Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

20 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Köy Enstitülerine Atanan Arkadaşlarımızın İlk Tepkileri Sessizlik!

 

23 Ekim 1945 Salı

 

Sabahattin Öğretmenin gelmemesi üstüne yorumlar yapıldı. İş çokluğu, çeviri yapması falan filan. Gazete falan okumadıklarından olaydan habersizler. Üstüme bir görev olmamasına karşın, söyleyiverdim:

-Sabahattin Öğretmen şimdi Londra’da! Birisi kendini tutamadı:

-Vay be, insanlar adım adım takip ediyorlar; böylelerinden korkulur! Adını bile bilmediğim biri. Sordum:

-Hangi Köy Enstitüsü’nden geldin?

-Haruniye’ den!

-Benim öğretmenim Faik Bakır oraya gitmişti, tanırsın! dedim. Tanıdığını söyledi. Bir şeyler diyeceğimi sananlar oldu, hemen toplandılar. Güldüm:

-Bak sen de , ben de bir şeyler biliyormuşuz, bir şeyler bilenden korkulmadığını öğrenmiş olmalısın! deyip yürüdüm. Halil Dere yetişti, olaya o da tanık olmuş:

-Neden tartaklamadın onu? diye sordu. Tartaklamaktan daha fazlasını yaptığımı söyledim.

Kahvaltıda da konu edildi:

-Böylesi dövülür! Güldüm:      

-İşte böylesi sözü için adam dövülecekse, hepimizin sopadan geçirilmesi gerekir! Arkadaşlar hep güldü. Söz üstünde duruldu:

-Böylesinden korkulur! ne amaçla söylenir? Olasılıklar sıralandı:

1. Bilenler, bilmeyenlerden üstündür, bilmeyenler onunla yarışa ya da zıtlaşmaya kalkmamalı!

2. Böylesi, çok bildiği gibi; buna dayanarak bencil olur, çevresini sömürür.

3. Bencillik aynı zamanda kıskançlıktır, bencil insan çevresindekilerin başarısını da önler.

Ekrem olayı değiştirdi:

-Böylesi sözü, sıfat mı, zamir mi? Halil Yıldırım ise:

-Bu söz kime söylenmişse o karşılık versin! Sabah sabah bizi sorguya çektirmenin cezasını ödesin! Arkadaşlar sahiden yüzlerini bana çevirdiler. Çaresiz konuştum:

- Böylesi, var olmamakla birlikte sanki var olan bir nesne yerine geçtiğinden zamir gibi görünüyorsa da o görünmeyen nesneyi nitelediği için sıfattır. Böylesi, deyince zorunlu olarak “Neyin böylesi” demek zorunda kalıyoruz. İşte de bir addır. Söylenip söylenmemesi önemli değil, onun var oluşunu etkileyen söz de sıfat olur. Kısacası buna niteleme sıfatı diyeceğiz. Gerçekte bunu dergicilere sormalıyız. Onlar, yazar olduklarına göre bunları çok iyi bilirler. Nihat Şengül kestirip attı:

-Ne yazarı, onlar analarına, babalarına mektup yazmayı yazarlık sayıyor. Hemşerim, Hüseyin Sezgin (Hüseyin Sezgin İzmirliydi, anasına, babasına, tanıdıklarına güldürücü sözlerle mektuplar yazmıştı) bıraktı, şimdi de sizin Başaran sözde şiirle mektuplara başladı. Sevsinler şiirini. Halil Yıldırım:

-Nesi şiir onların, ne kafiye var, ne mısra! Ekrem Bilgin:

-Yeni şiir onlar, Nazım Hikmet taklidi. Kâmil Yıldırım:

-Ne taklidi, Nazım Hikmet öyle mi yazıyor? Geçen yıl, Baki Süha Ediboğlu’nun kitabında okuduk, adam, düzyazı gibi yazıyor ama onun gene bir kuralı var, müzik gibi bir ritmi var. Hamdi Keskin öğretmen ne demişti:

-Şiiri iyi bilen usta şair, şiirin her türlüsünü ustaca yazar. Ancak hiç şiir denemesi yapmamış acemiler, serbest şiir diyerek ortaya çıkarsa Dünyaca kabul edilmiş serbest şiir doğmadan ölür ya da ölü doğmuş olur!

Arkadaşların ciddi ciddi şiirden söz etmesi hoşuma gitti, Cahit Sıtkı Tarancı’dan son ezberlediğim şiiri okudum.

 

Hepsinden Beter
Kimi insan derbeder,
Ömrünü heba edip gider.
Olmayacak işler peşinde kimisi
Rahattan bîhaber.
Kimisi dul, kimisi yetimdir,
Alınyazısı kahreder.
Aklından zoru vardır kiminin,
Merhamet ister.
Bense sevda çekerim,
Hepsinden beter!
                        Cahit Sıtkı Tarancı

 

Tüm arkadaşlar kendilerine bu şiirde bir yer aradılar. İkinci kez okuyunca bu kez herkes bir başkasını aradı. Özellikle “Aklından zoru olanlar!” çoğunluktaydı. Neşeli bir hava içinde masadan kalktık. Sabahattin Öğretmen yok, Yunus Kâzım Köni öğretmeni bekleyeceğiz. Kemancılar bizim salona gitmekten çekiniyor; Bölüm Başkanı dersin boş olduğunu duyarsa, derse çağırır çekingenliği içindeler. Kendileri gitmemekle yetinmiyor benim de gitmemi istemiyorlar. Söz verdim gitmedim ama üst kata çıktım. Surdinli (Pedal  kısarak) olarak bir süre çalıştım. Kapı kapalı olduğu için gelen giden olmadı, Halil Dere geldi:

-Kolundaki saati neden taşıdığını merak ediyorum! dedi. Birlikte aşağıya indik. Az sonra Yunus Kâzım Öğretmen geldi. Uzun saçlarını biraz kestirmiş, gençleşmiş bir görünümü var ama, konuşmalarında bir fark yok. Tatilimizin iyi geçtiğini umduğunu söyledi. Mehmet Toydemir izin isteyerek konuştu:

-Tatilimiz, bizim gibi görünüyorsa da, gerçekte bizim değil, Millî Eğitim Bakanlığının, kendi yörelerimize gittik ama, kendi evlerimizde olamadık! deyince Yunus Kâzım öğretmen:

-Tatil demek, başına buyrukluk demek değildir, insanlar her halde bir işle ilgilenmelidir. Bu yapılmazsa, başıboş bir duruma girer, bu da insanı sıkar; biz okumuş insanlar bu tür başıboşluktan hoşlanmayız, efendim! dedikten sonra bir süre susarak, yüzlerimize baktı. Arkasından da başıboşluğun insan psikolojisi üstündeki olumsuz etkilerini anlattı. İnsanlar arasındaki kavgaların, bireysel olumsuzlukların, işten kopmuş kimseler arasında olduğunu anlattı. Mustafa Parlar, Kemal Güngör, Süleyman Karagöz parmak kaldırdı. Öğretmen Mustafa Parlar’a söz verdi. Mustafa Parlar:

-Devlet dairelerinde görevli küçük memurların, köylerde kendi işini sürdürenlerim, hemen hemen hepsinin elinde her an işi olmasına karşın bu işleri ihmâl edip kahvelere doluşması, daha da ileri giderek işleri ortada dururken kağıt oyunlarına dadanmalarını nasıl açıklarız? diye sordu. Süleyman Karagöz gene parmak kaldırdı. Öğretmen işaret verince Karagöz:

-Onlar, ellerindeki işlerden hoşnut değildirler, bu hoşnutsuzluk nedeniyle ruhsal rahatlama gereğini duyarlar. Bu nedenle kahvelere giderler. Kahveye gitmek de kimileri için yeterli olmaz, oyunlara sarılırlar. Öğretmen güldü:

-Siz işi derinden, fakat özüyle ele alıyorsunuz. Ben işi bu denli derinlemesine almayı düşünmemiştim. Söylediklerinizde gerçek payı var, ancak bu konuyu böyle geçiştiremeyiz. Bunlar, insanların yetişme biçimine, aldığı kültüre, içinde bulunduğu toplum değerlerine göre değişir. Örneğin, köy kahvesinde oynanan bir iskambil oyunu, büyük patronların gittiği büyük kulüplerde başka başka şekillerde sürer. Kahvelerdeki, köy yaşamı düzeyinde bir göreneksel alışkanlıkken büyük patronlarda kişisel tutkuya dönüşür. Öğretmen bunu söyleyinc Alphonse Daudet’in Bilardo Partisi hikâyesini anımsadım. Koskoca general, savaşın en kızışmış durumundayken bile oyunu bırakmıyor. Parmak kaldırdım. Öğretmen bir süre kendisi konuştuktan sonra bana izin verdi. Hikâyeyi anlattım:

-1870 Prusya-Fransa Savaşı’nın en kızışmış zamanıdır. Prusyalıların Fransız cephesini yarmak üzere giriştiği bir yörede Fransız Ordu karargâhında ordu komutanı bilardo oynar. İşin ilginci general iyi oynayamaz ama iyi oynuyormuş dedirtmek gibi bir tutkusu vardır. Kendisinden küçük rütbelilerle oynayıp, yüksek rütbesi nedeniyle küçük rütbelilerin kendisine (Çekindikleri için) yenildiklerinin ayırdında değildir. Ancak küçük rütbelilerden bir tanesi, oldukça onurludur, Generali yenecek güçtedir ama çekindiği için  yenmez  fakat ötekiler gibi yenilmez de. General yenemediği için çıldırır, oyun uzar gider. Bu sıra haberciler gelir, Karargahı Prusyalılar basmıştır. Az sonra da general Prusyalı askerlerce tutuklanır. Prusyalı askerler içeri girdiğinde general hâlâ karşısındaki küçük rütbeli subaya direnir:

-Bir daha, bir daha!

Yunus Kâzım Öğretmen bana teşekkür etti, çok sevdiği yazarlardan birinin Alphonse Daudet olduğunu söyledi. Sonra da bana, ondan başka neler okuduğumu sordu. Değirmenimden Mektuplar’ ı, Taraskonlu Tartarin’ i okuduğumu söyledim. Bu kez arkadaşlara sordu. Sınıfın yarısına yakını parmak kaldırdı. Buna öğretmen gibi ben de şaştım. Çünkü aramızda yazarın adı hiç geçmemişti. Demek arkadaşlarla bu konularda konuşsak birçok ortak yanlarım olacak. Bizim bölümden Azmi Erdoğan’ın parmak kaldırışına şaştım. Sürekli benimle zıt gider gibi tavırlar alan arkadaşın Alphonse Daudet okuması bir bakıma hoşuma gitti. Oysa ben onun, tümden benim ak dediğime kara diyeceğini sanıyordum. Sık sık karşıt göründüğü için ona bir de sıfat takmıştım. Daha doğrusu sıfat takma da değil, anlamını biliyordum ama kendi mantığıma göre güzel bir anlam taşımadığına inandığım bir söz yakıştırmıştım:

-Cört Vazmi! Nazım Hikmet’in geçen yıl Baki Süha Ediboğlu’nun Şiir Antoloji’ inde okuduğumuz Bahri Hazer’inde (Hazer Denizi) geçen bir söz; Cört Vazmi! Arkadaş, ben konuşurken karşıcı bir durum alınca “Cart Azmi!” olarak tekrarlıyordum. Arkadaş oldukça övüngen, birçok başarıyı sahiplenir, iki de bir “Yaparım!” deyip ortaya atılır. O zaman ben de tekrarlarım:

-Cart Azmi! Arkadaşlar, Cart Azmi sözü ile arkadaşın tavırlarını uyuşturduklarından gülerler, başka başka zamanlarda tekrarlayanlar da olur. Giderek sıradan bir söz durumuna girdi. İlk söylendiğinde tepki gösteren Azmi Erdoğan da giderek sıradan bir söz olarak algılayarak, önemsemez oldu. Şimdi ise arkadaşla ortak bir yanımız ortaya çıktı, Alphonse Daudet. Kimbilir , daha başka kaç yazarı ya da benzeşik bilgiyi, Azmi gibi başka arkadaşla da birbirimizden habersiz, belleklerimizde taşıyoruz! Bir an “Cört Vazmi” bana şiiri anımsattı, ezberlemeye kalkışmıştım ama ezberleyememiştim.

Ufuklardan ufuklara, ordu ordu köpüklü mor dalgalar koşuyordu,

Hazer, rüzgârların dilini konuşuyor balam konuşup coşuyordu.

Kim demiş “çört vazmi . .

 Hazer, ölü bir göle benzer!

Uçsuz bucaksız başıboş tuzlu bir sudur Hazer!

Hazerde dost gezer “ e…y! düşman gezer!. . . . . Sonrası…. gitti gider….

Sonrasını Baki Suha Ediboğlu söylüyor:

-Nazım Hikmet Ran, bugün hayatta olan şairlerimiz arasında, Yahya Kemal Beyatlı’dan sonra, en büyük, en usta sanatkârımızdır!

Ne yazık ki, ben Yahya Kemal’in, Faruk Nafiz’in şiirlerini rahatça ezberlememe karşın onunkileri doğru dürüst okuyamıyorum bile. Doğrusu, bir okuyanına da rastlamadım. Belki de yayılan bir “Yasak” tevatürü yüzünden insanlar okumaktan çekiniyor.

Öğretmen kitabı derslikte okumasına karşın kimse çıkıp:

-Bu kitap satılıyor mu? diye sormadı. Bu nedenle, kitabı benden başka alan yok, sanıyorum. Aldılarsa bile açıklamıyorlar.

Yunus Kâzım Öğretmen yanımdan geçerken kendimi toparladım. Neyse ki soru falan sormadan, yerine oturarak çantasını açtı, bir kitap gösterdi, Hayatım ve Psikanaliz! Hepimizi süzerek:

-Psikoloji bilimine yeni bir pencere açan, Sigmund Freud’un dilimize çevrilen ilk kitabı! dedi. Bir süre Freud’dan söz etti. Yüreğim cız etti, bu kitabı Varlık Dergisi geçen yaz tanıtmıştı. Berkant Kitabevi’nde elime alıp bakmıştım. Küçük bir kitap, neden almadığıma üzüldüm. İçimden de kendimi kınadım:

-Alsaydım, okuyacak mı idim? Varlık Dergisi o kitabı tanıtmıştı; o dergi var. Kendi kendime çıkışırken öğretmenin son sözlerini de atladım, selâm verip ayrılırken:

-Haftaya devam edelim!

Psikanaliz, psikoanaliz sözleri, yapılan karşılaştırmalar, yorumlar arasında salondan ayrıldım.

Tartışmalar yemekte de sürdü:

-Psikanaliz mi yoksa psikoanaliz mi? Analiz ayrılma, ayırma anlamına geliyor, burada ne ayrılıyor ki? Ruh ayrılır mı?

Salona dönünce yeni bir durumla karşılaştık:

-Salı günleri iki saat, Müzik teorisi dersi yapılacak!

-Müzik teorisi nedir?

Bilgiç Ekrem Bilgin’den karşılık:

-Bilmediğine göre, onun dersini görmek zorundasın!

-Biliyorum diyen dersten affedilecek mi?

Şakalaşırken Bölüm Başkanı geldi. Derse kendisi gelecekmiş, açıklamalar yaptı; ders:

-Bir müzik öğretmeninin bilmesi gereken genel bilgilerin araştırılması, karşılaşılacak sorunların aşılması yollarının konuşulması! olarak özetlenebilirmiş.

Konuşulmaya başlayınca olay anlaşıldı, enstrüman çalışması dışında tüm derslerde konuşulanların kısa kısa tekrarı, bu kez karşımıza Müzik Teorisi adıyla çıktı. Konser nedir? Bugünkü konserlerin geçmişteki gelişmesi, Müzik sanatı gelişmiş ülkelerin uygarlık düzeyi… Müzik çalgılarının gelişmesi, dinlerin müzik sanatı üstüne etkileri… Eski Yunanistan’da müzik. Müzik aletleri içinde Lir’in önceliği için Yunanistan’da müziğin geliştiğini söyleyen öğretmene sordum:

-Eflatun Devlet kitabında Sokrat’a müziğin zararlı olduğunu söyletiyor. Öğretmen az duraladıktan sonra kitabı görmek istediğini .Az duraksadıktan sonra,  da haftaya  derse kitapla gelmemi istedi. Arkadaşlardan olayı garipseyenler oldu. Ben fazla önemsemedim, çünkü Eski Yunanlılar da müziğe iki ayrı açıdan bakıyordu, tıpkı bizim alaturkaya baktığımız gibi gamlı-kederli çığırışları dışlıyorlardı. Sokrat da bunu söylüyor:

-Keder dağıtan müzik insanlara zararlıdır!

Dersten sonra iki saat serbest kaldık. Yönetim binasındaki piyanoya gidip çalıştım. Tam kalkmak üzereydim Hüseyin Çakar geldi. Beni görünce dönmek istedi. Zaten kalkacağımı söyleyip ayrılırken biraz yakındı:

-Müzikle ilgilenmek, ara sıra Konservatuvara gidip Armoni konusunda bilgilenmek için burada kaldım, ne yazık ki umduğumu bulamadım, askerliği bahane edip ayrılacağım! dedi. İnanasım gelmedi, kim nasıl engel olur? Biliyorum ki okulda 7 sınıf var, haftada 14 saat ders eder. Günde bir saatte serbest okumalar var. Topu topu haftada 20 ya da 22 saat eder. Öteki zamanlarda ne yapıyor? Haftanın en az 50 saat çalışma süresi var. Abdullah Ön de yakınmıştı. Umursamadım, kalırsam, ben de bir yolunu bulur kaçarım! Benim de askerliğim var! Kendimi olumsuzluğa kaptırmadan ayrıldım.

Yemekte Eski Yunan müziği gene konu edildi, Söze karışmadan dinledim, çoğu gerçek dışı saptırmalar. Fantasia filmindeki müziklerden söz ettiler. Oysa oradaki müziklerin Eski Yunan’la bir ilgisi yok. İçki tanrısı Baküs, Beethoven’in 6. senfonisi müziği ile oynuyor. Filmi hazırlayan Wald Disney’in bir yakıştırması.

Kitaplıkta bir süre Varlık’ları karıştırdım. Son zamanlarda dikkatimi çeken bir başka şair, Özdemir Asaf. Çocukça söylenir gibi yazıyor ama düşündürücü sözler söylüyor. Şinasi Özden, Cahit Sıtkı, Ahmet Mühip, Oktay Rifat, Orhan Veli, Melih Cevdet, Necati Cumalı, Nahit Ulvi, Cahit Külebi, Behçet Necatigil, Rifat Ilgaz derken bir de Özdemir Asaf çıktı. Şiir defterime onu da ekledim.

 

Ud, Seccade ve Ölüler.
Ud çalmayın yanımda,
Çocukluğum hatırıma gelir.
-Ay sen ud mu çalardın?
Hayır annem çalardı.
Seccade göstermeyin bana,
Gençliğimi hatırlatıyor.
-Sen namaz kılmasını bilir misin?
Hayır büyük annem kılardı.
Ölülerinizden bahsetmeyin bana,
Babam aklıma gelir.
-Senin baban öldü mü?
Hayır ben doğmadan evvel yaşamış!
                                Özdemir Asaf
 
Şahane Bir İstanbul Gecesiydi
Yaydı seccadesini üstüne şehrimizin
Dua edecek gece.
Bağı koptu bir muazzam tesbihin
Ve saçıldı göklere tane tane,
Belki Lale Devri’nin de böyle bir gecesi vardı.
Belki Çırağan’ın koridorlarında
Şimdi gecenin elindeki gibi
Titrek alevli şamdanlar yanardı.
Giremez Haliç’in rüyasına artık
Sürüklenen mavnaların izleri.
O kadar aydınlık ki Çırağan’ın taşları
Tarih bir an titretti bu gece denizleri.
İnsanlar! ah o insanlar;
Yaşamıyor şu sessiz harabelerde
Şimdi uykuların rüyasıdır uykular.
O insanlar, o akşamlar, o âlemler nerde?
                                    Özdemir Asaf
 
 
Kadınlar
Hepinizi öyle seviyorum ki!
Siz, türlü milletlerin anneleri oluyorsunuz.
Zevk uğruna çocuk doğuruyorsunuz.
Asker olacaklarını,
Dahi olacaklarını,
Şef olacaklarını düşünmeden
Sevmek, gene sevmek için
Çocuk doğuruyorsunuz.
Her yaşta, hepinizi,
Her birinizi seviyorum sizin.
Hep böyle bakmak, böyle duymak istiyorum.
Bir elden cümlenizi sevmek okşamak imkânsız.
Resim yapıyorlar,
Şiir yazıyorlar,
Şark besteliyorlar sizin için.
Saz çalıorlar,
İçki içiyor, sarhoş oluyorlar…
Sizin için,
Sizin için. .
                  Özdemir Asaf

 

Bu tür söyleyişleri de güzel buluyorum ama gene de bir eksiklik görür gibiyim. Ancak o eksikliğin ne olduğunu anlatamıyorum. Faruk Nafiz ya da Orhan Seyfi’nin hatta çok eskilerin, Nedim ya da Fuzuli’nin yazdıklarını kolayca ezberlememe karşın bu tür şiirleri ezberlemekte zorluk çekiyorum. Faruk Nafiz’in Secere şiirini 5 kez tekrarlayınca ezberlemiştim, bir daha da unutmadım:

“Nenem beş yüz altına satılmış bir esirdi,
Dedem beş yüz altını sayan bir derebeyi.
Kurt kanı, köpek kanı birbirine girdi,
Onlardan türedi bir uyumsuz kurt köpeği
İki zıt cevheri var damarımdaki kanın,
Biri el pençe divan duran, öteki durduranın.
Duran sana gülerken, durduran bir hayvanın,
Sırtında bir kadınla aşar karşı tepeyi.
Ben nenemden merhamet, dedemden kin almışım,
Çini bir kâse gibi başkadır içim, dışım,
Sana yaklaşmak için yumuşarken bakışım,
“Isır!” diye tepinir gözlerimin bebeği!
                                  Faruk Nafiz Çamlıbel
 

Nedim’in bu gazelini de kolayca ezberledim, bir daha da unutmadım:

 

Gazel
Tahammül mülkünü yıktın Hülâgü Han mısın kâfir
Aman dünyayı yaktın, âteş-i suzan mısın kâfir
Kızoğlan nazı nazın şehlevent avâzı avâzın
Belâsın ben de bilmem kız ısın oğlan mısın kâfir
Ne mani gösterir düşûndaki ol âteşin atlas
Ki yani şûle-i can suzi hüsn ü an mısın kâfir
Nedir bu gizli ahlar çak-i giribânlar
Acep bir şuha sen de âşık-ı nalân mısın kâfir
Sana kimisi canım kimisi cânanım deyu söyler
Nesin sen doğru söyle can mısın canân mısın kâfir
Şarab-ı âteşin keyfi ruyün şulelendirmiş
Bu haletle çerağ-ı meclis-i mestân mısın kâfir
Neden sık sık bakarsın berit-i mücellâya
Meğer sen dahi kendi hüsnüne hayrân mısın kafir
Nedim-i zârı bir âfet esir etmiş işitmiştim
Sen ol cellat-ı din ol düşmen-i imân mısın kâfir
 Nedim

Kendi kendimle şiir karşılaştırması yaparken uyudum.

 

24 Ekim 1945 Çarşamba

 

İngilizce grubu yeni öğretmenlerinden söz ediyor. Çok sevdikleri profesör Saffet Korkut kanser hastası olmuş; kanser tedavisi zor, uzun süren bir hastalıkmış, üzülüyorlar. Yerine gene bir bayan gelecekmiş, ancak Profesör Saffet Korkut’un yerini dolduramazmış. Ben de bu tür sözlere şaşıyorum, arkadaşlar hem öğrenemediklerinden söz ediyorlar hem de gelecek öğretmenin yetersizliğini konuşuyorlar. Bizim Almanca grubu bu bakımdan çok rahat, öğrenemiyouz ama, durumdan yakınmıyoruz da. Arkadaşımız Sami Akıncı varken, o biraz durumu renklendiriyordu, o ayrılınca işler tıngır mıngır gidiyor.

Almanca okumaya 1939 ders yılı ortalarında başlamıştık. Ömer Uzgil Öğretmen bizi sıkıştırıyordu. Onun önünde mahcup olmamak için oldukça dikkatli çalışıyordum. Sami Akıncı o zaman da öndeydi. Ömer Uzgil öğretmen 1940 haziran ayında ayrılınca, Almanca dersimizin boş kalmasına çok üzülmüştüm. Kepirtepe’de o zaman su tesisatlarını düzenleyen Usta Öğretici Alman Ahmet vardı. Almanca bildiği için adi Alman Ahmet olmuşmuş. Kendi anlattığına göre. Almanlar, Edirne-İstanbul asfalt yolunu yaparken onların yanında çalışmış, Almancayı pratik olarak öğrenmiş, ders vermezdi ama pratik olarak konuşmalara yardımcı olurdu. O zamanlar, bir söz için Ahmet Ağabey’in arkasında koştururdum. Orta 3. sınıfa geçtiğimde ortaokul kitaplarıyla birlikte lise kitaplarını da alıp (altı kitap bir arada) ciltletmiştim. Bir daha Almanca öğretmeni gelmeyince kitaplar öylece elimde kalmıştı. Buraya gelince birden heveslendim. Ciltli Almanca kitapları elimde derslere başlamıştım. Birkaç ders sonra öğretmen Doçent Niyazi Çıtakoğlu, elimdeki kitapları sordu. Kitap heveslisi biri olarak, kitapları götürüp verdim. Şöyle bir göz attıktan sonra bana dönerek:

-Sen bunlarla Almanca öğrenemezsin. Bunları yazanların Almanca bildiğini sanmıyorum! deyince içimde bir cızıltı oluştu. İşin ilginci daha önce Almanca bilen bir Millî Eğitim Bakanlığı baş müfettişi, elimde o kitapları görünce çok övmüş, kendi öğrenciliğinde bu türlü kitap bulunmadığından çok sıkıntılar çektiğini anlatmıştı. Almancadan Türkçeye çevirdiği bir kitabı hediye etmişti. Xenophon-(Ksenofon, Anabasis (Onbinlerin ricatı) Hayrullah Örs’ün bu yakın ilgisi benim Almanca hevesimi depreştirmiş, Hayrullah Örs’ün uyardığı gibi, bu kitaplardan öncee bilmeceleri, özlü sözleri, ara ara da şiirleri okuyup çevirmiştim. Bir kez geldiğinde beni çağırıp yoklamıştı. Bir rastlantı olarak o sıra Johann Wolfgang von Goethe’nin Röslein şiirini ezber okumuştum. Hayrullah Örs o denli sevinmişti ki, o şiirin müziği olduğunu söylemiş, onu bulacağına da söz vermişti. Bu arada okulumuz yine göç olayı yaşamış Sayın Hayrullah Örs’le ilişkimiz kesilmişti. Sanırım bir yıl sonra Hayrullah Örs gene Kepitepe’ye uğradı. Gerçekten Goethe’nin Röslein şiirini Lied olarak besteleyen Franz Schubert’in notasını bana getirmişti. Böylece benim Almancayı sevmem değişik açılardan donanımlarla artmıştı. Yüksek Bölüm Güzel Sanatlara ayılınca piyanoda ilk çaldığım eserlerden biri Röslein olmuştu. Şiiri zaten ezberledikten sonra hiç unutmadım. Değişik zamanlarda başka başka olaylar arasında anlattığım Röslein olayını bir bakıma Sayın Hayrullah Örs’e borçluyum. Oldukça saygın bir yanı yanında, bireysel bir tutkuya da dönüşen Almanca hevesim ne yazık ki burada, giderek söndü. Bunu, doç. Niyazi Çıtak’a yüklemek aklımdan geçmemekle birlikte, geçmişteki hevesimin biraz da zorlanmaya yaslandığının bilinciyle doğrusu burada kendimin başıboş bırakıldığı kanısına saplandım. Ne yapılmalıydı? Öğretmen bildiğim kadarıyla bana karşı hoşgörülü davrandı, çalışmalarımda özgürlük tanıdı, özel çeviriler verdi. Belki de böylesinin beni heveslendireceğini düşündü. Öteki arkadaşlara göre ben gerçekte rahatım. Beni rahatsız eden olay Almanca öğrenme konusunda bir adım öteye gidemememdir. Dilerim bu yıl, biraz olsun kıpırdanacak bir dürtü ile karşılaşırım.

İkinci sınıftayken okuduğumuz Johann Wolfgang von Goethe’nin Heideröslein şiirini kolayca ezberlemiştim. Yıllardır rahatça tekrarlarken giderek takılmaya başladım.

 

Heideröslein
Sah ein knab ein Röslein stehn,
Röslein auf der Heiden.
War so jung morgenschön,
Lief er schnell; es nah zu sehn
Sah’s mit vielen Freunden.
 Röslein, Röslein, Röslein rot
 Röslein suf der Heiden
Knabe sprache: “İch breche dich,
Röslein au der! “Heiden
Röslein sprach: “ich stehe dich,
Dass du ewig denkst an mich,
Und ich will’s nicht leiden, ,
 Röslein, Röslein, Röslein rot,
 Röslein auf der Heiden…. .

Sonra sonra? Sonrası yok. Sil yeni baştan, Röslein , Röslein, Röslein rot.

Röslein auf der heiden! arkası gelmiyor. Güzel kır ya da yaban gülü soldu mu acaba? Gerçi benim simgem Röslein çoktan soldu ama şiirin solması anlamsız!

 

 

 Hayrullah Örs çevirisi Onbinlerin ric’atı, -ANABASİS’in kapağı

 

Doç. İbrahim Yasa, yeni giysiler içinde geldi, bizi öylesi görmeye çok alıştırdığı piposu ağzında yoktu. Oldukça neşeliydi. Askerlik işleriyle ilgisi kalmamış, ona sevindiğini söyledi. Güler yüzüne bakarak, biraz yakınlaşmalar oldu. Hasan Özden, Büyük Savaşın bittiğini anımsatarak:

-Askerlikle tüm dünyanın ilgisi kalmadı! dedi. Öğretmen duraksayarak:

-Öyle mi, kim demiş onu? diye sordu. Arkasından da:

-Bunlara inanmak isterim ama, birileri dünyadan milyonların eksildiğinden habersiz gibi konuşuyorlar. Ad söylemeye gerek yok, gazeteleri sizler de görüyorsunuzdur. Öğretmen, sanki bu tür konuşmalardan hoşlanmadığını ifade eder gibi bir tavır alarak birden:

- Neyse biz dersimize dönelim! dedi. Parmaklar kalktı. Öğretmene yakın oturan Hasan Özden söz aldı. Hasan Özden:

-Okuduğumuz toplumbilim ya da sosyoloji hakkında belirli bir sınır çizemedik. Liselerde okunan sosyoloji ile hemen hemen bir ilişkimiz yok. Köy Enstitüleri’nin hepsine değilse bile birilerine, buna şanslı olanların da diyebiliriz, fakülte bitiren öğretmenler de atanacak. Örneğin bizim, benim ilim Aydın’da açılan Köy Enstitüsü’nün müdürü bir fakülteyi bitirmiştir. Müdür olmasına karşın az da olsa ders alacaktır. Onun girdiği sınıflarla benim gireceğim sınıflardaki dersler arasında doğacak fark öğrencilere nasıl anlatılacaktır? Köy Enstitüleri Müfredat programı bir, ancak derslerin adları lise ya da öğretmen okullarında okunanlardan farklı, Eğitim Sosyolojisi, Eğitim Psikolojisi. Lise ya da Öğretmen Okullarında okunan kitapları Millî Eğitim Bakanlığı bastırıyor. Ben, Aydın Ortaklar Köy Enstitüsüne gittiğimi varsayarak düşünüyorum, benim de öğretmenim olan Hayri Çakaloz öğretmenimle nasıl anlaşacağım? Biz burada bir köy toplumbilimi hikâyesine sarıldık, köyü inceliyoruz. Oysa Enstitünün kurulduğu belde, köylükten kurulma savaşı veriyor. Sanırım birkaç yıl içinde Ortaklar, büyük bir belde, bir kasaba olacak, belediyesi kurulacak, pazarı açılacak.

Öğretmen:

-Bir dakika! deyip Hasan Özden’i durdurarak hepimize sordu:

-Bu şanslı olma konusunu hep duyuyorum. Gerçekten böyle bir durum var mı? Büyük bir grup hep parmak kaldırdı. Hiç niyetim yoktu, yanımdakiler kaldırınca ben de parmak kaldırdım. Kolumu tam kaldıramamıştım, öğretmen gülümseyerek işaret etti:

-Çok düşünerek karar verdin, senden başlayalım! dedi. Çok düşünmediğimi söyleyerek, Köy Enstitüleri üstüne kitap yazan ünlü bir gazeteci olan Ahmet Emin Yalman’ı tanık gösterdim:

-Ben, Kepirtepe Köy Enstitüsü’nde okudum. Orada kaldığım beş yıl içinde gerçekten müzik öğretmeni olanını görmedim. Oysa Ahmet Emin Yalman Arifiye Köy Enstitüsü öğrencilerinin opera aryaları söylediğini, dört sesli koroları olduğunu, piyano çalan değerli, deneyimli müzik öğretmenleri olduğunu yazdı. Bana göre Arifiye Köy Enstitüsü Kepirtepe’ye göre çok şanslı! Öteki köy Enstitülerinin de Kepirtepe’den farklı olmadığını sanıyorum. Birinci gezimizde, Kayseri/Pazarören’de müzik öğretmeni yoktu. Okul müdürü Şevket Gedikoğlu, “söz aldım, yakında gelecek!” demişti. Oysa bir yıl sonra buraya geldiğinde Pazarören’e gönüllü gelirsem, bana piyano alacağına söz vermişti. Demek Pazarören’e de müzik öğretmeni verilmemiş. Öğretmen:

-Canım, konuyu bir ders üstüne yıkmayalım, genel durum nasıl? Arkadaşları gösterip yerime oturdum. Hasan Özden sözünü sürdürdü:

-Köy Enstitüleri Müfredat Programının bu konudaki bölümlerini birlikte okuyalım. O konularda biz, bu dersi okutacak fakülte çıkışlılarla nasıl bağdaştıracağız, ben bunu merak ediyorum. Öğretmen:

-Hayhay, okuyalım, zaten okumadıksa hata etmişizdir. Gelecek derste bunu ele alabiliriz. Ancak sizler daha önce bir karıştırın, varsa bile, unuttuğunuz konuları anımsarsınız. Şükrü Koç hazırlıklıymış, kitabı göstererek:

-Müfredat programı, hemen sorabilirim; bakın burada başlık konmuş, eğitbilim, pedagoji, sosyoloji yanyana duruyor. Bilim ne demek, pedagojinin anlamı ne, sosyoloji ya da toplumbilimle eğitbilim bir tutulabilir mi? Öğretmen oldukça neşelenmiş bir görünüm içinde:

-Ben de sizden bu canlılığı bekliyordum, siz de araştırırsanız benim işim kolaylaşır, benim sıkıntım zaten buydu; umarım zevkli bir ders yılı geçireceğiz! deyip ayrıldı. Pedagoji, sosyoloji söyleri tartışıldı. goji ile loji sözlerinin ayrılığını farketmemiş arkadaşlar çıktı. Yakınımda oturan Fatma Ersan:

-Ay, vallahi ben şimdiye dek bu konuda bir ayırım yapmamıştım, goji sahiden ne anlama geliyor? Loji ile goji aynı anlama geliyor! diyenler oldu. Daha önce ben daha Kepirtepe’deyken bu konu üstünde durmuştum. Tam olarak öğrenemedim ama dr. Halil Fikret Kanad’ın Pedagoji kitabında pedagoji anlamının bilgi değil, bir gözetim, yetiştirme anlamıyla çocuğun hareketlerini izleme, olumlu yönlere yöneltme anlamı taşıdığını okumuştum. Loji ise düpedüz bir Latince söz, anlamı bilim ya da eskiden dendiği gibi ilimdi. Felsefeden ayrılarak, kendi kurallarına bağlı, bilimlerin adlarına takılan bilimsellik taşıyan ek. Jeo-loji, Psiko-loji, Sosyo-loji, Biyo-loji, Fizyo-loji, Teo-loji, Kozmo-loji v. b… Bunların hepsinin özel, değişmez, matematik ölçümlere dayanan kuralları vardır. Laboratuvarlarda ya da bilgi ölçekleriyle kendilerine özgü deneyler yapılır, olumlu sonuçlar alınır. Pedagojide böyle bir deney söz konusu değildir. Çocuklar, insan türünün özelliklerini taşımakla birlikte onları, tıpatıp sayısal bir uygunluğa sokmak olası değildir. Ancak benzeşik sonuçlar alınır. Bunun için de matematik ölçümleri olmayan yöntemlerle, gözetim altında geliştirmek olasıdır. İşte bu gözetimi, Eski Yunanda köleler yaptığından onlara pedagog yani çocuk bakıcı, (Peda çocuk demek) ya da çocuk yetiştirici denmiş. Sonraki dönemlerde bu söz, usta, işinin ehli, çocuğu iyi yetiştiren anlamında Pedagog, yaptığı işe de pedagoji denmiş. Yaptıkları, giderek bilimselleşmiş ise de kendine özgü bir kuramı olmadığından, oloji grubuna girememiştir. Tıpkı, tarih, edebiyat ya da güzel sanatların öteki grupları gibi bilimsel bir yanları olmakla birlikte pozitif bilim sayılmamaktadırlar. Bu açık, net tanıma göre Köy Enstitüleri Müfredat Programında bilimsel söylem yanlışları olduğu görülmektedir. Örneğin Eğitimbilimi, bilinen, dünyaca benimsenmiş bilimlerden faklı bir bilim olarak önümüze konmaktadır. Bu, bir bakıma goji özünü loji yapmak anlamına gelmektedir. Olay salt bununla kalmamakta, ayrıntılara inilerek durum daha da karışıklaştırılmaktadır. Sözgelimi, İş Eğitbilim sözü, uygar ülkelerin benimsediği pedagoji ya da oloji sözleri yanında nasıl bir anlam taşıyacaktır? Batı uygarlığına ayak uydurmaya kalkıştığımıza göre, bilimsel çalışmalarda onların buluşlarına ters düşersek sonuçta uyuşmamız zorlaşmaz mı? Batı uygarlığı bir yana kendi ülkemizdeki, söz gelimi liselerden yetişmiş, okumuş insanlarımızla ters düşmez miyiz? Eğitim, kendine özgü bir insan yetiştirme etkinliğidir. Bunun pozitif bir bilim sanılması söz konusu olamaz! diyen birine nasıl karşı dururuz? Çin ya da Japonya’da çocukların çok değişik koşullarda yetiştiğini duyuyoruz. Amerikan filmlerinde gördüğümüze göre oradaki insanlar bizden farklı. Pedagog Jon Devey’le Alman pedagog Kerschensteiner’in çocuk eğitimi konusundaki görüşlerinde farklılıklar var. Bu farklılıkları benimsiyoruz ama, biri kalkıp:

-Amerika’daki laboratuvarlarda su, oksijen hidrojen karışımı (H2O), Almanya’daki laboratuvarlarda bu H3O ya da başka bir formül yazabilirler mi? İlkokullar Müfredat programımızda Kerschensteiner’in kuramları aynen uygulanmaktadır. Bu gerçek görmezden gelinip Köy Enstitüleri Müfredat programını başına buyruk yaparsak öğrenimde birlik sağlanır mı? Bunları, ilk yıl, Toplumbilim derslerinde kurcalamaya çalışmıştık. Neden o zaman öğretmen bunları anlamazdan gelip, bizi kendi yönüne çekmişti? Gene, değişmiş değil, kendi ilgisi olan köy yaşamını inceleme sevdasında, ancak gizlenecek bir yanı yok, ortada bir ayrılık var; bu ayrılık giderek büyüyor. Basındaki eleştirmeler, sağır sultanları bile uyandırdı. Üç yıldır burada öğretmenlik yapan bir insan Köy Enstitüleri müfredat programını incelemedim! nasıl der? Kızılca Hamam- Çeltikçi köyünü inceledik, damdaki kiremitler mi değişti? Damlarda kiremit var mı ki değişsin? Bunları düşünerek, Salona dönerken Sıtkı Şanoğlu Öğretmenle karşılaştım. Hatırımı sordu, “Yakında gene beraber olacağımızı umuyorum” dedi. Cumhuriyet Bayramı şenliklerine bu yıl katılacakları söylendiğinden Millî Oyunlara bir süre ara verilmişti. Okul Müdürü sık sık sabahları uğradığında:

-Ne zaman bitecek bu İsveç Oyunları? diyormuş. Besbelli bu duruma kızmış. Gerçi:

-Kızmıyorum, gülüyorum, bayramlarda, ulu orta günlerde, evrensel bir spor olarak yapılan gösterilere İsveç Jimnastiği diyenlere kızmıyor, acıyorum. Bizim yaptıklarımızın İsveç Jimnastiği ile doğrudan bir ilgisi yok. İsveç Jimnastiği gerçekte işi baleye yaklaştıran estetik yanı ağır basan hareketlerdir. Oysa bizim yaptıklarımız Prusya ordusunda başlayarak tüm dünya ordularınca benimsenen sert hareketlerdir. Bunları, orduya katılan çobanlara bile yapmaktadır. Bunlar nerede estetik nerede. Biz estetikten çok birlik ve beraberliği sağlamaya çalışıyoruz. Elin ağzı torba değil kapatasın! İsveç Jimnastiği deyip, “Dediğim dedik!” usulü inatlarını sürdürüyorlar.

Sıtkı Şanoğlu Öğretmenin:

-Bayramdan sonra inşallah beraber olacağız! sözüne takıldım. Neden ben? Yeni öğretmenleri Hüseyin Çakar neden değil?

Yemekte konu konserler oldu. Konser denince yüreğim cız ediyor. Orkestrada 80 kadar insan var, tezimin konusu çoğunlukla onlar. Onlarla görüşmem gerekli. Kemal İlerici, Şükrü Arseven, İhsan Atakurt, Tahir Akmeriç, Halil Onayman dışında kimseyle konuşmadım. Onlarla da ayaküstü denecek kısalıkta konuştum. Bir daha kapılarını çalıp nasıl konuşacağım, neler soracağım? Çaldıkları çalgıların özelliğini, çalgıya nasıl başladığını, niçin bu çalgıyı seçtiğini soracağım. Kırk tane kemancı benzer cevaplar verecektir. Onları hep yazacak mıyım?

Arkadaşlar, öteden beri adını duyduğumuz (Radyo Çocuk Saatlerinden) Erdoğan Çaplı’dan söz ettiler. Erdoğan Çaplı, piyanist olarak tanınmakla birlikte keman da çalıyormuş. Çalıyormuş! sözüne takıldım, oysa konserini dinledik, Bach keman konçertosunu çalmıştı.

Yemekten sonra küçük odada uzun süre Czerny etütleri çalıştım. Sağ elimin yüzük parmağı oldukça yumuşadı.

Çalışırken Yıldız geldi, çok çalıştığımı söyledi, kendisi çalışamıyormuş. Nedenini sordum:

-Çalışmak, içinden mi gelmiyor? Yıldız, “Hayır, hayır!” diye tepki gösterdi. Çalışmak için yer beğenmiyormuş. Daha doğrusu böylesi tenha bir yer bulamıyormuş. Piyanodan etkilenmezse burada çalışacağını söyledim. Söyledim ama o saat pişman oldum; arkadaşlar bunu nasıl karşılar? Yıldız, gecikmeden kemanını alıp geldi. Çalışmamı sürdürürken dikkat ettim, çalışmama göre oldukça cılız kalan keman sesi beni hiç etkilemedi. Yıldız’a sordum, o da piyanonun değişik sesinden etkilenmediğini, kısacası buna razı olduğunu söyledi. Bundan böyle birlikte çalışmaya karar verdik.

Akşam yemeğinden sonra büyük salona gittim, kalabalıkça bir grup, Toplumbilim dersindeki konuyu tartışıyordu. Söylenenlere pek karışmadım ama iki yıl sonra da olsa Köy Enstitüleri Müfredat Programının ortaya getirilişine sevindim. Salt Sosyoloji, pedagoji değil, öteki derslerde de uyumsuzluk var. Muzaffer Kayhan’ın elinden kitabı alıp okudum.

Birinci dereceden iki ve üç bilinmeyenli denklemler, tatbikat ve problemler,

Yüzeyde dik eksenler, koordinatlar, birinci derece fonksiyonları ve grafiği, Birinci derece denklemlerinin grafikle çözümü. Eşitsizlikleri… Cebir ifadeleri, fonksiyonlar fikri işlenir deniyor. 4. sınıfta bunların işlenmesi için 3. sınıfta bir hazırlık yapılıyor mu? Matematik dersi okuyan arkadaşlarımız bunları incelesin! Arkadaşlar söylediklerime şaştılar:

-Biz bunları konuşamıyoruz, Müzikçiye bak, müzikçiye diye takıldılar. Ben de:

-Müzikçi olmadan önce matematikçi olmayı düşlüyordum. Öğretmensiz kalınca, yeni bir öğretmenin gelmesinden de umudu kesince yolumu değiştirdim. Çünkü ayrılan öğretmenin yerine Müsellim köyünün 7 yıllık ilkokul öğretmeni matematik okutmak üzere atanmıştı. Adam insaflıymış bizim sınıfa bir serbest çalışmaya geldiğinde beklentilerimizi anlayınca derslerini küçük sınıflara kaydırdı. Çünkü sınıfımızda salt ben değil, Sami Akıncı vardı, Sami ile ikimiz çoktan 2. derece bilinmeyenlerle cebelleşiyorduk. Hiç unutmadığım bir anım var, söz konusu öğretmen bizim matematik bilgimizi ölçmek için sorular sormuştu. Bana sorduğu ise 1200’ün 1/8 in 4/6 sı idi. Elinde tebeşir sayıları tahtaya yazmıştı. 1200’ü, 1/8, i, 4/6 yı yazınca ben yüksek sesle, altı, sekiz kırksekiz, arkasından sonucun 100 olduğunu söylemiştim. Öğretmen duraladı, bu kez de başka yoldan yapmamı istedi. Ben:

-Matematikte kısa yol makbûl değil mi? diye sorunca, “Ukalâ” sıfatıyla karşılaşmıştım. O öğretmen şimdi Kepirtepe Köy Enstitüsü’nde son sınıfların matematik derslerine giriyor. Öğrencilerinden bölümlerinizde arkadaşlar var, onları dinleyebilirsiniz. Tevfik Uğurlu, İbrahim Öznal, Doğan Güney 2. sınıftalar, Celil Altın’la Recep Türköz de bu yıl geldi. Kızı neden saymadığım sorulunca konuşma sululaştı! diyerek kalkanlar oldu. Söyleyeceklerimi söylemiştim, yatakhaneye çıktım. Uyuyanlar var uyarısı yapıldı. Zaten yatakhanede, özellikle akşamları, zorunda kalmazsam oldum olası konuşmam. Yatar yatmaz da uyudum.

 

25 Ekim 1945 Perşembe

 

Hamdi Keskin Öğretmenin geldiği söylenmişti. Akşamdan onu anımsayıp, geçmiş konuların belleğimde kalanlarını neden aklımdan geçirmediğime kızdım. Müfredat Programı falanla uğraşacağıma kendi bilgi dağarcığımı kurcalamanın yararını bile bile kaytarmama kızdım. Ahmet Kun Öğretmen Kepirtepe’de md. Yardımcısı, belki de yakında Müdür olacaktır. Ben onun matematik bilgisini eleştirmekle sonucu değiştiremeyeceğime göre, neden bu tür sapma gafletinde bulunduğumu kendi kendime sordum. Gene de kendimi biraz olsun toplayarak, geçmiş dersleri, özellikle öğretmenin önemsediği kişileri (özellikle şairleri) sıraladım. Kahvaltıdaki durgunluğum bundandı. Arkadaşlar takıldı:

-Gene bir plân kuruyorsun! Dosdoğru söyledim:

-Plân kurmuyorum, ilk derste Hamdi Keskin Öğretmen sorular sorabilir. Sorarsa, bunlar neler olabilir, olası soruları kafamda geliştirmeye çalışıyorum. Halil Yıldırım:

-Arkadaş, senin kafan dinç, bizimkiler yıpranmış durumda öyle ayrıntılara girişemiyoruz. Ekrem Bilgin uyardı:

-Kendi adına konuş, ne biliyorsun, belki öyle olmadığını düşünenler vardır! Olay hemen cıvıdı:

-Kim öyle düşünebilir? Arkasından gülmeler başladı:

-Bana bakma, ben yokum! Bu o denli tekrarlandı ki, bu arada susanlar olmuş. Ekrem Bilgin uyardı:

-Kadir Pekgöz, sustuğuna göre o, bizden farklı demektir. Hemşerim Kadir neye uğradığını anlayamadı:

-Ne, ne diyorsunuz, beni neden katıyorsunuz? Gülüşerek masadan kalktık.

Hamdi Keskin Öğretmen, gözlerimizin pek alışık olmadığı açık renkte giysiler içinde geldi. Giysi renklerine yakın saçlarının neredeyse ağardığı dikkatimi çekti. Salt saçına bakınca pek değişiklik göremiyorum, genel durumuna bakınca saçlar giysilere uygun görünüyor. Ağır ağır konuşmaya başladı:

-Son yılımız, iyi fena, öğrendiklerimizi tekrarlayıp, kendimize göre bir düzene koyacağız. Biz ne kadar hesaplı kitaplı olsak da hayat hükmünü sürdürüyor. Gelecekte nasıl bir uygulama alanında yaşamımızı sürdüreceğimizi bugünden kestiremeyiz. Bakarsınız hiç ummadığınız bir alanda size iş verilmiştir, kaçamazsınız, çaresiz o işi yürüteceksiniz. İşte bu iş bakarsınız Edebiyat dersi okutmak olabilir. Bu nedenle, az da olsa bu olasılık için işin öğreticilik yanına yatkın çalışma yapmak gereği ile karşı karşıya kaldığımızı düşünebiliriz. Yapacağımız, yeni bir çalışma değil, eski konuştuklarımızı bir daha konuşarak, belleklerimizden canlandırmak olacaktır. Birçok ünlü edebiyatçıdan söz ettik. Bunların seceresini bilmek zorunda değiliz ama, bu gök kubbenin altından oldukça ses vererek geçtiğini bilmek zorundayız. Biliyorsunuz okullarda öğrencilere bilgiler de bu amaçla verilir. Sınıfta kaç kişiyiz? İkişer ikişer gruplaşıp bir yazar seçeceğiz. O yazarları yaşadıkları tarihlere göre sıralayıp, grup grup anıp, eserlerin den örnekler okuyacağız. Şimdiye dek okuduklarımız hemen hemen hepsi şair katagorisinden. Bunlara, Tanzimat Döneminde başlayan Nesir alanından da önemli adları katarak, Türk Edebiyat alanında bir gezinti yapacağız. Bu gezintide ayrıntılara inemeyiz ama birlikte çizeceğimiz yol, gelecekte sizlere doğru yolun bulunmasında yardımcı olacaktır.

Öğretmen bundan sonra, geçmiş yıllarda üstünde durduğumuz şairleri sıraladı. Gerçekte, Asya döneminden, Ahmet Yesevi, Kaşgarlı Mahmut, x-y den de söz etmişti ama onları bu kez anmadı Anadolu Selçukluları ile Osmanlı dönemlerinden. 1. Dehhani, 2. Şeyhi diye başlayarak 3. Ahmet Paşa, 4. Necati, 5. Fuzuli, 6. Baki, 7. Nef’i, 8. Nabi, 9. Nedim’de kesip:

-Arkasını uzatacağız! dedikten sonra:

-60 arkadaş, 30 çift olsun. Öyleyse önümüze 30 edebiyatçı çıkacaktır. Aramızdan iki arkadaş seçelim, bu arkadaşlar, yarım bıraktığımız sırayı 30’a çıkaracak şekilde bir dizi oluştursun. O diziyi, derslerimizde sürdürelim. Önümüzde uzun bir zaman var ama, hesaplamadım sanırım 30 saat dersimiz olmayacaktır. Gerekirse biraz sıkıştırarak sıraladıklarımızı konuşabiliriz. Mehmet Toydemir sıralamış:

-Zamanımız yetiyor, artıyor bile! deyince öğretmen gülümsedi:

-Öyle mi, sevindim, o artan zamanlarda da ben konuşurum! dedi. Parmak kaldıranlar oldu. Öğretmen baktı, az önce konuşan Mehmet Toydemir’e:

-Bir arkadaşını sen seç, derslerimizin sayısını kesin olarak saptayın, yasal tatilleri biliyorsunuz. Hepimize dönerek:

-Siz de kendi bilgilerimize göre bıraktığımız yerden bir dizi oluşturun, bu diziye kimleri alalım? Cumhuriyet dönemine dek sıralamak kolay, neredeyse değişmeyen hazır bir sıra var. Ancak Cumhuriyet sonrası artışı, seçim zorunluğu getiriyor. Öğretmen bundan sonra yapacağımız çalışmalarda kişilerin kendi bireysel durumlarından çok halkın üstündeki etkilerini düşünmemizi önerdi. Namık Kemal’i de örnek verdi:

-Halkın büyük bir çoğunluğu Namık Kemal’in eserlerini okumamıştır ama, onu tanır, hayrandır. İşin ilginci onun yıllarca hapislerde yattığını, sürgünlerde yaşadığını bilir.

Öğretmen ayrılınca, Almanca dersimizin olmadığını bile bile Kitaplığa gittik. Arkadaşlar kendi aralarında geçmişten, gelecekten söz ederken, listemi tamamladım:

-Kim seçerse seçsin bunun dışında kimseyi sıraya sokamaz! deyip kendi kendime böbürlendim. Öğretmenin sırasına ekledim. 10. Şeyh Galip, 11. Şinasi, 12. Ziya Paşa, 13. Namık Kemal, 14. Abdülhak Hamit, 15. Ahmet Mithat Efendi, 16. Recaizade Ekrem, 17. Tevfik Fikret, 18. Cenap Şahabettin, 19. Mehmet Akif, 20. Ziya Gökalp, 21. Mehmet Emin, 22. Rıza Tevfik, 23. Halit Ziya, 24. Ömer Seyfettin, 25. Faruk Nafiz, 26. Orhan Seyfi, 27. Yusuf Ziya, 28. Halit Fahri, 29. Enver Behiç, 30. Hüseyin Rahmi. Cumhuriyet döneminde ünlü olmuş yazarlar. 1. Reşat Nuri Güntekin, 2. Halide Edip Adıvar, 3. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 4. Sadri Ertem, 5. Refik Halit Karay, Yedi Meşaleciler, 6. Yaşar Nabi Nayır, 7. Sabri Esat Siyavuşgil, 8. Vasfi Mahir Kocatürk, 9. Ziya Osman Saba, 10. Kenan Hulusi 11. Cevdet Kudret Solak, 12. Muammer Lütfü. Bunlara en yenileri de katabiliriz. Arada ünlü başka yazarlar da var, kitabını okuduğum 13. Peyami Safa (Hariciye Koğuşu), 14. Esat Mahmut Karakurt, (Allahaısmarladık, Dağları Bekleyen Kız) 15. Sabahattin Ali, (Kuyucaklı Yusuf) 16. Cahit Sıtkı Tarancı, 17. Ahmet Muhip Dıranas. 18. Orhan Veli, 19. Oktay Rıfat. 20. Melih Cevdet. Hadi bir de benim seçtiğim olsun, 21. Şinasi Özden! Ay, asıl yazacak birini unutuyordum, 23. Behçet Kemal Çağlar! Sıra dışı bıraktım ama, 24. Falih Rıfkı Atay, (Zeytin Dağı, Roman) 25. Osman Cemal Kaygılı (Çingeneler) 26. Mehmet Turhan Tan, (Devrilen Kazan) 27. Aka Gündüz, (Bu Toprağın Kızları, Dikmen Yıldızı) 28. Refik Ahmet Sevengil (Çıplaklar). Ben tamamlayamadım ama arkadaşlar kesinlikle daha birkaç yazar ekleyecektir. Keşke her arkadaş bir yazar anlatsaydı! deyip defteri kapattım. Bu kez de Halk Ozanları aklıma takıldı, Emrah, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal, Aşık Ömer, Gevheri, Köroğlu, Dertli, Dadaloğlu eklenemez mi? Dedim ama belleğimi yokladım; Karacaoğlan, Gevheri, Dertli dışında bütün bir şiir çıkaramadım, birkaç mısra anımsıyorum, gerisi gelmiyor. Örneğin:

-Belimizdeki bıçak kırmani,

……………………………

…………… fermanı,

Ferman Padişah’ın dağlar bizimdir. Olmadı…

Ben bir Köroğlu’yum dağda gezerim. Sonrasını getiremedim. Kendi kendime acımsı acımsı gülerken uyumuşum.

 

26 Ekim 1945 Cuma

 

Uyumadan önceki takıntım uyanınca canlandı, Karacaoğlan’ın ezber bildiğim şiirini, Aydın Gün Öğretmen tekrar tekrar türkü olarak söylediğinden aklımda kalmıştır. Gevheri ile Dertli’nin koşmalarını ise hemen hemen her gün okuyorum.

Gevherî:
 , , , , , , ,
 Belendim toprağüa, yasladım taşı
 Akıyor gözümün kan ile yaşı
 Seni can-ı dilde sevmeyen kişi
 Geçip de karşına boyun eğer mi
 ………………………………………………
Dertli:
 ……. .
 Venedikten gelir teli
 Ardıç ağacından kolu
 Be Allah’ın sersem kulu
 Şeytan bunun neresinde

 ……………………………

Kahvaltıya şiir sayıklayarak gittim. Bunu anlamış gibi adaşım İbrahim Kavasoğlu sordu:

-Ne o, bir şeyler düşünür gibisin? Olayı saptırmak için onu ilgilendiren bir konuyu açtım:

-İbrahim Şen! demek daha rahattı, neden işi uzattın, Kavasoğlu ne demek? Soyunda kavaslık yapan var mı? Yakın arkadaşı Halil Yıldırım karşılık verdi:

-Soyadı almak için öyle bir koşul var mı? Ben de direndim:

-Adı üstünde, soy adı, insanın soyunu anlatması gerekir. Halil Yıldırım gibi Kâmil Yıldırım da güldü. Onların soy adları Yıldırım. Açıkladım:

-Soy adı, daha çok, kalıcı bir nitelik taşır, gelip geçici işlerin soyadı olması söz konusu olmamalı. Benim soyadım, babamın özlemini duyduğu eski memleketinin anısını taşımaktadır. Yıldırım da çevikliği, hızlılığı, güçlülülüğü ifade etmektedir. Oysa kavas, bir bakıma bekçilik, polis ya da zaptiyelik anlamı taşır. İnsanlar bir süre bu meslekleri yapsa da gelecekteki aile bireyleri bu adı taşımak zorunda bırakılmamalıdır. Gelecekte belki bu aileden biri büyük bir makam sahibi olacak kapısında kavaslar bekleyecektir. Arkadaş dikkatli dikkatli dinledikten sonra:

-Vallahi arkadaşım, aile büyüklerim bunları düşünmemiş olacaklar, soyadı yasasından önce bizim aile böyle anılıyormuş. Onlar da “Şen!” adını benimsememişler, insanlar her zaman şen olamıyor! deyip değiştirmişler, çaresiz, ben de onlara uydum.

Ekrem Bilgin’in soyadına takılanlar oldu:

-Bilgin! İddialı bir soy adı. Ekrem, hiç umursamadı, hemen hemşerim Kadir’e dönerek:

-Senin soyadın ne anlam taşıyor? diye sordu. Tartışmayı önlemek için ben açıkladım:

-Kadir’in ağabeyi benim arkadaşımdı, Hüseyin sık sık açıklardı, soyadı, gözü tok, başkasının malında mülkünde gözü olmayan, azla yetinen! anlamına gelirmiş. Abdullah söze karıştı:

-Benim soyadım Erçetin, babam almış, ben uzun boylu olarak üstünde hiç durmadım! deyince Ekrem sordu:

-Uzun boylu durmadınsa nasıl durdun? Gülenler oldu. Tartışma başlamadan uyarmalar oldu:

-Malik Aksel Öğretmen gelmiştir!

Gerçekten salona döndüğümüzde Malik Öğretmenle karşılaştık. Hiç ara verilmemiş gibi yerine oturdu, çantasını açarak ruleleri sıraladıktan sonra:

-Gezilerinize katılamadım, üzgünüm. Gördüğünüzü bildiğim yerleri hep gördüm ama gene de görsem sevinirim. Hattâ, konuşmak bile beni sevindirir. Birlikte konuştuklarımızın hepsini gezebildiniz mi? dedi. Gözlerini üstümüzde gezdirince, ben alınganlık etmiş olacağım:

-Gezimiz, Mekece’den başladı, dedim. Malik Öğretmen:

-Oradan İznik’e geçtiniz, bir arkadaşınız İznik’te neler gördüğünü anlatsın! deyince sustum. Nihat Şengül, İznik’in genel durumunu anlattı, halkın bizi iyi karşıladığını söyledi. Malik Öğretmen, sözü alarak İznik hakkında genel bilgi verdi:

-İznik, şimdi küçük bir kasaba, oysa büyük, zengin bir geçmişi var. Küçüklüğüne göre değme büyük kentten daha zengin sanat eserini bağrında barındırmaktadır. Osmanlılar orasını almadan önce Hıristiyanlığın önemli bir din merkeziymiş. Hıristiyanlar orada toplanıp mezhep tartışmaları yapmış. Ayrıca, uzunca bir zaman Bizans İmparatorluğu merkezliği yapmış, Osmanlılar alınca İznik’i hoş tutmuşlar, Bursa’yı alınca İznik gözden düşmüşse de Bursa için bir model seçilerek, neredeyse Bursa, İznik’in gelişmiş bir Osmanlı modeli olmuştur.

Malik Öğretmen bundan sonra hepimize, ayrı ayrı gördüklerimizi sordu. Ben, Eşrefoğlu Camisi ile İbrahim Bey’i anlattım. Öğretmen hemen hemen hepimizin ağzından sözü alarak söz konusu eserleri tekrarladı. Bursa’ya geçince de benzer yöntem uygulandı. Malik Öğretmenin İbrahim Bey’den söz edişime ilgisizliği dikkatimi çekti. Bursa için de benzer konuşmalar geçti. Yeşil Türbede bulunan mezarlardan Taya Hatun’u sordum. Taya insan adı mıdır? Malik Öğretmen güldü:

-Yanında Hatun yazdığına göre, demek ki oluyormuş. Eski adların biraz farklı olduklarını anlattı, bir de yorum yaptı:

-Osmanlı ailesi geniş bir aile idi, özellikle dışardan gelin almalar çok oluyordu, bunların çoğunun adı değiştirilmekle birlikte birilerinin olduğu gibi kaldığını anlattı. Fatih Sultan Mehmet’in ilk eşinin adı Sittin Hatundur. Sittin, hem bir sayıdır (60) hem de “benim, bana ait” anlamına gelir. Taya’nın da bir başka dilde anlamı olabilir.

Öğretmen, Bursa üzerinde kısa durduktan sonra bize dönerek:

-İstanbul’a geçmeden önce konuştuklarımız üstüne soracağınız var mı? diye sorunca ben de okumak için hazırladığım yazıyı sordum:

-Sizin çok önce yazdığınız bir yazı buldum, izin verirseniz arkadaşlara okumak istiyorum! dedim. Malik Öğretmen, sanki daha önce konuşmuşuz gibi, gülümseyerek:

-Hadi, oku bakalım! dedi. Yazıyı okudum.

 

 TÜRK RESİM SANATI

Malik Vicdanî –Gazi Terbiye Enstitüsü Sanat Tarihi Muallimi

Türklerin resim san’atını iki kısma ayırmak lâzımdır. Birincisi: mazisi pek derin ve Şarka tamamen bağlı olan Türk ressamlığı. İkincisi: Avrupa tesiri altındaki ressamlık.

İkinci devir, ilk defa Bellini’nin İstanbul’a gelişi ile başlar.

Türkiye’de Avrupa sanatının ilk mümessilleri Hüsnü Yusuf, Zekâi Paşa, İbrahim Paşa, Seyit Bey, Sait Bey, Yusuf Ziya Paşa, Nuri Paşa v. s.

Bu sanatçıların bir kısmı Avrupa’da tahsil etmiş ve her biri muhtelif memleketlerin ve muhtelif ressamların etkisi altında kalmıştır. Neticede bize getirdikleri şey yeni bir Türk sanatından çok beynelmilel (uluslararası) bir Avrupa sanatı olmuştur.

San’atkâr ne kadar kuvvetli olursa olsun başka bir muhite gözünü çevirdiği zaman eserlerinde muhakkak bir yabancılık ve ca’liyet (yapaylık) görünür. Van Gogh’un dediği gibi Delacroix Şarka ait resimlerinde hiçbir zaman samimi olamamış ve hiçbir zaman hakikî Şark’ı gösterememiştir.

San’at tarihi tetkik edilecek olursa en kudretli san’atkârların en ziyade muhiti iyi görmüş ve tetkik etmiş şahsiyetler olduğu anlaşılır. Elverir ki, eserin san’at bakımından kıymeti olsun. Böyle bir eser hangi muhitin malı olursa olsun, başka bir yerde, başka bir muhitte ve beynelmilel san’at sahasında da kendini gösterir.

Birçoklarının zannettikleri gibi Garp sanatına ve san’atkârlarına ne kadar benzersek eserlerimizin o derece anlaşılacağı düşüncesi yanlıştır. Buna Japon ressamlığı da iyi bir örnek gösterilebilir. Japon san’atının modern eserlerinde bile tamamiyle Japonluk hisleri ve karakterleri mevcuttur. Bu yüzdendir ki beynelmilel Japon resmi ve san’atı çok mühim bir mevki kazanmıştır.

San’atın her kısmında hattâ Avrupa’ya gönderilen eşyada bile Japon zevki hâkim mevkidedir. Paris’te modern Japon san’atkârları Pujitra’nın Avrupa kadınlarına ait yapmış olduğu resimlerde Japonluk karakteri ve orijinalitesi barizdir.

Son otuz sene zarfında Avrupa san’atkârlari Japonlardan san’at tekniği hususunda çok istifade etmişlerdir. Berlin’de açılan Japon resim sergisinde Sunkio, Takeui, İto Sinsuı’nin eserlerinden bütün Alman dergileri takdirle bahsetmiştir.

Netice itibariyle eser, imza, arma, bayrak gibi işaretler koymadan, millî mahiyetti gösterdiği takdirde o eser millî ve mahallî (öz) bir eserdir. İkinci örnek olarak Rus sanatı gösterilebilir. Avrupa sanat çevreleri, birkaç seneden beri mütemadiyen bu resimle ilgilenmektedir. Rus ressamları Avrupa ve Amerika’nın çeşitli büyük şehirlerinde sergiler açıyor. Her tarafta bu taze ve realist sanata karşı büyük bir ilgi uyanıyor. Salon sanatı yerine burada üçlü bir halkçılık ve sanayicilik motifleri hakim oluyor. Sanatçılar daimi surette memleket ve muhit ile el ele gidiyor. Gerek Japon ve gerek Rus sanatı, dünya sanat âlemi arasın da belli başlı bir kutup ve birer kül (Bütünlük) teşkil ediyorlar. Bu sanat Avrupa’nın en güzide (Gözde) müzelerine şaheserler verdiği gibi her memlekette alâka ve takdirle karşılanıyor.

Son zamanlarda uluslararası şöhretlere yeni Rus ressamları eklenmiştir. Grigorgiev, Yakuvlov, Suhayev, Sorin gibi….

Tarihte, her inkılâptan sonra o inkılâbı yaşatan ve canlandıran bir sanat meydana gelmiştir. Fransa büyük ihtilali, tarihten ziyade resimlerle yaşıyor. Keza Rus Devrimi de yeni Rus sanatının en büyük ilham kaynağıdır. Bu cereyanlardan ayrı kalmamız, orijinal bir sanatımız olmadığını göstermektedir. Gözünüzü hariçten ziyade memlekete çevirmeliyiz ki sanatımızda millî karakterimiz görünsün.

Türk resim sanatında bir Renaissance’in doğuşunu beklemek Cumhuriyet ve inkılabın en büyük haklarındandır.

 Malik Vicdani (Varlık Dergisi Sayı 2 -1933)

 

Yazı bitince, Malik Aksel öğretmen teşekkür ettikten sonra:

-İşte bizim düşüncemiz bu minval üzeredir. Bu görüşe bazıları karşı çıksa da, hakikat, sıva tutmaz!

dedikten sonra Sözü İstanbul’a çevirdi. İlk sorusu da Topkapı Sarayı oldu. Topkapı Sarayı’na nasıl gittiğimizi, neler umduğumuzu, umduklarımızla bulduklarımızı karşılaştırmamızı söyledi. Öğretmenin sorusunu tam anlayamadık sanırım, az durakladıktan sonra kendisi anlattı:

-O muhteşem Osmanlı İmparatorluğu’na yakışan bir saray gördünüz mü? Saray diyorum, dikkat edin, Dolmabahçe Sarayını, Beylerbeyi Sarayını gördüğünüzü düşünerek bunu soruyorum, kıyaslama yapabilirsiniz. Topkapı bir saray değil, birbirine eklenmiş binalar silsilesidir. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u alınca bir süre Bizans’ın görkemli Tekfur saraylarında oturmuş, saltanatının sonlarına doğru ise Topkapı’ya geçmiştir. Ondan sonraki padişahlar, bunu bir gelenek haline getirip orada ikâmet etmiştir. Fatih Sultan Mehmet ile 2. Sultan Mahmut arası padişahlar hep orada oturmuştur. 3. Selim’in kanlı olarak tahtan indirilişi, yine 2. Sultan Mahmut’un kanlı bir şekilde tahta geçişi, akabinde Yeniçeri Ocağı’nın yine kanlı bir olayla kaldırılması, padişah 2. Sultan Mahmut’u oradan soğutmuş, yerine geçen oğlu Abdülmecit, Topkapı külliyesi içinde Avrupa tarzında bir köşk yaptırmış, bilahare de Boğaz’a geçerek, Çırağan Sarayı’nı, yerine geçen Abdülaziz de Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırmıştır. Avrupai krallar, bu yenileşmeye daha önce başlamışlardır. Venedik Doc’larının saraylarını bir yana bırakırsak Fransa bu konuda önde gelmektedir. Önde gelen, sonradan müzeye çevrilen ünlü Louvre Sarayı, Avrupa kralları tarihinin en uzun saltanat süreni 14. Lüi’den önce temelleri atılmış, onun saltanatı süresince ekler eklenerek 1690 yıllarında son şeklini bulmuştur. 1789 İhtilâlinden sonra müzeye çevilen Saray, yalnız değildir, benzerleri yapıldığı gibi öteki ülkeler de kendi güçlerine göre krallarına güzel barınaklar yapmıştır. Bizde saray olarak ilk modern yapı Topkapı’da ek olarak yapılan Mecidiye Köşkü’dür.

Mecidiye Köşkü’nü anımsadım. Ancak aklıma takılan Çinili Köşkü söyleyiverdim. Malik Öğretmen:

-Evet, Fatih döneminde eklendiği söylenen bir Çinili köşk vardır. Ancak bu köşk, Topkapı Sarayı’nın çizgisinden kurtulacak bir orijinalitede değildir. Sadece duvarları çini kaplanmıştır. Öğretmen, az duralayarak gene:

-Duvarları çini kaplanmıştır! deyince ben.

-Çiniler Konya’dan götürülmüştür! dedim. Öğretmen:

-Evet, doğrudan Konya’dan demeyelim o zaman Konya pek anılmıyordu, vardı ama saltanat merkezi Karaman’dı. Zaten çiniler de Karaman Beyi’nin izniyle sökülüp İstanbul’a taşınmıştır. Karaman Beyi, Fatih’le iyi geçinmek istiyordu.

Öğretmen çıkardığı ruleleri açmadan tekrar çantasına yerleştirip ayrıldı.

Veysel Öğretmen sordu kıra çıkalım mı? Arkadaşların istediği de buydu. Hemen önerildi:

-Köye gidelim. Öğretmen olumlu buldu, koşul koydu:

-Tek model üstünde çalışacağız! Sevindik, çevreye baka baka köy çeşmesinin yanındaki ağaçlar altına geçtik. Ortak model olarak da çeşme seçildi. Ağaçlar tarafından Çeşmenin tamamı görünüyor. Çizmek çok kolay gibi geldi, önceleri sevindikse de hiç de öyle değilmiş, çeşmeyi çizdim ama çeşme üstünü bir türlü beceremedim. Veysel Öğretmen sıkıntımı anlamış olacak, çeşme duvarının üst çizgisine dar açılı çizgiler çizerek soldan sağa karalamamı önerdi. Şaşırdım, neredeyse çizdiklerim daha güzelleşti. Gittiğimiz gibi gene konuşa konuşa kendi salonumuz döndük.

Yemekte, konu bugünün dersleri oldu. Malik Aksel öğretmenin en az on iki yıldır Gazi Eğitim Enstitüsü’nde öğretmenlik yapmış olması önemsendi. Veysel Öğretmen daha önce kendi öğretmeni olduğunu söylemişti. Ben de buna Mustafa Güneri’yi ekledim. Öyleyse geçmiş son on yıllık tüm resim öğretmenleri, Malik Aksel’in öğrencisi.

Gülüşerek yemeğe gittik. Gözüm Nebahat’a takıldı, öğrencilerinin yanında ayakta duruyordu. Bir olay olmuş olacağını düşündüm; ne olabilir? Kalkınca baktım gitmişler, çevreye bakındım, Açıkhava Tiyatrosu yanında gene topluca duruyorlardı. Bu kez yanlarına gittim, o sınıf Etimesgut’a gidiyormuş. Çocuklar sevinçli, çekecekleri sıkıntıları bilmedikleri belli. Müdür Rauf İnan Nebahat’a söz vermiş, en kısa zamanda geri döneceklermiş. Karşılıklı sabır dileşerek ayrıldık.

Kemancıların ilk iki saat toplu çalışacaklarını bildiğimden Yönetim binasındaki piyanoya gidip bir süre çalıştım. Çalışırken kapıyı kapatıyordum. Birisi gelip kapıyı açtı, çekildi. Az sonra bir yanlışlık oldu, deyip kalktım kapattım. Az sonra kapı gene açıldı, bu kez açanların konuştuğunu duydum, karşı atölyeden dinlemek istiyorlarmış. Aklımda olan parçaları, usturuplu olarak sırayla çaldım. Bu kez iki arkadaş geldi, son çaldığım parçanın adını sordular. Parçanın bir adı yok, Bach’ın büyük bir eserinden alınmış bir parça, Wachet auf, ruft uns die Stimme, BWV numarası 140. fazla bilgim yok.

Melodisini sevdiğim için çalıyorum. Ezberlediğim için çalmak da kolayıma gidiyor. Ünlü bestecilerden birer parça çalmayı amaçladım. Mozart, Türk Marşı, Maman, Beethoven Für Elise, Menuet, Schubert, Serenat, Moment Müzikal, Bach, Wachet Auf, Mendelsshon Düğün Marşı, Boccherini, Menuet, Diabelli Rondo, Scuhumann, Rüya v. b. olarak sıralıyorum.

 

 

Gelenlerden biri, Kızılçullu çıkışlı Mahide Kiremitçi. Kiremitçi soyadı ilgimi çekiyordu, yakından görünce daha da yadırgadım. Kiremitçilik zorlu bir iş, Kiremetçi Hasan Amcamdan bu konuda öğrendiklerim var. Mahide’nin yapacağı bir iş değil. Çok denecek derecede ince yüzlü, tavırları da ablamın kızı Gülsüm gibi. Dokunsan ağlayacak duygusu uyandırıyor. Buna karşın çok açık, temiz, güzel bir yüzü, gri, berrak gözleri, canlı bakışları var. O da müziği çok sevdiğinden söz etti. Hangi müzikleri sevdiğini sordum, omuz silkerek

-Her türlü müziği! dedi. Bunu mu? deyip Maman’ın ilk bölümünü tınılattım. “Daha dün annemizin” mırıltısı oldu. Hemen, geçtim, yüz gerildi. Hangisini? diye tekrar sordum. Mahide ikinciyi anlayamadığını söyledi. “Aynı şarkının söylenmeyen tarafı, öncesini seven burasını da sevmek zorundadır, gülü seven dikenine katlanır!” dedim. Mahide karşı durdu:

-A, neyemiş o? diye sordu. Ben de:

-Daha dün annenizin kollarında okula giderken, şimdi, annelerinizden uzaklardasınız. Şarkılar da böyle. O öğrendiğiniz o zamanın şarkısı, onun devamı da bugünün müziği, bunu dinlemek, dahası buna katlanmak zorundasınız! Söze karışmayan arkadaşı Mahide’nin kolundan çekerek, azarlarca uyardı:

-Hadi Mahide, dersimizi aldık! dedi. Gülüşerek gittiler. Arkalarından Mozart Türk Marşını tüm gücümle seslendirdim. Ayrılınca, sanırım benden çok müzikten konuştular. Bir ara radyo falan sözlerini duydum. Aklımca, onlar adına yorumlar yaptım:

-Piyano çalamıyorsak, biz de radyonun çaldıklarını dinleriz! Devamla, radyo sunucusunun sesini duyarmışça:

- Üstat Zühtü Bardakoğlu, Kadri Çömlekoğlu, Cevdet Darbukacı v. b. den, şimdi Yalellinin daniskasını dinleyeceksiniz!

Duru gözlü Mahide Kiremitçi’yi def dümbelek dinleyenler arasında düşünürken ürpererek kendime sordum:

-Bu ne biçim şaka, belki o da senin gibi bir yolunu bulup uygarlığın müzik zevki düzeyine tırmanacak!

Akşam yemeğinde konser olasılıkları üstünde duruldu. Cumhuriyet Bayramı dolayısiyle kendi bestecilerimizin eserleri çalınır. Kimlerden çalınır? Kimlerin eserlerini biliyoruz ki? Gülüşmeler arasında adlar sıralandı. Ahmet Adnan Saygun, Ulvi Cemal Ergin, Hasan Ferit Alnar, Cemal Reşit Rey, Necil Kâzım Akses, Ferit Hilmi Atrek… Sayı altı olunca tartışma çıktı. Birileri Hasan Ferit Alnar’ı şef olarak ayırdı. Sonunda olayı Faik Öğretmen’e sormaya karar verildi. Hasan Ferit Alnar, besteci mi yoksa orkesta şefi mi? İkisi de olunamaz mı? Sonuç için Faik Öğretmen hakem olacak.

Yemekten sonra Kepirliler olarak Kitaplıkta toplandık. Başka gruplar da var. Onlar daha çok politik olayları tartışıyor. Bizim grubumuz, arkadaş mektupları üstünde toplanıyor. Hüsnü Yalçın, çok sevdiği Hasan Hepyılmaz’ı bulmuş, o da bir Köy Enstitüsü’nde öğretmenmiş. Emrullah ise Bulgaristan’daki ailesinden haber almış, çok sevinçli. Mustafa Saatçı Sami Akıncı’dan, Harun Yusuf Asıl, dan güzel haberler verdiler. Kepirli, Tevfik Uğurlu geldi. Tevfik’e takıldım:

-Biga ilçesinin en güzel köyüne atanmana karşın bırakıp neden geldin? Tevfik şaşırdı:

-Abi bu şimdi neden ortaya geldi? Köylülerin onu bana şikâyet ettiklerini söyledim. İnanmadı ama atandığı köyü bilmiş olmama şaştı. Olayı sonra açıkladım. Tevfik İlköğretim Dergisini okumadığından yazıdan habersiz. Aynı yazıyı Genel Müdürle konuşurken de andığım için, Tevfik bu kez haklı olarak sitem etti:

-Bana daha önce neden söylemedin? Tevfik sitem etmede haklıydı, sahiden ben bunu neden akıl edemedim? Yatarken de kendime bunu sordum.

 

27 Ekim 1945 Cumartesi

 

Uyanır uyanmaz aklıma takıldı, Türk Beşleri deyip duruyoruz; oysa onlardan sonra başkaları da yetişti, Nuri Sami Karay, başka başka? Faik Canselen aklımda ama ondan önce adı geçenler vardı; Fuat adlı biri; soyadını anımsayamadım. Kahvaltıda konuyu açarsam, bilenler çıkar!

Kahvaltıda benim açmama gerek kalmadı, Ekrem Bilgin, bilgiç bilgiç konuştu: Fuat Koray, Sabahattin Kalender, Ferit Hilmi Atrek! Başka başka? Birden aklıma geldi, Mithat Akaltan, hem piyano hem de komposizyon derslerine devam etmiş, besteleri varmış. Bir kez Faik Canselen öğretmenle karşılaştığında Faik Öğretmen sormuştu:

-Yeni bestelerin var mı?

Ben sözümü bitiremedim, nöbetçi öğrenci geldi:

-Bölüm Başkanınız seni çağırdı, Müdür Beyin odasında! Konuşmalar, şakalar kesildi; ilk olasılık, konsere gidilmeyecek! Lokmamı yutup gittim. Bölüm Başkanı’ndan önce Okulu Müdürü Rauf İnan:

-Denize düşen yılana sarılırmış! Doğru mu yanlış mı bilmem ama biz böyle düşünmüyoruz; arkadaşımız Hüseyin Çakar biraz keyifsiz, bu, geçer de uzar da! Biliyorsun yarın öğrencilerimiz ilk kez 29 Ekim Bayramı tören provalarına katılacak. Düşündük, öğretmenimizin yerini ancak sen doldurabilirsin. O nedenle bugün buradaki provalara, yarın da oradaki provalara katılmanı istiyoruz! Bölüm Başkanına dönerek:

-Eksiğim varsa ekle lütfen! dedi. Bölüm Başkanı neşeli bir sesle:

-İbrahim anladı, bugün kalacak! “Peki!” deyip ayrıldım. Arkadaşlar kalkmak üzereymiş, olayı anlattım, sevindiler.

Arkadaşları uğurlayınca salona döndüm. Provaların nerede, ne zaman yapılacağını tasarlarken, nöbetçi öğrenci gene geldi; bu kez de beni Sıtkı Şanoğlu öğretmenin çağırdığını duyurdu. Sıtkı Şanoğlu öğretmen kalışıma sevindiğini söyledi. Hüseyin Çakar, ayaktaymış ama, rahatsızlığının seyrinden emin değillermiş. Daha rahatladım. Prova saatini öğrenip Salona döndüm. Bir süredir açıp rahatça çalmadığım kuyrukluyu çekiçlemeye başladım. Bir süre sonra Hüseyin Çakar geldi, konsere neden gitmediğimi sordu. Birden şaşırdım, Hüseyin Çakar’ın benim niçin kaldığımdan haberi yok. Besbelli, ona duyurmadan böyle bir önlem almışlar. Buna ise çok sevindim. Hüseyin Çakar görevini yaparsa ben konuk olarak onlara katılacağım. Yönetici olarak böyle yapmalarını çok yerinde buldum.

Hüseyin Çakar’la bir süre konuştuk, vakit yaklaştığında da birlikte provaların olduğu yere gittik. Sıra milli oyunlara gelince Hüseyin Çakar akordiyonu aldı. İyice rahatlayınca içimden yarın da, bir sonraki gün de böyle olmasını diledim.

Öğle yemeğinde öğretmenlerle oturdum. Abdullah Ön, Enver Ötnü, Süleyman Alkan, İsmail Koralay yemektelerdi. Bense daha çok Ekrem Ula’nın olmasını isterdim. O olsaydı geçen yılki olayları anımsatıp konuşma olanağı bulmayı tasarlamıştım. Bir bakıma gerek kalmadı, Balcıoğlu Öğretmen benim adıma Nebahat Öğretmene sordu:

-Ne zaman gidiyorsunuz? Nebahat:

-Cumhuriyet Bayramı’ndan sonra deyince konu açıldı. Nebahat gene, Etimesgut yolcusuymuş. Ancak Nebahat açıkladı:

-Uzun süre kalmayacağız, başka bir sınıfla değiştirecekler. Nebahat’ın sınıfına yer bulamamışlar. Cemil Toygar öğretmen doğrucu başı:

-Yer bulamamak, değil Nebahat öğretmeni Ankara’dan ayırmamak! Bedia Öğretmen sinirlendi:

-Etimesgut’ta bir sınıfla yalnız kalmanın Ankara ile ne ilgisi var? Çocukları bırakıp gezecek mi? Süleyman Alkan sordu:

-Yer yoksa neden bir sınıf fazla alınmış? Nazif Balcıoğlu güldü:

-İşte olayın püf noktası; bunu müneccimlere sormalı! Enver Ötnü müneccimin ne olduğunu sordu. Müneccim sözünü hep duyuyordum. Köyde de kullanan vardı. Ancak köydekiler, bunu akıllı, çok bilen, bilgin olarak kullanıyordu. Sonraları, falcı olduğunu öğrenmiştim. Nazif Öğretmen ise kestirdi attı:

-Bilgin milgin değil, yıldızlara bakarak fal bakan. Herkesin, sözde gökyüzünde bir yıldızı varmış, falcı o yıldızı bulup onunla konuşarak insanın geleceği üstüne bilgi veriyormuş. Süleyman Alkan sordu:

-İnsanlar için sık sık kullanılıyor; Yıldızı parladı, yıldızı söndü! Balcıoğlu öğretmen:

-Doğrudan ilgisi yoksa da aynı saçmalığın bir başka şekilde söylentisi. Bir de yıldızları barışmak ya da barışmamak! Bunlar birer deyim olarak sürüp gidiyor. Bizim atalarımız, gökyüzünden ayı, yıldızı alıp bayrağımıza kondurmuş ama, iş burada kalmıştır. Gökyüzündeki belli başlı görünen yıldızların hep adı vardır ama içlerinden birisinin bile adı Türkçe değildir. Yeryüzünde de öyle değil mi? Dünya küresi üstünde sayılamayacak kadar büyüklü küçüklü ada vardır, insanlar hepsine bir ad takmışlar. İçlerinden birinin bile adı Türkçe değildir.

Nasılsa aklıma gelen Timur Adaları’nın anımsattım. Bu kez de Cemil Toygar karşılık verdi:

-Timur Türk değil, Timur adı da Kırgız adıdır. Bir süre karşılıklı bakıştıktan sonra kendi adlarımızı irdeledik, İbrahim-Abraham, Süleyman-Salamon. Enver Ötnü, koltuklarını kabarttı, “Enver yok aralarında!” Cemil Toygar elleriyle yüzünde bir şeyler yaptı. Anlamadık, tekrarladı. Nazif Balcıoğlu güldü:

-Onlar anlamazlar, çocuklar, resimlerini bile pek görmediler, ne bilsinler Enver Paşa’yı.

Enver Paşa deyince ayaklarım suya değdi, besbelli Cemil Toygar, onun bıyıklarını anımsatmak istemiş. Arkası geldi; Enver Paşa, o ünlü zamanında halis Türk sayılırmış. Ondan önce pek rastlanmayan Enver adları ondan sonra yaygınlaşmış. Nazif öğretmen:

-Bu, hiç yok anlamına gelmez, Edebiyat tarihimizde iki tane, Enver değilse de Enverî vardır. Hem de biri Fatih Sultan Mehmet dönemlerinde yaşamış, oldukça ünlü Enverî’dir. Düsturname adlı mesnevîsi oldukca önemlidir. Osmanlılar gibi, öteki Anadolu Anadolu beylikleri üstüne bilgiler verir.

“ Dinle imdi, bir gazadan name sen

 Bir teferrücnamedir yazdım ben”

der. Dinleyin, size hoşlanacağınız, eğleneceğiniz olaylardan söz edeceğim. (Geçmiş olayları, sizi sıkmadan anlatacağım! şeklinde de açıklayabiliriz.) dedikten sonra Aydınoğulları’ndan, sırasıyla öteki Anadolu Beyliklerinden ve Osmanlılardan söz eder. Mesnevî’yi Fatih’in Veziri Mahmut Paşa’ya sunmuştur. 2. Enverî de, Bakî ile Nef’i arasında “1570- 1640) yaşamıştır.

Abdullah Ön, bana dönerek:

-Bu öğretici konuşmalar senin için yapıldı, biz de faydalandık. Her zaman böyle oluyor sanma! dedi. Cemil Toygar sordu:

-Her zaman kimler pilav yemez? Soruya kimse karşılık vermedi. Süleyman Alkan, ekledi:

-Bulgur pilavını biz her zaman yiyoruz! Gülüşerek kalktık. Masadaki konuşmaların verdiği rahatlıkla Nebahat’a sordum:

-Benim yapabileceğim bir iş var mı? Biliyorsun o sınıfın ilk müzik öğretmeni benim. Nebahat, gülümseyerek:

-Var, var, akordiyonu alıp bazı zaman Etimesgut’a gel! dedi. Ben de:

-Akordeon demirbaş, okuldan dışarı çıkarılamaz! Gülenler oldu. Nazif Balcıoğlu, öğrencilerinin olduğu yere demirbaşı da gider kömürbaşı da! Cemil Toygar sordu:

-Demirbaşı anladık, kömürbaşı n’oluyor? Balcıoğlu:

-O kadar baş eklendi, bir tane de ben eklesem ne olur?

Salona dönünce Nebahat’ın şakasını aklım taktım, cumartesi günleri akordiyonu alıp neden gidemeyeyim? Giderek bunu Nebahat’in gerçekten düşünmüş olacağına kendimi inandırarak sevindim. Belki o da benimle olmak istiyor. Akordiyonu götürmek o kadar zor bir şey değil; sabah dersten sonra istasyona iner emanete bırakır, dersten sonra alır giderim. İşim bitince gene Emanete bırakır, dönüşte alırım. Oldukça sevindim. Sanki uygulamışım gibi, Nebahat’in orada geçici kalacağını anımsayıp neredeyse üzülmeye kalkıştım. Çoktandır ara verdiğim 2. Rapsodiyi bir süre çalıştım. Her zaman, salonun boş kalmasını dilerken bu kez salonda kimsenin olmaması tuhafıma gitti. Kalkıp küçük odaya geçtim. Orada da rahat olmadığımı anlayınca kabahati kafamın içindeki düşüncelere yordum. Kalkıp Yönetim binasındaki piyanoya gittim. Aşağıdan sesler duyunca duraksadım. Az sonra Düğün Marşı başladı. Bella olduğunu anlayınca sessizce çıktım. Bella çoktandır çalışıyormuş. Beni görünce, kalkmak üzere olduğunu söyledi. Oturunca Bach, Wachet Auf’u çaldım. Bella onu seviyormuş:

-Bu ne böyle, tıngır mıngır! demez mi? “Hadi oradan, duygusuz!” diyesim geldi. Oysa, Bella, duygulu biriydi. O fark etmedi ama içimden gelen karşı oluşu yenerek Düğün Marşına başlayınca durdu, İki kez tekrarladım. Ayrılamadı. Neden tekrarladığımı sordu. Güldüm:

-Gitme desem, gidersin, o zaman üzülürüm. üzülmemek için böyle bir yol düşündüm. Bella çok zeki bence, güldü; arkasından da:

-Hadi şimdi o parçayı çal, gideyim, işim var, yarın Ankara’ya gideceğim! Wachet Auf’a başlarken Mahide ile Pakize geldi. Pakize sormuş gibi, Bella’ya parçayı çok sevdiğini söyledi. Bella gamzelerini derinleştiren bir yüz kasılması içinde ayrıldı. Ben de inadıma pedallı olarak neredeyse org sesi çıkartarak tuşlara basarak çaldım. Pakize çalınanın adını sordu. Anlamını doğru olarak bilmediğimi, öğrenmek de istemediğimi anlattım. Bach adını örnek verdim. Onca güzel bestesi var, (1100) hemen hemen tüm bestecilerin en büyüğü sayılıyor. Özellikle de dört oğlunun yaşam boyu büyük devletlerin saraylarında müzik yöneticiliği yapmış (Londra, Petersburg, Berlin, Viyana, birisi ise Mozart’ın öğretmeni) olması onun büyüklüğünü gösteriyor. Oysa soyadının anlamı dere, şu bildiğimiz, küçük, az su akıtan dere, çay, ırmak ya da nehir bile değil. Benim arkadaşımın soyadı da dere, Halil Dere. Halil Dere arkadaşı severim ama soyadı gene de dere anlamı dolayında bir şey. Halil Dere dediğimde derenin küçüklüğünü büyüklüğünü düşünmüyorum ama Bach’ı da dere durumuna bir türlü getiremiyorum. O nedenle bestecilerin adlarını pek kurcalamıyorum. Dikkat ettim, sanırım bu olayı bilenler de böyle düşünüyor ki, iki yıldır derslerde adları tekrarlanıyor, hiç kimse Bach ya da Beethoven’ın adlarının anlamları üzerinde durmadı. Yalnız ben kendi merakımla Mozart’ın soyadı değil de adı, Wolfgang için soruşturdum, tam değilse de yaklaşık olarak Kurt gibi duran ya da yürüyen, cesur tavırlı anlamı taşıyormuş. Mahide gülerek:

-Amanın, ondan çalarken ürpermiyor musun? diye sordu. Bilâkis, Mozart çalarken ipek yumuşaklığı içinde olduğumu duyumsuyorum! deyip kh. 331 sonatın girişini çaldım. Dikkatle dinlediklerini görünce 2. 3. 4. varyasyonlara dek sürdürdüm. Sonuna da Türk Marşı’nı ekleyip bitirince sordum:

-Kurt murt dolaşmadı değil mi? Teşekkür edip ayrıldılar.

Salona dönünce pikaba önce Weber Dansa Davet’i, arkasından Bir Yaz Gecesi Rüyası’nı koydum. Müziğini dinlerken düşündüm, bunun oyununu Bella nasıl sahneye koyacak? Mahir Canova öğretmen yardım edecekmiş. Müziğin piyano partisini bulsam çalamam mı? Çalamayacağımı düşünerek üzüldüm. Ne güzel olurdu! Besteci Mendelsshon’u anımsadım, ne güzel bestelemiş. Rahatmış, bir banker oğluymuş, Avrupa’yı dolaşmış, Atlas denizi kıyısını görmüş, müzikle yansıtmış (Fingal Mağaraları ya da Ebridler Uvertürü) Beethoven’in dediğinin tersini yapmış. Beethoven, doğa olayları müzikle anlatılamaz, ya da anlatılmamalı dermiş. Mendelsshon işte bunu yapmış. Yaptığı için de Romantik dönemin ünlüleri arasına girmiş. Romantik bestecileri anımsadım, Weber, Berlioz, Schumann, Chopin, List, Wagner, Verdi, Grieg, Tschaikovski. (Beethoven ile Schubert için de diyenler vardır. Ancak onlar ağırlıklı olarak Viyana Klâsikleri arasında sayılır. Büyük, 1000 kişilik orkestralar için senfoni besteleyen Bruckner, ile Mahler ile Donizetti, Rossini gibi opera bestecileri için de romantik deniyor ama onların eserleri üstüne hemen hemen hiçbir fikrim yok. Kendi kendime düşler kurarken Doğan Güney’in sesi kulağım çalındı:

-Ben demedim mi, o şimdi plâk dinliyordur.

Gülerek geldiler. Yıldız, Halise, Melahat, Nebahat, Abdülkadir Ariç, Bayram Bayrak gelir gelmez kemanlara sarıldılar. Yıldız, gelmeyişimi ara ara kötü yorumlamışsa da olayı anlatınca rahatladığını söyledi. Yemek zamanı olduğundan birlikte gittik. Masalara oturunca konserden çok beni konu yaptılar:

-Üzüldün mü? Yarın gidecek misin? Yarın da ertesi gün de gideceğimi söyledim. Yedek müzik öğretmeniyim! dedim. Önce hemşerim Kadir yorum yaptı:

-Hadi hadi, yavaş yavaş sen yerini sağlamlaştırıyorsun. Allah bizlere acısın! Allah bizlere acısın! sözüne karşı duranlar oldu:

-Ne demek bu? Hepimiz sonucu bilerek buraya geldik. Buraya gelirken nereye gideceğimizi düşündük mü? Kadir alttan alarak amacını açıkladı. Konserde çalınan eserleri sordum. Beethoven Coriolan Uvertürü, Haydn, Çocuk Senfonisi, Schuman, Ren Senfonisi çalınmış. Ren Senfonisi deyince Schumann’ın kendini Ren Nehri’ne atmasını anımsadım, üzüldüm. Ayrıca H. Heine’nin ünlü şiirini anımsadım.

 

Lorelei
 
 Bilmem ki ne anlam vermeli;
 Beni böyle mahzun eden
 Eski efsanelerden biri,
 Çıkmaz oldu düşüncelerimden.
 
 Hava sıcak, kararmak üzeredir;
 Ren nehri akmaktadır sakin sakin;
 Parıldayan dağ zirvesidir,
 Işıldayan akşam güneşinin.
 
 Dilber peri kızı çıkmış oturmuş
 Tepeye, üstünde bütün ziyneti, güzelliği;
 Altın başına ışıklar vurmuş;
 Tarıyor altın örgüleri.
 
 Bir yandan altın tarakla tararken
 Bir yandan da şarkı söylüyor;
 Şarkının cana can katan, alıp götüren
 Bir yanı var ki dayanılmıyor.
 
 Kayıkçı içinde küçük bir kayığın;
 Amansız bir an sarmış içini;
 Farkında değil yaklaşan kayalıkların
 Tepeden ayıramıyor gözlerini.
 
 Sonunda, gömülür dalgalara
 Kayık da, tekne de. .
 Derler ki şarkılarıyla gene
 Lorelei yaptı bunu. .
 (Heinrich Heine Çevirenler. (Dora Güney-N. Cumalı)

 

Arkadaşların çoğu, çalışmayacağını bile bile Salona gitmeye karar verdi. İçlerinde bir özlem doğuyor besbelli. Oysa ben bugün çalışmayı kanıksadım. Halil Dere’yi bulup kandırmaya karar verdim. Provadan sonra birlikte gezeriz. Halil Dere’nin çok sevdiği Esenpark’ta gündüz alaturka şarkılar sürüyor. Halil Dere de beni arıyormuş, buluştuk. Birlikte gitmeye karar verdik. Konuşa konuşa yatakhaneye gittik. Yatınca bir süre yarınki olayları düşledim, benim bu konuda deneyimim var; geçen yıl İzmir Liseleri izcileri ile birlikte olmuştuk. Ahmet Yekta Madran’ı anımsadım. Yaşlı adam ama dinç. Vahit Dede gözümün önüme geldi, üzüldüm Vahit Dedem ona göre çok güçsüz. Çok mu yaş farkı var aralarında? Mahmut Ragıp öğretmeni de karşılaştırmıştım ama Vahit Dede’nin ondan yaşlı olduğu ortaya çıkmıştı. Vahit Dede’nin Varlık’taki yazıları da belki kesilecek! Vahit Dede’nin son davranışını anımsadım:

-Görüşelim! deyip ayrıldı bir daha bulursan bul. Belki bir başka sıkıntısı vardı. Oldukça üzgün uyudum.

 

28 Ekim 1945 Pazar

 

Akşam biraz neşesiz uyumuştum, bütün gece kendimi köyde buldum. Vahit Dede’yi düşünerek uyumuşum, tersine onu değil de köydekilerle karşılaştım. Furtun Şerif Enişte gene Aydın yöresindeki efelerden söz ediyordu. Hasan Çakı Efe’yi tanıdığımdan mı ne, Şerif eniştenin efeleri beni fazla ilgilendirmiyor. Şerif enişte sık sık efelerin dizlerinin çıplaklığından, özellikle yaz günleri sinekler dizlerine konduğunda şappadak kendi dizlerine şaplak atmalarından söz edip kahvedekileri güldürüyordu. Oysa benim efelerim gerçekten, deyimin tam anlamıyla Çakı gibidirler. Hasan Çakı’nın soy adı da buna uymuş, beni başka bir yöne çekmişti. Efe şarkıları da benim efelerimin öyle sinek kovalayacak türden olmadığını kanıtlamaktadır. Bu arada dayımoğlu Necmettin Efe geldi, öğretmen oldu, Kırklareli merkezine atanmasını istemiş. İki yılda il merkezine. Yeğenim İsmet ise 20 yıl köyde pinekleyecek. İsmet, motosiklet alıp, akşamları sinemaya bile gideceğini söylüyor. Necmettin’le birlikte sinemaya gittiklerinde İsmet eve döndüğünde Necmettin uykusuna çoktan dalmış olacak. Adım söylendi, kapıdan nöbetçi sormuş. Çıktım, Hüseyin Çakar gülerek gidiyor muyuz? dedi. Hazırım! Birlikte yürüdük. Geçen yıl ikimiz gitmiştik, bu yıl 100 kişi olduğumuz söyleniyor. Yarın izleyicilerle bu sayı 200’ü bulur. Çakar’la birlikte onların masasında kahvaltı ettik. Kalkınca yola sıralanmış öğrencilerin yanına geçip yürüdük.

Tren yolculuğu oldukça neşeli geçti. Düzenden değil, söylenen türkülerin, şarkıların karmaşasından, çocukların saftirik hareketlerinden neşe çıkarmaya çalıştık.

Trenden inince Sıtkı Şanoğlu Öğretmen başa geçti, büyük bir düzen içinde Ulus tarafına giden caddenin soluna geçip üzgün adımla stada dek yürüdük. Stadda bize yer gösterildi. Sayısız öğrenci grubu var. Harp Okulu öğrencileri ilgi çekiyor. Spor grupları küme küme. Büyük bir kız grubu var, onların kim olduğunu öğrenemedim. Geçen yılki tören sırasında İzmirli öğrenciler şamata ediyordu, bizimkiler sus pus. Stadın oturulacak yerleri bomboş. Orası boş olunca insan aşağıdaki olayları pek ciddiye alamıyor. Hava ılık, iyi. Çok uzun bekledik. Atlar arabalar geçti. Askerin geçmesi çok uzun sürdü. Harp Okulu öğrencilerinin spor hareketleri çok sürdü. Bize en sonunda sıra verilmiş. Sıtkı Şanoğlu öğretmen bunu çok doğal karşıladı:

-Bizi kabul etmeleri bile bizim için bir onur, nasıl olsa biri sona kalacak. Bu biz olursak ne değişir? Bizim katılmamız, başlı başına bir onurdur! Yine de en sona kaldık sayılmadık, yan tarafta bir alanda bekleyen bir kız grubu ile birlikte bizim öğrenciler de oyunları oynadı. Yarın da böyle olsa üzülmeyelim, birlikte olduğumuz kız grubu bize göre daha uzakta, onlar gocunmuyor. Biz öğretmenler böyle konuşuyoruz. Oysa öğrenciler çok mutlular. Öğrencilerin ilgisini Harp Okulu çekmiş, özellikle onların marş söyleyişlerine sık sık değindiler. Dört grup olarak bölünerek, Ulus Meydanına çıktık. Spor Salonu yanında bekleşerek buluşup marş söyleye söyleye istasyona indik. Yarının daha güzel olacağı düşleri içinde Hasanoğlan’a döndük. Bir ara kendimi adeta orada fazlalık ya da yük gibi saydım, gitmemeyi düşündüm. Hüseyin Çakar’a söylemeyi düşündüm.

Yemekte arkadaşlar başka konu üzerinde durdular. Gece konserleri, Avrupa’dan gelen ünlü kişiler geceleri konser veriyor, biz bunlara neden gitmiyoruz? Hiç gitmedik sayılmaz, Walter Gieseking, Samson François gibi piyanistlere gittik. Radyodan duyduğumuza göre bu tür resitaller sık sık veriliyormuş, gidelim!

Yemekten sonra özlemle salona döndüm, Bayram Bayrak tek başına çalışıyordu. Beni görünce:

-İyi ki geldin, yalnız çalışmaktan sıkılıyorum, Abi, sen nasıl çalışıyorsun yalnız yalnız? Bayram’a takıldım:

-Senin kulakların çevrenden gelen seslere alıştığı için sessizliği yadırgıyor. Bir süre sıkılarak dene, yalnız çalışmayı çok seveceksin.

Piyanoya oturdum, bir süre parmaklarımı çalıştırdım. Bayram, yandaki odaya geçti. Yalnız kalınca rahat rahat çalıştım. Bayram da hevesliymiş, benimle geç vakte dek kaldı. Gündüzün eksikliğini tamamladığım duygusu içinde yattım. Ancak yatınca kendimi gene eleştirdim:

-Boşuna geçen bir gün. Arkadaşların çoğu bu durumdan yakınmamasına karşın ben hoşlanmıyorum. Boşuna geçen bir zamanın bana ne yararı var? Babamı düşledim. Babam uykusu dışında hiç durmadan bir şeyler yapar. Babama kimi kez sorarlar:

-Hiç dinlenmez misin? Babam:

-Dinlenme, gözleri açık olmaz, dinlenmek için uyunur. Uyumadığım zaman iş yapmazsan o zaman benim için heder olmuş zamandır! der. Benim için de öyle, günün sekiz saatini uykuda geçiriyorum. Öteki zamanların iki saatine karşın bir saat dinlenme. Bu dinlenme bana yeter de artar bile. Çünkü müziği seviyorum.

 

29 Ekim 1945 Pazartesi

 

Hazırlanıp kalktım. Doğrusu içimden gitmemek geçiyordu. Gene de, çıktım, yönetim binası tarafına döndüm. Niçin oraya gittiğimin de ayırdında değildim. Enver Ötnü ile Hüseyin Çakar’la karşılaştım. Hüseyin Çakar:

-Arkadaşım, istersen sen bugün gelme, olay anlaşıldı. Orada saatlerce bekledikten sonra kısa sürecek; hiç değilse sen zamanını harcama! Duraksadım, olur mu, olmaz mı diye sormadan Enver Ötnü şakasını ekledi:

-Enişte, büyük sözü dinlenir, karşındakiler, unutma, öğretmenler! Hep güldük ama işime gelen bir teklifti, sordum:

-Kimse bir şey demez mi? Hüseyin Çakar:

-Senin gelmeni ben istemiştim. Bugün iyiyim, işin enini boyunu da öğrenmiş bulunuyorum. Yine de sen bilirsin! T eşekkür edip ayrıldıktan sonra kendi salonumuza giderek akşamki bıraktığım yerden etütlere başladım. Selçuk Öğretmeni bu hafta da kolay geçiştirdim; sevineyim mi, yerineyim mi? Ortada gibiyim. Sanki başka kimse kalmamış gibi Bayram Bayrak geldi, gülerek:

-Abi akşam sen burada mı kaldın yoksa? Oysa yatakhaneye birlikte gitmiştik. Ben de :

-Şakacı, beni mi sınıyorsun, birlikte gittik ya! Bayrak hemen keman çalışmayı bir türlü yoluna koyamadığını söyledi. Doğan Güney’i övdü. Doğan’ın, benim bildiğim yedi yıldır keman çalıştığını, geçen zamana bakılırsa onun da yeterince geliştiremediğini söyledim. Doğan’ı ilkokul 4. sınıftan beri tanıdığımı, hatta o zaman bile bizlerden çok önde olduğunu, eniştesi ya da yakın bir akrabasının müzikle ilgili olduğunu, Doğan’ın o nedenle müzik konusunda kulağının çok küçüklerde alıştığını anlattım. Müziğin kulakla ilgili olduğunu, yaşlar geliştikçe kulakların da tembelleştiğini söyledim. Bayram, ayırdında olmadan kulaklarını yokladı. Tam bu sıra Abdülkadir Ariç’le Doğan Güney geldi. Bayram’a takıldılar:

-Niyetin piyanoya geçmek mi? Bayram güldü:

-Nasıl da bildiniz, kemanı hallettim, sıra piyanoda!

Hep birlikte kahvaltıya gittik. Tören saatleri duyuruldu, tüm öğrencilere katılma çağrısı yapıldı. Ayrıca, 1 Kasım Cuma akşamı Yüksek Bölüm öğrencilerinin Öğrenci başkanı seçimi toplantısı yapılacağı duyuruldu. Arkadaşlar bunu duyunca, neredeyse bir ağızdan:

-NİHAYET! dediler. Çok mu gecikti? demeye kalmadı; Ekrem parmakla saydı 1942, 43, 44, 45… Dört yıl olur mu? diyen oldu. Ekrem düzeltme yaptı:

-Hayır arkadaşlar, 1942-43, 1943-44, 1944-45 öğretim yılları, demek istedim, üç tam yıl. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü önek gösterildi. Buna da ben karşı oldum.

-İsmet İnönü istediği için uzatılmıyor, süre sonunda tekrar adaylığını koyuyor. Bizimki ona benzemez. Bizde de seçim yenilenir aynı aday seçilirse o zaman yapılacak benzetme geçerli olur. Bizde seçim yapılmadan uzatılıp gitmiş bir durum var. Her ders yılı bitiminde ya da yeni ders yılı başlangıcında seçim yapılır. Geçmiş başkan adaylığını gene koyar, seçilirse başkanlığını sürdürür. Cumhurbaşkanlığı böyledir. Atatürk her devre sonunda adaylığını koydu, seçildi. Şimdi İsmet İnönü de öyle yapıyor. Ben bunu söyleyince Kamil Yıldırım beni aday gösterdi:

-Arkadaş, bu işleri iyi biliyor bizim adayımız olsun. Arka masadaki arkadaşlar bizi dinlemişler, onlar da katıldılar. Yeni başkan eski başkan sözleri arasında masadan kalktık. Bu konularda çok duyarlı olan Azmi Erdoğan beni destekleyeceği üzerine yeminli sözler verdi. İş ciddiye yönelince, özür diledim:

-Ben Hüseyin Atmaca gibi yönetim işlerini bilemem. Eğitimbaşı Hürrem Arman’la geçinmek için onun işlerini yapmak gerekir. Ayrıca okul müdürü Rauf İnan tarafından da sevilmediğimi biliyorum, bile bile başımı derde sokamam. Talip Apaydın, Nihat Şengül, arkadaşlardan insaf dilediler:

-Arkadaşın başını bile bile derde sokmayalım. Öteki bölümlerden bu işe çok çok hevesliler vardır! dediler. Konuşa konuşa Salonumuza döndük. Az sonra, bölüm Başkanımız geldi:

-Yoklama falan yapacak değilim ama burada olanlar, birlikte toplantıya katılmamız farz! Hava güzel! Sizler bu günleri gelecek yıllar daha da canlı yapacaksınız. İyi fena, gördüklerinizden ders çıkarmalısınız. İnsanlar, başkasında gördüğü kusurları değerlendirirse, aynı hataları yapmazlar. Geçen yıl bizimle birlikte olanlar, bu yıl karşımızdaki sorumlular safında. Hiç değilse onları gözleyelim. Onlarda göreceğimiz eksiklikleri kendimiz yapmış gibi benimseyip telâfilerini düşünebiliriz!

Bölüm Başkanımızın yanında tören alanına çıktık. Sınıf öğretmenleri sınıflarının başında. Gözüm istemeyerek Nebahat Öğretmene takıldı. Arkadaşları içinde en iyisi diyebileceğim Nebahat, yabancı gibi tüm grupların arkasından. Oldukça garipsedim. Bir ara yanlarına gitmeyi bile düşündüm. Salt Nebahat değil çocuklar adına üzüldüm. Tören dağılınca onlarla müzik çalışması yapmayı tasarladım. Kendime sordum:

-Ne yapabilirim? Salona alamazsam bile küçük odaya sıkıştırabilirim. Yönetim binasındaki piyanoyu anımsadım, orası daha geniş, oraya alırım. Çocuklar bir süre Etimesgut’a gidecekmiş, onları neşelendirmek kimi rahatsız eder? Zaten tatil olduğuna göre yöneticiler bulunmayacak. Bunları kurarken tören başladı. Sıtkı Şanoğlu olmadığı için yerine Enver Önü komutanlık yaptı. Okul Müdürü Rauf İnan uzunca bir konuşma yaptı. Sık sık da, gençleri, özellikle öğrencilerin bayramları daha canlı kutlamak için kalplerinin ateşlenmesi gerektiğini vurguladı. Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nden söz etti. Bu arda, gelecek bayramlarda, büyük çoğunluğun Ankara’ya gideceğinden söz etti. Ankara durumunu bildiğim için, elimde olmayarak gülümsedim. Rauf İnan, belki de o zaman çıkıp uzun uzun konuşacağını hesaplıyordur. Sık sık çıkıp konuşan Meliha adlı öğrenci konuştu. Belli sözleri söylemekle birlikte güzel konuştu, daha doğrusu gelecekte iyi bir konuşmacı olacağı umudunu daha da yaygınlaştırdı. Büyük sınıfların erkek öğrencileri Ankara’ya gittiğinden küçük öğrencilerden oluşan bir grup millî oyunları oynadı. Mesut Aygen’le bir arkadaşı müzikleri çaldı. Abdullah Ön, “Küçük koromuzu dinleyeceksiniz, büyük koromuz, bir başka görev için şimdi Ankara’da!” diye kısa bir açıklama yaptı. Törenden sonra, öğrenciler sıra ile dağıldığından en sona kalan Nebahat’ın sınıfına ulaşmak kolay oldu. Ancak plânlarım boşa çıktı, öğrenciler topluca banyoya gidip geldikten sonra Ankara’ya hareket edecekmiş. Nebahat ise yarın sabah gidecekmiş. Aşçı kadınla bina bakımcısı (karı-koca) öğrencilerle gidiyormuş. Yatakları, kap-kacakları daha önce gitmiş. Nebahat’a söz verdim:

- Haftaya cumartesi günü kesinlikle gideceğim!

Bizim salonun durumunu az çok tasarladığım için Yönetim binasındaki piyanoya oturdum. Karşı atölyede kimse yok biliyorum ama müzik severlerin nasıl olsa ses duyacağından umutlu olduğumdan tuşlara oldukça bastım. Uzunca bir bekleyişten sonra Kepirli Melâhat geldi, arkadaş getirip getiremeyeceğini sordu. Arkadaş, deyince yeni gelenlerden birilerini varsayarak neredeyse “Hayır!” anlamı çıkacak bir “Evet!” işareti verdim. Kapı açıldı, bir de baktım, daha önce kendisi gelen Pakize! Tuşlardan elimi çekerek Melahat’e sordum:

-Sen nereden arkadaş oldun ablayla? Pakize güldü, kendisi açıkladı. Benim, daha doğrusu bizim Aksu’da çok sevdiğimiz, biçki-dikiş öğretmenimiz vardı, o, sonraları sizin Kepirtepe’ye atandı. Melâhat kardeş de onu çok seviyormuş, birlikte mektup yazdık. Böylece bir yakınlık kurduk. Pesent Ilgaz öğretmen gözümde canlandı. Çok zarif bir insan. Zarif sözü geçince benim gözümün önüne hep o gelir. Pakize’ye bakım, Pesent öğretmene göre oldukça dolgun. Bir an belleğimde geçmiş günler sıralandı. Pesent öğretmen bizim atölyeye gelir isteklerde bulunurdu. Onun her dediğini yerine getirmeye çalışırdık. Genellikle onların atölyesinde yapılan işler için ben giderdim. O nedenle Pesent öğretmeni iyi tanımıştım. Ancak bir de sezgim olmuştu:

-Pesent öğretmen Asım Öğretmene aşıktı. Bunu ben keşfetmiştim, kimseye de söylemedim. Pesent Öğretmen bizim okula geldiğinde ben akordiyon çalıyordum. Bir süre sonra Asım Öğretmen de bizim okula atandı. Asım Öğretmen benden kat kat üstün akordiyon çalıyordu. Bir süre sonra Asım Öğretmenin akordiyon çalışı beni gölgeledi. Gene de Asım Öğretmen beni yanına aldı, çoğu kez birlikte çaldık. Bayrak törenlerini Asım Öğretmen yönetiyordu ama akordiyonla ben ses verip sonra da katılıyordum. Bu akordiyon ilişkimizden dolayı bir süre sonra Pesent Öğretmen benden kendisine akordiyon çalmada yardımcı olmamı istedi. Bunun olamayacağını o saat anlamıştım. Ama Pesent Öğretmen bunu denemeye kalkmıştı. Onların atölyesinde, kitaplıkta bir iki deneme yaptık. Olabilirdi ama bu benim yapacağım bir iş değildi. Mandolin falan olsa yararlı olabilirdim ancak akordiyon öğretmek benim yapacağım bir iş değildi. Ne var ki, o zaman aklım takıldı, bu akordiyon sevdası birden bire neden çıktı? Bir süre sonra bizim arkadaşların da dikkatini çeken, bakışlar tavırlar olmuş, konuşulmaya başlandı. Ancak Asım Öğretmen okumak niyetindeydi, nitekim ders yılı sonunda Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü sınavlarını kazanıp ayrıldı; gerçekten benim sandığım gibi bir gönül bağı var idiyse, o narin insan Pesent öğretmenin yüreciği yanmıştır. Pakize’ye böylesi duygularla baktım. Acaba onun gönlünde de bu tür kıpırdanmalar var mıdır?

Melahat’a baktım, Pakize ablasıyla sarmaş dolaş, benimle de “Abi, abi!” diyerek sıkı fıkı bir hava estirmeye çalışıyor. Anımsadım, geçen yıl Yıldız da Pakize ile bir ara yakınlık kurmuştu, Pakize gömleklerimi ütüleyecekti, oysa o sözlerin arkası fos çıkmıştı. Gene de, umutlandım, Melahat, belki daha yapışkan çıkabilir!

Onlar gidince bir süre Rapsodi çalıştım.

Öğle yemeğinde konu, Sabahattin Öğretmenin dersi oldu. Önce dersin adı tartışıldı: Metin inceleme ne anlama geliyor? Metin dedikleri okuma parçaları. Oysa biz iki yıldır birkaç yazardan metin okuduk, Varsa yoksa Montaigne. Bacon ile Rabelais, bir de Eflatun’dan parçalar okuduk. Başka başka, Karaağaçlar Altında. Kitabı kim yazmıştı? Birden ben de anımsayamadım. Bir Amerikalı yazardı, Pearl Buck? değil, Arthur Miller? o da değil, John Steinbeck? O da değil. Bir süre bakıştık. Kamil Yıldırım:

-Öyleyse, Eugene O’Neill! Alkışladık. Konusunu hepimiz biliyoruz, ya da bildiğimizi sanıyoruz. Bir adamın üç oğlu var. Adan daha önce iki evlilik yapmış, birinci eşinden iki, 2. eşinden de bir oğlu olmuş. Adam bir süre sonra bir başkasıyla evlenmiş. Son evlendiği çok gençmiş. Önce üç oğlu da bu evliliğe karşı durmuş. Oğullarını küçümseyen babaya karşı, oğulları evi terkedip, başka yere çalışmaya gitmeye karar vermişler. Gitmek üzere hazırlanırken 2. eşten doğma 3. oğul gitmekten vazgeçmiş. Oldukça kurnaz bir kadın olan 3. eş yaşlı babayı avucunun içine alıp, küçük oğulla mercimeği fırına vermiş. Buraya dek hep biliyoruz. Ancak Sabahattin Öğretmen bunları hiç sormuyor. Onun sorduğu ya da soracağı ne? Kitabın yazarı Eugene O’Neill bu kitabı, bu olayı anlatmak için mi yazmış, yoksa başka bir püf noktası mı var? Püf noktasını bilir gibiyim, derste bunu konuşurken ben, Dostoyevsky’nin Karamazof kardeşlerini örnek vermiştim, oğullarıyla ters düşen babalar gerçekte kendi gerçekleriyle ters düşüyorlar. İçinde yaşadıkları toplumlar ise çocuklarının düşüncesine daha yakın. Böylece, kişilerin toplumun kazanımlarını bir yana itip kendine özgü bir yaşam yaşamaya kalkması, toplumdan önce en yakınları tarafından benimsenmemektedir. Bu nedenle Karaağaçlar Altında eserinin özü, toplumun benimsediği değerlere başkaldıran, en yakınları olan kendi oğulları, kızları tarafından da dışlanır. Böylece, kişilerin, toplum kuralları dışına çıkması, bireysel isteklerle olamaz, olursa gelenekleri zorlamaya kalkan kişi hesabını verir. Tıpkı baba Karamazof gibi, kendi hazırladığı geleceğinin sonunda geçmişinin hesabını verir. Rüzgarlı Tepe romanı da bu tür bir hesap verme sayılabilir. Karaağaçlar Altında kitabının kahramanı Ephraim Cabot, ektiğini biçmiştir.

Konuşmalar arasında kitabın yayınlanmadığı söylendiği için çıkarıp gösterdim. Konservatuvar Tatbikat Sahnesi için çıkarılan bir dizi kitap arasında onun da olduğunu anlattım. Salona gidince de yeni dizide çıkmış kitapları gösterdim.

 

            

Arkadaşlar kemanlara sarılınca kenara çekilip, çoktandır defterime geçmek istediğim Yaşar Nabi Nayır’ın Atatürk yazısını aktardım. Öğretmen olacağıma göre bir gün ben de bu konuda konuşmak zorunda kalırsam elimde sağlıklı kaynaklar olsun. Yazı, 1941, 201 Varlık Dergisi’nde çıkmış.

 

Atatürk

Doğunun bir Hızır efsanesi vardır; O düş kişisi hiç beklenmedik bir anda karşınıza çıkar, sizi en umulmadık bir mutluluğa kavuşturur.

Türk ulusu için bu efsane Atatürk’ün kişiliğinde gerçekleşmiştir. Türklüğün en kara gününde, bütün ümitlerimizi kaybettiğimiz, korkunç bir uçuruma doğru sürüklendiğimiz bir anda O karşımıza çıktı, felâket içinde kaderimiz buymuş diyerek bükülen boyunlarımızı doğrulttu, yılgın ruhlara umut ve cesaret aşıladı, her yandan çatırdayan ve yıkılma belirtileri gösteren yurdu destekledi ve bizi uçurumun ta dibinden çekip aldı, yeniden yaşama kavuşturdu.

Bir adı, sonsuzluğa kadar yaşatacak olan bu olağanüstü zafer, O’nun eşsiz eserinin görünen ancak bir yanıdır.

Ulusal Tarih’in kaydettiği zaferlerin en büyüğünü hediye etmiş olan asker, yine tarihin eşini görmediği çapta devrimlerin yaratıcısı oldu. Çürümüş, köhne bir düzeni temelinden yıkarak, Avrupa’nın Hasta Adam’ından genç, dinç, gürbüz bir devlet çıkardı.

Bugünkü refah ve mutluluğumuzu O’na borçluyuz. Nemiz varsa O’nun eseridir.

Her ölümlü insan gibi O’nun da ölümlü varlığı bir gün topraklara karıştı. Fakat, manevi varlığı onsuza dek Türk Ulusu’ nun kalbinde yaşayacak. O’nu anmak için yılın belli bir gününe gereksinimimiz yok, her günümüz, her anımız O’nun anılarıyla dolu. Bu topraklar üstünde gözümüze ilişen ne varsa bize O’ndan söz açmaktadır.

O’nun çizdiği güneşli yolda yürüyor ve gösterdiği Büyük Türkiye hedefine doğru ilerliyoruz.

En büyük acımızı bize hatırlatan bugünde görevimizi, bize O’nun mirası olan büyük eseri sonsuzluğa dek sürdürmek konusundaki andımızı tazeliyoruz.

Türk Gençliği, bu yurdu ATA ’n sana emanet etti. Omuzlarındaki sorumluluk yükünün ağırlığını bir an bile aklından çıkarma ve Ona lâyık olmaya çalış!

                           Yaşar Nabi Nayır. Varlık Dergisi. 15 Kasım 1941, Sayı; 201

 

Yaşar Nabi Nayır, neredeyse iki yıldır, Devrim Tarihi derslerimizde, Askerlik derslerimizde verilen bilgilerin özetini yapıp önümüze koymuş, bu kadarını da unutanın zekâsının normal olacağı düşünülemez. Eğer varsa, onun bizden olacağı kesinlikle beklenemez! Kendimi toparladım, Gençliğe Hitabe’ yi okudum.

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ