Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

31 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Okulumuzu Bütünleştirip Güçlendirecek Arkadaşlarımızı Bekliyoruz

 

17 Ağustos 1944 Perşembe

 

Akşam yatarken Aşık Veysel'le dünkü konuşmalarımızı arkadaşlara anlattım. Ses çıkarmadılar ama biraz yadırgadılar. Hüsnü, olaylara o denli yabancı ki:

-Bektaşilik, Alevilik diye ayırım yapmaktan belki de hoşlanmıyordur Aşık Veysel.

Ekrem de:

-Doğal olarak hoşlanmaz, çünkü yarım sayılan bir insan!

Bu konu çok uzayacağa benziyor:

- Aşık Veysel'e yardım elini uzatanlar, çoğunlukla o, ayırımcı sandığınız insanlar. Onlar ayırımcı değil, ayırımcılığı ortadan kaldırmak isteyen insanlar. Gerçek ayırımcılar tarih boyu ayırımcılık yapmış ama hep kendilerini gizleyerek bunu Padişahlara, halifelere yüklemişlerdir.

Çakı Efe karşıdan el edince sözüm yarım kaldı.

Efe, ellerini vurarak:

-Bir değişiklik olsun, Harmandalı! deyince ben de sevindim. Özlemiştim. Ara verince çocuklardan da gevşetenler oluyor. Efe bir iki uyarıdan sonra dört öğrenciyi ortaya aldı. Kendi de birlikte oynadılar. Çocuklar pür dikkat Efeye uydular. Efe avuçlarını şaplatıp:

-Arpazlı! derken zil çaldı.

Kahvaltıya giderken Efe günkü konuşmalara döndü,

- Düşündüm de, Aşık Veysel'i dün çok mutlu ettin. Adam inkar etmiyor ki, "Ben de Aleviyim!" diyor. Sana ne dedi?

"Trakya tarafının durumunu hiç bilmiyorum. Oysa onlar gelmiş bizim tarafı incelemişler. Bizim hemşerimiz Pir Sultan Abdal'ı benden daha iyi tanıyorlar!" demişti. Ben konuşurken ara ara konuştu ama ben söyleyeceklerimde yanılmayayım düşüncesiyle kendimi kontrol ederken iki kez onun sözlerini atlatı atlayıvermiştim. Arkadaşlarla az önce yarım kalan konuşmamız üstüne Efe beni pekiştirmiş oldu. Bir daha bu konuyu arkadaşlara, Efe'nin yanında açmaya karar verdim.

Kahvaltıda konu, Yüksek Bölüme geleceklerin adları tamamlanmış 90 öğrenci alınacakmış, bunların ancak 14'ü kızmış. Önce Nebahat Öğretmen muştuladı:

-Üzüleceksin ama söylendiği gibi çok kız seçilmemiş, listelerde işaretlemişler (14) on dört kız var. Sizin Kepirtepe kız yollamamış; gelenlerin üçü de erkek.

Nebahat Öğretmen'e çatarca soran oldu:

-Sen ne biliyorsun? Karşılığını ben verdim:

-Bizim bölümde tiyatro dersleri, Zenne usulü sürüyor. Kız rollerini erkekler okuyor ya da oynuyor. Ancak gerçek oyunlarda izleyici karşısına böyle çıkılamaz. Bunu, vaktiyle Osmanlı dönemi Orta oyuncuları yaparmış ama onları da tüm dünya gülünç sayar tiyatrodan saymazmış. Günümüzde bunlar ancak panayır tiyatrolarında gene yapılıyorsa da buralara gidenler de tiyatro olduğu için değil maskaralıklara gülmek için gitmektedir. Zaten bize de kız alınmasaydı, Konservatuvardan öğretmen de gelmeyecekti. Bunu öğretmenimiz Mahir Canova açık açık söyledi.

Böyle deyince Bediha Öğretmen:

-Sizin bölümü kapatırlar! Hemen karşılık verdim:

-Hasan Ali Yücel'in kendisinden dinledim:

Bu bölümü ben ekledim, bu bölüm gerçekte uygarlığı, köylere götürecektir. Öbür bölümler, iyi fena var olanları, geliştirip çoğaltacak ama, yeni bir şey eklemeyecek. Örneğin yapıcılar, dayanaklı yapıyı, binayı daha yapmadan hesabı-kitabı yapmayı öğretecek ama, var olan işin özünü geliştirecek. Tarım kolları da böyle. Güzel Sanatların durumu başka, onlar, müzik, heykel, resim, tiyatro koro geliştikçe ekleyeceğimiz, Sergi, Dans, Millî Oyunlar; armonize edilmiş halk türküleri. Halkımızın gerçekte bunlara gereksinimi var. Bu bölümü bunları düşünerek eklettim. Biliyorsunuz bu sanatların hemen tümüne dinsel açıdan bakarak insanımızı kopartmışlar. Bunun doğru olmadığını biliyoruz ama halkımız yüzyıllar boyunca bunun dışında kalmıştır. Ne hazindir, 1850'li yıllarda ünlü Fransız şairi Lamartin ülkemize gelmiş. Sarayda konuk edilmiş, onuruna şölenler verilmiş hatta bir çiftlik bile hediye edilmiştir. Ancak o büyük şairi halktan kimse ne görmüş, ne de adını duymuştur. Bir gün sarayları görürseniz birinin içinde size bir piyano göstereceklerdir. Büyük piyanist Franz Liszt'in piyanosu. 1850'li yıllarda Liszt gelip sarayda konser vermiştir. Anı olarak piyanosu korunmakta ama halk, ne Liszt bilir, ne de piyano. Uygarlık deyince onları anımsıyoruz. İşte biz bunları öğrenip değerlendirecek bunu köylerimize dek götüreceğiz. Üstelik uygarlık bizim işimizi de kolaylaştırıyor. Örneğin radyo, günümüzde köy kahvelerine girdi. Radyoda söylenenleri doğru açıklamak için önce öğretmenin iyi yetişmesi gerekir. Bence Güzel Sanatlar Bölümü bu açıdan öteki bölümlerin yardımcısı olacak yeniliklere açılma bakımından da öncülük edecektir.

Aynı sözleri, toplantı için gelen Köy Enstitü Müdürlerine de tekrarladı. 14 kız gelecekse en az beşi bizim bölüme alınır. Özellikle Arifiye'den gelecekler, kesin bizim bölümü seçerler. Ahmet Emin Yalman oranın müzik öğretmenini nerdeyse Rauf İnan düzeyinde övmektedir. Savaştepe ile İzmir de gelirse, bu yıllık çalışmaları karşılar.

Rauf  İnan deyince kıkırdaşanlar oldu. Onlara:

-Müdürünüzü sevdiğinizi biliyorum, o nedenle gene önde tuttum. Örneğin Bağlama çalmakta Aşık Veysel'i karşılaştırsaydım kesinlikle öne çıkamazdı.

Bu benzetmem hepsini güldürdü. Aysel Öğretmen sordu:

-Tiyatro oyunlarınızda bir rol alamaz mıyız?

-Buna cevap vermeye yetkim yok ama yeni başlayarak Ritmik Danslara katılabilirsiniz. İsterseniz sizi öğretmeniyle tanıştırabilirim. Fısıldaşma oldu:

-O güzel kız mı?

-Evet o güzel kız, geldiğinde akşamları burada kalacak! Benim nereden bildiğim soruldu.

-Ritmik Danslar klasik müzikle yapılmakta, klasik müzik çalan okulumuzda bir pikap var, onu da ben kullanıyor, plâkları ben koruyorum. Onunla değil Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen; Bölüm başkanımız böyle bir anlaşma yaptılar. Dans Öğretmeni de Cumhurbaşkanımızın özel izni ile geliyor. Hepsi şaşırdı:

-Bu ne ayrıcalık, bu ne fors? diyenler oldu. Öğretmeni gördüğümü bilenler var ama aralarında konuşulmamış besbelli, kendi aralarında konuştular. Aysel Öğretmen şaka söylemişti ama ciddi bir olay karşısında kalınca vazgeçerek:

-Benim sözüm bir takılmaydı, sözümü geri alıyorum! deyince Ben:

-Sizin katılmanız başka, Mahir Canova Öğretmenle konuşacaksınız, beğendiğiniz bir oyunda bir gün değişik insanlara değişik bir ders vereceksiniz; olay öğretmenler için o denli basit. Tiyatronun içine daha giremedim ama; öğretmenlikten pek farkı yok, gibi geliyor bana.

Aysel Öğretmen bu kez de:

-Vallahi sizden korkulur, gene de "Evet !" diyorum. Fatma Öğretmen:

-Bizi operaya götürdünüz, bir akşam da plâklarınızı dinletseniz olmaz mı? Bunu hep istiyoruz. Bölümbaşından mı izin almak gerekli?

-İzin alınırsa daha iyi olur. Ancak kararlıysanız ben izin alırım, kendisi bundan çok hoşnut olacaktır. Öğrenciler için bile bir zaman proğram tasarladı. Ancak evlenince o proğram sanırım gerilere atıldı. Küme öğretmenleri geliş-gidiş düzenini üstüne alırsa onu bile uygulamaya geçebiliriz.

Birbirine baktılar, yalnız Nebahat Öğretmen:

-Ben katılırım! deyince Bedia Öğretmen hemen karşılık verdi:

-Sen katılırsın tabii, çünkü senin sınıfın melek. Benim yobazlarla gel de katıl bakalım! Birkaçını dövmeden susturamazsın! Neden? diye soran oldu. Çoğu Keskinliymiş, Keskinliler düşük çeneliymiş. “Tıpkı senin gibi!” diyesim geldi ama diyemedim. Kesin karar vermeden ayrıldık.

Öğrencileri değil ama öğretmenleri topluca davet etmeye karar verdim. Öztekin Öğretmen izin verirse ilk çağrıda tüm öğretmenleri, sonra sonra gönüllüleri çağırır, böylece bir kaynaşma olur. Arkadaşlar geldiğinde bile bunu sürdürebiliriz. Düşündüğümü gerçekleştirmiş gibi sevinerek salona gittim. Joseph Haydn 60 no karşımda. Kendi kendime söylendim:

-Salt 60 no da değil, neyse onlar, başka sayılar da var: Joseph Haydn sonat no 60 Hop XVI 50-1, 2, 3. Son sayılar bölümleri anlatıyor, ya o Hop XVI 50 ne oluyor? “Bahane arama!” deyip başladım. Çalışmaya başlarken kolumdaki saate bakmıyorum. Bu da bir kötü alışkanlık. Faik Canselen Öğretmen hep söylüyor:

-Saatle çalış, bıkarak çalışma, çalışma hevesini azaltır. Bir saat bilemedin iki saat çalıştıktan sonra ara ver. Dikkatin, daha doğrusu beyninin çalışan tarafı azıcık soluklansın! Ne kadar çalıştım farkında değilim, bir gürültü oldu, ellerinde mandolinler bir grup geldi. Uykudan uyanır gibi kalktım, Ömer Çiftçi, yeni arkadaşımız. Ben 2. sınıf oldum o artık 1. Sınıf. Hem de getirdiği çocuklar, bugün sözü edilen Keskinlilerin grubu. Ömer Çiftçi'nin ağzında gözleri, o ne derse yapıyorlar. Bedia Öğretmeni görür gibi oldum. “Elinden tutup getirsem!” diye düşündüm. Bir saat çabucacık geçti. Bedia Öğretmen Ömer Çiftçi'yi okutmuş. Nazı geçer diye rica etmiş, Ömer'in de hevesi taze; ben de bunu şans saydım. Mozart-Maman numaramı onlara da yaptım. Çok sevindiler.

Yemekte Bedia Öğretmen teşekkür etti. Yemek boyunca, bizim müzik çalışmaları söz konusu edildi. Gelecek yıllarda bizim bölüme en çok buradan öğrenci geleceği, bunda da benim çalışmamın etkisi olacağı, geçen yıl bu tür çalışma olmadığı dedikodusu yapıldı. Benim piyano çalışımın çocuklar üstünde çok etkisi olduğu öne sürüldü. Söz Aşık Veysel'e sıçradı. Ancak sözün uzamasına fırsat vermedim: “Bağlama sınırlı etkisi olan bir çalgı. Üstelik Veysel'in öğretme gibi bir sorumluluğu olmadığı gibi olsa bile bu fırsatı kullanma şansı yok. Bu nedenle Veysel kimseye saz çalmasını öğretmez. O çalıp söylerken orada yokmuş gibi sabırla gözleyip dinleyenler, kaptıklarını kendi çalışmalarıyla geliştirirse bir kazanım olur. Bu da ancak bir kaç öğrencinin hevesle işe girişmesiyle uzun bir süreçte başarılır. Yoksa Aşık Veysel’in, bizim mandolin çalışmalarında yaptığımız gibi, öğrenciyi karşısına dikip "Sazı böyle tut, pena ya da mızrabı böyle vur!” demesi söz konusu olamaz!” Efe ile Aşık Veysel'e gittiğimizi, gelişimize çok sevindiğini, bize en yeni parçasını çaldığını anlattım.

Ekrem'le Hüsnü gelmedi. Onları İzzet Palamar'ın gene tutsak etmiştir! diye düşünerek Kulübeye döndüm. İkisini de orada bulunca şaşırdım. Köye berbere gitmişler. Köyde kebapçı varmış; Ekrem Hüsnü'ye Kayseri işi kebap yedirdiğini söyledi. Kebap, benim bildiğim etten yapılır, bizim Lüleburgaz kebapçıları da ünlüdür. Edirne-İstanbul yolunun kasaba içinde iki tarafı da kebapçıdır. Kayseri'ninki farklı mı? diye Hüsnü'ye sordum. Hüsnü, “köylülerin yufkalarının bir türüne eti sararak yapılıyormuş. Ama bildiğin gibi değil çok lezzetli!” dedi. Böylece konuşmalarımız Kayseri üstüne başladı. Ben sözü uzatmak için:

-Kayseri deyince üç şey anımsıyorum; Erciyes, Pastırma, bir de Kayseri'nin 17. yüzyılda dünyanın en kalabalık 4 şehrinden biri olması.

Ekrem de buna şaştı, "Bunu ilk kez duyuyorum, Kayserililer bunu hiç söylemediler, sen nerden biliyorsun? diye sordu. Sanat Tarihi dersimizde Malik Aksel Öğretmenin:

-Anadolu Celâlî İsyanları deyince ilk akla gelmesi gereken acı olay, 100.000 insandan Kayseri'de 10.000 kalmasıdır. Roma, Bizans, Anadolu Selçukları sanat eserlerinden de hemen hemen bir şey kalmamıştır. Kayseri milat dediğimiz tarihle yaşıttır. İsa'nın doğumundan sonra sağlığında Roma İmparatoru Tiberyüs Roma İmparatorluğunu kuran Augustus adına kurdurmuştur. Bir bakıma babası için kurulduğuna göre öteki Roma kentlerinde ne varsa onların hepsinin yapıldığı kuşkusuz. Söz gelimi tiyatro, agora, hamam, görkemli gladiyatör oyunları için her kenttte kurulmuş büyük kuruluşlar, tanrılar için anıtlar, tapınaklar, kesinlikle Kayseri'de de yapılmıştır. Gelgelelim bunların bugün izleri bile yoktur. Kayseri'nin yakını sayılan o zamanın Ankara'sında bile günümüzde ayakta duran Augustus Tapınağı'nın bir benzeri Kayseri'de kurulmuştur. Ama günümüzde bunlardan eser yoktur. Hiç kalıntı yok anlamı çıkarılmasın; var da neye, kime ait olduğunu saptayacak ip uçları bile tahrip edilmiş. Roma ya da Bizans'tan geçtik, Kayseri’nin görkemli bir kent olduğu 16.-17. yüzyıllardan bile bir elin beş parmağı sayısınca tarih kokan eser kalmıştır!

dediğini anlattım, Ekrem şaştı:

-Kayserililer adına üzüldüm. Kayseri'de geçmiş yıllarda Ermeni, Rum, Musevi çok olduğunu onların çok çalıştığını anlatırlar, eski konakları gösterip, onlardan kaldığını söylerler ama daha eski tarihi kimse karıştırmaz. En çok söylenen, Kayseri'nin adı değişik olarak Hititler döneminde de olduğu, Mezopotamyalılarla (Sümer, Babil, Asur) ticaret yaptığı, Anadolu Selçuklu Devletinin dağılması sıralarında Mogollarca tahrip edildiği, daha sonra birkaç kez el değiştirdiği, Timur istilâsından sonra Osmanlı devletine katıldığı anlatılır, eski eser olarak Sahibiye Medresesi ile Ulu Cami gösterilir. Eski Kayseri surlarla çevriliymiş. Şimdi o sur yıkıntıları kentin pazar yerinde. Bir de mağaraları var.

Ekrem Kayseri üstüne fazla bir şey söylemeyince bunu fırsat bildim, onun için hazırladığım şiirlerle Erciyes Efsanesini okudum. Ekrem dikkatle dinledi. Bir hazır yazıdan okuduğumu sanmış:

-Kim yazmış bunu? deyip elimden yazıyı almak istedi, Elimdeki defteri verince daha çok şaşırdı. “Deftere mi yazıyorsun?” Öteki sayfalardan gösterdim. İyice şaşkınlaştı: “Nasıl yapıyorsun bunu?” “Hemen hemen her gün yazdıklarım oluyor!” deyip şiir defterimi verdim. Yaprakları çevirip defteri kapattı:

-Vallahi, pes doğrusu, sana söyleyecek söz bulamıyorum! Hüsnü uyumuştu. Hüsnü'ye baktı, sanırım ona bir şey söyleyecekti, vazgeçti. Yatalım mı? diye sordu, yattık.

Ekrem ne düşündü bilmem ama ben Ekrem'in belleğinin zayıf olduğu kanısına vardım.

 

18 Ağustos 1944 Cuma

 

Arkadaşlar uyanmış, konuşuyorlar. Ekrem'in daha önce ne söylediğini duymadım ancak Hüsnü “o öyledir” dedi, arkası bana dönük olduğu için uyandığımı farkedemedi, konuşmasını sürdürdü:

-O öyledir, ben onu Osman Peremeci'ye götürüp tanıştırdım. Onlar konuşmaya başlayınca ben aralarında yabancı kalıverdim. Sözü duyduğumu anlayınca ondan önce ben:

-Hadi oradan yalancı (!), yabancım olsan şimdi birlikte olur muyduk? Peremeci, her zaman görebileceğim bir insan değildir. Senin eski tanıdığın, üstelik beni sen götürdün. Sizi dinlemek için mi gidecektim?

Hüsnü, böyle bir tepki beklemiyordu, dondu kaldı. “Yanlış anlama var, konuşmanızdan memnun olduğumu söylüyordum!” Ben de:

-Ben inanırım, haydi öyle olsun! dedim. Oyuna geç kalmamak için ayrıldım.

* * *

Çakı Efe, Arpazlı zeybeği için “Ege bölgesinde en sevilen oyunlardan biridir. Öğrenmek istiyorsanız dikkat edin!” deyip, ilk figürleri göterdi. Ortaya gönüllü istedi. Önce biri, arkasından başka çıkanlar oldu, beğenildiler, aralara dağılıp oyuna başlandı. Birkaç tekrardan sonra Güvende'ye dönüldü. Çakı Efe “yarın da olmazsa Arpazlı defterden silinecek” deyip son sözünü söyledi.

Kahvaltıda, özellikle Yüksek Bölüme az kız gelişini irdelediler. Konuşmalarını giderek kendi yaşamlarına ters düşen bir yola soktular. Köylerde erken evlenme makbûl sayıldığı için, çocuklar o duyularla okullara heves etmek istemiyormuş. Karşı çıktım:

-12 yaşında ilkokulu, 18’inde Köy Enstitüsünü bitirir. 21 yaş çok mu geç olur? diye sordum. Bedia Öğretmen “bize sataşan var!” dedi. Çünkü hepsi 21’in üstündeymiş. Ben “23 yaşımı yarı ettim. Kime ne benim yaşımdan? Babam bana 30 yaş sınırı koydu, ötesi beni ilgilendirmez! Bence az kız gelmesinin nedeni, Köy enstitüsündeki kızların çalışması değerlendirilemiyor. Kızların neler yaptığını kimse bilmediğinden: Oralarda iş, varsa yoksa inşaat! deyip geçiyorlar!” deyince Ekrem beni alkışladı. Arkasından da:

-İnşaatın da salt kaba tarafı. Şuraya bakın koca bir kent durumundaki Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde 40 binanın, tek yönetime ayrılan küçük bir binası sıvalı. 4 yıllık öteki binalar, neden, sıvanmıyor? Sıvaya fazla para gidiyormuş. Sıvasız binaların ısıtma gideri sıvadan az mı sanılıyor?

Özellikle kızların yaptığı işlerin değerlendirilememesi, İlköğretim Genel Müdürlüğüne bağlı oluşa yüklendi. Kız Enstitülerinin sergileri anıldı. Belli yerlerde vitrinler açtıkları, sayılıp döküldü. Özellikle İsmetpaşa Kız Enstitüsü yıl sonu sergileri övüldü. Onlar konuşurken belleğimi yokladım, bizim Kepirtepe’de 30 kadar kız öğrenci vardı. Önce Bedia Akalın, sonra Pesent Ilgaz Öğretmenler durmadan onları çalıştırıyordu. Atölyelerine gereksinim olunca yapılan sergileme ya da asma işleri için gereken tahta işlerini genellikle ben yaptığımdan işlerini görüyordum. Dört yıl süren bu çalışmaların bir kez olsun Lüleburgaz'da halka gösterildiğini anımsayamadım. O nedenle kız anne-babaları “Kızımızı inşaata mı göndereceğiz?” gibisine bir yanılgıya girmiş olabilirler. Bunun neden böyle olduğu için de yorumlar yapıldı. Kız Enstitüleri, Millî Eğitim Bakanlığında özel bir genel Müdürlüğe bağlı. Oysa Köy Enstitüleri, İlköğretim Genel Müdürlüğü emrinde. İlköğretim Genel Müdürlüğü tüm Türkiye İlkokullarına, Öğretmen Okullarına, Köy Enstitülerine, üstelik bir de köylerde okul yaptırma işlerine el atmış. 40.000 köye 40.000 okul yaptıracak. Bunca iş arasında kızların el işlerini mi düşünecekler? Zaten baştan bölüm olarak sergileme işlerinden çok, pek görülmeyen olaylara bağlanmış; Ev idaresi, Çocuk bakımı.... Gene de “Tüm Köy Enstitüleri elbirliği edip ortak bir sergi açmalı!” dileğinde birleştik. 20 Köy Enstitüsü, en az 400 kız öğrenci vardır.

Yemekten sonra salona geçince piyanoya oturdum. Az sonra Nebahat Öğretmenin sınıfı geldi. Önce mandolinlerin akordu yapıldı. Tahtaya hazırladığım sözsüz parçaları çaldık. Bunlar gerçekte Seybold 1. keman metodundan seçilmiş melodik kısa parçalardı. Mehmet Öztekin Öğretmen geldi, çok beğendiğini söyledi. Parmağıyla göstererek üç öğrenciye tek tek ikişerli iki öğrenciye de çiftli çaldırdı. Bildikleri şarkıları sordu. Çocuklar, İlkbahar, Sonbahar, Daha Dün Annemizin, deyince Öztekin Öğretmen güldü:

-Annelerinizi mi özlediniz? dedikten sonra bana bakarak:

-Kanon çalışması mı? diye sordu. Ben piyanoya geçip ses verdim. Çocuklar dikkat kesildi. Çok yavaş olarak girişi önce çaldım. İşaret verince çocuklar canlı olarak bana katıldılar. onların bölümü bitince ben oldukça titiz gelişme bölümünü çaldım. Yeri gelince çocuklar gene katıldı. Kestirdim. Öğretmene dönerek “böyle bir ortak çalışma yaptık!” deyince Öztekin Öğretmen alkışladı:

-İbrahim senden bekliyordum, bu ne güzel buluş! Bu ne disiplinli çalışma! Deyince ben:

-Disiplin, tertip, düzen Nebahat Öğretmenin, o hazırlayıp getiriyor, biz de anlaşarak çalışıyoruz! derken İşbaşı zili çaldı. Çocukları uğurlarken Öztekin Öğretmen Nebahat Öğretmene teşekkür etti.

-Madem öyle anlaşmışsınız, bu yıl bu sınıfın Uygulama Öğretmeni (müzik uygulaması) İbrahim olsun!" dedi. Öğretmen ne düşündüyse:

-Bizde sınıf sorumlu öğretmenleri sık sık değişiyor! deyince Öztekin Öğretmen:

-İşin orasını bana bırakın, madem ki anlaşarak çalışıyorsunuz, hangi sınıfı verirlerse ben de İbrahim'i oraya gönderirim. İkinize de teşekkür ederim! deyip ayrıldı. Nebahat durdu kaldı. Çocuklar gitmişti, Öztekin Öğretmen de teşekkür edip ayrılınca hemen arkasından gitmedi. Heyecanlı, kuşkulu bir durumda yüzüme baktı.

-İşte sana bir oyun! Bu da gösteriyor ki yarın Etimesgut'a rahat rahat gidebileceğiz.

Nebahat nihayet gülümsedi:

-Zaten gitmeye karar vermiştik, gidelim! deyip ayrıldı.

Sevincimden heyecanlanmıştım. Birden kendime geldim. Yarın Faik Canselen ne diyecek? Oturup Haydn 60 numaralı sonatı, zamanı unutarak tekrarladım. Arada bir, “ders yılı içindeki uygulamayı nasıl değerlendiririm? Nebahat çok çekingen ya da öyle rol oynuyor. Nasıl bir tavır takınacak? Buradaki titizliği gösterecek mi?” diye düşünüp gene Faik Canselen Öğretmenin yüzünü düşlüyorum. Doğrudan “Olmamış!” dese o denli üzülmem, ancak alaycı bir tavır takınırsa bir daha yüzüne bakmakta zorluk çekerim. Şimiye dek bana yapmadı. Gerçi bir kaç kez:

-Bunu biraz daha pişirelim! gibisine uyarıları oldu ya, onları hafif uyarı saydım, çok tekrarlatmadım. Ne olur ne olmaz deyip, 59 numaralı sonatı da tekrarladım. Oldukça güven içinde kalkıp yemeğe gittim.

Yemek oldukça kalabalıktı. Kimi geceler kimse olmamasına karşın kimi geceler öğrenci masalarına dağılıyoruz. Bu gece de öyle oldu. Ziya Kaplan Öğretmenle oturduk. Asker biraderinden mektup almış, bizim savaş tehlikemiz halâ geçmemişmiş. Son zamanda verilen 40 ilde gece karartmaları o kaygıdan ileri geliyormuş. Hem dinledim, hem de arada gözlerim Nebahat'ı aradı. O da yemeğe gelmemiş. Ankara'ya gitmekten vazgeçtiğine karar verdim. İçimden:

-Gelmezse gelmesin; Öztekin Öğretmenin konuşmasından huylanırsa da aldırmam, kendisi bilir! dedim ama bir yanımda sanki sızı varmış gibi buruklaştım. Arkadaşlar kalkınca ben de onlara katıldım.

Kulübemiz bir bakıma bizim kimliklerimizi koruyor. Ne tam öğretmeniz ne de öğrenci. İstediğimiz kadar küçümseyelim bir enstitü öğrencisinin belirli bir kimliği var. Öğretmenlerin de öyle. İşlerde de öyle, çıkıp akordiyon çalıyorum. Oyunlar oynanmayınca yokum.

Hüsnü Tonberg' sarıldı. Sofya radyosu, uzun süre karşılıklı konuşma yayınladı. Hüsnü'ye göre bir Bulgar bir Rus'la konuşuyor. Yunanistan'da Krallık karşıtları dağlara çıkıyormuş. Onlar da Komünist yönetim istiyormuş. Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya, Yunanistan. Biz Almanlardan çekinirken daha çirkefleriyle çevriliyoruz. Acaba bunlar da Rusya gibi Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği gibi birleşirler de Romen, Yugoslav, Bulgar, Yunan Sosyalistler Birliği olur mu? Arada Arnavutluk da var. Al sana bir belâ daha. Birinden kurtulmayı beklerken daha tehlikelisiyle sarılmak! Ekrem daha sakin: “Dileyelim uyuşamasınlar! Zaten tarih boyunca anlaşamayıp zıt kaldıklarına göre, o dediğimiz zor olur.”

Olur, olmaz, olmasın! dilekleri içinde uyuduk.

 

19 Ağustos 1944 Cumartesi

 

Hüsnü, anne-baba kaygısıyla akşamki konuşmalarımızdan çok etkilenmiş olacak, uyanır uyanmaz Tonberg'i kurcaladı. Değişen bir şey yok; Sofya radyosu sabah sabah gaydayı dilllendiriyor. Neşeli mi kederli anlamıyorum. Hüsnü:

-“Her parçanın bir oyunu vardır. Duyanlar oynasın diye onları çalarlar. Bu da onlardan biri” dedi. Rahatladım, Hüsnü bunları düşündüğüne göre o denli üzgün değil, sonucuna vardım. Ankara'ya gideceğimi, biliyor; bir isteği olup olmadığını sordum; Yıldız almamı söyledi. Ekrem traş oluyordu, konuşamadım.

Hasan Çakı Efe gene Efe kılığıyla çıktı. Çocuklar alkışladılar. Önce başını dikleştirip ayaklarını sağa-sol oynatıp ellerini çırptı. Bu, Arpazlı Zeybeğini bir daha deneyelim anlamına geliyordu. Üç öğrenci seçti. Herkes dikkat kesildi. Ayırdıklarının birini tutarak, kendi yaptıklarını yaptırdı. Sonra öğrenci kendi yaptı. İkinciyi de denedikten sonra tüm daireyi gezdi, her öğrenci önünde durdu. Bana işaret etti, eliyle de ağır çalmamı istedi. Ben de gözleyebildiğim kadar çoğunun doğru yaptığı kanısına vardım. Doğrusu bu oyunu Kepirtepe'de ben de oynuyordum. Salt oynama değil öğretiyordum da. Ancak Efenin istediği kıvraklığı düşünmüyordum bile. Şimdi oynayan öğrencilerin bir çoğu da benim gibi:

-Biliyoruz ama Çakı Efe beğenmiyor! diyorlar. Dilimin döndüğünce ben de açıkladım:

-Efe oyunda ayakların el gibi, bacakların kol gibi duyarlı olmasını, biçimli hareket etmesini istiyor. Geçen gün ‘Bu oyunu bırakalım!’ demesine karşın bugün oynanmasına karar vermesi onun kendine güvenini gösteriyor, aynı zamanda sizlere güveniyor! Konuştuğum çocuklar sevindiler.

Efe cicili kılığıyla kahvaltıya katılmamak için ayrıldı. Kahvaltıda Nebahat Öğretmen:

-Fatma Öğretmenle biz de geliyoruz! dedi. Az uzakta oturduğumuz için soru sormadım, gelirlerse trende konuşuruz! diye düşündüm.

Salona uğrayıp alacaklarımı aldım. Yollarda kimse yok. Tren geldi durdu atladım. Tren hareket ederken sahiden Fatma Öğretmenle Nebahat Öğretmen ucu ucuna yetişti. “Gelmek istemiyordunuz, tren kaçsın diye bahane uydurmaya kalkıştınız ama Şef Selim'e (İstasyon şefi) söyledim, sizin için treni bekletti!” dedim. Fatma Öğretmen, “Sahi mi?” diye sordu. teşekkür etti. Nebahat susunca ben:

-Bunu daha çok Nebahat Öğretmen için yaptırdım! deyince Fatma öğretmene baktı; yüzü azıcık pembeleşti. Onlar, hemen bitişikte yer vardı oturdular. Ben ayakta Kayaş'a kadar gittik. Sayma (Saime) Kadın’da kalktılar, Nebahat Öğretmen:

-Biz plân değiştirdik, Fatma Öğretmenin Kurtuluş’ta bir hasta akrabası varmış, onu ziyaret edecek. Ben gene seninle Cebeci’de ineceğim, sence bir sakıncası yok değil mi? deyince “Buna çok sevinirim. Konservatuvara yalnız girmek zaten beni her zaman rahatsız ediyor. Benim gibi yalnız giren hemen hemen yok gibi.” Sözümü bitirirken Cebeci’de indik Fatma Öğretmen sanki bana; “Hadi göreyim seni, hallet bu işi, kandır şunu!” der gibi bakıp gülümsedi. Köprüden geçince Nebahat “Bu kez Piyano odasına çıkmayayım, utanıyorum!” dedi. Haklıydı. Ancak “Konservatuvara derse gelen sayısız çocuk, hatta yaşlı vardır. Onlarla gelenler için bir bekleme odası hazırlanmış. Orada bay, bayan sürekli insan bulunur!” deyip oraya götürdüm. Gerçekten 4-5 bayan vardı, bekleyen öğrenciler vardı. Ders yerime giderken Faik Canselen Öğretmenle karşılaştım. Faik Öğretmen ilk olarak:

-Arkadaşını getirmedin mi? diye sordu. Faik Öğretmenin kapıdan girerken görmüş olabileceğini düşünerek bir yalan kıvırdım. “O da geldi ama o, burada okuyan bir akrabası varmış, onu görünce birlikte bekleme salonuna gitti. Sanırım birlikte gidecekler, akşam trende buluşmak üzere ayrıldık.”

Faik Canselen Öğretmen çok ciddileşerek:

-İbrahim, arkadaşınla arandaki ilişkilerin derecesini bilmiyorum ama, evlenme işini sakın savsaklama. Bak, arkadaşın öğretmenmiş, temiz, tertipli, güzel bir insan. Sana çok antipatik daha doğrusu yamuk baksa birlikte gezmez. Yakınlık duymuş oluyor ki birliktesiniz. İşine karışmak istemem ama öbyle rastlantılar her zaman olmaz. Okulu bitirince nerelerde çalışacağın hiç belli olmaz. Sizin çok özel, değişken bir statünüz var. Milli Eğitim Bakanlığı şimdi övüyor mövüyor ama hiç belli olmaz, askerlerin bir gedikli sınıfı vardır, erle subay sınıfı arasına sıkıştırılmış, kocayıncaya dek orada hapistirler. Hemşireler de böyledir. Bir ara hastanede yattım. Bir hemşire gördüm, 10 doktora bedel. Hastaneyi o ayakta tutuyor. Burada, Ankara'nın içinde. Bunu Sağlık Bakanı da biliyor, Müsteşarı da. Binbir pisliğe bulaşmış Tıp Fakültesini bitirmişler bol bol aylık alırken o hemşire, hemşire aylığı ile yetinir. Siz de böyle olacaksınız demiyorum ama yeni bir oluşum içindesiniz. Sonunuz dilerim iyi olur. Öğretmenin bir öğretmenle evlenmesi bence çok isabetli olur!”

deyip bir kahkaha attı. “Müzmin bir bekâr ağabeyden sana övüt!” dedikten sonra notayı alıp piyanoya koydu. Haydn 60 nolu sonatı çaldım. Sadece “Pedalları daha titiz kullan. Ayakların ellerin gibi duyarlı olmalı. Bir de 59'u dinleyelim!” dedi. Onu da çaldım. Beğendiğini söyledi. “Parmaklarının artık Czerny'ye ihtiyacı var, Czerny 101'den 5, 19, 36, 52 nolu parçaları benim için, ötekilerden seçtiklerini de kendin için” diyerek güldü. O sıra kendisini bekleyen arkadaşı Kemal İlerici geldi. Ben izin isteyip ayrılırken ikisi de Öztekin Öğretmene selamlar gönderdiler. Koşarak bekleme salonuna indim. Nebahat yalnız kalmış. Konservatuvardan çıkınca sordum:

-Çok mu sıkıldın? Hiç sıkılmadığını söyleyince sevindim. Etimesgut'a trenle mi yoksa otobüsle mi gideceğimizi sordum. Gülümsedi. Şimdi gidersek, akşama dek orada benim sıkılacağımı, önce bir sinemaya gidip sonra gitmemizi önerdi. Ankara Sinemasında Misis Miniver oynuyordu, otobüse atlayıp filmin başına yetiştik

 

Filmi daha önce gördüğümü alt yazıları okumadan bakmayı yeğlediğimden konuyu tam anlayamadığımı, ancak bir savaş süreci yaşandığını, bu sıkıntılı yaşamda bir bayanın direncini anlattığını söyledim. Nedense Nebahat sordu:

-Sevdin mi onu?

-Film boyunca hep güzel taraflarını gördüğüm, cıvık, sevimsiz davranışları görmediğim için çok sevdim. Başka filmleri geldiğinde de kesinlikle görecğim. Sen de beğeneceksin, umarım gene beraber görürüz.

 

Greer Garson

Film başladığında Misis Miniver, yani bayan Miniver, evinde işleriyle uğraşmaktadır. Rahat, telaşsız bir görüntüdedir. Ansızın kapı çalınır. Bir subay haber getirir. Savaş zamanıdır. Misis Miniver'in eşi de askerdir. Dinledikleri onun için önemlidir.

Yer, İngiltere'de Londra yakınlarında; sıradan bir ailenin yaşamını anlatır. Ancak savaş onları da etkilemektedir. Evin bayanı bir ev kadınıdır, savaşla ilgisi yok gibi algılanıyorsa da savaşın zararları herkesi derinden etkilemektedir. Örneğin Üniversitede okuyan büyük oğul okulu bırakıp savaşa katılır. Bu arada oğul evlenmiştir de. Bir anne için bu iki olay da huzur kaçırıcıdır. Ancak, olan olaylara karşın yaşamak için diretmek anne-babalar için de bir görevdir. Yaşam her zorluğa karşın sürer. Evin annesi Kay, bir yandan savaş haberlerine, yapılan Alman uçak saldırılarına karşın barış zamanı gibi günlük ilişlerini sürdürür, bahçesini geliştirir güllerini yetiştirir. Eşinin yanında savaş gemisiyle düşman saldırısına bile katılır. Eve döndüğünde bahçesinde yaralı, fakat saldırgan bir Alman askerini yetkililere teslim eder. Asker olan oğlu Vin'i geliniyle birliğine götürürken Alman uçak saldırısına uğrarlar, gelin Carol ölür. Oğul görevine gider gelin ölmüştür. Tüm bu olumsuzluklara karşın yaşama direnir. Bölgede her yıl yapılan çiçek yarışmasında birincilik alışı onu sevindirir. Savaş bitiminde Kilisede toplanan halk vatan uğrunda ölümü doğal karşılayıp işlerini sürdürürler. Filmin sonunda İngiliz Hava Kuvvetleri uçakları uçuş yaparak zaferi müjdelerler. Halk da bir deyimimizin dediği gibi:

-Ölenler vatan için öldü, kalan sağlar bizimdir! dercesine evlerine dönerler.

Sinemada hemen herkes fısıltıyla konuşuyor. Ben yol kenarında oturuyorum. Sık sık elinde küçük fenerli görevliler nerdeyse her dakika yanımda. Nebahat bir içeri koltukta. Arkamı iyice araya dönüp yaklaştım. Hem tedirginim hem de vazgeçemiyorum. Bir ara o elimi tuttu. Görmediklik yapmamak için ağırdan aldım. Korka korka elini elime aldım. O yetmedi öteki eline uzanınca kendisi elini elime bıraktı, yavaşça "çok mu heyecanlısın?" dedi. Yavaşça:

-Beni duygusuz biri sanmıyorsun değil mi? Biliyorsun seni seviyorum. Bunu, sana karşı saklamamın bir anlamı yok. Senin sabır sınırlarını da aşmak istemem, çekingenliğimin gerçek sebebi bu. Sana göre durulması yerde durabilirsem sevginin bir anlamı olur. Ben öyle düşünüyorum. Bana güvenmelisin, tek istediğim bu. İstemediğin bir davranışta bulunur bana sırtını döndüğünü görürsem kendimi affetmem! Uzun bir süre yüzlerimizi tam göremememize karşın bakıştık.

Film bitince ağırdan ağırdan biz de çıktık. Nebahat Etimesgut'a gitmekten gene vazgeçti. Filmi bir daha izlemek istediğini söyledi. Özür diledim, “Yeni Sinemadaki filmi görmeni istiyorum, göreceksin çok farklı, bu tür konuşmalara rol açmayan bir film, Fantazya. Ben üçüncü kez göreceğim, bir de sen gör!” dedim. Olumlu karşıladı. Otobüse atlayıp film başlarken yetiştik. Biz otururken karanlıkta orkestra üyeleri de yerlerini alıyordu. Nebahat bir şey anlamadığı için sordu:

-Ne oluyor şimdi?Az sonra ünlü orkestra şefi Leopold Stokovsky çıktı. Arkasından Johann Sebastian Bach'ın Re Minör Chaconne (Partita No 2, BWV 1004) başladı. Orkestra şefi, ünlü Leopold Stokvsky.

Ben, içimden, hiç çaktırmadan Nebahat'ın çok sıkılmış olacağını düşündüm. Arkasından gelecek Tchaikovsky, Beethoven, Camille Saint-Saens'ın eserlerinde sıkılmaz diye düşünürken kulağıma eğilerek:

-Sakın sıkıldığımı düşünme, üzülürüm! derken zaten sahne değişti. Sevindim. Çevremizde hep konuşanlar olduğu için arada fısıltıyla konuştuk. 6. Senfonide Tchaikovsky balede açıklama yaptım. Filmden sonra gerçekten sıkılmadığını görünce mutlu oldum. Kitapçıya uğradık, Yıldız alınca, gülümsedi:

-Sen bunlardan mı öğreniyorsun filmleri? diye sordu. Gerçekten bu sayıda Greer Garson tüm endamıyla gösterilmiş, bir başka filminden ancak burada bir bilim kahramanı rolünde; Madam Curie.

 

Greer Garson laboratuvarda

Aile Bahçesine gittik. Hava sıcak olduğu için oldukça kalabalık. Az sonra B. M. M. Bahçesini önerdim, oraya gittik. Geldiğine pişman olup olmadığını sordum. Çok mutlu olduğunu söyledi. “Sen?” diye sordu. Doğrusu tedirgindim. Biraz da kendim yüzünden bu durumu doğru bulmuyordum. Akşam sabah birlikte olduğumuz Ekrem arkadaşı, birisine bağlanıp “Ah, vah!” edip durduğu için eleştirirken kendim de aynı duruma düştüğümü duyumsamaya başlamıştım. Üstelik Ekrem'in işi daha açık. Kız, “evlenmemiz şu, şu, şu koşullarda olabilir” diyormuş. Ben, evlenmeyi aklımdan geçirmediğim gibi adice yararlanmayı da düşünmüyorum. Evlenip yaşamını kurmaya çalışan, güzel, terbiyeli üstelik bana arkadaş olarak yakınlık gösteren birine nasıl kötülük edebilirim! Meclis bahçesinin iç taraflarını bilmiyormuş, çok rahat oturulacak yerler var. Ara ara insanlar oturuyor. İçlerinde bizim gibi olanlar da vardır, diye düşünürken Nebahat bir şeyler sezmiş olacak:

-Sen bir şeyler düşünüyorsun, filmden çıkalı beri seni izliyorum, rahat olmadığın besbelli! dedi. Ben de:

-Sen öyle değil misin ki? Önce kendine sordun mu bu soruyu? Nebahat:

-Sordum ama ben bir cevap bulamadım. İyisin, akıllısın, benden hoşlandığını da biliyorum. Seninle iki ikiye olduğum zaman da rahatım. Ancak, içinde bulunduğumuz topluluğa karşı sormasalar bile söyleyecek bir sözüm olmalı diye düşünüyorum. Öte yandan ailem, kendi verdiği kararı bir oldu bittiye getirip gerçekleştirmekte ısrarlı.

Güldüm. Biraz acımsı güldüğüm için kendi üstüne aldı:

-Söylediklerimi benim için önemsiz mi buluyorsun? Hemen:

-Hayır, söylediklerin senin kadar hatta bazı kısımları beni daha çok ilgilendiriyor. Çünkü, anne-babanın, çocukları olarak senin için düşlediklerini ben yerine getiremezsem onları üzerim ki, ben bunun acısına katlanamam. Daha fazla olarak seni de ortalıkta bırakmış olurum. Böyle bir duygusal gerginlik ortamında içinin kararmasına katlanamam. Senin gibi gerçek öğretmenliğe ulaşmış olsaydım böyle düşünmezdim. Ama işin gerçeği bu. Sinemadan çıktıktan sonra düşünceli olduğumu, söyledin, haklısın! Nedense filmi izlerken seni düşündüm, bir elin elimdeydi. Ötekini de almayı düşünürken birden bu konuştuklarım aklıma geldi. Kendimi okuduğum kitapların birinde anlatılan bir kişiye benzettim. Yazar sanki şimdi beni gözlemiş, şimdi yazmış kadar benzeşik bir, durum. Kitap, Beyaz Geceler, okumuş olabilirsin; Dostoyevski.

Okumadığını söyledi. Dinlerse olayı anlatmayı teklif ettim. Nebahat az düşündü:

-Sonu acıklı bitecekse anlatma! dedi. Kısa bir sessizlikten sonra ise anlatmamı istedi. Olayı kısaca özetledim:

İki sevgili, bir tren istasyonunda her gece buluşup dertleşiyor, gelecekleri için düşler kuruyormuş. Bu buluşma uzunca bir süre tekrarlanmış. Erkek arkadaş bir gece gelmemiş. Bir haber, bir iz de bırakmamış. Kız, arkadaşının sevgisine o denli inanmış ki, bırakıp kaçacağını aklı almamış. Bu nedenle aylarca, her gece istasyona çıkmış. Her çıkışta boynu bükük evine dönmüş. Ancak bir gece kızı yalnız gören bir sarhoş sokak kabadayısı, kızı yoklamış, zorla gideceği yere götürmek için sürüklemeye başlamış. Tenha bir yolmuş. Ancak gece gezmeleri seven bir delikanlı kızın çığlığını duyunca koşmuş, sokak kabadayısını etkisiz duruma getirip kızı kurtarmış. Kız şükranlarını sunmuş, kurtarıcısını iyi bir arkadaş kabul edip evine davet etmiş. Kurtarıcı delikanlı, müzmin bekâr takımından biriymiş. Ancak, kızın sevgilisine olan inançlı tutkusunu görünce sevginin bir anlamı olacağını düşünmeye başlamış. Ertesi akşam aynı istasyona gitmiş, dün gece belâlıdan kurtardığı kızı, orada gene bekler bulmuş. Gelen giden yokmuş ama kız beklemeyi sürdürüyormuş. Kurtarıcı delikanlı, kızla ilgilenmeye başlamış. Öyle bir zan uyanmış ki, bu vefasız birini bekleyen saf kız, kendisi istese geliverecek! Bir süre kızın gittiği istasyona sanki kızı koruyormuş gibi ancak gerçekte kıza aşık olduğundan ilgilenmeye başlamış. Sonunda kıza açılmış, evlenmek istediğini üstü kapalı olarak duyumsatmış. Tam bu sıra beklenen sevgili gerçekten o istasyona çıkagelmiş. Sevgilisinin geldiğini gören kız, kurtarıcıyı bırakıp eski sevgilisine sarılmış. Kurtarıcı şaşkın, evine dönmüş. Günlerce bu olayı düşünmüş. Bu sıra bir mektup gelmiş, Mektup kurtardığı kızdanmış:

“Sevgilimle evleniyorum. Nikâhımda bulunmanı çok istiyorum. Size teşekkür ediyorum! Evet, sevginiz için teşekkür ediyorum. Çünkü hayalime, uyanınca bile uzun zaman unutulmayan bir düş işlediniz. Çünkü bana kalbinizi içtenlikle açtınız, yaralı kalbime huzur, mutluluk vermek istediğiniz anı yaşadıkça unutmayacağım. Beni bağışlamakla kalbimde gömülü size ait anıları sonsuz şükran duygularımla bir kat daha yüceleştirmiş olacaksınız. Sizinle geçen mutlu dakikaları ölünceye dek saklayacağım. Kalbimin ihanet bilmediğini gördünüz. Birbirimizi yitirmeyelim, karşılaştığımız zaman bana elinizi uzatacaksınız değil mi? Lütfen beni bağışlayın. Beni eskisi gibi sevin, sevginize yaşamım boyunca muhtacım. “Evet” deyin, “seni unutmayacağım!” deyin. Çünkü şu anda da ben sizi öyle seviyorum ki! Bu sevgim, sizin beni sevmenizi hak edecektir. Bağışlayın, unutmayın, benim sizi sevdiğim gibi beni sevin!

Nastenka.

 

Sözümü bitirince biraz utanarak yüzüne baktım. Yüzünde hiç bir değişme yoktu. Mendilini çıkarınca ağlayacağını bekledim. Oysa mendilini eline alıp sıktı, hafif eğilip kulağıma söyleyecekmiş gibi yavaşça:

-Sen bu kararını bugün mü verdin, doğru söyle! dedi. Bugün vermediğimi söyledim, “ancak beraberliğimizin bu denli hızlı gelişmesini düşünemiyordum. Sen yakınlık gösterince ben yelkenleri fazla açtığımın ayırdına bugün vardım. Tıpkı yukarda özetini anlattığım mektuptaki delikanlı durumuna düşmek beni kaygılandırdı. Sen nişanlısın; annen-baban ağır basacak, bunu biliyorum. Sen de Nastinka gibi bana sabır dileyecek ya da salt güle güle diyeceksin!” Nebahat acımsı bir gülümsemeyle:

-“Böyle düşünmekte haklı olabilirsin. Ancak ben sandığın gibi bu konuda annemin, babamın isteklerine uymamaya çoktan karar verdim, yüzüğü de iade ettim. Bunu sana söyleyecektim. Senin dürüstçe davranışların bilgili okuyan, çalışan biri oluşun bir iki yıl daha bu hayatı göze alma cesareti verdi. Hele öğretmenlerinin sana karşı davranışları, seni öyle kenar köşe bir yere attıracak türden değil. Bu düşüncelerle Etimesgut deyip birlikte gezme numaramı oynadım. Tekrar ediyorum bu kuşkunu bugünkü bir davranışım için veriyorsan yanılıyorsun. Senin bana karşı nazik tavırlarını gördükçe seni inciticek bir durum yaratmamı sakın bekleme. “Adımız çıkar!” diye bir kaygın varsa, onu açık açık söyle. Bak ben kararlıyım adımız çıksa, yalan dolan karıştırmadan anlaştığımız üstüne konuşulsa bundan mutluluk duyarım. Gene de bu durumu sen değerlendir. Benim geriye dönüşüm söz konusu değil. Söylediklerinden alınmadım. Ama daha söyleyeceklerin varsa, onları da açıklamanı bekliyorum.”

Yüzüne baktım. Misis Miniver'den (Greer Garson) daha aydınlık, zerrece bir gizlilik noktası sezilmiyor. Elimi uzatıp elinden mendili aldım. Telaşlandı geri istedi. Ben:

-Mendili alınca ağlayacaksın sandım, şimdi rahatım ama mendil ortalıkta olunca rahat olamıyorum. Arkasından da “Seni şimdi daha çok sevdim. Haftaya Madam Curie'ye gidelim, seni Greer Garson'la iyice karşılaştıracağım!” dedim. Güldü. Gülünce gücenmediğini düşünüp rahatladım.

Bahçeden çıkıp Gençlik Parkına geçtik. Orada da az oturup trene yetiştik. Tren oldukça kalabalıktı. Nebahat için yer açan oldu. Ben de başında ayakta durdum. Kendi durağımıza inince karşılıklı söz verdik:

-Yapılan konuşmaları rüzgar aldı götürdü!

Nebahat yemeğe gelmedi. Bizimkiler kalkmak üzereymiş, az beklediler. Birlikte Kulübeye döndük.

Yıldız dergisinde pek bir şey yok ama film haberleri yetiyor. Greer Garson, Madam Curie. Ekrem sinirlendi: “Madam Curie bu kadar güzel olsaydı labarartuvarlarda çalışır mıydı? Siz çok yakışıklı bir erkek bilgin, çok güzel bir bayan doktor hatta öğretmen gördünüz mü?”

Film yıldızları nasıl güzel oluyor? Memleket memleket gezilerek aranıp seçiliyomuş. Ekrem birkaç ad biliyor, saydı. Greto Garbo İsveçli, Vivien Leigh İngiliz, İvan de Carlo Bulgar, Marlene Diedrich, Alman, İngrid Bergman, İsveçli. . . . . .

Gördüğüm iki filmi de anlattım.

Ben ne de olsa düşünceli, arkadaşlar iş yorgunu, daha fazla şamata etmeden yataklara serildik. Gerçekten uyuyacakmışım gibi yattımsa da, gözlerim kapalı ama beynim kaynadı. Bir ara Nebahat'ın bana ne anlattığını bile karıştrırdım. Yoksa bana resmen “Çek arabanı git” mi dedi? Gece yarılarına doğru uyudum.

 

20 Ağustos 1944 Pazar

 

Sabah Hüsnü uyandırdı. Toparlanıp oyun yerine yetiştim. Efe gene çağdaş Efe. “Arpazlı!” dedi bir iki adım atıp anımsattı. Arkasından oyun başladı. Uzun zamandır gelmeyen Müdür Rauf İnan geldi, oyunun sonuna dek kaldı. Öğrencileri izledi, uyarılar yaptı.

Kahvaltıda Bedia Öğretmen Nazif Balcıoğlu Öğretmene bir konuda çıkıştı:

-İşinize geldiğinde öyle, gelmediği zamanda böyle konuşuyorsunuz! dedi. Balcıoğlu Öğretmen duraksadı, kesinlikle sert bir söz söyleyecekti. Bu kez ben söz aldım, Bedia Öğretmene:

-Ne varmış sözü ters-yüz edip söylemekte? Bu bir yaratılış sorunu olabilir, örneğin ben öyleyimdir. Bu huyum, benim kanımdan geliyor. İsterseniz nedenini anlatayım. Herkes bana döndü. Ben,

-Bakın, çok sevilen şairimiz Faruk Nafiz Çamlıbel ne diyor! deyince herkes dikkat kesildi. Ben de:

 

“Nenem, 500 altına satılmış bir esirdi,
Dedem, 500 altını sayan Derebeyi;
Kurt kanı köpek kanı bir birine girdi,
Ortaya çıktı bir kurt köpeği.


İki zıt cevheri var damarımdaki kanın,
Biri elpençe divan duran, öteki durduranın,
Duran, sana gülerken durduran, bir hayvanın
Sırtında bir kadınla aşar karşı tepeyi!


Ben nenemden merhamet, dedemden kin almışım
Çini bir kase gibi başkadır, içim dışım,
Sana yaklaşmak için gülümserken bakışım,
"ISIR!" diye tepinir gözlerimin bebeği."

 

Faruk Nafiz Çamlıbel

 

Nazif Balcıoğlu Öğretmen şiiri biliyormuş, gülerek:

-Taşı gediğine koydun yeğen, bir şiire bakın bir de benim söylediğime. Gençlik budur işte bildiğini yutkunmadan söyler. Bir diyeceğiniz var mı buna Bedia Öğretmen? diye sordu. Bedia Öğretmen:

-Doğrusu ben tam dinleyemedim, bir daha okur musunuz? Bu kez Bedia Öğretmene dönerek:

-Şiiri size okuyorum ama bu şiir beni anlattığı için okuyorum, kimse üstüne bir anlam çekmesin. Bu kere şiiri daha yavaş, daha tane tane okudum. Ekrem dayanamadı:

-Herkes kendine dikkat etsin, içimizde iki ruhlular da olabilir. Ben hemen Ekrem'e karşılık verdim.

-O ben olamam, eğer öyle olsaydım Necip Fazıl Kısakürek'ten okurdum. Kısakürek'ten okumam istendi. Ben, “şiir düşüncemi yansıtırsa benimseyip ezberlerim. Mantığıma ya da zevkime ters düşenleri ise bakıp geçerim, cidi ciddi okumam bile.”

Arkadaşlar işe gittiler. Ekrem, bizim binadaki değişikliklerle ilgili çalışmalar yapıyormuş; üst boşlukta ara duvarlar kaldırılıp, üç bölüm dört olacakmış. Kızlar çoğalınca onların da ayrı yöneticisi olup orada kalacakmış. “20 kız için mi bu işler?” deyince Ekrem:

-Gelecekte 60 hatta 100 olabilir! diye düşünülüyor dedi. Hüsnü de, Veteriner uzmanları geleceğinden söz etti. Onlar yalnız pazar günleri gelebiliyormuş.

Onlar gidince kitaplığa uğradım. İlk yokladıklarım Varlık Dergileri. 15 günde bir çıktığı için bakmadıklarım oluyor. Oturup karıştırdım. Karıştırırken bir ad ilgimi çekti; Şinasi Özden. Öğretmenlerimiz Sabahattin Eyuboğlu ile Yunus Kazım Köni'ye sorduğu gibi daha sayısız ünlü yazara sorular soruyor. Şinasi Özden aynı zamanda şair, şiirleri var. Şinai Özden'in şiirlerini sevdiğini söyleyen Talip Apaydın, salonda temiz tutulmasını istediğim yazı tahtasına zaman zaman şiir dizeleri yazıyor. Tahtanın temiz tutulmasından, daha doğrusu salonun düzeninden ben sorumlu olduğum için zaman zaman Talip Apaydın'a çıkışırım. Gerçi bu çıkışma gönül kırgınlığına dek uzanmaz ama gene de hoş olmayan bir olay. Kimi zaman, özellikle Faik Canselen Öğretmen derse girer girmez tahtaya bakar, temiz değilse beni uyarır. Sınıfta Faik Canselen Öğretmenin tek piyano öğrencisi olduğum için onun nazı bana geçeceği için bu uyarıyı yapıyor ama, kimi zaman rahatsızlık duyuyorum. İşte o zamanlar ben de Talip'i paylıyorum. Talip Şinasi Özden'in tüm şiirlerini değil salt Anadolu'nun kaderinden bahseden şiirlerini seviyormuş. Şiiri ben de sevdiğim için daha fazla üzerine gitmeye de kıyamıyorum. Biraz da özlemiş olmanın etkisiyle Varlık'ları karıştırırken Şinasi Özden'in hem yazılı sorularından hem de şiirlerinden kitaplıktaki Varlık sayılarından bir deste topladım. Gerektiğinde yazdıklarımı göstererek:

-Yazmana gerek yok, senin kadar biz de seviyoruz Şinasi Özden'i de şiirlerini de! diyesim aklımdan geçti. Bunu gerçekleştirmek için Varlık Dergilerinden bir deste oluşturdum. Şiirler bir bahane, esas ünlü yazarların Edebiyat üstüne fikirlerini el altında tutmaktır.

      

“Hasan Ali Yücel, 1897 doğumlu, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölününü bitirdi. İzmir, İstanbul liselerinde felsefe okuttu. Okul Müdürlüğü, maarif müfettişliği yaptı. Fransa'da kaldı, oranın maarif sitemini inceleyip kitap olarak yayınladı. Ayrıca, Dergâh, Yarın, Yeni Mecmua dergilerinde sürekli, şiirler, makaleler yazdı. İzmir Milletvekili olarak T.B.M. Meclisine girdi. 1938 yılında Milli Eğitim Bakanı oldu. Bu görevini sürdürmektedir.”

 

"Falih Fıfkı Atay. 1894 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul, Darülfünun Edebiyat Fakültesi'nden mezun oldu. 16 yaşında gazeteciliğe başladı. Akşam Gazetesi'nde Kurtuluş Savaşını destekleyen yazılarıyla ün kazandı. Büyük Savaş'ta Mısır Cephesinde görev yaptı, anılarını Zeytin Dağı adıyla kitaplaştırdı. Cumhuriyet ilanından sonra T.B.M. Meclisine girdi, C.H.P resmi yayını olan Ulus Gazetesinin sürekli yazarıdır. Roman adlı kitabıyla, adının roman olmasına karşın Cumhuriyet yönetimiyle sömürüden kurtulmayı uman halkın, sürüp giden kapkaççılığa karşı dikkatini çeken olaylar anlatmıştır. Dış ülkelere yaptığı gezileri, gözlemlerini kitaplarda toplamıştır. Bizim Akdeniz, Moskova-Roma, Kaybolmuş Makedonya v. b. gibi."

    

 

 

 

Abdülhak Şinasi Hisar

“İstanbul, 1888 doğumlu. Galatasaray Lisesini bitirdikten sonra Paris Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde okudu. Yurda dönünce özel şirketlerde, bankalarda çalıştı. İlk yazıları eleştiri üzerinedir. Dergâh, Yarın dergilerinde yazdı. Şiirleri de yayınlandı. Sonradan anılara yöneldi. Fahim Bey ve Biz eseriyle C.H.P ödülünü kazandı. Çamlıcadaki Eniştemiz kitabının çıkacağı söylentileri gazetelerde konu ediliyor.”

      

“Agâh Sırrı Levend, 1894 Rodos doğumludur. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesini bitirdi. Liselerde Edebiyat öğretmenliği yaptı. Kurucuları arasında bulunduğu özel İstiklâl Lisesi müdürlüğü yaptı. Şimdilerde T.B.M.M Aydın milletvekilidir. Çalışmalarını daha çok araştırmalara kaydırmıştır. Liselerde okutulan Edebiyat Tarihi Dersleri kitaplarını yazmıştır. Maarif ve Milli Terbiyemiz, Eserler ve Şaheserler, Divan Edebiyatı, Tanzimat Edebiyatı, Servetifünun Edebiyatı dizisinden başka bir de Acılar adlı roman yazmışır. Ayrıca Divan Şairleri üstüne incelemeleri sürmektedir. Örneğin Nabi'nin Sur-nâme'si gibi.”

 

      

Kemalettin Kamu

“Bayburt, 1901 doğumludur, İstanbul Erkek Öğretmen Okulunda öğrenciyken okulu bırakıp Kurtuluş Savaşına katılmak üzere Ankara'ya gitti. İlk işi Anadolu Ajansında çalışmak oldu. Savaş bitince İstanbul'a dönerek bıraktığı okulunun sınavlarını verip diploma aldı. Bu kez de Anadolu Ajansının Paris temsilciliğine atandı. Bu süreçte Paris Siyasal Bilgiler okulunu bitirdi. Yurda dönünce T.B.M.M’ye Rize Milletvekili olarak girdi. Kurtuluş Savaşı yıllarında Dergâh dergisinde çıkan şiirleriyle ün kazandı. Daha sonra da Oluş, Varlık Dergilerinde şiirleri çıkan Kemalettin Kamu'nun özellikle gurbet, savaş, aşk konularındaki şiirleri yaygın halk kitlelerini etkilemektedir. İzmir Yollarında, Bingöl Çobanları, Gurbet şiirleri güncelliğini korumaktadır.”

 

     

Peyami Safa

“İstanbul, 1899 doğumlu. Ünlü bir yazar olan İsmail Safa'nın oğludur. İsmail Safa saraya karşı yazılarından dolayı Sivas'ta sürgündeyken ölünce, Peyami Safa 2 yaşında babasız kalmıştır. Baba yokluğu özlemi sürerken 9 yaşlarında ölümcül bir hastalığa yakalanır. Yaşam direnciyle hastalığı kısmen atlatıp 13 yaşında çalışmaya başlar. Yakını bir öğretmenin yardımıyla çocuklara yol göstericilik yapar. 19 yaşına girince yazarlık denemelerine başlar Yirminci Asır adlı bir akşam gazetesi çıkarır. İmzasız olarak yazdığı yazıların yazarlarca tutunmasından sonra açık adıyla birçok gazetede yazıları çıkmaya başladı. Sözde Kızlar, Mahşer, 9. Hariciye Koğuşu, Fatih-Harbiye adlı romanları vardır.”

 

 

 

Behçet Kemal Çağlar,

“1908 yılında Erzincan'da doğdu. Zonguldak Yüksek Maden Mühendislik kolunu bitirdi. Öğrenciyken daha yazdığı coşkulu, devrimleri savunan şiirleri çok sevildi, politikaya atladı, Parti Müfettişliği yaptı, T.B.M.M. üyesi oldu. Öğretmeni olan Faruk Nafiz Çamlıbel'le birlikte sözlerini yazdıkları Onuncu Yıl Marşı ününü pekiştirdi. Erciyes'ten Kopan Çığ, Burada Bir Kalp Çarpıyor kitaplarını yazdı. Süreli Radyo konuşmaları yaptı; radyo şiir saatleri düzenledi. Halk geleneğine uygun şiirlerinde Ankaralı Aşık Ömer geçici adını kullanmaktadır.”

 

Nurullah Ataç

“1898 yılında İstanbul'da doğdu. Galatasaray Lisesi'nden sonra Edebiyat Fakültesi'nde okudu. Okulların verdiği yabancı dil bilgisiyle yetinmeyip kendi çalışarak iyi Fransızca öğrendi. Meslek olrak öğretmenliği seçti. Kısa bir ara vermesi bir yana yaşamını öğretmen olarak sürdürdü. İstanbul, Adana Liselerinde öğretmenlik yaptı. Şimdi de Ankara'da mesleğini sürdürmektedir. Dergilerde oldukça çok deneme, eleştiri yazmasına karşın bunları kitaplaştırmadı. Eleştirileri, genellikle eski kalıplara sarılıp kalmış kuşaklara karşıydı. Yeni Şiir akımı başlayınca Nurullah Ataç gençlerin yanında yer aldı. Usta bir çevirici olarak özellikle Fransızca'dan çeviriler yaptı. (Stendhal, Kırmızı ve Kara)”

 

* * *

 

Şinasi Özden'in elimizdeki son dört yıllık Varlık Dergilerinde çıkan ya da benim saptayabildiğim şiirleri özel olarak arkadaşım şiir sever Talip Apaydın için alınmıştır. Bundan sonraki sayılarda da çıkarsa onları da ekleyeceğim.

 

 

 

 

 

 Tüm pazar günümü bunlarla geçirdim. Arkadaşların aklına kitaplık gelmediği için beni iki kez bizim salonda aramışlar; alt odadaki piyano başında uyuduğumu düşünerek oraya da bakmışlar. Yazdıklarımı anlatınca güldüler. Ekrem, bizim sınıftan olmadığı için gülüşünü hoş gördüm; ancak Hüsnü Yalçın'a sordum: Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenle Hamdi Keskin Öğretmenin son derslerinin konuları neydi? Edebiyat-Dil konusunda yenileşme tartışmaları. Hamdi Keskin Öğretmen bir şiir kitabı getirdi; Baki Süha Ediboğlu'nun Türk Şiirinden Örnekler. Bir çok şairden şiirler okuduktan sonra kitaba eklenmiş üç şairden söz etmişti. Orhan Veli Kanık- Oktay Rifat- Melih Cevdet Anday. “Kitabın yazarı Baki Süha Ediboğlu, bu üç genç şairin, şiirde kafiye, vezin, hatta mecaz sanatlarının yersizliğini öne sürüyorlar!” dediğimde Hamdi Keskin Öğretmen:

-Bu istenmeyenler Divan Şiirinin vazgeçilmez ögeleridir. Yeni şiirde bunların yerine ne konacak merak ediyoruz! demişti. Aynı konuşma Sabahattin Eyuboğlu öğretmene anlatılınca gülmüş:

-Divan Şiirinde o var dedikleri, başka ulusların şiirlerinde de yok ama, o ulusların şiirleri var. Kim İngilizlerin Shakespeare'ine, Byron'una, Shelley'sine, Almanların Goethe'sine Lessing'ine Schiller'ine, Rusların Puşkin'ine yok diyebilir? yanıtını vermiştir. Ben bundan kendime göre bir sonuç çıkardım; bu önümüzdeki yıllar bizim derslerimizde de konu olacak. Varlık Dergisi işte bu konuyu soruşturuyor. Bizim Bakanımız Hasan Ali Yücel başta olmak üzere bir çok değerli yazar-şair soruları cevaplıyor. Bunlardan bir kaç örnek almayı yararlı buldum.

Yemeğe konuşa konuşa gittik. Nebahat Öğretmen nöbetçiymiş. Fatma Öğretmenle birlikte öğrenciler arasında geziyorlardı. Biz oturunca yanımıza geldiler. Pazar akşamları genellikle öğretmen masaları tenha olur. Biz, Üç Ahpap Çavuşlar kendi konularımızı konuşurken Nebahat Öğretmen konuşmamızı böldüğü için özür diledikten sonra bana dönerek:

-Arkadaşlar diyor ki, bizi operaya götürdü. Teşekkür ederiz, bir de sinemaya gitme olanağı sağlar mı? O çok beğendiğini söylediğin bayan, Madam Curie rolünü oynuyormuş. Topluca görmemiz bizi çok sevindirecek!

Benden önce Ekrem kaç kişi olduklarını sordu. Yedi bayan öğretmenmiş. Ekrem, şaka ediyorca:

-Bu kez de biz götürelim, siz gününü karar verin, iki gün önceden de bana haber iletin! Bayanlar teşekkür edip ayrıldılar.

 

 

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ