Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

18 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Özgür Bir Ortamda Özverili Öğretmenlere Kavuşmanın Mutluluğunu Duyumsamaya Başladık

 

3 Aralık 1943 Cuma

 

Dün sabahki tatsız konuşmadan sonra Kadir Pekgöz'ün biraz uzak duracağını bekliyordum, yanılmışım. Kadir, olaya benim verdiğim önemi vermemiş ya da çıkarını başka yönde görmüş olacak, hiç şey olmamış gibi geldi, dereden tepeden söz etti. Özellikle de Malik Aksel Öğretmenden çok çekindiğini söyledi. Ben de Malik Aksel Öğretmeni nasıl tanıyorsam onu anlatarak korkusunun yersizliğini anlatmaya çalıştım. “Malik Aksel Öğretmen mesleğini seven bir insan. Kendisi nasıl çalışırsa öğrencilerin de öyle olmasını istiyor. Lüleburgazlı olduğumu öğrenince ilk işi Lüleburgaz camisini sormak oldu. Caminin, Mimar Sinan yapısı olduğuna inanmak istiyormuş, Hemen bana bunu sordu, ancak camiyi değil, olayı bilenlerin adlarını istedi. Bizden de böyle sağlam çalışmalar istemesi doğaldır. Bir gün izinli gidersem, Lüleburgaz'a iner inmez bunu soracağım. Böyle bir yükümlülüğü o bana zorlayarak vermedi. O, kendi çalışma anlayışını yansıttı. Ben ondan ders çıkarırsam kesinlikle o tarz çalışmam için bir başlangıç olacaktır.” Kadir'le sobayı yakıp kahvaltıya konuşa konuşa gittik. Abdullah bu sabah katılmadı. İlginçtir, Abdullah niçin katılmadığını anlatınca bu kez onun için de bir mim koydum. Kadir'le tartıştığımızı dinlemiş, kesinlikle darılıştığımızı sandığından aramızda bir ayırım yapmış olmamak düşüncesiyle benden uzaklaşmış. Güldüm: Bunu yapmak, arkadaş ayırımın daniskası değil mi? Bu, düpedüz beni yarı yolda bırakmak bence. İşin ilginç yanı bunu gelip bana söylemesi...

Kahvaltıda konu, Binbaşı Nuri Teoman'ın yürüyüşü, giyinişi, sözleri konu edildi. Herkes kendine göre beğendiği yanlarını sözledi. Mehmet Yelaldı giyimini övdü. Orhan Doğan ise hareketlerini. Dikkat etmiş, ellerini, kollarını hatta başını hep dikkatle kullanıyormuş; rastgele ne başını sağa sola çeviriyormuş, ne de ellerini sağa sola. Abdullah Ön sordu:

-Siz bunları ne cesaretle ona bakıp saptıyorsunuz, ben, bir yanına bakmak değil korkumdan başımı bile kaldıramıyorum, kuşkulanıp “Ne bakıyorsun?” der diye. Öteki arkadaşlar güldü. Ben söze karışmadım ama aynı duyguları taşıyordum. Gerçekten Binbaşı Nuri Teoman kapıdan girince anlatması olanaksız bir duyguya kapılıyorum. Korkmuyorum ama bilgisinden kuşkulanmadığım, dedikleri yüzde yüz doğru, kendisini kusursuz bir insan olarak görüyor kendimiyse öteki zamanlarımdan biraz daha küçülmüş olarak duyumsuyorum. Gerçi kimi konuşmalarına içimden içimden katılmıyorum ama niçin katılmadığımı, onun söylediği gibi açıkça, cesurca söylemeyi düşünemiyorum; bana göre Binbaşı Nuri Teoman, yanlış bulduğum sözleri bile benim doğruları söyleyeceğimden daha rahat söylüyor. Sanıyorum konuşması beni etkiliyor. İki saat süren konuşmalarında sahiden sıkılmıyorum. Gerçi öteki öğretmenler gibi konu sınırlayıp, belli alanlar içinde kalmıyor, bu onu rahatlatıyor ama konu değişikliğini öyle ustaca yapıyor ki, dinleyenler değişen konuyu, az öncekinin sürdüğü sanısı içinde oluyor. Rusya-Almanya savaşını anlatırken, 140 yıl önceki Fransa-Rusya savaşına geçtiğinde Napolyon'la Hitler, General Rommel'le General Kutusov, ya da General Runsted'le General Jukov, yanyanaymış gibi oluveriyor. Bence en ilginç yanı da savaşanların, yenen yenilen tarafları ayırım yapmadan saygıyla anması buna karşın komuta edenlerin hatalarını kıyasıya eleştirmesidir. Rus-Fin savaşını anlatırken Fin askerleri kadar Rus askerlerinin gösterdiği kahramanlıkları anlatması, savaşın uzamasına karşın bu sonuçla bitmesini, iki tarafın da ta başlardaki yanlış yönetimlere bağlamasına çok inanmıştım. Şimdiki savaştan söz ederken:

-Bu savaşı, savaşan askerler değil, kötü yöneticiler kaybedecek! diyerek anlattıkları, özellikle de verdiği örneklere bir kez daha inandım. Tarih derslerinde okuduğumuz kimi savaşlarda olduğu gibi yöneticiler, yapabileceğini değil de arttırmak istediği şöhretine kapılırsa sonuç onun beklediği gibi olmaz. Selçuk Öğretmenin anlattığı 1402 Ankara Savaşı öncesi, Yıldırım Bayazıt kendi yurdunda kazandığı Yıldırım sıfatına bakarak, Timur'un gücünü hiç kaale almamıştı. Sonuç, bilindiği gibi çok acı bitti. Yıldırım tutuklu olarak Timur'un gözü altında ömrünü tamamlamış oldu.

Binbaşı Nuri Teoman, başkomutanlar için şöyle dedi:

-Başkomutanlık, çok şerefli bir görevdir. Ancak bu, başkomutanın baba malı değildir. Emrinde insanlar ölüyor. Bu ölenler Başkomutan için değil, yurdu, ulusu için ölüyor. Bu çok önemli, Başkomutan bunu iyi değerlendirmelidir. Başkomutanlık bir simgedir, orada oturan kişi bunu iyi bilirse bencilce davranmaz. Öyle olursa savaşı kazanma şansı artar, Kendi kişisel yorumlarını öne alırsa kazanma şansı da tesadüflere kalır. Geçmiş dönemlerde bunun acısı çok çekilmiştir. 2. Viyana Kuşatmasındaki başarısızlık bundandır. Prut Savaşındaki başarının ters dönmesi de Baş Komutanın kişisel yorumunun dar sınırındandır. Çağımızda bu görüş, yani başkomutanların sonsuz kişisel isteklerini önlemek için sınır koymaktadır. Örneğin A.B.Devletlerinde komutanlar, özellikle Başkomutanlar yerinde sürekli kalamaz. Devlet yasaları sınırlar koymuştur, Başkomutan, bir savaş kazanmışsa övülür falan ama, yerini hemen başkasına bırakır. Çünkü savaşı kazanan halk üzerinde büyük bir sevgi simgesi olmuştur. O sevgi gösterileri onu bencilleştirmiş olabilir. İşte o bencillik yukardaki acı sonuçları hazırlar. Büyük Savaşta çok başarı kazanmış A.B.D komutanları, yerlerini hemen bırakmışlardır. Onlar yurda yararlı olacaksa başka alanlar vardır, oralara geçip hizmetlerini yaparlar. Örneğin 6 yıl süren A.B.D İç Savaşını kazanan Grand Cumhur Başkanı olmuştur. Bir başka örnek verelim; geçen büyük savaşta Fransız Ordularına komuta eden kişi, savaş sonunda görevini sürdürdü. Fransa'da olduğu gibi tüm dünyada saygın bir adı vardı. Bu savaş başlayınca gene söz sahibi olarak ortaya atıldı ama bu kez Fransa'nın 14 gün içinde Almanya'ya teslim olmasında en büyük hatayı o yaptı. A.B.D geçen büyük savaşta, savaşın kaderini değiştirmiş, sonuçta savaşı kazanmıştı. Oysa şimdiki savaşta o savaştan kalan sayısız general ayrılmış başka işler tutmuştur. Kalanlar da baş olmak değil görev yapmak amacıyla hiç birisi eski yerine kazık çakıp kalmamıştır. A.B.D şimdi neredeyse yalnız başına hem Almanya hem de Japonya ile kıyasıya savaşıyor. Doğal olarak orduda yaşlı, eski savaş kahramanlarından görev alıp yararlı olanlar vardır. Ancak onlar son sözü söyleyecek makamlarda değildir. Yakın zamanlarda Avrupa güçlerinin başına geçirilen komutan, ordu komutanı bile değil tümgeneral karşılığında genç bir subaydır. Yaşlı, deneyimli orgeneraller, ona yardım ederler. Ancak kişisel etkilemeler söz konusu değildir. Bakın Almanya bunu yapmıyor, çok yetenekli genç generalleri var, onlar başlarda etkili oldu ama kısa zamanda bencil, “Yaparsam ben yaparım!” diyen insanlar işe el koyunca tüm cepherde gerilemeye başladı. Savaşlar büyük olaylardır, özellikle çağımızdaki teknik karşısında tek kişinin vereceği kararlar orduları başarıya götüremez!”

Malik Aksel Öğretmenin dersi var, söz düşürüp, Onun “ÖMER” dediği Ömer Seyfettin'in Tarih Ezeli Bir Tekerürdür hikayesindeki olayın gerçeğini yazan kitaptan söz edecektim, o kitabı bulamadım. Kitabı bulamadım ama yazarını öğrendim; Alfred de Musset. Yazarın bir kitabını okumuştum. “Onu bari bulsaydım!” diyerek Müzik salonuna gittim. Kimseler yok. Arkamdan Nihat Şengül geldi. Arkadaşlar ona Çarls Boyer diyorlar. Onun filmlerini çok seviyormuş. Saçlarını onun gibi tarıyormuş. Neşeli bir arkadaş. Geldi masaya oturdu. Konuşmuş olmak için aradığım kitabı bulamadığımı söyledim. Nihat “Hangi kitap?” diye sorunca karşısına oturup “Bir Zamane Çocuğunu İtirafları!” kitabını anlatmaya başladım. Fazla anlatacak kadar ayrıntı da anımsayamadım. Unutmadığım bir olay vardı. Kişiler baylı bayanlı bir masa çevresinde otururlar. Nişanlı ya da sevgili bir bay-bayan vardır. Masaya bir başka yabancı gelir. Kişiler uzun süre konuşup tartışırlar. Bir süre sonra bayanın yabancıyla karşılıklı konuştuğu görülür. Sonunda sevgili durumdaki bay, sevgilisinin yabancıyla ilgilendiğini sezer. Daha sonra da sevgilisinin yabancıyla ellerini masa altında birleştirdiklerini görür. Arkam kapıya dönük, bunu yüksek sesle Nihat'a anlatırken Öztekin Öğretmen arkama dek gelmiş. Nihat görmüş ama işaret edememiş. Gerçi ben konuşurken Nihat ayaklandı ama ben söyleyeceğimi söylemek istediğimi nedeniyle durumu kavrayamadım. Öğretmen gülerek:

-Eeee, sonra ne oldu, hikaye burada bitmedi değil mi? diye sordu. Ben utanır gibi oldum. Öğretmen o kitabı okuduğunu söyledikten sonra:

-O bayan çok ünlü bir yazardır. 50-60 kitabı vardır. Sevgilisi, senin dediğin gibi, aldatılmıştır ama o da çok ünlü bir şairdir. Gelelim o masa altından el tutana, o da geçen akşam piyano eserlerini dinlediğimiz Frederich Chopin'dir. O masa çevresinde oturanlar gerçek insanlardır, düş ürünü değil.

Öğretmen anlatırken öteki arkadaşlar da geldi. Öğretmenin anlattıklarını dinledim ama gene de utandım. Bir bakıma konuşma iyi sonuç verdi; Mehmet Ünüvar, aradığım kitabın kimde olduğunu söyledi. Buna çok sevindim.

Öğretmen ellerini çırparak iki öğretmenin de bugün kendi okullarındaki (Gazi Eğitim Enstitüsü) önemli bir işten dolayı gelmediğini, (Malik Aksel-Veysel Erüstün) onların yerine eksik çalışmaların yapılacağını söyledi. Eksik çalışmalar, kemancıların çalışmaları olduğundan ben hemen küçük salona geçtim. Hava oldukça soğuk, sobayı yakıp, iyice ısındıktan sonra uzun süre parmak çalışması yaptım. Nihat'a anlattığım kitap derken öğretmenin anlattıkları aklımdan geçti. Babam kimi zaman konuşurken anlatılan olay değişirse bir söz söylerdi; “Nereden nereye?” Bu aslında bir soru değil, kalıplaşmış bir sözdü onun için, “Nereden nereye!” Konu atlama, konu değiştirme demek oluyordu. Ben de öyle yaptım. Babamın saati gözümün önüne geldi. Babam daha ben doğmadan önce İstanbul'a sık gittiği sıralar, Kapalı çarşıdan, söylendiğine göre altın kaplama bir saat almış. Altın sarısı, değişmeyen bir rengi var. Babam sonradan onun altın kaplama olmadığını öğrenmiş ama yıllar sonra da hala ilk parlaklığını koruduğundan, özellikle de doğru çalıştığını gördükçe daha çok sevmiş. Saat kurulduğu zaman çok güzel sesler çıkararak bir süre çalar. Çalınan şarkı gibi bir müzik ama sözü yok, dinleyenler, hep sorarlar:

-Bu saat ne çalıyor? Bu soruya Öğretmen Fahri Bey diye birisi bir ad vermiş. Verdiği adı nasıl dinledilerse (o zaman babam orada yokmuş) Çoban Şarkısı! Adı takılmış. Ben o saatin çaldığını sık sık dinlerdim. Adı üstünde de hiç durmadım. Neden olmasın, pekala Çoban Şarkısı da olabilir. Çok sonra bunu Asım Öğretmene anlatınca Asım Öğretmen gülerek:

-Yahu İbrahim, öyle anlatıyorsun ki, saatın yıldızlardan geldiğine inanmaya başlayacağım. İstanbul'daki kapalı çarşıda her şey her zaman satılır. Git bak şimdi o saat gibileri orada vardır. Sorar öğrenirsin, bana sorarsan o çoban sözünü köylüler değiştirmiştir. O pekala Chopin de olabilir. Çünkü o saatler Avrupa'da yapılıyor.

Öğretmen böyle dedi ama benim bunu inceleme şansım olmadı. Önce plaklarda Chopin dinleyince bugün de öğretmen uyarınca babamın saati ile Chopin ilişkisine inandım. Saatte çalınanı duyar gibiyim, onu plakta ya da konserde duysam kesinlikle tanırım.

Faik Canselen Öğretmen, “Vaktin olursa 41-42 no.lu parçalara çalış!” demişti, vaktim oldu, oldukça iyi çalıştım. Her ikisinin de hem Lehrer, hem de Schuler bölümlerini hazırladım. Daha pazar çalışmam da olacak. Hüseyin Çakar geldi, onun saati ama o beni bırakmadı, 41, 42 no.lu parçaları değişerek onunla da çaldık. Çakar'ın beğenmesi beni cesaretlendirdi. Salona çıktım, salonda kimsenin olmadığını görünce duraksadım, yoksa Askerlik dersi başladı mı? Ancak ders başlasa Hüseyin Çakar neden dışarda olsun? Konu çabuk aydınlandı; “Yeni salonumuz açılmış, sıra -sandalye konmuş; Binbaşı Nuri Teoman gelirse dersimiz orada olacakmış!” Geri gelenler olunca rahatladım. Salon olayıyla ilgilenmeme karşın gene de bir merak uyandı; “Tüm arkadaşlar oraya niçin gitti?” İstemeyerek de olsa ben de gittim. Gerçekten arkadaşların büyük bir bölümü orada. Kimileri, bir yerlerden kalkıp başka bir yere otuyor:

-Burası daha iyi! deyip karşısındakini kıskandırmaya çalışıyor. Ben hemen kapının yanında bir yeri seçtim. Çünkü ben sürekli Müzik Salonunda çalışıyorum, ortak derslere saatlerinde oradan geleceğim. Genellikle de bu gelmelerde gecikmeler olacak. O nedenle, çaresiz kapının yanında bir yere ilişip dersi dinleyeceğim. Beni kapı yanında gören arkadaşlar, başta Kadir Pekgöz hemen sordu:

-Niçin oraya sıkıştın? Sıkışmadığımı, az sonra kalkıp gideceğim için geçici olarak oturduğumu, söyleyince Kadir; “Nereye gidiyorsun, Askerlik dersine girmeyecek misin?” Zor da olsa sonunda olayı kavradım, arkadaşlar derse gelmiş. Binbaşı Nuri Teoman buradaymış, saat 5-7 arası (17:00-19:00) ders yapılacakmış. Saate baktım 10 dakika var, hemen ortalara yönelip uygun bir yer gözetlerken Halil Dere'yi gördüm, o erken gelenlerdenmiş, bana bir yer açtı, oturdum.

Tüm arkadaşlarda bir sevinç; ilk söylenen söz:

-Hiç değilse rahat oturacak bir yerimiz olacak!

Sınıfımızın 70 kişi olduğu söyleniyor. Derslere başlanalı beri tam olarak yoklama yapılmadı. Kaytaranlar oluyor sanırım, kimi zaman aklıma takılan kişilerin olmadığını anlar gibi oluyorsam da çok sıkışık oturduğumuzdan, gözden kaçırmış olabilirim deyip üstünde durmuyorum. Ancak şakalı konuşmalarda bu konu ortaya getiriliyor. Geçen Sosyoloji dersinden sonra Ali Bayrak'ın birine:

-Derse ne gelmedin? Bir daha bunu yaparsan seni ele veririm! dediğini duydum.

Hüseyin Atmaca geldi, elini kaldırarak hazır olunmasını işaretledi. Arkasından da öğretmen geldi. Giriş kapısı ışığın geldiği tarafta, Binbaşı Nuri Teoman kapıdan girince birden gözüme büyük göründü. Görüntüden ürperir gibi oldum. Neyse ki, oturması için konulan masa tam karşımda, masaya geçince görüntü küçüldü, tanıdık yüzü içimi rahatlattı. Oturunca önce yeni yerimizi kutladı:

-Oturulan yerlerin rahatlığı işleri kolaylaştırır, görevleri rahatlatır. Askerlikte bu pek aranmaz ama biz şimdilik seferi değiliz, öyleyse genel kuralların sunduğu nimetlerden yararlanabiliriz, bu da bizim hakkımız! deyip hepimize birden baktı. Geçen ders gelemediğini söyledi. Kendisinin gerçek görevi olduğunu, buraya da gerçek görev olarak isteyerek geldiğini, bizlere de hiç bir zaman üvey evlat gözüyle bakmadığını anlattı:

 

 

Binbaşı Nuri Teoman

 

-Sizlerin halkımızın, Türk halkının gerçek rehberi olacağınızı düşünüyorum. Halkımız sayısız yanlışlar, ihmaller, nankörlükler yüzünden gerçekten öteki uygar halklar gibi gelişememiştir. Halkın gelişememesi demek tüm ülkenin geri kalmışlığı demektir. İşte bir savaşın vahşetini izliyoruz. Vahşeti yapan insanları acımasız olarak nitelesek de onların buluşu olan tekniği görmezden gelemeyiz. O tekniği geliştiren toplumlarla bir gün biz de karşı karşıya gelebiliriz. Bakın Kurtuluş Savaşımız hiç beklenmeyen bir zamanda olmuştur. Başardık, başardık ama kıl payı başardık. Düşünelim; karşımızda daha güçlü bir düşman olsaydı, aynı başarıyı gösterebilecek miydik? Bunu çekinmeden kendimize sormalıyız. Savaşlar eskisi gibi değil, ilerisi gerisi yok tüm yurt sathı savaş alanı, bir toplum için inadına bir süreçtir. Kendimizden bir örnek seçebiliriz. Seferberlik dediğimiz Büyük Savaş. 1914 yılında başladı bir yıl sonra yurdumuza saldırılınca Çanakkale'de biz kahramanca bir savunma yaparak düşmanı geri püskürttük. İçimizde bir çok insan “Oh, kurtulduk!” dedi. Bunu diyenler, her gün kullandığı ya da söylediği sözü unutuyordu. “Su uyur, düşman uyumaz!” Nitekim düşman uyumadı, hiç beklemediğimiz yerlerden vurdu, Yemen, Mısır, Arabistan çöllerinden, zayıf yerlerimizi bularak gelip Anadolu'ya başka bir deyimle süngüyü kalbimize dayadı. Açık açık savaşı kaybetmiştik. Oysa iki yıl önce meydanlarda zafer şarkıları söylüyorduk. Bunları söylerken kesinlikle halkı suçlayamayız, halk masumdur. Türk halkı, Çanakkale Zaferi'ni kutlarken, o zaferin kazanılmasında kaybedilen 200.000 gencin acısını da duyuyordu. İşte bu zıt, zıtlığı kadar acı veren olayların müsebbipleri ehliyetsiz, basiretsiz yöneticilerdir. Basiretsiz yöneticilere boyun eğen halk, kendi yaşam hakkını da bilerek ya da bilmeyerek feda ediyor demektir. Basiretsiz yönetici dedim, sizinle bu konuda da açık açık konuşacağım. Gene gene söylediğimiz gibi atalarımız bir avuçken önce bir beylik giderek de koca bir imparatorluk kurmuştur. Domaniç Yaylasında parlayan yıldızı Avrupa'nın göbeğindeki Viyana'ya dek götürdük. Sonra ne oldu demeyeceğim. Ancak, iyi yorumlayacağınızı da beklemiyorum. Beklemiyorum, çünkü, okuma mekanizması geliştirilmemiş bir ülkede halk gerçekleri bilemez. Kişiler, gerçeklere kendi düşünme mekanizmasını çalıştırarak varabilirler. Bilimsel yollardan giderek bilme, tekniğe dayalı gelişen bir uygarlıkta varsayımlara, babadan kalma nasihatlere hele hele de dinsel dayanaklara göre kurulan kurumlar (buna devletler de girer) tarihsel bir mostralıktan öte gidemez. Bizim Osmanlı dönemimize bir bakalım. Viyana kapılarına dayandığımız doğrudur. “Niçin alamadık?” sorusu soruldu mu? Doğal olarak o zamanın padişahı sormuştur. Peki birinci Viyana Kuşatması'nı Kanuni Sultan Süleyman yapmıştı. Acaba Kanuni Sultan Süleyman bu başarısızlığını sorguladı mı? Bilmiyoruz. Peki neden bilmediğimizi biliyor muyuz? Onu da bilmiyoruz. İşte ülke halkının, içinde yaşadığı düzenden habersizliği. Osmanlılarda gerileme bundandır. Olaylar için soru soramayan insanlar, o ülkeye çocuk yetiştiriyor. Yetişen çocuklar devlet kademelerinde görev alıyor. Bunların bir bölümü çok önemli makamlara tırmanıyor. Yakışıklı bir odun kesici bile damat oluyor, bir süre sonra paşa, ardından sadrazam. Sadrazam demek başkomutan demektir. 1640 yılından sonra hiç bir padişah savaşa katılmamıştır. Padişah katılmadığına göre Sadrazam Başkomutandır. 1683 2. Viyana bozgunu sorumlusu Merzifonlu Karamustafa Paşa bu nedenle savaşı kaybettiğinden boynu vurulmuştur. Soralım bakalım, Karamustafa Paşa hangi başarılarından dolayı Başkomutan olmuştur. Göreviyken açılan savaşa gitmeyen Padişah 4. Mehmet, iyi bir seçim yapamadığı kusuruna karşın, Viyana'yı alamadığını suç sayıp Merzifonlu'yu azledince, sorun çözülmüş müdür? Yapılanlar doğru mu? Doğru olmadığı o zaman daha anlaşılmıştır ama, bu kez de düşmanlar aman vermeden, imparatorluk topraklarının büyük bir bölümünü bölüşmüşlerdir. Bu büyük hezimetten ders alınmamıştır. Sözü ayrıntılara girmeden yönetim bozukluğuna dikkatinizi çekmek isterim. 1683 -1730 arasındaki bizim için tam bir yıkımdır. 5 padişah kellesi kesilmiş, iki büyük savaş kaybedilmiştir. Daha sonraki yıllarda da bir düzelme göremeyiz. Tümüyle dejenere olan ordu için sözler edilse de asıl düzelmesi gereken yönetim giderek ehliyetsizlerin eline geçmiştir. Yeteneksiz padişah, onun çevresinde kendisinin seçtiği yeteneksizler çetesi diyebileceğimiz damatlar. Sözü daha fazla uzatmaya gerek yok. Tarihe 12 Mart olayı olarak geçen isyanı bastıran Mahmut Şevket Paşa sokak ortasında öldürüldü. Planı kurup katilleri toplayanın Damat Salih Paşa olduğu, kendi dilinden öğrenildi. Kimdir bu Salih Paşa? Bir damat, Osmanlı ailesinden bir hanımla evlenmiş bir kişi. Bir örnek de daha yakından verelim. Kurtuluş Savaşı'nı köstekleyen, Kurtuluş için kalkışanları araştıralım. İnsanlar gelip geçicidir. Ancak devletler doğru yönetilirse baki kalır.

İşte halkımızı hiç değilse bundan böyle birilerinin bilinçlendirmesi gerekir. Düşünceme göre bunu bir nebze olsun siz yapacaksınız. Yaptığınız yeterli olmayabilir. Orasını düşünmeyeceğiz. Karınca kaderince bu görevin bilincinde olalım; o bile bir başarıdır. Hiç değilse sağlıklı bir düşünce yapısını yaşatmış oluruz. Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi'ni okuyunuz. Hitabedeki buyrukları bir bir açıklarsanız, benim dediklerimi daha rahat anlayacaksınız. Benim mesleğim olarak sizinle çok yönlü ortak yanlarımız olmadığı gibi bundan sonra da olmayacaktı. Ben askerim; çizilmiş bir bir görev haritam var. (Askersel görevler) Sizler öğretmensiniz, sizin de benzer haritalarınız vardır. Birincil görevlerimiz o haritalardaki çizgileri değerlendirmektir. Bunları esas alıp kesinlikle üstünde durmayacağım. Ancak içimden bir ses bana soruyor: cezası verdiren Damat Ferit Paşa, Kurtuluş Savaşı boyunca, savaşanları durdurmak için, bozucu önlemler almasına karşın başarılı olamayan Damat Ferit Paşa her başarısız girişiminden sonra utanarak istifa etmiş, buna karşın Saray onu tam üç kez Sadrazam seçmiştir. Kimdir Damat Ferit Paşa? bakın araştırın.

-“Nuri, Binbaşı Nuri Teoman, sen şimdi neredesin? Niçin oradasın? Dışarıdaki rüzgarı, karı unuttun mu? Sıcacık evin, olağanüstü donatılmış Mahfelin seni bekliyor!” Ben bu sesleri duya duya buraya geldim, bunları size anlatıyorum. Bu sesler sizin yüreklerinizde de vardır. İşte bu sesleri sürekli dinleyin, onları dışardan gelecek gürültülere boğdurtmamaya bakın. “Bu sesleri kim boğdurur?” diyecekleriniz olacaktır. Onlara da bir iki sözüm olacak. Ancak ben bugün olaylara dolaylı olarak değinmek niyetindeyim; ben bir kurmay subayım, kurmaylığın kazandırdığı geniş yüreklilik, hoşgörülük araştırıcılık yanında bir de kendinin eksikliğini içine düştüğü gafletini asla hoşgörmezliği vardır. Eleştirilmekten korkmaz, kıyasıya eleştirir. Kurmaylar, kesinlikle üstün insanlar değildir. Ancak onları, üstün insan nitelikleri kazanasıya çalıştırıp bilgiyle donatırlar. “Sıradan bir insanla bir kurmay subayı karşılaştır!” deseniz size şöyle bir örnek veririm. İki çocuk düşünün, iki cici kardeş. Düğün ya da bayram olunca anneleri onları, özenle donatım dışarıya yollar. Çocuklar, her çocuk gibi çocukluklarını yapıp akşam eve dönerler. Eve dönünce anneleri onları gözleriyle süzer, sabahki giyimleriyle dönüşlerdeki durumları karşılaştırdığında birinin tertemiz, ötekinin üstü kirli gördüğünü varsayalım. İşte o tertemiz dönen çocuk kurmay subayı andırır. Kurmay subayın buradaki simgesi giysi değil düşünme, düşündüklerini değerlendirme yöntemleridir. Olayı şöyle de ele alabiliriz. Özellikle örneği çocuktan seçmiştim. Bunu bilgi alanına da çekebiliriz. Kurmaylık, salt savaş bilgisi donanımı değildir. Bu özelliğinden dolayı konuyu size açtım. Öğretmen olacaksınız demiyorum, siz öğretmen oldunuz. Öğretmenler bence biraz kurmaylara benzerler. Bilgi düzeyi farklı da olsa çok yönlülüğü bakımından benzerlikleri vardır. Bir Kurmay Subay askerliğin tüm gereksinimlerine cevap vermek üzere bilgiyle donanır. Öğretmen de öyle değil midir? Çalıştığı bölgenin özelliklerine sırt çevirebilir mi? Devletle halk arasındaki ilişkilerde sırtını dönebilir mi? Şöyle de diyebiliriz; bu söylediklerimi harfiyyen yerine getirenle, bunları umursamamış olan öğretmen halk nazarında aynı terazide tartılabilir mi? Gelelim kurmaylığın bilgi düzeyi ya da bilgi toplama çabasına. Size, sizin katılabileceğiniz örnekler üzerinde duracağım. Hep okudunuz, Arşimet adlı biri hamamda yıkanırken “BULDUM!” (Eureka!) diye bağırarak sokağa fırlamış. Sonra ne olmuş? Ne olacak, suya batan bir cisim, kendi ağırlığı kadar su taşırır. Eee, ne var bunda? Bunda şu var, taşan su ile suya konan madde ağırlıkları denk ya da biri ötekinden ağır olursa madde ya suya batar ya sa su üstünde durur! İşte tüm Arşimet Kanunu bu şemsiye altına alınmış, insanlar 2200 yıldır bir birine bunu anlatıyor. Gerçekten bu bilgi insanlara yetiyor. Yetmeyenler var, onlar bunun eksiğini fazlasını irdeleyip, ilkelerinden yaralanarak yeni buluşlar yapıyor. Bakın size soracağım, Arşimet'in Eureka'sı ile havada uçan uçakların ilişkisini size söyleyen oldu mu? Sorsam, biliyorum çoğunuz, uçakla balon ya da uçurtma uçurtmak arasında bir bağlantı kuracaksınız. Hatta uçakla Mongolfiye kardeşlerin zeplini arasında bir bağ kuracaksınız. Ne var ki kurulan bağ orada kalacaktır. Oysa bilginler bu bağları kurup daha ötesine geçerek insanlığa yeni yeni ürünler sunuyor. Bir bilgin, Arşimet'in Eureca'sının dayanağı olan önceki deneyimleri de inceler. Deneyimlerin, nedenleri, nasılları üzerinde aylarca, yıllarca durur. Kimi kez de hiç sonuç alamadan sil yeni baştan eder. Elektrik ampulü için Edison’un yüzlerce deneyinden söz edilir. Demek oluyor ki yeni buluşlar kimi insanların ötekilerden farklı bir çalışma anlayışı oluyor. Bu anlayış onları, genel olarak bilgin yapıyor. Newton, Yerçekimi olayını ortaya koymadan önce, kendinden önce çözülememiş matematik problemlerini çözdü, gökyüzü olayları üzerinde yıllarca çalıştı, bu arada Yerçekimi olayını da açıkladı. Tıpkı Arşimet gibi. Arşimet deyince bir iki söz daha söyleyeceğim. Tarihler yazar, Arşimet'in kentini Roma kendi topraklarına katar. İşgalci Komutan Arşimet'in kendisine getirilmesini emreder. Romalı askerler Arşimet'i deniz kıyısındaki ince bir kum üstünde matematik problemi çözerken yakalayıp komutana götürür. Demek Arşimet, hamamdan aldığı tasla sokağa çıkınca işin ucunu bırakmamış. İşte bilgi dünyasının gerçeği budur. Bu gerçeğin içindeki insanlar, ötekilerden farklı düşünüp, farklı bir düzeye çıkıyorlar. İnsanlar arası haksızlıkların, adaletsizliklerin pençesine düşmemek için aynı soydan gelen gruplar devletleri oluşturmuş. Oluşturulan devletlerin bekası için ordular kurmuş. Bu orduların da insanlığın öteki kesimleri gibi yeniliklerden yararlanma zorunluğu vardır. Böyle bir zorunluluğu umursamayan ulusların yaşama şansı yoktur. Mezopotamya deyince tarihi anımsayalım, Babil, Asur, Sümer sözleri dilimizde sıralanır. Onlar yiyecek nesneler değildi. Babil Kulesi, enkaz da olsa duruyor, Lidya, Frigya, Fenike, Kartaca daha niceleri birer devletti. İçlerinde öylesi vardı ki, örneğin Kartaca, Roma ile 150 yıl savaşmıştı. Bunlardan ders alan uluslar, yaşamlarını sürdürebilmektedir. “Hazır ol cenge, ister isen sulh u salah!” diyenler, ordularını en modern silahlarla donatıyor. Dikkat edin “En modern!” diyorum. Burası çok önemli o en modern silahı yapanlar az önce uzun uzun konuştuğumuz bilginlerdir. O bilginlerin yaptıklarını kullanacakların yetişmesi küçümsenecek bir olay değildir. Bakın, tarihimizi inceleyince bu konuda yapılmış hataları rahatlıkla görüyoruz. İstanbul'un alınışında önemli olaylardan biri top kullanmaktı. Bir Macar ustanın (Urban) yaptığı top halka günümüzde de gösterilmektedir. Neden yalnız o? Ondan sonra savaş olmadı mı? Neden başkası yapılmadı? Askerimizin elinde Martinler Mavzerler vardır. Martin ya da Mavzer, o tüfekleri icat etmiş bilginlerin adlarıdır. Biz onları sırtlanıp Mösyö Martin’in ya da Herr Mavzer'in askerleriyle savaşıyoruz. İşte bu çelişikliği ortadan kaldırmak için tıpkı bilginlerin kendi alanlarındaki çalışma titizliğini sürdürerek yurdu koruma planlarını gelişen ayni buluşları göz ardı etmeden ordumuzu modern ordular düzeyinde tutmak üzere yetiştirilen subaylarımız, kurmay adı altında görev yapmaktadır. Onların öteki subaylardan değişik bir yanı yoktur. Yetiştikleri alanda iyi sınav verip ordunun daha çok bedensel değil beyinsel yanlarını pekiştirirler. Size az önce savaşları kazanmak için başka ulusların elbirliği ile çalıştığını, bilginlerin yeni buluşlar ortaya koyup ürünler ürettiğini anlattım. O yeni ürünleri kullanacakları da onlar, hemen yetiştirdiler. Söz konusu ürünlerin bir savaş aracı olduğunu düşünelim. Savaş aracını kesinlikle ordu çalıştırır. Öyleyse öğrenme de ordunun görevidir, deyip geçemeyiz. Geçersek bu hem eksik hem de yanlış bir düşünce olur. Size şimdi soracağım, ben bunları söylerken kaçınız içinizden “ÖĞRETMEN OLARAK İŞTE BENİM GÖREVİM!” deyip ilgi alanınızı genişlettiniz? Bunu demeliydiniz, demedinizse bundan böyle demeye çalışmalısınız.

Öğretmen gülümseyerek:

-Anlattıklarım, size sürekli görev yükleme yönünde değil mi? diye sordu. Çok zayıf bir iki ses “Yok efendim!” falan dedi. Öğretmen bu kez de sözlerinin tarihsel açıdan değerlendirilmesi gereğini söyleyip gene sordu:

-Osmanlı İmparatorluğu, küçük bir aşiretten doğmuştur. Nasıl güçlenmiş ki üç kıta üstünde 300 yıl egemen olmuş? Sonra ne olmuş küçülmesi bir yana borç yiye yiye müflis tüccarlar gibi iflas etmiş? İflas eden halk değildi, gerçi halk; vergilerle soyuluyordu ama vergiler devletin kasasına değil, mütegallibenin kesesine giriyordu. Oysa okuyoruz, karşımızdaki devletler vergilendirmeyi çoktan bir düzene sokmuş, vergi bir avanta değil devlete gönülce verilen destek anlayışına dönüşmüştür.

Öğretmen saatine bakınca öndeki arkadaşlarda bir kıpırdanma oldu “Savaş!” dendi, Teoman Öğretmen elini kulağına koyarak:

-Duyamadım! deyince bu kez bir kaç arkadaş birden “Savaş bitiyor mu?” diye sordular. Öğretmen sesini yükselterek:

-Konuştuklarımız, deneye, bilgiye önem vermeyen herkes için geçerli. Savaş von Paulus'un ordusuyla birlikte Stalingrad kentinde tutuklandığı gün bitmişti. Bu olay da az önce söylediklerime dayanmaktadır. Von Paulus kesinlikle iyi bir komutan, Polonya'dan Volga'ya dek koskoca Rusya'yı yarıp gitti. Ancak, oradan ötesi, onun gücü dışındaydı. O bunu bilerek gitmişti. Oradan Kafkasya'ya yönelip ordusuna kışı Kafkasya'da geçirtecekti. Ne var ki, buna izin verilmedi, Stalingrad'ın kesinlikle alınması istenince onun planları bozuldu. Söz gene Kurmaylık üstüne dönüyor. Rusya kuruldu kurulalı 3 büyük işgal görmüşür. Birincisi İsveç kuvvetlerince 16. yy sonu ile 17. yy başında Demirbaş Şarl Rusya'nın batısını işgal etmiş ama Moskova'yı almak başarısını gösterememiştir. İkincisini Napolyon Bonapart yaptı. Bonapart için başaramadı demek haksızlık olur. Moskova''yı aldı, ebedi düşman saydığı Çar Aleksandr'ı makamından kovup az da olsa onun makamına oturdu. Bu, Savaş Tarihinde büyük bir başarıdır. Bu aynı zamanda Ruslar için çok onur kırıcı bir yenilgidir. Çünkü Rusya, biraz da bizim uzun uzun anlattığım yönetim zaafımızdan yararlanarak kazandığı savaşlar nedeniyle tam anlamıyla Savaş megalomanı olmuşlardı. Fransa'da ihtilal olunca, ihtilali bastırmaya bile kalkışmışlardı. İşin bir gerçek yanı vardır. Düşmanımız deyip gerçekleri görmezden gelemeyiz, Rusya bizden çok sonra devletleşmeye başlamıştır. Bizim çok övündüğümüz Padişah Kanuni Sultan Süleyman zamanında (1520-1566) Rusya diye bir devlet yoktu. Moskova Prensliği adı altında küçük bir devletçikten söz ediliyordu. Bizim çöküşümüz sayılan 1600-1680 yılları arasında o küçük Moskova Prensliği Karadeniz kuzeyindeki Kazan Devletini, (Türk Mogol) Altınordu denilen (Türk-Tatar) devletlerini topraklarına katıp bizimle Kırım'da sınırdaş oldu. Onların bu sınırsız toprak genişletişine duyarsız kalan Osmanlı yönetimi, 1683 2. Viyana bozgunundan sonra karşısında toprakları için can atan bir canavarla karşı karşıya kaldığını anlar gibi oldu. Ne var ki iş işten geçmişti, Rusya, güçten düşen Osmanlı İmparatorluğunun yakasına bir yapıştı bir daha bırakmadı. Bunu fırsat sayan eski düşmanlar bu kez Rusya'yı Osmanlı İmparatorluğuna karşı sürekli kışkırttılar. Rusya da bundan yararlanarak aralıklarla savaş açarak hem topraklarını genişletti hem de hazinesini zenginleştirdi. Salt 1877-78 savaşı sonrası aldığı topraklar dışın Savaş Tazminatı olarak aldığı 30. 000. 000 liradır. Böyle böyle ordusunu da o günlerin ölçülerini aşan düzeylere çıkardı. Az önce söylediğim Fransız İhtilalini bastırmak için Fransa'ya gönderdiği Süvari (Atlı) ordusu 200.000 kişiydi. Bu ordu, o zamanki devletlerin hiç birinin çıkaramayacağı sayıydı. Böyle bir ordunun yaşaması için de bizden farklı yöntem kullandılar, bizden ya da başka ülkelerden (çoğunlukla Asya, Kafkasya) aldıkları toprakları, savaş kahramanlarına dağıtarak, hem askerliği yücelttiler, hem de işgalci zihniyeti güçlendirdiler. Bizde damatlara, eşkiyaya, saray yaltaklarına dağıtılan Paşalıklar, onlarda Kontluklar, Prenslikler olarak savaş kahramanlarına verilerek hem güçlü bir devlet desteği sağlanıyor hem de savaşlar özendiriliyordu. Artan ganimetlerle de yeni yeni şehirler kuruluyordu. (Karadeniz'de Odesa, Baltık kıyısında Petersburg, Kırımda Sivastopol) onlarca tutarlı olan bu o politika sonunda savaşarak bizim göz bebeğimiz olan İstanbul'a iki kez geldiler. Son geldiklerinde bir de anıt diktiler. Ayastefanos (Yeşilköy) Bunları unutmamalı, adımız gibi bilmeliyiz. Buraya bir nokta koyup, Napolyon Rusya savaşıyla günümüzdeki Almanya-Rusya savaşını karşılaştırabiliriz. Napolyon neredeyse çoğu toplama yabancı askerlerle Moskova'yı aldı da Hitler tarihin en güçlü, en teknik ordularıyla Moskova'dan vazgeçtik Almanya'nın burnu dibindeki Leningrad'ı bile alamadı. Leningrad'ı alamaması Von Paulus gibi iyi bir komutanın neden esir düştüğünü anlamamıza yeter. Size ben, deminden beri açıkladığım kurmay olayını bir daha tekrarlamak için iki savaşı karşılaştırdım. Napolyon Bonapart hiç değilse Moskova'ya gitti, kısa bir zaman için de olsa muzaffer olmanın zevkini tattı ama ne bahasına tattı, bunu benden değil, yine bir Rus olan ünlü yazar Tolstoy'dan dinleyebilirsiniz. Belki de içinizde okuyanlar vardır, varsa ilgisini çekmemiş de olabilir. Tolstoy'un Harp ve Sulh kitabında enine boyuna bu savaştan söz edilir. İşte o kitapta özellikle bir Borodine muharebesi vardır. Bu muharebe bölümü bir roman olarak değil bir SAVAŞ GÜNLÜĞÜ niteliğindedir. Çünkü yazarın ailesinden o savaşa katılmış subaylar (General) vardır. Kuşkusuz onlar yazara gerçek bilgileri vermiştir. Ruslar, Moskova'nın kapısı sayılan Borodine'de Napolyon'a karşı son gücüyle karşı koyarlar ama gene de kaybederler. Öyle bir kaybediştir ki, o muharebeden yara almadan tek kişi kurtulamamıştır. Buna karşın yazar Tolstoy savaşı kaybetmelerini kendi zayıflıklarına değil, Napolyon Bonapart'ın usta savaş yönetimine yorar. Çünkü Napolyon son sözü söylerken kendisi de savaşın içindedir, askerini savaşın gereğine göre yönlendirir. Sanırım Von Pavulus da o romanı okumuştur. Ne var ki insiyatif Berlin'de oturan Adolf Hitler'in elindedir.

Öğretmen, “Harp ve Sulh'u okuyan!” der demez parmak kaldırdım. Yalnız ben olacağımı umuyordum. Yan gözle baktım en az on parmak havada!

Öğretmen :

-Bakın, bu anlattıklarıma şimdi ben de memnun oldum. Okuyan insanlar daha rahat anlaşırlar. Ben, kimi kez konuşurken kuyuya taş atar gibi ya da karanlığa bağırır gibi bir duyguya kapılırım. Sözümü sürdürürüm ama içimden de “Acaba söylediklerim yerine gidiyor mu?” kuşkusu beni kemirir. Şu anda içimde kemirilme falan yok. Biz kurmayların özelliklerini sıralarken “Geniş kültür sahibi olurlar!” demiştim. Yakından tanımadığımız kimselerden söz edecek değilim, bizim için her konuda rehber olan Atatürk'ü düşünelim, Kurtuluş Savaşı'nı askeri dehasıyla kazandığını söylesek bile ondan sonraki, başarılarının özünde geniş kültürünün tohumları vardır. Atatürk'ün özlü sözlerini yazan kitaplara bakın, o sözlerin her biri bir zeka ürünüdür. İşte onlar, okuma, çok okumayla kazanılır. Bir anımı anlatayım size. Tanıdıklarımdan bir genç, üniversite bitirdi, bununla kalmadı, açılan sınavını kazandığı üniversitede (okuduğu Üniversite) ders veriyor. Zaman zaman konuşuruz. Gençtir, çalışkandır, terbiyelidir. Belli konularda tartıştığımız da olur. Benimle bir konuda anlaşamadığını sık sık söyler. Örneğin “Askerlik, savaş hazırlığı demektir, bu korkunç savaşlar için insanların önceden hazırlık yapması doğru mu?” diye sorar. Bu konu üniversitelerde konuşulur, tartışabilinir ama benim tartışacağım bir konu değil. Ben, var olan bir düzene girmiş, yaşamımı ona bağlamışım. Severek bağlandığım görevim üzerinde tartışmağı kendime yakıştırmam. Ne var ki genç, salt benimle konuşmak için ara ara duyduğu ya da okuduğu askerlik üstüne yazılmış yazıları ya da kitapları bulup, içeriğini anlatır, görüşümü sorar. Bunlar daha çok kaybedilmiş savaşların kaybedilmesine neden olduğu söylenen komutanlar üzerine olur. Viyana, 2. Kuşatmamızda Merzifonlu Karamustafa Paşa, Balkan Savaşı'nda Abdullah Paşa, Plevne'de Osman Paşa ya da yabancı komutanlar için sürüp gider... Neredeyse tarih boyunca kaybetmiş komutanlar, bizim dilimizde çok söylenen “Boyunları bükük olarak!” karşımızda hazırolda dururlar. Son konuşmamız da bir Fransız yazarın hikayesindeki bir oyun sevdalısı generalin, oyundan kafasını kaldıramadığı için Alman askerlerince tutuklandığı üstüne oldu. Olay, 1870 Fransız-Alman savaşında geçmiş bir gerçek olaymış. Genci dinledim, o, oyuncu generali öne sürüp tüm subayları töhmet altında bırakıyor. Sözde yazar, subayları hedef gösteriyormuş. Aldım hikayeyi okudum. Hikaye hiç de gencin söylediği gibi değil. Olay münferit bir olay, gerçekten bencil düşünceli, general olmuş ama mesleğinin gerektirdiği özellikleri taşımayan bir kişi. Gerçekten yeteneksizliği nedeniyle savaş kaybeden türünden biri. Bu askerlik sorumluluğunun, hele savaş duyarlılığının gerisinde kalmış tipik bir örnek. Buna bakarak askerlik mesleğini küçümseyemeyiz. Çünkü, duyarsız general oyundan kalkmıyor ama çevresinde emir bekleyen, beklerken savaşmak heyecanıyla neredeyse yerinde duramayan sayısız subay var . Hikayeyi yazan kişi asker ya da subay karşıtı olsa o genç subayların duyarlığını yansıtmazdı. Bunu size anlatmamın nedenini anlayacağınızı umuyorum. İnsan okuduğunu dikkatle okumalı, Hele okuduğu yazıdaki fikirleri kendine destek yapacaksa, özellikle o zaman daha dikkatli okumalı; doküman olarak seçeceği fikirleri ya da söylemleri daha titiz seçmelidir. Dayanılacak destek sağlam değilse düşüş, desteksiz düşüşten daha fena olur!”

Öğretmen sözünü kesince duyabileceği bir sesle “Bilardo Partisi!” dedim. Nuri Binbaşı güldü:

-Ben ad vermek istemiyordum ama söylemen iyi oldu, anlattığım hikaye yakınlarda dilimize çevrildi, Fransız yazar Alphonse Daudet'in “Bilardo Partisi” adlı hikayesidir. Bulun okuyun, seveceksiniz!

Zil çalarken Nuri Teoman Binbaşı gene geldiği gibi dimdik, selam verip ayrıldı. Arabası ışıkları yanmış olarak bina önünde duruyordu.

Dışarıya çıktığımızda beklenmedik bir rüzgarla karşılaştık. Nuri Teoman Binbaşı karanlıkta bir ışık izi bırakarak Lalahan yoluna tırmanıyordu. Tüm arkadaşlar, içten gelen duygularla “İYİ YOLCULUKLAR!” dediler.

Nuri Teoman Binbaşı'yı bugün çok sevdim. Seviş nedenim de apaçık, okuduğum iki kitabı onun da okumuş olması. Borodino Savaşı konuşulurken keşke sözü Piyer'e oradan da Nataşa'ya getirseydi. Derken Prens Andrey'i arkasından da öksüz kalan Küçük Andrey'i anımsayıp üzüldüm. Unutamadığım böyle başka roman kişileri var; İbsen'in Nora'sı, Gustav Flaubert'in Madam Bovary'sinde Emma'nın kızı, Kuyucaklı Yusuf'ta Müzeyyen, Vurun Kahpeye'de Aliye Öğretmen. Emil Zola'nın Jerminal'indeki Cecile. . . . . . . .

Yemekhaneye giderken birden bir esinti oldu, kulaklarımıza kum gibi kar kırıntıları girdi. Silkinerek masalara oturduk. 2. sınıflar yeni salonumuzda yapmış olduğumuz ilk dersimizi kutladılar. Öğrenci Başkanı, yarınki kumanyalar için işaret etti. Masada herkeste bir ilgi:

-Yarın konsere gidilebilecek mi? Geçen yıl bir kaç kez hava böyle olmuş, gidememişler.

Mutfağa uğradım, sabaha her şey hazır olacakmış. Mutfakta Orta Bölüm nöbetçi öğretmeni vardı. Öğretmen ben sormadan:

-Ne var yani, gitmezseniz alır öğle yemeğinde yersiniz! Öğretmenin kanısına göre bu fırtına bu gece bitecek, arkasından kar gelecekmiş. Kar soğuk olmazmış, gidebilirmişiz. Müzik salonuna gittim, yalnız Hüseyin Çakar var, kendi çok seslendirdiği parçasını çalışıyor. Konuşmadan Küçük Salona gittim. Bir süre sonra Hüseyin Çakar geldi, gücenip gücenmediğimi sordu. Çalışmasını kesip, benimle ilgilenememiş. Güldüm:

-Öyle düşünmek aklımdan bile geçmez, seni çalışırken görmek yeter. Çalışmanı kestirmek ise beni üzer, öyle bir duruma girersem, kendimi affetmem.

Birlikte yatakhaneye gittik. Arkadaşların çoğu daha gelmemiş. Az sonra geldiler, herkes bildiklerini gene bilenlere muştuluyor:

-Salonun açılması iyi oldu, sıra yatakhanede! Geçerken Kadir uğradı:

-Hemşerim bugün, Binbaşının gözüne girdin! dedi. Ben de ona:

-Ben binbaşının değil o benim gözüme girdi. Bunca arkadaş içinde okuduğum kitaplardan ikisini okuyan bir o çıktı! deyince gülenler oldu. Hasan Üner Kadir'e “Aldın ağzının payını git yat şimdi, hemen uyursun!” deyince Kadir, Hasan'a sataştı “Sen karışma bizim sözlerimize, biz hemşerimle aynı zamanda meslekdaşız, sözlerimiz birbirimize batmaz!” Sözleri duymazdan geldim. Yarın Ankara'ya gidebilecek miyiz? Gidersek neler dinleyeceğiz? “Acaba Süheyla!” derken vazgeçip “Asım Öğretmen de konsere gelecek mi?” diyerek bir kesin kararlılık gösterdim. Bundan sonra karşılaşıncaya dek Süheyla Öğretmen sözü edilmeyecek!

Uzun süre konuşmalar oldu. Bir ara da Binbaşı Nuri Teoman'ın geri geldiği söylendi. Ürperdim, “Neden geri döndü?” Birden doğrulup baktım, herkes uykuda, saate bakmadım ama sanırım gece yarısı. Rüya olduğuna sevinip gözlerimi kapadım.

 

4 Aralık 1943 Cumartesi

 

Rüzgar kesilmiş, kar yağıyor sesleri arasında uyandım. Giyinip çıkınca sevindim, kar yağdı yağacak gibi atıştırıyor ama, yoldan döndürecek bir durum yok.

Abdullah Erçetin'le yemekhaneye gittik, sağ olsun Mehmet Ünüvar gene geldi, 6'şarlı üç paket yaptırıp aldık. Paketlerimizi sırayla taşıyoruz. Konservatuvara girince bize gösterilen bir yere bırakıp ders yerine giriyoruz, dersten sonra Konservatuvardan çıkınca herkesin payını kendisine verip sorumluluktan kurtuluyoruz. Pek zor bir tarafı yok ama, 2. sınıflar bu işi paraya dönüştürmek için çalışıyorlar. Yılbaşından sonra aylık bir harç verilecekmiş, ona ekletmeye çalışıyorlarmış. O olunca işimiz daha azalmış olacak. Şimdi sorumlu benim ama, bunu önemli bir iş olarak saymıyorum. Özellikle Konservatuvarda bir yere bırakma benim için yeterli oluyor. Yollarda sayısız insanın elinde paket ya da çanta var, ondan yüksünmüyorum.

Halil Dere'ye işaret ettim, başını attı, gelmeyecekmiş. Havayı gösterdi. Yola çıkarken kar iyice durdu. Ancak, trene binince Lalahan'a doğru karın çok yağdığı belli oluyordu. Sağ geriye göstererek, “Ne iyi, bizim Hamurbasan kar tutmamış!” dedim. Hamurbasan sözüne takılanlar oldu. “Bunu sen uyduruyorsun!” demeye kadar götüren oldu. Ben de:

-Burasını kuran gerçek kişi Mustafa Güneri'dir, inanmayanlar olursa bir gün onlara Mustafa Güneri Öğretmeni dinletebilirim! deyince tartışma durdu. Gerçekten Ankara'ya yaklaştıkça karın giderek arttığını anladık. Söz birliği edip Kurtuluş Durağında indik. Ara yol kuytuymuş, çok üşümeden Konservatuvara ulaştık. Faik Canselen Öğretmen daha erken gelmiş bizi karşıladı, birlikte üst kattaki odaya çıktık. Öğretmen konser proğramını almış, gülerek,

-Bugünkü programa birşey diyemeyeceksiniz, su gibi akacak!

Öğretmen programı okudu:

1. George Bizet, Arleziyen Süit.

2. Wolfgang Amadeus Mozart, 22. Piyano Konçertosu

3. Josef Haydn, Saat Senfonisi

Öğretmen, George Bizet için, Fransız bestecisi olduğunu, en tanınmış eseri Carmen Operası deyip besteci hakkında bilgi verdi. Bestecinin, öteki Fransız bestecileri gibi armoniden çok melodiye önem verdiğini özellikle belirtti. George Bizet'in 1837-1875 yılları arasında yaşadığını, yaşadığı yıllarda Avrupa bestecileri arasında iki opera anlayışı olduğunu bunlardan biri Richard Wagner-Alman öteki de Giuseppe Verdi olduğunu. Alman Wagner'in ağır melodilerine karşın Verdi'nin daha uçarı melodileri kullandığını, George Bizet'in de Verdi gibi melodiye önem verdiğini, bu nedenle onun opera şarkılarının halk arasında çok tanındığını anlattı. Ayrıca, Konservatuvar öğrencileri, Karmen (Carmen) Operasından sahneler oynuyormuş, haber verip bir gün izleyebileceğimi söyledi. Duramadım, Prosper Merime'nin Carmen kitabını okuduğumu söyledim. Faik Öğretmen memnun oldu, arkadaşlara:

-Anımsatın bir akşam İbrahim bize opera konusunu anlatsın! dedi. Opera konusu deyince duraksayıp sordum:

-Ben hikayesini okudum, operası başka olabilir mi? deyince Faik Öğretmen önce güldü, sonra da başını atarak:

-Sen bize bildiğin hikayeyi anlatırsın, fark görürsek ben eklemeler yaparım! deyince rahatladım.

Öğretmen, Mozart üstünde duralım dedikten sonra Konçertonun yanındaki 22 sayısını sordu. Hepimiz sustuk. Öğretmen gülerek:

-22 numara piyano konçertolarının 22ncisini gösteriyor deyince şaşkın şaşkın bakındık. Beethoven için 5 konçertosu olduğunu duymuştuk ama 22 bize çok göründü. Faik Öğretmen Mozart'ın çocukluğundan başlayıp olağanüstü müzik yaşamını anlattı.

Faik Canselen Öğretmenin anlattığına göre Wolfgang Amadeus Mozart 35 yıl yaşamış (1758-1791) 4 yaşında piyano çalmaya, 6 yaşında beste yapmaya başlamış. 10 yaşında piyano sonatları, yanında ilk senfonilerini yazmaya başlamış. Klavsen için yazdığı (sonra bunlar piyanoya çevrilmiş) ilk beş konçertoyu da 12 yaşlarında tamamlamış. Ondan sonraki 25 piyano konçertosunu arka arkaya bestelemiş. Bunlardan bir iki, biri de üç piyano ile çalınan büyük konçertolarmış. Ayrıca başka çalgılar için (Klarnet, Flüt (2), Arp-flüt, Keman (7) Piyano-Keman, Keman-Viyola-Viyolonsel olmak üzere otuz dolayında konçertosu 50 dolayında senfonisi ile 24 operası, 18 piyano, 20 keman sonatı yanında senfoni niteliğinde 20 Serenad, 30 Divertimento, 35 Kuartet bir o kadar da 3'ü, 5'li, 6'lı, 7'li dizileri yanında büyük çaplı dinsel konulu Mess-Oratoryo-Adotoria sayısı da 20'den fazladır. Hepsi bunlar değil, öteki bestelerinin sayısı 600'ün üstündedir. Son bestesi ise kendi türünün en üstünü sayılmaktadır. REKÜEM (Requiem). Sıra numaralamasında 626 olarak gösterilir. Son beste bu olduğuna göre Mozart'ın 626 eseri olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Mozart'ın bir özelliği de bestelerinin çok düzenli saptanıp numaralanmış olmasıdır. Gelecek konserlerde onun eserlerini dinledikçe bilinmeyen özelliklerini gene konuşacağız. Konçerto üstüne daha genel özellikleri açısından daha önce konuştuk. Bundan sonra ise konçertolarla karşılaşınca çalınacak konçertonun özel niteliği üstünde duracağız. Bugünkü 22 numaralı Mozart konçertosu, Mozart'ın öteki konçertolarının bütün özelliklerini taşımaktadır. Kendine özgü bir melodisi vardır, bu melodi ara ara ortaya çıkar. Aslında hiç kaybolmaz ama araya ustalıkla yerleştirilmiş öteki sesler bu melodiyi gölgeler gibi olur. Konçertonun bir başka özelliği de kadansları Mozart'ındır. Kadans, konçertolarda önemli bir bölümdür. Biliyorsunuz, konçertoyu çalan sürekli orkestranın uyumundadır. İzleyenlerde, neredeyse konsertoyu çalan kendisini orkestranın gidişine kaptırmış gidiyor duygusu uyanır. Bu nedenle konçerto besteleyenler zaman zaman orkestrayı susturup konçerto çalana bir boş yer bırakırlar. Burada nota yoktur ama konserto çalana bir buyruk vardır; “Çaldığın konçertonun genel havasına uymak koşuluyla burada sen ustalığını göster!” Tek olarak izleyiciyle karşı karşıya kalan Konçerto çalıcı, o boşluğu doldururken tüm ustalığını göstermeye gayret eder. İşte Mozart bu konçertoda çalıcıyı bu zorluktan kurtarmış, kadans olarak bıraktığı iki yerin kadans notalarını kendisi yazmış.

Öğretmen, Konçertonun 3 bölümlü olduğunu, 1. Bölümün Allegro, (Kadans), 2. Bölümün, Larghetto (Kadans), 3. Bölümün de Tempodi Menuetto (bunu bilmiyordum) olduğunu söyledi.

Josef Haydn için, gelecek konserlerde etraflı bilgi vereceğini, Josef Haydn'ın da Mozart gibi çok bestesi olduğunu, “Senfonilerinin sayısı 100 aşmış bulunduğunu, onun senfonilerini çalınmadığı konser yok gibidir” diyerek güldü:

-O nedenle sık sık karşılaşacağız, o da Mozart gibi Viyana Klasiklerindendir. Kısa da olsa Mozart'a öğretmenlik yapmıştır. Mozart'la akrabalık ilişkisi bile vardır. Yine çok önemli bir besteci olan kardeşi Michael Haydn Mozart'ın ablasıyla evlenmiştir. Ayrıca Josef Haydn, ünlü bir besteci olan Mozart'ın babası Leopold Mozart'la yakın arkadaştır. Bu nedenlerden dolayı bazı kimseler, Mozart'la Josef Haydn'ın eserleri arasında benzerlik bulurlar. Bu doğru değildir. Onların müzik anlayışı, kendilerinden önceki müziği yetersiz görüp yenilik yapmaktı. Nitekim bunu yaptılar da. Onun için onlara, sonradan onların izinde yürüye Ludwig van Beethoven'i de aralarına katarak VİYANA KLASİKLERİ adı verildi. Günümüzde bu sözü, Viyana Klasikleri dendiğini duyarsanız bilin ki Josef Haydn -Wolfgang Amadeus Mozart-Ludwig van Beethoven'den söz ediliyor.

Dersten sonra paketlerimizi alıp, kapı önünde bir süre durduk. Hava oldukça soğuk. Ben rahatım, pardesüm sırtımda, bir süre dışarda durabilirim. Ancak gene de yanımda arkadaş olsun istiyorum. Nihat Şengül sinema önerdi, arkadaşı Kamil Yıldırım da yanında, onlara katıldım. Çalınan Taç oynuyormuş. Nihat daha önce görmüş, bir daha girmek isteyince söylediğine inanarak katıldım. Sinemaya girdik. Film çoktan başlamış. Bittiği zaman çıkmadık, böylece filmin başını da görmüş olduk. Filmden sonra Kızılırmakla, Park Kıraathanelerini gezdim. Asım Öğretmen yok. Bu kez Park Kıraathanesinde oturduk. Bizin 2. sınıflar hep oradaydı. Şevki Aydın geldi. Şevki Aydın Kepirtepe'ye geldiğinde Asım Öğretmen ayrılmıştı ama orada öğrencilerin anışlarından iyi izlenimler almış, ben söz edince tanışmak istediğini söyledi. Gelecek günlerde birlikte olup konuşacağız. Asım Öğretmenin de bundan hoşlanacağı düşünerek sevindim. Ancak Şevki'nin düşüncesine bakılırsa bizim, mart ortalarına dek Ankara'da rahat gezme olanağımız yokmuş, buna üzüldüm. Bugün 4 Aralık. Aralık, Ocak, Şubat, Mart, dört ay, az değil. Dereden tepeden söz ederek zamanı doldurup kalktık. Anafartalar'dan Cebeci’ye yönelince rüzgar yüzümüze vurduğundan biraz hıtıtıladık.

Konservatuvara girince herşey düzeldi. Öğrenciler var, Şevki'nin dikkatinden kaçmamış, “Bir tanıdığın mı var?” diye sordu. Hemen öyle attım, Kırklareli'den tanıdım biri olduğunu söyledim.

Salon bugün tıkabasa doldu. Gözlerim ilk sıralarda. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün yeri boş. “O gelmeden konser başlamaz!”  gibilerde çevreme bakarken alkışlar başladı. Gözlerim İsmet İnönü'de. Bir de baktım, Prof. Ernst Praetorius değneği kaldırmış. Konser başladı. “İnönü'süz konser!” gibi sözler aklımdan geçerken, parça bitti. Şef bu kez arkaya doğru gitti. Sahneden çıkmadan yanında bir bayanla döndü. Çocuk denecek görünüşte bir bayan, Ferhunde Erkin. Yabancı olduğu söylendi. Biz fısıldaşırken biri doğrudan,

-Ne yabancısı kuzum, çok yakından tanıdığım bir insan, kendisi piyano öğretmenimdir.

Şef yine değneği aldı, çubuk arkalara doğru işaret verince davul sesleriyle birlikte Tu tu Tular başladı. Davulla nefesli çalgılar bir süre konuştu. Sesler kovalaştıktan sonra gerçekten su gibi piyano sesi başladı. O küçük çocuk gibi sandığım bayan neymiş meğer, başımı tavana dikip dinledim. Kesinlikle bu piyanonun benim çalıştığım piyanolardan olmadığına inandım. Gerçi piyanonun şekli başka, yere yatık, bizimkiler gibi duvara dayalı değil ama gene de piyano, diyorum ya kesinlikle kulaklarım başka sesler duyuyor. Orkestra arkadan homurdanırken piyano önlerde kuş atlamalarına benzeyen sekmeler yapıyor. Faik Öğretmenin ne dediğini anlamaya başladım. Piyano kesinlikle orkestradan ayrılmıyor, karşılıklı konuşuyorlar. Kırlara çıktığımda kimi kez sırt üstü yatıp bulutlara bakardım. Bulutlar da böyle bir birine girip ayrılıyordu. Orkestra ile piyanonun sesleri de öyle. Kadansı da çok iyi anladım, gerçekten bir süre piyano kendi kendine konuştu. Arkasından orkestra çok sakin bir süre kendi kendisine suskun suskun sürdü, arada piyano da o denli sakin çaldı. Bir ara kendi mandolin çalışımı anımsadım. Orkestra piyanonun sakin sesini kucaklarca açılıp daraldı. Gök gürültüsünü andıran gür uzun seslerden sonra piyano kendi kendine söylendi durdu. Piyanistin elleri oynarmış gibi bir süre tuşların üstünde gezindi. Arkasından orkestra kendi kendine konuştu, arkasından piyano cevap verdi. Gözlerim İsmet İnönü'nün yerine takıldı; yazık güzel bir konseri kaçırdı. Severek dinliyorum ama kafamın içi bir yandan oradan oraya atlıyor. 30 piyano konçertosu. Hem de her biri bir saat sürecek uzunlukta. Birden, aşağıya baktım, tüm orkestra üyelerinin önünde notalar açık, piyano çalanın önünde nota falan yok. Konçerto bitmiş, nasıl bittiği de dikkatimden kaçtı.

 

Ferhunde Erkin

 

Arada, benim gibi, İsmet İnönü'nün gelmeyişini merak edenler olmuş, konuşanlar oldu; İsmet İnönü çok gizli olarak Mısır'a gitmiş, oysa bu günkü gazeteler bunu açık açık yazmış,

Konserin ikinci yarısında Josef Haydn'ın 26 numaralı senfonisi. Senfoni'nin adı da var. Keder-Üzüntü (Lamentatione)

Prof. Ernst Praetorius değneği kaldırınca önce nefesli çalgılar başladı arkasından da kemancılar. Kemancıların başladığını yayların çekilişinden anladım ama sesler bir süre gelmedi. Sonra sonra sesler dalgalanarak yükselmeye başladı. Nedense sesleri gene bulutlara benzetmeye kalkıştım. Ancak bulutlarda durma olmuyordu, sesler durup durup hareketlenmeye başlıyor. Senfoninin adı KEDER ya da HÜZÜN'müş. Üzüntü sesle anlatılır mı? demeye kalmadı sesler yükseldi. Şimdi de sesleri rüzgara benzetmeye başladım. Müziğin en güzel yerinde önce bir öksürük arkasından ikinci bir öksürük geldi. Öksürüklerden sonra da konuşur gibi sesler duyuldu. Öksürenlere kızdılar mı acaba? Ben kızmaktan çok öksürenlere acıdım, kimbilir ne çok sıkılmışlardır. Böyle bir duruma düşmek istememişlerdir onlar şimdi bu konseri uzun süre unutmazlar. Üstelik senfoninin adını öğrendilerse, Üzüntü Senfonisi onlar için gerçekten ÜZÜNTÜ anısı olacaktır. Çok küçüklüğümde başımdan geçen bir olayı anımsadım. Köyün delikanlıları, yetişkin kızları bir evin işlerine yardım için toplanmışlardı. (Eşi asker olan bir komşu için) Ablamla ben de gitmiştim. Kızlar, erkekler hem mısır gömleği ayıklıyor hem de şarkı söylüyorlardı. Tam karşılarında oturmuş onları izliyordum. Oturduğum yer oldukça yüksekti. Arkam, bir kilim ya da yaygıya dayanıyordu. Meğer yaygı eğreti duruyormuş. Ben karşımdakilerin havasına kapılıp biraz fazlaca kıpırdayınca yaygı tutturulan yerden üstüme düştüğü gibi beni de arkaüstü yatırdı. Yaygının arkası boşlukmuş, ben yaygıyı aralayıp çıktım. Hiç bir yerim incinmemişti ama o denli utandım ki, kalkar kalkmaz dur- sus dinlemeden eve kadar koştum. Ablamla, arkadaşları benim bir yerimin incindiği kaygısıyla arkamdan yaptıkları yalvar yakarlarına karşın ben durmadım. Durmama nedenim de salt oradakilerden utanmamdı. O duygu bende bugün de var; o nedenle öksürenlere kızma yerine acıdım.

Senfoninin sonu, kederden uzak bir ses söyleşmesine döndü. Şefin elleri de bunu gösteriyor, bir aşağı bir yukarı kalkarak sesleri teraziliyor. Kemanların, en inceden alıp kalın seslere dek sertleşerek sıralanması oldukça ilginç. Bu tür tekrarlar giderek yavaşladıktan sonra senfoni bitiverdi. Adına karşın ben hiç kederlenmedim.

Salonun boşalması için bir süre beklememiz söylenmişti, kuralı bozmayarak bir süre oturduk.

Akıllı (!) arkadaşlarımız hemen ilginç fikirler öne sürdü; “Hava soğuk, şimdi iki saat ne yapacağız, burası sıcak, öğrenci de yok, odalara dağılıp çalışalım!” Orhan Doğan bir “Çüş!” çekti. Arkasından da:

-Ulan oğlum sizin saksılarınız (kafalarınız anlamında) hiç mi çalışmıyor? Konservatuvar odalarına dağılıp keman ya da piyano çalacaksın (!) Sen kendi salonunda arkadaşlarının kemanlarına dokunabiliyor musun? Orhan Doğan'a, şaka söyledik falan diyen oldu ama bu kez şakanın da namusu olduğu, onu da yerinde yaparsan şaka olacağı, yerinde yapılmazsa “KAKA!” olacağı söylendi. Kapılar boşalınca birer ikişer Anafartalar yönüne yöneldik. Rüzgar arkamızdan geldiği için fazla üşümedik. Topluca Kızılırmak Kıraathanesine girdik. Kıraathane neredeyse boştu. Biz bize oturup konseri konuştuk. Cebeci'den Ulusa gelene dek piyanistin adını unutanlar olmuş. Bir süre buna güldük. Bu arada unutmayı yararlı bulanlar çıktı. “Piyanist bayan, Roji Sabo” dendi. Ben “Ferhunde Erkin” deyince güvensiz bakanlar oldu, ya da ben öyle algıladım. Hüseyin Çakar beni doğrulayınca herkes sustu. Ben cebimden çıkardığım konser programını gösterince birileri güldüler. Şevki Aydın:

-Biz konsere değil Ankara'ya havalanmaya geliyoruz, İbrahim'se konser dinlemeye, dahası konserde olup bitenlerin tümünü öğrenmeye geliyor!

Dikkat ettim, konuşmalar ya da sorular arasında, bir saat süren konçertonun notasız çalındığına kimse değinmedi. Hüseyin Çakar'a bunu fısıldayınca güldü:

-Piyanistin adı ilk söylendiğinden beri bunu bekliyorum, insaf, gerçekten insaf, arkadaşlar çalışmanın uzağında. İşte bu nedenle önlerine bir parça alıp çalamıyorlar. Bir iki yay çekmeyi de çalışma sayıyorlar.

Hüseyin Çakar'la hem güldük hem de kederlendik. “Josef Haydn'ın bugün çalınan senfonisi bizim içinmiş!” diyerek yemek masasına oturduk.

Yemekten sonra büyük salona gittim. Yapı Kolu yatakhane binasının alt katını kendilerine göre düzenlemişler, odaların sadece ikisi Öğrenci Başkanlığına ayrılmış, Hüseyin Atmaca ile yakın arkadaşları orada. Yapıcıların da bir odaları var. Salonda da büyük bir soba yanıyor. Sıcak ama gene de ben kitaplığa geçtim. Bundan böyle de kitaplıkta oturmaya karar verdim. Necmettin Halil Onan'ın Divan Edebiyatı tarihi var, Türk Edebiyatı dersimi ondan yararlanarak hazırlayacağım, Zaten kendi kitaplarım da var, İsmail Habib Sevüg'ün Edebi Yeniliğimiz'le Agah Sırrı Levend'in Edebiyat Tarihi çok işime yarıyor.

Büyük salondan çıkanlar kitaplık önünden geçtiler. Kadir Pekgöz gelip beni kaldırdı; “Abi sen hiç dinlenmeyecek misin?”

Yatınca, kendi kendime, Kadir'in sorusunu yanıtladım:

-İşlerimi yoluna koyduğum zaman dinleneceğim! İçimi sıkan bir görev yarım dururken dinlenmem olası değil! Benim dinlenmelerimin ardından ne pişmanlık ne de utanç gelmeli. Ben yaptığımın doğruluğuna inanıyorum, bu ilkemi sürdüreceğim!

Oldukça yüksek sesle konuşanlar var, gene de kendimi dinleyebiliyorum; Fuzuli'yi anımsadım Türkçe Divanı'nda 300 gazel var. Onun daha iki (Arapça, Farsça) Divanı varmış. Bir o kadar da onlarda varsa 900 gazel eder. Ayrıca Kasideleri de 100'ü aşmaktadır. Her kaside yuvarlak olarak 90 beyit sayılsa bir kaside 9 gazel karşılığı olur. O zaman 900 gazel de kasideler oluyor. Böylece, Fuzuli'nin Türkçe divanı 1800 gazel demektir. Musammat, Müseddes, Muhammes, Tahmis, Murabba Mukatta'at, Rubaiyyat'la öteki şiirleri de katarsak gazel ölçeğinde (10-12 beyit) şiir sayısı 2000'i geçer. Üç divanı olduğuna göre salt divanlarındaki şiir sayısı 6000 olur. Oysa Fuzuli'nin daha başka şiirleri varmış, Leyla ile Mecnun için koca bir kitap deniyor. 60 yıl yaşamış, doğruysa 21600 gün eder. Çocukluğuna 10 ayırsak 50 yıl kalır. Bu da 18000 gün eder. Demek oluyor ki, öteki yazıları dışında Fuzuli 3 günde bir gazel yazmış. Öteki yazıları da, örneğin Leyla ile Mecnun, Hadikat -üs Suada, Şikayetname, Beng ü Bade, Sakiname, Enis ül Kalb, Sıhhat ül Maraz da eklenince Fuzuli tüm yaşamını elinde kalem şiir yazarak geçirmiş oluyor. Olabilir mi? Soruma yanıtını gene ben verdim:

-Eğer bir Fuzuli yaşamış, adını taşıyan yazıları o yazmışsa olabilir! deyip sağ yanıma dönerek uyudum.

 

5 Aralık 1943 Pazar

 

Yeni bir söylem başladı. “Nereye gidiyorsun?” karşılığı “Salona!” Arkasından dilekler:

-Şu yatakhane bir bitse de, üşümeden hemen salona insek! Arkasından kıkırdamalar, kahkahalar:

-O da yetmez, kahvaltılarımız da gelmeli! Bu kez de “Oha, çüş, o zaman kenef işi ne olacak?” Arkasından da suskunluk getiren bir ses:

-Ağzın var ya! Bir kaç yanıt birden:

-Senin ki değil mi?

-Seninki, seninki!. . . . .

Yusuf Asıl anımsattı, “Hasanoğlan'a gelişimizi okuyacaktın, bugünden daha uygun gün bulamayız, herkes salona doluşacak, biz kitaplıkta rahat kalırız!” Yusuf'a baktım, ciddi ciddi istiyor. “Öteki arkadaşlar?” diyecek oldum; Yusuf:

-Öteki arkadaşlar dediğin kim? ben duyuracağım, gelen gelir! Yusuf, parmaklarıyla saymaya başladı:

-Sami zaten kitaplıkta olacak. Orhan, Hüsnü, Halil, Hasan, Harun, Salih bekliyorlar; o günleri hep birlikte anmak istiyoruz.

Öğleden sonra olmak koşuluyla Yusuf'la anlaştık. Pazar günü özellikle sabahları arkadaşlar salonda çalışıyorlar. Sobanın yanması zorunlu. Sobadan doğrudan doğruya sorumlu değilim ama Öztekin Öğretmen gelirse orasını sahipsiz bulmasın istiyorum.

Kahvaltıda Mehmet Yelaldı (sevdiğimi bildiği için) Toselli Serenadı çalışacağını söyledi, dinleyeceğime söz verdim. Serenad sözünün anlamını açıkladılar. Bir tür gece müziğiymiş. Sevgilisi olan delikanlılar, sevgilisinin penceresi altına gidip o müzikleri çalarmış. Önce anlamadım, daha doğrusu anlamsız buldum:

-Nasıl olur da, elinde kemanla ya da her hangi bir çalgıyla elin evine gidip çalgı çalınır? Masadakiler hep güldü. Abdullah Ön ise:

-Gardaş, sen piyanoyla gidemeyeceğin için öyle düşünüyorsun! deyince hep güldüler. Hüseyin Çakar:

-Piyanoya gerek yok, arkadaş akordiyon çalıyor! deyince bu kez de akordiyon taşıma öne sürüldü. Keman, ceket eteği ile kapatılırmış, yay sorun değilmiş! Daha bir sürü olasılık ya da yakıştırmalardan sonra bunun, bizim sandığımız gibi değil başka türlü bir yolu olabileceği üstünde anlaşıldı.

Hüseyin Çakar'ın akordiyon demesi, benim için bir uyarı oldu, akordiyonu iyice bırakmış gibiyim, oysa yakında oyunlar başlayınca o bana gerekecek. Akordiyonu nerede çalışacağım? Hüseyin Çakar onu da söyledi; eliyle işaret ederek; “Alt katta!” Orası, kemancılar için odalara bölünmüş ama henüz kapatılmamış, kendisi bir süre çalışmış, kimseyi rahatsız etmemiş. “Duymadılar bile!” diye güldü.

Küçük salonda piyano saatim var, inince baktım, buz gibi ama, “Her zaman öyle olacak değil ya!” deyip sevindim. Oda oldukça soğuk, sobayı yakmadım, bir saat çalışmam var, “Gelenler yaksın!” deyip piyanonun başına oturdum. Çalıştıkça ellerim ısındı.

Salon çıkınca akşam çalınacak plakları hazırladım. Faik Canselen Öğretmen gelirse kesinlikle plak çalınacaktır. Yaptığımız çizelgeye göre:

 

1. Rimsky Korsakof, Şehrazat, 5 plak

2. Wolfgang Amadeus Mozart, Klarnet Konçertosu, 4 plak

3 . Carl Maria von Weber, Freischütz Üvertürü, 1 plak

olmak üzere üç besteciden üç eser çalınacak. Mozart dışındaki iki besteciyi yeni tanıyacağız. Weber'in Avcılar Şarkısını Asım Öğretmenden öğrenmiştik ama bestecisi Carl Maria von Weber'i tanımıyoruz. Şehrazat adını Binbir gece Masallarından anımsıyorum, müzikle ilgisini yeni öğreneceğim. Nota kitaplarını karıştırırken Viyana Valsleri diye bir kitap buldum; üstünde dans eden güzel bayanlar var. Kitabın içinde Johann Strauss'tan Seçmeler yazılı. Mavi Tuna, Asım Öğretmenin sık sık çaldığı vals. Meğer ne uzunmuş. Viyana Ormanları, İmparator Valsi, İlkbahar... Vals deyince Tuna Dalgalarıyla, Dalgalar Üzerinde bir de Karmen Silva'yı biliyordum. Kitapları karıştırırken öğleyi ettim.

Yemekte Yusuf gene geldi. Bu kez de Abdullah Erçetin'i yanına almış. Yusuf gülerek:

-Yakanı bırakmayacağım, bakalım bizim o küllükteki oyunlarımızı nasıl anlatıyorsun, benim anımsamadığım birşeyler var mı?

Yatakhaneden çıkarken defterimi almıştım, üçümüz konuşarak kitaplığa gittik. Az sonra Sami Akıncı geldi. Sami'nin ilgilenmesine şaştım. Yoksa o da mı Yusuf gibi, kendisi için yazdıklarımı mı merak ediyor? Birden anımsadım, Sami'nin gerçekten merak edecek bir yanı var. Mandolin çalışmasını bahane ederek N ile sık sık bir araya geliyordu. Bakalım onlara ne diyecek?

Çok az arkadaşla okumaya başladık. Olayları daha iyi anımsamak için ilk göç haberlerinin yayılmasıyla konuya girmiştim.

 

 6 Nisan 1941 Pazar

Zilden önce uyandım. Orhan daha önce kalkmış. Orhan bugün için babasını bekliyordu. Okulumuzun bir daha göç edeceğini tüm Trakya duymuş. Çocuk babaları hep gelip bilgi alıyor. Dün bayrak töreninde Hidayet öğretmen, Müdür Bey sizinle konuşacak dedi. Az beklememizi istedi. Zaten bekliyoruz. Göç haberlerinin kaynağını öğrendik, 1. 2. sınıflardaki öğretmen çocukları bu haberleri babalarından alıyormuş. Bunlardan biri “Ankara’ya gideceksiniz!” demiş. Bu haberi öğrenciler Fikret Madaralı Öğretmene söylemişler. Fikret Madaralı Öğretmense “Olabilir ama Ankara içine kesinlikle olmaz. Çünkü bizim okulumuzun bir kuruluş amacı var. Bu, göz ardı edilemez. Eğer haber doğru çıkarsa Ankara dolaylarında bir yere olabilir!” demişmiş. Bunları ben bugün öğrendim. Okul Müdürümüz bize pazartesi günü açıklama yapacaktır, iki gün daha sabredelim! Zaten sabrediyoruz. Hava güzel, bugün Kamber Amcama gideceğim. O bu haberi çoktan aldı ama olsun, yengeme teşekkür edeceğim. Kahvaltıda baktım herkes gitmekten bir bakıma mutluluk duyuyor. Birileri konuşuyor. Anneleri babaları onları görmeye gelince Ankara’yı da görecekmiş. İçimden küfretmek geçti. “Deli mi bunlar? Anne babaları buraya bile gelip onları göremiyordu. Ankara’ya gidince bu olanak iyice ortadan kalkacak. Bizim gidişimiz, olası bir savaş yüzünden. Oysa evlerimiz savaş alanlarında kalıyor, Bunlar, anne-babalarını nasıl bir ortamda bıraktıklarını unutuyorlar mı? Sanırım Ankara’ya gidince hepsi ağlaşmaya başlayacaktır!” Ben, bunları düşünüyorum. Ayrıca akordiyonu götürüp götürmemekte de kararsızım; taşımak zorlaşacak. Bir süre bunları düşündüm. Tuttuğum notlarımı götürmeyeceğim. On defter olmuş, onları taşıyamam. Evdekiler de göç ederse kalırlar. Evler, mal mülk kalıyor, benim ruzname kalırsa ne olacak yani! Daha doğrusu bunu bana İsmet söyletti. Ta başlangıçta yazarken sorup duruyordu, “Ne bunlar dayı?” Ömer Seyfettin’den öğrendiğimi İsmet’e söyledim: Bunlar ruzname. Ruz: Gün, name: Yazı, mektup. Bana göre her günün yazısı ya da günü yazısı, günün notu, notları... Fikret Madaralı Öğretmen gençliğinde benzer notları tuttuğu söylemişti. Ayrıca Vahit Dede, daha Edirne-Karaağaç’ta,  “Her gününü not et, alıp okuyacağım!” demişti. Bugüne dek istemedi ama ben alıştım. Yazmazsam rahatsız oluyorum. Ömer Seyfettin Savaş tutuklusu olarak Yunanistan’da kaldığı sürece böyle not tutmuş. Sonra da bu notlara Ruzname demiş. İsmet bana hak veriyor ama “Ben tutamam, sıkılırım!” deyip başını sallıyor. Oysa İsmet, istediği zaman güzel konuşan biri. Üstelik bana göre çok da zeki. Hele ezberlemek onun için oyuncak. Yazıyı da çabuk yazıyor. Gerçi yazısı, sınıfımızda, Harun Özçelik, Abdullah Erçetin, Recep Kocaman, Salih Baydemir ölçüsünde değil ama bir derecelendirme yapılsa okunaklılık bakımından gene de onların hemen arkasından sıraya girebilir. İsmet’le kararlaştırdık; yemekten sonra yola çıkacağız. Bizim konuşmamızı duyan arkadaşlardan bir grup, “Biz de geliyoruz ama biz sizinle eve girmeyiz. Biz yürür gideriz, siz kalırsınız. Biz köyden sonraki dereye dek yürüyeceğiz!” dediler. Anlaştık. Arif Kalkan, Yakup Tanrıkulu, İbrahim Ertur, Hüseyin Serin, Sefer Tunca, Mehmet Aygün, bir grup oluşturdular. Bir yandan da Okul Müdürümüz yarın neler söyleyecek? Durup durup varsayımlar üretiliyor. Bir haftadır radyo haberlerini düzenli dinliyoruz. Bulgaristan’ın Yunanistan’a saldırısı beklenirken bu kez Bulgaristan’ın Almanya ile birleştiğini duyurmasıyla, Selahattin Üsteğmenin deyimiyle Bulgaristan’ın Almanya içinde kayboldu. İş burada da bitmemiş olacak, Almanya Yugoslavya’yı iç ettikten sonra, Yunanistan’ı tümüyle kuşattı. Hatta Girit üzerinden Mısır’a atlamak üzere olduğu söylentileri çıkarıldı. Özellikle Yugoslavya’nın Almanya’nın yanında yer alması, ardından da kayıtsız koşulsuz teslim olması, Trakya halkı üzerinde çok olumsuz bir hava yarattı. Gücü yetenlerin, birer ikişer Anadolu yakasına geçtiği söylentileri yayılmaya başlandı. Lüleburgaz’a gittiğimizde fotoğrafçı Gültekin Ağabey bile kara kara düşünmeye başladığını söylemişti. Kimilerinin dediğine göre, devlet kademelerindeki görevliler bile ağız ucuyla da olsa Anadolu yakasına göçü öneriyorlarmış. Gerekçe, Almanya Yugoslavya’dan sonra Yunanistan üzerinden kesin kes Mısır’a atlamak isteyecek. İngiltere ne bahasına olursa olsun Mısır’ı bırakmayacak. Bunu önlemek için de Alman güçlerinin arkalarını bombalamaya başlayacak. Örneğin Bulgaristan’daki, Yugoslavya’daki Alman yedek depolarını bombalayacak. Buna karşı Almanlar da boş duracak değil onlar da karşılık verecekler. Bu uçak gel-gitleri Trakya havalarını kullanarak yapılacak. Yurdumuz savaşa girmese bile bu hava çatışmalarını önleyemeyecek. Bu durumda Trakya’da oturmak ölümle burun buruna yaşamak anlamına gelecek. Belki düşecek uçaklardan, kaçan yabancı askerlerden halk büyük zararlar görecek. Bunlar hesaba katılarak, dostlar dostlarına hiç değilse bir süre uzaklaşmalarını salık veriyormuş. Dağlı Hasan Amcaların mağazasına gittiğimde bunlar konuşuluyordu. Bana da benzer sözleri tekrarladılar. Bizim okulun göçünü duyunca sevindiklerini söylediler. Hatta mağaza sahiplerinden büyüğü olan Hasan Amca babama:

-“Oğlu için sakın üzülmesin o, devletin güveni altında!” diye haber göndermiş, “Lüleburgaz’da kalmaları, akıl işi değil, sağlıcakla gitsinler, biz kalırsak, onlar güle oynaya gelip bizi bulacaklardır, bundan kuşkun olmasın!” demiş. Bana da babam için, “O görmüş geçirmiş, bu tür sıkıntılara dayanıklı, senin gözün arkada kalmasın. Bizler hep birlikte bir birimizi teselli ederek, başımıza geleceklere göğüs germeye çalışacağız. İçin rahat olarak git, öğrenimini sürdür. Başın sıkışırsa yaz, sorunlarını çözmeye el birliğiyle çalışacağız!” dedi. Tatlı dilli Hasan Amca bana çok büyük güven verdi. Gittiğim yerden ona özellikle mektup yazıp teşekkür edeceğim üstüne kendi kendime söz verdim. Bunları dinledikten sonra, babamın Balkan Savaşı öncesi için anlattıklarına benzer bir durum doğduğunu, insanların ailece toparlanıp karşıya göçmeye kalkıştığını, ancak Balkan savaşında son günlerde yola çıkanların büyük zararlar gördüğünü, benzer duruma düşmemek için de kuşkulu bir durum yaratıldığını öğrenmiş olduk. Kırklareli-Yeşil Yurt gazetesi “Trakya bir daha boşalıyor, bu kaçıncı göç?” başlıklı yazı yazdı. Yeşil Yurt gazetesini tahtaya astım. Arkadaşlar bakıyor. Herkes üzgün. Ancak ben, aylar önce benzer bir haber üzerine, “Kim uyduruyor bu yalanları!” diye ortalıkta haber sorgulayanları anımsayıp bir tür hesap sorma duygusuna kapıldım. Kimileri çok rahatmış, kendileri böyle diyorlar. Bunlar, bu tür haberleri duyarlarsa rahatsız oluyorlarmış. Oysa ben öğrenmek istiyorum, yapılan büyük savaş nasıl gelişiyor? Almanya canavar gibi, bir gecede iki devleti yok etti. Son aldığı Yugoslavya ile tam on iki devleti ortadan kaldırdı, topraklarını ülkesine kattı. Bunların dışında şimdi de Afrika kıtasına çıktı. Bunları nasıl duymazdan gelirim? Neyse bu kez benim gazeteye kimse takılmadı. Tek tek baktım, şimdi herkes benim gibi düşünüyor olmalı:

-Ne olacak bunun sonu? “Ha şunu bileydik! Başını biraz düşünseydik, sonunda bu denli şaşırmazdık!” Ben gene de kendimi oyalamaya çalışıyorum. Gittiğim yerlerde de yazmaya çalışacağım. Yazdıklarımı okudukça da seviniyorum. Hele unutulan kimi olayları oradan bakıp anımsayınca sevincim kat kat artıyor. Dün Ömer Uzgil Öğretmenin okulu söz konusu olmuş; Konya mı? Sivas mı? konuşanlar benden sordular: “Isparta-Gönen!” dedim. Fettah Biricik, “Bunu ben hiç duymadım!” dedi. Ben de, “Sen duymadın ama Ömer Uzgil Öğretmen orada iki yıldır müdürlük yapıyor. Üstelik sen bunu duydun; çünkü bu okula anlatan bir yazıyı derslikte okuduk, sen de dinlemiştin. Bir köyde kurulmuş, kızlar köy evinde kalıyormuş, yakınından su geçiyormuş, sudan elektrik üretilmek üzereymiş, genç müdür çok çalışkanmış…” Arkadaş “Haa aa aa ha! Şimdi anımsadım!” dedi. İşte bu benim için çok sevindirici bir olay oldu. Notlarım olmasaydı, ya da not tutma, bilgi edinme tutkum olmasaydı bu yanıtı veremeyecektim. Belki ben de “Haa aaa aa ha!” diyenlerden biri olacaktım….

Banyo sıralarımızda değişiklik yaparak biz öne geçtik. Belki de son kez çamaşırlarımı yengeme götüreceğim. Öğle yemeğimiz neşeli geçti. Yemeklerin iyi olmasından değil söylentilerin etkisiyle fazla bir şeyler beklememeğe başladığımızdan olacak, yemeklerden yakınmalar azaldı. Arada mırıltı eden olursa yanıt hazır:

-Bunu bulduğuna şükret! Bu sözü bağıra çağıra Salih Zeki Büyükaksoy Öğretmen bizim derslikte okulun genel durumu üstüne konuşurken arkadaşlar yemeklerden sızlanmaya kalktıklarında söyledi. “Ağalar, siz memleketin hali ve ahvali konusunda gerçeklerden bihabersiniz galiba! İnsanlarımızın 20-40 yaş arası erkekleri silah altında. Aynı yaştaki kadınlarımız, evceğizlerini yalnız başlarına ayakta tutmaya çalışıyor. Tarım ürünlerinin satışı durdurulmuş. Satış yapamayan insanlar parasız kalmış. Parası olan da gönlünce alıp yeme olanağı bulamıyor. Bir milyon askerimiz, Trakya’nın en çetin kışlarından birini çadırda geçirdi. Bunları bilmez, duymazdan gelip daha fazlasını isteyenlere söylenecek söz budur: BUNU BULDUĞUNUZA ŞÜKREDİN!”

Yemekten bir süre sonra Yeni Bedir’e gitmek üzere yola çıktık. İlk dereye ininceye dek yavaş yavaş yürüdük. İki dere arasında zıtlaşmalar başladı. Koşmak isteyenler var. Hüseyin Serin iddialı, koşuda kendisine kimseyi denk görmüyor. Büyük söylemiyor ama Sefer Tunca, “Görüşürüz!” dedi. İbrahim Ertur, Mehmet Aygün, Arif Kalkan onları kızıştırmak için hazırlandılar. Derken İsmet daha büyük sözler söyleyerek ceketini bana verip diziye girdi. Yakup Tanrıkulu hakem oldu. Onları sıraladı, birden “Marş marş!” dedi. Sefer Tunca ile İsmet tam sırasında çıkış yapıp uzaklaştılar. Öbürleri geç davrandıkları için geri kaldılar. Ancak Hüseyin Serin bir süre sonra İsmet’lere yetişti. İsmet’le Sefer, yeteri kadar koştuklarını söyleyerek durdular. Böylece üç kişi birinci oldu. öteki üç kişi de ikinci sayıldı. Bizim duraksadığımız bir sırada karşıdan şarkılı bir grup çıktı. Küçük çocuklar şarkı söylüyorlar. Köy okulu çocukları kıra çıkmışlar. Az ileride bir kamyona doluşup bizim okula gittiler. Kepirtepe Köy Enstitüsünü tanıyacaklarmış. Öğretmenleri geçen yıl bizim okul inşaatında çalışan bir eğitmen ağabeyimiz. Biz onu tanıyamadık ama o bizi, özellikle, beni, Sefer’i, Hüseyin’i tanıdı, adımızı söyledi. Yeni Bedir’e varınca Kamber Amcamın evi önünden geçmek zorundayız. Görünce çağıracak arkadaşların bazıları bunu biliyor. Bu nedenle biz de gruptan ayrılmadan köyü geçip yokuş aşağı bir süre yürüdükten sonra onlardan ayrılarak geri dönüp eve girdik. Kamber Amcam az önce Çorlu’dan gelmişmiş. Elini yüzünü yıkamış, yemeğe oturuyormuş. “Kısmetiniz varmış!” diyerek bizi de çağırdı. Binbir nazdan sonra biz de oturup hem konuştuk hem de yağda yumurta, pazlama, erik hoşafı yedik.

Kamber Amca bize sormadan bildiği kadarıyla okulun (öğrenciler açısından) boşalacağını, ancak eşyaların aynen kalacağını, böylece okulun buradan kalkmamış sayılacağını, durum düzelince gene gelineceğini anlattı. Buna karşın geriye dönüşün kısa bir zamanda olabileceği gibi bizim oralardayken okulu bitirmiş olabileceğimizi de sözlerine ekledi. Trakya halkının göç etmeyeceğini, daha doğrusu göç edemeyeceğini, son savaşın motorlu araç savaşı olduğunu, halk öküz arabasıyla bir yerden bir yere gidene dek askerin çoktan gelmiş olacağını, üstelik, eğer Almanya ile savaşacaksak, onların bizim halkımıza hiç değilse bir süre zarar vermeyeceklerini sandığını söyledi. Kamber Amcama göre, Almanlar gaddardır ama aptal değildir, halkı yerinden edip fakirleştirmeyi düşünmez. Bundan o kendisi zarar görür. Bunu yerine halkı işinde bırakıp üretimin artmasına önayak olur. Amcama göre Almanya, aldığı ülkelerde böyle yapmış. Almanya, İngiltere’yi yalnız bırakmak için öteki devletleri kendi yönetimi altına alıyormuş. Onun amacı İngiltere’nin gücünü kırmak, onun elindeki sömürgeleri ayaklandırmakmış. İsmet te benim gibi hiç soru sormadı, salt amcamın anlattıklarını dinledik. Buna benzer sözleri bizim elektrikçi öğretmenimiz, aynı zamanda Alman Ahmet ağabeyimiz de zaman zaman böyle anlatırdı ama biz onu Almanya taraftarı olduğu için öyle söylüyor, deyip sözlerini pek umursamazdık. Şimdi Kamber Amca da benzer sözleri söyleyince inanılır bir taraf bulmaya başladık. Kamber Amca bir başka haber verdi. Yola çıkmadan önce bizlere izin verilecekmiş. “Bunu müdürünüz söyledi!” dedi. Buna ayrıca sevindik. İzin alıp ayrıldık. Biz geç kalmışız. Arkadaşların neredeyse okula vardıklarını gördük. Okula girerken konuk çocuklar çıkıyordu, onlara baktık. İsmet gülerek, “Eyvah dayı biz de böyle küçüklerle mi uğraşacağız? Bunca çocuğa laf anlatılır mı? Ben bunları dövmeden duramam!” dedi. Daha dikkatle baktık. Bu kez ben, ”İnsan bunlara el kaldıramaz, o zaman düşüncelerin değişecektir. Zaten bunlar dövülecek ölçüde suç işlemezler, işleyemezler. Ayrıca bunlar daha birinci sınıf; geçen seneki eğitmen. Bizim çalışacağımız okullarda 1, 2, 3, 4, 5. sınıflar olacak.”

Çocukların kamyonu geldi, cıvıl cıvıl binip “Menekşe Buldum Derede” şarkısını söyleye söyleye gittiler. Okulun neredeyse tüm öğrencileri okul önünde. Çocuklar herkesin ilgisini çekmiş. Saat 17-15 haberleri başladı. Almanya’nın Türkçe haberlerinde Yugoslavya halkının kardeş Alman askerlerine çiçek attığından söz etti. Arkasından bizim haberlerde, “Yugoslavya’da yer yer Alman ordusuna direnişler başladı!” denmesi ilgimi çekti. Alman haberleri Türk Marşı ile başlayıp onunla bitiyor. Beni haberlerden çok bu marş ilgilendiriyor. Çok hızlı çalınıyor. Ayrıca bir çalgıyla değil çok çalgıyla çalınıyor. Akordiyonu alıp geldim. Hidayet Öğretmen gülümseyerek düdüğünü çıkardı, bizim sınıf sıralarına dikkatle baktı. “Bir arkadaş eksik!” dedi. Hüseyin Serin’in olmadığı saptandı. Hidayet Öğretmen bana sordu, “Hasta falan mı?” Az önce birlikte olduğumuzu söyledim. Hidayet Öğretmen Hasan Gülümser’e işaret etti. Hasan her zamanki gibi hazır, koştu, ipi çözdü. Törenden sonra Hüseyin Serin gitti Hidayet Öğretmenden özür diledi, birden rahatsızlanmış.

Yemekte yeni yeni haberler, Ankara ilçeleri sıralanıp sayılıyor. Kimileri, “En iyisi Polatlı olmalı! Polatlı’ya gitmek kolay, tren var!” Kimi arkadaşlarsa salt sinir yapmak için Haymana, Beypazarı ilçelerini gösteriyor. Koçhisar göl kenarı, balık tutmak isteyenler kesinlikle oraya gitmek istiyor. Yer seçimi sorun oldu, nerdeyse kavga olacaktı. Sonunda yeni bir karar alındı:

-Bu tür oyunlar çoğumuzun canını sıkıyor! denildi. “Neresi olursa olsun! Gidilecek yerin doğrusunu öğrenene dek bundan böyle yer konuşmayacağız.” Halil yavaşça kulağıma “Bu karara kaç gün demeyeceğim, kaç saat uyulacak acaba?” Kaç saat olursa olsun, gene de bizim kazancımız olacak, kafalarımız dinlenecek! İtişip kakışmaktan kısa da olsa kurtulmuş olacağız. Sürekli atışanlar bir süre sustu. Sessizlikten yararlanan Ali Güleren önümüzdeki sırada oturan Hüsnü Yalçın’la Emrullah Öztürk’ü göstererek, “Bu zavallıların hiç sesi çıkmıyor, bari onlar da bir yer seçsinler!” dedi. Bu söz birden havayı gene bozdu. Önce Hüsnü Yalçın hemen arkasından Emrullah Öztürk, el kol hareketleri yaparak Ali Güleren’e çıkıştılar. İkisi birden konuştuğu için ne dediklerini tam anlayamadım. “Neden zavallıymışız?” diye sorunca durum aydınlandı. Onları öteki arkadaşların konuşmaları izledi. Halil Basutçu “Ali Aga, sen böyle konuşmazdın, bugün neden böyle yaptın?” diye sordu. Ali Güleren Halil’e, “Halil Aga sen de böyle konuşmazdın, bugün neden böyle konuştun? ” diye sorunca Halil Basutçu başta olmak üzere herkes güldü. Hüsnü Yalçın’la Emrullah da gülünce durum sakinleşir gibi oldu. Ancak Mehmet Yücel gülerken “Ali Aga’dan ne beklenir?” dedi Bunun üzerine Ali Güleren yüksek sesle “Asıl senden be-o-ke beklenir, be-o-ke” dedi. Herkes şaştı. Deminki, ya da her gün söylenenlere göre Mehmet Yücel’in söylediği fazla önemsenecek bir şey değildi. Böyleyken Ali Aga şimdiye dek dersliğimizde söylenmemiş bir söz söylemiş oldu. Mustafa Saatçı, Mehmet Yücel’i uyardı, “Dikkat et iskelet, Kaz Ali sana fena takılmış, hem de seni gözüne kestirmiş, ayağını denk al!” dedi. Mehmet Yücel’in şakacı grubu takımında İsmet Yanar’la Mustafa Saatçı başta gelirler. Bu nedenle bu üçlü söz yarışmalarında birbirlerini korurlar. Mustafa’dan sonra İsmet, Mehmet Yücel’e “Unutma ki kazlar insanları ısırırlar. Hem de öyle köpekler gibi bağıra çağıra gelmezler. Aptal aptal insanların çevresinde dolaşırken “Gag!” deyip bacağına bir çizik atarlar.” İsmet’in benzetmesine de hep birlikte güldük. İsmet bu kez olayı ileriye götürmeye kalkıştı, Ali Güleren’e “Öyle mi?” diye sordu. Ali Güleren gülerek, “Sen öyle diyorsan öyledir!” deyip sustu. Anlaşıldı ki, Mustafa Saatçı’nın dediği gibi Ali Aga Mehmet Yücel’e takmış, o sataşırsa tepki gösteriyor. Oysa Mustafa Saatçı’nın ya da İsmet Yanar’ın apaçık sataşmalarını gülücükle karşıladı. Akşam yemeğinde, Ankara’da bol olan hangi yiyecekler vardır? sorusu ortaya atıldı. Hilmi Altınsoy, Çıkrıklar Durunca kitabından anımsadığı öne sürerek “Tiftik Keçisi!” dedi. Bu arada kedi, bal diyenler oldu. Arka masadan bizi iyi dinlemeyen biri, “Ankara Kalesi!” deyince, yeni bir eğlence başladı: Ankara’nın en ünlü yiyeceği Ankara Kalesi! Sami Akıncı dışında kimse ders çalışmıyor. Ahmet Gürsel Öğretmenin gözünden düşmemek için ben de yalnız matematik çalışıyorum. Ancak bundan sonra onu da tavsatacağım galiba. Gittiğim yerden göndereceğim mektuplar kaç günde gidip gelecek acaba?

Kitap okuyan arkadaşlara bakıyorum, herkesin severek okuduğunu söylediği kitaplar: Esat Mahmut Karakurt’tan Allahaısmarladık, Dağları Bekleyen Kız, Burhan Cahit Morkaya’dan Gazi’nin Dört Suvarisi.. Hasan, Çölde Bir İstanbul Kızı ile Vahşi Bir Kız Sevdim’i önerdi. Birer günde okunacak kitaplar. Gazi’nin Dört Süvarisi’ni okudum. Orada adı geçen kişiler gerçek kişilermiş; onları daha yakından tanımak istiyorum. Yaşıyorlarsa şimdi neredeler? Halil dürterek sordu, “Sence Müdür Bey yarın bize ne söyleyecek?” Ne söyleyeceğini ben bilir gibiyim, “Çocuklar bildiğiniz gibi çoktandır söyleniyor, ay sonunda söylenen yere hep birlikte gideceğiz. Tıpkı, Edirne’den Alpullu’ya, Alpullu’dan Lüleleburgaz’a, Lüleburgaz’dan Kepirtepe’ye olduğu gibi oraya da yerleşeceğiz!” diyecek. Halil gülerek “Orası dediğin yer neresi olacak?” Gülerek yanıtladım, “Ben bildiklerimi söyledim, oracığını da sen söyleyiver!”

Biz konuşurken, genellikle Hüsnü Yalçın döner, söze karışır. Gene öyle oldu. Hüsnü Yalçın için neresi olursa olsun, fark etmez sanıyordum. Yanılmışım, Hüsnü benden daha kaygılı. “Burada da kimsemiz yok ama, gene de memleket havasına yakın bir çevre içinde bulunuyorduk. Çok insan bizi rahat anlıyordu. Gideceğimiz yerlerde bu ortamı bulamayacağız.” Teselli için “orada da benzer ortamı bulacaksın!” demeye kalkışınca Hüsnü bir örnek verdi. Sivas’ta bir arkadaşı varmış, çevresinden yakınıyormuş, “İnsanların içinde yapayalnızım!” diye mektup yazıyormuş. Bir şey diyemedim, sustum. “Umarım bizim gideceğimiz yer daha farklı olur!”

Bu konuşma bir bakıma şanssızlık oldu; yatınca da uzun süre bunu düşündüm. “İnsanlar içinde yalnız kalmak!” Ben galiba şimdi de böyle bir durumdayım. Çalışma konusunda olduğu gibi yeme-içme konusunda bile arkadaşların çoğu ile uyumlu değilim. Benim çok önem verdiği değerlere onlar sırt çeviriyorlar. Onların önemsedikleri ise benim için değersiz. Okuduğumuz kitaplar da öyle. Örneğin Dağları Bekleyen Kız…Nesi güzel bunu anlayamıyorum? Savaş kahramanlığı anlatılmak isteniyorsa Kurtuluş Savaşı’na katılmış Halide Edip Adıvar gibi, çocukluğumda bize konuk olarak gelip bir hafta kadar kalan madalyalı Kara Fatma gibi gerçek kahramanlar var. Dağ başında eline tüfek aldığı söylenen bir kişi için niçin kitap yazılıyor? Bunu ben soruyorum ama arkadaşlar böyle düşünmeyip, kızın kahramanlığını tartışmasız benimsiyorlar. Aylardır, kış yaz atölyeye çekilip akordiyon çalışıyorum. Akordiyonu alıp İstiklal Marşı’nı söyletiyorum. Ben bunu zevkle yapıyorum, bunu büyük bir başarı sayıyorum. Arkadaşların çoğu aralarında konuşurken, “Eee, ne var bunda?” diyebiliyor. Derken Müdür Bey’in dersliğe girişini düşledim. Kesinlikle bir eli cebinde olacaktır. Belki de bir elini cebinden çıkarırken öteki elini sokacaktır. Müdür Bey’in bu görünüşünü arkadaşımız İdris Destan çok güzel anlatır. İdris’e göre Müdür Bey’in cebi para doluymuş. Sık sık bu paraları yoklarmış, arada da paraları sayarmış. Bu numarayı sık sık kalkıp öğretmen masasının önünde tekrarlar. İdris anlatınca bu kez Mehmet Aygün kalkar İdris’in dediklerini yaparak hepimizi güldürürler. Müdür Bey’i gözümün önün getirmeye çalışırken nedense hep geldi geldi İdris Destan’la Mehmet Aygün ikilisi dikildi. Ne rastlantı, bu iki arkadaşımız, bizim okulun Koçhisar’a gitmesini isteyenlerden. Koçhisar gölünde balık tutacaklarmış. Belki de onların dediği olacaktır. Koçhisar gölü, büyük bir göl. İstanbul’a giderken denizi gördüm. Ayrıca İstanbul içinde köprü üstüne çıkarak denize baktım. Büyük göllerin de böyle bir şey olabileceğini düşündüm. Belki de göl suları, Edirne’de Meriç ya da Tunca suları gibi bulanıktır. Bulanık sularda balık olur mu? Balık deyince, geçmişteki bir günü yaşar gibi anımsadım:

Eylül ayı içindeydi. Ben büyük bağı bekliyordum. Sıcak bir gündü. Halam oğlu Hilmi ile babam geldiler. Ellerinde babamın döner saplı su kabı ile bir büyük süzgeç vardı. En az iki saatlik ötedeki Lefeci köyü deresine balık tutmaya gidecekmişiz. Orası büyük bir dere. Belki dere olarak Trakya’nın Meriç, Tunca, Arda, Ergene nehirlerinden sonra en büyük akar suyu. Büyük büyük birikintili yerleri var (göller). Babam bu yerleri çok iyi biliyor. Gittik. Hava sıcak ama su, dere kenarları çok serin. Selvileşmiş söğüt ağaçları güneşi kapatıyor. Saatlerce uğraşıp götürdüğümüz kabı dolduracak kadar balık tutmuştuk. O günkü sevincimizi düşlerken uyumuşum.

 

7 Nisan 1941 Pazartesi

 

Geçmişte kalan bir olayı bir daha yaşayarak uyumuşum. Uykudan önce düşünülenler de rüyalara giriyor sanıyorum. Gördüğüm rüya neredeyse yaşadığım gerçeğin tekrarı gibi. Ancak sonuçlar başka başka. Örneğin gittiğimiz yer, Lefeci deresi değil bilinmedik bir su; göl mü, dere mi o da belli değil. Gerçekteki çok balık yerine bu kez balık hiç tutulamadı. Üzüntüm de balık tutamamak değil, babamın dediğinin çıkmaması. Sözde gene babam bizi götürmüş. Babamın yüzüne bakamıyorum, teselli etmek istiyorum ama, ağzımdan bir söz çıkaramıyorum. Halam oğlu Hilmi ise olaya gülüyor. Hilmi’ye vurmak istiyorum, vuramıyorum. Bu kez küsüp arkamı dönüyorum. Az sonra bakıyorum, babamla Hilmi gitmişler. Bu kez arkalarından bağırmaya çalışıyorum. Galiba buna çırpınırken uyandım. Orhan yeni uyanmış. İlk sözü, “Bakalım ne müjde alacağız?” demek oldu. Buna müjde denir mi denmez mi? Kendi arkadaşlarımıza soruyoruz, Müdür Bey’in söyleyecekleri bizim için müjde sayılabilir mi? Yanıt olarak derli toplu bir ortak söz çıkmadı. Tek doğru sözü Sami Akıncı söyledi:

-Müdür Bey, gideceğimiz yeri söylemeden bir değerlendirme yapamayız. Söyleyeceği yer çoğunlukla hoşumuza gider ya da çıkarımıza olursa o zaman bu haberi müjde olarak sayabiliriz. Birbirimize baktık. Halil Basutçu açık açık hepimize çıkıştı:

-Siz yaygara yaparken Sami Akıncı matematik problemleri çözüyor. Şaşacak bir şey yok, sırası gelince de matematik problemleri yerine sorulan soruları doğru yanıtlıyor! dedi. İdris Destan yanıt verdi: “Hadi Sami matematik problemleri çözdüğü için doğru yanıt veriyor, sen x’ı görünce kaçacak delik arıyorsun, sen neyine güvenerek şimdi böyle konuşuyorsun?” Halil yanıt vermedi. Konu kapandı. Topluca kahvaltıya gidip döndük. Arkadaşlar beni uyardılar:  “Sınıf çavuşu, görevini yap!” Müdür Bey unutabilir! Güldüm:

-Konuşacağını söyleyen kendisi unutur mu? Gidip anımsatmak doğru olmaz, biraz da ayıp olur! Biz konuşurken Müdür Bey geldi. “Günaydın!” dedikten sonra gülerek:

-“Evet Karaoğlanlar!” (Bu sözü çok söyler, dikkat edin anlamında) diyerek söze başladı. “Sizinle böyle bir konuşma yapacağım aklımın kenarından bile geçmezdi. Bunu, okulu bitirdiğiniz gün size, Edirne-Karaağaç’ta başlayan öykümüzü anımsatıp, işte kurduğunuz evinizden uçuyorsunuz, güle güle gidiniz, başarılar, deyip keseceğimi düşlüyordum. Yanılmışım demiyorum, sanırım düşüncelerimde aceleci davranmışım. İşte beklenmedik bir olay daha. Belki bu bile sonuncu olmayacak. O nedenle kurgular üstüne konuşarak sözü uzatmayacağım. Okulumuzun savaş alanlarına yakınlığı nedeniyle daha korunaklı bir yere taşınması karar altına alınmıştır. Bu yer Ankara’dır. Ankara’nın içi değil ama hemen yakınında bir yerdir. Savaş belasını savuşturuncaya dek gidip orada kalacağız. Gene biz bize olacağız. Çalışacağız, kendi yağımızla kendimiz kavrulacağız. Devletimiz, sizin bakıp yetiştirilmenizi üstlenmiştir. Bundan hiç kuşkunuz olmasın. Bir hafta izinli sayılacaksınız. Evlerinize gidince bu sözlerimi anne-babanıza iyi anlatın; Devletimize güvensinler. Biraz daha uzak düşmekten öte hiçbir değişiklik olmayacaktır. İzin gününü tam saptamadık. Belki birkaç gün içinde belli bir tarih öğreneceksiniz. Uzağa arkadaşlara da iletebilirsiniz!” dedi. Bir süre sustu, bizim sıraya baktı. Bana bir şey söyleyeceğini anladım, hazırlandım. “66, bu senin için iyi olmadı, biliyorum ama ne yapalım kısmet!” dedikten sonra gülerek arkadaşlara döndü, “Arkadaşınız büyük bir çırpınışla bizi önce Alpullu’ya köyüne yakın bir yere sürükledi. Bunu beğenmedi, kendi ilçesine taşıdı. Bu da yetmedi, buraya Uzun Kamber ağanın çiftliğine kondurdu. Burada baba evinde gibi rahattı. Şimdi o da bizim gibi gurbete çıkacak. Bu nedenle onun hesabına üzülüyorum. Ama olsun, o da bizim gibi azıcık gurbet yaşasın!” Gene güldü. Bana, “Böyle değil mi?” diye sordu. Buruk bir yüzle “Öyle!” dedim. Gülmeye çalıştım ama gülemedim. Bu kez Halil Basutçu’yu göstererek, “Bak, onun için, hepiniz gibi bir yere gitmek çok önemli değil, öğrenciliği sürüyor, tatillerde gene hepiniz gibi evine gelip gidecek.” (Hepimize dönerek) “Kitaplarınızı beraberinizde götürmelisiniz. Gider gitmez yarım kalan derslerinize orada devam edeceksiniz. Öğretmenleriniz de sizinle birlikte gidecek. Bu konuyu çoktandır duyup kendinizi hazırladığınızı biliyorum. Gene de kafanıza takılan bir durum varsa şimdi olacağı gibi her gün her saat bana olabileceği gibi fark olmayacak!” dedi. Neşeli bir iki sözden sonra ayrıldı. Bir süre bakıştık. Ankara’ya gitmekten çok bir hafta izin bizi duraksattı. Hem sevindik hem de şaşırdık:

-Evlere gidip bir bakıma evdekileri yeni bir duruma biz alıştırmak zorunda kalıyoruz. Bir de hangi gün izinli çıkacağız? 3 ya da 5 gün burada böyle durmak oldukça sıkıcı olacak! Fikret Madaralı Öğretmenin dersi var. “O gelince de biraz bilgi alırız!” diye düşündük ama öğretmen gelmedi. 2. sınıflardan gelen oldu, Müdür Bey onlarla konuşma yapmamış. Deneylerimizden yararlanarak nedenini çözdük:

-Edirne-Karaağaç’tan ayrılırken de öyle olmuştu, küçük sınıflar daha sonra arkamızdan gelmişlerdi. Anlaşıldı, bizim sınıf gene öncü olacak, bir süre sonra da onlar gelecekler. Aynı konuları çevirip çevirip konuşarak öğleyi yaptık. Yemeklerimiz de çok düzeldi; çoktandır görmediğimiz revani tatlısı yedik. Öğle haberlerinde dikkatle radyo dinledik ama çok değişik bir şey söylenmedi. Okul önünden geçerken zaman zaman yolcular gazete atarlar. Az önce atılan gazeteler çok önemli bir haberi yazdılar. Edirne, Uzunköprü  demiryolu köprüleri yıkılmış. Kimin yıktığı belirtilmiyor, ya da kuşkulu sözlerle geçiştiriliyor. Ayrıca gidebilecek durumda olanların İstanbul’dan ayrılması öneriliyor. Gazeteler elden ele dolaştı.

Bizim sınıf bugün öğleden sonra tarım bahçesinde çalıştı. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen, “Gazetelerin her yazdığı doğru çıkmaz. Köprülerin yıkılması, devletin bilgisi altında da olabilir. Savaşlarda böyle şeyler hep olur. Düşmanın sallanıp sınırlardan girmesini önlemek için yapılmış da olabilir. Durun bakalım hemen telaşa kapılmayalım. Bunun bir de yarını var. Belki yarın daha doğru haberler gelecektir!” Öğretmen inandırıcı konuşmalarıyla bizi her zaman olumlu etkilemektedir. Bu kez de dinleyince oldukça rahatladık. İsmet öğretmene sordu:

-Bu çapaladıklarımızdan biz yiyebilecek miyiz? Öğretmen gülerek, “Bak İsmet, ben müneccim değilim. Köprüler için söylediklerim, kendi mantığım ölçüleri içinde benim varsayımlarımdır. Varsayımlar sınırlıdır. Yakın zaman ya da ölçülü olaylar için gerçeğe yaklaşmak olasıdır. Ancak uzun zaman içinde geçecek olaylar için fikir yürütmek yanılgılara yakın olur. Ben bu tür varsayımlardan yana değilim. Bu nedenle senin bu sorunu yanıtlamayacağım. Biz bunları birey olarak kendimiz için ekmedik, okul için, okulda sürekli olacaklar için ektik. Okuldan ayrılanlar olabilir. Onların burada yetişen sebzelerden yiyemeyecek olması bizi çalışmamızdan alıkoyamaz. Gidenler olacağı gibi gelenler de olacak. Bir söz vardır, çok eskilerden beri söylenir, güzel bir sözdür: Bekleyen derviş, muradına ermiş! Beklemeyip giden de muradına erememiş. Birilerimiz gidecekse elbette bunlardan yiyemeyecek. Bu sen de olabilirsin ben de olabilirim. Bilmem anlatabildim mi?” dedi. İsmet gülerek, “Öğretmenim, ben aslında ne zaman gideceğimizi öğrenmek için bu soruyu sordum. Sizin, “3 ya da 5 gün sonra gideceğinize göre yiyemeyeceksiniz! ” diyeceğinizi bekliyordum, özür dilerim!” dedi. Bu kez öğretmen de gülerek:

-Doğrusunu isterseniz ben sizin hangi gün gideceğinizi bilmiyorum. İşin ilginci bunu kesin olarak bilen olduğunu da sanmıyorum. Ardı ardına emirler geliyor ama her emir, ayrılış günü için gönderilecek emri bekleyin dediğine göre galiba bir süre böyle gidecek. Bana gelince ben şimdilik buradayım. Benim için gelen emir kesin. Kısmetse ben bu sebzelerden yiyeceğim!” Öğretmen konuşurken bu kez Naci Birkök öğretmen de geldi. Salih Ziya Öğretmen gülerek “Aaa, işte bak bir Kepirli de Naci Bey, onun da durumu kesin!” Naci Birkök Öğretmen:

-Bu ayrılığımız uzun sürmeyecek sanırım, ya siz bir dolaşıp geleceksiniz ya da biz tası tarağı toplayıp temelli size katılacağız. Hayırlısı neyse o olsun! Salih Öğretmen “Aminnnn!” dedikten sonra, “Hepimiz devletimizin koruması altındayız, devletimizin yetkilileri ne derse onlara uymak bizim boynumuzun borcudur. devletimize güvenelim. Bu konular üzerinde fazla da vesveseli olmayalım!” Öğretmenler konuşarak dereye doğru gittiler. Biz kazma işimizi sürdürdük. Bir süre sonra Okul Müdürümüz, Müdür Yardımcısı Hüsnü Baykoca Öğretmenle birlikte geldiler. Hüsnü Baykoca Öğretmen heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyordu. Yusuf Asıl’a daha yakın bir yerden geçtiler. Yusuf dinler gibi durdu. Onlar gidince, “Bizi yarın izinli göndereceklermiş, onu konuşuyorlardı! ”dedi. Kimse inanmadı.   “Onu konuşsalar, Hüsnü Baykoca Öğretmen neden öyle heyecanlansın? ” diyenler oldu. Yusuf bir süre düşündükten sonra “Bizden ayrılacağı için üzülüyormuş, Müdür Beye yalvarıyor:

-Ne olursun Müdür Bey izin ver, o çocuklarla ben de gideyim! diyormuş. Arif Kalkan, “Aptala malum olurmuş, her halde Hüsnü Baykoca Öğretmen de bizimle gelecektir! ”dedi. Herkes gülünce Yusuf alıngan bir bakışla sordu, “Kim, ben mi aptalım? ”Halil Basutçu Yusuf’a “Dur hemen kızma, hele bir yola çıkalım, dendiği gibi Hüsnü Baykoca Öğretmen de bizimle gelirse Arif’in dediği doğru çıkar. Gelmezse sen aptallıktan kurtulursun! ”Yusuf bu sözü söylediğine pişman oldu, şaka söylediğini tekrarladı. Kime bir şey söylediyse, söz birliği etmişçe Yusuf’a “Hele bir yola çıkalım!” yanıtını verdiler. Naci Birkök Öğretmen geldi, saatine bakarak paydos etmemizi söyledi. Başladığımız sıraları tamamlayınca bırakıp elimizdeki araçları tarım deposuna götürüp dersliğe döndük. Yusuf’la Arif bir süre atıştılar. Yusuf dikelerek Arif’e “Sen bana aptal diyemezsin!” deyip sözü uzatınca sıra arkadaşı Harun Özçelik söze karıştı. Yusuf’a “Sen haksızlık ediyorsun arkadaşım, Arif sana doğrudan aptal demedi. Öyle bir Atasözü vardır, onu ortaya söyledi. Dediğin doğru ise neden alınıyorsun? Dediğin doğru değilse zaten bir karşılığı hak etmiş oluyorsun!”  Yusuf bir süre düşündü bu kez Arif Kalkan’a “”Özür dilerim!” dedi yerine oturdu. Salih Ziya Öğretmenin konuşması, demiryolu köprülerini yıkılma haberleri derken derslikte bir sessizlik oldu.

Elinde bir kağıtla Hüsnü Baykoca Öğretmen geldi, “size çok önemli bir yazı okuyacağım, dikkatle dinleyin!” dedi. Önce başlığı okudu. Yüzlerimize bir süre baktıktan sonra yazıyı okudu: “Kepirtepe Köy Enstitüsü Müdürlüğüne, Okulunuz 3. sınıf öğrencileri 8-14 Nisan günleri arasında izinli sayılmaktadır. 15 nisan günü yol hazırlıkları tamamlatılıp 16 nisan günü adları bildirilen öğretmenlerin gözetiminde Ankara’ya gönderilmelerini rica ederim. Milli Eğitim Bakanı adına müsteşar İhsan Sungu.” Biraz şaşırdık. Bunu hep bekliyorduk ama, iş kesinleşince tutuklaştık. Öğretmenleri soranlar oldu. Hidayet Gülen, Namık Ergin. Okul Müdürünü de soranlar oldu. Okul Müdürü sonradan gelecekmiş. Bekir Temuçin sabahki tartışmayı anımsayıp Hüsnü Baykoca Öğretmenin gidip gitmeyeceğini sordu. Hüsnü Baykoca Öğretmen, “Sizin arkanızdan gelecek grupla ben de geleceğim!” dedi. Gözüm Yusuf’a takıldı, yüzü oldukça kızarmış durumdaydı. Hüsnü Baykoca Öğretmen, yol hazırlıklarımıza şimdiden başlayabileceğimizi de söyledi. Ayrıca, eve gitmeye gerek görmeyenler okula kalabilecekler.

Ben, yarın sabah erkenden yola çıkmak üzere hazırlığa başladım. Akordiyonu, notalarımı yanıma alacağım. Defterlerimi eve götürüp bırakacağım. Herkes bir şeyler konuşuyor, yapacaklarını sıralıyor ama gerçekte hepimiz şaşkınlık içindeyiz. Uzun süredir okulun göçünden söz ediliyor ama gittikçe göç sanki bir şaka imiş gibi gelmeye başlamıştı. Oysa şimdi iş ciddiye bindi. Öyle ki, “Yarın evlerinize gidip vedalaşın, haftaya gidiyorsunuz!” dendi. Biz sanki bunu beklemiyorduk. Yemek zili çalınca, biraz şaşkın biraz sevinç gösterileri içinde yemekhaneye gittik. Olayı öteki sınıflar da öğrenmiş. Ne zaman gideceğimizi soranlar yanında kendilerinin ne zaman gideceğini bildiğimizi iddia edenler bile var. Bir taraftan yemek yiyoruz bir taraftan da yarınki yolculuk düzenlerimizi konuşuyoruz. Ben İsmet’le Kadir Pekgöz’e sordum. “Birlikte mi gidiyoruz?” İsmet kararsız, Kadir Pekgöz “Tamam!” dedi. Lüleburgaz’a gidecek Lüleburgazlılar, topluca gitmeyi önerdiler. Sayım yapıldı, İsmet gelirse 8 kişi oluyoruz: Mehmet Yücel, Mehmet Başaran, Ahmet Güner, Recep Kocaman, İdris Destan, Kadir Pekgöz, ben, karar verip katılırsa İsmet Yanar. Konuşurken yeni yeni fikirler üretildi; “Kamyon erken Lüleburgaz’a giderse kamyonla gidelim.” Buna hepimiz sevindik. Kazım Usta’ya söylemek gerek. Kazım Usta ile en iyi konuşan Mehmet Yücel bu görevi ona verdik. Kamyon giderse erken gider; öyleyse hepimiz erken hazırlanmalıyız. Bunları konuşa konuşa kendimizi yolculuğa iyice alıştırdık. Derslikteki kitaplarımı defterlerimi topladım. Büyük kitap olarak Almanca lügatım var, onu yanıma alacağım. On tane de yazılmış defterim var. Bunları torbalarıma doldurdum. Büyük çantamdan başka ablamın yaptığı asker torbalarım var, onları köye hazırladım. İki torba da oldukça ağır. Zaten bu nedenle kamyon olayını bekleyeceğim. Yoksa kalkar kalkmaz yola çıkardım. İsmet kararını vermiş, benimle gelecek. Yarı sevinçli yarı tedirgin yattım. Rahat bir uyku uyuyup, dinlenik olarak yola çıkmak istiyorum. Uzun süre konuşmalar oldu. İzinli gideceklerin öteki sınıflarda yakınları var, biri gelip biri gidiyor. Uyuduktan sonra bir ara uyandım mı yoksa rüya mı gördüm? Sanki konuşmalar sabaha dek sürdü. Ben öyle algıladım...

 

8 Nisan 1941 Salı

 

Uyandığımda biraz şaşkınlaştım. Hala uyumayanlar mı var? Yoksa sabah mı oldu? Baktım hep kalkmışlar. Halil, Hasan, Orhan yoklar. Bu kez sesler dolapların bulunduğu yerden geliyor. Dolapları düşününce birden sıçradım, “Bugün de hırsızlık olabilir. Biri bir şeylerimi alsa, uzun kalıp arayamam.” Hemen dolabıma gittim, her şeylerim yerli yerinde, Elbiselerim ayakkabılarım. Çantam kilitli. Götüreceğim torbaları hazırlayıp dersliğe taşıdım. İki torba oldukça ağır. Bunları ben Kamber Amcama götürecektim. Ali Ağabeyim geldiğinde oradan alırdı. Bu hesabım, izinli gitmezsek olasılığı üzerineydi. Şimdi izinli gidince elimde götürüp yerleştirmeyi yeğledim. Kahvaltıdan çıkarken kamyonun geldiğini gördük. Mehmet Yücel görevini yaptı. Kamyon saat tam 10:00’da gidecekmiş. Kazım Usta götürürmüş ama 8 kişi çokmuş. Bunu ancak Hüsnü Baykoca Öğretmenin izniyle yapabilirmiş. Mehmet Yücel görevi bana devretti, “Hüsnü Baykoca Öğretmen seni daha iyi tanıyor!” dedi. Hemen gittim, durumu anlattım. Hüsnü Baykoca Öğretmen gidişimi değişik yorumladı, (ayrılık görüşmesi olarak düşünmüş olacak) geldiğime teşekkür ederek, babama, köydeki tanıdıklara, Eğitmen Mustafa Ağabeye sevgilerini gönderdi. “Köyünüze bir türlü gidemedik, umarım Ankara dönüşü gideceğiz!” dedi. O konuşmasını bitirince eşyalarımı götüreceğimi, Lüleburgaz’a dek kamyon derken daha, “Kamyon boş gidecek, başka arkadaşlarına da söyle!” dedi. gülerek çıktım. Arkadaşlar sevindiler. Saatin gelmesini beklerken, İdris Destan anlamsız bir sert sesle, “Saat 10’a kadar beklemek (!)” gibi bir söz söyledi. Bizler kamyonu bulduğumuza sevinirken İdris’in böyle demesine oldukça sinirlendik. Gene de ben sustum. Mehmet Yücel, “İşte asfalt, çık yola yürü, seni bekleten mi var?” deyiverdi. Bu kez İdris, aldı çantasını yürüdü. Biz ne olduğunu tam anlamada arkasından bakakaldık. İdris “Hoşçakalın” bile demeden yola çıktı. Biz bakışırken Kazım Usta merdivenlerden el etti. “Gidiyoruz!” . Kamyona binerken Mehmet Yücel Kazım Ustaya “Kazım Ağabey hani saat onda demiştin!” deyince. Kazım Usta:

- Ben emir kuluyum, Hüsnü Baba önce saat 10:00 dedi, şimdi de çocukları bekletme bir an önce gitsinler, buyurdu. Ben de onun dediğini yapıyorum. Ne o, hoşunuza gitmedi mi?” diye biraz serçe sordu. Kazım Ustaya İdris olayını anlattım, güldü, “Şimdi tutar alırız!” dedi. İdris’in yanından durmadan geçti, az sonra gülerek kamyonu geri alıp İdris’i yanına çekti. . Erkenden Lüleburgaz’a ulaştık. İnince İdris’e bir şey olmamış gibi davranıp bir birimize iyi yolculuklar dileyerek ayrılırken; gecikmiş olarak kimin nereye, hangi yoldan gideceği konu edildi. İsmet, ben Kadir, biz üçümüz, Bağlık yokuşundan Hamitabat’a gideceğimizi söyledik. Recep Kocaman Pınarhisar otobüsüne binecek. Belli zamanlarda kalkan otobüs varmış. saat 12:00’de binip iki saat sonra evinde olacakmış. Bunu duyunca İsmet heyecanlandı, “Dayı kızmazsan ben de Recep’le gideceğim. Pınarhisar’dan Kırklareli’ye otobüs bulunur.” Recep Kocaman’ın bu konuda bilgisi varmış, açıkladı:

- Pınarhisar-Kırklareli arası saat 17:00 otobüsü kesin var! dedi. İsmet, “Bunu şimdiye kadar neden düşünmedim? ” diye hayıflanarak bizden ayrılmaya karar verdi. Ayrılırken de kolumdan tutup saati aldı. “Ne olur ne olmaz, yollarda kalırım!” dedi. “Canın sağolsun, güle güle!”  dedim. Biz Kadir’le benim paketlerimi bırakacağım yere bıraktıktan sonra salt vakit geçirmek için tekrar onların otobüslerinin kalkacağı Turgutbey yoluna çıktık. Meğer onlar hepsi aynı otobüse bineceklermiş. Bir daha vedalaşıp ayrıldık. Ben çocuklar için şeker, leblebi şekeri, kuru üzüm aldım. Yola çıktık. Kadir’in torbası da ağırcaymış, değişerek yürürken Bağlık yokuşunda onların köyünden bir arabaya yetiştik. Kadir’in tanıdığı çıktı, yükünü ona vererek rahatladı. Dereden tepeden yolcu konuşması yaparken Kadir sözü getirip gene A’ya yasladı. “Evinin yanından geçeceksin, belki görürsün!” dedi. “Görsem ne olacak? Ne ben ona bakabilirim, ne de o bana bakar. Orası köy, kasaba gibi değil!” dedim. Kadir zaten bana bir şeyler söylemek gereğini duyuyormuş, açıkladı. “Senin okuldayken o kıza baktığını arkadaşların hep biliyorlarmış. Ağabeyim de, arkadaşları da okul günlerini anarken bunu söylüyorlar. Karşılaşıp konuşmak istersen bunu düşünmelisin!” deyince ben, Kadir'in demek istediğini açıkladım, :

- “A şimdi asker karısı, köyde ona düşman olanlar bile kocası askerden dönene kadar onun savunucusudurlar. Bunu çok iyi bildiğim için o senin dediğini ben zaten yapmam. Panayırda ben A’yı gördüm, rahatça da konuşabilirdim. Onların arabası bizim arabanın yakınında duruyordu. Uzaktan da olsa bakıştık. Üstelik ablam vardı, ablam beni bir ara çarşıya gönderdi. Ben çarşıdayken A gelmiş ablamla konuşmuş. Hanım hanıma konuşunca kimse yadırgamaz. Beni görünce herkes dikkat kesilir. Bunu bildiğim için yan gözle baktım ama dikkat çekici bir davranış yapmadım. Bu nedenle ben köyde de A’ya zarar verecek bir yanlış yapmam.” Kadir söylediklerime sevindi. “Ben hep bunları söylemek istiyordum, bizim köylüleri pek bilmezsin pireyi deve yaparlar!” dedi.

Konuşa konuşa köye girdik. Bizim köy yolu üstünde sıra kahveler var. Kadir oradan ayrılınca ben kahvelerin önünden yürüdüm. Pencere önünde duran Nuri Öğretmeni gördüm o da beni gördü, yüzüklü parmağını cama vurarak bana işaret etti. Gittim, elini öptüm. Gazete okuyormuş beni görünce bırakmış. Hoş beşten sonra bizim okulun durumunu sordu. Ne var ki okul olaylarını yakından izlediği için bizim okul hakkındaki bilgisi benden çok fazla. Ankara dışında bir yere gideceğimizi, yeni kurulan bir okulda kalacağımızı anlattı. Ankara’da bir süre kalmış, Ankara’yı çok sevdiğini söyledi. Ben “gene de gitmeseydik, bu kaçıncı okul değiştirişimiz” diyecek oldum. Nuri Öğretmen okuduğu gazeteyi alıp çevirdi. Gazetede büyük başlık. “Devlet sussa da saklasa da, Trakya halkı Anadolu’ya kaçıyor” yazısı var. Nuri Öğretmen savaş acıları çekmiş, çocukluğu gibi gençliği de savaşlar içinde geçmiş. Üzülerek savaşların getirdiği zorlukları anlattı. “Türkiye var olacaksa Ankara da olacaktır. Bu bakımdan gitmeniz, hele Ankara’ya gitmeniz isabetli bir seçim. Biliyorsunuz, Edirne Öğretmen Okulu’nu Sivas’a naklettiler!” Bunu duyuyordum ama kesin olarak bilmiyordum, öğrendiğime çok sevindim. Nuri Öğretmen, babama selam söyledi, elini öpüp ayrıldım.

Nuri Öğretmenle konuşmam içimi rahatlattı. İlkokul Öğrenciliğimi anımsadım. Aynı yolları yürüdüğümü düşünerek giderken A’nın evine yaklaştım. Zaten yolum zorunlu olarak oradan geçiyor. Kadir’in anımsattığı sakıncalara karşın evin önünden geçerken başımı çevirip bir güzel baktım. A evde, hayat denilen yükseltide bana bakıyordu. Bebeği de kucağında, “işte benim bebeğim var senin neyin var?” der gibi gülümsediğini fark ettim. Ben de gülümsedim. Evin çıkıntı duvarı bakışlarımızı ayırıncaya dek hem gülümseyerek baktım hem yürüdüm. Evin arkasına geçince de dönüp dönüp baktım. Evin arkasına da gelip bakacağını bile düşündüm. Düşündüm ne demek, bekledim. O denli rahatladım ki A bana dargın değil, olanak bulsa benimle eskisi gibi konuşacak. Ancak o benim gibi düşünmüyor, kucağında çocuğu ile bakıp gülümsediğine göre onun düşündüğü benimkinden farklı. O benden daha açık yürekli… Köyüme yöneldim. Okula giderken buralarda gene A’yı düşünürdüm. O gün birisiyle konuşmuş ya da benden uzak durmuşsa onun nedenleri üstünde durur yeni tavırlar almak için planlar kurardım. Tepeden köy yönüne aşınca da C’yi görmek için sabırsızlanırdım. Yokuşun bir yanı A, öbür yanı C’nindi. Sabahları ise bunun tersi oluyordu. C’nin çocuğu kız, A’nın da kız mı acaba? Durup sormadığım için üzüldüm. Okul arkadaşım değil mi? Durup sorsam kim ne der ki? İnsan okul arkadaşının çocuğunu sevemez mi? Üstelik ben, çocuğun annesi gibi, babasının da arkadaşıyım. Gizli değil, açık açık konuşunca kim ne der sanki? Daha önce böyle düşünmediğime üzüldüm. “Kendi kendime kuruntular yaparak gene kendimi üzüyorum!” diyerek dişlerimi sıktım.

Konuşmadan kafamın içinde geçirdiğim düşüncelerimi sürdürürken köprüye gelmişim, birden bunun ayırdına vardım. Tam karşımda köyün ilk evi, bizim okuldaki Ramazanların evi. Birden irkildim: Ayrılırken Ramazan’a haber bile vermedim. Şimdi babaannesi beni görünce ona ne diyeceğim? Utandım, yolu değiştirmeye karar verdim. Sol taraftaki yoldan küçük ablamların sokağına girdim. Köşedeki kuyu başında ablamın arkadaşı Emine yengeyi gördüm. Beni gülerek karşıladı “Ablana gidiyorsun ama şu anda ablan yok, bir saat sonra gelecek, kapıda bekleme, gel bize, yorgunsun, dinlen!” dedi. Çaresiz gittim. Çünkü, ablamı bulamayınca yürüyüp gitsem gene Ramazan’ın babaannesiyle karşılaşabilirdim. Emine yengelere gittim. Emine yenge gene neşeli, durmadan konuşuyor, güzel şeyler anlatıyor, köyde olup bitenleri birer birer tekrarlıyor, sık sık da sorular sorarak benden bilgiler alıyor. Ben konuşurken bazen Emine abla bazen de yenge demişim, dikkatimi çekti. Ben de sordum, “Hangisini dememi istersin?” Gülerek, “Abla demeni isterim, yenge sözünden hoşlanmıyorum, abla daha hoşuma gidiyor. Hem ben senden büyüğüm, ablan durumundayım!” deyip gülümsedi. “Peki Emine Abla!” dedim gülümsedi. Emine Ablanın gülümseyince daha güzel olduğunu fark ettim. Ne olduysa o da ben gülümseyince hem gülümsedi hem de biraz yüzü kızardı. Ben, “Ablam gelmiştir, her halde!” dedim. Emine Abla beni duymamış gibi, “benim de kardeşim burada, Hüseyin, sen tanırsın onu, şimdiler de o da gelecek!” dedi. Kalktı, dışarı çıkıp döndü, ”Ablan gelmiş, kapısı açılmış!” dedi. Kalktım, “Hoşça kal!” derken Emin Abla da benimle geleceğini söyledi, birlikte ablama gittik. Ablamı iyi buldum. Saim biraz daha büyümüş. Kaşlarını çatarak bana uzaktan baktı. Şeker verdim. Ablama, “Abla oğlun büyümüş!” dedim. Ablam da “Dayısı benim oğlum konuşuyor!” dedi. Saim, dayı gibi bir ses çıkararak birden kucağıma atladı. Ben biraz şaşırdım. Ablam açıkladı, dayısının geldiğini anladı. Ben “Demek Dayı diyebiliyor!” deyince Emine Abla gülerek, “Nasıl demesin ki, annesi ona sabahtan akşama dek “Dayı” dedirtmek için ter döktürüyor!” deyip gülüştüler. Hava kararmaya başlayınca eve çıktım. Beklenmediğim için biraz kuşkulu bakışlarla karşılandım. Hemen sorular soruldu. Herkesin kafasında sorular birikmiş. O soruları yanıtlayınca ortalık sakinleşti, bakışlar değişti. Kahveye gittim. Babam çok sevindi, “En sağlıklı haberleri senden alacağız!” dedi. Kısaca durumu babama da anlattım. Pazartesi gününe dek izinli olduğumu söyleyince babam iyice rahatladı. Babam İsmet’i sordu, “Onu neden getirmedin?” dedi. İsmet’in yolculuk olayını anlatınca babam güldü. “Bak bu da hepimiz için bir ders. O yolları hep biliyoruz ama, oralarda otobüs çalıştığını düşünemediğimiz için uyarıda bulunamadık. Yazık, İsmet iki yıldır buralarda dolaşıp durdu. Oysa oradan evinin önünde inecekti!” dedi. Bahçe çapalama, sebze ekme işleri başladığından kahvede az kişi vardı, fazla soru sorulmadı. Gene de ilgi çekici sorular soruldu. Örneğin, “Neden yalnız sizin okula göç ettiriyorlar? Öteki okullar, savaştan zarar görmeyecek mi?” sorusu anlamlıydı. Buna “Bilmiyorum!”  deyip savuşturabilirdim. Ancak Hamitabat Başöğretmeni Nuri Bey’den duyduğum, Edirne Öğretmen Okulunun Sivas’a kaldırılışını örnek verdim. (Edirne Öğretmen Okulunun göçtüğünü biliyordum ama Nuri Öğretmenin söylediğini özellikle vurguladım.) “Devlet yatılı okulları öncelikle korumaya alıyor. Trakya’da iki yatılı okul var ikisinin de yerini değiştiriyor!” dedim. Konuşanlar, ”Ya, ya, ya!” deyip sustu. Nuri Öğretmenin muştusu benim işime yaradı. Konuşmaların konusu değişince izin isteyip eve döndüm. Ali Ağabeyim bağı kazdırıyormuş, oldukça geç döndü. Yeni durumu herkes merak ettiği için tekrar tekrar sordular, bildiklerimi ben de tekrar tekrar anlattım. İki yengemle küçük ablamın sorunu askerlik. Onların eşleri asker olduğu için, onların tek soruları var:

- Askerlik daha uzayacak mı? Öğretmenlerimizin de asker olduğunu, okulun yanından sürekli asker geçtiğini, bunun dışında hiç bir bilgimin olmadığını anlattım. Tasalarının artmaması için de arada Üsteğmenin askerlik derslerinde anlattıklarını biraz değiştirerek tekrarladım:

- Savaş sınırlarımıza dayandı ama bize sıçramayacak. Komşuda yangın çıkınca biz evimizi korumak için nasıl önlem alıyorsak, savaş için de devletimiz, yurdumuzu korumak için öyle önlem almaktadır. Bu savaşa gireceğimiz, şeklinde yorumlanıp tedirgin olmaya gerek yok! dedim.

Yemekten sonra gene kahveye gittim. Bu kez daha çok insan daha çok soru ile karşılaştım. Önce dinledim, bizim okul hakkında duyduklarını merak ettim, sordum, siz neler biliyorsunuz? Bir kaç ay önce okulun kapanacağı söylenmiş. Arkasından, öğrencilerin içinde benim gibi askerlik çağına girenlerin asker olacağı tevatür edilmiş. Bu söz geçince babam bunun sadece bizim köyde duyulduğunu, Hamitabat’ta böyle bir söylenti olmadığı, Kadir Pekgöz’ün babasından sorduğunu, İsmet’in babası Muhittin Ağa geldiğinde de bu sözü onun burada duyduğunu anlattı. Babam:

- Bu, salt senin için çıkarılmış bir yalandı! dedi. Bana sordu, “Arkadaşların içinde senin gibi askerlik çağına girmiş kaç işi var?” “En fazla 4 kişi olabilir!” deyince Babam:

- Bak, bu yalanın kimin için düzüldüğü de apaçık oluyor. İşte bizim köylülerin ibretengiz bir fesadı! Babamın sözleri üzerine herkes üzüldüğünü belirtti. Sanırım bir yanlışa düşerim kaygısı öne çıktı, sorular kesildi. Bu kez ben okulum yaşadığımız gerçeğini anlattım. Ankara’ya gidileceği öğrenilince, gene benim için çıkarılan “Ankara’ya gitme işi ne oldu?” gibilerde sorular oldu. Sözde ben çok başarılıymışım, Ankara’dakiler bunu duymuş, beni görmek için Ankara’ya çağırmışlar. Benim için uydurulmuş olduğu besbelli bu yalanı, doğrudan yok saymadan kendimce yeni bir şekle çevirdim: “Söylendiği gibi ben Ankara’ya yalnız gidecektim. Bunun için hazırlanırken, okulun kalkması kararı çıktı. Bu kez, “Nasıl olsa Ankara’ya gidiyorsun. Bu işi de o zaman yapalım!” dediler!” diyerek sözü dudak ucuyla yalan uyduranlara bıraktım. Bu sözü kim niçin çıkarmıştır? Kesinlikle beni onurlandırmak amacıyla söylenmiş bir söz diye bakanlar oldu. Ancak söylendiği gibi Ankara’ya gidemeyince ne olacaktı? İşte önemli olan buydu:

-Gidemedi, çünkü şu şu nedenleri ortaya çıkınca gözden düştü, tevatürleri ortalığa salınacaktı. Geçmişte, komşu köyümüz Deveçataklı bir çocuk için böyle bir söylem yayılmıştı. Deveçataklı Cafer için söylenenler bu kez bana yakıştırılmıştı. Cafer o denli övülmesine karşın ne Ankara’ya gidebildi ne de okuyabildi. Kısa açıklamamdan sonra bu konuda kimse soru sormadı; konu, hiç değilse bu günlük böylece geçiştirildi. Eve dönünce, hem yürümekten hem de çok duygusal, inişli-çıkışlı değişimlerden olacak, yatar yatmaz uyudum.

 

9 Nisan 1941 Çarşamba

 

Bir ara horoz sesleri duyar gibi oldum. Okulda olduğumu, rüya gördüğümü sandım. Ablam uyandırdığında da biraz şaşkın sağa sola bakındım. Çabuk toparlandım. Kahvaltı edip kahveye indim. Kahvede hiç kimse yoktu. Babam, bahçesiyle uğraşıyordu. Babama yardım ettim. Köy boşalmış gibi. Nereye baksan insan olarak kadınlar görülüyor. Okula gittim. Mustafa Ağabey çalışıyor, yeni Tarih şeridi yapmış, bir yandan da 23 Nisan için resimler, şiirler toplamış, onları sergilemek üzere hazırlıklar yapıyor. Yarından sonra gezici başöğretmeni çok sevdiği Mehmet Turan’la İlköğretim Müfettişi Hamit Gürsel gelecekmiş. Bana, “ Gel, onları da tanı!” dedi. İkisini de gördüğümü, Mehmet Turan’ın çok şişman, Hamit Gürsel’in ise çok zayıf olduğunu söyleyince Mustafa Ağabey, “Öyle görünüşlerini değil, düşüncelerini, bilgi dağarlarını tanımaya çalış. Bunlar konuşularak ölçülen değerlerdir, bunları kastediyorum!” dedi. Söz verdim.

Mustafa Ağabeyden sonra Muhtar Çavuş Amcaya uğradım. Beni gördüğüne çok sevindi. Muhtar Amca da gazetelerle uğraşıyordu. Köye gelen gazeteleri saklıyormuş. Kırklareli’de çıkan Yeşil Yurt’la Ulus gazetesi sürekli geliyormuş. Yeşil Yurt gazetesini çıkaran Ali Rıza Dursunkaya iyi tanıdığı biriymiş. Bir süre onu anlattı. Ali Rıza Dursunkaya çok cesur biriymiş, Balkan Savaşı’nda olduğu gibi Yunan işgalinde de Trakya halkı için büyük özverilerde bulunmuş. O nedenle gazetesini Çavuş Amca sürekli alıyormuş. Kırklareli’ye gittikçe de kendisine uğramaktaymış. Ayrıca Dursunkaya da arada bizim Köye gelirmiş. Ulus gazetesine ise “Hükümet gazetesi!” diyor. Onu bir resmi evrakmış gibi saklıyormuş. Dolaplar dolusu gazete, toplantı odası dediği oda tavana dek dolmuş. Dağıtmadan açıp okumak için izin istedim. Çavuş Amca güldü, “İyi olur, partiden gelip soranlar oluyor, ben de okuyorlar diyorum. Bir bölümünü de olsa sen okursan biraz olsun vebalden kurtulurum!” dedi. Yarın için anlaştık, sabahtan gelip okuyabildiklerimi okuyacağım. Daha doğrusu bizim okullarla ilgili yazı görürsem okuyacağım.

Eve döndüm. Ablamla konuşurken, Lüleburgaz’daki torbalarımdan söz ettim. Akşam babama da söylemiştim. Lüleburgaz’a giden olmuş, Ali Ağabeyim benim torbalarımı almalarını söylemiş, akşam gelecekmiş. Köse Mehmet denilen kişi getirecekmiş. Köse Mehmet askermiş ama hava değişimine gelmiş. Arada gidip askerlik şubesinden izin uzattırıyormuş. Bunun için de sık sık doktora gidiyormuş. Biz konuşurken Saim’le Küçük Ablam geldi. Ağabeylerimin çocuklarıyla bir süre benim yanımda kaldılar, sonra kahveye gittiler. Kahvede babam onlara arada şeker veriyor, kahvenin bahçesinde oynuyorlar. Bir süre ablamlarla konuştum. Hep bildiğim konular, biraz dedikodu, biraz ölümler, hastalıklar. Şimdiler de bir de askerlik özlemleri. Köydekilerin sorunlarını, bu sorunlara bakış açılarını, bizim sınıfın durumuna benzetiyorum. Konuların üstüne varma yerine, hep işin laf tarafına kayıyorlar. Pancarcılar gelmiş, “Geçen yıl pancar ektiğiniz yerlere bu yıl gene pancar ekmeyin!” demişler. Köyde herkes buna kızmış. “Bunun bir nedeni var ki, uzmanları bunu söylüyor!” diyen yok. Tüm sorular, “Neden ektirmiyorlar?” biçiminde. Oysa kendileri aynı tarlaya üst üste iki yıl kavun-karpuz ya da mısır ekmiyorlar. Ekinlerde de buna dikkat ediyorlar. Aynı tarlaya her yıl buğday, her yıl arpa kesinlikle ekmiyorlar. Bunun nedeni sorulunca da, “Biz babamızdan öyle gördük!” Babanız neden öyle yapmış?” deyince susuyorlar. Ben de salt takılmak için:

-Pancarcılar da babalarından öyle görmüştür! dedim. Konuşurken ablam Hanife Halamın rahatsız olduğunu söyledi. Üzüldüm. Bir süre sonra Hanife Halama gittim. Uzun zamandır yatıyormuş. Oldukça zayıflamış, tanıyamayacak duruma girmiş. Bir ara kardeşi, (Hastane yöneticini) Hasan Amcam alıp götürmüş. Doktorlar belli bir tanı koyamamışlar “Yaşama gücü azalmış” gibi acayip bir tanı öne sürmüşler. Hanife Halam hastanede sıkıldığını söyleyip, evine dönmüş. Gelini ona daha iyi bakıyormuş. Küçük torunu var, onunla oyalanıyormuş, asker olan oğlu Hilmi’yi çok özlemiş. Bir ara ağladı, benden özür diledi. C’yi görüp görmediğimi sordu. C için çok güzel sözler söyledi:

-Çok iyi bir insanmış, “Bir gün bile aksatmadan geldi, hal hatır sordu. Unutamayacağım yardımlar yaptı. Şu andaki halimi biraz ona borçluyum!” dedi. “Ara ara ben senden söz açtım. C kaderine karşı koyamadı ama gönül kırıklığı hep sürüyor. Konuşursan ona iyi davran, o kırılmış gönül belki bu tesellilerle biraz olsun onarılır!” dedi. Söz verdim. Ayrılırken ağladı... Üzgün olarak eve döndüm, yattığım odaya girip, uyur gibi uzandım. Gülsüm kapıyı açıp baktı, “Uyumuş!” diye ablama duyurdu. Sustular. Öylece bir süre yattım. Ablam ışıkla geldiğinde şaşırdım. “Rüyada mıyım?” diye bakındım. Uyumuş kalmışım. Ablam “Aç mı yatacaksın? Daha sabaha çok var, sonra acıkırsın, bari bir şeyler ye de gene yat!” dedi. Kendimi toplamaya çalıştım, “Hanife Halamdan dönünce uzanmıştım, uyumuşum!” diye söylendim. Kalktım. Taze yoğurt varmış, ablam, yoğurtla birlikte üzüm pekmezi getirdi bir dilim ekmekle onları yedim. Küçük Ablam beni götürecekmiş, uyuduğumu görünce uyandırmadan gitmiş. Buna üzüldüm kalkıp gitmek üzere hazırlanırken. başucuma konmuş torbalarımı gördüm, gelmiş. Yokladım, benin sardığım gibi duruyorlar, sevindim. Ablama, “Yarın geç gelebilirim, Mustafa Ağabeye, okula gideceğim!”  dedim. Oldukça karanlık olmasına karşın, böyle karanlıklarda çok dolaştığım yollardan Küçük Ablama gittim. Saim uyumuş. Bütün mahallenin köpekleri havlamaya başladı. Ablam gülerek “Yabancı geldiğini anladılar!”  dedi. Ablama takıldım:

-Beni köpekler bile bu köyde yabancı sanıyorlar! dedim. Ablam, “Öyle deme, köpekler ne bilsin sevgiyi!” diye bana çıkıştı. Gündüz uyuduğum için uykum iyice açıldı. Ablam esnemeye başlayınca, yatmak istediğimi söyledim. Ablamda yangın kuşkusu var; daha önce samanlıkları yandığından beri böyle bir kuşku yerleşmiş. Bu nedenle yatarken lamba, mum gibi ışıkları söndürüyor. Zifiri karanlık dedikleri bu olsa gerek, ortalık siyah mürekkep gibi bir durum. Ablama sordum, “Saim için kalkman gerekince ne yapıyorsun?” Ablam, “Bir elim sürekli Saim’de, uyanırsa kucağıma çekiyorum, sürekli kibrit bulunduruyorum!” dedi. Gene ablamın içinde bulunduğu zorlukları düşündüm. Büyük Ablamın sık sık söylediği sözü anımsadım. Küçük Ablam, kendi gönlüyle enişteme kaçmış. Babam, evden ayrılmasını istemiyormuş. Annem öleceğini anlayınca babamdan söz almış, “Kızımı ayırma, onu aile içinde tut!” demiş. Babam da yeminli söz vermiş. Küçük Ablam bunu bile bile tek annesi ile bir kız kardeşi olan enişteme kaçmış. Kaynanası rahmetlik olmuş, Küçük Ablama inat, Bektaş Ağabeyim de Küçük Ablamın baldızı Fatma Yengemi kaçırmış. Böylece Küçük Ablam, evde eniştemle yalnız kalmış. Eniştemin ilk askerliğinde küçük ablamın yanında ben kalmıştım. Bu ikinci askerlikte de ablamın kızı Gülsüm geliyor ama evin işleri tümüyle ablamın üstünde. Babam, daha önce küçük ablam için bizim kahvenin arka bahçesine ev yaptırmayı önermişti. Eniştem:

-Oraya geçersem iç güveyisi durumuna düşerim! diyerek karşı çıkmıştı. Bu ikinci ve de sonsuz gibi görünen askerlik çıkınca bu kez iç güveyiliğine razı olmuş olacak, karşı durmaktan vazgeçmiş. Yakında ev yapımı başlayacakmış. Buna ben de sevindim. Ablam:

-Buna en çok Saim sevinecek! diyor. Aşağıda insan yüzü göremiyormuş çocuk, yukarıya çıkınca. kahve yakın, dedesinin yanında alacakmış soluğu; tıpkı benim çocukluğum gibi… Bu denli sıkıntılı geçen günlere karşın ablamda gene de yaşama sevinci olduğunu görünce ben de daha mutlu oluyorum. Okulumu bitirir de bir iş tutabilirsem, hep ablamın yanında olacağım.

 

10 Nisan 1941 Perşembe

 

Saim geç kalkıyormuş. Ablam beni de uyandırmamış. Neredeyse öğle olmuş, kalktık. Evin geniş bahçesi var, bir tarafı dere kenarı; yeşillikler diz boyu. Saim yeşilliklerde yuvarlandı. Bizi bahçede gören Emine Abla geldi, hal hatır sordu. Kardeşi Hüseyin gelmiş ama bu sabah aniden Küçük Taşlı köyüne gitmiş. “Bu Taşlı köyü adlarını hep duyuyordum ama oralı bir kimse görmemiştim. Demek siz oralısınız!” dedim. Oysa Taşlı adı taşıyan iki köy vardır, birkaç yıl önce bunları görmüştüm. Emine Abla gülerek, “Evet ben Taşlı köydenim, onun için biraz taş yürekliyim!” dedi. Bu kez ben, “İnsanlar köylerinin adına göre değerlendirilirse ben de Çeşmekolu köyündenim yüreğim çeşme gibi akıyor!” dedim. Emine Abla az duraksadı, “Sen biraz öyle değilsin galiba, daha doğrusu biz ikimiz de ters söyledik. Köylerimizi değiştirip söylesek daha uygun olacak!” Söylenmek isteneni anlamazdan gelip Taşlı köyünün yerini sordum. Emine Abla bana Taşlı’yı anlattı, nasıl gidileceğini tarif etti. Küçük Ablam konuşmalarımızı dinlemiş, bana, “Sen sonunda Emine’ye ablalığı yakıştırdın, bir abla daha kazandın!” dedi. Gülüştüler. Akşam gelmek üzere ben ayrıldım. Yol değiştirerek köyün alt yolundan, Kaba Kamber’in evi yanından Çeşmedere tarafına yürüdüm, Harmanlıktan dönüp okula geldim. Önce okulun önünde iki at gördüm, burunlarında torbaları sallaya sallaya tıkınıyorlardı. Eskiden kahvemizin yanında han varken yolcuların önce atlarını bağlayıp sonra atların burunlarına yem torbalarını taktıklarını ilgiyle gözlerdim. Bunlar da öyle yapmış.

Okula girdim, konuklar gelmiş yemek yiyorlardı. Beni de buyur ettiler ama ben sofradan yeni kalkığımı söyleyerek öteki salona geçip çocukların işlerine baktım. Yan gözle de içerdekileri izledim. Gerçekten Gezici Başöğretmen oldukça şişman, Müfettişse hareketli, durmadan çevresine bakan, soru soran, sorduğu sorunun yanıtını beklemeden gene soran biri. Yemekleri uzun sürdü. Daha doğrusu soracaklarını yemek sürecinde sorup öğreneceklerini öğrenmiş olacaklar, sofradan kalkınca kahvelerini içtiler, sigaralarını tüttürdüler. Müfettiş Hamit Gürsel, köy, köylüler, geçim durumları üstüne sorular sordu. Gezici Başöğretmen daha eski olduğundan sanırım bu tür sorulara gerek görmedi. Sonunda Müfettiş bana da sorular yönetti. Hüsnü Baykoca’yı sordu. Okul Müdürümüzü övücü sözler söyledi. Gezici Başöğretmen Ahmet Gürsel Öğretmeni sordu, Edirne Öğretmen okulundan arkadaşıymış. Belli etmedim ama buna biraz şaştım. Ahmet Gürsel Öğretmen tığ gibi, çevik, voleybol oynuyor, keman çalıyor, çok güzel şarkı söylüyor. Mehmet Turan ise pehlivan gibi, ağır hareketli. Ahmet Gürsel adı geçince Müfettiş ilgilendi, Gezici Başöğretmene sordu, “Kim bu Gürsel?” aralarında konuştular. Bir yerde tanışmışlar, Edirne ya da başka bir yerde, onu konuştular. “Ha, ha haaaaa, evet, evet, eveeeet!” diyerek bir süre karşılıklı bakıştılar. Müfettiş bana dönerek, “Gideceğiniz yerde size gene bir büyük çalışma düşecek. Ne güzel yerleşmiştiniz. Gideceğiniz yerde de aynı başarıyı göstereceksiniz!” dedi. Ben “Hı, mı” dedim ama aslında hiçbir bilgi sahibi değildim. Öylece baktım. Mustafa Ağabey beni iyi izlemiş, Müfettişe, “Belki onlara bu tür bir açıklama yapmamışlardır!” dedi. Müfettiş, “Olur mu? Bunları boy boy yazılarla illere bildirdiler, İstanbul’daki Müfettişlerden takviyeli Ankara İlköğretim Müfettişlerinden kurullar oluşturuldu, yerler seçildi sonunda bir yerde karar kılındı. O yer de Ankara’nın az ilerisinde silah fabrikalarına yakın bir belde. Tren istasyonuna yakın olduğu gibi kara yolunun da üzerinde. Ben de bu bilgileri, sadece okuduklarımdan değil bizzat Okul Müdürlerinden sevgili ağabeyimiz Nejat İdil’den dinledim!” dedi. Arkasından da bana “Bunları size anlatmıştır!” dedi. Sözüme inandırmak için canlı bir sesle:

-Anlattı, her durumu bize yeri geldikçe açıklıyor! dedim. Belki bir yer adı sorarlar, yanıt veremem diye hemen ekledim, “Anlattı ama yer adlarını tam öğrenemedim. Müfettiş gülümseyerek, “Yer adlarını ne yapacaksın? Oraya varınca nasıl olsa öğreneceksin!” İçimden kara kara düşündüm. Tüm dikkatimle de belli etmemeye çalıştım. Bir yandan da soranlara anlatacak bir hayli bilgi almıştım. Bir istasyon, silah fabrikaları…Bu iki ip ucu yeri bulmaya yardımcı olacak. Ancak harita gerekli. Birden aklımdan şu geçti “Bunlar bir an önce gitseler de haritaları bir gözden geçirsem.” Ben bunları düşünürken onlar kalktı, aralarında bir şeyler konuştular. Hamitabat’a gidip geceyi orada geçireceklermiş. Muhtarla da konuşmaları gerekiyormuş. Mustafa Ağabey bana, “sıkılmazsan beni bekle, konuşuruz, dergileri karıştır, şu yığın İlköğretimler!” dedi. Onları uğurlayıp geri döndüm. Büyük bir harita var duvarda asılı. Ankara’yı buluyorum ama tren yolu üstünde fabrika şöyle dursun, Eskişehir-Ankara-Kayseri aralarında başka bir ad gösterilmiyor. Üzüldüm. Dergileri karıştırdım. Çıkmış güzel yazılar var ama, yerden falan söz eden yok. Pencere önündeki iki dergiyi alıp rastgele karıştırmaya başladım: “Ankara bölgesinde açılması düşünülen 15. Köy Enstitüsü için yer seçimi kesinleşti. Bunun için kurulmuş bulunan uzmanlardan kurulu heyet raporunu Milli Eğitim Bakanlığına sunuldu. Seçilen yer, Lalabel-Lalahan istasyonları arasında, Hasan Dağı eteklerinde kurulu eski bir köy olan Hasanoğlan bağlarının bitişiğindeki verimli, sulak, geniş bir alandır.” Yazı, Hasanoğlan köyünün, Lalabel, Lalahan istasyonlarına uzaklığını, Elmadağ fabrikalarına yakınlığını anlatarak başka daha bir çok bilgi veriyor. Hemen bir koparılmış takvim yaprağına notlar aldım. 15. Köy Ens. Elmadağ fab. Lalabel-Lalahan İst. Ankara’ya 35 km. Hasandağı. sözlerini yazdım, dergileri yerine koydum. Neşem yerine geldi. Mustafa Ağabey dönünce onu dinledim. Mustafa Ağabey çok uysal bir insan, Müfettişi sevmediği besbelli ama bunu asla söylemiyor. Ben Mustafa Ağabeye göre çok karmaşık düşünceliyim. Müfettişi sevmediğimi söyledim. “Bilgiç geçiniyor ama, karşısındakilerin de bir şeyler bilebileceğini hiç düşünmüyor!” dedim. Arkasından, bizim okulun nereye taşınacağını, çok iyi bildiğim halde sustuğumu söyledim. Mustafa Ağabey biraz şaşkın, “sahi ben Hamit Beyi dinler göründüm ama kafamda başka konular vardı, pek dinleyemedim. Bu konuda bilgim olsun isterim, siz şimdi açık açık nereye gidiyorsunuz?” Az önce yazdığım notları Mustafa Ağabeye biraz sıkılarak okudum. Mustafa Ağabey içini çekerek, “Yani siz şimdi bir okul daha kuracaksınız!” dedi. Arkasından, “Sağlık olsun, iş içinde yoğrulmuş oluyorsunuz, yaşam zaten baştan aşağı çalışmaktır!” Edirne’ye gittiğimden bu güne dek geçen zamanın köydeki durağanlığını anlattı. Benimse bu zamanda ne denli bilgilendiğimi, bunu adım adım izleyerek mutlu olduğunu tekrarladı. Köydeki arkadaşların, değişmeyen duygular, gelişmeyen düşünceler kıskacında oluğunu anlattı. Geldiğime sevindiğini söyleyerek ayrıldık. Ben eve uğrayıp kahveye indim. Kahvede az insan vardı, onlar da tarlalarının, tohumlarını sorunlarını konuşuyorlardı. Kolsuz Hazma olarak anılan Çanakkale gazisi Hazma Amcam geldi. Beni küçüklüğümden beri sever, aynı şeyler bile olsa bana anlatmaktan hoşlanır, beni de can kulağıyla dinler, onunla biraz konuştuk. Bana “Gene bir yerlere gidiyormuşsun, bu kez yolculuk nereye?” dedi. Hamza Amcaya, az önce öğrendiğim bilgileri anlattım. Gideceğimiz yerin özelliklerini bile söyleyince, Babam söze karıştı, beni göstererek Hamza Amcaya “Sen bunu seversin ama o da seni herkesten çok sayar. Bak sana anlattıkları bana anlatmadı, nereye gideceğini ben de şimdi sana söylediklerinden öğrendim!” dedi. Hazma Amca çok mutlu oldu, tek kolunu boynuma sardı, Boş kolunun yenini eliyle sıkarak, “Seni gördükçe bu kolun boş yere gitmediğine seviniyorum!” dedi. Bu kez de babam Hazma Amcama sarıldı. Ne olduğunu birden anlayamadım, Hazma Amca kalktı, arkasını dönüp kahvenin yan bahçesine, dut ağaçlarını altına gitti. Az sonra tek elinde mendili geldi, oturmadan eliyle selam verip gitti. Arkasından: “Ağladı!” dediler. Birileri kolundan çok, erkek çocuğu olmadığına üzüldüğünü söylediler.

Hamza Amca gidince babamla yalnız kaldık, okul olayını, kendisine ayrıntılarıyla anlatmak için geldiğimi, bunuysa herkese açıklamak istemediğimi söyledim. Babam memnun oldu. Kamber Amcamın yardımları, benimle çok ilgilendiğini, yengemin çamaşırlarımı yıkadığını anlattım. Babam para durumumu sordu. Paramın olduğunu söyledim. Ancak babam, paramı akordiyona verdiğimi bilmiyor. Zaten bunu Ali ağabeyime de söylemedim. Bu nedenle ben param var deyince inanıyorlar. Gerçekten de daha 30 liram var. Bu kez de bu parayla yetineceğim. Bir çok arkadaşımda böyle bir para yok. Müteahhit oğlu İsmet’in bile parası 10 liranın üstüne çıkmıyor. Babam söylediklerime inandı. Onun inandığını görmek benim için paradan daha önemli, içim rahatladı. Hava kararmadan gene çeşme yolundan, köyün altına, oradan Küçük Ablama geldim. Ablam benim sevdiğim yiyecekler hazırlamış. Akıtma. Bunu bizim aşçı başına anlatmıştım, inanamadı. Buğday unu su ile karıştırıyor, istenirse içine başka bir şeyler de ekleyebiliyor, bir süre sonra sacya denilen bir kap ya da ateşe dayanıklı kaba su gibi ama oldukça yoğun hamur akıtıyor. Sıvı hamur ısınmış kaba yayılıyor. Bir süre sonra çevirip öbür tarafını da biraz pişiriyor. Al işte bir akıtma! Adı da akıtıldığı için akıtma olmuş. Bunu bal ya da özellikle üzüm pekmeziyle çok seviyorum. Ben bazen de sıcak sıcak toz şeker serpiyorum, o da benim hoşuma gidiyor. Biz sofraya otururken Emine Abla geldi, onun da elinde bir kap var, “Mahalleyi kokuttunuz, duyunca dayanamadım, geldim!” dedi. Onların koyunları var, Saim’e her gün bir tas taze süt ayırıyormuş. Emine Abla kendi sütlerini övüyor. İnek sütleri bu mevsimde yavan olurmuş. Bir süre onlar her günkü konularını tekrarlayıp şekillendirdiler. Ben Saim’le oynadım. Saim uyuyunca onların konuşmalarına katıldım. Emine Abla bizim okulun kızların sordu. Bildiklerimi anlattım. Arkadaşların onlara ad takışlarına önce çok güldüler. Ancak, erkekleri 240, kızların sadece 22 oluşunu duyunca kızlar adına üzüldüler. Ablam hemen sordu “Sen de bu sözleri söylüyor musun?” Açıkladım, “Bu sözleri onların yüzlerine hiç kimse söylemiyor. Zaten söyleyemezler. Arkadaşlar onların olmadıkları yerlerde onlardan söz ederken kendi taktıkları adları söylüyorlar!” dedim. “Kızlar bunu duyunca ne diyorlar?” “Sazan” dedikleri kızın sözlerini söyledim. “Benim nerem balık? Keşke balık olsaydım. Bana sazan diyen, her halde sazan balığını görmemiş. Önce gitsin bir sazan balığı görsün!” demişti. Emine abla “Aferin kıza, erkek kızmış vallahi!” dedi. Emine Abla, bir süre güldükten sonra sordu: “Ben orada olsaydım bana ne ad takarlardı acaba?” Ablama baktım, ablam gülümsedi, bir an düşündüm, ekledim,  “Arkadaşlar, okuldaki kızların okuldaki durumlarına, derslerdeki tavırlarına, giyimlerine, konuşmalarına bakarak yakıştırma yapıyorlar. Ayrıca bunları yapan birkaç arkadaş, herkesin söylediği beğenilmiyor!” dedim. Ablam, gülerek, Emine Ablaya sordu, “Ben söyleyeyim mi?” “Söyle!” deyince, ablam, “Emine Abla!”  derler dedi. Emine Abla bu sözden hoşlanmadı, ablama, “Sana da teyze!” derler, deyip güldü. Emine Abla gidince ablam ne düşündüyse bana, “Bu Emine var ya o biraz çocuk, hiç büyümeyeceğe benziyor! “dedi. Ablama, “Siz iyi geçiniyorsunuz ama!” dedim. Ablam “arkadaş olarak çok iyidir, her türlü yardıma koşar. Ama konuşurken bazen şirazeden çıkar!” dedi. Hep aklımdaydı ama nedense sormamıştım, ablama arkadaş olarak büyük ablamın kızı Gülsüm gelir. Gülsüm kocaman kız, ilkokulu bitirdi. Ev işlerinde yardımı oluyor mu yoksa daha çok yük mü oluyor? Ablam Gülsüm’den çok memnun, her türlü yardımı yapıyormuş. Bundan sonra da bir süre yapacakmış. Çünkü bundan sonra Gülsüm Ablama değil ablam Gülsüme yardım edecekmiş. Bu nasıl olacak? diye sorunca Ablam, “Gülsüm artık çeyiz hazırlığına başladı, elbirliği ile hazırlayacağız, öyle karar verdik!”  dedi. “Gülsüm daha onbeş yaşında, çeyiz için erken değil mi? diye sordum. Ablam anlattı. Köyde 16’sını dolduran evlendiriliyormuş. Gülsüm için acele edilmeyecekmiş ama titizce bir seçim yapılmaya çalışılacakmış. Kısacası Gülsüm evde kalacakmış, titizce seçilecek bir damat aranacakmış. Güldüm:

-Bunlar güzel düşünceler de Gülsüm buna ne diyecek? Şimdi daha çocuk, biraz büyüyünce fikir değiştirirse! dedim. Ablam, “Anne- babası ona izin vermez!” deyince “Abla öyle diyorsun ama ya senin gibi kaçarsa!” deyiverdim. Ablam bir an duraladı, yutkundu. Belli ki benden bu sözü beklemiyordu. Ne var ki söylediğim de gerçekti. Ablam “Ben doğru olarak uyarılmamıştım, yanıldım, cezamı da çektim, hala da çekiyorum. Gülsüm iki yıldır benim yanımda sözle değil yaşayarak uyarılmış oluyor. Gülsüm akıllı bir insan olacak, benim hatamı kesinlikle yapmayacaktır!” dedi. Bu konuyu açtığım için utandım ama oldu bir kere. Ablam anlattıklarını yeterli bulmamış olacak, devam etti. “Ben seçimimi yaptığımda eniştenin gencecik bir annesi, çocuk denecek yaşta bir kız kardeşi vardı. Kayınvalidemin akranları hepsi hayattadır. Bu da bir şans işi, kadın etli canlı dolaşırken rahmetine kavuştu. Belli bir hastalığı yoktu, dipdiri bir insandı. Bunu ben kendi şanssızlığıma yoruyorum. Kız kardeşi, yani senin Fatma yengen ise çocuk yaşta, bana misilleme olarak kaçırıldı. Benim yalnızlığım sonradan olan bir olay. Üçüncü bir şanssızlığı ise saymıyorum. Çünkü o herkesin başında. Enişten iki yıl askerlikten sonra bir iki yıl daha tutsak edildi!” Özür dilemek de istemedim ama üzüldüm. Ablamın uykusunu kaçırmış olmaktan korkmaya başladım. İyi uykular dileyerek yattım. Uyur gibi öyle dinledim. Ablam ışığı yaktı, Saim’i yokladı, bana baktı, “İyi uykular, mutlu çocuklar!” deyip yattı. Bir süre daha bekledim. Ablam uyumuştu. Ancak benim uykum iyice açıldı. Aklıma geldi, ezberlemeye başladığım Han Duvarları’nın belleğimde kalanlarını tekrarladım. Bir iki atlamayla ilk 60 dizeyi tekrar tekrar okudum. Birden bir sevinç duydum. Oldukça uzun olan şiirin yarısına yakınını ezberlemişim. Horozlar ötmeye başladı. Okula gitmeden önceki günleri anımsadım. Horozlar öterken, pancar arabalarını hazırlayıp yola çıkardık. Kavaklı’ya taşıdığımız günlerde güneş Şeytan Deresi doruğunda çıkardı. Şiiri bir kez daha okudum.

 

”Uykuya varmak için bu hazin günde, erken,

Kapanmayan gözlerim, duvarlarda gezerken

Birden bire kıpkızıl birkaç satırla yandı

Bu dört mısra değildi, sanki dört damla kandı,

Ben garip çizgilerle uğraşırken baş başa

Rastlamıştım duvarda bir şair arkadaşa:

“Onyıl var ayrıyım, Kına Dağından

Baba ocağından, yar kucağından

Bir çiçek dermeden sevgi bağından

Huduttan hududa atılmışım ben. ”

 

İkinci tekrarda Kına Dağına bir türlü ulaşamadım. Kına Dağı, Kına Dağı derken Emine Ablanın saçları gözümün önüne geldi. “Kendi saçlarının rengi mi yoksa sahiden kınalı mı?” Uyumuşum.

 

11 Nisan 1941 Cuma

 

Yeni bir bina yapıyormuşuz. Namık Öğretmen “Temelleri kazdık ama duvarları örecek taş yok!” diyor. Herkes susuyor, ben ortaya atılıyorum, “Neden taş yok?” Arkadaşlar “Müdür Bey taş vermiyor!”  diye bağırıyorlar. “Müdür Bey taş vermeyecekse bize bu temelleri neden kazdırdı?” derken karnıma kocaman bir taş geliyor. Taşın ağırlığıyla uyanıyorum. Gerçekten karnımın üstünde bir yük var. Saim gelmiş pat diye karnıma oturmuş. Ablam Saim’e “Git dayını uyandır!” demiş. Saim işi uzatmak istememiş olacak gelmiş karnıma oturmuş. Ablama anlattım. Meğer Saim bunu Gülsüm’e de yapıyormuş. Babası geldiğinde onu karnına oturtup oynatmış. O günden sonra böyle bir huy edinmişmiş. Biz gülüşüp kahvaltı ederken Emine Abla gene geldi, elinde gene bir kap var, Saim’in sütü geldi, dedim. Emine Abla gülerek:

- Bunu bilemedin işte çok bilmiş, bunu sana getirdim. İç de, sütler arasındaki farkı anla ki başka zaman sorma! Arkasından da koyun sütünün çocukları büyüttüğünü ekledi. “İyi öyleyse senin çocukların çabuk büyüyecek!” Emine Abla, benim dediklerimi duymazdan gelerek “İnek sütü bu mevsimde koyun sütüne göre yavandır!” dedi. Bu kez sordum:

- Saim’in sütlerini içsem ben de büyür müyüm? Emine Abla biraz şaşırarak yüzüme baktı. Ablam söze karıştı:

- Emine Ablaların sürüyle koyunu var, istiyorsan sana da getirir. Saim’e çoktandır getiriyor!” Emine Abla ne düşündüyse sustu. Az sonra kalktı, evin işlerine de el attı. Meğer onların ablamla bir anlaşması varmış. Haftanın bir gününde o ablama gelirmiş, bir gününde de ablam onlara gider o gün o evin işleri birlikte görülürmüş. Cuma Emine abla gelirmiş, pazartesi de ablam onlarda olurmuş. Bu günlerde daha çok, tek kişiyi zorlayan işler yapılırmış. Onlar kısa konuşmalardan sonra çalışmaya başladılar. Emine Abla önce gidip kuyudan su taşıdı. Ben de yardım etmek istedim. İki abla da benim su taşımamı, doğru bulmadılar; “Mahalleli ayıplarlar!” dediler. Birden aklıma geldi, Ramazan’ın babaannesi uzaktan da olsa kuyu başında beni görebilir, deyip diretmekten vaz geçtim. Muhtar Çavuş Amcaya geleceğimi söylemiştim, Köy odasındaki yığınla Ulus gazetesi var, onları gözden geçireceğim. Ablalardan izin alıp ayrıldım. Yolum gene köyün altından Çeşme tarafına çıkıp Harmanlık’tan Muhtarlığa gideceğim, öyle yaptım.

Muhtar Amca beni bekliyormuş. Az konuştuktan sonra anahtarı bıraktı, ivedi işi çıktığı için ayrıldı. Yığınla gazete ama, yıl olarak 1940-1941 yıllarının gazeteleri. Oysa ben onları beş-on yıllık sanmıştım. Evirip çevirip baktım, hep 1940 gazeteleri. Ayrı yerdeki küçük istif de 1941 tarihliler. Köy Enstitüsü sözü geçenleri arıyorum. Köy Öğretmen Okulu üstüne yazılmış birkaç yazı buldum. Çoğunlukla İzmir-Kızılçullu üstüne yazılmış yazılar var. Eğitmen kursları da arada ele alınmış. Bir iki de Eskişehir-Çifteler Köy öğretmen okulu çalışmalarını öven yazılarla karşılaştım. Bizim Trakya Köy Öğretmen Okulu için Ulus gazetesinde tek bir yazı göremedim. Köy Enstitüleri yasası gündeme gelince sık sık yazılar çıkmış. Köy Enstitüleri açılırken yazılar sıklaşıyor. Adını Okuma kitaplarından bildiğimiz yazar Falih Rıfkı Atay yakın aralıklarla oldukça çok yazı yazmış. Açılan okullardan umutlu olduğunu söylüyor. Bir iki tanesini çok sevdim ama uzun olduğu için yazamadım. Kesmeyi düşündüm, yazılar bütün değil sayfa değişiyor. Gazeteyi parçalamaktan da çekindim. “Okuduğuma göre, aklımda kaldığı ölçüde yararlanırım!” deyip bu düşüncemden vazgeçtim. Ayırdında olmadan geç saatlere dek okumuşum. Kapıyı kapatıp çıktım. Muhtar Amca anahtarı Eğitmen Mustafa Güvener’e bırakmamı söylemişti. Evinin önünden geçtim ama evde kimseler olmadığı için anahtar elimde eve döndüm. Evden sonra kahveye gittim. Mustafa Ağabey kahvede oturuyormuş. Babam bize özel olarak çay yaptı, konuştuk. Gazeteleri anlattım. Gazeteleri Partiden gönderiyorlarmış. Halkodası varmış. Daha doğrusu gazetelerin bulunduğu oda Halkodası’ymış. Kimse gelmediği için gazeteler orada duruyormuş. Arada gelen Parti sorumluları gazetelerin düzenli gelip gelmediğini sorup gidiyormuş. Mustafa Ağabeye, “Seçip alsaydım!” deyince, “Hiçbir sakınca yok. Ancak o gazeteler, tüm Halkevleri’nde, benzer Halkodaları’nda bulunmaktadır. İstediğin zaman uğrayacağın bir yerde bulabilirsin!” dedi. Ben zaten almayı düşündüm ama sonra bu düşüncemden vazgeçtim. “Alıp evde bıraksam bir anlamı olmayacak. Götürsem yüküm artacak. Zaten amacım yazıları bulduğumu arkadaşlara göstermekti. Nasıl olsa kendim okudum, böyle yazıların olduğunu bilmek de benim için yararlı oldu!” deyip konuyu kapattım. Mustafa Ağabey, cumartesi günü öğleden sonra aşı yapacakmış. Bana “Gel birlikte biraz da aşı yapalım!” dedi. Ben, aşıların nasıl yapıldığını biliyorum ama uygulamada pratiğim yok!” deyince Mustafa Ağabey gülerek, “İşte o, olmayan uygulama pratiği yarınki çalışmalardan sonra oluverir!” deyince bizi dinleyen babam da güldü. Bana dönerek, “Fırsatı değerlendir!” Mustafa Ağabey gene gülerek, “Bir söz vardır, Acemi nalbant, nal çakmayı çoban eşeğinde öğrenir! derler. Biz yarın, kırda, Kurudere ahlatlığında çalışacağız, kimsenin bahçesine de zarar vermeyeceğiz. Keseceğimiz dallar, ahlat ağaçlarını kurutmayacak bilakis güçlendirecek!” Sevinerek, “Olur!” dedim. Mustafa Ağabey yarın hazır olunca buraya gelecek, buradan beraberce, geçmişte adım adım gezip dolaştığım Kurudere’ye gideceğiz. Mustafa Ağabeyden sonra eve döndüm. Daha okulda, köye gidince yapacağım dediğim bir işim vardı, onu gerçekleştirmeye kalkıştım. Küçüklü büyüklü on defter tutan Ruznamemi baştan sona bir defa okumak. Evde bıraktığıma göre belki uzun zaman okuyamayacağım. Hatta hiç okumayabilirim de. Balkan Savaşı’nda olduğu gibi, evcek göçülürse, her şey gene yanıp kül olur. İlk defteri açtım. Kendi yazdığımı okumakta zorlanınca oldukça üzüldüm. Çizgisiz deftere yazışımı da kınadım. Bitişik harfleri seçmekte güçlük çekiyorum. Zaten ilk günler için yazılanların arasına sonradan katılanlar olduğundan iyice karışmış. İlk beş gün böyle. Vahit Dede’nin ikinci gelişinden sonra bir düzelme var. Zaten ondan sonrakiler hep o günün yazıları. Uzun süre okudum. Bir ara ablam seslendi, “Yemek yemedin!” Mutfağa gidip yemek yedim. Ablam bana özel olarak piliç kızartmış. Ablam anımsattı, “Yanıksı yanıksı kızartılmış tavukları çok seversin!” dedi. Ablamın ne dediğini biraz düşünmeden anlayamadım. Gülümsedim:

- Okula gideli beri ablamın söylediklerini hiç gördüm mü ki? Yanıksı yanıksı piliç eti… Galiba Edirne-Karaağaç’ta bir iki, bir iki de Alpullu’da yemiştik. Alpullu’da bir cumartesi günü tavuk, tulumba tatlısı vardı. Ömer Uzgil Öğretmen ara tatilini duyurunca herkes yemeklerini yarıda bırakmıştı. Tıka basa tatlı yedikten sonra ilk yola çıkan Kadir Pekgöz’le ben olduğumu anımsıyorum.

Kahveye dönünce babamın kuyuya gittiğini gördüm. Babamın içme suyu için iki özel destisi var. Onları kendisi gider, Bekarlar’ın kuyusundan doldurur. Koştum, babamın elinden destileri almak istedim. Babam birini verdi, “İkisi olmaz, getireceksen iki defa dönersin, ikisi birden ağır olur!” deyince razı oldum. Babam elinde boş destinin biri ile geri döndü. Ben aldığım destiyi doldurup kahveye döndüm. Öteki destiyi alıp kuyuya gittim. Kuyu C’lerin evinin tam karşısına düşer, C görmüş, elinde bir su kabı geldi. Ben kovayı kuyuya salarken, “Sıra bendeydi, açıkgözlük etme!” dedi. Yavaş bir sesle de “Hoş geldin!”i ekledi. Geldiğimi görmüş. Hanife Halama gittiğimi de görmüş ama Hanife Halamın hastalığı nedeniyle gelmekten vazgeçmiş. “Uzaklara gidiyormuşsun, orası neresi?” diye sordu. “Ankara!” deyince “Ne mutlu Ankara’ya gidiyorsun!” dedi. Biz konuşurken, kuyu bitişiğindeki evin çocuğu Arif beni görünce geldi Arif de benden sonra Hamitabat okuluna gidenlerden. Bu nedenle aramızda bir ilişki vardı. O da çok okumak istiyordu ama babası onu işe yöneltti. Konuşmayı uzattık. C bana iyi yolculuklar, bol şanslar diledi. Biraz şişmanlamış ama daha güzelleşmiş. Köyde tüm kadınlar gibi başına ferace denilen bir örtü örtmüş. Dönerken feracenin ucu yakındaki kovaya takılınca saçları çıktı. Belikli saçları gene belinden aşağı, kalın kalın dört belik. Saçlarını merak ediyordum. Sanki özel olarak bana göstermiş gibi oldu. Ancak C bunu kesinlikle bilerek yapmadı, Bu bana oradaki kovanın özel bir numarası oldu.

Arif ayrılmadı, konuşa konuşa kahveye geldi. Arif’e kızmadım. Gelmeseydi belki daha çok üzülecektim. Arif’le konuşurken bile onu düşündüm. Kuyu başında daha ne konuşabilirdim ki? Dört gün önceki A için düşündüklerimi bugün C için düşünüyorum. Arif’in babasını da severdim. Şimdi rahatsızmış. Bugün de Çorlu’ya gitmiş. Orada ünlü asker doktorları varmış. Arif’in babası köyde uzun askerlik yapanlardandır. 1. Dünya Savaşı’nda Avusturya’ya giden tümendeymiş, Galiçya’da Rus’larla çarpışıp tutuklu duruma düşmüşler. Yıllar sonra evine dönen bir gazi. Öykülerini ilgiyle dinlerdim. “Geçmiş olsun!”  dileklerimi iletmesini Arif’ten istedim. Bekar Hasan gözümün önüne geldi. Şimdi doktor doktor dolaşıyor. Duygularımı karıştırdı. Belki de bu karışıklık bir bakıma beni uyardı. C’yi fazla düşünemedim. Gene de görmüş olmam iyi oldu. Ancak onu görmemi gene o sağladı. Çünkü onlar o kuyuya çok ender giderler. Onların kapı önünde bir başka kuyuları vardır. Hatta o kuyu çoğunlukla onların lakaplarıyla anılır. Köyde çok insan o kuyuyu onların olarak bilir. Gene bir pişmanlık yaşadım, keşke kızını sorsaydım; o bundan kesinlikle mutlu olacaktı...Önümde daha iki günüm var ne yapıp yapıp C ile karşılaşarak (bir olanak yaratıp) güzel kızını sormalıyım”.

Babam kahvenin arka bahçesinde çalışıyor. Bahçenin bir ucu küçük ablamın evi için ayrılan bölüm yeni sürülmüş. Yeni sürülen yerlere güvercinler inip yiyecek arıyorlar. Güvercinleri bahçeye yayılışlarını izledim. Güvercinler hem çoğalmış hem de renklenmişler. Tepelilerin, paçalıların sayısı artmış. (Paçalı, ayaklarında tüyler olduğu için, tepelilere de, tepelerinde horozları andıran tüyler bulunduğu için biz, bu adları verdik) Yanlarına gittim, öyle gezdim. Üstlerine basacak derecede yaklaşıyorum gene döne döne ayak uçlarıma dek geliyorlar. Kahveye döndüm. Güvercinler birden uçtular. Babama sordum, “Neden ürktüler? Babam açıkladı, “Ürkmediler, onların içinde yönlendiricileri vardır, onlar uçunca öbürleri onlara uymak zorundadır. Yönlendiriciler öylece uçuverir ama onu izleyenler ona uymak için topluca uçtuklarında ürkmüş izlenimi alınır”. Babam, Küçük Ablam için tasarladığı ev yerini saptamış yönünü, çıkış kapısını ölçmüş; kahveye bir engel getirmeyecekmiş. Ayrıca kahve de eve engel olmayacak. Evin ustası bile hazırmış, Üzeyir Usta. Babam “Üzeyir’in on parmağında on hüneri var, inşaat da bunlardan bir tanesi!” dedi. Üzeyir şimdilerde de bağlama çalışıyormuş. Abbas Amcamla işler arasında olanak buldukça çalışıyorlarmış. Babam, “O zaten Bulgaristan’da Bulgarlar arasında yetişmiş, bu nedenle Bulgar gaydası çalmasını da öğrenmiş. Onun yararını görüyor, kısa zamanda kendini dinletiyor. Ancak çok sinirli, sazı eline alınca yanındakilerin konuşmasına dayanamıyor. Onu dinlerken öksürmek bile sorun oluyor”.

Biz konuşurken Abbas Amcamı gördüm, kuyu başında bir işle uğraşıyordu. Kırklareli’de olduğunu söylemişlerdi, gelmiş. Yanına gittim, Amcam kuyuya yeni ip almış onu takıyordu. “Hoş geldin!” dedim amcam, gülerek “Asıl sen hoş geldin yeğenim, ben her zaman buradayım!” dedi. Hasan Amcamı sordum, iyilermiş, kızlarını büyütüyormuş. “Şetvan, Elvan! diyerek, onların gözünün içine bakıyor. Onlarla geziyor, onları, çarşıya, pazara götürüyor. Şetvan’ın derslerine yardımcı oluyor. Böylece Atiye Yengenin dırdırından da kurtulmuş oluyor!” dedi. Abbas Amcama, “Atiye Yengeyle dargın mısınız?” diye sordum. Amcam, “Arada Ağabeyim varken nasıl darılırım, Hasan Ağabeyim benim canım ciğerim. Ona toz kondurmam. Ancak yengemle de barışık olmamız, onun açısından olası değil. Ben, hani bir söz vardır Ağzımla kuş tutsam Atiye yengem beni gene küçümser. Bunun asıl nedeni belli; miras işi. O bu konuda Nuh dedi, peygamber demeyecek!” Amcam anlattı. Hasan-Abbas Amcalarımın babaları Mehmet Amcam, yaşamının son yılında, kızı Hanife Halamı da çağırarak, üç çocuğuna bir vasiyette bulunmuş. Hanife Halam evli, kurulmuş bir düzeni var, iyi fena geçinip gidiyor. Hasan Amcam, okumak için ayrılmış, bir iş üslenmiş, bir ev düzeni kurmuş, yaşamını bu düzen içinde sürdürüyor. Aile ocağını küçük oğul Abbas olağan şekliyle sürdürecek. Mehmet Amcam: “Dileğim, benden sonra, Baba hakkı deyip kardeşinizin karşısına çıkmayın. Kardeşiniz, sizden daha iyi bir durumda olduğunda bu sözlerimi anımsayıp yapabileceği özveriyi yapsın. Siz, istekli olarak karşısına çıkmayın!” Bu vasiyete uyulacağı üstüne söz verilmiş. Mehmet Amcamın ölümünden sonra kardeşler sözlerinde durmuşlar. Ancak olayı sonradan öğrenen Atiye Yenge bunu gündeme getirmiş. Hasan Amcamın başının etini yedikten başka, gelip gittikçe Abbas Amcama doğrudan çatmaya başlamış. Hanife Halama da sataşarak, oyun bozanlıkla, gizli işler çevirmekle suçlamış. Bu yüzden Hanife Halam, Atiye Yengeye son sözünü söyleyip bir daha onunla bir araya gelmemiş. Bu olaydan sonra Atiye Yenge Abbas Amcamın karşısında olmuş. Ancak Hanife Halam gibi kızıp uzaklaşmaması için işi şakalı tartışmalara çevirmiş. Şimdilerde miras sözleri kalkmış ama, vefasızlık, unutkanlık, umursamazlık türünden sıfatlarla konuşarak bir tür soğukluk sürüyormuş. Ben bunların bir bölümünü ablamdan duymuştum. Kırklareli panayırına bir kez gittiğimizde Hanife Halam da bizimle Pehlivan Amcalara gelmişti. Ablama, “Hanife Halamın burada kardeşi var, onlara neden gitmedi?” diye sorduğumda, “Hanife Halan onlara gücenmiş, o nedenle gitmiyor!” demişti. Konuyu değiştirerek Abbas Amcama Üzeyir’in bağlamasını sordum. Abbas Amcam şakacıdır. Üzeyir’e esmer olduğu için, “Kara Kole!” der. Kara Kole, Bulgarların ünlü bir oyun kahramanıymış. Bundan algılayarak Üzeyir’e takılır. Ben sorunca “Kara Kole saza dört elle sarıldı,  boynuz, kulağı geçermiş, bildiği parçaları benden daha iyi çalıyor!” dedi. Amcamı daha fazla ayakta tutmamak için tekrar görüşmek dileğiyle ayrıldım.

Hanife Halamların bahçesinden kahveye dönerken Halamın yanından çıkan C ile karşılaştım. Kızına yürüme öğretiyordu. Sevindim, tam düşündüğüm, daha doğrusu umduğum gibi oldu, “Ay, bu ne kadar güzel kız, ay parçası!” dedim. C biraz sorgular gibi “beğendin mi?” dedi. ” “Bu kadar güzel çocuk beğenilmez mi? Hem de çok beğendim!” deyince C, “geçen gördüğünde böyle konuşmamıştın” deyip sitemini yaptı. Ben de duraksamadan, “Geçen defa senin kucağındaydı, kendini sana taşıtıyordu, bu nedenle ona kızmıştım, ondan öyle dedim!” deyince C, çocuğa eğilip, “Ah canım bak beni senden bile kıskananlar var!” dedi. “Allahaısmarladık, hoşça kal, güzel çocuk!”  sözlerini birkaç kez tekrarladım. Ben, ara kapıdan kahve bahçesine geçtim. C sanırım geri dönüp gene Hanife Halamlara girdi. Kahvede kalmadan eve döndüm. İçimde bir kuruntu; C beni, Abbas Amcamla konuşurken gördü, özellikle önüme çıktı. Çocuğu da yanında, beni bir kez daha sınadı: Çocukla görünce kıskançlık duyuyor muyum? Eğer böyleyse, ne yapmam gerekirdi? Geçen defaki tavrımı yanlış bulmuştum. Ona göre düşünüp böyle yapmayı tasarlıyordum. Tam istediğim gibi oldu. Daha fazla kurcalamanın bir anlamı yok. İki gün sonra gidiyorum. Bir daha belki yıllar sonra göreceğim. Düşünmeden söylediğim bir söz için içimde pişmanlık kalmadı. Bu da güzel bir rastlantı oldu İçimden kendime, “Kes sesini, bu güzel karşılaşmaları unutma, bunu sen değil C hazırladı. Bunu düşün!”

Eve dönünce kaldığım yerden okumaya başladım. Sofuali köyüne gidişimizi, büyük halamı anımsadım. Halam unutulmuş bile; babam, Ali Ağabeyim, ablam onu hiç anmadılar. Kamber Amcandan söz edildikçe hep Elfide Halamı anımsadım. Babamın iki ablası vardı: Nefise Halam, Elfide Halam. Bunları çocukluğumda hep duyardım. Üç teyzem iki halam. Nefise, Elfide halalarım, Elif, Zühre teyzelerim. Annemin adını da aralarına alıp yazardım. Hatice... Okula giderken, kızların adlarına bakardım, annemin adı dışında ötekilerin hiç birisinin adı yoktu. Abbas Veli’nin kızı Hatice vardı. Hatice’yi korumaya çalışıyordum. C ile hiç sevişmezlerdi. Yalnızken Hatice’ye daha yakın oluyordum. Bunu Hatice’ye söylüyordum:

-Benim annemin adı da Hatice!

Alpullu’dan tatil için köye dönüşümüzü biraz şaşarak okudum. Gece geç vakit eve gelmişim... Hele Kırıkköy’de bizi köylülerin kahveye çağırıp çay ısmarlamaları, bizi övmeleri, sonra da “Biz sizi geç vakit salmayız, şimdi kıştır, yarın gidersiniz!” demeleri. Biz diretince de karakola haber verip jandarmalarca bekleteceklerini söylemeleri ne ilginç. İlginç olan bir başka olay da, biz o zaman kahvede beklerken Gül'ün köyde olması, gene bu yıl gelen Rüştü’nün belki de o sıralar geçtiğimiz sokaklarda oynamış olması. Onları tanısaydık, bize yardımcı olurlardı. Onları düşünürken, aklım gene okula gitti. 1. 2. sınıflar şimdi okulda. Sanırım onlar çok tedirgindirler. Bir yandan bizim olmayışımız, bir yandan okulun tüm işlerini yürütmek, bir yandan da bir hafta izinli çıkacak olmaları, dönmeleri, arkasından da bizim gideceğimiz yere gelmeleri. Sanırım onlar bizden daha uzun bir süreç tedirgin yaşayacaklar. Bu süreç sanırım en az bir ay uzayacak. Ya bizim Hüsnü Yalçın, Emrullah arkadaşlarımız, onlar ne yapıyorlar? Şimdi aklıma geldi. Bu kez önerseydim belki Hüsnü Yalçın gelirdi. Okulda hiç aklıma gelmedi. Kendi kendime güldüm, “Kendi köylüm olan Ramazan’ı anımsamadığıma göre Hüsnü’yü nerden anımsayacaksın!” Ablam sordu, “Gülsüm Saim’e gitsin mi? Yoksa sen mi gideceksin? Düşündüm:

-Bu gece Gülsüm gitsin, yarın ben gideyim. Öbür gece burada kalıp yola buradan çıkayım! Zaten ablam da öyle düşünmüş, Gülsüm de hazırlanmış ama benim fikrimi sormuşlar. Gülsüm sevinerek gitti. Bu kez Ali Ağabeyim, benim para durumumu öğrenmek üzere ablamı araya koymuş. Ablam “Uzaklara gideceksin, para durumunu iyice bilelim!” dedi. Paramın olduğunu söyldim, “Para istemiyorum, arkadaşlarımın hiç birisinde benim kadar para yok. Gereksinim olunca size yazarım!” dedim. Ablam sevindi. Sanırım sevincinin çoğu paramın olmasından çok tutumlu davranmamdan ileri geliyordu. Konuşmasına baktım, hep benim tutumluluğum üzerineydi. Ben de 6 ay önce aldığı 150 liranın neredeyse tamamını akordiyona verdiğimi söylememek niyetiyle para durumunu geçiştirmeye çalışıyordum. Ablamla anlaştık.

Hava iyice kararınca gene kahveye indim. Abbas Amcam geldi. Bir rastlantı bağ kazmaya başladığından beri kahveye çıkmadığı söylenen Üzeyir de kahveye geldi. Bağlama, saz söz derken, Abbas Amcam Bektaşi nefeslerinden, Üzeyir de halk söylencelerinden söz etti. Abbas Amcam Bektaşi şairi Genci denilen birini anlattı. Genç yaşında bağlama çalmış, bu nedenle adı Genci olmuş. Genci uzak diyarlardan Tebris taraflarındanmış. Üzeyir ise Aşık Kerem’i anlattı, o da Tebrisliymiş. Onlar konuşurken aldı beni bir tasa, Tebris neresi? Bana soracaklar diye ödüm koptu. Sormadılar ama konuşmaların tadını da alamadım. Genci’yi Bektaşi dedesi dedikleri için Vahit Dede’yi örnekleyerek gözümde canlandırmaya çalıştım ama Kerem için bir örnek düşünemedim. Sonunda saz çalan biri deyip durdum. Geç vakit eve döndüm; Geçmiş günleri anımsadım, bir ara bizde çobanlık yapan Kamber vardı, sık sık şarkı söyler, “Aldı Aşık Kerem” deyip bir şeyler söylerdi, sonra da aldı Aslı deyip karşı sözler söylerdi. Onları toparlamaya çalıştım ama sağlıklı bir ip ucu tutturamadım. Sonunda uyumuşum.

 

12 Nisan 1941 Cumartesi

 

Derinliğine uyumuşum. Rüya falan da yok. Horozlarsa bu gece ötmeyi unutmuş olacaklar, sesleri çıkmadı. Geç kalkmaya da iyice alıştım. Köydeki yaşamla okuldaki yaşam arasında ayrılıklardan bir de saat olmayışı. Buna karşın sabaha karşı horozların yaygarası insanları okul zili gibi ayaklandırıyor. Akşamları da ilginç. Güneş batarken sürüler köye dönüyor, Bağırış çığırış, inek sesi, koyun kuzu sesi bir birine giriyor. Kısa bir süre sonra köpek sesleri başlıyor. Bir süre sonra tam bir sessizlik basıyor. Bizim köyün sessiz gecelerinde söylendiğine göre, susmadan öten bir kuş vardır. Böyle ses çıkaran bir kuş yakın köylerde yokmuş. Yıllar önce bazı kimseler, merak salıp bu kuşu yakından dinleyerek, nerede, hangi ağaca konup öttüğünü- saptamaya çalışmışlar. Bunda başarılı olamamışlar. Küçüklüğümde zaman zaman ben de ağabeylerimle ya da kahvede sözü edildiğinde dışarı çıkar bu sesi duyardım. Durup durup cuuuuuuk, cuuuuuk diye bir ses gelirdi. Okula gitmeden önceki yıllarda gece rahatça dolaşmaya başlayınca arkadaşlarla ben de bu kuşun ses yönünü, o yöndeki ağaçları saptamaya kalkışmıştık. Biz daha bilinçli davranıp sesin geldiği yönde belli başlı ağaçları da saptadık. Ses bizim köye, köyün karşısındaki Bağlar Yakası dediğimiz tepeden geliyordu. En az iki gece o tepeye çıkıp sesi dinledik. Kesinlikle oradan geliyor diye umutla gittiğimiz ağaçlara ulaşınca sesin, bir dere ötesinden, Hamitabatlıların Delendere dedikleri yöndeki ağaçlardan geldiğini anladık. Bunu söyleyince bize kimse inanmadı:

-Delendere’den buraya kuş sesi gelmez! deyip gülenler oldu. Daha insaflılar ise, “Siz gidince kuş uçup uzaklaşmıştır!”  dediler. Bunlar haklı olabilirdi. Ancak biz “Kuş, iki üç denemede de neden hep aynı yöne gitsin?” diye sorarak savunma yapmıştık. Gerçekten Bağlar Yakasının kuzeyinde de güneyinde de ağaçlar var, hem de daha büyük ağaçlar. Biz söylediğimizde diretince bu kez yaşlılar bize öğütte bulundular: Yıllardır bu köy o kuşun sesini dinliyor. Bunda bir hayır olduğu gibi, onun peşine düşüp kaçmasına neden olmanın da uğursuzluk getirebilirliliği öne sürüldü. O zaman benim dışımdaki arkadaşlar birer ikişer kuş izlemekten vazgeçmişlerdi. O kuşu gene sordum. Babam, “Sen unutmuşsun kuş, orak bitimi ile bağbozumu aralarında öter!” dedi. Köy korularının ölçümü için geçen yıl gelen ormancılar, sesi dinlemişler, “Bu bir tür çulluk kuşudur, az bulunur, göçmen kuşlardandır, değişik türleri vardır, eşli yaşarlar ama ayrı dururlar. Ancak bir birleriyle sürekli, haberleşirler. Öyle çok uzun yaşamazlar ama kolay kolay da çevre değiştirmezler!” demişler. Çulluk adını kuş olarak duydum. Bir de Çulluk adlı kitap karıştırmıştım. Ancak o kitap kuştan çok bir insanı anlatıyordu. Fabrika işçileri falan vardı. Nedense Çulluk’u okumamıştım.

Yazdıklarımı okumayı sürdüreceğim. Hiç değilse Lüleburgaz’a göçümüze gelmeliyim. Öğleden sonra diye Mustafa Ağabeyle konuştuk ama öğleden sonra ne zaman başlıyor? Kahvede beklerim, o gelince gideriz. Alpullu Şeker Fabrikası’nı iki kez değilse bile bir buçuk kez gezmişim. Tam olarak arkadaşlarla, yarım olarak da İsmet’le onun tanıdığı gezdirmişti. Sebze bahçesinde çalışmalarımız, geliş gidişlerdeki çekişmeler, Ahmet Korkut Öğretmenle İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun gelişi, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu ile İsmail Hakkı Tonguç’un aynı kişiler olduğunu kimi arkadaşların benimle tartışmalarını hep yazmışım. Hele İsmet’in o Benli Kız masalıyla arkadaşları oyalaması, arkadaşların kızı gördükçe İsmet’e takılmaları, İsmet’in “Ah Benli, vah Benli!” dediğinde o kızı anımsayıp İsmet’e takılmaları çok ilginç. Bir gün gerçeği öğrenince İsmet’e ne diyecekler acaba? Benim, olayı bilip de sır vermememi nasıl yorumlayacaklar? Kendi kendime okurken sesli sesli güldüm. Ablam sordu, neden gülüyorsun? Bir arkadaşın mektubunu okuduğumu, ona güldüğümü söyledim. Aklına bir şey gelmemesi için de İzmir-Kızılçullu’dan Ziya Fikri arkadaşı anlattım, fotoğrafını gösterdim. Ablam, “Ne iyi ettin de okula gittin, bak ne güzel şeyler öğreniyorsun ne güzel insanları tanıyorsun!” dedi. Ziya Fikri arkadaşın memleketini sordu. “Fethiye… İzmir’den daha uzaklarda Akdeniz kıyısında!” diye arkadaşın yazdıklarını el yordamıyla anlatmaya çalıştım. Ablamın benim adıma mutlu olduğu besbelli oluyordu.

Yemek yeyip kahveye indim. Babam gülerek “Aşıya gidiyorsun, destere, keser, bıçak gibi kesici bir şey götürmeyecek misin?” diye sordu. “Mustafa Ağabey gerekli olanları alır!”  diyerek savunma yaptım ama babam, “ Gene de elinde bir kesici olsun” diyerek kendi açılır kapanır ikili çakısını verdi. Bu çakı babamın vazgeçemediği değerli araçlarından biridir. Saatı, yüzüğü, mührü, tüfeği, Nacağı, bir de eskiden kullandığı kemeri, içine altın paraları sakladığı kemeri en önemli saydığı anılı gereçleridir...

Mustafa Ağabey geldi. Mustafa Ağabeyin bir sırt çantası var. Kıl-kumaştan yapılmış ama içine birçok araç konulabiliyor. Saraç elinden çıkmış, Dikiş yerleri deri. Hazır da satılıyormuş. Ancak Mustafa Ağabey özel olarak yaptırmış. Arka içte adı yazılı. Mustafa Ağabey yapılacak aşılar için babama bilgi verdi. Daha çok benim için bu günü seçmiş, “Beraber olmak istedim!” dedi. Ahlat-armut, güvem-erik-İğde-söğüt, söğütten söğüde ters aşı bir de bağda çubuk aşısı. Önce eski Bağlara gittik, geçen yıl yapılmış aşıları gördüm. Hemen hemen yapılanların hepsi tutmuş. Sürgünler yeni başlamış ama canlı canlı büyüyor. Mustafa Ağabey anlatıyor. “Bu kütükte hem siyah hem de beyaz üzüm olacak. Bu erikte mor-sarı erik, şu armutta iki dal armut, üçüncü dal ahlat, dördüncü dal ise gene ahlat ama değişik bir ahlattan.” Bir daldan bir dala aşı fikrim vardı ama, Mustafa Ağabeyin anlattıklarına inanamadım diyebilirim. Eski aşılıların yanı başlarına bu kez de benzerlerini yaptık. “Yaptık!”  diyorum, Mustafa Ağabey gösteriyor, onun söylediklerini yapıyorum, aşı oluyor. Bizim bağa uğradık. Rasgele bir erik, iki asma aşıladık. Ön hazırlık olmadığı için, yani aşılanacakları daha önceden peydahlamadığımız için salt aşı yapmak için aşı yaptık. Oradan Kurudere’ye indik. Orada da Mustafa Ağabeyin önce yapılmış aşıları var. O aşıları gösteriyor, “Bu bir yaşında, bu iki, bu üç...” Su kenarında söğüt aşılarını daha rahat yaptım. Bir kaç dala da ters aşı denedim. Dallar yukarı değil aşağıya büyüyecek. Dere yamaçlarındaki öbek öbek güvemlere erik aşılamış. Mustafa Ağabey “En nankör bunlar, beşte bir ancak tutuyor!” dedi. Mustafa Ağabey geçen yıllar babama bir öneride bulunmuş, kahve önündeki dutun bir dalına kara dut aşılamak. Babam razı olmamış. Mustafa Ağabey kendi bahçesinde aynı kökte iki dut yetiştirince babam şimdi aşılanmasını kendisi istedi. Ancak bizim dut yaşlı. Aşı için bir dal kesip taze filiz sürünce aşıyı ona yapmak gerekiyormuş. Mustafa Ağabey, babama, “Yarı şansa razı olursan bir dal kesip kalem aşısı yapalım!” dedi. Babam razı oldu. Mustafa Ağabeyin seçtiği bir orta dal kesip aşıladı. 4 kalem çektik: bir babam, bir ben, iki ustamız Mustafa Ağabey. Mustafa Ağabey bana “Ankara’ya gideceğine göre, benim orada beni seven değerli bir Kurs Şefim var, Milli Eğitim Bakanlığında bir gün görürsen benim sonsuz saygılarımı ilet, beni anımsamayabilir ama olsun ona sonsuz saygılarım var anımsamasa bile duysun isterim. İlk yıllar tebrik yazdım, yanıt verdi ama, bunu sürdürmekten çekindim. Bakanlığa geçince işi başından aşkındır, zaman ayıramaz, diye düşündüm. Görüp konuşma olanağı bulursan sen de seveceksin. Büyüklük taslamayan bir büyük adamdır. Ferit Oğuz Bayır!” Adı hemen yazdım, Edirne-Karaağaç eski Eğitmen kursu şefi. Şimdi Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Şube müdürü. Mustafa Ağabey, “Yarın görüşemeyebiliriz, şimdiden güle güle dedi, hayırlı yolculuklar, iyi çalışmalar diledi, “uzağa gittiğine göre artık mektup yazmak zorundasın, açıklayıcı mektuplarını bekliyorum!” sözlerini tekrarlayarak ayrıldı.

Birden sıkıldım, ayrılıklar başlamış oldu. Bu akşam Küçük Ablama gidiyorum; yarın da oradan ayrılacağım. Eve gittim. Bir süre oyalandıktan sonra Saim’e gittim. Gene Harmanlık yoluna doğrulunca ablam sordu, “Neden uzun yolu yürüyorsun?” Biraz utanarak, nedenini anlattım. Ablam, Ramazan için, “Sen o çocuğu sevemedin galiba!” dedi. Ablamın dediği doğruydu, “Ben o çocuğu sevemedim, galiba değil gerçek bu. Kusur bende mi? Sanırım kusurun büyüğü bende ise de Ramazan’da da benim kadar bu konuda kusur vardır. Sağa sola bakınarak Küçük Ablama gittim. Ablam, kapı önünde bir şeylerle uğraşıyordu. Yardım ettim. Saim’i çimenlerin üzerinde yuvarladım, omzuma alıp zıplattım. Akşam erken yattık. Gündüz biraz çok gezmişiz anlaşılan, erken uyumak istedim. Yatınca da uyudum. Ablam erken kalkıp hayvanları bırakıyor, tavuklarına yem, su koyuyor. Tıkırtılardan bu sabah uyandım. Saim’i bekledim, geçen sabahki gibi atlasın, kıkır kıkır gülsün istedim. Beklerken gene uyumuşum. Uyduğumu görünce ablam bu kez Saim’i usulca almış, kapıyı kapatmış.

 

13 Nisan 1941 Pazar

 

İkinci uykudan oldukça geç kalktım. Ablamla gene aynı konuları konuştuk. Ayrılıklar, geçmişte olanlar, annem, babam, Gülsüm, eniştem derken öğleyi ettik. Ablam haklı olarak “Yarın gideceğine göre babam bugün seni bekler, geç kalma!” diye uyardı. Ablamdan üzgün olarak ayrıldım. Ablacığım hem çocuk büyütüyor hem de evinin işlerini yürütmeye çalışıyor. Yukardan yardım ediyorlar ama, işler, ineğiydi, buzağıydı, suyuydu, ekmeğiydi gene onun elinden çıkıyor. Tek tesellim yakında yukarıya taşınacak olması. Saim’e, “Bir daha gelişimde yeni evinizde oynayacağız!” dediğimde ablamın çok sevindiğini üzülerek gördüm. Besbelli çok sıkılıyor.

Bu kez evden önce kahveye uğradım. Babam yalnızdı. Bahçede çiçeklerle, yeni diktiği fidanlarla uğraşıyordu. Yakın olduğu için Abbas Amcamın kuyusundan su taşıdım. Eve çıktım. Ablam beni bekliyormuş. Ablam bu kez babam için aracı. “Babam dedi ki!”  diye başladı. Babam ablama önce para durumu sormuş, Ablam paramın olduğunu söyleyince, babam, “O geçen defa sizden alacağının hepsini aldığı için söyleyemiyordur. Onun parası yoktur!” demiş. Sonra da, “O artık bizden giderek uzaklaşıyor. Okula giderken kardeşler arasında bir ayırım yapmıştık. Siz atları, ötekiler öküzlerle mandaları aldı. Ona da bir çift malak ayırmıştık. Okula giriş parası için onun hakkı olan malakları sattık. O zaman n’olur n’olmaz diye bir de düve ayırmıştık. O düve şimdi buzağılı inek, götürün onu satın, ederini de kendisine verin. Ben gönlümde o ineği hep onun diye bellemiştim. Bana onu çağrıştıracağı için kafam sürekli onu anımsatacak, en iyisi gönlümden geçeni yapalım!” demiş. Ben ablama yemin ederek “param var! dedimse de ablamın bu konuda söyleyecek fazla sözü olmadığı için, “Yarın Ali Ağabeyinle beraber gideceksiniz. Üzeyir erkenden ineği yola çıkaracak, haberin olsun. Babamın kararı kesin. Babama “Sıkıntıya düşerse bize yazar, gerekirse o zaman satarız!”  dedim ama babam biraz da savaş kuşkusu içinde, “Hepimiz çil sürüsü gibi dağılabiliriz. Düşman gelecekse haber vererek gelmez!” deyip kestirip attı.” Ablama diretmenin anlamsız olduğunu anladım. “Ben babamla konuşayım!” deyip kahveye gittim. Kahvede Kolsuz Hamza Amca ile birkaç kişi vardı. Konu gene savaş haberleri. Edirne’ye trenler gitmiyormuş. Bunu bilmiyordum. Edirne’ye trenle gidecek iki arkadaşım var, Halil Basutçu ile Bekir Temuçin. İçimden “Acaba gidemediler mi?” sorusu geçti. Kırklareli’ye gidip oradan geçerler, diye düşünüp rahatladım. Bir ara babam, ablamın söylediğini bir başka şekilde ortaya getirdi. “Savaş durumu gitgide sarpa sarıyor. Balkan Savaşı da böyle olmuştu. Olduydu, bittiydi derken Bulgar askerleri tepemize dikildi. Böyle durumlarda insanlar kendi canlarını kurtarma kaygısına düşerler. Evvelki yıl hayvanları bölüşürken sana bir düve ayırmıştık. Onu sattır, parasını da yanına al!” dedi. “Param var!” demeye kalkarken babam, “Benim dediğimi yap, hayvancağız benim için dert olmasın, kısmet böyleymiş, deriz. Bir gün köye sağ salim dönersen gene alır istediğimizi yetiştiririz!” Babamın bana söylediği ablama söylediğinden farklıydı. Bir süre düşündüm: Babam bu konuyu kendine sorun yapmış, en iyisi onun sözüne uymak! “Sen nasıl istiyorsan öyle yapalım!” dedim. Babamı dinleyince, benim de düşüncem değişti. Sahiden düşman gelirse ne hayvan kalacak ne insan! Balkan Savaşı gibi Yunan işgalinde de öyle olmuş. Babam, Yunan işgalinde hayvanları (koyunları da) ivedi davranıp Bulgaristan sınırındaki Ahmatlar-Karaabalılar köylerine götürmüş. Yeni Bedir muhtarı olan Kamber Amcamın köyü. Tam Bulgaristan sınırında olduğu için, Yunan askeri sınırlara yaklaşmamış. İki ağabeyim çocuk yaşlarında iki yıl oralarda çoban olarak kalmışlar. Böylece, herkesin hayvanları Yunan yağmacılarınca götürülürken bizimkiler kurtulmuş. Babam, “Bu tür Şans Kuşu her zaman insanın başına konmaz!” diyor. Ayrıca bana, “İneği satarken yapılan pazarlığı senin de izlemeni istiyorum. Bunlar birer deneyimdir. İnsanlar bazen önemsiz gibi gördüğü olaylardan da önemli dersler alır. O ineği iki yıl önce satsaydık en az yüz lira ederdi. Yarın göreceksin bunu yarısı bile etmeyecek. Çünkü insanlar ellerindekileri çıkarma telaşı içinde. Belki de hiç satılmayacak. Taze buzağılı oluşu şansımızı arttırabilir. Durumu yakından görmeni istiyorum!” Babama hak verdim, “Haklısın babacığım!” dedim. Hanife Halama uğrayıp, “Allahaısmarladık!” dedim. Hanife Halam “Bugün biraz daha iyiyim!” dedi. Gerçekten yüzü daha canlıydı. Oğlu Hilmi’den mektup gelmiş, iyiymiş. Demir atölyesinde çalışıyormuş “Mesleği ilerletiyorum!”  diyormuş. Hanife Halam benden sordu, “Nasıl ilerletir? Ben: “Büyük atölyelerde yeni yeni işler yapılır, onların nasıl yapıldığını görür öğrenir, gelince burada o işleri sürdürür!” dedim Hanife Halam sevinçli bakışlarla gülümsedi. Hanife Halam biricik oğlunu çok seviyordu. Onu okutmak istiyordu. Bir yanlış tanı yüzünden Hilmi okumaktan vazgeçti. Halamın isteği olmamıştı ama o, sevgisini sürdürdü. O sevgi şimdi de sürüyor. Bakışlarından belli oluyor. Şimdi konuşurken gördüğüm canlık da bu sevgiden geliyor. Hilmi’den mektup gelmeseydi, sanırım Hanife Halayı dünden farklı görmeyecektim. Hilmi’nin adresini aldım. Hanife Halam sordu, “Sahi mektup yazar mısın?” Yazacağıma söz verdim. “İyi olduğumu söylemeyi unutma, mektubuna çok sevindiğimi de yaz!” dedi. Hanife Halamdan üzülerek ayrıldım.

Kahveye uğradığımda biraz şaşırdım. Köyün değilse bile mahallemizin yaşlıları hep toplanmış gibi. Gazi Hamza Amca, kardeş Şerif, Yine onun adaşı Fırtın Şerif, Abbas Veli hepsi kahvedeler. Konu gene savaşlar. Eski savaşların daha dürüst yapıldığını öne sürüyorlar. Şimdiki savaşların özellikle uçakların kullanılmasını kalleşli olara eleştiriyorlar. Hamza Amca “Çanakkale Savaşı’nı o zaman kazandık ama, bu uçak namussuzluğu yoktu!” diyor. Hele uçakların sivilleri öldürmesini vahşilik sayıyorlar. Benden, okulumuzun neden karşıya geçtiğini bize açıklayıp açıklamadıklarını sordular. Açıklamadıklarını ancak ben gazeteleri okuyarak, topladığım bilgilerle olayı kesin olarak öğrendiğimi söyledim. Abbas Veli, Ankara’da bir süre kalmış, ancak, kesin bir bilgi sahibi değil, “Asker ne kadar rahat dolaşabilir ki doğru bilgi sahibi olsun!” deyip başka yorum yapmıyor. Kışın karını, rüzgarını, yazın serinliğini, Ankara Kalesi’nin akşam görüntüsünü anımsıyor.

Eve erken döndüm, erken yattım. Sanki okula değil de gene Edirne’ye gittiğim gibi yabancı bir yere gidecekmişim tedirginliği içindeyim. Aklıma geldi, Han Duvarlarını tekrarlamak istedim. On dize kadar sıraladım ama atlayarak gittiğimin ayırdına üzülerek vardım. Hiç değilse en son dizeleri doğru okumalıyım deyip “Rastladım duvarda bir şair arkadaşa” dedim, düşündüm, böyle mi? Yoksa “Duvarda rastladım bir şair arkadaşa mı?” derken horozların yaygarası başladı. Hiç mi uyuyamadım? Yoksa sesler mi uyandım. Bir konuşma duydum. “Cambaz Halil’in bir sürüsü varmış, onlara katıp gidiyorum!” dedi. Üzeyir’in sesini tanıdım. Ne yatma zamanı ne de kalkma, galiba gece yarısı... Bir süre öylece uyanık durdum

 

14 Nisan 1941 Pazartesi

 

Beni babam uyandırdı, “Gel bir sıcak çay iç!” dedi. Ablam gözlerini silmeye başladı, bir yandan da kahvaltı hazırlamış “Yola çıkacaksın bir şeyler ye!” dedi. Ayaküstü birşeyler yedim. Elini öpüp “Hoşça kal ablacığım!”  dedikten sonra yengelerimle de vedalaştım. İkisini de ayrı ayrı gördüm, ikisinin de benim için ağlayacaklarını doğrusu ummuyordum, ağladılar. Bu göz yaşlarının ağabeylerim için olduğunu düşününce içim sızladı. İki yengem de tıpkı Küçük Ablam gibi, küçük çocuklarıyla oyalanıyorlar. Ablamdan farkları; evleri, büyük bir aile bahçesi içinde, bir de ablam gibi biçme dövme dertleri yok.

Kahveye indim. Babam, “Sen artık Hanya’yı Konya’yı öğrendin, sana öğütler verecek değilim. O ki okumaya başladın, okuyabildiğin kadar oku, kısa yollardan köye dönmeyi sakın düşünme!” Yutkunarak, “Peki baba!” diyebildim. Boğazımda bir düğüm oluştu, dilim boğazımı tıkamış gibi oldu. Ali Ağabeyim gelip arabayı kahve önünde durduruncaya dek babam da sustu ben de… Ayrılırken babamın elini öptüm. Babacığımın elleri titriyordu. Bir süre ellerini bırakamadım. Arabaya önüm kahveye dönük oturdum. Babam bakarsa el sallayacaktım. Babam bakmadı.

Başımı döndürürken gözüm kaydı, C bakıyor. El sallasam olur mu? diye düşünmeye kalmadı, C el salladı hem de uzun uzun. Ali Ağabeyimin gözünden kaçmamış, “Konuştun mu onunla?” diye sordu. Çok doğal konuşmaya çaba harcayarak, “Neden konuşmayayım o benim eski arkadaşım!” dedim. Ali Ağabeyim sadece, “Biliyorum!” dedi. Arabaya daha önce söz verilmiş iki komşu aldık, Abbas Kamber, Bodur Veli. Bodur Veli okul önünde, Abbas Kamber, köprü yanında bindi. Köprüye gelince rahatladım. Ramazan’ın babaannesine yakalanmadım. Derken, arabaya yeni binen Abbas Kamber, söz konusu babaannenin çok rahatsız olduğunu, uzun zamandır ayağa kalkamadığını anlattı. Ona neden rastlamadığımı şimdi anladım. Aklımca bundan yararlanarak Ramazan’a bir gerekçe hazırladım, “Gidecektim, rahatsız olduğu için, senden söz edince heyecanlanır, sorular sorar. Belki bu konuşmalar onun sağlığını bozar!” dedikleri için uğramaktan vazgeçtim. Uğramamak söz konusu olur mu? Zaten kapınız önünden geçiyorum.” Düzmece yanıtıma kendim de katılmıyorum ama başka bir çıkış yolu da bulamıyorum. Bayır doruğuna çıkınca köye bir daha baktım. Bodur Veli, bana:

-Bak bak, bu senin köyün, nereye gitsen, nerede çalışsan bu gerçeği değiştiremezsin. Bu küçük köy, büyük şehirler içinde bile zaman zaman senin gözünde tütecek. Çünkü insanlar ne kadar büyürse büyüsün geriye dönüp bakar, çocukluğunu anımsar. İşte o zaman giydiğin elbise gibi çocukluğunun içinde geçtiği yerler gözünde canlanır!

Hayret ettim. Bodur Veli okur yazar bile değildir. Akıllı bir adamdır ama askerliği dışında köyden dışarı da çıkmamıştır. Bu söylediği sözleri sanki Yaban romanında okumuş gibiyim. Orada da böyle bir konuşma geçer. Bodur Veli’nin söylediklerini ben kendim de biliyorum. Şaştığım taraf onun da böyle düşünmüş olmasıdır. Sustum, dikkat kesildim. A’nın evi önünden geçiyoruz. El sallamasını beklemiyorum ama kapı önlerinde falan görebilirim. Yazık ki kimse yok. Sanki evde canlı yok gibi kapalı…Tüm Hamitabat’a küsmüş gibi başımı ileriye çevirip oturdum. Ali Ağabeyim, bana “Arkadaşın gitmiş olabilir mi?” diye sorunca Kadir Pekgöz’ü anımsadım. “Gitmiştir, aslında ben de dün gitmeliydim. Esas gitme günümüz dündü ama ben bir gün uzattım!” dedim. Konuşmalara pek katılmadım, onlar konuştular. İnsanlar savaş tedirgini. Lüleburgaz’a girince ben arabadan indim. Bahanem de Kürt Yusuf’un fırınında çalışan arkadaşım Hasan’a veda etmek. Aslında çarşı içinde at arabasında görünmek istemiyorum. Gerçekten Hasan’a gittim, bizim okulun göçeceğini o da duymuş, Hayret için de “Gene nereye?” diye sordu. Ben umursamayan bir tavırla “Ankara’ya” deyince Hasan, “Ohoooo, bu kez iyi yere Başkente gidiyorsun!” dedi. Ben, “İçine değil ama!” deyince Hasan gülerek. “Yok bir de Millet Meclisine gidecektin!” dedi. “Ne var, oraya da giderim!” Hasan bu kez, “Orada dur bakalım, senin, benim gibiler oraya gidemez!” Ben, “Senin köylün Zühtü Akın nasıl gitti?” deyince Hasan, “Onun Rüştü Agası var, sen bilmiyor musun onun ağabeyi ? Rüştü Paşa, Jandarma Genel Komutanı. Hasan şakacı, neşeli bir arkadaşımızdı. Ben, okulda da severdim Hasan’ı. Ağabeyi Şahin de çok şeker arkadaştı.

Hasan’dan ayrılınca Dağlıların yerine uğradım. Ali Ağabeyimi orada buldum, birlikte pazara gittik. Pazar, yıkılıyor gibi, büyük bir kalabalık ama her zamanki Pazar düzeni yok, kuru kalabalık. Satıcılar birbirine sataşıyor; alıcı yok. İnsanlar paniklemiş, satacaklarını atıp gidenler bile olmuş. Tavuk getirenler tavukların satılmadığını görünce uçurmuşlar. Üzeyir’i bulduk. Geleli beri bir kişi sormuş, buzağıyı sevmiş, 10 lira vermiş. Üzeyir, “Kızdım, az kalsın küfredecektim!”  diyor. Ali Ağabeyim şaşkın, “On liraya buzağılı inek satılır mı?” diyor. Ben, ağabeyime paramın olduğunu, olan biterse isteyebileceğimi, o nedenle ineği geri götürmelerini söyledim. Ali Ağabeyim, genel durumdan ürkmüş gibi. Bana döndü:

-İki gözüm, şu duruma bak, insanlar evlerine gitmek istemiyor. Ortalıkta bilmediğimiz bir durum var. İneği geriye neden götürelim? Ben evdeki inekleri düşünmeye başladım. İnsanlar yüzlerce tavuğu ortalığa bıraktılar, çarşı, kazdan tavuktan geçilmiyor. Ne oldu ki? Savaşa girdik de kaybettik mi yoksa? Ali Ağabeyim savaş görmüş birisi; Kurtuluş Savaşı öncesi Edirne’de Trakya Birlikleri Komutanı Cafer Tayyar Paşa’ya yapılan Yunan baskınını yaşamış biri; ürpererek konuştu. Bize :

-Az bekleyin! deyip bir yerlere gitti, uzun süre dönmedi. Biz onu beklerken arka arkaya iki üç kişi gelip ineğin sütünü sordular, buzağıyı, okşadılar. Birisi daha önce gelip soran olup olmadığını öğrenmek istedi. Üzeyir, “Oldu!” deyince bu kez “kaç lira verdiler?” dedi. Üzeyir doğrucu, “10 lira!” Adam sinirli, sinirli. “Tühhh, yazıklar olsun, satmayın, geri götürün; bir süre sonra ortalık yatışacaktır!” dedi. Üzeyir beni göstererek, “Uzaklara gidiyor, yanında para bulunmasını istiyoruz!” deyince adam: ”Çarşı içinde (eliyle gösterdi) hemen şuracıkta dükkanım var, tuhafiyeciyim, levham vardır; Yeni Pazar. Anladım bekleyeceksiniz, bekleyin. Şayet satamazsanız bana getirin, 15 liranızı hazırlayacağım. Bilin ki bu alışverişi severek yapmıyorum (buzağıyı okşadı), satmaktan vazgeçerseniz daha çok sevineceğim. Sözüm söz, bekleyeceğim” deyip gitti. Üzeyir güvensiz güvensiz arkasından baktı. Ben, çaktırmadan arkasından gittim. Gerçekten Enver Bey hanının cami tarafında dükkanı var, adam dükkanına girdi. Öteden dolaştım, ağır ağır dükkanın önünden geçtim. Adam tezgahına oturmuş gazete okuyordu. Dönüp Üzeyir’e söyledim. Ali Ağabey geldi. “Henüz başlamış savaş mavaş yokmuş ama gazeteler Trakya boşalıyor, Gemisini kurtaran kaptan!” gibilerden haberler yazınca, insanlar paniklemişler ” dedi. Ben, geç kalacağımı söyleyerek ayrılmak istedim. Ali Ağabeyim üzgün, “Senin kısmetin bu kardeşim, gördün işte. Biz ineği geri götüremeyiz, babam buna çok üzülür. Fazla param yok, ancak on lira ekleyebilirim. 25 lira al, okuluna git. İdare etmeye çalış. Biz yerimizde kalırsak merak etme elimizden gelen yardımı yapacağız.” Üzülerek ağabeyimden 25 lira alıp ayrıldım.

Hükümet meydanına gidip kamyona baktım. Recep Kocaman kamyon bekliyordu. Başka kimseyi görmemiş. Kamyon geldi, atlayıp okula döndük. Arkadaşların hemen hemen hepsi gelmiş. Geleni gelmeyeni soran yokmuş. Gelenler geldiklerine pişman. Bize “Bir gün kazançlısınız!” diyenler bile çıktı. Oysa ben pazardaki kargaşayı görmemek için üç gün önceden bile gelebilirdim. Umudum kırıldı. Ben gideceğim ama evdekiler ne olacaklar? Koskoca sütlü inek 15 lira. Tavuklar gözlerimin önünde Pazar yerine salındı. Pazara elinde paketlerle, peynir, yumurta getiren kadınlar söylenerek, ağlaşarak ellerindekileri atıp gittiler. Gördüklerim en korkulu rüyalarımdan bile ürkütücüydü. Ali Ağabeyimden ayrılırken bile bir yabancı gibi ayrıldım. Severek dinlediğim Üzeyir Ağabeye kısık bir sesle “Hoşça kal!” diyebildim. Bunu bir türlü unutamıyorum. Gidip dolabımı gözden geçirdim. Bir koşuda Kamber amcamlardaki çamaşırlarımı almaya gittim. Kamber Amcam Lüleburgaz’dan yeni dönmüş, “Böyle rezalet görmedim, insanlar mı fenalaştı, yoksa benim bilmediğim bir şeyler mi var, anlamadım!” deyip duruyor. “Parasız zamanıma geldi, yoksa bir sürü hayvan alacaktım!” diyor. Onu dinleyen yengem, “Eee ne değişti? Anlattığın haftaya gene olacak, al bileziklerimi, değerlendir!” dedi. Amcam bu sözlere güldü. “Hanım hanım, sen beni dinlemiyorsun, altın değil can satsan alan yok. Pazar denilen yerde herkes satıcı ama bir tane alıcı yok!” Kamber Amcama köyden geldiğimi, pazarı gördüğümü, bizim inek olayını anlattım. Kamber Amcam, “Vay yeğenim vay, vay dayıcığım vay! Keşke haberleşseydik, o ineği kaçırmasaydık!” dedi. Sonra da teselli sözleri geldi. Bunlar, olağan şeylerdir, yeter ki sağlık olsun. Arkasından benim için hayır dualar, inşallah tekrar buraya gelme dilekleri… Ellerini öperek ayrıldım… Akşam yemeğine yetiştim. İşte okuldayım... Asker torbalarımdan birini getirdim. Çamaşırlarımı ona yerleştiriyorum. Bu, Ali Ağabeyimin fikri. “Uzun yolculuk yapacaksın, başını üstüne koyup uyursun!” diyor. O öyle yapıyormuş. Yemekten sonra Namık Ergin Öğretmen geldi. Gülerek “ ‘Ey gaziler yol göründü, sefere’ diye bir şarkı olup olmadığını sordu. Ben, “Var, plağını dinledim!” dedim. Öğretmen güldü, “Biliyorum, işte biz o şarkıyı bir daha söyleyeceğiz!”  Bu kez de, “Peki bu yolculuk nereye? Onu da bilen var mı?” Arkadaşlar hep birden “Ankara’ya” dediler. Öğretmen “daha daha?” deyince ben “Hasanoğlan denilen bir köye!” dedim. Arkadaşlar şaşırdılar, bana baktılar. Öğretmen gülerek:

-Evet doğru, iki tarafın söylediği de doğru, şöyle ki, Ankara’ya gideceğiz, trenden inmeden Ankara’yı boydan boya geçip Hasanoğlan köyüne gideceğiz. Bu bir, bitmedi; başka konuşacaklarımız da var. Siz şimdi hepiniz yolculuğa hazır mısınız? Evlerinize gittiniz, ailelerinizle görüştünüz. Aileleriniz, okuluna devam dedi, siz de “Peki!” dediniz, döndünüz. Burası da tamam. Uzunca bir yola çıkıyoruz, oralardan gelmek oldukça zor. Kendiniz için gerekli olacak bazı gereksinimlerinizi de tamamladınız mı?” Hep birlikte “Tamamladık!” dedik. Namık Öğretmen:

-Öyleyse bu gece rahat bir uyku çekin; yarın gecenin heyecanı uykunuzu kaçırabilir. Öbürsü gün, daha öbürsü gün için bir şey söyleyemem. Orasını trenci amcalar bilir!” Ayrılırken de, “Aklınıza gelen her şeyi bana ya da Hidayet Öğretmene sorabilirsiniz, biz okuldayız, size yardımcı olacağız!” deyip gitti.

Öğretmen gidince arkadaşlar bana, “gideceğimiz yeri bize neden söylemedin?” diye sordular. Olayı anlattım. “Halk odasında Ulus gazetelerini karıştırırken bir yazı buldum, ondan öğrendim.” Ali Önal yarı ciddi yarı şaka “Yazıyı bize de göster!” dedi. Mehmet Yücel gülerek, “dayı şimdi değil oraya varınca ver arkadaş okusun, o zaman belki inanır!” dedi. Sıralara serilip bir süre bakıştık. Öteki göçlerimizde böyle değildik. Sanırım onlarda bir istek vardı. Ya da bana öyle geliyordu. Alpullu dedikleri zaman “Aaaa, köyüme yakın” deyip sevinmiştim. Lüleburgaz dediklerinde ise zıplamıştım. Kepirtepe’yi bir ayrılık, bir göç saymadım. Ama şimdi, uzak bir yer. Bu nedenle tekrar tekrar, Edirne-Karaağaç’a gidişime benzer bir duygu içindeyim. İşin ilginç yanı bu duygu, arkadaşların çoğunda yok. Oyun oynar gibi konuşuyorlar, şakalaşıyorlar, trenle gitmenin mutluluğu üstüne kuruntular geliştiriyorlar. Bir köye gidiyoruz. Bu köy benim ya da onların köylerinden biri olabilir. Gide gide bir köye, orada oturmaya (yaşamaya) gidiyoruz. Kesinlikle orada da binalar yapacağız. Bu binalarda çalışırken en çok sızlanacak arkadaşlar bugün koşarak gitmeye kalkışıyorlar. Bunları Halil’le bile konuşamıyorum. O bile “Olsun yahu, ne olacak yani!” deyip sözü bitiriyor. Benim bugün pazarda gördüğümü hiç birisi görmediği gibi görseler bile çoğu kendisine bir pay çıkarmayacak. Hepsi Trakyalı, hepsinin ailesi Balkan Savaşı’nı, Yunan işgalini yaşamış, hiç birisinden, Babamın anlattığı gibi, Yunan işgalinde şu ya da bu olmuş türünden bir söz duymadım. Ailelerinin bu felaketlerden zarar görmemesi olası değil. Özellikle Balkan Savaşı’nda tüm Trakya halkı karşıya geçmiş. Onlarınkiler bunun dışında kalmış olabilir mi?

Buruk bir şekilde yemeğe gittim. Ramazan nöbetçiymiş, çağırdım geldi, “Babaannen!” der demez, “onun hasta olduğunu biliyorum!” dedi. “Şimdilerde biraz daha iyileşmiş” diyemeden, ona da “Biliyorum” deyince ben, “Sen benden daha iyi haberler almışsın, doğrusu hasta olduğunu duyunca gidemedim. Biliyorum o seni çok seviyor. Beni görünce seni anımsayıp ağlayacaktı. Bu nedenle yüreğini hoplatmamak düşüncesiyle görünemedim!” dedim. Ramazan ne anladı bilmiyorum. Ama ben söyleyeceğimi söylemiştim. Ramazan, “Babaannem beni okuldan alacakmış, Emin Özdil’e öyle demiş. Ben buna kızdım, köye gitmek bile istemiyorum!” dedi. Bana göre şimdi iş değişti. Ramazan, ben köye giderken görmüş ama ne söyleyeceğine karar veremediği için beni görmezden gelmiş. Yanlış bir şey söylerse işler daha da karışır düşüncesiyle işi oluruna bırakmış. Babaanne, hasta olmasına karşın her gün haber göndererek Ramazan’ı etkilemeye çalışıyormuş. Üzüldüm. Ramazan için üzüldüm. “Sağlık olsun, inşallah anlaşırsınız!” dedim. Babaanne okulun gideceği yere çocuğunu isterse veliler göndermeyebilir gibi bir bilgi almış. Buna iyice şaştım. Ama bir konuda daha bilgim oldu. Bizin “Of-puf” çekenlere bunu söyleyebilirim:

-Söyle cici babana, seni okuldan alsın, Ankara’ya gitmek zorunda değilsin. Ankara’da gene iş olacak, hem de daha çok. Orada ekşiyeceğine, şimdiden ayrıl. Biz de bu tür olumsuz tavırdan kurtulalım. Senin böyle konuşmaların bizim iş şevkimizi kırıyor. Hadi tosunum git cici ananın dizi dibine otur! Bunu birisine söylemeliyim. Şimdi olması da gerekmez nasıl olsa gittiğimiz yerde. Bir gün işbaşı yapılacak, orada da bu sözler geçerli olacaktır.

Yemekten sonra tahtada bir yazı, “3. sınıflar yat zilini beklemeden yatabilirler!” Yatakhaneye gittim, Orhan yatmış bile. Kadir geldi, iki laf ettik. Kadir’e A’yı gördüğümü, bakışıp gülüştüğümüzü, çocuğunun elini tutarak el sallattığını söyledim. Kadir önce inanamadı, arkasında da “Tabii ya, ne de olsa terbiyeli, hanedan aileden geliyor, basit bir insan değildir. Karşı karşıya gelsen o seninle rahatça konuşabilir!” dedi. Arkasından bir de uyarıda bulundu. “Konuşabilir ama sakın onu basit bir kadın gibi düşünme!” Ben de, “Asla, ben onu öyle, çocuk görüntüleri içinde düşünüyorum. Kadın gözüyle bile görmüyorum, Bu kez de onu kucağına bir çocuk almış çocuk olarak gördüm.” Kadir , “Sen de amma romantikmişsin be Abi!” dedi. “Romantik Abi!” sözünü tekrarlatıp sustum.

Namık Ergin Öğretmenin dediğine uymalıyım... Gene de düşümde kolayca köye uçtum. Köye dinlenmeye mi gittim? Dinlendim mi? Ama gene de güzel oldu. Köydekiler hep üzgün ama, pazarı da gördüm, çevremde kim üzgün değil ki? Küçük Ablamı, Emine Ablayı, yengelerimi derken C’yi düşündüm, o üzgün değil mi? O da Ayşe ya da Fatma Yengem gibi, çocuğu kucağında, çocuğunun babasını bekliyor. Bir taraftan da savaştan söz ediliyor. Yarın onlar için de bir göç çıkarsa, C de çocuğu kucağında kim bilir nerelere gidecek? . Tıpkı annem gibi. Annem büyük ablam kucağında Balkan Savaşı’nda Balıkesir Şamlı beldesine göçetmiş. Küçük Ablam orada doğmuş A da mutlu görünüyor. Bu bir görünüştür. Çocuğu kucağında bir insan bu karamsar söylentileri içinde nasıl mutlu olabilir? Onlar belki de beni mutlu görüp gülümsüyorlar. “Asker masker değil, aile sorumluluğu da yok, ne mutlu arkadaşa!”  deyip beni daha mutlu etmek istiyorlar. Bunu deyince fikir değiştirip, kendime pay çıkarışıma güldüm :

-Ne olursa olsun, ben onları sevmiştim. İkisinin de yüzlerini gülümserken görmem benim için ayrı bir mutluluk. Hiç değilse onları kıracak bir davranışta bulunmamışım ki, gülerek bakışıyoruz!

 

15 Nisan 1941 Salı

 

Arkadaşların seslerini duyup uyandım. Gülerek “Oh be, horoz seslerinden kurtuldum!” dedim. Orhan yanıtladı:

-“Sen arkadaşların seslerini özlemişsin. Aslında onların sesleri de horozlardan geri kalmaz!” dedi. güldük. “Yok, ben horozların gece yarısı bağırmalarını kastettim. Onlar da böyle uykumu alınca bağırsalar fazla yakınmayacağım!” Kadir, Orhan’ın ranzasına çıktı, akşamki konuya döndü:

-“Sahi abi sen o kıza, yengeye baktın mı?” diye sordu. “Ben bakmadım, o baktı, benden önce o gülümsedi gördüm, çocuğunu elini tutarak kaldırdı birlikte salladılar. Şimdi, o durumu düşünüyorum da girip hal hatır sormadığıma pişmanlık duyuyorum!” dedim. Kadir, “Vay canına, ne cesaret! Ben olsam, başımı önüme eğip tırıs giderim!” dedi. Kadır tırıs giderim deyince Orhan katılasıya güldü:

-İnsanlar tırıs nasıl gider? Kadir sözü uzatmak istemedi: “Ben sonra sana özel olarak anlatırım!”

Birlikte kahvaltıya gittik. Kahvaltı için de konuk sayılıyormuşuz. . Nöbetçi Süleyman Gege, “İlk dersten sonra Müdür Bey derslikte sizinle konuşacakmış!” dedi. Toparlandık, dersliğe gittik. Olay giderek başkalaşıyor. Hepimiz “Hahaha hihihi” deyip duruyoruz ama tren saati de yaklaşıyor. Derslikte toplandık. Okul Müdürümüz çok üzgün. Kapıdan girdi, günaydın falan demeden, “Çocuklar, insanın istemediği bir durum başına geldiği zaman nasıl konuşur? Bir söz söylerler, “Hiç beklemiyordum, duyunca başıma...” dedi, bize baktı, yanıt bizden bir yanıt çıkmayınca, “bir kazan sıcak su dökülmüş gibi oldu!” derler. İnanın benim başıma dört aydır hemen hemen her gün bir kazan sıcak su döküldü. Ama bugün çok rahatladım. Sizler hazırsınız. Fire vermeden gidiyorsunuz. Umarım arkanızdan pılı pırtımızı toplayıp hepimiz geleceğiz. “Gönüller bir olunca samanlık seyran olurmuş!” Bizim ki de o hesap, gidip oradaki samanlıkları seyran edeceğiz. Siz bilmiyorsunuz ama öğreneceksiniz Ankara’nın Seyran bağları vardır. Ankara’yı tepeden gören, güzel bir semttir. Biz de gönlümüzce, Ankara’ya yeni Seyran konakları sıralayacağız. Anne-babalarınızdan, evlerinizden biraz daha öteye gittiğinize üzülebilirsiniz. Ancak, yurdun her köşesi bizimdir. Yarın öğretmen olunca da böyle ayrılıklar başınıza gelecek. Hepimizin annesi babası var ya da vardı. Hepimiz onlardan ayrıldık. Ayrılan tek siz değilsiniz. En büyük sıkıntınız alışmadığınız bir uzun tren yolculuğu olacak. Sizin için özel bir yer ayıracaklar. Yersiz kalmayacaksınız. Biliniz ki tren yolculuklarında günlerce ayakta gidenler de vardır. Bu konuda şanslısınız. Ağır aksak da olsa, iki gün sonra Ankara’da olacaksınız. Ben size şimdiden hayırlı yolculuklar diliyorum. Hepinize başarılar sağlıklar, sağlıcakla gidin!”  

Okul Müdürümüzün gideceğimiz yeri neden söylemediği gene sorun oldu. Bir yığın tartışma yapıldı. Birileri bana “okuduğun yazıyı bize de oku” dediler. Ben de, “O yazıyı size o köye gittiğimizde okuyacağım, unutmayın Hasanoğlan köyü!” dedim. Tartışmalar kesildi. Bu kez Hasan Üner’e takılanlar oldu:

-Senin köyüne gidiyoruz. Ben gene bir düzeltme yaptım. “Köyün adı Hasanoğlan, bunu Hasan’la pek ilgisi yok ama köyün yakınındaki dağın adı Hasan Dağı imiş. Ona Hasan’ın dağı diyebilirsiniz.” Mehmet Yücel gülerek, “Dayı bana da oralardan bir yer ayır, dağ olmasa da olur, tarlaya, çayıra razıyım!” Ben de, “Az sabret oraya varınca kendin beğenirsin, buradan ayıracağım yerleri oraya gidince beğenmeyebilirsin, iyisi mi işine gelecek yerleri kendin seç!” Bizimle gelecek öğretmenlerden biri de marangozluk öğretmeni Ali Bey’miş. Ali Beyi duyunca varsayımlar gene başladı: Gider gitmez inşaatlar başlayacak. O nedenle sanat öğretmenleri gönderiliyor.

Konuşmalara katılmadım. Ali Yılmaz Öğretmenin gelmesine üzüldüm. Ali Yılmaz Öğretmeni sevmiyorum. Ne var ki ona, Ali Bey denilmesini de sevmiyorum. Biz, öğretmenlerimizin hiç birisine şimdiye dek bey demedik, demiyoruz. Okula girdiğimiz ilk günlerde daha öğretmenlerimiz öyle istediler. Ali Öğretmen neden demiyoruz da Bey diyoruz? Yoksa onun adı uzun olduğu için bir kısaltma mı yapılıyor? Pekala Ali Öğretmen ya da Ali Yılmaz Öğretmen denilebilir. Ali Yılmaz Demirbilek gerçekten uzun. Buna bir de öğretmen ekleyince uzayıp gidecek. Ali Öğretmen, ilk geldiği günlerde bizimle ileri geri konuştu. Öteki öğretmenleri çok sevdiğimizi söyleyince, kabaca, “Ben öğrenciden iş isterim, sevgi değil!” gibi sözler söylemişti. Şimdi marangoz atölyesi için yalnız o gelirse yandık demektir. Neyse ki Namık Öğretmen var, sorunlarımıza o yardım edecektir. Dilerim İrfan Öğretmen bizden sonraki grupla gelir. Halil ikide bir soruyor: “Köye gideceğimizi öğrendik, Köy tren yoluna uzaksa yürüyeceğiz, sen akordiyonu nasıl taşıyacaksın?” Bir kaç kez sorunca, “Arkadaşlar yardım eder!” dedim. Halil, kesin konuştu, “Bunların hiç birisi sana yardım etmez!” Yumuşak bir sesle: “Hiç birisi deme, bir kez ben yarısından zaten yardım istemem. Hasan Üner, Yusuf Asıl, Bekir Temuçin, Recep Kocaman, Kadir Pekgöz, Yakup Tanrıkulu, Mehmet Aygün, İdris Destan, Abdullah Erçetin, Ali Önol, Mehmet Başaran, Mehmet Yücel, Sami Akıncı, Harun Özçelik, Hüsnü Yalçın, Hilmi Altınsoy, Hüseyin Orhan bana yardıma kalksa asla kabul etmem. Bunlardan en az 3, 4 bazılarından beş yaş büyüğüm, kilo olarak da, 5-10 kilo ağırım. Onlardan yardım istersem zaten ayıp etmiş olurum. Onlardan belki, bir yere ayrılmak zorunda kalırsam gözetleyici olarak yardım isterim. O kadarını da zaten onlar yaparlar. Sen üzülme arkadaşım, götürebildiğim kadar götüreceğim. Zaten götürebildiğim yerin sonunda da o köy olacak!” Halil güldü, “Yanlış anlama, ben yanındayım. Ancak ikimiz yetecek miyiz ondan kaygılanıyorum.” Bu kez de, “üzülme sen varsan, yeğenim de olacak. Zaten Sefer Tunca ile Arif Kalkan herkese yardıma koşan arkadaşlar, beni yalnız bırakmazlar. Böylece beş kişi oluruz, bu da bana yeter.” Bizi dinleyenlerin bir bölümü bağırdı:

-Biz de varız, bizi unutmayın!

Öğle yemeğinden sonra Fikret Madaralı Öğretmen geldi, önce bizi iyi gördüğünü söyledi. Kısaca, Trakya’daki kargaşadan söz etti. Dünkü Lüleburgaz pazarındaki duruma değindi. Bunu gerçekte halk değil halkın paniğinden yararlanmak isteyenlerin hazırladığını anlattı. Her savaş sürecinde soyguncuların olduğunu, bunların çıkardığı söylentilere kanmanın sakıncalarını sıraladı. Bizim Ankara’ya gitmemizin bir önlem düşüncesinden ileri geldiğini, başka okulların da yer değiştirdiğini, bugünün öğrencilerinin yarının iş erbabı sayıldığını, bunları devletin korumak için böyle yer değiştirdiğini anlattı. Kendisinin de oraya geleceğini, yarım kalan derslerin orada sürdürüleceğini söyledi. Sabırlar, iyi çalışmalar diledi.

Namık Öğretmen tekrar geldi, tren durumunda değişiklik olmuş, yarın sabah erkenden istasyonda olacakmışız. Ona göre hazırlanmamızı, akşam erken yatmamızı, iyi uyumaya çalışmamız, yiyecek paketlerimizi akşamdan alıp, iyi korumamızı, özellikle trende yiyecek bulamayacağımızı tekrar tekrar tembihledi. Ayrıca okulla ilgili üzerimizde bir eşya ya da kitap varsa hemen teslimini, özellikle kitapların bizden sonra sayımı yapılacağını, sorumlu arkadaşların zor durumda kalabileceğini anımsattı. Bizim sınıfta kimsede kitap kalmadığını Hasan Üner anımsatınca Namık Öğretmen “Ben var diye söylemiyorum, varsa diyorum!” diye düzeltme yaptı. Kapıdan çıkarken döndü, “Size daha önce anımsatmadım galiba elinizde iki parçadan fazla paket çanta ya da benzeri bir şey bulunmasın, trene, vapura, gene trene geçerken zorluk çekersiniz, buralarda biraz koşturacağız!” deyince bana bakanlar oldu. Ses çıkarmadım. Namık Öğretmen akordiyon sözünü duyunca, elini ileriye doğru atarak, “Akordiyonu ben taşırım, siz elinizdeki paketleri düşünün!” dedi. Bana bakarak “Değil mi İbrahim?” diye de sordu. Ben, “Sağolun öğretmenim ama benim eşyam, zaten iki elime birer olarak alacağım!” deyince “İşte o da oldu!” deyip gitti. Öğretmen gidince Mustafa Saatçı, bana, “Sahi akordiyonu götürüyor musun, bırakmıyor musun?” dedi. Sesinden biraz alaycı bir durum sezdim Hiç beklemediği bir yanıt verdim: “Ben akordiyonu sevdiğim için aldım. Hiç onu bırakır mıyım? Beni kendin gibi mi sanıyorsun?” dedim. Mustafa önce anlamadı, “Ne, ben” gibi sözler söylerken, ben sözüme daha açıklık getirdim:

-“Sen de S’yi sevdiğini söylüyordun ama, bak bırakıp gidiyorsun!” deyince, Mustafa önce duraladı, arkasından hemen numarasını yaptı, “Sahi arkadaşlar, ben burada kalsam!” Arkadaşlar “Olmaz, istiyorsan S’yi yanına al!” Böylece benim akordiyon konusunu Mustafa Saatçı’nın sevgilisine yıkarak dikkatleri dağıttım. S ile başlayan konuşmalar bir çoğunun ilgisini çekti. Tümden ayrılıyormuş gibi üzülenler olduğu gibi yeni yeni beğenilmeye başlanılanlar olduğu da ortaya çıktı. Yusuf Asıl Feride için ağzından bir söz kaçırdı. Abdullah Erçetin Gülsüm’ü beğendiğini söyledi. Kızlar üstüne konuşmalar sürünce Sami Akıncı sinirlendi, “Onlar bizim kardeşlerimiz!” diyecek oldu. Bekir Temuçin, yüksek sesle, “Kardeşin olduğu için mi o kızı hep nöbetlerine alıyordun?” diye sordu. Sami sustu. Bu kez, Yakup Tanrıkulu, “Gittiğimiz yerde ben de nöbet listesi yapacağım!” deyince, İsmet gülerek, “Senin listene ben bir aday gösteriyorum, Yusuf Asıl’ın ablası Sırıklı; ikiniz de ince uzun, çok yakışırsınız.” Yakup bunu duyunca “Yok arkadaş ben liste miste yapmıyorum, vazgeçtim!” dedi ama başka yakıştırmalar yapıldı. Yakup söze karışarak yakayı kaptırmıştı. Bir kaç aday sonunda Safinaz adlı kızda karar kılındı. Konu oldukça ilgi topladı, akşam yemeği zili çalınca “Bu ne zili?” diyenlerimiz bile oldu. Mehmet Yücel:

-Köye gittiğimize göre uzun süre zil sesi duyamayacağız! Nasıl yatıp kalkılacağı sorulunca gene Mustafa Saatçı’ya takıldılar:

-Hafız Mustafa ezan okuyacak! Hem güldük hem de iyi vakit geçirdik. Yemekte de sağa sola bakınarak laf uyduranlar oldu. En ilginci de Melahat Erkan, Feride Dinç, Refiya Altan adlı kızların bizim masaya gelip, önce bana sonra da masadaki arkadaşlara iyi yolculuklar dilemesi oldu. Dersliğe gidince bana, “Saman altından su yürütücü!” gibi sözler söylediler. Ben de gülerek, Yusuf Asıl, Salih Baydemir, Arif Kalkan arkadaşları çok sevdiğimi bildikleri için bana geldiklerini söyledim. Oldukça eğlenceli takılmalar oldu. Arif biraz sızlandı ama sonunda o da kahkahalara katıldı. Mehmet Yücel sordu, “Dayı, ne olduğunu anladık ama sen bunlara nasıl yaklaştın?” “Ben onlara yaklaşmadım, onlar bana geldiler, sordular, bize, çalışkan, uslu akıllı arkadaş öner dediler. Ben de onlara söz verdim. Ancak bu adları onlara daha söylemedim. Arkadaşlarla etraflı konuştuktan sonra bakalım sonuç ne olacak?” Mustafa Saatçı, “Ortalıkta fol yok yumurta yok!” deyince, “Ama gıdaklamalar var, belki arkasından yumurta gelecektir. Yumurtalar öyle olmaz mı? Önce bir yığın gıdaklama duyulur, bir de bakarsın yumurta olmuş!” Mustafa Saatçı konuşmayı sürdüremeyeceğini anlayınca “Ben hiç yumurtlamadığım için bunları bilmiyorum!”  demek yolunu seçti, ama bu kez de ben, “Ustasının eline düşmemişsin bir ustayla karşılaşsaydın yumurta konusunda bilgi sahibi olurdun!”

Yemekten sonra bir süre bizim derslik bizim derslikten çıktı, tüm öğrencilerin uğrak yeri oldu. Hiç konuşmadığımız, ya da bizim yanımıza hiç uğramayanlar bile gelip iyi yolculuklar dilediler. Bir yıldır aynı okulda bulunduğumuz halde hiç konuşmadıklarımız, 1. 2. sınıf öğrencilerinin bile ağlamaklı bir durumda bize iyi dileklerde bulunmaları hoşumuza gitti. Özellikle az önce yemek yerken gelip bana güle güle diyen kızların derslikte de gene üçü beraber gelip, iyi dileklerde bulunmaları hemen konu edildi. Bu kez, işi ciddiye alıp doğusunu söyledim. Melahat Erkan’la Feride Dinç akordiyon nedeniyle şarkı, müzik yaklaşımından, Refiya’nın ise Hamitabatlı oluşu, babalarımızın, ailelerimizin tanış olması, evcek gelip gitmeler yapıldığından ileri geldiğini anlattım. Bu kez de Arif Kalkan, “Yani sen bizi demin aldattın mı yani?” diye sorunca şakalar gene başladı. Herkes bir başkasına ad vermeden “o sana şöyle baktı, öteki beni süzdü” derken İdris Destan Mustafa Saatçı’ya “Yazık be imam, sen onun için yanıp tutuşuyorsun ama dikkat ettim, o kız sana hiç bakmadı!” deyince iş yine şamataya dönüştü. Halil Basutçu sonunda hepimize sordu:

-Namık Ergin Öğretmen bize ne demişti? Yanıt hepimizden geldi, “Akşam erken yatın, iyi uyumaya çalışın!” Bunu yazıp noktaları sıraladım... Burada son gecemiz. Yazamadığım önemli bir durum olursa, gittiğim yerde aklımda kaldığı gibi yazacağım. Yarın, yarından sonra gece ya da gündüz düşündüklerimi değil salt gördüklerimi not edeceğim. Gerekirse sonra önemsediğim olayları o günkü tarihlere ekleyeceğim. Uyumak istememe karşın uzun süre uyuyamadım. Gözlerimi kapatınca okula ilk gidişimi anımsadım. Edirne’ye yalnız gittim. Karaağaç İstasyonun indiğimde karanlık olmuştu. Okula nasıl gittim, Fikret Madaralı Öğretmenle nasıl konuştum, bunları capcanlı aklımdan geçirdim. Oysa şimdi tüm sınıf arkadaşlarımla, öğretmenlerimle gidiyorum!

 

16 Nisan 1941 Çarşamba

 

Sabah saat tam 06:00’da Namık Ergin Öğretmenin sesiyle kalktık. “Ey Gaziler Yol göründü önce Anadolu’ya”, sonra da “Ankara, Ankara, güzel Ankara!” ... Hepimiz uyanmışız, birden aralara indik. Arkadaşlar, hepimiz telaşlı; birbirimizi uyardık:

-Yatak altlarında, yastık içlerinde bir şeyler kalmasın! Dolaplar bir daha açıldı kapandı. Bir yandan da komşu arkadaş dolaplarına bakıyoruz. Sanırım hepimiz, bizim dışımızdakilerin bir şeyler unutacağını düşlüyoruz. Elimizdekilerle yemekhane önüne çıktık, beton yola elimizdekileri sıralayarak kahvaltıya girdik. Çay, peynir ekmek. Günlük yiyeceklerimizi akşamdan almıştık Kamyon geldi, sıra ile bindik. Kamyon hareket ederken, kalanlar avazları çıktığı kadar, “Güle güle, yolunuz açık olsunnnnn!” diye uzatarak bağırdılar. Akordiyonun hatırı için arkadaşlar beni en öne geçirdiler. Sürücü camından önde iki kişinin olduğunu gördüm: Hidayet Gülen Öğretmen, Namık Ergin Öğretmen. Birden, “O yok!” dedim. Arkasından gülerek “Ali Yılmaz Öğretmen yok!” Birileri o sonra gelecek dediler. Nedense buna çok sevindim, söylenenleri umursamadım. Saat tam 10:00’da tren gecikmeli olarak geldi. Gelir gelmez de ilk olarak biz bindik. Telaşlı bindik ama tren ağırdan aldı, yarım saat sonra (saat 10:30’da) kalktı. Gözlerimiz camlarda Kepirtepe’yi aradı... On dakika sonra okulumuzu gördük. Tam değil ama gene de belli oluyor. Ben daha önce gördüğüm için bilgiç bilgiç:

-İşte okul! diye gösterince, “Aaaa, sahiden bizim okul!” diyerek çığlıklar atıldı. “Elveda!” diye bağıranları duyunca Hidayet Gülen Öğretmen, arkadaşları uyardı. “Biz gidiyoruz ama gene geleceğiz. Burası bizim asıl yuvamız, elveda, daha çok tümden ayrılıklarda kullanılan bir eski sözdür. Biraz umutsuzluk içermektedir. Siz bilmeden kullanıyorsunuz ama, o sözü duyunca benim içim burkuluyor. Gerçekten, bir daha dönemeyecek miyim acaba diye kuşkuya kapılıp ürperti duyuyorum. Biz, gerçekte uzunca bir tatile çıkıyoruz; olayı öyle düşünün!” Salih Baydemir Muratlı’ya gelirken, “Bakın, okula en yakınınız benim!” deyince Harun Özçelik gülerek:

-Senden sonra da ben oluyorum! diye bağırdı. Ankara’ya en yakın yer Çerkezköy olacakmış. İstasyonları sıralamaya başladık. Lüleburgaz-Muratlı-Çorlu-Çerkezköy-arkasından İstanbul diyenler çıktıysa da, ben:

-Daha en az on tane yer geçeceğiz! deyince yüzü ekşiyenler oldu. Ancak ben daha önce gidip dönerken istasyonların yazabildikleri gene gene okuduğum için sırası değişse bile adlarını anımsıyorum, bunları sıraladım. Sinekli-Kurfalı-Kabakça, Hadımköy-Ömerli-Yarım Burgaz-Halkalı-Çekmece-Bakırköy-Yedikule-Yeni Kapı-Sirkeci olarak saydım. Sıraladıklarımın fazla olduğunu söyleyenler çıktı. Bu kez:

-Atladıklarım da olmuştur, ancak Sirkeci dediğim yer son durak, işte asıl İstanbul orası! deyince bu kez “Biz şimdi Sirkeciye mi gidiyoruz?” demeye başladılar. Hadımköy’de trenimiz çok bekledi. Hiçbirimizde saat olmadığı için (benim saati İsmet götürmüştü, kardeşi Sabri almış) vakitle ilgili konularda oldukça rahatız ama öğretmenlerin kaygıları da gözümüzden kaçmadı. Trene değişik yerlerde asker vagonu eklenmiş, ondan gecikmeler olmuş. Yusuf Asıl sıkıldı, güldürmek için çareler arıyordu; sonunda buldu. “İleriki istasyonda askerler inecek, bu kez dört saat bekleyeceğiz!” deyince Namık Öğretmen Yusuf’a “Aman oğlum, ağzını hayıra aç, Haydarpaşa’ya vaktinde ulaşıp Ankara trenine binmek zorundayız, yetişemezsek; Haydarpaşa Garında zübek gibi ortada kalırız!” dedi. Zübek sözünü ilk kez duydum. Güldüm, anlamını sormaya niyetlendim ama soramadım. Zaten Yusuf da bu sözleri, bir azarlama gibi algıladı, yüzü renklendi. Konuyu uzatmadık. Arkadaşlar başka sorular sordular.

Çekmece’ye gelince deniz tüm ilgileri topladı. Trenimiz Yedikule’de de çok bekledi. 7-8 arkadaş bir bölümde oturuyoruz. Bu kez yanımıza Hidayet Öğretmen geldi. Arkadaşlar Yusuf’a sataşmak için, “Gene asker mi biniyor?” deyip gülüyorlar. Birileri de “Hayır asker iniyor!”  deyince Hidayet Öğretmen durumu anladı, “Canım ne olur asker inse-binse, bunu neden dilinize taktınız?” diye sordu. Sustuk, Yusuf, bu suskunluğu bir onur sorunu yaptı, Hidayet Öğretmenden izin isteyerek, açıkladı. Hidayet Öğretmen gülerek, “Hadımköy’de olsaydı ben de kızardım. Orası ıssız bir yer, burası Yedikule; buradan Haydarpaşa’ya gitmek kolaylaştı. O nedenle sen söyleyeceğini rahatça söyle!” diyerek öteki bölüme geçti.

Sirkeci Garı’nda trenden inince Namık Öğretmen “Gene de şansımız varmış, 4 saat gecikmeyle de olsa yetiştik!” dedikten sonra Gar Yolcu Bekleme Salonunda biraz dinlenmemizi, bir şeyler yemek isteyenlerin yiyebileceğini, istersek simitle çay da içebileceğimizi söyledi. Hidayet Öğretmenin telefon etmeye gitti, o gelince vapura yürüyeceğimizi, söyledi. Ben trende acıkınca yemiştim. Öyle oturdum. Bir ara istasyon önüne çıkıp yanımdaki arkadaşlara tanıdığım Rıdvan Umay mağazasını gösterdim. Önü açılınca tabela rahatça okunuyordu. Biz bakınırken Namık Öğretmen görmüş, nereye baktığımızı sordu. Arkadaşların kimileri bana inanmadıklarından, denemek için söylediğimi, Namık Öğretmene ilettiler. Namık Öğretmen “Buraya kadar gelmişken tanıdığı görmemek olur mu? Biz buradayız bir arkadaş al git, gör, çok kalma gel!” dedi. Ben İsmet’i çağırırken Arif Kalkan gelmek istedi. Elele tutuşup duran bir tramvayın arkasından karşı köşeye geçtik. Oradan da sola sapıp doğruca mağazaya girdik. Rıdvan Ağabey yoktu ama beni akordiyon almaya götüren ağabey oradaydı. Beni tanıdı, önce “Akordiyonu ilerlettin mi?” diye sordu. Ben soluk soluğa söyleyeceklerimi söyledim. Rıdvan Umay Ağabeye saygılarımı iletmelerini rica ettim. Arif’le el ele tutuşup bu kez köşeden tam karşıya geçtik. Az ileriye yürüyüp, İstasyona bitişik Büyük Viyana Oteli’nin bahçesinden geçip istasyona girdik. Hidayet Öğretmen gelmiş, şimdi de birini bekliyorlarmış. Az sonra oldukça şişman birisi karşıdan çıkınca “Geliyor!” dediler. Oysa gelen, Okul Müdürümüzün öğretmeniydi. (Bunu kendisi de söylemişti, Okul Müdürümüz de) Müfettiş Hayrullah Örs’ü hepimiz tanıyorduk. Gülerek geldi:

-Gene aranıza girdim, buna seviniyorum! dedi... Başmüfettiş Hayrullah Örs de bizimle vapura geldi. Vapura binerken oldukça zorlandık. Özellikle ben bir hayli sıkıldım. Hem akordiyon var hem de çantam büyük. Her şeyimi rahat alıyor ama akordiyonla ikisi biraz fazla geldi. Taşımaktan çok itiş kakışta akordiyonu elimden alıp yürüyecekler gibi bir korkuya kapıldım. Gerçekten birisi alıp yürüse elimdeki çantayla insanları geçip gidenin arkasından yetişemem. Korktuğumun olmayışına sevinerek Haydarpaşa’da vapurdan indik. İnerken de gene aynı kalabalık, itiş-kakış. Tren istasyonuna girerken baktık kaldık. Çok görkemli bir bina. Edirne’de de büyük binalar gördük ama içlerinde böylesi yoktu. Kimi arkadaşlar Selimiye Camisiyle karşılaştırdılar. Başmüfettiş de bizimle geldi. İstasyon binasında içeri girince daha çok şaşırdık. Biz bir tren olarak düşünürken trenler dolusu bir görüntüyle karşılaştık. Hemen önümüzdeki trene binenleri görünce heyecanlandım. İnsanlar koşarak biniyorlar, itiş kakış yürüyorlar. Vapurdaki korkulu düşünceler aklıma geldi. Biri itip akordiyonu elimden alırsa! Bu kez İsmet’i yanıma çağırdım: Trene birlikte binelim. Hidayet Öğretmen uyardı, “Çocuklar, biz bu trenlere binmeyeceğiz, bunlar ara trenler. Bizim tren arkalarda, hazırlanınca buraya gelecek!” Birden rahatladım. Biraz yol üstünde durmuşuz bir görevli geldi, bize yer gösterdi:

-Burası ayak altı, sizin trene daha çok var burada rahatsız olursunuz! Namık Öğretmen de geldi, bizi sağ ilerimizde bir salona götürdü; Yolcu Bekleme Salonu… Az sonra arkadaşların bazıları gülüşmeye, yavaş yavaş da tartışmaya başladılar. “Burası yolcu bekleyenler için mi yoksa yolcular mı bu salonda bekliyor? Gene İsmet’le Yusuf. İsmet, “yolcu bekleyenler için salon olmaz. Gidecek yolcular içindir.” Yusuf diretiyor, “Yolcu bekleyenler nerede bekleyecek?” Sefer Tunca sakin arkadaşlarımızdandır. Ancak sabrı tükenmiş olacak:

-Hey, boş konuşmaktan ne zaman yorulacaksınız? Söyleyin adamlarınıza gelsin, ikisi de burada otursun, trenleri gelince kalkıp giderler. Size mi kaldı onların derdi? Bu kez de Yusuf sordu, “Tabelada gelen-giden sözü edilmediğine göre trenden inen yolcular da burada oturabilir.” Bekir Temuçin karşı çıktı:

-Onlar senin gibi inatçı değil, trenden inince evlerine giderler, gelip burada neden otursunlar?

Arkadaşlar gülüşerek tartışırken Hidayet Gülen Öğretmenle Başmüfettiş geldi, Başmüfettiş bize iyi yolculuklar diledi, Ankara’ya sık sık geldiğini, bizi kesinlikle görmeye geleceğini söyledi. Ders çalışmalarımızı sürdürmemizi, Harun Özçelik’e resim çalışmasını, Sami Akıncı’ya Almanca çalışmasını aksatmamalarını özellikle söyledi. Başını çevirirken kapı yakınında beni gördü, gülerek:

-Akordiyonunu götürüyorsun, buna sevindim, sana verdiğim sözü unutmayacağım, Röslein’i sana bulup göndereceğim!” dedi. Elini başına kaldırarak hepimizi selamlayıp ayrıldı. Namık Öğretmen geldi, “Çocuklar trenimiz biraz geç kalkacak. Burası trenden daha rahat, isterseniz uyuyabilirsiniz.” Arkadaşlar öğretmene, “Yusuf susarsa uyuruz!” dediler. Öğretmen gülümseyerek Yusuf’a baktı, “Yusuf, muzırlık yapma!”, işaret parmağını ağzına götürerek, “Sus!” işareti verdi. Herkes yorulmuş, susar susmaz uyudular. Ali Güleren, Sami Akıncı, Emrullah Öztürk’le ben dördümüz bakıştık kaldık. Ben uyursam akordiyonu çaldırırım kaygısındayım, Sami Akıncı yolculuklarda uyuyamıyormuş. Öteki arkadaşlar bir neden söylemediler. Biraz gecikme denmesine karşın tam üç saat oturduk. Gecenin saat ikisinde bizi bir vagona yerleştirdiler. Dört bölmeli bir vagon, iki bölmeye yedişer, iki bölmeye de sekizer kişi yerleşti. Namık Öğretmen haksızlık oldu denmemesi için  “Yedi kişilik yerlere biz geleceğiz, sizi yalnız bırakamayız!”  dedi. Vagona yerleştikten sonra da bir hayli bekledik. Büyük takırtılardan, ileri geri gidip gelmelerden sonra vagonumuz hareket etti.

Hareket eder etmez de benim uykum bastırdı. Tren yola çıkınca benim bir kaygım kalmadı. Akordiyonum bir zarar görmedi. Sanırım o sıkıntı üstümden gidince rahatladım. Camlardan ışıklar kayarken arada salt sallantıları duymaya başladım. Sonra onlar da kayboldu…Yağmurlu bir günde at arabasıyla köye gidiyorum. Yağmur yağıyor ama ben ıslanmıyorum. Neden ıslanmadığımı Ali Ağabeyimden soruyorum. Ali Ağabeyim neden ıslanmadığımı anlatıyor. Araba çok sallandığı için yağmur damlalarından korunuyormuşum. . Ali Ağabeyim yağmurdan korunmak için arabayı daha çok sallamaya başladı. Tam o sıra sallantı durdu, sesler geldi:

-Bu hangi istasyon? İstasyon adını tam anlayamadım, sallanma gene başladı. Gene konuşanlar oldu:

-Ne iyi bu istasyonda çok beklemedik! Sesler birden kesildi.

 

17 Nisan 1941 Perşembe

 

Mehmet Yücel’in sesini duydum, “İsmet, gel dayını uyurken gör!” İsmet, “Ben onu uyurken çok gördüm, o çok yorulmuştu, bırak uyusun!” Uyandım. “Burası neresi?” Hilmi Altınsoy “Duyduk duymadık demeyin, Ağabey burasının neresi olduğun bilmiyor!” Azıcık kızar gibi oldum, “Ne demek istiyorsun, ben bu yoldan hiç geçmedim ki bileyim!” Hilmi  “Şaka şaka!” diyerek boynuma sarıldı. Arkadaşların çoğu yerde. İki saattir burada beklemişiz. İlerde bir yerde tren yoldan çıkmış, onu bekliyormuşuz. Yusuf tam bizim pencere önüne gelmişti, Yusuf’a, “O tren yoldan çıktığına göre yol boşalmış demektir, biz neden bekliyoruz? Hazır yol boşalmışken gitsek ya!” Yusuf gülerek, “Ben, deminden beri onu söylüyorum ama beni kimse dinlemiyor!” Namık Öğretmen vagonun merdivenindeymiş. İnerek, “Bak bak bak, biz bunu düşünememiştik, üstelik makinistimiz de bunu düşünememiş, siz gidin anlatın!” Öğretmenin sesini duyunca ben geri çekildim. Yusuf öğretmenle karşı karşıya kaldı. Çaktırmadan kenardan baktım gülerek konuşuyorlar, az sonra yanlarına indim. Namık Öğretmen bizi teselli etti. “Bu duraklamalar bir bakıma iyi oluyor, arada dinleniyoruz!” deyip gülüyor. Sonra da, “Gideceğimiz yerde şimdilik yarım kalan işimiz yok. Hayırlısı ile gidelim de varsın geç olsun!” Yolcular hep inmiş. Ancak bizim vagon trenin en kuyruğunda olduğu için biz de kuyruktayız.

Küçücük bir yer, dağlar arasında, çok yeşillik. Az ileride bir tabela var Mekece… İstasyon binasına gidip gelenler var. “Burası küçük bir istasyonmuş!” diyerek geldiler. Tren de kalkmak üzereymiş. Belki ilerde Bilecik’de bekleyecekmişiz. Gerçekten az sonra tren kalktı. Dağlar arasından gidiyoruz. Öğlede Bilecik’e geldiğimizi söylediler. Bilecik Mekece gibi değil oldukça büyük görünüyor. Bilecik diye bir yerin adını ilkokula başladığım yıllarda babamdan duymuştum. Babamın özenle sakladığı anı belgelerinden biri de elden biraz büyüklükte bir kesicidir. Çok keskindir. Kısa bir sapı var. Baltaları andırıyor ama kesinlikle balta değil. Babam ona NACAK diyor. İnce ağaç dallarını onunla kesiyor. Kullanmak için de hiç kimseye vermiyor. Bir gün onu alıp ablama odun kesecektim. Babam gördü, onu elimden alıp bir başka baltayı verdi. Az sonra da baltayı alıp odun kesmeyi o sürdürdü. Sonra da nacakların ne olduğunu anlattı. Onun anlattığına göre, Hacı Bektaş Erenleri’ne Rumeli’ye geçmek için Hacı Bektaş izin verince; Erenler önce Bursa’ya uğramaya karar vermişler. Ancak Bursa o zaman düşman elindeymiş. Bursa’yı yöneten düşman beyi, Hacı Bektaş Erenlerine, gelmemeleri için haber göndermiş. Erenler bu habere çok kızmışlar. Bu kızgınlık sırasında nacakları kınlarından çıkarıp oradaki taşlarda bilemişler. Bilenmiş nacaklarını kaldırdıkları gibi Bursa’ya saldırıp almışlar. Ondan sonra da Rumeli’ye geçip fetihlere başlamışlar. İşte nacakların ilk bilendiği o uğurlu yere sonra bileğilik, bileyicilik derken bugün söylendiği gibi Bilecik olmuş. Babamın nacakı o günlerden kalma değilmiş ama benzediği için babam onu bir anı olarak (baba yadigarı olarak) saklayıp arada kullanıyormuş. Köye döndüğümde babama Bilecik’i gördüğümü anlatınca çok sevineceğini düşünerek karşı tepelere baktım. Ancak inip fazla bilgi alamadım. İstasyondaki insanların da sordukça “Ben yabancıyım!” demesi ayrıca hepimizin ilgisini çekti; gülüşerek:

-Bilecikte oturan yok mu? türünden şakalı sözler söyledik. Hele yolun bundan sonra çıplaklaşması hepimizi şaşırttı. Hidayet Öğretmen, “Çocuklar biz size en önemli olayı unutup söyleyemedik. Gece geçtiğimiz için ayırdına varamadınız, yurdumuzun en yeşillik, en canlı yöresini iyi göremedik. Umarım dönüşte oralardan gündüz geçeriz. Bundan sonra ise saatlerce ağaçsız ya da seyrek ağaçlı yörelerden geçeceğiz!” Öğretmen dikkatimizi çekince gözlerimiz karşı bayırlarda kaldı; kırçıl, kayalı ya da düpe düz beyaz taş, toprak yığınları. Bozöyük’te de karşıdan gelen treni bekledik. Arkadaşlar gene konuşmaya başladılar. Sözde makinist, bizim isteksiz gittiğimizi duymuş, götürmek istemiyormuş. “Kimmiş bu isteksizler?” diye soranlar oldu, onları Bozöyük’te bırakacaklarmış. Bozöyük’te kalmamak için herkes:

-İstekli gidiyoruz!” diye bağırdı. Trenimiz tam bu sıra kalkınca gene makiniste sataşanlar oldu:

-Bizim sesimizi duyunca canlanıyor! Ufaklı büyüklü, uzaklarda görünen beldeler arasından geçtik. Özellikle köylere bakıp oralardaki öğretmenlerin durumlarını konuştuk. Onlara baktıkça herkes kendi köyünde çalışmaya razı olduğunu tekrarladı. Mehmet Yücel:

- Kepirtepe’ye haksızlık ediyoruz, Kepirtepe buralara göre yeşil, yeşil de ne ki? Cennet! dedi. Gene uçsuz bucaksız ıssızlığa daldık. Tren, taş, toprak yığınları gibi görünen tepeler arasına dalınca aklım, Kepirtepe’ye takıldı kaldı. Kepirtepe’dekiler şimdi ne yapıyorlar acaba? Bugün 17 Nisan sözde şölen yapacaktık! Ben akordiyon çalacaktım, arkadaşlar şarkı söyleyecekti. Okul şarkılarında Gül de vardı. Şarkı söylerken onu nasıl izleyecektim. Konuşurken belli ettiği az da olsa kusurlu sesleri şarkılarda da yapıyor mu acaba? Bunları düşünürken, Abdullah Erçetin sordu:

-Başmüfettiş sana ne gönderecek? Bunu duyan arkadaşlar birden bana döndüler; meğer herkesin ilgisini çekmiş. Söylemek istemedim: “Ben de iyi anlamadım, okuldayken de söyledi, ‘Söz verdim’ dedi ama ne sözü verdiğini pek anlamadım!” dedim. Arkadaşlardan gülenler oldu. Sami Akıncı açıkladı: Bir Almanca şiir! Ben de: “Aaa, evet evet bir şiirdi!” dedim.

Namık Öğretmen geldi, “İyi gidiyoruz, akşamı yaptığımıza göre bir gece yolculuğumuz kaldı!” dedi. Pencerelere oldukça yaygın ışıklar vurunca büyükçe bir yere geldiğimizi anladık. “İşte Ankara!” diyenler oldu. O yaygın ışıkların bir kıyısında tren durunca buranın Eskişehir olduğunu öğrendik. Tren kentin içinde değil kıyısında duruyormuş. Çok yolcu indi, ancak hiç yolcu binmedi. Arkadaşların dikkatini çekmiş. Biz konuşurken vagonumuz hareket etti. Beklemediğimiz bir çabuklukta kalkınca sevindik. Ancak vagon bir süre gidip geri döndü. Bir kaç kez gittik döndük. En sonunda istasyon ışıklarının uzağında bir yerde gene durduk. Üç dört vagon lokomotifsiz ortalıkta öylece kaldı. Namık Öğretmen geldi, önce, “Ne oldu?” diye bize sordu. İsmet, arkadaşların şakasını tekrarladı, “Makinist bizi götürmek istemiyormuş!” Öğretmen güldü, arkasından açıkladı. “Eskişehir’de yol ayırımı vardır, İstanbul’dan kalkan lokomotife hem Afyon, hem de Ankara vagonları bağlanır. Eskişehir’e gelince Afyon vagonları ayrılıp başka bir lokomotife takılarak Afyon’a, Ankara’ya giden de Ankara yönüne gidecek lokomotife bağlanıyor!” dedi. Bu ayrılık olayı biraz zaman alıyormuş. Az biraz derken gene gece yarısını bulduk. Namık Öğretmen, “Bundan sonraki yolumuz daha rahat olacak, çünkü Ankara’ya dek tek karşılığımız var. Biz Eskişehir’den Ankara’ya nasıl gidiyorsak, Ankara’dan kalkan trenler de bizim gibi, tek yanlı kontrol ediliyorlar. Araya girecek başka tren hattı yok.” İkinci gecemiz başladı. Hilmi, Yakup, Hasan, Yusuf, İsmet, Abdullah, Mehmet Başaran süt kuzuları, başlarını koyar koymaz uyudular.

Koridora çıkıp trenin gidişini izledim. Kimi zaman derinliklerden gidiyor. Işıkların yol kenarlarını aydınlatması ürpertici görünüşler oluşturuyor. Köprülerden geçerken çıkan takırtıları dinleyince insan, sanki yuvarlanıyor gibi bir sanıya kapılıyor. Polatlı’ya dek uyumadım. Polatlı’da da çok durduk. Yusuf uyuyor göremedi, burada da trene iki vagon eklediler, ikisi de asker vagonu, silahlı askerler. Kervan kıran yıldızını bir ara görür gibi oldum. Bu yıldız bir zaman uykudan kalkma zamanım, bir işmardı. Bugün ise uyumak için onu beklemiş durumdayım. Havanın da serinlediğini anladım. Hasan azıcık yayılmış uyandırmadan sıkıştırıp, yavaş yavaş itekledim. Yerleştim. Herkes uyuduğu için olacak, gözlerimi kapar kapamaz takırtılar kesildi. Takırtı ne ki? Ben, bizim köyün Küçük Koru dediğimiz derin çataklı, geçiş vermeyen derin çataklarda dolaşıyorum. Bir kuzu sıkışmış, meeeee, meeeee diye bağırıyor. “Zavallıcık beni çağırıyor!” deyip kurtarmak için elimi uzatıyorum. Kuzu uzaklaşır gibi oluyor. Biraz daha yaklaşmak için çaba harcıyorum. Ne var ki, kollarım gene yetişmiyor. “Göz göre göre kuzuyu orada bırakamam!” diye bağırmaya hazırlanıyorum, bu kez de sesim çıkmıyor. Birden büyük bir sarsılma oldu. Arkadaşlar konuştular. Hilmi Altınsoy yüksek sesle bağırdı “Yapmayın!” Gülenler oldu, “rüya görüyor!” dediler. Uyandım. Sanırım uyanır uyanmaz gene uyumuşum.

 

18 Nisan 1941 Cuma

 

Gene sallanmaya başladım. bunun nedenini düşünmeye çalışıyorum. Bu arada bir ses duydum, “O şimdi herhalde rüya görüyordur!” Gözlerimi güçlükle açtım. Biraz da şaşkınım. Bu kez konuşan Hilmi Altınsoy. Kendisi dün öğleden beri uyuyor. Uyanmış, herkesi de uyandırmış. Hilmi’ye çatmak üzereyken, Mehmet Aygün geldi, Namık Öğretmen, göndermiş “Ankara’ya yaklaştık, Ankara’yı uzaktan görmek isterlerse baksınlar!” Bir ağızdan, “Hepimiz görmek isteriz!” deyip pencerelere koştuk. Ancak uzun bir süre yarı çıplak toprak yığınlarında başka bir şey göremedik. Bunu söyleyince de Hidayet Öğretmen gülerek :

-Ankara karşınıza birden bire çıkacak, az sabredin dedikten sonra

“Ankara, Ankara güzel Ankara

Seni görmek ister her bahtı kara,

(Bu arada “biz bahtı kara değiliz ha!” deyip, parmağıyla daire çizerek hepimizi gösterdi)

“Senden yardım umar her düşen dara…. .

Yetersin onlara Güzel Ankara!

“Haydi siz de söyleyin!”  diye de çıkıştı. Sonra da, “Sakın istasyona girerken de böyle susmayın, bizi karşılamaya gelenlere karşı ayıp olur!” diyerek hem bir muştuda bulundu hem de uyardı. Milli Eğitim Bakanlığından bizi karşılamaya geleceklermiş. Öğretmen arkasını dönüp arkaya doğu giderken, Hüseyin Serin birden “Aaa, bakın bakın ben gördüm!” deyince hep baktık:

-Neyi gördün, ortada Ankara falan yok! İki gündür susan Hüseyin bunalmış, sonunda o da boşaldı. Sözde Milli Eğitim Bakanlığından gelen büyük adamları görmüş. Hüseyin güzel bir şaka yaptı ama, arkadaşların çoğu sözün güzel tarafına bakmayıp, görme üzerinde durarak Hüseyin’e yüklendiler. “Aretlik hayal görüyor.” “İbriktepelinin gözleri bozuldu!”

Derken tren tepeler arasından sağa sola dönerek gidip dururken, harman yığınları gibi hayal meyal binalar gördük. Tren tam Ankara yönüne dönünce bir şey göremiyoruz ama sağa sola dönüşlerde tepelerdeki binaları net olarak görüyoruz. Sonunda Ankara kaybolmadan karşımıza çıktı, Ankara Kalesi, resimlerde olduğu gibi, yüksek. Bir küçük istasyonda durduk. “Geldik, gelmedik” derken Namık Öğretmen, “Bir istasyon sonra Ankara’da olacağız!” dedi. “İnmeye hazırlanalım!” diyenlerimiz olunca Namık Öğretmen, “Aman aman kendi bildiğinize göre inmek yok. Zaten Ankara’da inmeyeceğiz. Bizim yolumuz biraz ötedeymiş. Bizi karşılayanlar, bizimle gelenler olacak. Hem galiba biz istasyonda biraz daha bekleyeceğiz!” Öğretmen bunu söyleyince Yusuf, “Öğretmenim, oradan da mı asker binecek?” diye sordu. Namık Öğretmen Yusuf’a bakıp, “Yusuf Asıl sen ne zaman büyüyeceksin? Sırtımızda boza pişiyor sen işin eğlencesindesin!” dedi ama bunu söylediğine pişman olmuşçasına, “Büyüme büyüme, hiç değilse bir süre daha büyüme, büyüyünce insanların yüreği katılaşıyor!”

Gazi Çiftliği’ne gelince bir bölümümüze Namık Öğretmen öbür gruba da Hidayet Öğretmen çevreyi anlatmaya başladı. Az sonra da Ankara Garı’na girdik. Saatler 12:20. Yolcular indiler. Burası da Haydarpaşa gibi kalabalık. Bir ay yıldız şapkalı görevli gelerek öğretmenleri sordu. Öğretmenler inip konuştular. Dikkatle izliyor, heyecanla bekliyoruz; inecek miyiz yoksa gidecek miyiz? Öğretmenler konuşa konuşa döndüler. Soranlar oldu; “İnecek miyiz, yoksa gidecek miyiz?” Namık Öğretmen gülerek, “Az sabredin çocuklar, şimdilik ikisi de değil!” Derken vagonumuz yürüdü. “Gidiyoruz!”  demeye kalmadı, vagon gene geri döndü. Bir kaç kez ileri-geri gitti geldi. Hepimizi bir gülme tuttu. Hidayet Öğretmen de gülerek “İşte çocuklar, buna gülünür!” dedi. Sonunda garın en uzak ucunda bir yerde durdu. Öğretmenler, “Tamam, biz şimdi rahata erdik. Öteki türlüsünden rahatsız olacaktık!” diye konuşunca ilgiyle baktık. Hidayet Öğretmen açıkladı:

-Gideceğimiz yer trenle bir saat ilerideymiş. Ancak ineceğimiz istasyonda her tren durmazmış. Bugün orada duracak olan gündüz treni saat 16:00’da buradan kalkıyormuş. Bize “Burada inin, o treni bekleyin!” dediler. Biz de sizleri düşünerek rica ettik: Yerde beklemek bizim için çok zor olacak, biz vagonumuzda bekleyelim, o tren hazır olunca ona geçelim! Önerimizi haklı buldular. Yaklaşık olarak 3 saat sonra bir başka trene geçip konak yerimize ulaşacağız. Şimdi yiyecek bir şeyleriniz kaldıysa yeyin, akşam, gideceğimiz yerde bize yemek verilecek!” “İnip simit alabilir miyiz?” sorumuza, “Herkes değil, dağılma yok, İki arkadaşınız gider, alır gelir. İki arkadaş gelmeden başkası çıkamaz!” Öğretmenler yemek yemeye gittiler. Vagonumuz kenarda ama gene de gelip bakanlar, nereden gelip nereye gittiğimizi soranlar oluyor. Öğretmenlerin uyarmaları nedeniyle bu tür sorulara “öğrenciyiz, İstanbul’dan Ankara’ya gezmeye geldik. Fazla bilgi istiyorsanız öğretmenlerimiz burada, onlardan sorun!” diyoruz.

Gelip geçenlere bakarken iki kişi geçti, bunlar da benim ilgimi çekti. İkisi de gözlüklü. Konuşurken biri ötekine, “Bak bak Osman bunlar onlar!” dedi. Öteki ise, “Yok yahu, şapkalarına baksana, bunlar bayağı öğrenci, onlar olur mu?” deyip yan baka baka geri döndüler. Adamların konuşmalarından kuşkulandım. Yoksa bunlar Milli Eğitim Bakanlığı’ndan gelecek kimseler mi? İçimde bir acı belirdi. “Bunlar bayağı öğrenci, bunlar onlar olur mu?” Bu adamlar, eğer Milli Eğitim Bakanlı sorumluları ise vay başımıza gelenler! Türkçe Öğretmenimiz Fikret Madaralı çok okumamızı ister. Daha 1938 yılında Yeni Adam dergisine abone olmamı sağlamıştı. Geçen yıl da bir başka dergiyi salık vermişti. Dergiyi tanımam için de üç dört eski sayıyı incelememi söyledi. Dergideki şiirleri belli başlı yazıları severek okudum. Ancak birisinde okuduğum bir yazı nedeniyle, dergiyi neredeyse parçalayacaktım. Dergi öğretmenin olduğu için kendimi tuttum, birkaç gün sonra da öğretmene geri verdim. Savaş gürültüleri, okuldaki durumlar, özellikle bastıran büyük kar sıkıntıları nedeniyle öğretmen konu üzerinde durmadı. Böylece ben de dergiyi almamayı başardım. O yazıyı yazan Yunanistan’a gitmiş. Komşu Yunanistan’da iyi okullar görmüş. Ama bir tanesini hepsinden çok beğenmiş. Büyük bir okulmuş, yatakhaneleri, yemekhaneleri, kitaplıkları görkemliymiş ama süs, konfor yokmuş. Yazar bundan sonra çok beğendiği tarafları anlatıyor. “Öğrenciler, yetim, yetersiz ailelerden toplanmış, giysileri son derece basit, ayakları çıplak ama günde birkaç saat kültür dersi dışında yalınayak başı kabak, işliklerde, tarlalarda çalışıyormuş.  Böyle yetişecekleri için de ilerde köylere gönderilince kentlere gidemeyecekler; oralarda kalıp çalışmak zorunda olacaklar !” diyor, arkasından da bunları Köy Enstitüleri’ne örnek gösteriyor. İşte bu konuşanlar da o yazar gibi düşünenlerden. “Bunlar bayağı öğrenci!” demesinin nedeni bizim elbiselerimizin temiz kasketlerimizin oluşundan olsa gerek. Çünkü Milli Eğitim Bakanlığı’nı yönetenler, bizden sonrakilere aynı kumaştan giysi vermediği gibi, kasketin ise sözünü bile etmiyor...

Az sonra, öğretmenlerle birlikte dört kişi geldi. Dikkatle baktın ikisi deminki gelenlerdi. İçlerinden biri daha yaşlıca, hep o konuştu. Hüsnü Baykoca Öğretmeni andırıyor. Hatırlarımızı sordu, “Yoruldunuz ama, inince dinleneceksiniz, . İlköğretim Genel Müdürümüzün ivedi bir işi çıktı, beni gönderdi, en yakın zamanda sizinle kendisi de görüşecek!” dedi. Öğretmenlerle konuştu. Hidayet Öğretmen konuşanı göstererek “Ferit Oğuz Bey!” deyince biraz şaşırarak baktım. Eğitmen Mustafa Ağabeyin övdüğü kişi bu olamaz! Mustafa Ağabey öyle sözler söyledi ki, ben o sözlerden Kazım Dirik, Faik Üstün gibi insanlar düşlüyordum. Oysa şimdi karşımda Hüsnü Baykoca Öğretmenin tıpkısı duruyor. Gene de Ferit Oğuz olan kişi güzel sözler sözledi, öğretmenler onu eğilerek selamladılar, hepimize el sallayarak ayrıldı. Benim gözlerim ötekilerde kaldı. Onlar Ferit Oğuz’u biraz sırıtarak dinlediler, ayrılırken de bize selam bile vermediler. Az önceki sözleri kulaklarımda: “YOK YAHU BUNLAR; ONLAR OLAMAZ; BAKSANA BUNLARIN KASKETLERİNE; BUNLAR BAYA BAYA ÖĞRENCİ!” Hidayet Öğretmen yanımıza çıkınca, “Bakanlıktan beklediklerimiz geldi, ötekiler yarın oraya gelecekmiş, biz artık gidebiliriz!” dedi. Nedense gülerek, “İşte Ferit Oğuz!” dedi. Ben de “Bayır!” dedim. Hidayet Öğretmen gene gülerek bana “Sen nereden biliyorsun onun ‘Bayır’ını? diye sordu. Tam o sıra Namık Öğretmen geldi. Ben gene de “Ferit Oğuz Bayır, daha önce Edirne-Karaağaç Eğitmen kursu şefiydi!” deyince Namık Öğretmen, “İbrahim bilmeyecek de kim bilecek, o daha önce Eğitmen kursuna girdi, askerliğini yapmadığı için onu kurstan kırlattılar. Bu defa askerlikten kaçtı, geldi okula girdi. Bu nedenle o bayırları da bilir tepeleri de!” Arkadaşlar kırılasıya güldüler. Hidayet Öğretmense bu kez Namık öğretmene, “Siz de çok şeyler biliyorsunuz kuzum, baksanıza İbrahim’i iyiden iyiye izlemişsiniz!” Namık Öğretmen bu kez de :

-Ondan kuşkunuz olmasın. Çünkü ben de Eğitmen kursu için şansımı denedim. Beni de çavuş olmadığım için geri çevirdiler. Ben de İbrahim gibi direttim; gelmişken burada kalayım! diyerek bildiğiniz gibi okula, yaşam boyu kaydımı yaptırdım! Namık Öğretmenin sözlerine arkadaşlar güldüler... Daha önce gelen gar görevlisi karşıdan çıkınca, öğretmenler “Haydi çocuklar, gidiyoruz!” diyerek çantalarını alıp indiler. Bineceğimiz vagonlar yakındaymış. Rahatça çıkıp yerleştik. Tren kalkınca Ankara içini gördük. Ankara içinde istasyonları sayan arkadaşlar “5 istasyon var, ne kadar büyük!”  deyip durdular. Ankara’dan çıkınca gördüğümüz yeşillikler de hoşumuza gitti. Lalahan tabelasını görünce anımsadım, “Geliyoruz!” dedim. Tren bir yokuşa tırmandı, sağa sola dönerken birden doğruldu, az sonra da Lalabel’de durdu. İndik. Hava güzel, Doğu tarafında dağlar uzakta. Arada köyler var. Şaşkın şaşkın bakındık. İki çift havan gördük, onları dik duran değirmen taşlarına başlamışlar. Köyden gelenler olmuş, öğretmenlerin ellerini iki eleri arasına alarak sıktılar. Ben kenarda duruyordum. Birisi gelip yanımda duran akordiyonu aldı. Birden telaşa kapıldım, akordiyonu aldım. Adam şaşkın şaşkın “Götüreceğemmm!” deyince gülümseyereek:

-Yolda ben bazen çalıyorum o nedenle elimde taşıyacağım” dedim. Adam bu kez bavulumu aldı, Dik duran değirmen taşı sandığım nesnelerin arasına dizmeye başladı. Öteki kişilerden birisi, “Ahmet, kağnıları şöyle çekseydin!” diye bağırınca adını çok duyduğumuz kağnıyı böylece tanımış olduk. Hidayet Öğretmen beni izlemiş, “İbrahim, sakınmakta haklısın ama, onlar dikkatlidir, merak etme, düşürmezler, bir saat sürüyormuş, taşımakta zorluk çekersin.”       İsmet’le ortaklaşa taşıyacağımızı daha önce konuştuk!” dedim. Öğretmen “siz bilirsiniz, ‘Mal canın yongasıdır’ derler, yitirilince acı duyulurmuş. Acı duymamak istiyorsun. O zaman haydi gayret!” dedi. Kağnılar bağlandı, tepenin alt tarafından yola çıktılar. Gelenlerin biri bizim önümüze düştü. Bir süre yokuş yukarı yürüdükten sonra tepeye çıktık. Karşıda yüksek dağlar. Az sağ tarafımızda tepelerin arasında köyü gördük.

Güneşe karşı üst üste yığılmış gibi evler. Yürüdüğümüz yer yol değil patika, sırayla dizildik. İki yanımızda kır çiçekleri açmış. Özellikle kekikler tüm tepeleri kokutmuş. Hidayet Öğretmen, “İşte size şarkılardaki Anadolu!” dedi. Yokuş aşağı rahat indik. Köy yoluna çıkınca kağnılar da yetişti. Tozlu bir yoldan köye girdik. Arkadaşlar hemen saymış:

-Köyde üç kiremitli bina var! Köye girince, oldukça bol su akıtan bir kaynakla karşılaştık. Kaynaktan yukarı doğrulduk. Bir başka çeşmenin yanında durduk. Bahçesi duvarlı bir cami. Caminin arkasına çıktık. Daha yukarı gideceğimizi düşünürken çıktığımız yükseklikten bir kapı açıldı, birileri, bizi buyur ettiler. Orası da camiymiş, girince anladık. Balkon gibi önü yarı açık. Camiye inilen yol kapatılmış. Oldukça alçak bir çatı tavanı var. Namık Öğretmen biraz üzüldü ama belli etmemeye çalıştı, Bizden de kimse bir şey söylemedi. “Suyumuz bol, ekmek de bulursak, yaşadık!” diyenler oldu. Namık Öğretmen, “Birkaç gün içinde çadırları kurar oraya çıkarız!” Bu sözü birkaç kez tekrarladı… Az bakışıp şakalaştıktan sonra köyü gezmek isteyenler oldu. Ben katılmadım. Aklım fikrim akordiyonda. Arkadaşlar gidince kapıyı yokladım, kilit milit yok. İyice kuşkulandım. Ben kara kara düşünürken Hidayet Öğretmen geldi, beni görünce “Kuzum, sen akordiyona bağlı mı kalacaksın? Bu köylerde sandığın gibi hırsızlık olmaz. Köylüler onun para edeceğini bile bilmezler. Gene de biz önlemini alacağız, bir arkadaşınız sürekli nöbetçi kalacak. Nöbetçi kaldığını görünce zaten kimse sokulmaz.” Öğretmen bana “Sıkılırsın, çık gez biraz!” dedi, gitti.

Sırt üstü yatıp öyle düşündüm. “Yoksa bizi, yazarın dediği gibi, kimsesiz, yetim çocuklar sayıp buralarda yetiştirip zor kullanarak gene buralarda mı çalıştıracaklar?

Arkadaşlardan geri dönenler oldu. Hilmi Altınsoy köyü beğenmemiş, “Bu insanlar bu izbelerde nasıl oturuyorlar?” diyerek kendi köyü Sırınsıllı'nın gözünde tüttüğünü söyledi. Hasan Üner ise Selçuk Korol Öğretmenin Yeni Çeri askerlerinin köylerden nasıl toplanıp ailelerinden ayırdıklarını anımsattı. Arkadan gelenler çok iyi bir haberle döndüler. Genç bir adam, “Size yetişemedim Lalabel’de karşılamak isterdim. Köyümüze hoş geldiniz safalar getirdiniz, köyümüz sizinle bu sefaletten kurtulacak, bize umut verdiniz!” demiş, kendini tanıtmış:

- Bendeniz Hasanoğlan köyü muhtarı, Ahmet Çakır! Mehmet Aygün taklitini yaptı; sağ elini avucu açık olarak göğsüne koyup aynı sözleri geneledi:

- Bendeniz, Hasanoğlan köyü muhtarı, Ahmet Çakır….

Bizim için hazırlanmış yataklara uzanıp bir süre yattık. Söz döndü dolaştı Mustafa Saatçı’ya dayandı:

- Haydi hafız, gerçek yüzünü göster, bakalım hafızlığın nereye kadar? Mustafa ciddi ciddi, “Namaz kıldırırım, ne sanıyorsunuz?” deyince bu kez bir başka grup, “Hele yap, buradan sana laf atar, halka dövdürürüz.” Kendi dersliğimizdeki gibi konuşmalar olunca arkadaşlarda bir değişme oldu. Herkes gülmeye başladı. Mustafa Saatçı sordu

-İnip namaz kılsam, ona da karışır mısınız? Herkes birden bağırdı:

- Karışırız! Mustafa gene sordu:

- Neden? Arkadaşlar hep birden:

- Neden olacak, ciddi ciddi namaz kılarsan biz seninle bir daha şakalaşamayız! Mustafa Saatçı teşekkür etti:

- Ben zaten sizden ayrılamam!

Namık Öğretmen geldi; bizi yemeğe çağırdı. Yemek köy okulunda yenecekmiş. Okula gittik. Okul, az önce geçtiğimiz o gölümsü kaynağın yakınında. Çeşmede hayvanlar için yalaklar var. Onun yakınında iki demir borudan akan iki kurna... Bol suyu görünce hepimiz sevindik. İdris Destan dayanamadı, “Bu su bizim Kepir’de olacaktı!” Toplu bir yanıt:

- Dönüşte götürelim! Sözlerin arkası kesilmedi:

- Dönecek miyiz ki?

-Tabii döneceğiz, burada mı kalacaktık? Baksana burada kalınır mı?a

Konuşarak ilkokul bahçesine girdik. Hidayet Öğretmen, okuldan önce okul bahçesini inceledi. Okul salonun girdik. Uzunca bir salon. Duvarda resimler var. Atatürk, İnönü, Hasan Ali Yücel. Resim üstleri imzalı. Hasan Ali Yücel’in siyah üstüne beyazla salt Yücel yazılmış. Bir ses, “Aaa, biz bunları görmüştük!” Hepimiz gülüyoruz. “Görmüştük!” diyen Kadir Pekgöz. Bir an duralıyor.  “Bizim okulda var mıydı? ”Hidayet Gülen Öğretmen söze karıştı, “Onlar, tüm okullarda vardır. Milli Eğitim Bakanlığı gönderir!” deyince ben, “Lüleburgaz’la Alpullu okullarında vardı!” dedim. Kadir azıcık bozuldu. Bir dersliğe girdik. Arkadaşların anlattığı Muhtar Ahmet Çakır tatlı göndermiş, sütlü bir tatlı, severek yedik, teşekkür ettik. Namık Öğretmen, “Bir süre için yemek yerimiz burası!” Bahçeye çıkınca öğretmen Halil’le beni çağırıp bir metre verdi, bahçenin enini- boyunu ölçtük.  Gene topluca kaldığımız yere, camiye gittik. Namık Öğretmen bir daha tembihledi:

- Yalnız yalnız bir yere gitmek yok. Soru soran olursa bize gönderin, biz çeşme yakınındaki Köy Odası’ndayız. Siz de bize ulaşmak isterseniz Köy odasına gelin. Kahvaltı ya da topluca çıkıldığında numara sırasına göre günlük iki arkadaşınız nöbet tutacak, kesinlikle yattığınız yer yalnız bırakılmayacak!

Erkenden çıkıp yattık. Tüm gece boyu uyuduk. İki gecenin bölük börçük uykularını deliksiz uyuyarak tamamladık…. .

 

19 Nisan 1941 Cumartesi

 

Yattığımız yer caminin arka tarafına düşüyor. Güneş camiye vuruyor, caminin içi çok aydınlık. Biz ışığı aradan alıyoruz. Burada uzun kalırsak, geç kalkmaya alışacağız. Bu sabah kalktığımızda güneş iyice yükselmişti. Camiye hiç kimsenin gelmeyişi ilgimizi çekti. Kahvaltıda süt, peynir ekmek yedik. Hidayet Öğretmen dinlenip dinlenmediğimizi sordu. 4 Mehmet’le 6 Ali nöbetçi kalmıştı, onlarla değişecek kişi aradılar. Hidayet Öğretmen bana “Hadi İbrahim sen git, bak akordiyonu çalmasınlar!” dedi. Bu sözü doğru anlamayanlar oldu, “Aaa, camide akordiyon çalınır mı?” deyince bu defa da Hidayet Öğretmen sözü değişik anladı, ”Çalınır neden çalınmasın, camilerde eski ayakkabıları bile çalıyorlar, bunu siz duymadınız mı?” diye gülerek sordu. Namık Öğretmen, “Siz sonunda anlaşacaksınız ama geç olacak, en iyisi İbrahim sen git, akordiyonunu çalma da çaldırma da, bak, camide akordiyon çalınmazmış, çalınacak diye de kaygılanma!” dedi. Bu kez Hidayet Öğretmen, “İşte sözün doğrusu buydu!” diyerek güldü. İsmet’le ben camiye gidip, arkadaşları gönderdik. Bir süre sonra arkadaşlar geldi, bugün dinlenecekmişiz. Yarın? Yarın keşifler yapılmaya başlanacakmış. Çalışmalar başlamadan, köy içinde başı boş dolaşmamamızı öğretmenler gene tembihlemişler. Arkamı duvara yasladım yazacaklarımı düşünürken, “Sen ne yazıyorsun?” diye soran oldu. Her zamanki gibi aklıma geleni yazdığımı söyledim. Mehmet Başaran, “Yazdıklarını ben de okuyabilir miyim? diye sordu. Ben de, ”Sen şiir yazıyorsun, ben senin şiirlerini okuyor muyum?” Mehmet Başaran, “İzin verirsen okurum!” deyip geçti. Bu kez “O yokken nöbetinde al oku” gibi konuşmalar duydum. Bir süre düşündüm. Tıpkı Ömer Seyfettin’in Ruznamesi’ndeki gibi.

Bugün 19 Nisan 1941 cumartesi. Hasanoğlan köyünde ikinci günüm. Kahvaltı ettim. Köy camisinin arka tarafındaki kadınlar için ayrılmış karanlık bölümde yatıyorum. Değişik bir durum olursa gene yazacağım...

 

20 Nisan 1941 Pazar

 

Hasanoğlan köyünde 3. günümüz. Süt, yumurta, köy ekmeği ile kahvaltı ettik. Namık Öğretmen, yarın Ali Yılmaz Öğretmenin geleceğini söyledi, üzüldüm. Bizimle gelmemesinin nedeni, ailesini de getiriyormuş, o nedenle ayrılmış. Ayrıca yarın Milli Eğitim Bakanlığından gelecekler varmış. Yapılacak işlerin bir bölümünü onlar açıklayacaklarmış. Köy muhtarı Ahmet Çakır, bize kazma kürek, destere, bir de usta buldu, Okul bahçesinin bir bölümüne çadır kurmak için yer kazdık. Öğleden sonra bir grup gezerek tren yoluna indik. Yol kenarında küçük bir kulübemsi bina var, ilerde buraya istasyon binası yapılacakmış. Tren yolu buradan Lalabel’e doğru birden yükseliyor. Bu yükselmede trenler duruyormuşçasına ağırlaşıyormuş. Ankara’dan gelen köylüler o zaman trenden atlayıp köylerine dönüyormuş. Köyde her gün böyle okuluna gidip gelen iki lise öğrencisi bile varmış.

 

21 Nisan 1941 Pazartesi

 

Hepimiz uyandık. Mehmet Yücel, “Bugün Lüleburgaz’ın pazarı!” dedi. Ben, “O eskidendi, bugün belki Pazar bile kurulmaz, geçen gün Pazar kuruldu da ne oldu? İnsanlar, yumurtalarını yerlere attılar, tavuklarını ortalığa bıraktılar; siz bunları görmediniz!” dedim. Recep Kocaman tanıklık etti:

-Ben de gördüm, aynen böyle oldu! dedi…

Öğle yemeğinden çıkarken okul önüne bir asker arabası geldi. Dört kişi indi, şaştım, ikisi gene o adamlar, ikisi değişik. İstasyonda gördüklerimin ikisi de gözlüklü. Birisi Namık Öğretmenin koluna girip, okul bahçesini birkaç kez dolaştırdı. Öteki gözlüklü gene hiç konuşmadı. Biri Hidayet Öğretmenle onların kaldığı köy odasına gittiler. Bizimle yalnız kalanın hiç birimizle konuşmaması arkadaşların da dikkatini çekmiş, “Bu adam ya yabancı ya da dilsiz biri” dediler. Dilsiz arabaya binip çeşme yanına indi. Bir süre sonra Namık Öğretmen geldi, ellerini bir birine vurarak “İşte böyle işlerimiz yavaş yavaş yoluna girecek, bir çok istediğimiz yakında geliyor. Onlar geldikçe biz de kolları sıvayıp çalışacağız!” dedi. Akşama doğru okul önüne bir kağnı ile kazıklık kesilmiş dallar indi. “Bunlar nedir?” diye soranlara öğretmen gülerek, “Bunlar “Çadırlara kazık olacak, siz yapacaksınız, yapınca da öğreneceksiniz. Size çok demişlerdir, yoksa demediler mi,  ‘artık kazık kadar oldun, bir işe yara’, bana annem iki de bir söylerdi, şimdi kazıktan biraz daha uzun olduğum için artık söylemiyor!”  derken arkadaşların biri “Sırık” deyiverdi. Öğretmen gülerek, “Sen çok yaşa, işte böyle; şimdi de sırık olduk. Annem bu sözlerini azalttı ama anneliği tutunca gene söyler!”

Yarın çadırlar gelecekmiş. Namık Öğretmenin neşesi bizi kamçıladı. Neler yapacağımızı sormaya başladık. “Yemeklerimiz hep köy evinden mi gelecek?” “Nerede banyo yapacağız?” “Hep yerde mi yatacağız?” Öğretmen gülerek “Yeter yeter, bu soruları sıraya koyalım!”  dedikten sonra, “Gelin!” işareti verince okul bahçesine gittik. “Okulun hemen karşısına boydan boya bir çatı yapacağız. Altı hem yemekhane hem de çalışma yeri olarak kullanılacak. Yarın istediklerimiz gelince buna başlayacağız. Şimdi de arkamdan gelin!” dedi, bir salaş binanın önüne gittik. Öğretmen, “İşte, bir grubumuz da burasını mutfak yapacak, yemeklerimiz, biz burasını bitirdiğimiz andan başlayarak burada pişecek. Ama dikkat edin önce bunları yapmak için bizim de ellerimiz şişecek.” Bina çoktandır kullanılmamış bir şırahaneymiş. Arkadaşların çoğu şıranın ne olduğunu bilmiyormuş. Öğretmen sordu, “Bileniniz yok mu?” Ben hemen, “Ezilmiş üzüm suyu!” dedim. İsmet açıkladı, “Dayımın babası şarapçıdır!”  Namık Öğretmen “Bak, bak, bak, İbrahim, baban rakıyı beğenmiyor mu ki işi şaraba döktü?” deyince “Rakı yapmak yasak!” dedim. Öğretmen, “Yapmaktan kim söz ediyor? Siz şarapçı diye kime diyorsunuz?” İki türlü yanıt geldi:

-Şarap içen, şarap satan. Namık Öğretmen sesini değiştirerek “İbrahim’in babası şarap yapandır, ben onu kestirebiliyorum!” Halil Basutçu ile ikimize, “Halil, İbrahim, ben sizi seçtim, siz de iki arkadaş seçin, akşama dek buradasınız; arada ben gelip bakacağım; şurası, şurası yıkılacak, şurası şurası da örülecek. Tabii beklediklerimiz gelirse şuraya da iki tezgah eklenecek, tabii ki Ali Yılmaz Öğretmen gelirse!” dedi. Bataklı çeşmenin yanına gittik. Orada yapılacaklara da değinen öğretmen “Bütün bunlar sizi korkutmasın, yapabildiklerimizi yapacağız, yapamadıklarımızı da yarına bırakacağız!” Arkadaşlar eklediler, “Kalan olursa onları da öbürsü güne bırakacağız. ” Namık Öğretmen gülerek:

-İşte böyle, sen sağ ben selamet, kalın sağlıcakla! deyip kaldığı yere gitti. Biz okul bahçesine döndük. Okulun Lalabel tarafına bakan yönünde dümdüz, oldukça büyük bir alan var. Orasını, arkadaşalar futbol oynamak için seçtiler. Top nerede? Eskilerden yapacaklar. Sonunda ortaklaşa bir top alınmasına karar. verildi. Ancak, okuldaki topları gelenlerin getireceği varsayılarak bir süre beklenmesini yeğleyenler çıktı; karar ertelendi. Hava kararınca yattık. İlginç bir durum: Bizim köyde güneş batarken, köy sese boğulur. Koyunlar, kuzular, öteki hayvanlar, insanlar alabildiğine bir gürültü yayılır. Bu köyde öyle bir şey yok. Sanırım burada öyle sürü mürü de yok.

Yattım. Önce yarınki işi düşündüm. Ali Yılmaz Öğretmeni anımsayıp kararsız bir durumda kaldım. Ali Yılmaz Demirbilek. Amma da uzun ad. Aklım köye sıçradı ama, son Pazar durumunu görmezden gelerek; köyü, çektiğim sıkıntılara karıştırmadan eski günleri içinde düşündüm...

 

23 Nisan 1941 Çarşamba

 

Dün Halil’le şırahaneyi temizleyip mutfak yaptık. Şırahane oldu mutfak. Akşam üstü herkesin Ali Beyi, benimse Ali Yılmaz Öğretmenim geldi. Bize “kolay gelsin” dedikten sonra, duvarlara bakarak eksikler saptadı:

-“Buraları yarın beraber tamamlayacağız, benim biraz işim var gelin bana yardım edin!” dedi. Önümüze düştü, çeşmenin yanında Ankara yoluna doğru bir eve gittik. Ev yol üstünde ama, iç tarafında bahçesi var. Ali Yılmaz Öğretmen hanımıyla gelmiş. Hanımı çok genç. Daha önce hanımının ud çaldığını söylemişti. Eve girer girmez udu duvarda gördüm. Eşyaları az. Daha doğrusu biraz da buradan toplanmış kırık dökük şeyler. Önce gösterilen yerlere onları yerleştirdik. Bize çay ikram ettiler. Hanımının Ali Yılmaz Öğretmene “Ali” demesine içimden güldüm. Öyle bir “Ali!” deyişi var ki bana önce bizim dersliği sonra da evi anımsattı. Derslikte arkadaşların Baba Ali ile Ali Agaya deyişlerini duyar gibi oldum. Bizim evde de Ali’ler var. Büyük Ağabeyime babamla Büyük Ablam “Ali” derler. Küçük Ablam da Ali Enişteme Ali der. Gel Ali, git Ali... Kulaklarımda o sesler hep vardır. Onlara alışığım ama buradaki Ali sesi bana biraz değişik geldi. Sanırım eşinin söyleyişini yadırgadım. Bunları düşünürken, Ali Yılmaz Öğretmen beni göstererek “İbrahim akordiyon çalıyor!” dedi. Oysa benim akordiyon çaldığımı o görmemişti. Hatta bir gün arkadaşlar mandolin çaldığımı söyleyince bana bakarak:

-Sen ancak zurna çalarsın! demişti. Hanımı, “Aaaa, ne güzel, akordiyon sesine bayılırım, akordiyonun buradaysa bana da bırak biraz çalışayım!” deyince ben:

-Olur! dedim. Ali Yılmaz Öğretmen, karşı durdu, hanımına, “Olur mu canım, çocuğun çalışmasına engel olursun!” Ali Yılmaz Öğretmene, “Yazık ki çalışamıyorum, camide yatıyoruz. Üstelik yattığımız yerin kapısı da kilitsiz, çalınacak diye korkuyorum.” Ali Yılmaz Öğretmen hanımına “Bak hanım, İbrahim, akordiyonun çalınmasına razı değilmiş!” diyerek gülüştüler. Hanımı Ali Yılmaz Öğretmene:

-Öylesi çalmaları sen düşünürsün açıkgöz; ben akordiyona şarkı söylettireceğim!

Hanımı, bize çay getirdi. Bir yandan da, “Akordiyonun varken çalışamamana üzüldüm, bir yolunu bulacaksın umarım!”  dedikten sonra kendisi için:

-Ben de burada çok yalnızım, uda çabuk bıkıyorum, onun için öyle dedim! deyince bu kez Ali Yılmaz Öğretmen hanımının adını söyleyerek, “üzülme şekerim, bir de akordiyon alırız!” Birden Ali Yılmaz Öğretmene karşı içimde bir güven duygusu belirdi. “Eviniz, sürekli kalacağımız yere çok yakın. Ben zaten camide bıraktığım için rahatsızım. Size getirebilirim!” deyince Ali Yılmaz Öğretmen çok memnun olacağını söyledi. Ayrılınca akordiyonu alıp getirdim. Kapılarını çalınca Ali Yılmaz Öğretmen karşıladı. Beni rahatlatmak için, gülerek, hanımını gösterdi “Çok şıpsevdidir, çalacağını sanıyor; bir kez ya açar ya açmaz, gönlünü aldığın için tekrar tekrar teşekkür ederim!” dedi. İçim rahatlamış olarak camiye döndüm. Arkadaşlar kendi aralarında konuşmuşlar, “Ali Yılmaz Öğretmeni sevmezdi, çaresiz kaldı akordiyonunu verdi!” gibi sözler edilmiş. Bu sözleri duyunca Halil, üzüldüğümü düşünerek beni teselli etti:

-En kısa zamanda bir bahane uydurup gider alırsın bir daha da vermezsin! Akordiyon üstüne çok düştüğüm için arkadaş böyle düşünmekte haklıydı. Oysa ben Ali Yılmaz Öğretmenin eşine karşı davranışlarını görünce ağabeylerimi, yengelerimi anımsadım, akordiyon neredeyse önemsiz bir nesne durumuna dönüştü...

Arkadaşlar bugünün 23 Nisan olduğunu, Ankara’ya gelmemize karşın bayram yapamadığımızı biraz üzülerek dile getirdiler. Bunlara karşı, kimi arkadaşlarımız da “gelecek 23 Nisanları kutlayınca bunlar unutulur” diyerek rahat olmamızı önerdiler. Buranın en iyi tarafı (sanırım cami oluşundan ileri geliyor) arkadaşlar yatınca konuşmuyor, hemen uyuyorlar. O nedenle de herkes rahat. Akordiyonu güvenilir bir yere bıraktığım için rahatladım, derken gene takıldığım durumlar oldu. Örneğin köyün içine yerleşmeye çalışıyoruz; uzun kalırsak bu köyün içinde mi okuyacağız? Arkadaşların tasasızlığı beni şaşırttı. Gene, “Ahaha- ihihi” yapıp eski şakalara başladılar.

 

24 Nisan 1941 Perşembe

 

2. grup bugün gelecekmiş. “Kızlı” grubun gelmesini isteyenler oldu. Birileri de:

-Deli misin, kızlar gelip ne yapacak burada? Bari mutfağı, banyoyu yapalım da öyle gelsinler!

Tartışarak ilkokula kahvaltıya, gittik. İki kağnı dolusu tahta geldi. Kavak tahtası Birini mutfağın yanına gönderdik.

Kahvaltıdan sonra Ali Yılmaz Öğretmen tahtaları çizdi, çizilenleri tez elden kesip yerlerine çaktık. Mutfak, ocak yeri dışında tamamlandı. Namık Öğretmen, gülerek “Çocuklar, biz hata etmişiz, sizi marangoz, yapıcı olarak ayırmamalıymışız. Sil yeni baştan gene geriye döneceğiz çaresiz!” dedikten sonra Halil’le ikimize, “Bunu size söylüyorum, burada bir ayırım olmayacak, hangi işe gönderirsek orada çalışacaksınız. Bu sizin de yararınıza olacak. Bakın masalar ne güzel olmuş, şimdi de şu mutfak ocağını birlikte yapın!” diyerek tebeşirle çizdi, gelecek olan tuğlalarla tamamlanmasını söyledi. Halil’e sordum, “Bu bizim kaçıncı mutfak ocağı yapışımız?” Halil:

-Ben tam söyleyemem sen daha iyi bilirsin, not tutan sensin! Birlikte anımsadık. Edirne-Karaağaç’a gittiğimizin ilk günlerinde kazan konacak bir altlık yapmıştık. Alpullu’da düpedüz mutfak ocağını Hasan Çevik Öğretmenin yönetiminde tümüyle gene biz ikimiz yapmıştık. Lüleburgaz’da da bodrum katta gösterilen bir yere mutfağı gene biz beraber yerleştirdik. Kepirtepe’de ocak, mutfak binanın bir parçası olduğundan “Onu da biz yaptık !” diyemiyoruz. Ancak birlikteliğimiz bitmemiş, burada da bir ocak daha yapıyoruz. Halil gülerek “Oralarda ocak yapınca Aşçıbaşları bizi ödüllendiriyordu, buradaki teyzeler bakalım böyle bir ödül düşünecekler mi?” Yemek işlerini başı sarılı teyzeler hazırlıyor, nesine gerek onların mutfak ocağı, kazanı?

Duvarlarda özel olarak yapılmış çok raf var, kullanılacak durumdakileri bırakıp fazlaları söktük. Oradan işimize yarayacak tahtalar çıktı. Onlarla ikinci odaya hem raf hem de kanape tipi oturaklar yaptık. Mutfak tamamlandı. Ne var ki bizim mutfak yaptığımızı Namık Ergin Öğretmenden başka kimse görmedi. Halil gülerek, “Namık Öğretmenin ödülü hepsinden değerli, bize güveniyor. Öteki ödüller neydi ki? Birer tabak fazla tatlı, bir ya da ikisinde de birer bardak çaydı...”

 

25 Nisan 1941 Cuma

 

2. Grubun dün geleceği yanlış söylenmiş, bugün gelecekmiş. Biz, “Gelsinler, mutfakları hazır!” deyinse, Salih Baydemir, “Gelsinler tuvaletleri de hazır!” dedi. Meğer onlar da boş durmamışlar, dört göz tuvalet yapmışlar. Böylece gerekli araç gereç yokluğuna karşın muhtar Ahmet Çakır’ın gayretiyle toplanan derme çatma gereçlerle bir hafta içinde çok önemli birkaç iş yaptık. Öğle yemeğinde kimi arkadaşlar gelenleri Lalabel’de karşılamayı öne sürdüler. Namık Öğretmen uyardı, “Kendi kendinize karar vermeyin. Asıl işlerimizin başlaması için bugün kamyon bekliyoruz. Kamyonun gelmesi arkadaşların geliş saatine denk gelmiş olabilir, kamyonu biz boşaltacağız. Unutmayın ki sizi kimse karşılamamıştı. Onları hiç değilse burada da olsa siz karşılayacaksınız; bu onlara yetsin!” Kamyon bekledik. Gerçekten kamyon, arkadaşlar köye girerken çıktı geldi. Kamyondan yığınla battaniye indirildi.  Kamyonun asıl yükü ise çadırdı. Üç büyük, on kadar da küçük çadır saydık. Üstelik çadır kazıkları da hazır. Büyük çadırlardan birini okul bahçesine hemen diktik. “Bu çadır bizim olacak!” Arkadaşlar ölçüp döktüler. Çift ranza olursa tüm sınıfı alıyor. “Ranza nasıl yaparız?” Çaresiz yapacağız.

Biz bunları konuşurken Lalabel yolcuları geldi. Bizim ranza sözleri havada kaldı. Gelenler hemen aldıkları ikişer üçer battaniye ile çadırın içine geçici yataklarını yaptılar. Biz bu kez büyük çadırın birini Mutfak olarak hazırlanan şırahane yanındaki meydana kurduk. Burası da yemekhane. Bu yemekhane geçici olacak, okul bahçesindekini bitirince bu çadır belki derslik olacakmış... Namık Öğretmen paydos etti, “Gelenlerle ilgilenin, açıklayıcı bilgi verin, olumsuzlukları açıklamakta aceleci olmayın!” dedi. Halil, Arif, Sefer, biz dördümüz şaka değil yemeklerin dışında sürekli çalışmıştık. “Biz nöbetçileri değiştireceğiz!” deyip camiye gittik. Akşam yemeği azıcık karışık oldu ama gene de aç kalmadık. Kimimiz ayran kimimiz yoğurt, kimimiz pazlamaya benzer bir şeyler, kimimiz yufka , kimimiz kara ekmek yiyerek şükredip sıra masalarımızdan kalktık. Gelenler bizden daha şanslı çıktı. Çadır daha rahat. Caminin genel havası bize sıkıcı geliyor. Gelenler yarın dinlenecek, ondan sonra birlikte çalışacağız.. Arkadaşların konuşmaları biraz değişti. Arkamızdan gelenler olunca yalnızlık duygusu azalır gibi oldu. Mehmet Yücel’in kardeşi, İsmet’in köylüsü, Yusuf Asıl’n iki köylüsü bu grupla gelmiş. Esas sevinen ben oldum, Selçuk Korol Öğretmen geldi. Ali Yılmaz Öğretmenle aramız düzelmiş olmakla birlikte İrfan Evren Öğretmeni bekliyordum. İrfan Öğretmene çok alışmıştım. Onun iş anlayışı da, verdiği işi izlemesi de çok değişik. Ali Yılmaz Öğretmenin çalışma biçimini bilmediğimden pek fazla güvenim yok. Çalışırken olur olmaz durumlar için azarlamaya kalkarsa karşılık verip olay çıkacağından çekiniyorum. Belki de sandığım gibi olmaz. Biraz sabırlı olmaya çalışacağım.

 

30 Nisan 1941 Çarşamba

 

5 gündür aralıksız olarak çeşme meydanında çalışıyoruz. Önü açık bir çamaşırlık yaptık. Biz, “Bunu bizim kızlar kullanacak!” diyoruz ama aslında köylüler kullanacakmış. Arkadaşlar soruyor, “Bu köyde hiç kız yok mu?” “Var!” diyoruz, “Yaptığımız hamama bir fazla delik açtık, oradan kızları görebileceksiniz!” Buna inananlar çıktı. “Sahi mi?” Gerçekte bu köyde de kız vardır ama giyimleri kadınlardan ayrılmadığı için hepsi bir birine karışıyor. İlkokul yaşındaki kız çocukları bile yastık gibi sarınıp kapanmışlar. Bizim kızlar bakalım burada nasıl davranacaklar? Belki de kadınlarla hiç ilişki kurmayacaklar. Ali Yılmaz Öğretmen beni duvar örerken gördü, önce sordu:

-Ne o sanat mı değiştirdin? dedi. Namık Öğretmenin çağrısına uyarak duvarda çalıştığımı söyledim. - “İyi öyleyse, yarın beraber çalışacağız, hazırlan!” dedi. Sanırım okul bahçesinde yapılacak yemekhaneye başlayacağız. Binanın temelleri ile duvarları için taş yığıldı; iki kağnı sessiz olarak sürekli taş getiriyor. Okulun doğusundaki düzlüğe de yuvarlak çadırlar kuruldu. O çadırlarda ders yapılacakmış. Kültür derslerimizin yarım kaldığını düşünen Milli Eğitim Bakanlığı yarım gün ders, yarım gün çalışma programı uygulanmasını istemiş. Bu nedenle de yeni öğretmenler atanacakmış. “Müdürümüz ne zaman gelecek? Bizce önemli olan o!” Zaman zaman da bunu kendi aramızda tartışıyoruz. Halil Basutçu sordu:

-Okul Müdürü gelince ne değişecek? Bu sözü uzun uzun düşündüm. Okul Müdürü kendisi yemek yapacak değil ya. Galiba bizimki bir alışkanlık, müdürümüze çok güveniyoruz. Bu duygu bizi yönlendiriyor. Kendime soruyorum, bir yabancı gelip müdür olursa, ona ben uzun bir süre yakınlaşamayacağım. Belki o da özellikle bana, şimdiki Müdürüm gibi yakınlık göstermeyecek!

 

2 Mayıs 1941 Cuma

 

Dün bir grup daha geldi. Burada 160 kişi olmuşuz. Kalan iki grup daha kısa aralıklarla gelecekmiş. Kızlar son grupla olacakmış. Tüm öğrencilere yer bulundu. Biz de yaptığımız ranzalarımıza kavuşmak üzereyiz. Camide yatmaktan iyice sıkılmaya başladık. Camide geceleri periler dolaşıyormuş. Beyaz giysiler içinde geceleri çıkıp camiyi geziyorlarmış. Camilerde gece canlı istemiyorlarmış. Camiler, gündüzleri canlılar içinmiş, geceleri ise (ölüler) ruhlar camilere gelip dolaşıyormuş. Ölülerin ruhları zaman zaman camide toplanıp bıraktıkları yakınlarının gidişatını gözlüyormuş. Arkadaşlar bunları nereden dinlemiş, kim söylemiş tam soruşturmadım ama yaygın olarak bunu konuşuyorlar. Konuşmalara katılmıyorum, söylendiğinde de bu tür sözlere inanmadığımı söylüyorum. Hilmi Altınsoy iki gece önce tuvalete gittiğinde beyaz giysili birini çeşme başında gördüğünü, insan diye umursamadığını, ancak beyazlının aşağıya doğru gittiğini anlattı. Hilmi Altınsoy arkadaşımıza pek inanmayız, şakacıdır. Bu kez yeminli konuşunca, bir grup, gece beklemeye karar verdik. Arif, İsmet, Hilmi, Orhan, dört arkadaş, başkalarına duyurmadık. Yataklarımızı yan yana çektik. Arkadaşlar işkillenmesin diye de bir yalan uydurduk. Biz, geceleri en az bir kez tuvalete çıkıyoruz, kalkıp yatarken sizleri uyandırmak istemiyoruz. Arkadaşlar konu üzerinde durmadılar. Zaten yakın zamanda taşınacağımız söylendiğinden kimse umursamadı. Arif beni, ben İsmet’i, İsmet Orhan’ı, Orhan Hilmi’yi kaldıracak. Bu dizi bozulmayacak ama her gece bir atlayacak. Aramızda tam bir giz. Hangimiz görürse beşimiz de sessizce kalkıp gerekeni yapacağız. Perilerin şafakta çıkmadıklarını bildiğimiz için nöbetlerimiz şafakta bitecek. Bakalım bu kararımızı uygulayabilecek miyiz?

Mutfağımız tamamlandı, okuldaki gibi çaylı peynirli kahvaltılara başladık. Aşçılarımız, köyden iki teyze. Biri muhtarın akrabasıymış, çok konuşkan; hepimize “Yavrum!” diyor. Oğulları, kızları torunları varmış. “Kaç tane?” diye soranlara: ” Sekiz tenecik!”  (tane) diye yanıt veriyor. Bunu duyan arkadaşlar bir süre varsayımlar ürettiler. Yusuf buna çok ilgi duydu:

-İki kız, iki erkek; bunların hepsinin birer çocuğu var, eder sekiz. Mehmet Aygün bunu uygun bulmadı, böyle düzgün hesaplı doğum olmazmış. O nedenle kızının biri doğum yapmamış; ayrıca bir oğlu da evlenmemiş. Sil yeni baştan varsayımlar öne sürülüyor. Yusuf bu kez buna göre bir varsayım öne sürdü. Kızı bir doğum yapmış, evli oğlunun üç çocuğu olmuş. Buna da Salih Baydemir karşı oldu. Zaten bir kızının çocuğu olmamış, bu yüzden anne olamayan kızı için üzülmektedirler; bu kez öteki kızın, erkek kardeşinin 3 çocuğuna karşın tek doğum yapması üzüntü yaratacaktır. O nedenle çocuğu olan iki kardeşin ikişer çocuğu olması gerekir. Hasan Üner bunlara da karşı oldu. Büyük ağabeyleri önce evlenmiştir. Arka arkaya dört çocuk babası olunca kız kardeşleri çocuk doğurmamaya karar vermişlerdi. Aynı nedenle bu kez en küçük erkek kardeş ise evlenmek istememiştir. Böylece bizim Şeri Bacının bir oğlundan dört torunu olmuştur. Oysa o hepsinden dörder torun beklemektedir. Bu olmayınca, üzülmüş, soranlara sekiz tenecik yanıtını vermektedir. Hasan Üner’in yanıtına katıldım. Yusuf bu kez gidip soracağını söyledi. Bu tartışma sanırım uzayacak. Şeri Bacının adı Şerife. Ancak yanındakiler ona Şerife’yi kısaltarak Şeri (Şerr) Bacı diyorlar. İçlerinde, Şeri de değil şöri, şörü gibi seslendirme yapanlar da oluyor. .

Dün gelenler bugün dinleniyor. Biz, üç duvarlı binamızı bitirmek üzereyiz. Binanın uzunlamasına bir duvarı (okula dönük tarafı) yapılmayacak. Çatı uçları direkler üzerinde duracak. Böylece ön, okula karşı açık olacak. Salih, Harun, Orhan, Hasan, Recep, biz gene bir grup olduk; kirişleri yerde hazırlayıp duvarlar tamamlanınca parça parça yerine çıkaracağız. Köyde bir yenilik, uzun keresteler at arabasıyla taşınıyor. Köyde bir at arabası varmış. Ancak bu araba da yol olmadığı için belli yerlere gidiyormuş. Arabanın getirdiği keresteleri önce kağnılar taşıyıp bir yere yığıyormuş, oradan da at arabası alıyormuş. Kamyoncular yol yokluğu nedeniyle gelip çalışamıyormuş. Namık Öğretmen “Bugün pazar, biraz erken paydos edebiliriz!” deyip düdüğü çaldı. Çeşme yanına gittik. Orada da çalışanlar var. Onlar da bıraktılar. Onlar (çeşme dediğimiz yere gelen su, derecik olarak, üstü açık akıyormuş) giriş suyunun üstünü kapatmışlar. Böylece su kirlenmesi önlenmiş. İlerde burası daha korunaklı bir çeşme olacakmış. Orada çalışanlar bunları anlattılar.

Paydosta bir grup arkadaş, Ali Yılmaz Öğretmenin evi önünden geçip tren yoluna dek yürüdük. Tren yoluna ulaşmak için iki yol var. Biri tepe üstünden biraz dolaşarak biri de dere tarafından daha kestirme. Biz uzun yoldan gidip dere tarafından döndük. Dere yolunun bir tarafı boydan boya bağ. Henüz yapraklar tam açılmamış, tomurcuk tomurcuk. “Şırahane olduğuna göre bağ olması doğal!” dedik. Yusuf “Aaa, bol bol üzüm yiyeceğiz!” Yola yakın bağ çubukları var. Yusuf, yolda yürürken uzanıp salkımları alacakmış. Hep gülüyoruz. Yusuf salkım koparacakmış gibi kolunu uzatıyor. Oysa yolla bağlar arasında kocaman bir boşluk bu arada derin hendekler var. Üstelik bağ kütükleri biraz içerlek kalıyor. Uzanıp koparmak olanaksız. Yusuf gene gene elini uzatıp gösterince Salih Baydemir Yusuf’a “Boşuna düş kurma, senin kolun o üzümlere ermez!” dedi. Bir süre gülüşten sonra, kimisi “Yusuf, üzümler oluncaya dek büyüyecek, kimisi de üzümler Yusuf büyüyene dek olgunlaşmayacak!”  diyerek döndük. Arkadaşlarla buluşunca da bir süre bu konuşuldu:

-Yolda yürürken bağdan salkım koparılabilir mi, koparılamaz mı? Bir çok öneri yanında Halil Basutçu’nunki en beğenileni oldu. Üzümler olunca Yusuf uzun boylu bir arkadaşla o yolda gezecek. Uzun boylu arkadaşlar da seçildi. Mehmet Yücel, Sefer Tunca, İsmet Yanar, Hüseyin Serin, Mustafa Saatçı. Yusuf bunlardan biri ile bağ yolunda gezecek. Yusuf olaya hepimizden çok güldü. Adayları değerlendirdi. Sefer Tunca’ya bakınca Sefer, başını kaldırdı “Ihııı!” dedi. Bu kez de Yusuf sıra ile Hüseyin Serin’e, Mustafa Saatçı’ya, başını kaldırarak “Cıkk!” yaptı. İsmet Yanar’la Mehmet Yücel kaldı. Bu kez de onlar ikisi birden Yusuf’”Ihı-cıukk!” yaptılar. Mehmet Yücel bir de açıklama ekledi: ”

-Çocuğa uyup elin bağına girilir mi? Yusuf azıcık duraksadı. Sonunda arkadaşlar, bağların yeşermesini, üzümlerin olgunlaşmasını beklemeye karar verdiler.

Bu gelen grup da top getirmemiş, Ankara’ya gidenlere ısmarlayacaklar. Muhtar Ahmet Çakır’a haber gönderildi. Ankara’ya gelip gidenleri o biliyormuş. Biraz yorgunluğumuzdan, biraz da köylüleri rahatsız etmemek düşüncesiyle, birbirimize uyarak toplu dolaşıp özellikle akşamları erkenden yatıyoruz. İlk geldiğimizde biz böyle başladık, ötekiler de bizim yöntemimize uydular. Hava kararınca yatıyoruz. Ancak bu akşamki akşam yemeğinde Hidayet Öğretmen, “Geceleri, bir uyku nöbeti düşündük. Numara sırasıyla herkes günü geldiğinde asker gibi nöbet tutacak!” dedi. Bizim karar verdiğimiz gibi nöbet önerdi. Hem de bu gece başlayacak. Biz hiç ses çıkarmadık. İlk günler zaten gündüzleri tutmuştuk, şimdiki gece nöbetleri birer saat olarak sürdürülecek. Nöbet gene ilk numara 4 Mehmet’le başlayacak. Yatarken köydeki yaygın söylenti birden bire ortaya atıldı, özellikle Kadir Pekgöz, olaya inanmışça tekrarladı. “Bu köyde geceleri hayaletler dolaşıyormuş. İnsanlara hiçbir zarar vermiyorlarmış ama onları görenlerin bir süre sonra başlarına belalar geliyormuş. Örneğin bir köylü görmüş, gördüğünün hayalet değil bir insan olabileceğini ortaya sürmüş. Ancak bir süre sonra Ankara dönüşü yokuşta trenden atlayınca başı dönüp trenin altına düşmüş. Bir başkasının karısı çocuğunu ölü doğurmuş.” Bunlara da inanmadığımızı söylememize karşın, arkadaşların bazıları haklı olarak nöbeti iki kişi tutmayı önerdiler buna karar verildi. Bu kez de saat sorun oldu. İçimizde saat tek Harun Özçelik arkadaşımızda var. Harun saatini vermiyor. “Uyandırmadan, kolumdan bakabilirsiniz!” deyip kesti. Bense içimden, “Anlaşamasınlar da bizim yöntemi uygulayalım!” diye bir süre bekledim. Sonunda anlaştılar. Harun saatini verdi. “Beyaz giysili perileri bakalım kim görecek!”  diyerek yattık.

Yatınca düşündüm, biz birbirimize destek olup periye meriye inanmadığımızı söylüyoruz ama böyle birşeylerin olduğunu hep anlatıyorlar. Bizim köyde de buna herkes inanır. Gören yok ama anlatanlar hep birilerinin gördüğüne inanarak onlardan duyduklarını anlatıyorlar. Ben bir gece Küçük Ablamlardan eve dönerken hiçbir nesneye benzetemediğim bir karaltı görmüştüm. Bunu anlattığımda Büyük Ablam, “Perinin huylusuyla karşılaşmışsın, onlar insanlara zarar vermezmiş!” demişti. Arkadaşlara bunu özellikle anlatmıyorum.

 

4 Mayıs 1941 Pazar

 

Uyanır uyanmaz aklıma geldi:

-Son nöbetçi kimdi? Mehmet Yücel’miş. Arkadaşları kaldırmış ama “Ben azıcık yatayım!” deyip yatmış, yatar yatmaz da uyumuş. Ondan bir önceki adaşım İbrahim Ertur. Ona sordum, “Kimse bir şey söylemedi mi?” O da bana sordu:

-Kim ne söyleyecekti? Yürüdüm. Kahvaltıda öteki arkadaşlarla buluştuk. Sormaya gerek yok, olay olsaydı, duyulurdu. Okul bahçesinde toplandık. Karşıdan Ali Yılmaz Öğretmen çıktı. Arkadaşların ağzı iyice alışmış, “Ali Bey geliyor!” demeye başladılar. Ali Yılmaz Öğretmen orada birine takıldı, konuşmaları sürerken ben arkadaşları uyardım. “Niçin ona “Bey” diyoruz? Ona da “Ali Öğretmen, ya da Ali Yılmaz Öğretmen diyelim! Arkadaşlar beni haklı buldu:

-Üç yıldır Namık Öğretmene Bey demedik. Gerçi onlar duymuyor ama kendi aramızda da bir ayırım yapmayalım.

Ali Öğretmen geldi. Karşıdan, ona bakıp konuşmalarımızdan kuşkulanmış:

-Ne o beni mi çekiştiriyorsunuz? diye sordu. Önce ben “Yok öğretmenin, sizin neden çekiştirelim? deyince birden yüksek sesle, “Bana bak, benim adım, Ali Yılmaz Demirbilek, ben adamın gözlerinden içinden geçirdiklerini okurum!” dedi. Arkadaşlar “Tıs-pıs” gülmeye çalıştılar. Aralarında onun için konuşan da ben olduğum için açıklamak bana düşüyordu. “İzin verirseniz açıklayayım, gerçekten konuşmamız sizinle ilgiliydi ama sizi ilgilendiren bir durum yoktu, biz kendimiz bir ortak karar saptamaya çalışıyorduk. Biz kendi aramızda öğretmenleri anarken adlarıyla öğretmen sözünü birlikte kullanmaya alıştık. Naci Öğretmen, Hamdi Öğretmen, İrfan Öğretmen gibi. Siz gelince uzun süre bizim derslerimize gelmediniz. Bu nedenle adınızı tam öğrenemedik. Bu kez Ali Bey demeye başladık. Şimdi birlikteyiz, Namık Öğretmen’le Ali Bey sözlerini ayrı ayrı söyleme yerine Ali Öğretmen ya da Ali Yılmaz Öğretmen mi diyelim, diye karar vermeye çalışıyorduk.” Ali Yılmaz Demirbilek Öğretmen kaşlarını çatarak, “Bırak sen onları şimdi, benim hakkımda konuştuklarınızı anladım mı anlamadım mı?” diye sordu. Bu kadar açıklamadan sonra böyle yapışına akıl erdiremedim. Birden benim de cesaretim arttı; “bildin ama doğrusunu değil yanlışını bildin. Yanlışı bilmek de övünülecek bir şey değil!” dedim. Bir an bakıştık karşımdaki bir öğretmen değil, bıyıklı sarışın, benden daha zayıf bir insandı. Yılmazlığı, demirbilekliği falan da yoktu. Ne söylese karşılık verecektim. Sanırım o da bir şeyler düşünüyordu. Namık Öğretmen gülerek, “Günaydın çocuklar!” dedi. Ali Yılmaz Öğretmenin omzuna eliyle dokunarak,

-Ali, sen de çocuksun, hep de çocuk kalacaksın!” dedi. Gülüşerek aramızdan geçip çatılıkların yanına gittiler. Arkadaşlar bana “dikkat et bu sana fena kızdı!” dediler. Ben, “Merak etmeyin, ben ondan korkmuyorum!” dedim. Direkleri dikip makasları yerleştirmeye başladık. Benim nasıl çalıştığımı gördüğünden mi, Namık Öğretmenin beni nasıl kolladığını gördüğünden mi yoksa arkadaşların benimle işbirliği yapışlarından mı etkilendi, bir süre sonra bana takılmaya başladı, “Akordiyonunu vermem”, “akordiyonunu çaldım” türü şakalar yaptı. Öğle paydosunda aramız çok iyi idi. Ama benim baştan olduğu gibi güvensizliğim gene depreşmişti. Bu kolay kolay değişmeyecekti.

Öğle yemeğinde iki yabancı öğretmenlerle oturuyordu. Birini iyice tanımış gibiydim. Bu yeşilimsi elbiseliyi daha önce Ankara istasyonunda görmüştüm. Aynı kişi sonra buraya da geldi. Bu üçüncü gelişi. Arkadaşlar dikkat etmemişler ama benim dikkatime de güvenleri var. İşbaşı yapınca Namık Öğretmen sorduğumuz kişinin resim öğretmeni olduğunu, buraya atandığını, müdür yardımcısı olacağını söyledi. Bizim okul müdürümüzün de arkadaşıymış. Mustafa Güneri. Müdür yardımcısı denince Hüsnü Baykoca aklımıza geldi, o gelmeyecek mi? Namık Öğretmen, “O da gelecek, o bizim yöneticimiz, bu burada kurulacak okul için atanmış. Böylece burada, önümüzdeki günlerde iki okuldan söz edilmeye başlanacak. Kepirtepe-Hasanoğlan”. Arkadaşlar hemen başladı: Hasantepe-Kepiroğlan-Oğlantepe-Kepiroğlan-Tepehasan-Tepeoğlan-Hasankepir….

Uzaklardan görünecek yükseklere toz çıkaran kamyon gene geldi. Bu kez ranzalar için torbalar dolusu çivi çıktı. Ayrıca, bizim üç yıldır kullanmadığımız, babamın keserine benzeyen araçlar geldi, keser yüzlü, kesmez yüzlü, kalın, bir tarafı yuvarlak, kalın çekiçler. Çadır kazıkları bunlarla çakılacakmış. Kamyon boşaltıldı. Demir köşebentler geldi. Makaslarla direkler demir köşebentlerle perçinlenecek. Bugüne dek bunları kullanmadığımızı söylüyoruz. Namık Öğretmen, “Geçmeli çatılarda bunlara gerek yoktu. Burada çakarak tutturuyoruz, ayrıca direkleri de çatılara bağlamamız gerekiyor.” Karşılıklı bağlantı olması için bu yöntemler kullanılırmış. Namık Öğretmene göre, Anadolu’nun özellikle de ormanlık bölgelerinde bu sistem geçerliymiş. Lalabel yokuşundan inenleri görenler bir çığlık attılar. Arkadaşlardan biri “2. 3. . sınıflar tamamlandı, bir 1. . sınıflar kaldı” dedi. Ben düzeltme yaptım:

-3. 4. . sınıflar tamamlandı, 2. sınıflar kaldı!” dedim. Namık Öğretmen gülerek, bana: Milli Eğitim Bakanlığı arkadaşın gibi düşünüyor, sizin derslerinizi yarım kalmış sayıyor. Bu nedenle siz daha iki ay günün yarısında kültür dersi okuyacaksınız. Haziran ayı sonuna dek yarım gün ders var.” “Öğretmenler nerede?” Öğretmenler hemen gelecekmiş. Yolcular geldi, onları bizim çıkacağımız çadıra yerleştirdiler. Biz, bir süre daha işi sürdürdük. Gelen menteşeleri merak etmiştim, iki tanesini hemen çaktım. Çakıp bakınca anımsadım. Bu tip demir bağlantı bizim evde de var; hayat dediğimiz önü açık yerde iki kalın ağaç direk vardır. Direğin üstünden dik geçen kirişe böyle T biçimi bağlantı koymuşlar.

Çadıra yerleşenlerden bir sevinç çığlığı koptu, gelenler top getirmişler; hemen pat put sesleri gelmeye başladı. Akşam yemeği daha şenlikli oldu. Benim tanıdığım bir çok kişi bu grupla geldi. Cavit, Hasan, Ali, Musa, İsmet, Murteza, Mürsel, Mehmet… Camide bir süre daha kalacağız. Gece perilerini yakalama işi tüm arkadaşlar arasına yayıldı. Önce ben planlamıştım ama, artık bana bile gerek yok, herkes kahraman. Ben en çok Ömer Seyfettin okuyanım. Hasan Üner’e Ömer Seyfettin’in Perili Köşk’ünü anımsattım. Mehmet Başaran da okumuşmuş. Bu da bir cesaret verdi. Artık kimse peri olacağını düşünmüyor. Kadir’e takılanlar oldu:

-Sen, inanıp korkuyorsan katılma! dediler. Kadir, “O adamı ben yakalarım!” gibilerde çıkış yaptı. Nöbet bana bu gece gelmeyecek, rahatça yattım. Ali Öğretmeni, daha doğusu Ali Yılmaz Demirbilek’i düşündüm:

-Ne yapar? Beni döver mi? İşimde kusur etmediğim zaman dövmeye kalkarsa ellerini tutarım. Başka bir şey yapmam, ellerini tutup, “Ben kendimi dövdürmem!” derim, başka bir şey söylemem… Böyle diye diye uyudum...

 

5 Mayıs 1941 Pazartesi

 

Okul bahçesindeki işi bitirdik. Okuldan sıralar çıkarıp bir tarafına sıraladık. Bugün kızlı grup geliyor. Kızlar için bir derslik hazırlandı. Hüsnü Baykoca Öğretmen de bugün geliyormuş. Mustafa Güneri Öğretmen, “Hüsnü Baykoca gelinceye dek onun işlerini ben yürüteceğim” deyip bize öğütler verdi. Mustafa Güneri Öğretmenin konuşmasını ben beğenmedim. Birkaç saat sonra geleceği söylenen insanın yerine kalkıp öğütler vermek anlamsızdı. Galiba bu, kendi yöneticiliğini bize duyurmak için yapılmış bir aldatmaca. Ancak Mustafa Güneri Öğretmen, yumuşak konuşuyor, güzel sözler seçip söylüyor, güleç yüzlü bir insan. Belki de öyle yapması gerektiğini düşünüyordur. Yalnız “Yapacağız, edeceğiz, biz bu köye uygarlık getireceğiz!” gibi sözler söylüyor. Bu sözlerde geçenleri biz mi yapacağız? O da bizimle olacağına göre, bizim yöneticimiz galiba. Okul Müdürü olmasın (!) Bunları ben kimseye söylemedim. Ama arkadaşlar benden çok daha ileri gidiyorlar. Onlar:

-Bizim Müdürümüz gelmezse, başkasını Müdür olarak istemeyeceğiz. Bu konuşmadan sonra herkes bir birine sordu, “Bu kim?”

Bahçeyi temizledik. Bir ara sıralara oturduk. Sıraları özlemişiz. Gerçi bu sıralar bize göre küçük ama gene de sıra sıradır deyip hoşlanıyoruz. Sıralara oturunca benim ilk anımsadığım matematik dersi oluyor. Bu derse kim gelse Ahmet Gürsel Öğretmenin yerini tutamaz. Gürsel soyadı, Mustafa Ağabeyin müfettişi Hamit Gürsel’i anımsattı. Ne sinir adam! Gezici Başöğretmen Mehmet Turan ondan daha çok yakışıyor müfettişliğe. Atlara binince onları Don Kişot’lara benzettim. Biri iri, biri küçük. İri olan müfettiş olsaydı Don Kişot’lara daha uygun düşecekti. Şimdiki durumda ağırbaşlı Başöğretmen Mehmet Turan’dan değirmenlere saldırmak, ya da tutukluları, aslanları bırakmak gibi saçmalıklar beklenmez. Müfettişin hareketleri buna daha uygun izlenimini veriyor. Adamlar Kırklareli’de görev yapıyor, ben burada Ankara diyerek geldiğimiz Hasanoğlan köyünde onlara kızıyorum; bendeki de ne akıl! Hiç ilgim yokmuş gibi duruyorum ama gelenleri ben de bekliyorum. Ayrılmadan önceki akşam bana özel olarak iyi yolculuklar dileyenlere ben de özel olarak hoş geldiniz, demeliyim. Ancak bunu nasıl yapacağım? İlk geldiklerinde yaparsam kalabalıkta fazla bir etki bırakmaz. En iyisi, ya yemekte ya da tenha bir yerde demeye çalışmalıyım.

Grup tepeden inince koşarak derede karşılayanlar oldu. Ana baba günü, yeni gelenlerle karşılayanlar karıştı. Özellikle erkek öğrencilerin çoğunu ayıramayacağım bile deyip geri çekildim. Nahide Öğretmenle kızlar doğrudan okula girdiler. Bu sınıfın erkek öğrencileri de var; onları neden düşünmüyorum? Tüm diretmelerime karşın arkadaşların yanlışlarına katılmaktan kurtulamadığıma üzülüyorum. Benim kız öğrencilerle bir ilişkim olamaz. Bu denli kesin kararıma karşın, çocuk yerine koyduğum kimi arkadaşlar gibi davranmamın hiçbir anlamı yok. Kızların hepsini bir bir gözlerimin önünden geçirdim. Hepsi iyi çocuklar, hepsi bana ağabey deyip gülümsüyor. Ne yapacaklardı? Surat asıp yanımdan mı geçeceklerdi? Kendi kendime gülümserken uzun uzun esneyip gerinerek uzandım. Sonra da bir şeyler düşündüm mü? Anımsamıyorum...

 

6 Mayıs 1941 Salı

 

Sabah pek meraklanmadım. Önemli bir şey olsaydı duyulurdu. Sormadım bile. Kahvaltıda dikkatlerimiz, saklanmaya çalışsak bile kızların masasında. Nahide Öğretmenle Hüsnü Baykoca Öğretmen birlikte oturuyorlar. Kahvaltıdan kalkıp onların masasına yakın geçerken Hüsnü Baykoca Öğretmen gülerek bana, “Lüleburgazlı, bugün nedir?” diye sordu. “6 Mayıs yani Hıdrellez!” dedim. Hüsnü Baykoca Öğretmen “Şimdi ben de kızlara sizin oralardaki Hıdrellezleri anlatıyordum. Bir kere olsun onları götüremedik, görsünler hıdrellezleri, kakavaları!” Azıcık durakladım ama çabuk toparlanıp, “Umarım dönüşte götürürüz Öğretmenim!” dedim. Nahide Öğretmen, “Ben biraz biliyorum ama gene de görmek isterim!” dedi. Ben selam verip ayrıldım. Az ileri gidince bizim masalara baktım. Anladım ki, oturanların çoğu beni izlemişler. İçimde bir sevinç kabarması oldu. Nahide Öğretmenin yanındaki bayana yan gözle baktım, güzel yüzlü ama yüzü çil çil. Bizim kızlardan pek büyük değil.

Yemekhane olarak yaptığımız açık salonun bir köşesini geçici olarak marangozluk atölyesi olarak ayırdık. Çoğu köyden, yakın köylerden getirilmiş kavak ağaçlarından ranzalar yapıyoruz. Öğretmenler dayanıklı olmasını istiyor. Bir de çivi ucu kalmamasını. Özellikle çivi ucu uyarısı çok sert. Son kontrolü Namık Öğretmen bana verdi. Benden sonra kendisi her çiviyi eliyle yokluyor. Son gelen kamyon çeşme yanına demir borular indirmiş. Yapıcı arkadaşların bir bölümü banyolara su getirmişler. Banyo nöbetleri başlayacakmış. Kaldığımız caminin yetersiz bir tuvaleti vardı, bir grup arkadaş rahat kullanılacak dört göz tuvaleti yapınca köyden insanlar gelip “Allah razı olsun!” dediler. Bundan sonra köyden birileri gelip gece bizi rahatsız etmez demeye başladık. Ancak o zaman da o beyazlı neydi? İkircil bir durum doğdu, kimi arkadaşlar nöbeti bırakalım, kimi arkadaşlar sürdürelim demeye başladılar. Ancak nöbeti bize öğretmenler önermişti. Çadırlarda yatanlar asker gibi nöbet tutuyorlar. “Aşağıya inince gene tutacağız, öyleyse burada neden tutmayalım?” diyenler üstün geldi nöbeti sürdürmeye karar verdik.

Biz atölyemizde çalışırken Mustafa Güneri Öğretmen yanımıza geldi. “Kolay gelsin!” dedi. Adlarımızı sordu, “Müdürünüz Nejat İdil benim arkadaşım!” dedi. Mustafa Güneri Öğretmenin içtenlikli konuşmasını dinleyince ben “Sizi Ankara’da görmüştüm!” dedim. Arkadaşlar şaşırdı, dikkatle baktılar. Sözüme açıklık getirdim: “Buraya gelirken Ankara’da trende bekliyorduk!” deyince “Evet evet, bir arkadaşla biz de sizi karşılamaya çıkmıştık, sizi gördük ama arkadaşım Osman beni yanılttı, “bunlar onlar değil” deyince geriye dönüyorduk. Tren görevlileri bizi uyardı tekrar dönüp öğretmenlerinizi bulduk!” dedi. Arkasından da “Ancak benim atanmam o zaman henüz yapılmamıştı, buraya geleceğim kesin değildi.” Sorumu değiştirip “Arkadaşınız da buraya gelecek mi?” diye sordum. Mustafa Güneri Öğretmen gülümseyerek: ”Hayır hayır Osman Eskişehir’de görevli!” dedi. Salih Baydemir, “Siz bizim müdürümüz yerine Müdür mü oldunuz?” diye sordu. Mustafa Güneri Öğretmen “Hayır, ben Müdür değilim, ben Müdür yardımcısı olarak atandım, Okul Müdürünün işlerine yardım edeceğim. Ancak benim arkadaşım olan sizin müdürünüz Nejat İdil Kepirtepe Okulunu bırakıp buraya gelmek istemiyor. Siz bir süre sonra gene oraya gideceksiniz. O da işte bunun için gelmiyor. Zaten buraya yeni bir Müdür atandı yakın zamanda gelecek!” dedi. Sustuk ama içten içe bozulduk. Müdürümüz buraya gelmiyormuş… Ben, “Bunu kimseye söylemeyelim!” dedim. Bizden birinin yayacağından kuşkulanmadım. Ancak akşam, tüm öğrencilerin durumu öğrendiğine tanık oldum. . “Buna inanmıyoruz, müdürümüz bizim başımıza neden gelmesin?” soruları soruluyordu... Bu konunun üzerinde daha fazla durulmamasını önerdik. Öteki sınıfları yatıştırmak zor oldu. Çalışırken öğretmenlere bu sık sık soruldu.

Akşam yemeğinde nöbetçilerden biri bana gelip, “Gözün aydın, yeni müzik öğretmeni geldi!” deyince sevinçten hopladım. Nöbetçi, bizim kooperatif yöneticilerinden olan Fevzi Üner’di. Söylediği şaka ya da yanlış olamazdı, kızların masasına dönüp Nahide Öğretmenin yanındaki çilli yüzlü bayanı gösterdi. Yeni müzik öğretmenimiz Behire Bil… Az duraladım. Ben müzik öğretmeni istiyordum ama böyle bir çocuk değil, görünüşü, gösterişi olan birini beklerdim. Hidayet Öğretmen, Ahmet Gürsel Öğretmenler gibi falan…Gene de sevindim. Acaba akordiyon çalıyor mu? Kafamda bir sürü soru ile dolaştım. Sabahleyin gördüğüm yüzü gözlerimin önüne getirmeye çalıştım. O da bana bakmıştı. Öğretmen olduğuna göre belki benden selam beklemiştir; beni belleyip güceniklik göstermiş olabilir mi? “Öğretmen hoşgörür, kusura bakmaz!” deyip kendimi teselli ettim. Bir daha karşılaşınca akordiyon çalıp çalmadığını sormaya karar verdim. Akşam yemeğinde müzik öğretmeni yoktu. Kimseye soramadım. Fevzi’yi görünce çıkışırcasına, “Hani Müzik öğretmeni?” Fevzi şaşırarak “Kendisi söyledi, “Ben yeni müzik öğretmeninizim!” dedi.” Ben böyle üstüne düşünce bu kez Fevzi gidip kızlara sordu Kızlar Fevzi’ye, “Behire Öğretmen Ankara’ya, evine gitti, pazartesi günü gelip göreve başlayacak!” demişler. “Pazartesi göreve başlayacak!” Akordiyonu almayı tasarladım; “yarın Ali Yılmaz Öğretmene söyler alırım!” Sonra nereye koyacağım? Almaktan gene vazgeçtim. Önce Behire Öğretmenle konuşurum, sonra alırım. Müzik Öğretmeni sevinci bana gece için söylenenleri, perileri falan unutturdu. Bu gece benim nöbetim yok. Son gelenlerden yeni haberler alınıyor. Konuşanlardan az kişiyi tanıyorum. Kırıkköylü Rüştü Güvenç, Recep Türköz, Nuri Altınseven, Hüseyin Yalçın, belki daha bir iki arkadaş…. Zaten onların da çevresini sardılar, kolay kolay kopmuyorlar. Sorular hep okul üstüne. “Ne oldu? Okul öyle boş mu kalacak? Okula asker mi gelecek? Okul Müdürü ne zaman gelecek?” Bu soruların hiç birine kimse doğru yanıt veremiyor ama gene de soruluyor.

Akşam yemeğinde herkesin yüzü güldü. Nazmi Aybar, Nahide öğretmen, Selçuk Korol, Namık Ergin, Hüsnü Baykoca, Mustafa Güneri yemekteler. Reşat Tekinay da gelmiş ama yemeğe katılmadı. Salih Ziya Büyükaksoy, Fikret Madaralı, Naci Birkök, Latif Yurtçu, Faik Bakır öğretmenleri gözlerimiz aradı. Yemekte öğretmenler üstüne türlü konuşmalar yapıldı. Ancak Okul Müdürümüzün gelmeyecek oluşu büyük üzüntü yarattı. Soru gene gene soruldu:

-Kendisi mi gelmiyor? Mustafa Güneri Öğretmene inanalım mı? Bu soru üstüne konuşulurken kimin aklına geldiyse benim Mustafa Güneri Öğretmeni nerede gördüğüm ortaya getirildi. Bu kez ben olayı olduğu gibi anlattım. Arkadaşlar hayretle dinlediler. Hiç birisi anlattıklarımı görmemiş. Eğer olayı daha önce anlatsaymışım, kesinlikle inanmayacaklarmış. Mustafa Güneri Öğretmen kendi anlattı, yanındaki arkadaşının adını verdi, hem de iki üç kez Osman, dedi. “Ben sizi tanır gibi oldum ama arkadaşım Osman beni yanılttı, döndük gidiyorduk!” deyince arkadaşlar inanmak zorunda kaldılar. “YOK YAA, BUNLAR BAYA ÖĞRENCİ (!) (gerçek öğrenci anlamında) bunlar, ONLAR olamaz!”

 

7 Mayıs 1941 Çarşamba

 

Dün beklendiği söylenen Ankara’dan gelecekler için bugün kesin gözüyle gözler yollara çevrildi. İlk Öğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç gelecekmiş. İsmail Hakkı Tonguç’u görmek isteyenler arasında Hasan Üner’i de görünce güldüm. Oysa Hasan’la ikimiz Lüleburgaz’da makine başında çalışırken İsmail Hakkı Tonguç yanımıza geldi, bizimle konuştu, benim köyümün yakın olduğunu öğrenince “Ne iyi, öğretmen olunca yetiştiğin okulunla sürekli ilişkilerini sürdüreceksin!” dedi, Hasan Tekirdağlı olduğunu söyleyince “Senin de yakın sayılır, her türlü araç var, gider dönersin; Trakya küçük yer, Anadolu illeri gibi uzak değil, yolları düzgün!” demişti. Hasan’la çalışırken Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel de bizimle konuşmuştu. Önce “Kardeş misiniz?” diye sormuştu. Sonra da “Neden arkadaşlarınızın yanında çalışmıyorsunuz? ” demiş, elektriklerden yararlandığımızı söyleyince Hasan Ali Yücel Lüleburgaz Belediye Başkanı Kemal Çerman’a Kepirtepe’ye elektrik vermesini rica etmişti. Hasan bunların bir bölümünü unutmuş. Bu kez de ben duramadım takıldım:

-Gene unutacaksın, neden heyecanla bekliyorsun? Hasan sözünü çok kez esirgemez, gene öyle yaptı:

-Abi sen yanımda olacaksın, ilerde gene sen anımsatırsın! Arkadaşlardan bazıları “Al sana okkalı bir yanıt!” dediler. Bunu duymamış gibi davranarak Hasan’a :

-“Birinin unuttuğunu anımsatanlar bile bile yalancılığı da kabul etmiş olur. Çünkü unutana, anlatılanlar yabancıdır, onlara göre bu tür anlatıların yalandan farkı olmaz. Unutkan, unutma rahatlığı içinde “Olay böyle değildi” diyebilir! Bu nedenle sen bir daha benden geçmişimize dönük bir ortak olay duyamayacaksın!” Hasan biraz gerildi, kızacağımı düşünerek bir yanıt vermedi. Sanırım işlerdeki beraberliğimizi bozmaktan çekindi. Oysa ben bu tür konuşmalardan gocunup düzenli çalışmalarımızı bozmayı kesinlikle düşünmemekteyim. Ranza sayısı 150’ye çıkarıldı, bir süre daha çakma işini sürdüreceğiz.

 

8 Mayıs 1941 Perşembe

 

Kahvaltıyı geç yaptık. Ali Yılmaz Öğretmeni de bir süre bekledik, o da oldukça geç geldi. Biz işimize kaldığımız yerden başlamıştık. Köy Muhtarı ile Namık Öğretmen geldi. Köy muhtarı lacivert ceket giymiş, temiz yüzlü bir insan, birkaç kez görmüş bir iki de konuşmasını dinlemiştik ama bu denli yaklaşmamıştık. Sürekli güler gibi bakıyor, gülümseyerek konuşuyor. Namık Öğretmen bize çok güvendiğini muhtara anlattı. Muhtar:

-“Okulunuzu kurun, işleriniz yoluna girince köydeki evleri değiştirelim köyümüz daha modern bir köy olsun!” dedi. Namık Öğretmen gülerek bize:

-Ne dersiniz ustalar, buna hazır mısınız? diye sordu. Özellikle de bana bakarak, tekrar:

-Olur mu, yapabilir miyiz? dedi. Salt konuşmuş, öğretmenimizin sorusuna yanıt verilmiş olsun düşüncesiyle, “Muhtar Amca bize güvenip yardımcı olursa neden olmasın?” dedim. Benim Muhtar Amca deyişim Namık Öğretmende sanırım bir çağrışım yaptı. Gülerek:

-“İbrahim burada da bir Muhtar Amca yakaladı!” dedi. Sonra da Kepirtepe bitişiğindeki Yeni Bedir köyü muhtarı Kamber Amcamı andı. “Kamber Amcası bizim muhtarımız sayılır, İbrahim için de bir iyi rastlantıdır!” dedi. Bizi dinleyen Muhtar Ahmet Çakır:

-Muhtar Kamber mi dediniz? deyince ben:

-Evet Kamber Amcam, öz kardeş çocuklarıyız! dedim . Muhtar Çakır gülerek:

-Öyleyse sen Alevisin! dedi. Birden şaşırdım. Namık Öğretmen azıcık gerilerek bana:

-Öyle mi? Bak bunu bilmiyordum! Bu kez Muhtar Çakır:

-Ne o ben yanlış bir şey mi söyledim? Bizim köyün çoğu Alevidir! deyince ben, “Bildiğim kadarıyla biz Alevi değiliz, babamın bana söylediğine göre ailemizin büyük bir bölümü Bektaşi!” deyince Muhtar heyecanla:

-Ha, işte bu kadar, bu da aynı kapıya çıkar. Kamber adı bunun kanıtıdır!

Namık Öğretmen konuşmadan sıkılacağımı düşünerek:

-“Siz konuşa konuşa iyi anlaşacaksınız, nasıl olsa buradayız; biz de sizi dinlemek isteriz!” derken Ali Yılmaz Öğretmen geldi, konu değişti. Ayrılırken Muhtar Ahmet Çakır, “Gene konuşalım, daha iyi anlaşacağımızı umuyorum, benim ailem de sizinki gibi biraz karışıktır, aynı ailenin Hocalarıyla dedeleri ömrübilla tartışır durur!” deyip ayrıldı.

Muhtar Ahmet Çakır’ın sözü arkadaşlar üzerinde iyi etki bırakmadı. Nedense özellikle Salih Baydemir bir süre kendi kendine konuştu:

-“Sana ne be adam, soran mı oldu?” dedi. Ali Yılmaz Öğretmen konuyu bilmediği için önce sustu sonra da bana “Yenge akordiyonu açmaya kıyamadı, gene uda sarıldı!” dedi. Öğleye dek çalıştık. Pazar olduğu için öğleden sonra dinlenmeye ayrıldı. Samı Akıncı, sanırım Hüsnü Baykoca Öğretmenle konuşmuş, “Arkadaşlar, bizim ders çadırımız ayrılmış, okuldan sıra götürelim.” Kurulmuş çadırlardan yola yakın olanı seçtiler, sıra taşıyarak dersliğimizi hazırladık. Nasıl bir rastlantıysa bizim derslik çadırı İlkokulun tam arkasına düşüyor. Okulda kalan kızlar pencerelerden baksa görülecek. Buna sevinenler oldu, bunlar bir süre düş kurdular. Örneğin Mustafa Saatçı’nın gözleri hep pencerelerde olacakmış. Bir süre sıralarda oturduk. “Özlemişiz!” diyenler oldu. Arkasından yeni bir tartışma başladı:

-Sıralarda boş oturmak özlenir mi? Özlenirse sıralarda ders çalışmak, kitap okumak özlenir! “Birilerininki yarım özlemeymiş!” Bunu söyleyen Mustafa Saatçı çok pişman oldu. Halil Basutçu Mustafa’ya:

-Hep sen çıkarıyorsun böyle şeyleri, o kızı sevdiğini söylüyorsun, oysa kızın haberi yok. O da mı yarım sevgi? Bir kahkaha koptu. Mustafa Saatçı bir süre sustu. Bu kez de İsmet Yanar Halil Basutçu’ya sordu:

-Sen bize bütün olan bir sevgi örneği verir misin? Bekir Temuçin hemşerisine yardımcı oldu: Leyla ile Mecnun, Arzu ile Kamber. Bekir başka adlar söylemeye kalkışırken bir ses:

-Bu Kamber Aleviymiş biliyor musunuz? Soruyu Ali Önol sormuştu. İsmet yanıt verdi:

-Aleviler sevmez mi, hıı, Baba Ali? Herkes senin gibi “Natuka kafa mı?” Sami Akıncı sıraya vurdu:

-Yeni dersliğimizi daha güzel sözlerle kutlayalım! Bir sessizlik oldu. Bu kez de Mustafa Saatçı konuştu:

-Leyla ile Mecnun’un aşkı da yarım sayılır! Arkasından Mehmet Yücel Mustafa’ya “Bunu söylemek için mi bu kadar düşündün be Hafız? Yumurtaya otursaydın bir yığın civciv çıkaracaktın!” Hepimiz güldük. İdris Destan:

-Bakın bakın Sami de gülüyor! Sami gülerek:

-Eee, buna gülünür ama be kuzum! Sıralardan kalkanlar oldu, birer ikişer dışarı çıkıldı.

“Okul bahçesindeki çadıra inince dersliğimize gelip gitme kolay olacak!” diyerek yemeğe gittik. Yemekten sonra İsmet Muhtarla yaptığımız konuşmayı sordu. Olayı anlattım. Baba Ali’nin konuşması ona dayanıyormuş, gündüz onun dedikodusu yapılmış. İsmet’e bu konuya karışmamasını söyledim. “Ben onu olabildiğince tatlılık içinde çözerim!”  

Yatınca bir süre bunu düşündüm. Alevilik nedir, Bektaşilik nedir? Çakır Muhtar ne dedi: Ailemde Dede’lerle, Hoca’lar çekişip duruyor. Bizim aile de öyle: Babamın iki ağabeyinden biri Müderris (Darülfünun Müderrisi) öteki Bektaşi Dedesi. Annemin ailesinden Dayı tarafı Hafız (Efe Hafız), amca tarafı Mehmet Ağa Bektaşi Dedesi...

 

9 Mayıs 1941 Cuma

 

Kahvaltıdan sonra okul önünde toplandık. Namık Öğretmen iş bölümü yaptı. Salih Baydemir’le beni önce ayırdı. Ne düşündüyse arkadan Halil Basutçu’ya “Sen bana çok gereklisin” deyip yanından geçti; İsmet’le Arif Kalkan’ı ayırdı. Bize, “Siz Muhtarlığa gidin beni bekleyin!” dedi. Muhtarlık dediği yer, şimdi bizim yönetim yerimiz. Gittik, önündeki meydanda beklerken Hüsnü Baykoca Öğretmen bizi gördü. Gülerek: “Siz mi geldiniz? Buyurun yukarıya” dedi. Yukarı dediği birkaç merdivenlik bir yer. Çıktık, bizim köydeki Muhtarlık binası gibi bir yer, iki odası var, birine girdik. Hüsnü Baykoca Öğretmen bize, “Bir süre burada bekleyeceksiniz, Namık Öğretmen gelince yapılacakları konuşup öyle karar vereceğiz!” dedi. Namık Öğretmen uzun bir süre gelmedi. Sıkılır gibi olduk. Bu kez ben, bizim köydeki Muhtarlık binasını anlatmaya başladım. Özellikle gelen gazetelerin eksiksiz bekletildiğini, arada gelen görevlilerin onları yokladıklarını anlattım. Bizim konuşmalarımızı duyan Hüsnü Baykoca Öğretmen geldi, beni dinlediğini söyledi, dikkatli oluşumdan söz ettikten sonra muhtarların o işlerle görevlendirildiklerini anlattı. “Muhtarlar aynı zamanda parti adamlarıdır, o görevleri tam yapmazlarsa muhtarlıklarından olurlar!” dedi. Bu kez ben:

-Burası da muhtarlık, burada gazete var mı? diye sordum. Hüsnü Baykoca Öğretmen, “Olması gerekir ama ben burada öyle bir şey görmedim. Muhtar buraya gelecek, soralım!” dedi. Az sonra Muhtar Ahmet Çakır geldi, sorduk, varmış, onların köyünde ayrıca özel okuma odası da varmış, şimdi kapalıymış ama gelen gazeteler, kitaplar oradaymış. Biz gazete kovuştururken önümüze kitap olayı çıktı. Ayrıca buna Muhtar Ahmet Çakır, çok memnun olduğunu söyledi:

-Orası da sayenizde canlansın! dedi. Namık Öğretmen gelince biz işe koyulduk ama aramızda konuşarak köyde Okuma Odası oluşuna sevincimizi öğleye dek sürdürdük. Öğlede de Hasan Üner arkadaşı bu konuda görevlendirdik. Hasan Üner hepimizden çok kitap seven bir arkadaş. Ayrıca bu işlere ilgi duyan biri. Öğleden sonra sabah girip oturduğumuz odayı boşaltıp temizledik. Hüsnü Baykoca Öğretmen bize çay getirtti. Muhtar gene geldi. Hüsnü Baykoca Öğretmene beni göstererek, “Biz tanıştık, o da bizden!” dedi. Hüsnü Baykoca Öğretmen göbeğini oynatarak kahkahalar attı. “Bu nasıl oldu böyle görür görmez buluştunuz, koklaştınız mı? Onlar biraz kapalıdır, eski alışkanlıklarını sürdürürler!” dedi. Bu kez de Ahmet Çakır, “Gene öyle delikanlı Alevi olmadığını söylüyor!” deyince, Hüsnü Baykoca:

-A bak onda haklıdır. Trakyalı Bektaşiler Aleviliği asla kabul etmezler. Onlar kendilerini Rumeli Fatihleri soyundan, Kırk Erenlerin torunları sayarlar. Kırklareli adı da oradan gelmektedir. O bakımdan sizden farklıdırlar. Onları ben çok yakından tanıdım. 20 yıldır içlerindeyim. İbrahim’in ailesini, amcalarını yakından tanırım, hepsi değil çoğu Bektaşidir ama Alevi deyince kafalarını sallayıp “Hayır, asla!” derler!” Muhtar Ahmet Çakır, “O önemli değil, zaten Aleviliğin kalıplaşmış bir özelliği yok, uzun süre aynı bölgede yaşayanların bir kök anlayışından ibaret bir gelenekler süreci. Değişmez inanç, yol yordam birliği Bektaşilikte. Delikanlı Bektaşiliğe karşı değil!” Bu kez de Hüsnü Baykoca Öğretmen gülerek, “Nasıl karşı olur, onun ailesinden Dedeler çıkmış!” dedikten sonra bana sordu:

-Siz Muhtarla nasıl tanıştınız? Ben olayı anlattım: Namık Öğretmen, Muhtar Amca ile konuşurken:

-Bak İbrahim bir Muhtar Amca da burada diyerek Yeni Bedir Muhtarı Kamber Amcamdan söz etti. Muhtar Amca “Kamber” adına duyunca takıldı!” Ahmet Çakır gülerek:

-Bizim simgelerimiz olan adlar vardır, Ali, Hasan, Hüseyin başta gelir ama bunlar her kesimce kullanıldığından başka adlar belirleyici olarak öne çıkmıştır: Kamber, Haydar, Veli, Cafer, Abbas v.b. Bu sıra Namık Öğretmen geldi, konuşmalar kesildi. Namık Öğretmen, bize camları çerçeveleri kollatarak, dikkatle temizletti. Sonra da öteki odadaki kullanılır ne varsa buraya taşıyıp yerleştirdik. Hüsnü Baykoca Öğretmen teşekkür etti. Ayrıldık. Paydostan sonra derslikte toplanıyoruz.

Derslik yatakhane çadırından daha rahat, az uzak ama konuşmalarımızı duyan olmuyor. Ayrıca kızların kaldığı okulun arkasındayız. Kızlar camlardan bakınca görülüyor. Bu görülme şakacıların yakıştırması. Camlar açılıp dışarıya sarkılmadan içerden görülmesi olanaksız. Konuşmalar düşsel yakıştırmalar olarak söyleniyor. Görülenler de hep belli kimseler: Sevim, Sazan, Sırıklı, Nachtigel (Bülbül).

 

10 Mayıs 1941 Cumartesi

 

Birbirimizi uyararak kalkıyor gene uyararak gideceğimiz yerlere gidiyoruz. Okuldakiler okulun zilini kullanmaya başladılar ama yetersiz. Kepirtepe’deki gibi bir ray parçasını önerdik, “Köy halkı rahatsız olur!” diyerek benimsenmedi. Okul yakınında çalıştığımız için bizce bir sorun yok. Sorun, duvarcıların bir bölümü uzaklara gidiyor. Bugün de okula su getirmek için hendek kazımına başladılar. 3000 metre kadar kazılacakmış. Bayrak törenleri başladı. Gene Hidayet Öğretmen yönetti. Bayrak çekme konusunda bana kimse bir şey demediği için ilgilenmedim. Köyün öğretmeni olduğunu sonradan öğrendiğim biri bayrağı ağır ağır çekti. Hidayet Öğretmen’e baktım, bir şey demedi. Gülümseyerek:

-Müjdelerim, Müzik Öğretmenimiz geldi bundan böyle daha düzenli törenler yapılacaktır! diyerek Müzik Öğretmeninin geldiğini muştuladı. Haftanın belli saatlerinde müzik dersleri yapılacak. Bizim grup bugün de yarın da çalışacak...

 

11 Mayıs 1941 Pazar

 

Arkadaşlar arasında dolaşan yeni bir haber, kurulacak Hasanoğlan Köy Enstitüsünün yeri tren yoluna yakın düzlükte olacakmış. Yeri, Milli Eğitim Bakanlığından gelecek bir yetkililer grubu seçecekmiş. O yetkililer de bugün buraya gelecekmiş. Bizi heyetten çok İlköğretim Genel Müdürü ilgilendiriyor. Müdür atamalarını o yapıyormuş. O gelirse biz ona:

-“Bizim Müdürümüzü buraya atayın” diyeceğiz. Arkadaşlarla böyle konuştuk. Genel Müdürümüz gelirse kesinlikle Hüsnü Baykoca Öğretmenin yanına uğrar. Biz de orada olduğumuza göre, olay kolaylıkla çözülecektir. Gün boyunca bunu konuştuk, söyleyeceğimiz sözleri hazırlayıp tekrarladık, gelen giden olmadı. Bizim işimiz, düne göre daha çetrefil çıktı. O odada bir ocak yeri varmış. Ayrıca soba delikleri sonradan açılmış. Duvardaki kağıtları kaldırınca oda iyice acayip kılığa girdi. Zaman zaman Namık Öğretmen gelip yardım etti, yapılacak değişiklikleri gösterdi. Kapattığımız deliklerin sıvalarını kendisi yaptı, badananın tamamına yakını Namık Öğretmenin elinden çıktı. Gene de son başarı bizim sayıldı:

-Ende gut alles gut! dedim. Namık Öğretmen güldü:

-Sakın yanlış söyleme, Ömer Uzgil gelecek söylerim sonra! Yanlışım için değil geleceği için sevindiğimi söyledim. Namık Öğretmen, Ömer Uzgil Öğretmenle mektuplaşıyorlarmış.

İşimiz bitince Hüsnü Baykoca Öğretmen birkaç kez teşekkür etti, gülerek, arkamızdan el sallayıp uğurladı. Başarılı bir değil, iki gün geçirmiş olmanın kıvancını duyarak ayrıldık. İşten çıkınca bir süre çeşme yanına gittik. Bir yanda köylüler, kadınlar, bir yanda da (uzun yalaklarda) hayvanlar ilgimizi çekti, gülerek izledik. Yemekten sonra İsmet geldi yüksek sesle konuşarak beni payladı:

-Biz Alevi miyiz dayı?” diye sordu. Dün konuşulan sözler dallandırılıp budaklandırılarak yayılmış. “Kim söyledi? ”İsmet ad vermedi ama çok üzgün olduğu belli. Dilimin döndüğünce yatıştırmaya çalıştım. Kısa bir soruşturma sonunda İsmet’i asıl kızdıranın 15 Hüseyin Serin olduğunu öğrendim. Hüseyin arkadaş güçlü kuvvetli ama kazanmış olduğu gücü zekasıyla kullanacak durumda değil. Bunu İsmet biliyor. İstese onu hemen susturur. Ancak Hüseyin’i öne sürenler var, onları saptamak oldukça zor. İsmet sabırsız, bunu yapamaz. O nedenle bana gelmiş. Dersliğe gidince kimsenin beklemediği bir sıra, arkadaşlardan sözde izin isteyerek konuşmaya başladım. Edirne’de tanıştığımız ilk günlerden Kepirtepe’deki son günlerimize dek aramızda yapılan tartışmaları özetledikten sonra:

-O dönemde ben kendi çevremde olduğum için benden çekinmiş olabilirsiniz. Köyüm yakındı, Lüleburgaz ilçemdi, tanıdıklar çoktu, en yakınım amcam okulun dibindeydi, hemen hemen her gün okula geliyor, öğretmenlerle, Okul Müdürümüzle görüşüyordu. O zaman bunlardan çekinip benim üstüme gelemediğinizi düşünmüş olabilirsiniz. İçinizde, “Öyleyse şimdi yalnız kaldı, üstüne varırım!” gibi düşünen varsa, hemen söyleyeyim yanılıyor. Asıl orada ben kavgadan çekiniyordum. Birini eşek sudan gelene dek döversem, beni sevenler hem beni ayıplarlar, hem de benim yüzümden, ele güne karşı utanırlar düşüncesiyle kavgadan değil birilerini dövmekten çekiniyordum. Çünkü onlar beni kabadayı olmam için değil efendi olmam için okula göndermişlerdi. Onlar benim kabadayılığımı, gözümü budaktan sakınmadığımı hep bilirlerdi. Şimdi onlar uzakta, ben daha bağımsızım, kendimi daha rahat savunabilirim. O nedenle kısaca uyarıyorum. Ben, “Kestane kabuğundan çıkmış, kabuğunu beğenmemiş!”  taifesinden değilim. Kim olduğumu saklayacak denli bir aileden gelmediğimi de biliyorum. Kısacası saklanacak bir yanımın olacağını aklımın kenarından bile geçirmiyorum. Az önce anımsattığım gibi akrabalarımı, dayanaklarımı söyledim, sizlerin bir çoğunuz gördü. Bir çoğuna siz de tanık oldunuz. Gizli bir yanım olsaydı onu da duyardınız. Çocukluk arkadaşlarımdan da gördükleriniz oldu. Ardımdan bir söz edildiğini duymadığınızı adım gibi biliyorum. Durum böyleyken bu köyün muhtarıyla ortalıkta yapılan şakalı bir konuşmayı gizli bir şekle sokup orospu karılar gibi yaymaya çalışan çıkarsa, ben bunu saptarsam, şurada eşek gibi bağırta bağırta döveceğim; elimden kimse de alamayacak. Benim ailemin çoğu Bektaşi tarikatındadır. Bunu hepinizin zaman zaman duyduğu, kiminizin de gördüğü, Türkçe derslerinde Fikret Madaralı Öğretmenin defalarca bana “Vahit Deden” diye takıldığı Vahit Lütfi Salcı kitaplarında yazdı, Kırklareli Yeşilyurt gazetesinde, Edirne Dergisinde sürekli yazıyor. Bunun kapalı bir tarafı yok.” (Hüsnü Yalçın’la Emrullah Öztürk’ü göstererek) “Şu arkadaşlar Bulgaristan’dan geldi, onlardan bizim üstün bir tarafımız var mı? Öyle düşünen sarsaklar varsa yuh olsun onlara, bilsinler ki biz yanlarında değiliz.” (Hüseyin Serin’i gösterip) “Şu arkadaşa bir süre Pomak deyip tutturdunuz. Ne oldu o sözler? Arkadaşla pekala sarmaş dolaş yaşıyoruz! O gün onu nahak yere kıranlar, bugün geçmişlerinin utancını yaşamaktadırlar.” (Durdum kasıtlı olarak Hüseyin Serin’e baktım. Yüzü mosmor olmuştu) Duraksadığım için sözümün bittiğin sanan Sami Akıncı, benim üzüntüme katıldığını söyledi. “Kardeş kardeş yaşamak varken bu tür arkadan konuşmalara sapmanın yanlışlığını tekrarladı. Sözler giderek şakaların sınırlandırılmasına döndürüldü. Dikkat ettim konuşmalar gene saptırıldı, az sonra söz, kızlar üstüne söylenen takılmalara dayandırıldı. Bir süre sonra gene:

-“Arkadaşlar beni galiba iyi anlamadı, benim kızlarla, şakalaşmalarla ilgili söyleyeceğim bir sözüm yok. Benim ailemle ilgili konuşmalardan söz ediyorum. Ben Bektaşi bir babanın çocuğu isem bu kimi niçin ilgilendirsin? Bektaşi ne demek? Bu da dinsel bir inanç yolu. Onun ne olduğunu da ben bilmiyorum. Belli bir yaştan sonra kişilerin seçim yaptığı bir anlayıştır. Belki de ben o yolu seçmeyip, onun dışında bir yaşam sürdüreceğim. Öyleyse bana bugünden böyle bir ayrılık damgası vurmaya kalkanlar demin Hüseyin Serin arkadaşımıza takılanlara söylediğim gibi aşağılık durumlara bile bile düşeceklerdir.”

İsmet ellerini şaklatarak “Yaşa dayı beni savundun!” dedi. Mehmet Yücel de “Yaşa dayı sen asıl bizi savundun!” deyince, İsmet’le Mehmet Yücel bir birine ters gibi ortaya konan savlarını açıkladılar. İsmet’le Mehmet Yücel konuşunca araya girmeye kendini öteden beri koşullandırmış olan Mustafa Saatçı da sonunda benim için:

-“Arkadaş, arada kızlar için de birkaç söz söyleseydi iyi olurdu!” deyince susanlar hep güldü. Gene de her akşamkinden farklı bir suskunluk içinde yatıldı. Ben rahat gibi göründümse de bir süre uyuyamadım. Söylediklerimi birer birer gözden geçirdim:

-Bu davranışım doğru mu? Yanıtımı kendim verdim:

-Doğru, hem de dosdoğru!

 

12 Mayıs 1941 Pazartesi

 

Arkadaşlar perilerden söz ederek kalktı. Benimse uyanır uyanmaz aklıma müzik öğretmeni geldi, ne zaman gelecek; dört gözle onu bekliyorum. Önce akordiyon çalıp çalmadığını öğrenmek istiyorum. Çalıyorsa ondan öğreneceklerim olacak. Çalmıyorsa o zaman da biraz olsun (ona karşı) çalabilecekmiş olmamın sevincini yaşayacağım. Kızlar okulda, karşımızda olduğuna göre Behire Öğretmen buraya gelecek. Yüzüm tam okula karşı çalışıyorum; öğleye dek yabancı bir kimse gelmedi. Öğle yemeğinde de yoktu. “Her halde gelmekten vazgeçti!” dedim, üzülmeye başladım. Akşam yemeğinde gördüm. Müzikle ilgilendiğini bildiğim nöbetçi Hasan Çetin’e sordum, “Yeni Müzik Öğretmeni ne zaman geldi?” Hasan, öğretmenin öğlede geldiğini, evine yerleştiğini söyledi. Anne-babasıyla gelmiş, ev bulmuş, yerleşmiş. Evi de Ali Yılmaz öğretmenlerin bitişiğindeymiş. “Ankara yolu üstünde!” dedi… Bir daha sevindim. Acaba ne zaman derslere başlayacak? Behire Bil. Ne güzel ad. Hele soyadı, Bil. Kendisi de çok küçük belki de benim yaşımda. Daha küçük olamaz herhalde? Nerede okudu? Hasan Amcamın okuduğu bir müzik okulu varmış ama o sonraları kapanmış. Benden başka da ilgilenen yok. “Yeni Müzik Öğretmen gelmiş!” diye birkaç kez konuşuldu, geçti gitti. Oysa ben unutup geçemiyorum.

Müzik öğretmeni falan derken gene geçmişe döndüm. Okulumuzda önce bayan öğretmen yoktu. Sonra kızlar geldi, onların Nahide Öğretmenleri geldi. Nahide Öğretmenle çok az ilişkilerimiz oldu. Nahide Öğretmenin güleç yüzü, benim İlkokulda tanıdığım Münevver öğretmeni andırıyordu. O nedenle ben Nahide Öğretmeni hep saygıyla karşıladım, saygıyla andım. Bir süre sonra bize Beden Eğitimi Öğretmeni olarak Rukiye Dökmen geldi. Nahide Öğretmene duyduğum saygıyı ona da duyacağımı sanırken, aldandığımı anladım. Rukiye Öğretmen daha ilk derste bize (salt bana değil) tüm sınıfa, dolaylı olarak da okulumuza tepeden bakarak konuşma yaptı. Hiç gereği yokken:

-“Mecbur muyum ben bu kırlık yerde sizinle uğraşmaya, gül gibi okullarda çalışırken, geldim burada, sizinle uğraşıyorum!” türü sözleri söyleyince kalkıp karşılık verdim. Verdim ama bir ders yılı boyunca da onun sıkıntısını çektim. Sonu iyi oldu ama araya, Namık Ergin, Hamdi Bağ, İrfan Evren öğretmenler girmeseydi, öteki derslerden de durumum çok iyi olmasaydı sanırım sıkıntım daha uzun sürecekti. Böyle bir acı rastlantıdan sonra Behire Bil Öğretmen için de hemen değerlendirme yapmak istemiyorum. “Ende gut alles gut!”

Kahvaltıdan sonra okul önünde toplandık. Namık Öğretmeni beklerken Ali Yılmaz Öğretmen geldi. Düzensiz zamanlarda gelip giden kağnıcılar, getirdikleri ağaçları indirip bırakmışlar. Onları önce bir köşeye, sonra da en dibe yığdık. Duvarcılardan bir grup geldi, direk altlarını belli bir ölçüde yükseltip sağlamlaştırdılar. Öğle paydosunda ağaçlar altına gittik. Suya yakın yerlerde dalları birbirine girmiş ağaçların gölgesi hoşumuza gitti. Daha sıcak günlerde gölgelenmek için kimi arkadaşlar yer seçti. Ben bizim köydeki Çeşmedere’yi anımsattım. Orada da gölgeleri çobanlar koyunları için bölüşürlerdi. Arkadaşlardan bana karşı olanlar çıktı:

-Biz koyun muyuz?

-Koyun olsan konuşamazdın, bunu ben biliyorum, yoksa sen bilmiyorsun! deyince herkes güldü.

Öğleden sonra duvarcılarla işbirliği yaparak arka duvarı ördük. Duvar tamamlanınca çatıyı konduracağız. Mustafa Güneri Öğretmen geldi, güleç yüzle bize “Kolay gelsin!” dedi. Arkadaşlar Kepirtepe’yi özlediğimizi söyleyince o gülerek:

-Ben de İstanbul’u özledim! deyince şaşırdık. Kendisi İlköğretim Müfettişiymiş. İstanbul’da çalışmış, o nedenle İstanbullu sayılırmış. Bunu duyunca hepimiz şaşırdık. Mustafa Güneri Öğretmen ayrılınca arkasından Salih Baydemir:

-Adama bak İstanbul’u bırakıp buraya gelmiş! diyerek hepimize baktı. Sonunda “Onu da zorlamışlardır, isteğine bıraksalar gelmezdi!” dedik. Belki de yatılı okumuştur, devlete borcu vardır. Az sonra da gene Salih Baydemir:

-“Bana bakın bu devlet bize de mercimek çorbası falan yediriyor ama, ben sizi besledim deyip tutup kulağımızdan istediği yerlere atacak galiba!” dedi. Söze güldük ama içimizden gelen cızlamaları da duyduk. Ben ağabeylerimin askerliğini anımsayıp, “Devlet isterse asker olarak da bizi dilediği yere atabiliyor!” dedim. Mustafa Güneri Öğretmenin koluna girip götürdüğü Ali Yılmaz Öğretmen dönünce paydos ettik. Biz paydos ederken kızlar Nahide Öğretmenle topluca köy içine doğru gittiler. Onlar gidince bahçede bir süre rahatça oturduk. Futbol sahası olarak gösterilen yere gittik. Uzaktan düz gibi görünmesine karşın derin derin çukurluklar olduğunu gördük. Çalışma yapılmadığı bir pazar günü düzeltilecek. Halil Basutçu:

-“Ben bu karara gülerim, top oynayanlar yapacaksa, bu iş olmayacak demektir.” Bekir Temuçin başta olmak üzeri birileri Halil’e bir süre çattılar:

-Yapınca görüşürüz!

Müzik öğretmenini akşam yemeğinde de göremedim. “Kadının evi varmış, yemeğini evinde yer!” dediler. Ben gene de öğretmenin yüzünü anımsadım; çilli bir yüz. Çilli bir yüz güzel olur mu? Oysa bana güzel gibi görünmüştü. Camiye çıkıp yatınca nedense bu gece bir süre fısıltılar oldu. Arkamı dönüp uyudum.

 

13 Mayıs 1941 Salı

 

Gülüşler, kıkırtılar arasında uyandım. İsmet övüne övüne bir şey anlatıyor. “Hafızı kaldırmak aklıma geldi, önce onu uyandırdım, Yusuf baygın gibi uyuyordu, Harun kıpırdanınca onu da uyandırdım!” deyince anladım, bu gece bir şey olmuş. “Nasıl oldu, sahi mi? İsmet beni kandırma!” deyince İsmet’le birlikte Harun da yemin ederek anlattılar. İsmet, uykulu uykulu nöbet beklerken pencerelerden camiye giren ay aydınlığına dışardan gölgeler düştüğünü görmüş. Gölge, insan gölgesi gibi gezince bunu yürüyen bir insan olduğunu anlamış. Az önce nöbeti bırakan Mustafa Saatçı’yı uyandırmış. Mustafa Saatçı cesur, yavaşça dışarı çıkmış, İsmet Harun’u da uyandırmış, Mustafa’nın arkasından gitmişler. Dışarı dediğimiz yer caminin arkası, (cami, bir tepeye yaslanmış) yüksek. Biz o yüksekten yattığımız yere girip-çıkıyoruz. Cami bir kat aşağıda kalıyor. Caminin önü düz. Çıkış kapısının köşesinde çeşme var. Çeşme yukarıdan rahatça görülüyor. Çeşme başındaki beyazlının bir insan olduğunu iyice seçmişler. Adam, dua eder gibi ellerini kaldırıp indiriyormuş. Başında bir beyaz bez, boylu boyunca beyazlara sarılmış, ya da giyinmiş bir insan. Mustafa’nın attığı taş çok yakınına düşünce durup bakınmış. Bu kez İsmet’le Harun da taş atınca taşlar önüne arkasına düşmüş. Mustafa’nın ikinci taşı adama rastlayınca adam caminin sol tarafına doğru kaçmaya başlamış. Kaçmış ama ters tarafa gittiğinden çıkmaza girmiş. Taşlar başına gelince de çaresiz:

-Taş atmayın! demiş. Adamın sesini duyunca durmuşlar. Adam bu kez yokuş yukarı koşarken besbelli ayak sesleri geliyormuş. Geri gelip başka bir kötülük yapar diye bir süre dışarıda durup yüksek sesle konuşmuşlar. İyice aydınlanınca da yatıp uyumuşlar.

Ben bu anlatılanlara inanmadım. İsmet’i kırmamak için inanmış göründüm. Harun Özçelik’e çok güvenirim, kesinlikle yalan söylemez. Bu nedenle olayın tümüyle yalan olacağını da tam olarak yadsıyamadım. Uzun süre ortada durdum. Ancak olay yayıldı. Muhtar Ahmet Çakır, “camide yatıldığı için böyle bir hile düşünmüş olabilirler. Bu bir bağnazın işidir, tüm köye yüklenmemelidir. Sizler, “Böyle oldu!” diyorsunuz, öyleyse olmuştur, olmaz diyemem!” sözleriyle karşılamış. Konu uzun süre konuşuldu. Sonunda ben de inanmaya başladım. Olabileceğini biliyordum. Bu tür bir söylenti çıktığı gün daha ben Ömer Seyfettin’in Perili Köşk’ünü anımsayıp beklemeyi planlamıştım. Hatta bu konuda arkadaşlarla özel bir nöbet yöntemi bile tasarlamıştık. Ancak Mustafa Saatçı ile İsmet’in yan yana gelip bu kahramanlığı yapmış olması kuşkumu çoğaltmıştı. Bunların ikisi de çok kez inanılmayacak olaylar anlatırlar. Bu olayın duyulmasından sonra, öğretmenler; perilerden, hayaletlerden çok, köylülerin camide yatılmasını hoş görmediklerini düşünerek bizim daha önce kendimiz için hazırladığımız büyük çadıra taşımamızı sağladılar. Okul Müdürlüğü için geçici olarak hazırlanan köy odası yakınındaki ağaçlar altına bir büyük çadır daha kurularak bizim çadırdakiler oraya gönderildi.

Camide son gecemiz. Küçük takımı beklemek istiyor. Beyazlı adamı yakalayacaklarmış. Mehmet Yücel onlara:

-Periler çocuk eti sever, sizi alıp kaçırır, sakın dışarı çıkmayın! dedi. Mustafa Saatçı da:

-Aralarında onların da yaşlılar var, onlar çıkar deyince büyük bir tartışma çıktı. Bekir Temuçin, Kadir Pekgöz, kendilerine sataşıldığını söyleyip, Mustafa Saatçı’ya ağır sözler söylediler. Mustafa Saatçı:

-Cami, kutsal bir yerdir, ağzınızın payını veriririm ama, camiye saygımdan susuyorum! deyince bu kez Arif Kalkan, Sefer Tunca arkadaşlar gülerek Mustafa Saatçı’ya:

-Saygını sevsinler, neredeyse bir ay oldu buradayız, bu çatı altında neler konuştuğunu biz biliyoruz! Bu kez Mustafa Saatçı:

-Yarını bekleyin çadıra çıkınca hepinizin hesabını göreceğim! deyip herkese iyi uykular, Kadir’le Bekir’e de Beyaz Adamlı rüyalar diledi.

 

15 Mayıs 1941 Perşembe

 

Sabah kalkar kalmaz toparlanıp okul bahçesine indik. Yataklarımızı hazırlayıp eşyalarımızı yerleştirdik. Çadırın eteklerini kapatıp dış etkilerden korunması için önlemler aldık. Öğleden sonra gene ranza işine döndük. Bir grup yeni çadırlar hazırlamaya başladı. Kültür dersleri çoğunlukla çadırlarda yapılacakmış. “Müzik dersleri hemen başlayacak, deniyordu, henüz bir belirti yok” diyecek oldum, Harun Özçelik “Senin haberin nasıl olmaz, müzik öğretmeni müzik çalışacakların listesini yapmış, ona göre keman, mandolin alınacakmış!” dedi. Şaka sandım, ama oldukça da alındım. Kim yaptı listeleri? Bizim sınıftan yazılanlar varmış. İdris, Abdullah, Yusuf, Ali Önol, Sefer Tunca, Kadir Pekgöz, Ahmet Güner! denince ben “Daha neler?” deyip sustum. İçimden: “Başlasınlar bakalım!” Ama canım sıkıldı. Kim yaptı bu listeyi? Öğretmen ne bilsin?

Okul bahçesine inişimiz yeni bir sevinç yarattı. Kızlar da okulda. Birileri, kendilerine pay çıkarıyor... Kimseye çaktırmıyorum ama aslında bu duruma ben herkesten çok sevindim. Yattığım yerle çalıştığım yer birbirinin yakınında. Yemekhane bitişiğindeki yeni yaptığımız bölme de serbest çalışma yeri olacakmış. Aynı zamanda pazartesi günü yeniden dersler başlayacakmış. Kültür derslerini çadırda görecekmişiz. Bizim sınıf ikiye ayrılacakmış: 15 bir grup, 15 bir grup. Kültür derslerinden çok müzik dersini düşünüyorum, yeni bir şeyler öğrenebilecek miyim? Yataklarımız camideyken nöbetçi bırakıyorduk, acaba gene nöbetçi, olacak mı? Nöbetçi olacaksa akordiyonu hemen getireceğim. Çadırda da çalsam dışarılardan duyulacak. Bayrak törenine çıkarmak da rahat olacak. Belki müzik öğretmeni gerek görmez. Cumartesi günü durum belli olacaktır.

Yataklarımızı taşıyıp, yerleşmemiz için öğleye dek serbest kaldık. Namık Ergin, Nazmi Aybar, Ali Yılmaz öğretmenler gelip çadırımıza baktılar. Namık Öğretmen, “Haydi çocuklar, askerliğe de alışıyorsunuz. Çadır, bir çok kimsenin korkulu rüyasıdır; siz bu korkuları atlatacaksınız.” Öğretmenler, okul bahçesine yeni akıtılan suya, musluklara baktılar. Bir ek boruyla az ileriye bir ikinci akış yeri kararlaştırdılar. Öğle yemeğinde ben gene gözlerimle müzik öğretmenini aradım. Göremedim. Yemekten sonra Ali Yılmaz Öğretmenle birlikte çalıştık. Öğretmen bugün çok yumuşaktı. Yalnız, konuşurken “Be” sözünü çok söylüyor. “Yapma be! Hasanoğlan köyünün havası fena değilmiş be! Ne bakıyorsun be! Tutsana be! Bırakma be! Ben öyle mi söyledim be?” sözleri en çok kullandığı sözler.

Serbest çalışma ya da okuma yeri olarak ayrılan bölüme kanepe yapıyoruz. Direklere gelen yerlere konçlar çakıp kalasları onlara çiviliyoruz. Konuşurken “Bizim kahve önündeki peykeler de böyle!” dedim. Ali Yılmaz Öğretmen, “Siz onlara peyke mi diyorsunuz?” diye sordu. Ben, “Biz değil, köylerde hep öyle deniyor, Hamitabat kahvelerinde de var, onlarda peyke diyorlar!” dedim. Ali Yılmaz Öğretmen bu kez “Hamitabat köyünde kaç kahve var?” diye sordu. Ben “tam saymadım ama galiba 8-10 kadar vardır!” dedim.  “Ay, o kadar büyük müdür o köy be?” dedikten sonra Hamitabat’a gittiğini, çok az kaldığını anlattı. Kahvede oturmuş. Oturduğu yerler düpedüz sepet çubuğuyla örülmüşmüş. Ali Yılmaz Öğretmen oturmak istememiş, bu kez kahveci hayvan derisi getirmiş. (Öğretmen köylülerin post ya da posteki dediği koyun derisinden mindere, kasıtlı olarak hayvan derisi dedi) Ben de, “Kahveci onu sizi konuk olduğunuz için getirmiştir, herkese öyle davranmaz ancak konuklara büyük saygıları vardır!” dedim, güldü. “Sana aynı şeyi yapmaz mıydı?” diye sorunca ben, “Onlar beni tanır, daha kapıdan girmeden kovarlar. Çünkü köylerde çocukları kahvelere almazlar!” Öğretmen gülerek, “Ne güzel gelenek var sizin köyde öyle be!” dedi. Öğretmen “Be!” deyince yüzümü sakınır gibi gerildiğini duyumsadım. Ali Yılmaz Öğretmen dikkatli dikkatli bana baktı. Konuşacakmış gibi yaptı ama nedense bir şey demedi. Köy içindeki çeşmede çalışan arkadaşlar geldi. Onlar öğretmenin bizimle konuşmasını dinlemeye başlayınca öğretmen onlara baktıktan sonra bize “Paydos!” dedi.

 

16 Mayıs 1941 Cuma

 

“Kızlar çeşmeye gitti!” sözü üzerine “Sahi mi? Ben de görmek istiyorum!” İki gündür zil yerine geçiyor, bu sözler. Uykusu derin olanlar daha önce uyanmamışsa bu sözlerle uyanıyor. Böyleyken gene de kimse çadırın kapısına çıkmıyor. Her zaman olduğu gibi sözler, gene sözde kalıyor. Biri kapıya yaklaşsa, “Sakın çıkma, ayıp olur!”  uyarısı geliyor. Kapının giriş sağında bizim ranza. Numara sırasına göre dağıtım yapıldı. Ben üstte Halil altta kaldı. Kapı ağzını sevmediği için Halil Hasan Üner’le değişti. Giriş sağ bitişiğimde Hüseyin Orhan, onun altında 73 Kadir Pekgöz. Kadir Pekgöz Orhan’la yan yana yatışımızı şans olarak niteledi:

-Artık bol bol Almanca çalışırsınız! dedi. Ben, “Ende gut inşallah!” dedim, Orhan güldü. Kadir bundan bir olumsuz anlam çıkardı:

-Siz değişmeyeceksiniz besbelli! deyip gitti. İlkokul, çadıra giriş sol, 15 metre yakınımızda. Ben başımı çevirince dışarı çıkan kızları rahatça görüyorum. Gelip bakanlar, sabahları benimle yer değiş-tokuşu istiyorlar. Mustafa Saatçı (hep şaka olarak) “Ne olur sabah kalk zili çalınca on dakika ben geleyim!” diyor. “On dakikacık!” Saatim olmadığı için razı olmuyorum “Gelir, saatlerce kalırsın!” diyorum. Bu kez Mustafa Saatçı bana bir saat almak istiyor. Ancak saat alacak parası yokmuş. Arkadaşlardan “İnsanlık namına” borç istiyor. “Hovardalık için borç verilmez!” diye bağıranlar oldu. “Üstelik bizim İmam, hovardalık için borç istiyor!” söylemleri sırasında Selçuk Korol Öğretmen okul tarafından bahçeye girmiş, geldi; kapı ağzında durdu. Sanırım konuşmaların bir bölümünü dinlemiş. Öğretmeni görenler ıst-pıst edince Selçuk Öğretmen “Hey gidi gençlik hey!” dedi. İçeri girdi. “Çadırınız da güzelmiş, güle güle oturun!” dedi, güldü; “oturmak da nereden çıktı? Rahat rahat uyuyun!” diye tekrarladı. Selçuk Öğretmen:

-Biz öğretmen arkadaşlar aramızda hep konuşuyoruz; siz bizden daha şanslısınız daha zor koşullar altındasınız ama kendinize yetecek becerilerle donanıyorsunuz. Neşelisiniz, gülme oynama çağındasınız. Bakın, (beni göstererek) müziğiniz de var. “Vur patlasın, çal oynasın!” havanızı haklı olarak sürdürüyorsunuz. Benim anlayamadığım, yanlış mı duydum acaba; az önce imamlardan söz ediyordunuz. İmamları yaşlılar düşünür. Yoksa siz neşeli kahkahalar arasında yaşlıların kurumaya yüz tutmuş düş dünyasına da mı el attınız?” dedi. Arkadaşların çoğu sözü anlayamadı, biraz şaşkın bakıştılar. Mehmet Yücel arkadaşımız hemen “Özür dileriz Öğretmenim, bizim İmam o tür bir imam değil ona o adı yakıştırdığımız bir arkadaşımız.” Öğretmen sözü uzatmak istemedi sanırım. “Öyle miiii?” dedi. Gülerek: ”

-Ben yanlış anlamışım besbelli, deyip döndü. Mehmet Yücel’in açıklamasını beğenmeyen Mustafa Saatçı çengellediği parmaklarını uzatarak:

-İskelet, boz şunu bir daha seninle konuşmayacağım! deyince Mehmet Yücel çıkıştı:

-Deli mi ne, hem kendi konuşmama kararı alıyor, hem de bana kirli, çarpıtılmış parmaklarını uzatıyor! deyince arkadaşlar gene güldüler. Kahvaltı masalarına girerken Mustafa Saatçı ile Mehmet Yücel gene birini gözlem altına almışlardı.

İşbaşı yapınca Hasan Üner muştuladı. Halkodasında 150 kadar kitap varmış, çoğunun sayfaları bile kesilmemiş. Odanın anahtarını Hüsnü Baykoca Öğretmene vermişler. O da kitapların listesi çıkarılarak bir tutanak eklenmesini, ondan sonra okumaya verilmesini istemiş. Bunun için dört öğrenci görevlendirilmiş, Hasan bu öğrenciler arasındaymış. Hasan bana “İstediğin zaman kitapları gör, istediğini ben alabilirim!” dedi. Buna da sevindim ama benim şimdilik güncel sorunum müzik çalışmaları, öğretmenle bunu nasıl bir düzene sokacağım?

Ali Yılmaz Öğretmen sonunda konuştu:

-Müzik Öğretmeni Bayan Behire bize komşu geldi, akordiyonunu istiyor. Vereyim mi? dedi. İnanamadım ama “İsterse verebilirsiniz ancak isteyeceğini sanmıyorum!”dedim. Ali Yılmaz Öğretmen:

-Haklısın bunu şaka olarak söyledim, ama komşumuz olduğu doğru! dedi. Müzik Öğretmeni geldi ama müzik çalışacaklar saptanmış aralarında ben yokmuşum, bu kez de bu aklımı karıştırdı. Akordiyon çaldığım için mandolin ya da keman gruplarına almamış olabilirler. Kimseye de sormak istemiyorum. “Çalışmalar bir başlasın, ondan sonra gereken girişimleri yaparım. Başka bir neden olursa gene kendi kendime çalışırım!” deyip konuyu kapattım. Yatınca da yarın öğleden sonra akordiyonu alıp çadıra getirmeyi düşündüm. Yatak çadırımızda nöbet tutulduğuna göre kimse bir zarar vermez.

 

 

 

Okumayı bitirince arkadaşlara baktım, hepsinin yüzü gülüyordu. Sami Akıncı sordu:

-Doğru söyle, atladığın yerler oldu mu? Sami'nin soruş nedenini biliyorum, o sıralar onunla aramız iyi değildi. Sami'ye defteri uzattım “Sana verebilirim; sen emeğin ne olduğunu bilirsin!” deyince Sami teşekkür etti, defteri almadı. Arkadaşlar kalkınca Kadir, Abdullah üçümüz bizim salona gittik, piyanoların ikisi de boşmuş, Abdullah ile yazı tura attık, Abdullah üst salonu kazandı, ben de aşağıya inip bir süre çalıştım.

Yemekte Faik Canselen Öğretmenin geldiği söylendi. Biz bu haber üstüne plak dinlemeyi kesin sayarken Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca gelip bana Mehmet Öztekin Öğretmenin duyurusu var, bu gece özel konukları varmış, çalışma yapılmayacakmış. “Özel konukları” sözü herkesin ilgisini çekti. Birkaç kişi birden Hüseyin Atmaca'ya sordu “Sen görmedin mi, özel konuk kimmiş?”Atmaca elini ağzına tutarak:

-Bir bayan, ötesini bilmiyorum. Yorumlar başladı:

-Faik Öğretmen evlendi.

-Hayır, Bölüm Başkanının nişanlısı geldi.

-Bölüm Başkanının nişanlısı gelmez.

-Öyleyse yeni bir öğretmen geldi.

-Keman öğretmenidir, Mehmet Öztekin Öğretmen 20 kemancıyla nasıl başedecek? Gelenle onar onar bölüşürler. Bu kez de “gelen bayan Keman Öğretmeniyse hangi gruba gelir?”

Ben bir bakıma sevindim. Kitaplığa gidip Türk Edebiyatı ödevimi tamamlayacağım.

Düşündüğüm gibi olmadı, Kepirli arkadaşlar geldi, gündüz okuduklarımın çoğunu anımsamaya başlamışlar, karşılıklı “Öyle miydi, böyle miydi” deyip gülerken yat zili çaldı.

Yatınca ben de bir süre gelen bayanı düşündüm. Kendi düşündüğüme bir süre de güldüm “Neden Süheyla Öğretmen olmasın?” Bunu demenin bir mantığı yok ama dedim işte! Sanırım gülümserken uyudum.

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ