oluyor. Ancak övenlerin övgüleri ile yerenlerin yergilerinin bende bıraktığı etkileri düşününce ne denli az olursa olsun yergilerden gelen yılgınlığı övgüler silip götüremiyor. Bu nedenle ikisini de istemiyorum. Övgülerin hemen yanında yergi olacağı kuşkusundan çekiniyorum. Hele bu yetiştiğim toplumda, köyümde olursa beni daha çok incitecektir. Böyle olsun istemiyorum. Şerif Enişteye, teşekkür ettim. Söylediklerini dikkate almamış gibi yaparak, ders çalışmalarımı anlattım. Arkadaşlardan çalışkanların tutumları, Özellikle Sami Akıncı ile İsmet Yanar’ın başarılarını, hiç çalışmayanları anlattım. Öğretmenleri adlarını vererek özellikleriyle tanıttım. Özellikle sanat öğretmenlerinin bize yaklaşımlarını, sanatları öğrenmemiz için gösterdikleri çabaları birer birer saydım. Yaz tatilinde hepsinin, özellikle karpuz zamanında köye gelmek istediklerini söyledim. Şerif Enişte gene söze karıştı “Beri bak, benim söylediğim de işte bu, o öğretmenler sende bir iyi taraf bulmasa, arkana düşüp köye gelmeyi göze almazlar. Karpuz bahanedir. Adamlar bir karpuz yemek için köye mi gidermiş. Karpuzların en iyilerini bizim Lüleburgaz pazarına götürdüğümüzü onlar bilmez mi?” deyince bir kahkaha koptu. “Bilmez olur mu? bilirler bilirler!” sesleri yükseldi. Konuşmalar arasın karpuz girince bu kez olay başka bir yöne kaydı. Karpuz satımları için Lüleburgaz’a gittikçe, öğretmenlere birer karpuz bırakmak. “Olur mu olur!” Bunu yaz tatilinde bir düzen içinde yapmak üzere ileriki konuşmalara bıraktılar. Ben konuyu okulun bulunduğu yerin kepir toprağına getirdim, “İyi bostan olurmuş!” dedim. Çoğu inanmadı, kepirde bostan olsa, bizim kepirlik bostanlık olurdu!” dediler. Bu kez ben “Bol su olunca kepirlik değişirmiş!” dedim. Gene inanmadılar ama “İnşaallah!” deyip, sustular. Uzun konuşmalardan sonra izin isteyip ayrılırken yüzlerine baktım, herkes sevimli geldi bana, gülümseyişlerinde içtenliklerini görebildiğime inanarak ayrıldım.
Eve geldiğimde ablam “Çok geç oldu, gene lafa daldınız galiba!” dedi. Hemen yattım. Yatınca kafamın içi iyice karışmıştı. Kızılcıkdere, Deveçatağı derken kendi köyümde benim bulunmadığım zamanlar da arkamdan konuşmalar. Bu arada Ortaokulda okuyan Emin Özdil kardeşin benimle karşılaştırılması. Emin bilgisizlikten değil de bireysel özelliğinden ötürü konuşmamaktadır. Çok konuşmayı sevmeyebilir. Çok iyi tanımıyorum. Ben 5. sınıfta okurken o da benimle Hamitabat’a okula gelmeye başlamıştı. Çok küçüktü ama, çok uyumluydu. Hiçbir olumsuz tavrını anımsamıyorum. Şimdi de Lüleburgaz’da karşılaşınca konuşuyoruz. Dikkatli, saygılı, uyumlu bir arkadaş. Adımın onunla yan yana getirilerek karşılaştırılmasından üzüntü duydum. Ben onun ağabeyi durumundayım. Ondan 4-5 yaş büyük olmam, böyle bir karşılaştırmayı ayıplatacak bir farktır. Köydekilerin bunu dikkate almamaları, olayı sadece okumaya bağlamaları bence doğru değildir. Keşke bunu onlara söyleseydim. Yarından sonraki akşam, söz açılırsa kesinlikle bunu ortaya getireceğim. Ayrıca benim konuşkanlığımın, çok küçükten beri kahvede yetişkinleri dinlememden kaynaklandığını, öteki arkadaşlarınsa böyle bir olanak bulamadıklarını anlatmalıyım. Bunları anlatırsam gerçeği belirtmiş olacağım. Böylece, yaratılıştan gelen bir özellik değil konuşların sonucu bir fark ortaya çıkmış olacaktır. Bu da kimseyi kıskandırmaz, “İşin gerçeği bu!” deyip geçme yolunu açar. Sanırım bu tür davranışlar, kıskançlığı da önler.
15 Aralık 1939 Cuma
Gözlerimi açtım, hava henüz karanlık. Kalkıp ayak bağı olmak istemiyorum. Evde otursam, ablam işini gücünü bırakıp benimle ilgileniyor. Kahveye gitsem bu kez babam, benimle ilgileniyor. Kahvedekilere karşı bu tür ilgileri nedense kendime yakıştıramıyorum. İyisi mi biraz daha uyumak!Sahiden uyumuşum, sonunda ablam “Gidecek yerlerin vardı, vazgeçmedinse kalk!” demek gereğini duymuş. Kalktım. Meğer öğle olmuş. Önce kahveye indim. Birkaç insan vardı. Birisi de C’ in babasıydı. Çok candan sarıldı. Bir yıl önceki konuşmasına benze bir konuşma yaptı. Bu konuşmada konu bendim, başarılı olmamdan, olacağıma güvendiğinden söz etti. O konuşurken babamın da yanımıza gelmesi, arada söze karışması dikkatimi çekti. Ben yokken aralarında konuştukları besbelli oluyordu. Buna ayrıca sevindim. İçimden “İki baba anlaştığına göre benim için duygu tutkulusu durumuna düşmenin bir anlamı yok!” dedim. Konu bizim okula geldi. Yeni Bedir, Kamber Amca, Lüleburgaz, bizim yakın çevremiz, dendi. Öğretmen olunca da buralarda çalışacağım üstüne varsayımlar öne sürüldü. Söz askerliğe dayandı. Daha önce kahvede de konuşulmuş. Benim askerlik durumum ortaya getirilmiş. Bunlar söylendi. “Akranlarım askere gittikçe bu söz konusu olacak!” Tam bilmediğimi, ancak ben öğrenci kaldıkça askere alınmayacağımı tekrarladım. Savaş olursa belki, herkesle birlikte gideceğimi söyledim. Konuşmalar uzayınca izin isteyip ayrıldım. Önce Mustafa Ağabeye uğradım. Mustafa Ağabey küçük çocuklarla ders yapıyordu. (Birinci sınıflar) on bir öğrencisi var. 6 kız, 5 erkek. Biraz şaşırdım. Çocuklar sayı saymasını bilmiyorlar. Daha yazma okuma yok. Ara verilince Mustafa Ağabeye “Bunlar neden bir şey bilmiyorlar?” diye sordum. Mustafa Ağabey gülümsedi, çocukların çok iyi olduğunu söyledi. O çocuklarını çok iyi buluyormuş. Okumalara aylar sonra başlayacaklarmış. Mustafa Ağabey memnun. Bana, “Siz zamanla bunun böyle olduğunu öğreneceksiniz, şimdi konuşmak için erken!” dedi. Mustafa Ağabeyi fazla tutmamak için ayrılıp muhtar Çavuş Amcaya uğradım. Çavuş Amca iyi. Ancak, alınan askerler, asker ailelerinin artan sorunları onu da bunaltmış durumda. “Özellikle ikinci kez alınan asker ailelerinin sorunları bitecek gibi değil!” deyip dertleniyor. Kısa bir zaman için alındığı söylenmesine karşın, bırakılma olasılığının azalmaya başlaması sızlanmaları daha da arttırıyormuş. Kısacası Muhtar Amca ile konuşunca kendi ağabeylerimle Ali Eniştemin yakınlarda gelemeyeceklerini iyice anladım. Çok üzüldüm. Az sonra gideceğim ablacığıma nasıl sabır dileyeceğimi düşünmeye başladım. Saim bir süre daha babasız kalacak. Ablama ,bunları düşünerek gittim. Ben gidince Gülsüm’ü gönderdik. Saim uyuyor. Son günlerde uykusu iyileşmiş. Benden sonra ablamın bir komşusu geldi, onun eşi de asker olmuş, eniştemin arkadaşı. Onun evinde de erkek yok. Ancak onun yaşlı annesi var, çocuğu yok. Ablamın çocuğu var, yaşlısı yok. Aralarında sözsel denklik kurup gülüyorlar. Yenge okula giymiş ama “Okur yazar değilim!” diyor. Eşine mektup yazmamı istedi. Anlattıklarına üzüldüm. Koyunları var, çobanla sorunları çıkmış. Çobanın suçlu olduğu besbelli. Ancak yenge “Bırak, git” diyecek durumda değil, yenisini bulmak oldukça zor, zaman isteyen bir durum. Öte yandan çobanın iş sürdürmesi güngünden büyük zararlara neden olacak. Acınacak bir durum. Geçen yılın ödenmiş vergileri gene isteniyormuş. Ödeme belgelerini çıkarıp gösteremiyor. Ödemezse ceza gelecekmiş. Koyunların sütleri için bağlantı yapılacakmış, pancar ekimi için işlemler yapılacakmış, bu konuda hiçbir bilgisi yokmuş, bunlar zamanında yapılamazsa bir yıl boyunca büyük kayıpları olacakmış. Saydılar, köyde bu durumda 7 aile varmış. Muhtara başvurmuşlar, o söz vermiş, yardımcı olacakmış. Ancak tahsildar işine karışamıyormuş.
Üzüldüm. Saim uyandı, konu değişti. Saim karnını doyurunca karşıma oturtuldu. Uzun uzun bana baktı, güldü, ekşidi, gene güldü. Bir süre gıv gıv gıv’ladı. Arkasından düpedüz bağırdı. Ağlıyor sandım, ağlamıyormuş, böyle bir bağırma adeti varmış. Bağırdıktan sonra gülmesi ilginçti. Saim’le uzun süre bakıştık. Ablam kundaklıyor. Kundakla tutmak kolay ama öyle hoşuma gitmiyor. Çözdürüp aldım. Çırpınıyor. Bu çırpınma rahatlamaktan mı yoksa hoşlanmadığından mı? Ablamla tartışmak istemediğimden kısa bir süre sonra bıraktım. Saim gene sarıldı. Ablam Saim’e muştuladı, Annesi onu yakında kundaktan çıkaracak!” dedi. Biz konuşurken Saim uyudu. İçimden, Saim’in böyle rahat uyumasını çözülüp rahatlamasına yordum ama bunu ablama söylemedim. Yüzüme söylemese bile içinden yaptıklarının eleştirilmesine kırılabilir . Ablacığım zaten bunalmış durumda. Hiç ummadığı olaylarla karşılaştı. Kalabalık bir aileden çıkmıştı. Gittiği yerde dört beş insan vardı. İkisi bir biri ardına genç denecek yaşta rahmetlik oldu, eltisi de beklenmedik bir zamanda kaçarak evlendi. Eniştem askerliğini yapmıştı. İkinci askerlik hiç gündemlerde yoktu;Hiç düşünülmeyen savaş söylemleri eniştemi aldı.Sanırım ablam dfa bunları düşündü, gülerek Evin erkeği var: “Saim!” dedi.. Biz hem konuştuk, hem de “Saim şimdi uyanır” diye beklerken gece yarısı olmasına karşın evin erkeği uyanmadı. Ablam, “Olsun, böyle erken yatınca gece yarıları uyanıyor, yalnız kaldığım geceleri zor oluyorsa da bu gece dayısı var, dilediği zaman uyansın!” dedi. İçimden dayısının ne yararı olacak ki ? diye düşündüm. Ancak ablam gerçek sıkıntısını da böylece söyledi. Yalnızlık onu bunaltmış durumda. Bunu babama bir de ben söylemeliyim. Gerçi babam daha önce eniştem dönünceye dek yukarı gelmesini önermiş ama, nedense bu gerçekleşmemiş. Belki bu kez gerçekleşir. Saim’i beklemeden uyudum. Ablamın evi yer katı. Güneş tarafı yüksek ağaçlık. Ön ise sayvan denilen tipte, pencereler aydınlık olsa da doğrudan güneş almıyor. Yattığım yer çok aydınlık sayılmaz. Bundan olacak uzun süre uyumuşum.
16 Aralık 1939 Cumartesi
Uyandığımda ablam Saim’le konuşuyor. “Dayını göndermeyelim. O sana huzur getirdi, tüm gece uyudun. Annen de rahat bir gece geçirdi!” diyor. İçim ezildi. Duymamış gibi bir süre solumadan durdum. Ablam duyduğumu anlarsa belki söylediklerinden dolayı üzülebilir, diye düşündüm. Yeni uyanmışçasına, “Ay siz gene erken mi kalktınız?” diye sordum. Ablam Saim’in ağzıyla “Yok dayı, biz, bütün gece rahat rahat uyuduk. Artık kalkmamız gerektiği için kalktık, seni de uyandırmak için konuşuyoruz!” dedi. Kalktım. Nerdeyse öğle olmuş. Ablacığım bana kahvaltı hazırlamış: En sevdiğim kahvaltılıklar, süt, yumurta, kaymak, bal. Ablamın arkadaşı E Yenge geldi, yeni mektup almış. Mektubu okudum. Eşi Hadımköy’ü yakındaymış. Birlikleri birkaç gün içinde Kırklareli-İnece bucağına geçecekmiş. “Yeni adresimi almadan mektup yazmayın!” diyor. Geçişte köye yakın duraklama olursa iki günlüğüne uğrayabilirmiş. Yenge buna bile derecesiz sevindi. Ablamla, küçük Saim’le, konuşurken, asker mektubu yazıp okurken akşamı yaptım. Daha önce kararlaştığımız üzere büyük ablamın kızı Gülsüm bu gece de gelmeyecek. Saim’i bu gece de izleyeceğim, bakalım uslu duracak mı? Ablam “Yarın biz de seninle geliriz!” dedi. Saim’i gene açtırdım. Ablam beni kırmak istemiyor ama açmanın yararı yanında zararını da düşünüyor. O kendisi öyle diyor. “Ne zararı var?” diye sordum. Ablam “En büyük zararı, alışırsa her zaman açılmak isteyecek. Kundaksız olarak ben onu yerlerde bırakamam!” Ablam haklı. “Bir defacıkla alışmaz!”deyip açtım. Saim açılmaya alışmış bile. Kendi diliyle nerdeyse sevinçten şarkı söyleyecek. Eller, ayaklar durmadan hareket ediyor. Gözlerini çevirip bize bakıyor. Ablam beni kırmadı, yorganı katlayıp kabarttı, arasına bıraktı. Durdu durdu tepindi, dönme denemesi bile yaptı. Bana kalsa düz bir yere bırakılsa yüz üstü dönecek. Yorgan çukurlaştığı için engelleniyor. Ablam, “O dediklerin yaşını doldurunca olacak!” diyor. Ablam yaşlılardan duyduklarına inanmış, yeni söylemlere pek güvenemiyor. Belki de haklı. Ben konuşuyorum ama bildiğimden değil, Saim’in bağlı oluşuna üzüldüğümden çözmeye çalışıyorum. Ablama “Her akşam ne yapıyorsunuz?” diye sordum. Büyük ablamın kızı Gülsüm geldiğinde, gülsüm Saim’le çok güzel oynuyormuş, konuşuyormuş, altını temizliyormuş. Uyurken yanında duruyormuş. Ablam “Gülsüm’ün geldiği günler ben evin işlerini yapıyorum. Gözüm arkada kalmadan dışardaki işlerimi sürdürüyorum!” dedi. “Gülsüm olmadığı zamanlar?” demeye dilim varmadı. Biz konuşurken ablam Saim’i izlemiş, aldı, altını silip kundakladı. Buna önce tepki gösteren Saim, sesini perde perde kısarak sustu, uyudu.
Küçük ablam 1912 yılında doğmuş. 27. yaşı içinde. Önceleri köyde okul olmadığı için okula gidememiş. Yeni yazıya geçilirken açılan halk okuluna düzenli gitmişti. Ben de ablamla gidip gelirken okuyup yazmayı öğrenmiştim.Ablam, mektuplarını okuyor, yanıtlarını yazıyor. Daha doğrusu başkalarına gereksinim duymayacak ölçüde kendi işini görüyor. Geçmiş günleri okuyup öğrendikçe ablalarımın çok şanssız bir dönemin çocukları olduğuna inanıyorum. Büyük ablam 1910 doğumlu. Balkan Savaşı bozgununda 2. yaşı içindedir. Aile Balkan Bozgun’unda Balıkesir’e gitmiş, Balıkesir’in Şamlı köyünde göçmen olarak kalmış. Küçük ablam Balıkesir Şamlı köyünde doğmuştur. Balkan Savaşı sonunda Trakya geri alınınca aile tekrar köye dönmüş. Bu kez de 1. Dünya Savaşı patlak verince babaları asker olup savaşa katılmıştır. Baba 1915 yılında şehit düşmüştür. Küçük ablam 3, büyük ablam 5 yaşı içindedir. 1. Dünya Savaşı, artından Kurtuluş savaşı 1922 yılına dek sürer. Büyük ablam 12, küçük ablam 10 yaşına gelmiştir. Böylece ilkokul çağları o dönemin öteki çocukları, ya da savaş kuşakları gibi onlar da okula gitme şansı bulamamışlardır. Tüm Türk yurttaşları gibi ablamlar da ancak 1928 yılında okuma olanağına kavuşmuşlardır. Köyde yerleşmiş bulunmalarının zorlukları da katılınca okul yaşamından yoksun kalmışlardır. Cumhuriyet Döneminin sonradan bahşettiği Halk Okuma olanaklarından yararlanarak okur-yazar durumuna ancak gelebilmişlerdir. Annemiz ise daha önce, o günlerin koşulları içinde okumuş, ya da okumanın bir insan için gerekli olduğunu anlayacak ölçüde bilinçlenmiş olduğundan, ablalarımı okutamamanın acısını duymuş. Bu acıyı kısmen azaltmak amacıyla benim okumamı yaşamsal bir gereklilik olarak görmüş, bunu tüm ailemize benimsetmiştir. Doğumumla başlayan beni okutma tasarıları annemin ölümüne dek sürmüş, annemin ölüm döşeğindeki vasiyetiyle son noktası konularak eyleme dönüştürülmüştür… Babamın, bu vasiyeti yerine getirmek için yaşamı boyunca çırpındığını baştan sona biliyorum… Olayın bu tarafını çok iyi bildiğim için, mişli geçmiş kullanmaya gerek görmüyorum. Ablalarıma böyle bir olanak verilememesine üzüldüğümü söylemek gereğini duyuyorum. İnsan yaşamının geçmişinde onarılması olanaksız kusurların olduğunu okuduğum kitaplardan sezinlemeye başladım. Bu böyle olup gidiyor besbelli deyip yutkunduğum çok oldu. Böyleyken duygularım, bana yakın olanlar için sürekli depreşip hesaplaşmaya kalkışıyor. Ablacığım kendi yaşamını kaderine bağlamış, bebeği Saim’i kundağa sardığı gibi kendini kader söylemleriyle sarıp sarmalamış, aralıklardan bakar gibi zaman zaman, sevinçten, mutluluktan söz ediyor. Ancak bunların ölçüsüne değinmiyor. Ne kadarı hakkı, ne ölçüde sağlayabilmiş olayın bu yanlarına hiç girmiyor. Bu bakımdan ben kendimi onun yanında, onun adına, ondan daha mutsuz buluyorum. Bu mutsuzluk, benim mutluluğumu da silip götürüyor. Götürüyor değişim de yeterli değil. Keşke silip götürse. Benimkini yok edip yerine o oturuyor. Bu böyle mi sürecek? Saim büyüdükçe bir değişiklik olacak mı? Belki de ablacığım böyle bir umuttan güç alıyor. Ablamla karşı karşıya otururken böyle düşündüğüme de üzüldüm. Neden böyle farklı düşünüyorum? Okumuş olmam mı beni böyle düşünmeye zorluyor? Galiba deyip, okuduklarımı anımsamaya başlıyorum. Beyaz Lale’yi okuyunca çok üzülmüştüm. Ne suçu vardı Lale’nin? İnsanlar ona önce bir sıfat bulup değişik baktılar. Gene insan şekline girmiş yaratıklar onu canından ettiler. Bomba’da da öyle. Zıt düşünceleri olan insanlar bir biriyle didişiyorlar. Bu didişme ölüme dek uzatılıyor. Ölenler, kalanlar ne kazanıp ne kaybediyor. Bu onların sorunu. Ancak bu olaylarda en büyük haksızlıklar suçsuzlara oluyor… Kuyucaklı Yusuf’un Müzeyyen’i niçin acı çekti, niçin yaşamadı? Bunların ablamla hiç ilgisi yok biliyorum. Ablam onları hiç duymadı, duymayacak. Ama ben ablamın yanında onları düşünüyorum. Ablam da birşeyler düşünüyordur. Örneğin oğlunun büyüyüp benim kadar olması, şimdi benim yaptığım gibi onunla konuşmasını, kendisine yardım etmesini ya da benim gerçekten okuyup daha bilgili olmamı, bir meslek edinip başarılı olmamı düşleyebilir. Bunlar ne güzel, ne umut verici yaşam kurguları.Oysa benimkiler acıklı. Benimkiler neden acıklı, neden iç karartıcı? Bunun yanıtını tam bilemiyorum ama büyük ablam için böyle düşünmediğim gerçeği bana bir yön gösterir gibi oluyor. Küçük ablamın yalnızlığı, yalnızlığının verdiği yaşam zorluklarını ben belki de abartılı bir duruma sokuyorum. Yaşanan bir yaşam biçimini yaşanamaz durumuna çevirip ondan sonuç çıkarmaya kalkışıyorum.
Saim gündüz uykusunu da güzel uyudu. Biz konuşurken Saim’in Gülsüm teyzesi geldi. Saim teyzeyi tanıyor. Gülümsüyor. Göğsüne dokununca kıkır kıkır gülüyor. Gülsüm onu çok yaptığı için alışmışmış. Ablacığıma doyamadan ayrıldım. Ağlamasına ayrıca üzüldüm. Kesinlikle bir rastlantıdır. Ablam ağlayınca Saim de katıla katıla ağladı. Gülsüm aldı atlattı zıplattı. Bir süre daha kaldım. Ablam güldü, arkamdan yola kadar çıktı. Evin arkasındaki derin çukura ininceye dek arkamdan baktı, dönüp baktım, gülüştük. Kaybolunca kendimi bırakıp ağladım. Yolda görenler olur düşüncesiyle arkadaşım Bektaşların evi önünden dere kıyısına inip karşıya geçtim, büyük kavaklara varana dek ağladım. Hava oldukça serinmiş buna karşın bir kuytuya oturup karşı evlere baktım. Karşımda duran ilk ev arkadaşım Nebi’nin evi. Onun solunda Yaşar oturuyor. Az solunda Abdi Ahmet. Anne tarafından akrabamız. Ben ona dayı diyorum. Sünnetimde beni kucağına alıp götürürken acı duymayacağımı söylemiş. Canım acıyınca da ben ona “Yalancı dayı!” diye bağırmışım. Uzun süre bu söz aramızda konuşulmuştu. “Yalancı Dayı!” Yalancı dayı daha sonra muhtarlık yaptı. İlkokul 4. sınıfta okuldan kaçtığımda Yalancı dayı muhtardı. Beni köy odasına çağırır gibi yapıp okula zorla gönderen de Yalancı dayıydı. Ama o zamanki yalanına bir şey diyemedim, çünkü o zamankinde benim haksız olduğumun ayırdındaydım. Az solundaki ev, Kara Hüseyin’in. Şakacı Hüseyin. Kahvede çok dinlediğim biridir. Çete Hasan için yaptığı bir yakıştırma büyük olaylara neden olmuştu. Kara Hüseyin’in az üstünde Salim amcaların evi. Salim amca babamın akrabalarındandır. Bizim köye Ahmet Ağalar olarak tanınan aileye damat gelmişti. Bir süre sonra ayrıldılar. Salim Amca burada oturmaya başladı. Sıra ile evler, Abbas Veli, Koca Şerif olarak gider. Üşür gibi olunca kalktım. Yokuştan çıkarken arkadaşım Nebi’yi gördüm. O da beni görmüş. Kapıya çıktı konuştuk. Annesi uzaktan “Hoş geldin!” dedi. Ayrılınca İbrahim arkadaşı düşündüm. Yıllar önce konuştuklarımızı anımsıyor mu acaba? Kahveye girmeden Hanife Halama uğradım, biraz rahatsızmış. Beni gördüğüne sevindi. Hanife Halam da torun büyütüyor. Hilmi’nin askere alınması kuşkusu içinde. Az kaldım, “Hoşçakalın!” deyip ayrıldım.
Kahvede her zaman olduğu gibi gene birileri var. Bizim köylüler, daha doğrusu köydeki erkekler evlerinde oturmazlar. Oturmaları hep kahvede olur. Evdeki işini bitirince içeri girmez, doğru kahveye giderler. Okul öğrencileri gibi sürekli bir aradadırlar. M geldi. İyice bizim köylü olmuş. Kendini köye benimsetmiş. Eve dönünce büyük ablama söyledim. Ablam “Bizimkilerle de kahvede arası iyiymiş. Babam yakınlık gösteriyormuş. Bence babam politika yapıyor!” dedi, ablam. Neden diye sordum. “İçinden geldiği gibi konuşsa bence öyle davranamaz” dedi. İki ablam da sıcak davranamamışlar. Onlar öyle uzak durunca C de ilişkisini azaltmaya başlamış. Ablam, buna da üzüldüğünü söyledi. “Kızçağızın hiçbir taksiratı yok, onu gönlümden atamıyorum ama ikisini bir arada görmeye de dayanamıyorum. O bize annemizin bir yadigarıydı, öyle düşünüp benimsemiş, kendimizi ona göre hazırlanmıştık. Hiç kimsenin suçu yok biliyorum ama, uzak durmam daha rahatlatıcı geliyor bana. Ablanla biz, iki kardeş bunda karar kıldık. Yalnız seni düşünüyoruz. Buralardan uzak olsan da bizim gönlümüzde hep olacaksın. Annemizin bize tek emaneti, yadigarı sensin!” Ablamın sessiz ağlaması beni gene aynı yere, kendi kederli alanıma döndürdü. Teselli edebilmek için söz bulamadım. C konusunu depreştirmek istemiyorum. Böyle olmasına daha önce razı olmuştuk. Ablamın dediği gibi C ne yapabilirdi ki? C de ablalarım da, Müzeyyen’den, Magda’dan, Lale’den farksız. Tam bilmiyorum ama sanırım A da aynı kader vurgunu oldu. Ancak bu düşüncemi ablacığıma ya da ablalarıma açamıyorum. Ben Müzeyyen’i, Magda’yı, Lale’yi tanıdım. Onun için böyle düşünüyorum. Onlar tanımadılar. Kendilerini anlatan örneklerden habersizler. Bu belki onların yararına oluyor.
Ablama kızını, Gülsüm’ü sorarak konuyu değiştirmeye çalıştım. Gülsüm’ü evlendireceklermiş. Bizde iç güvesi türünden bir evlenme, oğlan kız evine gelecek. Ben buna karşı değilim ama Gülsüm’ün yaşı için düşüncemi söyledim. Ablam tasarılarından söz etmiş ama yakınları düşünmüyorlarmış. “18’e girmeden evlendirmeye niyetimiz yok!” deyince sevindim. Ali Ağabeyim gelince konuşmamızı kestik. Ali Ağabeyle yarınki yolculuğumu konuştuk. Ben kesinlikle araba istemedim. Biraz da onları yanılttım. Daha doğrusu yalan söyledim. Sözde ben Hamitabat’a gideceğim, oradaki arkadaşım Kadir Pekgöz’le buluşacağız onunla bir yeni durum kararlaştırıp birlikte gideceğiz. Ablam da ağabeyin de bana inandılar. Sabah güneş doğarken beni uğurlayacaklar. Yemek yiyip kahveye indim. Kahvede konu savaşlar, Moskof gavuru çapanoğluna çarpmış. Finlandiya sözü kısaltılarak söyleniyor. Finlanda. Nerede olduğunu kimse bilmiyor ama Rusya’ya yakın olduğu saptanmış durumda. . Mussolini Arnavutluk’ta boyunun ölçüsünü almış, çünkü orada hala müslümanlar çoğunluktaymış. Almanlara da Yunanistan’da haddini bildirse bildirse oradaki müslümanlar bildirirmiş ama, adamların elinden silahları alınmış. Onlara silahları geri verilse Alamanların işleri zorlaşırmış. Arada Yunan askerlerinin sürü sürü Türkiye’ye geldiğini söyleyenler oluyor. “Olsun hatta daha iyi işte ya, onları geri döndürürken bizimkilerde aralarına karışacak, aniden Alamanlara haddi bildirilecek.” Arada bir babam, Çanakkale’de kolunu kaybeden Hamza Amcam, “Kelin tırnağı olsa kendi başını kaşır !” diyorsa da, bu sözler derin bir sessizlikle karşılanıyor. Kısa bir suskunluktan sonra aynı sözler söylenip gidiyor. Alaman gavuru, gavurların en gavuru, en hünerlisi, en gaddarı, en dostuna sadık olanı ve de en dostuna yardım edeniymiş. Böyle denince babam gene duramadı, söze karışır “Sen sen ol da bunlara inanma, ‘Ayıdan post, gavurdan dost olmaz’ diye boşuna söylememişler” sözlerini araya katıverdi. Yemek için eve çıktım. Eve komşulardan gelenler oldu, yengelerim geldi. Onlarla konuşurken oldukça uzun geçti. onlar gidince de yatmayı yeğledim. Sabah dinlenik kalkıp dört saat yürümeliyim diye düşündüm. Bir hafta nasıl da çabuk geçti... Hiç ders çalışmadım. Çalışmadığım gibi düşünmedim, aklımın kenarından bile geçirmedim. Derslerle ilgili notlar alacaktım… Salih Ziya Öğretmenin tarımla ilgili soruları vardı. Fikret Madaralı Öğretmen konuşmalarla ilgili notlar istiyordu. Hiç birisini ele almadım. Bu tatil değil bir haftalık izin. Uzun tatil verilirse hepsini yaparım, diye kendi kendimi teselli ettim.
17 Aralık 1939 Pazar
Kendimi rüyada sandım.Başucumda babamın saati çalıyor. Tıngır tıngır tıngır. Babam bu saati ben doğmadan önce İstanbul’un kapalı çarşısından almış. Fahri Öğretmen ilk dinlediğinde, bu saat Chopen’den çalıyor, demiş, Chopen söylene söylene çobana dönüşmüş, öyle kalmış. Ben, dinlemeye başladığım ilk günlerden beri Çobanın Şarkısı olarak dinliyorum. Bir kez , Hasan amcamın yanında böyle konuşulunca onun güldüğünü, tam bilmediğini ama Chopen denilen besteciden olabileceğini söylemişti. Parça,başka saatledeki çalgılar gibi “Tırıt” edip bitmiyor, tam bir dakika çalıyor. Gözümü açtım, rüya değil, babam ben uyuduktan sonra kurup saati karşımdaki pencere içine koymuş. Kalkıp giyindim. Ablam yiyecek hazırlamış, çamaşır, mendil, çorap gibi gereksinimler için bir paket sarmış. Babamla Ali Ağabeyim çoktan kahveye gitmişler. Kahvaltı edip ablama yengelerime “Hoşça kalın!” dedikten sonra kahveye indim. Babamın elini öpüp orada bulunanlara da “Hoşçakalın!” diyerek yola çıktım. İlkokul günlerimi anımsayarak köyü boydan boya yürüdüm. Belli yerlerde gene belli insanları gördüm. Pek değişen bir şey yok gibi geldi. O zaman kahveden çıkınca C’yi görüyordum. Bu kez göremedim. Gerçekte ise göremedim değil bakamadım bile. İçimden gelmedi. Ayrıca o zaman köşeden dönerken kuyu başında Arzu oluyordu, kimi kez takılıyordu. 5. sınıfa giderken ise kardeşini Ahmet’i hazırlayıp yoluma çıkarıyordu. (Kardeşi Ahmet’de benimle aynı okula gelmeye başlamıştı) Bunların hiç birisi bugün yoklar. Hızla köyü geçip, yokuşa tırmandım. Buradan ötesini yürümek daha kolay. Bir ara Kadir’e uğramayı düşündüm, bu fikrimden çabuk vazgeçtim. Belki o daha erken yola çıkmış olabilir, dedim. Hamitabat’ı geçince esas yolla kesişen başka yollar da bulunmaktadır. Bu yollar ayrımında, Lüleburgaz yolunu gösteren bir ağaç vardır. O ağacı gözden kaybetmeyen yolu da şaşırmaz, doğru Lüleburga’a gider. Biz o ağaca Ayvalı ağacı deriz. Bizim aşçı yardımcısı Recep’in köyünün ağacı. Lüleburgaz bağlığına dek görülen tek ağaç bu Ayvalı ağacıdır. Yolda önce Küçük göl, sonra Koca göl çatakları aşılır, sonra Lüleburgaz bağlık tepesine çıkılır. Az sonra da önce Umurca Tepeleri, Saranlı Ovası derken birden bire Lüleburgaz karşımıza çıkar. Buradan öte iki olasılık kalır. Derede su çoksa aşağı yola, Edirne-İstanbul yolu köprüsüne dolaşmak zorunda kalınır. Su taşkınlığı yoksa, buradaki tahta köprülerden geçilip Lüleburgaz’a girilir. Taşkın su olup olmadığı Bağlık tepesinden de belli olmaktadır. Örneğin bizim yolun düzlüğe indiği yer göle dönüşmüşse sağ yola sapılıp taş köprüye gidilir. Ben bu kez suyun gölleşmediğini görünce üst yoldan Lüleburgaz’a girdim. Doğru yapmışım, su üst köprünün altına toplanmış, köprüden rahat geçtim. Bizim yol üstündeki fırına, arkadaşım Hasan’a uğradım. O Pazar günleri de çalışmaktadır. Hasan un içinde işini sürdürürken girdim. O çalışmak zorunda olduğu için, ayaküstü konuştuk. Hasan yaşamından, yaptığı işten memnun, sağlığı çok iyi, Fırın sahibi Yusuf Usta, tüm işleri Hasan’a bırakmış. Hasan bu güveni sağlamanın rahatlığı içinde. Bağıra çağıra (yüksek sesle konuşmak için) eski günleri anımsayıp anlattı. Hasan’ın konuşmasından üzücü bir haber alacağımı çabucacık duyumsasadım, birden irkildim ama, konuşmasını kesmekle gerçeğin değişmeyeceğini bildiğimden sonuna dek dinlemeyi yeğledim. Lamba Süleyman’dan, Kara Mehmet’ten, Malik Mehmet’ten, İbrahim Sarıdemir’den, İbrahim’in kardeşi L’den, N’ ile R’nin evliliğinden, H ile O’ın nişanlandıklarını sıraladı. Benim için buradan ötesini dinlemeğe gerek kalmamıştı. A nişanlanmış, bu evlenmiş demekti. Bunu duymuş olmam yeter. Hasan dükkan bölümüne geçti, çay söyledi. Durgunlaştığımı sezinledi ama sanırım bunu yorgunluğuma bağladı. . “Gene gelirim!” diyerek ayrıldım. Hasan da “Gene beklerim!” diyerek beni uğurladı.
Tenhalaşmış çarşı aralığından İstanbul yoluna çıktım. Arkadaş bulabilirim düşüncesiyle Hükümet binasıyla Halkevi arasında gezindim. Doğru tahmin etmişim, Recep Kocaman, İdris Destan, Ahmet Güner geçen yaz kaldığımız okulun önünde bekliyorlardı. Az önce Şoför Kazım Usta oradan geçmiş, yarım saat içinde okula dönecekmiş, ”Bekleyin, alayım!” demiş. Buna sevindim. Arkadaşlar iyiler. Beni de iyi gördüklerini söylediler. Biz konuşurken Kadir Pekgöz geldi. Meğer o da aynı saatte yola çıkmış. Benden hemen sonra Hasan’a da uğramış, Hasan “Şimdi çıktı!” deyince, durmadan arkamdan gelmiş. Kazım Usta az ilerimizde durdu. Kazım Usta Salih Ziya Öğretmen’i Türkgeldi fidanlığına götürmüş. Öğretmen fidanlık yönetimine fidan ayırmalarını söylemiş. İki ay sonra gidip alacaklarmış. İdris arkadaş “Vay anasını bu fidanları hep biz ekeceğiz!” dedi. Çok üzgündüm ondan olacak, birden İdris’e “Biz ekersek ne olacak? Devlet bizi niçin besliyor? Devletin ekmeğini yeyip yatacak mıyız?” diye çıkıştım. İdris bunu beklemiyordu, sindi kaldı. Çıkışıma öteki arkadaşlar da biraz şaşırdılar. Okula dek kimse benimle konuşmamak için kendi aralarında da konuşmadı. Okula inince ben de onlara sırtımı çevirip eşyalarımı dolabıma yerleştirdikten sonra çıkıp derslikteki yerime oturdum. Az sonra Kadir geldi, derslerle ilgili konuları konuştuk. Bir ara bizim köye gelmeyi düşünmüş. “Keşke gelseydin!” dedim. Kıvır zıvır sözlerden sonra Kadir söyleyeceğini söyledi. O’yu sordu. Çok iyi tanıdığımı söyledim, “evleri bizim yolun üstündedir, gelir geçerken hep görürüm, evlerini de iyi bilirim!” dedim. Ben böyle söyleyince Kadir, “İyi öyleyse bundan sonra orada birisini de daha rahat göreceksin. Dikkat et, O kıskançtır, sonra yolunu keser!” dedi. Kadir’e “Anladım, başka bir şey demeye gerek yok. Benim bir başka yolum daha var, biliyorsun Sadık Mehmetlerin (Rıfat’ı bilirsin,okul arkadaşındır) önünden, yani Değirmen Yolundan geçerim!” dedim. Kadir “Sen durumu öğrenmişsin, ben de söyleyince üzüleceğini düşünüp duruyordum. Söylesem mi, söylemesem mi diye ikircil bir durumdaydım!” deyince. Kadir’e rahat olmasını, benim zaten ciddi bir takıntım olmadığını, A’nın beni çoktan unutmuş olacağını, belki de hiçbir zaman ciddiye almadığını anlattım. Kadir rahatladı. Arkasından dayanamadı, “Ama sen onu gene de gelip geçerken görmelisin, inan ki o da bundan memnun olacaktır!” diye bir kılçık attı. Neden memnun olsun? Kadir başka bir söz mü duydu? Yoksa konuştu mu? Tüm üzüntülerim üstümden sıyrıldı, okula geldiğimi yeni yeni duyumsamaya başladım. Yarınki derslere bakıp kitaplarımı açtım. Köye hiç gitmemiş gibi sırama kapanıp tarih çalıştım. Az sonra İdris geldi “Beni yanlış anladın!” dedi. Çıkardım İdris’e notaları gösterdim. Eski notalar olduğunu görünce benim amca mamca sözlerimin doğruluğuna inandı. Bu konuda sorular sormaya başladı. İdris’le konuştuğumuzu görünce Recep, Ahmet, Hüseyin Orhan geldiler. Onlara da notaları gösterdim. Yığınla nota getirebileceğimi anlattım. Bazı eklentiler de katarak oldukça abartılı bir müzik durumu oluşturdum. “Sen tatili iyi değerlendirmişsin!” diyenler oldu. Onları mı yanıltıyorum, kendimi mi? İçimden de bir süre bunu düşündüm.
Yeni gelenler oldu, arkadaşlar dağıldılar. Pazartesi günü Türkçe-Almanca dersleri olduğunu anımsayıp kitapları hazırladım. Ödev olarak Almanca yirmi sözcük vardı. Bir bilmece bir de şiir Türkçeleştirilecekti. Onları hazırlamıştım ama aklımda hiç bir şey kalmamış, birkaç kez tekrarladım. Tekrarladıkça bildiklerim birer birer uyandı. Türkçe öğretmeni için Ali Ağabeyimin anlattığı Paşa Mezarı öyküsünü hazırladım. Vali Hacı Adil Bey üstüne Vahit Dede’nin anlattıklarını dikkatle dinlemişti. Benim anlatacağıma da önem verecektir. Okuma kitabımdan okumadığımız parçaları karıştırdım. Öğretmen kitap sırası izlemediği için ne okuyacağımızı kestirmek zor. En iyisi hepsini sık sık karıştırmak. Ben de çoğunlukla öyle yapıyorum. İsmet’i merakla bekliyorum. “Pazar günü gelmeyebilirim!” diyordu. Gelecek mi, gelmeyecek mi? Tekirdağ grubu 6 Ali dışında hep geldi. Edirne’den de Halil’le Bekir kaldı. Bayrak töreni yapılırken onlar da geldi. Törenden sonra 6 Ali de gelince tamamlandık. İsmet sonradan fikir değiştirmiş, gecikmeyi gelecek tatilde yapacakmış. Niçin? diye sorduğumda, ”Gecikme yapmış olmak için!”diye yanıt veriyor. İlginç bir inat. Bunu kime karşı yapacak ki? Okuma saati yeni haberlerle dolup taştı. . Çoğu savaşlar üzerine. İzinden önce savaş sözünü ağzına almayanlar, savaş ürküntüsüne tutulmuşlar. Edirne treni çalışmıyormuş. Edirne askerle dolmuş taşmış. Meriç boyunca Alman askerleri geziyormuş. Yeni yeni asker toplanıyormuş. Bunlar bilinen haberler olmasına karşın arkadaşların ağzından taze olarak yayılıyor. Bir ara “Size aylardır iki ağabeyimle eniştemin askere alındığını söylediğimde savaşa mavaşa inanmıyordunuz!” diyecek oldum, bir iki homurtudan öte söze karışan olmadı. Birileri için olaylar, kendilerine dokununca önem kazanıyor, herhalde! Etüt saatimizde de bunlar konuşuldu. Ben sustum, yatınca da derslerimi düşünerek uzandım. Yatağımı özlemişim. Daha doğrusu bir haftadır yatak değiştirip durduğumdan bu nedenle yatağım bana birden yeni gibi geldi. Bu tatilde yer yataklarını oldukça yadırgadım. Oysa bir yıl önceye dek yer yataklarında yatmıştım. . .
18 Aralık 1939 Pazartesi
Değişik bir sesle uyandık. Büyük binaya zil takılmış. Edirne’deki gibi. Yat kalk, yemek,teneffüsler zil sesleriyle oluyormuş. Kampana sabah, işbaşları, akşam paydoslarının uzaklara duyurulması için zille birlikte gene çalınacakmış. Nöbetçiler kampanayı zil sesine göre çalacakmış. Hemen kalkıp hazırlığımı yaptım. Karşılaştığımız küçük sınıfları bizi gururlandırıyor. İsmet’le konuşarak giderken kızlardan bir grup bize durarak “Hoş geldiniz!” dediler. Geçtikten sonra İsmet’e “bunlardan biri Tatar galiba” dedim. İsmet: “Yok dayı, Tatar değil Özbek’miş!” İsmet “Soyadı da Özbe!” deyince utandım; Özbek diye bir ulus olduğunu hiç duymamıştım. Ya da duymuş olsam bile belleğimde hiç izi kalmamış.
Türkçe öğretmenimiz güler yüzle geldi, tatilimizin iyi geçip geçmediğini sordu. İsmet, herkesten önce: “Öğretmenim, biz tatile gitmedik, izinlerimizi kullandık!” dedi. Öğretmen İsmet’e “Sen açıkgözsün, öyle yapmışsındır, o zaman ben sana sormamış olayım. Tatil yapanlar varsa onlar konuşsun!” dedi güldü. Sami Uzunköprü’ye gitmiş, anlattı. Yakup Tanrıkulu Kırklareli’ye, Mehmet Yücel Lüleburgaz’a gitmiş gördüklerini anlattılar. Mehmet Yücel konuşurken, “Hepimiz Lüleburgaz’a gittik!” diyerek sözünü kestiler. Öğretmen, ”Arkadaşınızın amacı size Lüleburgaz’ı tanıtmak değil, oraya geliş nedeni, yaptığı işler, gördükleri v.b. dır. Siz de bir süre durup düşünün; anlatmaya değer olaylara tanık oldunuzsa kalkıp anlatın, hepimiz sizleri dikkatle dinleriz!” Mehmet Yücel, sözü kesildiği için azıcık sinirlendi, sözünü uzatmadı. Nedense öğretmen bu kez bana sordu: “Sen tatile mi gittin, izin mi kullandın?” Kalkacağımı sanmıyordum, birden soruyu anlamadım, “Ben de Kırklareli’ye gittim!” diyerek söze başladım. Sözün baş tarafına değinmeden konuştuğum için gülenler oldu. Ancak öğretmen dikkatle dinledi. Vahit Dede’yi sordu. Vahit Dede gittiğimde başka yerdeymiş göremedim, onunla çalışan Hasan Amcamı gördüğümü, kendisinden müzik notaları aldığımı, ünlü Vali Hacı Adil Beyin düşman baskınına uğramasını, oğlunun vurulduğunu, kendisinin kurtuluşu öyküsü öğrendiğimi anlattım. Öğretmen arkadaşlara, “İşte ben size bunları anlatmaya çalışıyorum. Çevrenizdekilerle konuşsanız, size kitap dolusu bilgiyi verirler!” Öğretmen tekrar bana dönerek “Bu anlattığın nerede, ne zaman olmuş?” diye sordu, Parmağımla Istrancaların en yüksek tepesini gösterdim, “onun yakınında bulunan Demirköy’ün dolaylarında!” dedim. Ahmet Güner Demirköy’ü bildiğini söyledi. Bu kez ben Demirköy’ün eski adının Samakov olduğunu orada demir ocaklarının bulunduğunu, Plevne savaşından sonra Moskofların bu ocakları kapattıklarını anlattım. Zil çaldı. Öğretmen bana gülerek “Sen söylemedin ama ben anladım, sen gerçekten izin kullanmışsın, kendini tatilde sayıp yatmamışsın!” deyip gülerek ayrıldı.
Almanca dersimizde öğretmen kısa bir konuşmadan sonra yazı denemeleri yaptırdı. Okuduğumuz parçalardan bölümler yazdık Yazdıklarımızı arkadaşlarla değişerek düzeltmeler yaptık. Benim yazdıklarımı Halil, onun yazdıklarını ben düzeltmeye çalıştım. Düzeltmelerden sonra da kitapları açarak bu kez düzeltmeleri kitapla karşılaştırdık… Halil’in düzeltmeleri çoğunlukla doğru çıktı. Benimkiler yarı yarıya yanlış olmuş. Özellikle ben, h ile ch , v ile f ses ayrılıklarını seçememişim. Buna üzüldüğümü söyleyince öğretmen, “Bunu ben çok önemsemiyorum, bu doğaldır, zamanla giderilir!” gibilerde teselli edici sözler söyledi. Sami Akıncı’nın hiç yanlışı çıkmamış İsmet, Halil, Bekir Almanca’da iyiler. Not durumlarını bilmiyorum, belki de çok iyiler. Öğretmen bana da iyi dedi ama ben tam güven duymuyorum. Almanca’yı matematik, Tarih, Türkçe gibi tam kavradığıma inanamıyorum. Bu derse karşı rahat değilim. Gene de bu ilk dersimin iyi geçtiğine sevindim. Bu, belki de öğretmenin iyi davranışından ileri geldi.
Öğle yemeğinde öğretmenlerin çoğu vardı, uzaktan uzaktan baktık. İş dersinde atölyede toplandık. Hamdi Öğretmen gelmedi. Naci İnan Öğretmen “yarım kalan işlerimizi tamamlayacağız!” diyerek genel bir anımsatma yaptı. Yusuf Asıl gülerek, “Yarım kalan işleri biz unuttuk öğretmenim!” dedi. İrfan Öğretmen Yusuf Asıl’a bakarak “Vay vefasız!” Naci Öğretmen ise “Sen zaten yarım iş bırakmamıştın, tüm işlerin bitmişti!” deyip parmaklarının ucuyla Yusuf’un kulağından tuttu. Bana da “Senin yarım işlerin vardır, Yusuf’a bir tanesini göster yapsın!” dedi. Hepimiz güldük. İki gruba ayrılıp çalışmaya başladık. Naci Öğretmenin grubu Yatakhane çatı planını açarak çatıda kullanılacak kereste çeşitlerini seçip adlandırmaya, sayısal adetlerini saptamaya başladı. Tüm kereste gereksinimi hesaplanacak, cam, çerçeve kapı adetleri gibi bunların da gereksinimleri ayrıntılı olarak saptanacak. İrfan Öğretmen beni Salih Ziya Öğretmene gönderdi, “Bir örnek verecekti, getirebilirsen getir!” dedi. Koşarak gittim. Öğretmene söyledim. Öğretmen “Yalnız mı geldin?” diye sordu. Meğer örnek dedikleri bir boş arı kovanı sandığıymış. Öğretmen “Yalnız götüremezsin, ben sana koca sandığı yükleyemem!” dedi. Ben duraksayınca, ne düşündüyse, “Hadi gel beraber gidelim, ben öğretmenine durumu açıklarım, az sonra da sandığı gönderirim!” dedi. Birlikte atölyeye döndük. Salih Öğretmen atölyeye girince yüksek sesle : “Yahu bu çocuk o çamur yolda koca sandığı nasıl taşısın? Ben razı olmadım, az sonra başka bir çare bulup gönderirim!” dedi. Naci Öğretmen “Ne yapalım, en güçlümüz oydu, onu gönderdik. İsterseniz, Yusuf Asıl’la Hasan Üner’i göstererek bunların ikisini gönderelim!” dedi. Salih Öğretmen gülerek “Olur, olur! Onları çamurdan çıkarmak için arkalarında da siz gelin!” diyerek bir kahkaha daha attı. Salih Öğretmen okula gitti. Az sonra Kazım Ustanın yardımcısı İbrahim bir arı sandığını yüklenmiş geldi. O da zorlanmış, sandığın çatı bölümünü almamış. Onu öğretmen daha sonra gönderecekmiş. Gerçekten, uzaktan bakarak önemsemediğimiz arı sandıkları, bölüm bölüm oldukça ağır bir nesneymiş. İrfan Öğretmen örnek üzerinde açıklamalar yaptı. Örneğe uygun önce bir tane yapacağız. Salih Ziya Öğretmenin oluruyla sonra bunu ona tamamlayacağız. Bence kolay bir iş. Buna ayrıca çok sevindim. Yaz tatilinde kendi kovanlarımız için yapmayı düşünüyordum. Şimdi deneyim kazanırsam işim daha kolaylaşmış olacak. İrfan Öğretmen “Bu işe 3 kişi yeter!” deyince ben bu işte kalmak istediğimi söyledim. Öğretmen “Olur!” deyince, Yusuf Asıl’la Hasan Üner’i aldım, hemen kesime başladık. İşe oldukça geç başlamamıza karşın, kesme, rendeleme işlerini tamamladık. Yusuf’un inadı tuttu, gitti Tarım bölümünden kovan çatısını getirdi. Parçalarını kesip hazırladık. Bu iş hoşumuza gitti. “Günde bir tane yaparsak iki haftada bitiririz!” diye seviniyoruz. Bence de güzel bir plan.
Kampana çalınca herkes paydos diye sevindi, bense mandolinime kavuşacağım için. İlk kez nota üstünde çalışacağım. Kağıt üstündeki notaları tanıyorum. Mandolinde zaten biliyordum. İki bilineni uygulamak kalıyor. Mandolini alınca parmaklarıma yabancı geldi. Sol parmak uçlarım yeni baştan acımaya başladı. Notaları çalamayacağımı çabucacık anladım. Dörtlükler, sekizlikler, 16’lıklar var. Çok çalışmak gerekecek. Gene de sevinçliyim. Nota işine iyice aklım yattı. Akşam yemeğinde eski konuşmalara iyice dönüldü. Konu Ali Aga neden gene geç geldi? Ali Aga hangi yoldan geldi? Ali Aga neden öteki Tekirdağlılarla gelmiyor? Ali Aga soruların hepsine bir yanıt veriyor. Erken mi gelseydim? Onlarla mı gelseydim? Başka yoldan mı gelseydim? Mehmet Yücel “Yahu, bırakın şu adamla uğraşmayı boşuna yorulmayın. O bizim dediklerimize de, demek istediklerimize de kapalı. Arkadaş bizim dilimizi anlamıyor. Hele şakalarımızı hiç duymuyor. Görmüyor musunuz adam öğretmenlere bile nasıl ters yanıtlar veriyor. Gelin bırakalım şu Ali Agayı, belki kendi kendine kalınca bize uymaya çalışır!”diyerek yarı şaka yarı ciddi bir uyarıda bulundu. Etüt saati sonuna doğru askerlik dersinden söz açıldı. Hep aklımda ama derslikte konuşulunca daha etkili oluyor. Yarın Binbaşı gelir de gene bana çatarsa ne yaparım? Susarım! Susacağım. Soru sorarsa yanıtlamaya çalışacağım. Apaçık hakaret ederse, en sert şekilde gereken yanıtı yapıştıracağım. “Burada daha 29 arkadaş var, biraz da onlarla ilgilensen iyi olur, bana gösterebileceğin ilgiyi gösterdin, daha fazlasına ihtiyacım yok. Bu bana yaşamım boyunca yeter. Bundan böyle her binbaşı bana Yaşar Binbaşıyı anımsatacaktır. Ama siz aynı sözleri benim için söyleyemezsiniz. Karşınızda sessiz duran öğrencilerin hangisinin üstüne varsanız benden daha yüksek sesle karşınıza çıkacaklardır. İsterseniz bir deneyin!” deyip oturacağım. Yat zili vurunca sakin sakin yattım. Binbaşıya söyleyeceklerimi harfi harfine ezberledim. İncitici bir tavır alırsa makine gibi söyleyeceğim. Tersine üsteğmene de daha yumuşak davranıp yaklaşacağım. Bu düşüncemi benimseyip rahatladım. Bundan sonra benim Binbaşı ile bir sorunum olmayacak. Geçmişteki de burada kapanmıştır. Arkadaşlar konuşuyorlar. Ömer Uzgil Öğretmenin sesi geldi, alışkanlıklarınızı unuttunuz mu? Uyku saatiniz başlayalı çok oldu. İhc schlafe.wir schlafen
19 Aralık 1939 Salı
Zil sesiyle daha rahat uyanıyorum. Zilin zırıltısı çabuk kalkmamı sağlıyor. Giyinirken, yattığım sıradaki kadar rahat olmadığımı, gene askerlik dersine takıldığımı anladım. Gece daha cesur oluyorum herhalde. Aynı sözleri söyleyip söylememekte kararsızım. Halil’le birlikte kahvaltıya gittik. Kızlar aynı biçimde, aynı renkte giysi giymişler. Okul mu verdi? diye soruyorum. Halil, okul vermese de, onlar kendi dikişlerini kendileri diktiklerinden böyle uyumlu giyinebilirler!” dedi. Hidayet Öğretmenle karşılaştık. Hidayet Öğretmen bana, “mandolin iyi gidiyor mu?” diye sordu. Hemen notalardan söz ettim: Tuna Dalgaları, İzmir Marşı, Macar Dansı…. Gülerek “Sen işi sağlam tutuyorsun, Tuna Dalgalarını ben çok iyi bilirim, çok da severim ama mandolinde çalmayı hiç denemedim. Bakıyorum sen bu konuda çok cesursun!” Arkasından da “Benim dediğime bakma, bir gün beraber deneriz!” diyerek yılgınlığa düşmemi önledi. Derslikte bir şaşkınlık yaşandı: Askerlik dersi yapılacak. Herkes pencereye yığıldı. Ben sessiz izledim: Binbaşı Motosikletten indi. Kolunun altında bir dosya var. Büyük kapıdan girdi. Sanırım Ömer Uzgil Öğretmenin odasına girecek. İçimden konuşuyorum. Binbaşı gerçekten Ömer Uzgil Öğretmenin odasına girdi.Yerime oturdum.Çok rahatım.
Binbaşı azıcık gecikerek geldi. “Merhaba arkadaşlar!” diyerek selamladı. “Sağol!” diye bağırdık. “Bir daha!” diye sertçe çıkıştı; arkasından canlı canlı!” diye tekrarladı. “Sağğooool!” dedik. Dersliğin tam ortasında dimdik durdu. Askerliğin bir disiplin işi olduğunu tekrarladı. Disiplin, sıkı takiple olurmuş. Türk ordusu disiplini ile ün yapmış. Bu gelenek bozulmayacakmış. İşte bu nedenle kendisi çok önemli işlerine karşın onları bırakıp arada bize derse gelecekmiş. Küçük rütbeli arkadaşlar henüz bu disiplini kuramıyormuş. Kuramadıkları bir yana giderek gevşetiyorlarmış. İçimden “Eyvah!” dedim, hazırladığım sözleri yeni baştan düzene sokmaya başladım. Binbaşı konuşurken birden döndü, masa üstüne koyduğu kitapları aldı içlerinden bir şeyler ayırıp ileriye attı. Gözlerini bize döndürüp hepimizi süzdü. Başını kaldırıp beni gösterdi, “Sen!” dedi ötesini duyamadım. Bir şeyler daha söyledi, anlayamadım. Öyle bakıyordum Halil kolumdan tutup beni tahtaya doğru çekti. Masaya alık alık bakarak indim, Halil’i izledim, Halil ayrılan kağıtları açtı. Anlar gibi oldum, bir ucundan da ben tutum. Kocaman bir harita açıldı. İki ucundan tutup tahtadaki harita yerlerine astık. Durumu ancak kavrayabildim.Bu arada Binbaşı bize teşekkür etti. Önce Halil, onu izleyerek ben “Sağol!” deyip geri çekildik. Eliyle işaret etti, yerimize oturduk.
Binbaşı, elindeki paketten çektiği bir çubuğu eline alarak sallamaya başladı. Arkasından, “Bugün sizinle, bir dersten çok askerliğin asl-ı mevcudu (Var oluş nedenleri) üzerinde konuşacağım. Yalan yanlış haberler duyuyorsunuz. O haberlerin doğusunu bir askerden, yetkili bir askerden duymanızı istedim!” dedi. Önce savaşların nedenlerini anlattı. 1. Dünya Savaşının başlangıcını, sürecini sonuçlarını tekrarladı. Birinci ders bitince devam edeceğiz!” deyip ayrıldı. Halil dayanamadı, “Arkadaş sana ne oldu, adama çatmayı mı planlıyordun yoksa?” dedi. “Ne oldu?” diye sordum. Benim bildiğim durumu aynen anlattı: “Binbaşı sana söz söylüyor, sen “Bana ne?” der gibi oralı olmuyorsun, öyle bakıyorsun!” dedi. Binbaşı dönünce konuşmamız yarım kaldı. Binbaşı 2. derse girince gene dersliğin ortasında durdu. Hepimize baktı. Elindeki çubukla Emrullah’a . 1. Dünya Savaşı’nın başlangıç, bitiş tarihlerini sordu. Daha sonra Kurtuluş savaşımız hakkındaki bilgilerimizi yokladı. Emrullah Öztürk arkadaşımız önce bir süre sustu. Binbaşının kızarak bağırması üzerine birkaç söz söyledi ama, kiminle savaştığımızı açıklayamadı. Hepimiz soluğumuzu kesmiş durumdaydık. Bu, bilgi yetersizliğimizden, biraz da Binbaşıdan korkumuzdan ileri geliyordu. 6 Ali parmak kaldırdı. Binbaşı bir süre Ali arkadaşı süzdükten sonra, “Söyle bakalım, ne söyleyeceksin? ” dedi. Ali’nin parmak kaldırışına biz de şaşmıştık. Ali gülümseyerek “Arkadaşımız, Bulgaristan’dan geldi, onun için bilememektedir!” dedi. Binbaşı hiç oralı olmamış gibi, “Öyleyse sen söyle, dinleyelim!” diyerek Ali’nin sırası önüne gitti. Ali hiç ummadığımız yanıtlar verdi. Almanya ile savaşa girdiğimizi, İngiltere, Fransa, Rusya ile savaştığımızı söyledi. Arkadaşlar soluklarını tutarak izlediler.Sonunda Ali papara yiyecek diye beklenirken tersi oldu, Binbaşı “Aferin!” deyip Ali’ye oturmasını söyledi. Ali gülümseyerek yerine otururken Binbaşı Ali’ye “Ehven-i şer ne demek biliyor musun?” diye sordu. Ali susunca bu kez hepimize aynı soruyu yöneltti. Hiç birimiz yanıt veremedik. Kendisi açıkladı, “Ehven-i şer, kötülerin en iyisi, yanlışların doğruya yakın tarafında olan anlamı taşır!” Ali’ye dönerek, “Bunu unutma!” dedi. Arkasından da daha yüksek bir sesle “Arkadaşının Bulgaristan’dan gelmesi 1. Dünya Savaşı’ndan habersiz kalmasını affettirmez, bunu bir şaka olarak kabul ettim, sakın bunu unutacağımı düşünme!” diye ekledi. Ali yerine oturdu. Hüsnü Yalçın parmak kaldırdı, Binbaşı söz verince Hüsnü Bulgaristan’ın Büyük Savaş’a katıldığını, savaş sonunda toprak kaybettiğini, bu olayların Bulgaristan okullarında okutulduğunu söyledi. Binbaşı gene Ali’ye dönerek, “Bak bunları da unutma!” dedi. Biraz daha yumuşak konuşarak savaşın Çanakkale bölümünü anlattı. Harita üzerinde bir çok yer gösterdi. Çanakkale Savaşı’nı bilmemiz gerektiğini, bu savaşı akılda tutmak için de Gelibolu Yarımadası’nı gezmemiz zorunluluğunu, bunun için de bir Gelibolu haritası çizmemizi söyledi. Biz haritaları hazırlayacağız, üstüne yazılacakları bir başka derste Binbaşı işaretletecekmiş. Zil çalınca Binbaşı ökçelerini birbirine vurup selam verdi. Biz de birden ayağa kalkarak “Sağol!” dedik.
Binbaşı çıkınca Emrullah Öztürk Ali Agaya vurmaya kalkıştı. Arkadaşlar önlediler. Bir kargaşa yaşandı. Derse korku içinde girmiştim. Dersten sonra arkadaşlar içinde en rahat bendim. Hem korkum azaldı hem de Binbaşının tarih konularına önem verdiğini anladım. O nedenle bir gün kesinlikle onun beklediği yanıtları verip gözüne gireceğim umudum arttı. Dersten sonra Halil arkadaş, dersin başında Binbaşı ikimizi kaldırınca, içinden “Eyvah, bizi arkadaş bellediği için ikimizi de cezalandıracak galiba!” diye düşünmüş. Sonra ise “Binbaşı, kin tutmayan bir insan, daha önce söylediklerini unutmuş bile!” diye düşünmüşmüş. Halil bunları söyleyince daha çok sevindim: Arkadaş aklından geçenleri söylediğine göre demek içinde benim için bir şey saklamıyor! Benim istediğim de buydu!
Öğleden sonra atölyede arı kovanı sandığı hazırladık. Her gün bir sandık yapmayı planlamıştık, beş sandığı ikinci günde çıkarınca kendimiz de şaştık. Naci Öğretmen bize çok güvendiğini söyledi. “Siz, hiç alıştırma yapmadan daha başlangıçta işe koyuldunuz. Şimdilerde yaptığınız işleri küçümsemeyin. Bu güne dek ne yaptınızsa doğru yaptınız. Sizin, şimdiye dek elinize aldığınız bir işi bozduğunuzu görmedik. Kusurlu kesilme, az ya da çok rendelenme olabilir. Sayısız kiriş, davlumbaz, hatıl, lata, direk kestiniz, kapı, çerçeve yaptınız, hepsi yerlerine uygun düştü. Biz, öğretmen arkadaşlarla olayı bu açıdan değerlendiriyoruz!” dedi. Gerçekten yaptığımız işler sonunda “Aaaa, bak bu olmamış!” türünden bir uyarı ile karşılaşmadık. Kampanadan sonra bir süre Tuna Dalgaları’nı seslendirmeye çalıştım. Amcamın klarnetinden kalan Tuna Dalgaları kulağımda çınlayan sesleri mandolinde bir türlü bulduramadım. İyice anladım ki, mandolinde uzun notalar zor çalınıyor. Hidayet Öğretmen titreterek çaldığı için rahat olarak sesleri dolduruyor. Ben, tın, tın tek vurunca sesler çabucak bitiyor…
İzinli gitmeden önce Ahmet Gürsel Öğretmen yazılı yoklamadan söz etmişti, bu nedenle yazılı yoklama yapabilir, diye düşündüm. Herşeyi bir yana itip matematik çalıştım. İşlediğimiz konuları eksiksiz bildiğimi sanıyorum. Öğretmen, çoğunlukla kurallar üzerinde duruyor. Öğrendiğimiz teoremleri çok iyi anımsıyorum. Yatınca birden Binbaşı aklıma geldi. Sahiden, Halil’in dediği gibi Binbaşı benimle konuştuğunu unutmuş olabilir mi? Ali Güleren’i anımsadım; Ali’den rica etsem bana böyle yardımcı olmazdı. Güldüm, arkadaşlar zaman içinde beni unutturacak bir çok hatalar yapacaktır. Yeni bir çatışmaya girmezsem kurtulurum. Rahatladım, sanırım gülümseyerek uyudum.
20 Aralık 1939 Çarşamba
Zil sesiyle uyandım. Herkeste bir kımıldama var ama konuşmalar başlamadı. Akşamdan beri bekliyorum, hiç kimse yazılıdan söz etmiyor. Bu, ilgisizlikten mi, yoksa ben mi yanlış düşünüyorum? Kimseye tınmadan hazırlıklı olduğuma sevindim. Kahvaltıda da bekledim, hiç kimse yazılı sözü etmedi. Öğretmenler geldi. Ahmet Gürsel Öğretmen de Hidayet Gülen Öğretmen gibi şişik paçalı pantolon giymiş. (Golf pantolon) Gri renk, ince çizgili kumaş giysiler, yeni. Gülerek konuşuyor. Yazılı soruların kağıdını hangi cebine koydu acaba? diye içimden geçiriyorum. Geçmiş yazılılarda soru kağıtlarını hep cebinden çıkardığını biliyorum. “Sizi tartan terazi, her zaman cebimdedir!” dediği çok olmuştu. Bizi tartan terazi! Zil çalınca ben heyecanla yazılı bekliyorum, kağıt hazırladım, Halil’e söyledim. Halil bir an duraladı, “Sahi öğretmen öyle bir şey demişti ama biz onu hep unuttuk!” dedi. Benden ödünç kağıt istedi. Hazır kağıdım vardı, verdim. Öğretmen gülerek geldi, “Günaydın!” dedikten sonra, “Haydi bakalım, bir haftalık tatil size ne getirdi, ne götürdü bir ölçelim. Yanılmıyorsam, bu yakınlarda bir yazılı yoklama yapacağımızı söylemiştim!” deyip hepimize baktı. Gözleri Sami Akıncı tarafına gelince Sami “Söylemiştiniz!” diyerek öğretmeni doğruladı. Sıralar tıkırdamaya başladı. Benim kağıt hazırdı, sıranın üstüne koydum. Arkamdan Halil de kağıdını çıkardı. Ağır davrananları görünce öğretmen uyardı: “Ne kadar ağırdan alırsanız o kadar zararınıza olur. Çünkü zamanınız sınırlı. Zil çalınca ben kağıtları almak zorundayım!” Tıkırtılar hızlandı. Öğretmen dört matematik, dört geometri olmak üzere sekiz soru sordu. Sorular kısa, hemen hemen derslikte açıklanmış olan çizimlerden, problemlerdendi. Silindirin, alanını, hacmini bulmak, üçgenin oluşması için gerekli elemanlar, benzer üçgenlerin, benzerlik koşulları üstüne dört soru geometriden, tam sayılı kesirlerle, kesirli sayıların çarpılması, bölünmesi, çıkarılması, toplanmasi üstüne dört aritmetik sorusu. Sorular bana çok kolay geldi. Arkadaşların bol not alması için öğretmenin kolay sorular seçtiği kanısına vardım. Buna azıcık da üzüldüm. İçimden içimden kederlendiğim bir olay, arkadaşların büyük bir bölümü hem çalışmıyor hem de not bekliyor. Bunların içinde dört beş tanesi ise çalışanları da aptal yerine koymaya kalkıyor. “Nasıl olsa sınıf geçiriyorlar, neden çalışıyorsunuz?” diyecek kadar ileri gidenler var. Ben, bunların azıcık ırgalanmalarını istiyorum. Bunu da ancak matematik öğretmeni, tarih öğretmeni, Almanca öğretmeni, Türkçe öğretmeni yapabilir. Sanat derslerinde de bunlar kaytarıyor ama işin yük taşıma taraflarında kendilerinden yararlanıldığı için hiç değilse 5 numara alıp yakayı kurtarıyorlar. Hem bunları düşünüm hem de soruları yanıtladım. Bir daha gözden geçirip kağıdımı verdim.
Kağıdı ilk verince öğretmen kağıda bakmadan aldı, gülümseyerek, “Senden bunu bekliyordum zaten!” dedi. Azıcık alınır gibi oldum. Bu söz, bana olumsuz bir tepki gibi geldi. Çünkü bu sözü çoğunlukla öyle kullanıldığını duymuştum. “Senden ne beklenir ki?” gibi söylenince, “sen ancak bu tür olumsuzlukları yaparsın!”diye konuşulduğunu anımsadım. Yarı alıngan bir durumda sıramda beklerken öğretmen bu kez daha gülecen bir yüzle, “Senden bunu her zaman bekliyorum, işi gevşetmen yok, tam numara verdim!” dedi. Az önce çok sıkılmıştım, gıdıklanır gibi oldum, gülmemek için kendimi zor tuttum. Fısıltı oldu, öğretmen o tarafa yöneldi. Sami arkadaş da kağıdını verdi ama öğretmen fısıltı duyunca kağıt bakmaktan vazgeçmiş olacak, Sami’nin kağıdını masa üzerine bıraktı. Birer ikişer kağıtlar verilmeye başlandı. Bu arada İsmet de kağıdını verdi. Öğretmen İsmet’e “Seninki atbaşı gidiyor!” dedi. Bu sıra zil çaldı, tüm kağıtlar toplandı. Öğretmen gidince “Atbaşı gitme” sözü üzerinde duruldu. Sözün anlamını bilenler çıktı ama bu kez onlar da “Kiminle ‘Atbaşı’?” olduğu üzerinde durdular. Ben anladım, aramızda ilk günden beri tam numara alan Sami Akıncı idi. Öğretmen bu sözüyle Sami’ye yetiştiğimi söylemişti. Ancak İsmet’e söylemesi, araya İsmet’i de kattı. İçimden, öğretmen gezinirken uzaktan yapılanları gözlüyor, belki de İsmet tümünü de yapmıştır, diye düşündüm. Buna da sevindim. İsmet tam numara alırsa bu benim için kendim kadar sevindirici olur, deyip kestim.
Matematik sıkıntısını üstümüzden tam atamamıştık, Fikret Madaralı Öğretmen geldi. Yurttaşlık ödevi vermişti. Yönetim düzeni konusunda araştırma yapacaktık. Köyler, köy yönetimi, bunların seçimleri, Bucak, ilçe bağlantıları, Lüleburgaz ilçesi, çevresi, bucakları, köyleri araştırılşacaktı. Öğretmen sorular sordu. İlçe, bucaklar, köyler konuşulurken arkadaşın biri Lüleburgaz’ın 33 köyü olduğunu söyledi. Ben parmak kaldırdım. “Lüleburgaz’ın 34 köyü var” dedim. Öğretmen, bana, hangi kaynağa göre 34 dediğimi sordu. Ben “Yakın zamana dek 33 köydü, en yakınımızdaki Yeni Bedir köyü dört yıl önce kurulunca köy sayısı arttı!” dedim. Öğretmen, “Yeni Bedir o kadar yeni mi?” diye sordu. Kurucusu, aynı zamanda muhtarı olan kişiyi tanıdığımı, eski köylerinden gelip giderken bizde konuk kaldığını, şimdilerde de Okul Müdürümüze sık sık gelip gittiğini anlattım. Fikret Öğretmen gülerek, “Yoksa o da Vahit Dede takımından mı?” deyince, “Evet Vahit Dede’nin çok yakını, Vahit Dede onlarda kalır!” dedim. Buna karşın, öğretmen, “Lüleburgaz ilçesine kaç köyün bağlı olduğunu öğrenmek çok kolay, Lüleburgaz’a inince biriniz Jandarma Karakolundan sorsa size doğru yanıt verirler!” Bunu üstlenen arkadaşlar oldu.
Boş dersimizde gene Fikret Öğretmen geldi. Kendisi kitap okudu, dergiler karıştırdı. Cumartesi günü gelip kitaplığı düzenleyeceğini, yardımcı 5 arkadaşın gelebileceğini söyledi. Hasan Üner, Mehmet Başaran, Sami Akıncı, Recep Kocaman, Hüseyin Orhan, İsmet Yanar parmak kaldırdı. Nedense öğretmen hepsinin yüzlerine bakarak Sami Akıncı dışında hepsini seçti. “Öğle yemeğinden sonra başlarsak akşama dek işimiz (Tasnifimiz) tamamlanır!” dedi. Dersten sonra bir fısıltı başladı, “Öğretmen Sami Akıncı’yı niçin seçmedi?” Bunu söyleyenlerin çoğu da Sami Akıncı’nın yakın arkadaşları oldu. Ben bunlara çıkışarak “Siz bunu anlamadınız mı? Sami koopratifte çalışıyor. Kooperatifin çalışmasını da denetleyen Fikret Öğretmen, Sami’yi çağırıp da kooperatifi kapatmak ister mi?” deyince sustular.
Hava iyice soğudu. Hafif rüzgar esiyor. Dışarı çıkınca dişlerimiz ara sıra tıkırdar gibi oluyor. Soba nöbetçiliği başladı. Öğle yemeğinde üşüyüp üşümediğimiz soruldu. Küçük sınıflar “Üşüyoruz!” diye bağırdılar. Nöbetçilerin her yatağa bir battaniye ekleyeceği duyuruldu. Atölyede biz kovan sandıklarına devam ettik. Boyama işini de yapacakmışız. Gene de cumartesiye yetiştireceğimizi söyledik. Naci Öğretmen “Dikkat edin, işler yavaş yavaş ekleniyor. Belki de yarın, sandıklara arı da bulun denecektir. Öbürsü gün bitmez, bu kez oldu olacak bari bal doldurun! denebilir!” Yusuf Asıl, Naci Öğretmene en çok karşı söz yetiştiren arkadaşımız. Hemen “onu diyemezler!” deyince öğretmen sordu, “Neden demesinler? Yusuf’un yanıtı: “Balları kendimiz yedik!” deriz. Öğretmen güldü; “Haklısın, bal tutanlar parmaklarını yalarmış. Demek siz tüm kovanı yalayıp yutacaksınız!” Konu değişti. Biz masa, dolap boya, cila işi yaptık ama, yağlı boya yapmamıştık. Öğretmen anlattı, Demircilik atölyesi bölümünde boyayıp bekleyeceğiz. Boyalar çabuk kurumazmış. Öğretmen açıklamalar yaptı. Boya, beziryağ, üstübeç, ispirto gibi nesneleri bir daha elden geçirip tanıdık.
Dersliğe dönerken gözümüze çarptı, yapıcılar, yeni tuvaletlerin yapımıyla uğraşıyorlar. Altlara duvarlara gerekli bölümler takılmaya başlanmış. Biz bakarken 5. sınıftan bir öğrenci (Doğan Güney) lavaboları göstererek, “bunları takarken benim boyuma göre ölçtüler, beni ölçü aldılar!” diye sevinçle anlattı. Bizden sonra gelenlere de anlattığını ayrılırken duydum. Çocuk için büyük bir mutluluk olsa gerek. Aynı çocuk geçen yıl bizim dersliğe geldiğinde benim şiir okuduğumu görünce “Benim eniştem de şair, şiir yazıyor!” demişti. Onu o zamandan beri tanıyorum. Şimdilerde de keman çalışıyor. Sanırım Hidayet Öğretmen de onu destekliyor. Geçen yılki öğretmenleri Ömer Tunalı’nın yanında sık sık görüyordum. Herhalde Ömer Öğretmen onu çok seviyordu.
Bugün mandoline ara verdim. Matematik için düşündüğüm doğru çıktı. Yarın Türkçe için de aynı durum olabilir. Dersliğe girdim, önce Türkçe defterimi baştan sona karıştırdım. Sonra kitaptan okuduklarımızı gözen geçirdim. Yazarlardan da sorulacağını biliyorum. On iki yazar hakkında kısa bilgiler tutmuştum. Ömer Seyfettin, Yahya Kemal Beyatlı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin. (Arkadaşların çoğu buna hala Gültekin, diyor, oysa öğretmen en az on kez açıkladı, Güntekin) Ahmet Haşim, Mehmet Akif Ersoy, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Falih Rıfkı Atay, Halit Ziya Uşaklıgil, Ziya Gökalp. Bunlardan başka Tevfik Fikret, Ahmet Rasim, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Kemalettin Kamu, Enis Behiç Koryürek, Faruk Nafiz Çamlıbel, Hüseyin Cahit Yalçın, Necmettin Halil Onan, gibi parçasını okuduğumuz yazarlar hakkında da bilgimiz olacak. Tam olarak değilse bile yazarla okuduğumuz parçası konusunda biraz bilgim birikmiş. Parçaları okudum. Ahmet Haşim’le Falih Rıfkı’nın parçaları dışındakilerden yanılmadığımı sanıyorum. Biraz da Ziya Gökalp beni yanıltacak şekilde yazıyor. Tıpkı dün geceki gibi kimseyle ilgilenmeden hazırlandım. Yat zilinde de kendi kendime içimden konuşarak yattım. Türkçe Öğretmeni, Türkçe soruları kafamda olsun istiyorum. Yatınca İsmet geldi, çabucacık savuşturdum. Bir yandan da arkadaşları dinliyorum, gene ilgisizlik, gene hava cıva. Bu gece konu yeni eklenen battaniyeler. “Seninki güzel, benimki kalın, o senin olsun, bu benim olacak!” gibi itiş kakış…
21 Aralık 1939 Perşembe
Zilden önce uyandım. Battaniye daha rahat uyumama yardımcı oldu sanıyorum. Sıcacık yattım. Rüya görüp görmediğimi anımsamaya çalıştım. Görmüş gibi bir tür karışıklıklar var belleğimde ama bir türlü açığa çıkaramadım. Zil sesiyle de kalktım. Yazarları düşündüm, bir yazar sorulacak. Bu, Yakup Kadri Karaosmanoğlu olabilir. Ondan üç parça okuduk. Ayrıca Yaban romanını öğretmen kendisi okudu, açıkladı. Şairlerden Enis Behiç Koryürek olabilir. Onun iki şiirini okuduk. Şiirlerin şekil özelliklerini sorabilir. Reşat Nuri Güntekin niçin olmasın? Onun Çalıkuşu romanını öğretmen çok önemseyerek okumuştu. Kahvaltıda yazılı sözü edildi ama üzerinde hiç kimse durmadı.
Ders zili çalınca ben gene kağıdımı hazırladım. Halil: “Sen hazırlandın, bunda bir iş var, ben gene kağıt sağlayamadım, ödünç bir kağıt daha!” dedi. Halil arkadaş sözünün eridir. Bu nedenle kağıdım varsa sormadan bile alabilir. Ancak o, bunu asla bunu yapmaz, biliyorum. Böyle düşünerek kağıt verdim. Bizi görünce başka kağıt çıkaranlar da oldu. Öğretmen geldi, “Günaydın!” dedikten sonra, elindeki kitabın arasından bir kağıt çıkararak, “Birinci soru!” deyip yazdırmaya başladı. Kağıt, kalem telaşına düşenlere “Sarsaklığın bu derecesi de olmaz. Size yoklamaları topla tüfekle mi duyuracağız? Son Türkçe dersinde ben size bunu duyurdum. Yanlışlık olmaması için de bakın buraya not ettim!” deyip duraksamadan ikinci soruyu yazdırdı: Ömer Seyfettin’in Diyet öyküsünün özetini, anafikrini, yazarı hakkında tanıtıcı bilgi verilmesi, “Ak akça karagün içindir” ile “Bu günkü işini yarına bırakma!” atasözlerinin karşılaştırılması, benzer taraflarının gösterilmesi, Suvariler şiirinin düz yazı olarak anlatılması!
Yazdırdıklarını İsmet’e okuttu. Ardından bir de Harun Özçelik’e soruları tekrarlattı. “Başlayın!” deyip yerine oturdu. Ben gene iyi tahmin etmişim. Ömer Seyfettin’i iyi biliyorum. Suvariler’i ezber biliyorum. Diyet öyküsünün üstünde daha önce de durmuştuk. Bir keresinde de soruları ben yanıtlamıştım. Atasözleri azıcık düşündürücü olmakla birlikte üstesinden geleceğime güvenim var. Dikkatlice yazmaya başladım. Diyet öyküsündeki Koca Ali benim unutamadığım bir kitap kişisiydi. Biraz üzülerek, onu anlattım. Konuyu bile bile biraz da uzattım. Öteki soruları daha dengeli yanıtladım. İlk verenlerden biri oldum. Öğretmen yazılıyı bir dersle sınırlamıştı. Zil çalınca kağıtları topladı.
2. dersimiz coğrafya ama boş geçiyor, Türkçe Öğretmeni geldi, “yanıtları ben değil siz vereceksiniz” deyip sormaya başladı.Doğru-yanlış demeden hepimizi dinledi. Hemen hemen herkes konuştu. Sıkıntılı bir yazılıdan sonra böyle rahat konuşmalar, hepimizi canlandırdı. Dersten sonra hiç kimse yorum yapmadı, sorular üstüne konu açılmadı. 3. dersimiz boş geçti. Resim dersimizde defterlerimize resimler çizdik. Konu, çocuk, çiçek, kelebek, kuş. Teker teker yapılması koşulu var. Neden? Bunu bilmiyoruz. Öğretmen, “Bunun nedenini ben de bilmiyorum. Bu varlıklar birer bireydir de ondan olabilir!” diyerek güldü. Arkasından, “Çok olunca daha mı kolay çizilir?” diye bize sordu. Bu kez de biz güldük. Zil çalınca öğretmen “gelecek derste de benzer çalışmalar yapacağız” deyip ayrıldı. Yemekte genellikle yazılı soruları konuşuldu. Anlatılanlara göre yanlış yazan pek yoktu. Önce inanamadım, dinledikçe azıcık üzüldüm: Ben çalıştığımı bile bile sonuçtan kuşkulanırken arkadaşların bu denli doğru yanıtlar vermesi beni elimde olmayarak kaygılandırmaya başladı.
Öğleden sonra Salih Baydemir’le Recep Kocaman da bize yardıma geldi. Onlar boya işinde çalışacaklar. Hazırandıktan sonra, daha rahat çalışacaklarını düşünerek boş olan Demircilik Atölyesin geçtiler. Boyananlar en az üç gün kurumada duracakmış. Biz, bugün bitirip çakacağız. İki Mehmetler de bize yardıma geldi. 10. kovanı çakarken Salih Ziya Öğretmen Bize, “Bahardan sonra bol bol bal yiyeceksiniz! Bana, “Arılar ne zaman bal yapar? Bilirsin!” dedi. Ben, “Bizim arılar her zaman yapıyor, biz ne zaman istesek bal alıyoruz!” dedim. Öğretmen, “Açık gözlük etme, o balları arılar size değil, kendi yavruları için yapıyor, onları alırsanız, arılara kötülük yapmış olursunuz, bu tür yöntemle arıcılığınızı ilerletemezsiniz. Bakın biz, kış ortasında bal almayacağız. Bu sabrı gösterirsek hem onlara hem de bize yetecek bal olacaktır!” Öğretmen, “Siz kovanları böyle güzel yaptığınıza göre, bundan böyle Kepirtepe, Trakya’nın bal deposu olacaktır. Yerimiz, arıların uçmasına çok elverişli. Arılar, ağaçlık, ormanlık yerleri pek sevmezler. Özellikle bal suyu toplayıp ağırlaşınca kovana doğru düm düz uçmak isterler. Şimdi seçtiğimiz yer tam arılık yeri!” Naci Öğretmen gelince Salih Öğretmen bize söylediklerini bir de Naci Öğretmene anlattı. Konuyu, yapılacak fidan ekimine getirdi”Bu yıl bin fidan ekebilirsek, seneye burası yemyeşil olacak!”dedi. Okulun İstanbul yönü tarafının dereye dek fidanlık için ayrıldığını sözlerine ekledi. Naci Öğretmen bunu duyunca “Yapmayın dostum, bize bina yapacak yer bırakmayacaksınız!” diye takıldı. Onlar gülüşünce biz de güldük. Naci Öğretmen bu kez bize takıldı. ”Siz neden gülüyorsuz?” Yusuf Asıl, “Bina yapımına yer kalmayınca biz çalışmaktan kurtuluruz öğretmenim!” Bu kez Salih Öğretmen ciddileşerek, “İşte o olmayacak çocuklar, inşaattan kurtulsanız, bahçeye geçeceksiniz. Bu okulda öğrenim sürdürecek olanlar, işten kaçamayacaklar, daha doğrusu kaçmaya niyet bile etmemelidirler. En iyisi işe ısınıp bilgilenmek, bilgiyle emeğini birleştirmektir. Bilinçli çalışanlar, o ölçüde ürün alır. Böyle olunca da fazla yorulmaz. Yorulduklarında da niçin yorulduğunu bildiklerinden yakınmazlar, tersine kıvanç duyarlar. Sizin yorulduğunuz bu işlerde öğretmenlerinizin yorulmadığını mı sanıyorsunuz ? Yoruluyorlar ama nedenini bildiklerinden duydukları mutluluk onları rahatlatıyor. Devrisi gün koşarak işbaşı yapmaları bundandır!”
Naci Öğretmen teşekkür etti, “Ağzına sağlık Salih Öğretmen, ara sıra bize gel, bal istemiyoruz, istediğin kadar da kovan yapabiliriz. Bala ne gerek sizin sözleriniz bize baldan tatlı geliyor!” Salih Öğretmen, “Aman baldan vazgeçmeyin, benim sözlerim tatlıysa bunun nedeni çok bal yediğimdendir. Balın tadı insanın yüreği gibi dilini de yumuşatır!” Naci Öğretmene “Sizin de bal sevdiğinizi biliyorum. Bal sevenler bir birini tanırlar!” Yusuf Asıl gene söze karıştı. Salih Öğretmene “Bal sevmeyenleri biz nasıl tanıyacağız?” deyince Salih Öğretmen “Sizin onları tanımanıza gerek yok, onlar kendini hemen ele verirler. Dilleri arı gibidir, söz söylerken karşısındakileri hemen iğnelemeye kalkarlar. Bu nedenle kimi insanlar için ‘Arı gibi dili var!’ ” derler. Naci Öğretmen “İşte bu çok güzel oldu. Bu çok hoşuma gitti!” dedi. Öğretmenler birlikte çıktılar. Arkadaşlarla bir süre güldük. Gülüşümüz, öğretmenlerin konuşmalarından çok Yusuf Asıl arkadaşın öğretmen konuşmalarına katılması nedeniyleydi. İdris Destan Yusuf’a “Sen neden öyle ikide bir adamların lafına karışıyorsun?” diye sordu. Önce tartışmaya dönüşmesine karşın Yusuf’un tavrını hepimiz doğru bulduk. Şimdiye dek hiçbir öğretmen Yusuf arkadaşımızı yanıtsız bırakmadı ya da ters yanıt vermedi. Öyle olduğuna göre öğretmenler hoş görüyor dendi. Bu kez, İdris Destan arkadaşımız da bize katıldı, Yusuf Asıl’a sarılarak özür diledi.
Paydosta arkadaşlar gidince İdris’le bir süre atölyede kalıp sıra ile mandolin çalıştık. İdris pek çalışmıyor ama iyi mızrap vuruyor. Ben mızrap vuruşlarını istediğim gibi yapamıyorum. İdris beni destekleyip beğendiğini söylüyor ama ben kendimi yeterli bulmuyorum. Akşam ayazı giderek arttığı için atölyede fazla kalamadık. Derslikte de soba yanmıyor kendi sıcaklığımızla koca dersliği ısıtıyoruz. Yemekte kızların yeni giysileri konu oldu. Halil bana söylediğini tekrarladı: “Onlar atölyelerinde bizim gibi okula değil kendilerine çalışabiliyorlar.O nedenle sık sık giysi değiştirebilirler!” Hilmi Altınsoy hemen atıldı: “Ne olur biraz daha çalışsınlar bize de diksinler. Böyle söylemekle olmaz, kandır birini gizli gizli sana da diker!” Bu kez de aday seçimi yapıldı: Nachtigall önerildi. Hilmi “Yok yahu, öyle saçmalık olmaz, siz benimle alay ediyorsunuz; ben giysi miysi istemiyorum!” deyip sustu. Az sonra bana “Abi söyle şunlara burada konuşulanları derslikte söylemesinler, vallahi kavga ederim!” Arkadaşlar söz verdi, yemekte konuşulanlar başka yerde tekrarlanmayacak!
Yemekten sonra tarih çalıştım. Halil bana, “Sen Tarih kitabını açtığına göre yarın yazılı olabilir!” dedi gülerek, o da tarih kitabını açtı. Bir süredir dersliğimize gelmeyen Namık Öğretmen geldi. “Kusura bakmayın, ben konuşursam, sizin konuşmanıza fırsat vermiş olacağım. Biliyorum bana öyküneceksiniz. O nedenle susuyorum. Ben ne yaparsam siz de onu yaparsanız, böylece bozuşmadan ayrılırız!” dedi. Derin bir sessizlik başladı. Öğretmen elinde dergilerle gelmişti, o dergileri açtıkça adlarını alıyorum. Yedi Gün, Oluş, Varlık, Yeni Mecmua . Birinin adını alamadım. Daha küçük, kitap gibi bir şey. Sormaya da cesaret edemedim. “Ben de Yeni Adam dergisini okuyorum!” demek geçiyor içimden ama, bunun hoş karşılanmayacağını bildiğimden sustum. Ancak, sanat öğretmenlerinin dersliğe geldiklerinde sürekli okumaları ilgimi çekti. Hamdi Bağ Öğretmen de Madam Bovari’yi okumuştu…
Tarih sınavına hazırım. Tarihi okuyunca daha kolay anlıyorum. Ayrıca tarih sorularında ip uçları buluyorum. Bu kez Halil de iyi çalıştı. Ben Namık Öğretmenin elindeki dergilerin adlarını izlerken Halil uyur gibi tarih kitabını sessiz sessiz okudu. Yattığımızdan az sonra da Namık Öğretmen yatakhaneye geldi, sessiz olmamızı istedi. Birilerini azarladı. Tam anlayamadım ama azarlananlardan biri galiba İsmet. İsmet’in bu tür durumlara düşmesini istemiyorum. Çok üzüldüm.
23 Aralık 1939 Cumartesi
Müzik dersine mandolinle geldim. Arkadaşlar çalmamı istediler. Yarım yarım bazı şarkıları çaldım. Çoğu şaşırdı. “Sen eskiden biliyormuşsun!” diyenler oldu. “Ben de çalışacağım!” deyip heveslenenler çıktı. Biz, gürültüyü ayırdında olmadan arttırmışız, Okul Müdürümüz çıktı geldi. “Sesinizi duyunca dersinizin boş olduğunu anladım, geldim!” dedi. “Boş derslerinizde çalışmamanızı kınamıyorum. Hoş, boş vakit geçirmeyin, çalışın diye övüt veriyorum ama bu başka bir şey.” Gülerek: “Öğretmeninini gönder de susalım!” deme hakkınızı size, biz veriyoruz. Bu dördüncü öğretmen ataması oldu, öğretmenler bize ulaşmadan askere çağırıldı. Bir bayan öğretmen bulduk, eşi subaydı, öğretmen gelmeden eşi Edirne dolaylarına gidince, öğretmenimiz çaresiz kaldı, gelemedi.” Müdür Bey, sıraların arasında gezdi. Bizim masaya gelince nedense Halil’e bakarak mandolini gösterdi. “Bunu sen mi çalıyorsun, kapıdan dinledim!” dedi. Halil de, beni göstererek, “Arkadaş çalıyor!”deyince Müdür Bey gülerek, “Sahi mi, buna da mı el attın Sarıoğlan? ” dedi. Müdür Bey okula girdiğim ilk günden beri arkadaşlara Karaoğlan bana (sarışın olduğum için) Sarıoğlan der, bundan gocunmamıştım. Ancak bu kez bu söz bana azıcık dokundu. Aslında Sarıoğlan deyişinden çok, “Sen mi çalıyorsun?” diye Halil’e sormasına alındım. Neden Halil’den bekliyor da benden beklemiyor? Beni, mandolin çalamaz gibi düşünmüş olmasına şaştım. Öğretmenlerim benim çalışmalarımdan hoşnut, bunu hergün tekrarlayıp dururken Müdür Beyin böyle düşünmesi benim kusurum olamaz. Olsa olsa öğretmenlerin sözleri Müdür Beyin bir kulağından giriyor öteki kulağından çıkıyor, olabilir. Ben böyle kuruntulanırken Müdür Bey bu kez bana dönerek “Sana yardımcı olacak bir müzik öğretmenini bulmak üzereyim. Aslında adam bizim için büyük meşakkatlere girecek; cuma akşamları gelip pazar akşamları dönecek. Cumartesi günleri de sizinle fisebilillah çalışacak!” dedikten sonra sözkonusu kişinin Kırklareli Ortaokulu müzik öğretmeni olduğunu söyledi. “Ben o öğretmeni tanıyorum!” deyince bu kez, “Sen de mi ortaokula devam ettin?” diye hayretle sordu . Etmediğimi, amcamın arkadaşı olduğunu, beraber müzik çalışmaları yaptıklarını anlattım. Bu kez Müdür Bey, “Bak bak bak, desene sen bu müzik havasını daha önce koklamışsın! Haydi bakalım, teşebbüsümüz inşallah gerçekleşir, size bu yolla yararlı oluruz!” deyip ayrıldı. Mandolini gene aldım, sıramın içinde yavaş yavaş çalmaya başladım. Haklı olarak arkadaşlardan hemen bir tepki geldi. “Devamlı çalarsan biz rahatsız oluruz.” “Devamlı siz isteseniz de ben çalmam. Ancak siz istemediğiniz için değil, hakkım olmadığı için çalmam. Kabadayıca karşıma çıkarsanız, mandolinimi dinlemek zorunda kalırsınız!” dedim. Bir tartışma başladı, İdris, İsmet, Arif gibi başka arkadaşlar da beni savundular. “O ne zaman ne yapacağını bilir, size sormaya da gerek görmez. Boşuna konuşmayın!” deyip çıktılar. Konuşmalara hiç karışmayan Sami ise beklemediğim bir çıkış yaptı. “Arkadaş ilk kez çalışmasını, geliştirdiği becerisini gösterdi, hemen karşı çıktınız!” Sami sözünü bitirmeden, “Sen kararını söyle!” diye sözünü kesen oldu. Sami, “Benim kararım, Arkadaş tüm derslerinde başarılı, ne yaptığını, ne yapacağını hepimizden iyi biliyor. Korkacak, acınacak bir tarafı yok. O zaten zamanını yok yere harcayacak takımından değil. Öyleyse bu konuda tartışmaya gerek yok. Bırakalım, arkadaş kendisi gerekeni yapsın. Böyle olursa bence hiç bir tatsızlık çıkmayacak, arkadaşın da hepimiz kadar bu derslikte kullanma hakkı kısıtlanmamış olacak!” Başta İsmet Yanar, Mehmet Yücel olmak üzere Sami Akıncı’ya teşekkür ettiler. Fettah Biricik karşıcılardandı. “Ben derslikte çalışırken zırıltı olsun istemem!” dedi. Sami buna hemen karşılık verdi: “Ben de senin gibi, derslikte çalışırken başımda zırıltı istemiyorum ama sen sürekli olarak arkamda zırıltı değil dırıltı ediyorsun. Mandolin çalınmadığı zamanlar sen susacaksan, arkadaş şimdiye dek olduğu gibi bundan böyle de dersliğe mandolin getirmez. Böyle bir anlaşmaya yanaşıyor musun?” deyince herkes Fettah’a “Hadi Fettah kabul et, inadından vaz geç, bu kez iyice sıkıştın!” dediler. Bizim konuşmalar sürerken Beden Eğitimi Öğretmeni bayan kapıdan girdi, güleç bir yüzle “Günaydın!” dedi. Tahtaya gitti tebeşir aradı. Tahtada genellikle tebeşir olur ama bu kez ya bitmiş ya da birisi almış. Öğretmen gene gülerek “Benim tebeşir kullanmayacağımı düşündüğünüzden herhalde tebeşirleri kaldırmışsınız!” dedi. Harun Özçelik hemen bir tebeşir götürdü. Öğretmen tahtaya büyük harflerle Rükiye Dökmen yazdı Az önündeki arkadaşlara, Bekir Temuçin’e, Kadir pekgöz’e ayrı ayrı okuttu. Arka sıralara geçti, Hilmi Altınsoy’a, Salih Baydemir’e, Yakup Tanrıkulu’na da okuttu. Ben hiç dönmeden, sıramda otururken sağımdaki Halil’e “Hazır ol, salt bana okutmak için önce sana okutacak, sonra da bana!” dedim. Sözümü bitirir bitirmez Öğretmen geldi Halil’e okuttu, arkasından bana, değişik bir sesle “Sen de oku!” deyip tahtaya yöneldi. Tahta önünde durunca, “Umarım benim adımı öğrenmişsinizdir!” dedi. Ali Aga parmak kaldırdı. Öğretmen gördü ama söyleyeceklerini söylemeden söz vermek istemedi. Öğretmenlik, öğrencilik, saygı, saygısızlık üstüne kısa birşeyler söyledi. Bu kez 6 Ali’ye döndü: “Ne söyleyeceksen söyle!” dedi. Ali Aga gülerek, “Sizin adınızı biliyorduk, yalnız soyadınızı yazsaydınız da olurdu!” dedi. Öğretmen, Ali’nin söylediğini pek anlayamadı, ama önemsediği besbelliydi. Yüksek sesle “Anlayamadım!” deyip tekrarlamasını istedi. Öğretmenin sert tepkisinden çekinen arkadaş bu defa, “Heyecandan sözümü unutum, özür dilerim!” deyip oturdu. Öğretmen titrer gibi konuşmaya başladı. “Sizde mi bir anormallik var bende mi?” diye arka arkaya iki üç kez sordu. Sami Akıncı arkadaşımız kalktı. Çok yumuşak bir sesle, öğretmenden özür diledi. “Derslerimiz çok boş geçtiği, hele bu yıl beden eğitimi dersi hiç görmediğimiz için size uyum sağlamakta bocalıyoruz. Sizin göstereceğiniz hoşgörüler içinde en kısa zamanda beğenilerinizi kazanacağız!” dedi. Öğretmen bir Sami’ye bir Ali’ye, bir bana baktı. Bu bakışından, beni affetmediği gibi, affetmeyeceğini de iyice anladım. Sami çok güzel konuştu ama Sami’nin sözlerini de bu öğretmenin anlamayacağını sezdim. Tahtaya gitti, önce adını silmeye başladı, Harun koşup silgiyi elinden almak istedi. Harun’a “Ben kendi yazdıklarımı silerim!” gibi anlamsız bir de söz söyledi. Harun,belki elinde olmayarak, sağ bileğini büküp elini “Canın isterse! der gibi” salladı. Tam o sıra öğretmen Harun Özçelik’e dönmüştü, gördü. İrkilir gibi oldu. Ağır ağır tahtaya döndü. Elindeki dergilerden daha önce kesilmiş resimleri sırasıyla tahtaya çizdi. Dersin bittiğini bildiren zil çalınca, birden yumuşayarak, “Eyvah, tam çizdim ders bitti, gelecek ders ben bunları gene mi çizeceğim?” diye sordu. “Sınıf mümessiliniz kim?” diyerek bakındı. Mehmet Yücel “Bizde sınıf mümessili yok, bunun yerine günlük nöbetçi vardır, o da günlük işleri görür, ayrıca her öğretmenin seçtiği bir arkadaş vardır. O arkadaş yalnız o öğretmene yardımcı olur. Ancak öteki arkadaşlara hükmü geçmez!” dedi. Öğretmen bu kez Mehmet Yücel’e sinirlenmiş gibi, “Vay be. . demek hükmü geçmez, ha?” diye sordu. Mehmet Yücel arkadaş da hiç üzerine alınmadan, güleç bir yüzle, “bizde böyle öğretmenim!” dedi. Öğretmen “Öyleyse sen de benim dersimin görevlisi ol!” dedi. Arkadaş, “beni görevlendiren öğretmen oldu, spor seven arkadaşlarımız var!” deyince öğretmen,” Kimler onlar?” diye sordu. Mehmet Yücel çok ciddi bir sesle, “Pehlivan arkadaşımız” diyerek Hilmi Altınsoy’u, “Atlet, koşucu arkadaşımız” diye Hüseyin Serin’i, “Trakya oyunlarını çok güzel oynar” diyerek Takup Tanrıkulu’nu gösterdi. Öğretmen üçüne de baktı, gözü tutmamış olacak “Gelecek derste hallederiz!” deyip çıktı. Öğretmen çıkınca derslik büyük bir gürültü içinde kaldı. Bizimle Hüsnü Yalçın’ların sırası dışındakiler yerlerinden oynadı. Kimisi kavga etti, kimisi kahkahadan yerlere yattı. Dersin kahramanı olarak 6 Ali ilan edildi. Ali Agaya bir de ad bulundu: Geçen yılların yağlı güreş şampiyonu Yarım Dünya Mülayim Pehlivan’a rakip 6 Ali Aga!”
Herkes başka başka şeylere gülerken ben, Hamdi Bağ Öğretmeni düşündüm. On gün kadar önce o bizim dersliğe gelmişti. Arkadaşlar Beden Eğitimi dersinden öğretmenden, öğretmene benim söylediklerimden, öğretmenin bana çıkışmasından söz etmişler. Öğretmen adını söylemediği için de ad takıldığını anlatmışlardı. Önce Dürriye, Dürdane gibi adlar sıralamışlardı. Hamdi Öğretmen bunlara gülerken bir ara “Rukiye öğretmeni ben tanımam, yeni gördüm!” demişti. Oysa adının Rukiye olduğunu biliyormuş . Rukiye Dökmen. Olayın bir başka yanı da, öğretmenin “Adımı doğru öğrenin!” demesi, bana göre derslikteki konuşmaların onun kulağına gitme kuşkusunun uyanmasına neden oluyor. Bunu Hamdi Öğretmen yapar mı? Yapar diyemiyorum. Belki, “Çocuklar adınızı tam olarak öğrenememişler” demiş olabilir. Bunu fırsat bilen Rukiye Öğretmen azarlamasına devam etmiştir. Sami Akıncı arkadaşın güzel konuşmasından, Mehmet Yücel arkadaşın mertçe açıklamasından, Ali Aganın korkusuz anlayışsızlığından sonra bana hala öfke tutuyorsa, benim kaygılanmam boşuna olmayacaktır . Adını en sonra bana okutması da zaten bunu gösteriyor. Ancak bugün başına gelenler de az değil. Bunu kolay kolay unutamayacaktır.Bir süre bunları düşünerek hem tasalandım hem de tasalanmamın anlamsızlığını düşündüm.
Bayrak Törenine çıktık. Tören yeri tam rüzgarlı. Bayrağı çektikten sonra marşı beklerken titredim. Kendi kendime utandım. İçimden de “Herkes titremiştir!” deyip teselli buldum. Rukiye Dökmen Öğretmenin gözleri üstümde sanıyorum. Belki de bu benim kuruntum. Başımı kaldırıp bakamadım. Yemekte konu Beden Eğitimi dersi, Rukiye Öğretmen. Yemeğe gelmedi. Arkadaşlar gelecek derste yemeğe çağırmayı konuştular. Bu arada ben, “Gelmez” diyecek oldum. “Gelmezse sen varsın diye gelmez!” sözü edildi. Anlamazdan geldim, “O gün ben yemeğe gelmeyebilirim!” dedim. Sözler şakaya dönüştü, 6 Ali’nin sözlerine bir daha güldük…
Yemekten sonra İdris’le atölyeye gittik. İdris üşüdüğünü söyleyip çabuk ayrıldı. Ben üşümüyorum, üşüyünceye dek kaldım. Kendi kendime “Yeter!” demek üzereyken akşam olmuş, yemek kampanası çaldı. Hidayet Öğretmen piyes provası için haber göndermiş, yemekhanede toplanacağız. Nedense yemekhane o kadar soğuk değil. Öğretmen, “Büyük bina bir taraftan, mutfak binası bir taraftan rüzgarı önlüyor!” dedi. Benim dışımda hiç kimse rolünü ezberlememiş. Hidayet Öğretmen “yazar sana kolaylık hazırlamış, sözleri kısaltmış!” dedi. Öteki arkadaşlara da “Baylar, istemiyorsanız beni boşuna üzmeyin. Bu oyunu oynamazsak ben üzüleceğim. Ama üzülmemek için de bir yıl boyunca buralara sürüklenmek istemem!” dedi. Bu kez, piyesin yazarından söz etti. Ahmet Güner’e piyesin yazarını sordu. Ahmet sonradan katıldığı için yazarı bilemedi. Öğretmen sormadan ben söyledim: Akagündüz. Öğretmen kızar gibi oldu ama belli etmedi. Bu kez de bana bu yazardan kitap okuyup okumadığımı sordu. “Okudum, Bu Toprağın Kızları’nı okudum!” diyerek vurguladım. Hidayet Öğretmen yumuşayarak, “O kitabı ben de beğenerek okudum!” yanıtını verdi. Öğretmen ne düşündüyse gene piyese döndü, “Elimizdeki yazılara göre tekrarlayalım!” dedi. Okuyarak tekrarladık. Yat kampanasına dek çalıştık. Öğretmen tekrar “Bu işi sürdürmek istiyorsak haftaya ezberleyip gelelim!” dedi. Bana gene mandolini sordu: “Nasıl ilerleme var mı? Yoksa piyes gibi o da uykuda mı?” diye sordu, güldü. İzmir Marşını çaldığımı söyleyince “Bravo, ben de çok severim o marşı!” dedi. Sonra da ağzıyla laaaa, la, la, la, lalalalalal, diye seslendirdi. “Hadi biraz daha ilerlet de beraber çalışalım, senden ümitliyim, isteklisin, başaracaksın, bu işi!” dedi. Hidayet öğretmenin ilgisinden güç aldım, gider gitmez yattım. Hidayet Gülen Öğretmenin sözleri, öteki olayları sildi geçti oldukça çabuk uyudum….
24 Aralık 1939 Pazar
Hava çok soğuk, yollar buz tuttu, çamurdan kurtulduk ama ayaz burnumuzu donduruyor. Gene de memnunuz; dersliklerimiz sıcak, geceleri de yatakhaneler yeterince sıcak oluyor. Hava soğukluğu nedeniyle hamam işlerimiz geriye bırakıldı. Ben gene atölyeye gidip İzmir Marşına, Tuna Dalgalarına çalıştım. İzmir Marşı çok kolay geldi. Baş tarafında azıcık tökezliyorum ama ötelerini rahat çıkarıyorum… Derslikte bir süre Türkçe çalıştım. Kendi kendimi eleştirdim: En çok yazım yanlışı yaptığım sözleri saptamaya çalıştım. Bir yığın yanlışımı buldum. h-ğ, ğ-y, m-n, c-j harflerinin sık sık yer değiştirdiğini gördüm. Okuma Kitabından örnekler bulup yanlışlarımı saptamaya çalıştım. Bir ara kar başladı, rüzgar fırtınaya dönüştü. Bayrak törenini az gecikmeli yaptık. Hidayet Öğretmen “Tören güneşe uyularak yapılır, hava bizi yanılttı” diyerek özür bildirdi. Pazar akşamları etüt saatlerinde öğretmenler çoğunlukla gelmiyor. Nedense bu akşam Ömer Uzgil Öğretmen geldi. Elinde bir yığın da gazete var. Biz izine çıkarken Ahmer Gökay Ağabey de izinli çıktığından bir haftadır bizim Akşam gazetesi gelmiyor. Ömer Uzgil Öğretmenin elinde gazeteleri görünce bunu anımsadım. Öğretmen gazeteleri çevirirken birinin başlığını gördüm. “Büyük Yıkımın Bilançosu” Büyük yıkım herhalde savaşan devletlerle ilgilidir, deyip Finlandiya’nın olmamasını dileyerek, durdum. Öğretmen birden, “Çocuklar size üzücü bir olaydan söz edeceğim. Ne kadar saklasak, sonunda duyacaksınız, iki gün önce memleketimizden büyük bir deprem oldu, güzel bir kentimiz hemen hemen yok oldu. Erzincan. Siz Erzincan’ı bilmezsiniz belki ama, Lüleburgaz’ı gözünüzün önüne getirir, onu 3-4 kat büyütebilirseniz, Erzincan’ı anlamış olabilirsiniz. İşte bu kent bir gece içinde yok oldu. Ulusca öyle bir büyük depremle karşı karşıya kaldık. Orası da burası gibi karlar altında, Özellikle oraları daha soğuk, daha karlıdır. Erzincan çevresindeki köyler de hesaba katılırsa 40-50 bin insanımız gitti. Şu anda tüm Türkiye onlar için ağlıyor. Size ağlayın demek istemiyorum. Böyle olaylarda büyükler, “Kalanlar sağ olsun!” deyip, günlük işlerine devam ederler. Biz de öyle yapıyoruz ama yurdumuzun bir yöresi şu sıralar acı içindedir. Elimdeki gazeteler bu acı haberlerle dolu. Hepimizin başı sağolsun!” dedi.
Bir süre daha oturdu, kederli bir yüzle ayrıldı. Daha önce de İzmir dolaylarında deprem olmuştu, Depremler üstüne konuşmalar yapılmıştı. Ancak bu defaki çok büyük. Bir kent tümüyle yok olmuş, 40-50 bin kadar insan ölmüş. Üç dört Lüleburgaz ortadan kalkmış. Hepimiz şaşkın şaşkın bakıştık. İki gün önce, yani 22 Aralık Cuma günü…O geceyi düşündüm: Nasıl uyumuştum, rüya gördüm mü?
25 Aralık 1939 Pazartesi
Bembeyaz bir Kepirtepe ile karşılaştık. Asfalttan geçen otobüsler, kamyonlar yolu açmasa avucumuz kadar bile bir kara parçası göremeyeceğiz. Bir karıştan fazla derinlikte kar yağmış. Yer buz tuttuğu için rahat geziyoruz. Nedense dünkü kadar da üşümüyoruz. Öğretmenler erken geldi. Kahvaltıdan sonra dikkatle Türkçe öğretmenini bekliyoruz. Benim notum en az iyi olacak. Bu nedenle rahatım ama nedense ben de öteki arkadaşların notlarını ilgiyle bekliyorum. Hiç çalışmadığı halde sınıf geçenlerin durumuna öteden beri üzülüyorum. Öğretmenler bunlara niçin göz yumuyorlar? Türkçe öğretmenimiz, her zaman olduğu gibi gene gülerek geldi, “Bakın kara kepirin bir de beyaz yüzü varmış. Ne güzel, değil mi çocuklar?” dedi. Kar üstüne konuşma yaptı. Kar adlı bir şiir okudu. “Bakalım bu güzel karlı günde sizler ne yaptınız?” deyip kağıt tomarını masaya koyduktan sonra aldığımız notları okudu. Sami Akıncı, İsmet Yanar, Bekir Temuçin 9, benim 8, Halil, Mehmet Başaran, Harun Özçelik, 7, Recep Kocaman, Yusuf Asıl, Hüseyin Orhan 6, Kadir Pekgöz, Mehmet Yücel, Hasan Üner 5 almış, Öğretmen, “Yeterli bulmadım, gene yoklayacağım. Siz bilirsiniz, düşünün, kendiniz karar verin. İçinizde başaranlar olduğuna göre, demek sorularım zor değil. Üç öğrencinin dokuz aldığı bir sınıfta yedi tane iki alan oluyorsa orada önemli bir sorun var!” demektir. Bunun nedenini araştıracağız!” diyerek kağıtları elimize verdi. Kırmızı çizgili yerlerdeki kusurlarımızı gördük. Ben şiir anlatımında tekrarlarla uzatmışım, Koca Ali’de gereksiz yorum yapmışım. Öğretmen kağıtlara, kusurlarımızı ayrıntılı olarak yazmış. Kağıtları gördükten sonra öğretmene geri verdik. Öğretmen, yapacağı yeni yazılı yoklamalar için açıklama yaptı, Milli Eğitim Bakanlığının bu konudaki buyruklarını okudu. 2. derste de bakanlık emirlerini açıklamayı sürdürdü, örnekler verererek anlamamızı kolaylaştırdı. Uymak zorunda olduğu kurallar varmış, bunları Milli Eğitim Bakanlığının yetkili uzmanları hazırlıyormuş, öğretmenler bu kurallara uymak zorundaymış. Sık sık okullara uğrayan müfettişler bunları izliyormuş. Noktalama işaretleri üzerinde durdu. Nokta, virgül, noktalı virgül, iki nokta, satır başı, parağraf konularında örnekler verererek, notlar yazdırdı. Öğretmen bir süre hepimize baktı, “Bundan sonra bu yazdırdıklarıma uymayanlar bunları bilmiyor demektir. İşte ben de bunlara olumlu not veremem. Verirsem o gelen müfettiş benden hesap sorar: Yazdırdığın bilgileri kavratamamışsın!” der. Biz öğretmenlerin işte böyle sınırlandırılmış bir yetki-görevimiz var!” dedi. Ayrıldı…
Almanca dersimizde de yazılı olduk. Öğretmen bir metin yazdırdı. Metni doğru yazma 5 numara, yazılan metni doğru Türkçe’ye çevirme 5 numara!” dedi. Uzunca bir süre yazdık. Yazamayan arkadaşlar tekrar tekrar sordular. Öğretmen de sordukça tekrarladı. Bu tekrarlar işime yaradı, parçayı iyice anımsadım. Biz bu parçayı geçen yıl okumuştuk. Uzun bir sıkıntıdan sonra olay kafamda canlandı . Önce yazdıklarımdaki düzeltmeleri yaptım. Cümleleri tekrarladıkça anımsamalarım arttı, arttıkça da yazdım. 1. dersin sonunda öğretmen kağıtları topladı. 2. Derste bize ödev verdi, kendisi kağıtlara bakmaya başladı. Elindeki desteyi ters çevirip başladığı;başlarda vermiş olduğumdan benim kağıdı da ilk sırada okumuş oldu. Ders bitiminde okuduğu kağıtların üstündeki notları duyurdu. 18, 10, 44, 9, 51, 8, 66, 7… ötekileri dinlemedim. Yedi almışım, çok sevindim. Almanca’dan yedi aldığıma göre benim kültür derslerinden bir takıntım olmayacak!” diye sevinerek sıraya yaslanıp yayıldım. Halil de 7 almış. Ben onu duymadım. O aldığı nottan sanırım memnun değil. Üzerine düşüp kurcalamadım. Ben, Almanca dersini beceremiyorum. Herhalde bu Almanca sözleri ezberleyemediğimden kaynaklanıyor.Yoksa Almanca’ya da öteki dersler ölçüsünde zaman ayırıyorum. Neden böyle oluyor? İşte benim sorunum bu!. Öğretmen çıkmak üzereyken numaralar okudu. Aralarında benimki de vardı. Sıraladı, 44, 51. Büyük harfleri ihmal ediyorsunuz, sizden , birer numara kırdım, 66, ch’leri tümden ihmal etmişsin iki numara kırdım!” Demek ch’lere dikkat etseymişim, 9 numara alacakmışım. İşte buna üzülmenin ötesinde şaştım. Ayrıntılara dikkat etsem, seslere azıcık daha çalışsam Almanca dersinden de iyi notlar alacağım. Birden düşüncem değişti, bunu da başaracağıma inanmaya başladım. Heveslenir gibi oldum. ”Hevesim, geçici olmayacak!”diyerek kendi kendimi uyardım. . Almanca sözcükleri ezberlemek yılgınlığım sürse bile belli kuralları herhalde belleyip aklımda tutabilirim. .
Öğle yemeğine giderken hiç kimse benim kadar neşeli değildi. Yemekte konumuz kardan çok, aldığımız notlardı. Nedense herkes kendi notundan çok başkasının notlarını öne sürüyor. Ben öyle düşünmüyorup, kimsenin notuyla da ilgilenmiyorum. Benim bugün aldıklarım tam not değildi ama bence benim emeğimin karşılığı idi. Türkçe öğretmeni kağıdımı elime verdi, yazdıklarımı gördüm. Almanca öğretmeni kusurumu gösterdi. İşte bunlar benim için birer ölçü. Sevinçliyim. Bu düşüncemi arkadaşlara anlatınca Hilmi Altınsoy, “Sami Akıncı tam not aldığı halde senin kadar sevinmiyor!” diyerek bir örnekleme yaptı. Ben, hemen karşılık verdim, “Ben de matematikten tam numara alınca bu denli sevinmemiştim. Çünkü matematik dersinde, öğrendiğimiz konuların bir ayarlamasını yaptım, orada gücümün sınırını biliyorum. Almanca’da böyle bir sınır çizemediğim için bocalamaktayım. Türkçe de öyle. Bir konuyu anlat!” deyince bunun kuralı yok, neresinden tutsan o tarafa çekilir. Bu, doğru da olur yanlış da. Bu nedenle bugün sevinçliyim. Önemli olan not değil tuttuğum yolun doğruluğudur. Öbür yazılılarımda bu yolardan daha dikkatli gitmeye çalışacağım.” Hilmi dinledi dinledi, “Sen neler anlatıyorsun ağabey, ben bunlardan hiçbir şey anlamıyorum. Öğretmen soruyor, sorduğunu biliyorsam yazıyorum bilmiyorsam boş kağıdı verip çıkıyorum, o kadar!” Hep birlikte güldük: O kadar! Hasan Üner Hilmi Altınsoy’un hemşerisi, iyi arkadaşlar. Hasan, Hilmi’nin kızmayacağını bildiği için takıldı. “Altınsoy, o kadar, de bakalım!”. Hilmi anlamadı, ama gene de “O” deyince Hasan sözünü kesti, “İşte senin hakkın, o, yani sıfır. Sen ne uzatıp duruyorsun. Hem çalışmıyorsun, hem de çalışanlarla tartışmaya kalkıyorsun !” Hilmi bana baktı, “Abi doğru söyle ben seninle tartışıyor muyum, bana kızıyor musun? ” Ben, “Hayır, asla! Biz ağabey kardeş, yatak komşusu, yemek komşusu olarak barış içinde geçinip gidiyoruz!” dedim Hilmi boynuma sarıldı…Ben tüm bunları konuşurken Ömer Uzgil Öğretmenin akşamki anlattıklarını düşündüm. O denli üzgünken hiç olmamışçasına ders yapması, konuşması ilgimi çekti. Yüreği yanıyor ama belli etmiyor. Ya Fikret Madaralı Öğretmen? O bu depremden habersiz değildir. Kesinlikle ağlamıştır ama bize yansıtmamak için habersiz gibi davranıyor. Öteki öğretmenler de öyle. Hiçbirşey yokmuşçasına herkes işine koşuyor. Bunlardan bir ders çıkarmalıyım!
İş atölyesinde öğretmenler üşüyüp üşümediğimizi sordular. Üşüyoruz, diyenler oldu. Naci Öğretmen, “Üşüyenler şöyle ayrılsın!” dedi. Ayrılanlara birer rende, planya verdi, 4 metrelik kirişlikleri göstererek parlatılmalarını istedi. Planya ya da rende kullananlar titremezmiş. Yusuf Asıl hemen atıldı, “Ben asla titremiyorum!” Naci Öğretmen, Yusuf’u Hamdi Bağ Öğretmene gönderdi, “önemli bir işi yoksa atölyeye gelmesini söyle!” dedi. Yusuf koşarak gitti. Az sonra geldi, Hamdi Öğretmeni bulamadığını söyledi. Naci Öğretmen, “Biliyorum, çünkü öğretmen Lüleburgaz’da. Ben unutmuşum. Yoruldun ama şimdi biz bir şey öğrenmiş olduk; sen de titriyorsun. Haydi planyanın başına geç!” Arkasından da bana, “Sen, Akılsız başın cezasını ayaklar çeker! şarkısını çalıyor musun?” diye sordu. Öyle bir şarkı bilmediğimi söyledim. Yusuf biliyormuş, hemen söylemeye başladı. . Naci Öğretmen “A oğlum, sen şarkıyla markıyla uslanmayacağa benziyorsun, beni uğraştırma. Sen de herkes gibi titriyorsun işte, dik kulaklık etme!” dedi. Arkadaşlar güldüler. Bir süre fısıltılar sürdü: “Dik kulaklı!” Paydostan sonra dersliğe gidince arkadaşlar Yusuf’a uyarıda bulundular. Naci Öğretmenin sabrını taşırıncaya dek inatlaşmasını doğru bulmadılar. Her zaman şakalarını tatlıda keserken bu kez inadına direttiğini anımsattılar. “Sonunda öğretmen de sana öyle davrandı!” diyerek Yusuf’u eleştirdiler.
Gerçekte Naci Öğretmen, kusurlarımızı hoş gören, yumuşak bir öğretmen. İlk günlerden bu yana ben Naci Öğretmenin yanında çalıştım. Kuşkusuz hatalar yaptım. Konuşmalarımda yanlış sözler söyledim. Naci Öğretmen beni incitici hiçbir söz söylemedi. Yanlış söz söylediğim zaman kesinlikle “O, öyle değildir!” bile demez. “Ben onu böyle öğrenmiştim, ya da onun için böyle de diyorlar” diyerek doğruya götürür. Geçen yıl Lüleburgaz okulunda çalışırken, çiftçilik yaptığımı, araba sürdüğümü anlatmıştım. Konuşurken hayvanları, ucu çivili değneklerle dürtüklediklerini, hayvanların arka bacaklarının kan olduğunu, buna çok üzüldüğümü anlatırken ucu çivili değneğin adını köyde öğrendiğim şekilde övendire demiştim. Naci öğretmen, “Bizim taraflarda da öyle yapanlar vardır, tıpkı senin anlattığın gibi, ancak bizim taraflarda çivili değneğin adı değişmiştir. Bizde üvendire derler” diyerek düzeltme yapmıştı. Bir başka zaman da bir arkadaş anne babasını anlatırken, annesinin “Övey” olduğunu söylemişti. Arkadaşın bu durumdan yakındığını söylemesi üzerine öğretmen, “Ne varmış bunda, benim bir çok arkadaşımın anneleri hep ‘üveydi’ ”diyerek düzeltmesi arkadaşlar arasında günlerce konu edilmişti. Daha böyle yüzlerce yanlışımızı sessizce düzeltmesi, ya da düzeltme yolunu seçmesi, Naci Öğretmenin usta öğreticiliği gibi duyarlı kişiliğini de kanıtlamaktadır. Hepimize takılır, belli özelliklerimize değinir ama, o özelliğimizle başarımız arasında bir ilgi kurup onurlandırır. Çalışma grubumuz içinde ben hem en yaşlısı, hem de en güçlüsüyüm. Ağır bir yük kaldırılırken, beni aratır, buldurur benim gücümden yararlanır. Bunu, “Yap, et!” şeklinde yapmaz. “Sensiz edemedik, senin gücüne gereksinim duyduk!” gibi gönül alıcı sözlerle yaptırır. Onun bu tür konuşması bende, gösterilen işi yapmanın, ya da gösterilen işi bitirmenin ötesinde bir duygu uyandırmaz. Tüm arkadaşlar da aynı kanıda olduğundan bugünkü durum, hepimizi bir noktaya topladı. Naci Öğretmen incitilmemeli. En küçük tersliğin Naci Öğretmeni inciteceğini bilmeliyiz…
Yarın Tabiat Bilgisi, Askerlik dersleri var. Yazılı olacağını sanmıyorum. Herhalde üsteğmen gelecek. O da yazılı yapmaz. Tabiat Bilgisi dersinde yazılı yapacaksa, Salih Ziya Öğretmen kesinlikle tarıma yakın konulardan sorar. Deftere yazdıklarıma baktım, daha sonra da Yurttaşlık Bilgisini okudum. Lüleburgaz’ın kaç köyü var? Bunu tartışmıştık, öğretmen soracaktı. Bu konuda da haklı çıkacağımı biliyorum. Kesinlikle öğretmen doğrusunu öğrenip, açıklayacaktır. Arkadaşların konuşmalarına karışmazsam özellikle de karışıp tartışma yapmazsam o günüm genellikle iyi bitiyor. Yat ziliyle birlikte yatağa koştum. Şaşırdım, dışarının aydınlığı içerisini de aydınlatmış. Biz izindeyken neden bilmem bizim yatakhanede değişiklik yapılmış. Kapı önündeki boşluğa ranza çekilmiş. Yatakhane daha da sıkıştırılmış. 15 ranza 20’ye çıkarılmış. 6. sınıflardan da 10 öğrenci bizim tarafa alınmış. Onlar bize uydukları için varlıkları yoklukları pek belli olmuyor. Onlardan birileri benimle yarışır gibi erken gelip yatıyorlar. Hemen hemen hepsi bana ağabey deyip saygı gösteriyorlar. 25 Cavit Kafkas da aralarında. Bunları düşünürken, aramıza gelenleri birer birer göz önümden geçirdim. Cavit Kafkas, Rasim Dereli, Rıdvan Ateş, Halil Mumcu, Necdet Şıpka, Mehmet Yüce diye sıralarken uyudum. .
26 Aralık 1939 Salı
Gece gene kar yağmış. Sert bir rüzgar da var. Yerlerin don olması sevindirici. Madaralı Hattını bıraktık. Dolanarak gidiyoruz. Bu durumda Madaralı Hatları tehlikeli. Onlardan gitmeye kalkan küçükler takla atıyorlar. Çünkü tahtalar kayganlaşmış. Yağmurlu günlerin tersine yemekhane okul arasını koşarak geçiyoruz. Öğretmenler geldi. Herkes paltolu. Kalın kumaşlardan yapılmış paltolar. Hidayet Öğretmen, Nazmi Aybar, Alman Ahmet dışında herkes silindir şapka giymiş. Salih Öğretmen, ”Günaydın!” diyerek girdi. “Oturun!” dedikten sonra “Kepirin soğuk yaptığını biliyorduk ama bu kez biraz daha soğup yaptı!” dedi. Sonra da “Çevre ağaçlandırılınca bu rüzgar böyle dolaşamayacak. Hele planlı binalar çıkınca buralar daha sıcak olacak!” gibilerde konuştu. Öğretmen Trakya kışları ile öteki mevsimleri anlattı. Kış hayvanları, av hayvanları üstüne bilgiler verdi. Sorular sordu. Sözü don olayına getirdi. “Çamurdan kurtulduk ama, bu donlar bizim fidanlarımıza da zarar verecektir. Bu nedenle biz toprağı yeni baştan karıştırıp gübreleyeceğiz!” şeklinde açıklamalar yaptı. Salih Öğretmen bunları anlatırken benim aklımdan Binbaşı geçiyordu. Acaba gene kendisi mi gelecek üsteğmen mi?
Zil çalınca pencereye koştum. Ortalıkta motosiklet falan yok. “Herhalde hiç birisi gelmeyecek!” diye sevinirken okulun önünde jip durduğunu söylediler. Gerçekten bayrak gönderi yanında bir jip duruyor. Zil çalınca üsteğmen çıktı geldi. Gene tatlı tatlı konuştu, güzel sözler söyledi. İki saatin nasıl geçtiğini anlamadık. Kendi açıklamaları dışında kitaptan da anlattığı iki bölümü okuttu. Arkadaşlar yazılı durumunu sordular. Üsteğmen, ileriye doğru bir günde yazılı yapabileceğini, ancak yazılıdan çok bizim askerliğe, ata yadigari geleneksel sevgiyi sürdürmemizi, askerliğin vazgeçilmez vatan utkusunu yaşatmamızı, birey olarak bundan ödün vermememizi anımsattı. Babalarımızın birer er ya da çavuş olarak yaşadığı askerliği, askerliğin kutsal nöbetini bizim yedek subay olarak daha canlı tutacağımızı beklediğini söyledi. “Askerlik yazılı sorularına verilen sözlerden çok inanarak yaşamaktır. Asker olunca onu öğrenmek çok kolaydır. Aslında askerlikte sana verilen işi namusla yapmak, askerliğin ta kendisidir. Bu da sözle değil, işi yaparken sürdürülecek davranışlarla kanıtlanır!” diyerek bize büyük cesaret verdi. Zil çalınca her zamanki gibi çevik hareketlerle hazırola geçip selamladı, gülümseyerek ayrıldı. Üsteğmenin ardından baktık kaldık. Kimse bir söz söylemedi ama sanırım hepimizin aklından geçen şuydu. “Asker işte böyle olur. Keşke ben de böyle çevik, canlı, ne demek istediğini bilen biri olsam, onun gibi güzel konuşabilsem, onun kadar rahat olsam!” Bir süre sessizce duran arkadaşlar yavaş yavaş konuşmaya başladılar. Herkesin ağzında kesinlikle üsteğmene övgüler vardı, söylenmeye hazırdı. Mustafa Saatçı öncelik aldı, “Asker olduğumda böyle bir komutanım olmasını istemem. Asla istemem, olması için beni zorlamayın!” dedi, sustu. Herkeste bir şaşkınlık bir hayret uyandı ama nedense kimse nedenini sormadı. Mustafa kendiliğinden açıklamasını yaptı. “Bu adam savaşta beni ilk önce ateşe atar, bu konuşunca ben yerimde duramam!” dedi. Arkadaşlarda birden gülmeler, Mustafa’ya takılmalar başladı. “Üsteğmen seni etkilemiş, adam gibi düşünüp, adam gibi, konuştun!” dediler. “Üsteğmenden kaçarsan Binbaşı gelecek” diyenler oldu. Mustafa bu kez, “Aman aman Binbaşı gelecekse ölmeye razıyım!” dedi. Konu bir süre bu sözlerle şekillendirilip sürdürüldü. Öğle yemeğinde üsteğmen de vardı. Öğretmenlerin hepsi onunla konuşuyor, o da güleç yüzüyle herkese bir şeyler anlatıyordu. Yemekten erken kalktı, askerce selam verdi, ayrıldı. Masadaki öğretmenler arkasından el salladılar.
Atölyede beklemediğimiz bir durum. Kapı aralıklarından, kiremit aralıklarından kar girmiş yer yer yığın oluşmuş. Temizledik. Yığınla kereste olduğu için soba kurmak yok. Ancak çok soğuk, gerçekten üşüyoruz. Arada ellerimizi ısıtacak ne yapabiliriz? Hamdi Öğretmen binanın az ilerisinde delik su bidonlarından bir tane getirip içinde ateş yaktı. Ateş yanınca bidon ısındı, zaman zaman ellerimizi uzatıp ısıttık. Eğlenceli bir ısınma oldu. Aslında ısınamadık ama fazla üşüdük demek hakkı elimizden alınmıştı. Naci Öğretmen: “İşte ateş, dilediğiniz kadar ısının!” deyip, güldü. İrfan Öğretmen de çok üşüyenlerden. “Ben soğuğu sevmem, üşümediğim zamanlar bile üşümüş duruma girerim!” dedi. Yusuf Asıl duramadı: “Ben de öyle!” dedi. Hasan Üner ise “Ben hiç de öyle değilim, üşüyünce tir tir titrerim!” diyerek dişlerini tıkırdatıyor. İrfan Öğretmen Hasan’a iş verdi, Hasan bugün mangal (bidon) bekçisi, sık sık ateşi karıştıracak. Güle oynaya gene de çalışıp işlerimizi gördük. Salih’ler kovanları boyadı, biz on tane kiriş rendeledik. Kampana çalınca bidonu söndürdük. Naci Öğretmen mandolin çalışmaya gelip gelmeyeceğimi sordu. “Gelmeyeceğim!” deyince öğretmen “Ben de onu söyleyecektim, ayırdında olmadan üşüyebilirsin, bir iki gün ara ver!” dedi Dersliğe gidince soğukta çalıştığımızı anladık. Derslik sımsıcak. Rukiye Öğretmeni düşündüm. Evliymiş,çocuğu varmış.Tıpkı küçük ablam gibi; genç bir anne.Geçen gün Müdür Bey konuşurken acaba Rukiye Öğretmeni mi söylemişti? “Bir öğretmen atandı ,eşi subaydı, subayı hemen Edirne’ye gönderdiler!” demişti.Belki de Rukiye Öğretmenin eşi şimdi Edirne’de. Ne fena, Rukiye Öğretmen tüm işlerini kendi yapmak zorunda.Onun ablam gibi bakacak hayvanları olmasa bile başka işleri vardır. Üzüldüm. Rukiye Öğretmen beni gene köye döndürdü. Ablam, Saim, Gülsüm , E.Yenge. Derken öteki komşular, avlar, avcılar yatınca da bunlar aklımdan geldi geçti. Neyse derinliğine bir etkisi olmadı. Erzincan’dakileri anımsadım.İnsanlar sıcak evlerinde yaşayıp dururken birden açıkta kalıyorlar.
30 Aralık 1939 Cumartesi
Erkenden uyandım. Dışarda kar aydınlığı. Yakınımda Hilmi, Hasan, öbür tarafımda Hüseyin Orhan uyuyorlar. Onlar uyurken benim uyanık olmam garibime gitti. Ben uyurken onlar uyanınca aynı duyguları taşıyorlar mı acaba diye düşündüm. Sanki yoklarmış gibi geldi bana. Uyanıp konuşunca işler değişecek ama şimdiki benim yalnızlığım düşündürücü. Zil çaldı, öksürmeler, tıkırtılar başladı. Halil yukardan indi. İnerken Hilmi Altınsoy’u dürttü. “Güreşçi, kalk!” dedi. Az sonra Hidayet Öğretmenin sesi geldi, hepimiz ayaklandık. Soğuk olunca muslukların çoğu buz tutuyor. Akanlar da damla şeklinde. Yüz yıkamalar, yalap şap yapılıyor. Hidayet Öğretmen “Bari aktığı zaman gelin de doğru dürüst yıkanın!” diye tembihte bulunuyor. Yarından sonra içerdeki musluklar açılacakmış. Kahvaltıda konu Beden Eğitimi dersi, Beden Eğitimi Öğretmeni acaba gelecek mi? Gelirse, arkadaşlar dersi dışarda yapmak isteyeceklermiş. Mehmet Yücel bana “Hazır ol, seni Rükiye öğretmene mümessil olarak önereceğim!” diyor. Geçen derste Hilmi, Hüseyin Serin, Yakup önerilmiş, öğretmen bunlar üzerinde durmamıştı. Mehmet Yücel bu kez sinirlendirmek için beni önerecekmiş. Müzik derslerimiz gene boş geçti. Yıl başından sonra öğretmen gelecek deniyor. Yılbaşına da bir gün kaldı. Bakalım gelen olacak mı?
Beden Eğitimi dersimizde öğretmen geldi. Bembeyaz giyinmiş. Ayakkapları da beyaz. Güleç olmaya çalışıyor ama yine de yüzü gergin. Arkadaşlar “Dışarı çıkalım!” dediler. Öğretmen şaşırdı, “Bu havada mı? ” diye sordu. Arkadaşların isteği üzerin dışarı çıktık. Okulun önü daha soğuk. Öğretmen düdük çaldı, toplandık. Okul önünden asfalta paralel Lüleburgaz tarafına koştuk. Öğretmen kendisi asfalttan bizi yol kenarından koşturdu. Tepeye dek çıktık. Her taraf bembeyaz. Yokuşa çıkınca Umurca tepelerine doğru asker çadırlarını gördüm. Askercikler bu soğukta çadırlarda kalıyorlar. Ağabeylerimi, Ali Eniştemi anımsadım. “Kavaklı tarafı daha da soğuktur!” diye düşündüm. Öğretmen de çadırlar tarafına baktı, durdu, bize gösterdi. “Bakın askerler nerelerde kalıyor. Siz gene de rahattasınız!” İçimden “bu öğretmenin bizimle sorunu var” dedim. Bizi neden askerlerle karşılaştırıyor? Lüleburgaz ortaokulu öğrencilerine de aynı sözleri söylüyor mu? Geldiği okulda öğrencilerine bu sözleri söyledi mi? Geri döndük. Düdükle yürüttü. Ancak toprak yol, ayrıca buz, doğru yürüyemedik. Öğretmen bunu da eleştirdi. Ömer Tunalı’yı anımsadık: Ne sevecen, dengeli konuşan öğretmendi. Okulun önünde de bir iki dolanıp dersliğe girdik Öğretmen bir süre gecikerek geldi. Öğretmen kapıdan girerken zil çaldı. “Allahaısmarladık!” deyip ayrıldı. Benimle başlamış olan Rukiye Öğretmenle zıtlaşma tüm arkadaşlara sıçradı. Tek bir arkadaş sıcak bir yakınlık duymuyor. Benim etkimden falan değil, kendiliğinden oluşan bir soğuma. Hiç bir olaya katılmayan, doğuştan herkesle barışık arkadaşım Sefer Tunca bile “Bu kadın herhalde kocasıyla geçinemiyor, üzgün olarak evden çıkıyor, o üzgünlüğü buralarda da sürüyor” gibilerde bir yorum yaptı. Sefer’i kızdıran da bizi tarlada yürütüp, kendisinin asfalttan gitmesi olmuş. Gerçekten kendisi asfalttan gitti. Bir yerde çukurluğa hendekli yere rastladık, az öteden gidin demedi, bizi molozluktan yürüttü. Boş dersimizde hep konu Rukiye Öğretmen oldu. Dürriye adı unutuldu yerine Rukiye geçti. Birisi Dürriye şarkısını Rukiye’ye çevirince, “Rukiye’min güğümleri kalaylı ah kalaylı!” diyerek şarkıyı bağıra çağıra söylemeye başladılar. Sefer Tunca’nın varsayımına herkes gülerken benim yüreğim cıs etti. Akşam bunu düşünmüş ablama benzeterek acımıştım. Bu söz, benim acımı iyice arttırdı. Ne yapsın yalnız kadın,aynı zamanda o bir anne!
Bayrak töreninde Rukiye Öğretmenle Hamdi Bağ Öğretmen yan yana durdu, yemeğe de birlikte gittiler. İlk kez Hamdi Öğretmenden kuşku duydum. Rukiye Öğretmenin arkasından konuştuğumuzu söylese söylese Hamdi Öğretmen söylemiştir. Çünkü Hamdi Öğretmen bizimle konuşurken bir ara Dürriye mürriye derken “Rukiye” de demişti. Şimdi bu apaçık belli oldu. Yemekte hep onları izledim. Bir bakıma da sevindim. Ben böyle düşünüyorum ama yeri geldiğinde Hamdi Öğretmenin beni sonuna dek savunacağını da biliyorum. Bu nedenle bu yakınlığı kendi çıkarıma düşündüm.
Öğleden sonra alt kattaki erzak deposunu önündeki banka oturup uzun süre mandolin çalıştım. 5. 6. sınıflardan çocuklar gelip dinlediler. Hepsi şaşırarak bakıyorlar. Onların içinde de mandolin çalışanları var. Aslında çalışmıyorlar, bir iki tıngırdatıp bırakıyorlar. Hiç birisi “Bu kez olmadı bir daha deneyeyim!” demiyor, yoruldum deyip bırakıyor. Gelenler “Yarın akşam toplanıp eğleneceğiz. Sen de mandolin çalar mısın” dediler. Çalabileceğimi söyledim. Çocuklar sevinerek ayrıldılar. Daha sonra dolabımı düzelttim, dersliğe çıktım. Derslikte Erzincan depremi konuşuluyor. Haritada Erzincan’ı bulup çevresini inceleyenler var. Birden neden bu konuya dönüldüğünü anlamaya çalıştım. Meğer bana gelen çocuklar bizim arkadaşlara gidip eğlenceye katılmalarını istemişler, arkadaşlar “Olur” deyince hemen gidip Ömer Uzgil Öğretmene duyurmuşlar. Ömer Uzgil Öğretmen deprem dolayısiyle tüm yurtta matem ilan edildiğini, küçük ölçekte de olsa bizim bu kural dışına çıkamayacağımızı söyleyerek “Olmaz!” demiş. Çocuklar gene gelip, bizim arkadaşlara son durumu duyurmuşlar. Bu nedenle deprem konusu gene ortaya gelmiş. Biz derslikte kendi konularımızla uğraşırken hava iyice karardı. Akşamın olduğunu sanıyorduk. Pencereler iyice kararınca baktık, lapa lapa kar yağıyor. Asfalttan Lüleburgaz tarafına giden otobüsler farlarını yakıyor. Pencerelerden onlara bakmak bize ilginç geliyor. Bir tanesi durdu, inenler oldu. Uzunca bir zaman geçti, gene okula gelenler oldu. Sonunda olay anlaşıldı. Otobüs stop etmiş, biraz itilmesi gerekiyormuş; yönetici olarak ÖmerUzgil Öğretmene başvurmuşlar. Ömer Uzgil Öğretmen “Ben öğrencilere gidin, otobüs itin diyemem. Bizim görevlerimiz arasında bu yok, sonra sorumlu tutuluruz” demiş. Sürücünün yalvarması üzerine de “Sen kendin konuş, gidenler olursa ben, neden gittiniz demem!” deyince sürücü bizim dersliğe geldi. On arkadaş gittik, yolcuların da yardımıyla otobüsü çalıştırdık. İnsanlar teşekkür ettiler, hayır dualar ettiler. Okula dönerken okula yeni adlar takıldı, Otobüs İtekleme Okulu, Yolcu Kurtarma Okulu gibi yakıştırmalar yapıldı. Ama gene de hayırlı bir iş yaptığımızı duyumsadık. Biz gitmeseydik o yolcular bir başka otobüs gelinceye dek bekleyeceklerdi. Otobüsün içinde minicik çocuklar vardı. Yoldan binaya girene dek kar içinde kalışımıza da şaştık. Hava karardığı için işin adırdına varamıyorduk. Lapa lapa kar tüm hızıyla sürüyor. Sabaha dek böyle giderse en az bir metre yükselecek, diyerek dersliğe döndük.
Zilden önce isteyenlerin yatabileceği, ancak geç yatanların kesinlikle gürültü yapamayacağı duyuruldu. Ben hemen yattım. Yatar yatmaz da uyuyacağımı sanıyordum.Oysa önce otobüs,sonra da içindeki çocuklar beni önce Erzincan depremine sonra da köye götürdü. Otobüsü iteklerken kısacık zamanda üşümüş olmamız, bizi titretirken saatlerce değil günlerce kar içinde kalan insanların durumlarını düşünürken uykum iyice kaçtı. Bir ara hiç uyuyamayacağımı sanıp kaygılanırken esnediğimin ayırdına vardım. Esnemek sanırım kaygılarımı azalttı, uyumuşum.
31 Aralık 1939 Pazar
Erkenden uyandım; saat 6:20, 40 dakika var. Baş ucumdaki pencereyi kar gömmüş. Arkadaşları düşünerek gözlerimi kapayıp öylece bir süre yattım. Ezberlediğim şiirleri okudum. Hepsinde unuttuğum bölümler var. Bugün oturup hepsini yeni baştan küçük kağıtlara yazıp, böyle yatarken uyandığımda okuyacağım. Hele Heideröslein’ın dört dizesi dışındakileri bir türlü bulduramadım. Zil çalınca koşarak dışarıya çıktım. Kar hala küçük taneler olarak düşüyor. Gerçekten bir metre kadar yağmış. Asfalt dere gibi çukurda kalmış. Geçen arabaların tekerleri görülmüyor. Hiçbir engele takılmadan kağıtlar kesip eşit parçalara böldüm. Kağıtların bir yüzüne şiirleri yazıp aralıklarla okuyacağım. Celal Sahir Erozan-O Geliyor, Enis Behiç Koryürek-Gemiciler-Süvariler, Kemalettin Kamu-Akdeni’den Geçerken-İzmir Yollarında, Necmettin Halil Onan-Bir Yolcuya, İbrahim Alaettin Gövsa-Namık Kemal, Faruk Nafiz Çamlıbel-Çoban Çeşmesi-Memleket Türküsü, Rıza Tevfik-Fikret’in Mezarında. Bu şiirleri unutmak için ezberlemedim. Sözümde durabilmek içinse sık sık okumalıyım. Bu günümü buna ayırdım.
Kahvaltıya diz boyunu geçmiş karda gittik. Bir metre olacağını düşünmüştük ama olmamış. Belki de rüzgar esintisi bir bölümünü sürükledi. Okulun önünden Tarım barakasına doğru sürekli rüzgar önünde kar gidiyor. Dersliğe dönünce şiirleri yazmaya başladım. Herkes kendi havasında, birileri sürekli kendilerini övüyorlar. Benim sürekli yazdığımı görünce gelip gelip bakıyorlar. Kimisi “Sevgilisine mektup yazıyor”, kimisi “arkadaşlarına mektup yazıyor!” diyerek beni mektup yazmaya zorladılar. Şiirleri bırakıp kardeş okullardaki 66 numaralı çocuklara mektup yazdım. Fikret Öğretmen daha önce böyle bir öneride bulunmuştu. “Sizin gibi daha üç okul var. Oradaki arkadaşlarla mektuplaşarak tanışın, ilerde meslekdaş olacaksınız, belki iyi ilişkileriniz olur. Onlardan bilgi alırsınız, siz de onlara okulunuzdan, kendinizden bilgi iletirsiniz!” demişti. Okul Müdürümüz bizim okul açılmadan önce İzmir’deki okulda çalışmış. O okulun adresini müdürümüzden istemeye karar verdim. Mektup yazmam doğru değilse Okul Müdürümüz yazmamamı söyler. Öteki okul hakkında bilgiyi de Fikret Madaralı Öğretmenden isteyeceğim. Okula nasıl girdiğimi, okuldan önce bir süre evde, köy işlerinde çalıştığımı yazdım. Önce Edirne’de kaldığımızı, sonra orasını askerlerin aldığını, sonunda kendi okulumuzu kendimizin yaptığımızı anlattım. Yazdıklarımı zarflara koydum. Yarın adresleri alırsam hemen göndereceğim. Kalan şiirleri ince ince kağıtlara geçirdim. Halil her zamanki gibi hiç sormadı, kendi işleriyle ilgilendi. Onun bu huyunu çok seviyorum. Ben bir iş yaparken sorulmasını istemiyorum. Dışardaki insanların başıma gelip yaptıklarımı sormasına kızıyorum. Neden, niçin soruları beni ayrıca şaşırtıyor. Öğle yemeğine dek hem şiirleri hem de iki mektubu yazdım. Yemekten sonra alt kata dolapların aralığına inip yavaş yavaş mandolin çalıştım. Alt kat bana ılık geldi. Bir süre sonra yanıma gelenler oldu.Konuşmalardan rahatsız oldum, çalışmaya son verdim.
Derslikteki arkadaşlar gene yeni yıl konusu çıkarmışlar. Geçen sene “Yılbaşı gecesi eğlenmiştik” diyenler var. Oysa öyle bir şey olmadı. Sadece yeni yıl üzerine konuşmalar yapılmıştı. Benimle tartışmaya kalkanlara. “O gece ne olduysa yazdım, isterseniz okuyayım!” dedim. Şaşırdılar. Kendileri alıp okumak istediler. Razı olmadım. Zaten bir süre konuşunca, geçen sene de birşeyler yapılmadığını anımsadılar. Bu yıl niçin yapılmadığını Ömer Uzgil Öğretmen açıkladığı için, üstünde konuşmaya gerek yok. Bu yıl yalnız biz değil tüm Türkiye yas içinde. Ben, konuşanlardan ayrılıp dışarıya çıktım. Arkamdan Hidayet Öğretmen gelmiş, gülerek “Tiyatrocular toplanabilirse bana haber verin, biraz çalışalım!” demiş. Arkadaşlar heveslenmişler, piyeste olmayan arkadaşlarla anlaşarak öğretmeni bizim dersliğe çağırmışlar. Ben dönünce takım tamam oldu. Arkadaşların çoğu ezberlemiş durumda. Öğretmen memnun oldu. Birilerine rolleri hakkında bilgiler verdi. Hareketler yaptırdı. Benim bulunduğum sahnelerde pek hareket yok, oturularak konuşuluyor. Hidayet Öğretmen bize, “Sizin hareketleriniz seslerinizle olacak. O nedenle konuşmalarınızı önemseyin!” dedikten sonra bana “Sessizce bayrağı indir, bu havada tören yapmamız zor. Çocuklar titrerken esas vaziyette durmalarını istersek, isteğimiz kursağımızda kalır. Sen bayrağı bildiğin şekilde topla yerine koy!” dedi. Ben gidip söyleneni yapıp, döndüm. Yemek zili çalınca çalışmayı bıraktık . Hidayet Öğretmen arkadaşlara teşekkür etti, “Bana umut verdiniz, biz bu işi yapacağız galiba!” diyerek ayrıldı.
Akşam yemeğinde Mavi Yıldırım değişik sesler değişik görüntülerle ortaya getirildi. Dersliğe dönünce de yer yer arkadaşlar eşleşerek konuştular. Piyese dört elle sarılmak, arkadaşlar üzerinde yeni bir heves oluşturdu. Soğukların, bele çıkan karın olumsuzluklarına karşın Mavi Yıldırım ilgilerimizi birleştirdi, 30 arkadaşın ortak amacı oldu. İş derslerinde zaman zaman yaptığımız ortak anlayış bunda da görünmeye başladı. Yat zilinde hepimiz rollerimizi konuşarak yataklarımıza uzandık. Belki de bu uyumluluk bize yeni yılın getirdiği bir anlayıştır. Böyle başlayıp yıl boyunca sürerse ne güzel olur. Uyumak üzereyken yatak komşum Hilmi Altınsoy of, puf ederek geldi. Yarın nöbetçiymiş. Birden beni de kasvet aldı. Bir gün sonra da ben nöbetçiyim. Uzun zamandır nöbet işlerini aklımdan çıkarmıştım. Gene de söze karışmadım, duymamış gibi şiirleri düşündüm: “Dur yolcu, bilmeden gelip bastığın, -Bu toprak, bir devrin battığı yerdir…. Biz dalgalar, fırtınalar kahramanı yiğitleriz…. Derinden derine ırmaklar ağlar-Uzaktan uzağa Çoban Çeşmesi… Dediler ki; Issız kalan türbende-Vahşi güller açmış dermeye geldim……sıralayıp gidiyorum. Böyle uyumak daha iyi olacak. Gene de arkadaşların konuşmalarına takılıp kalıyorum. Yarın 1940 olacakmış. Bundan sonra tüm konuşmalar 1940 üzerine olacak. Bir yaş daha büyümüş olarak gösterileceğim. Bir gecede bir yaş almak. Geçen yıl da buna benzer şeyler düşünmüştüm. O zaman hemşire M’nin sözleri beni etkilemişti. Ayrıca A vardı, C vardı. Onlar gene var ama, benim düşüncelerimde kalmış durumdalar. Bakalım 1940 sonuna dek bende kalacaklar mı? 1939 yılı bana bir çok şey kazandırdı, bundan mutluyum. Ne var ki 1939 bana sanırım önemli birşeyler de kaybettirdi. Acaba onları ben daha önce kazanamamış mıydım? Dilerim 1940 yılı da kazançlı geçer. Kuşkulu bir durum yok. Sil yeni baştan edip 1940 yılına giriyorum. Ne olacaksa bundan sonra olacak!