27/5/1998 Fax-No.90. 27/5/1998
Cumhuriyet Gazetesi, Söyleşi köşesi
Attila İlhan’a 2. soru
Haruniye İstasyonu gerçekten var mı?
Daha önce belirttiğim alıntınızda ilginç olan yan, bence Toros Ekspresi’nin beklendiği yerdir. Ancak, Toros Ekspresi de tıpkı öteki ekspresler gibi büyük istasyonlarda durur. Bu bir arz-talep işidir, yolcu sayısı ile doğrudan bağlantılıdır. Olay, böylesi bir gerekçeye bağlandığında, söz konusu tarihte Haruniye İstasyonu, dolayısıyla ekspres bekleyen yolcu hele hele yolculara “Lacivert mehtaplı gecelerde görkemli Çukurova‘nın o aydınlık yıldız kümeleri, kehkeşanları altında Mozart çaldırıp dinletmek ”Düş Dünyasının Piri” sıfatını taşıyan Jules Vernes’ in bile kıvıramayacağı bir kurgu ustalığıdır.(!)Bunu, sanırım var olan yeteneğinize Yeçilçam deneyimlerinin(!) kazandırdığı “Al takke ver külah, sonrası eyvallah!” anlayışının dürtüsel etkisiyle becerdiniz(!)ya da becerdiğinizi sanıyorsunuz. Olayın gerçekle ilgisi olmadığını kanıtlamanın, kolay olacağından kuşku duymadığım için rahatlıkla sonucu muştuluyorum. Sonraki tarihlerde sığıntı psikolojisi içinde başka diyarlarda algıladığınız, içiniz yanarak katılamadığınız sahnelere mekan değiştirerek imgesel bir kurgulama olduğu kesin. Ancak öne sürdükleriniz sıradan bir gözlemden çok, belli bir okuyucu katmanına çağrışım uyarması, bir bakıma “ Parolayı Unutma! ”desturu çekildiği izlenimi de vermektedir. Böyle olunca, sonucu bildirmenin yeterli olmayacağını düşünerek, niçinleri, nedenleri üstüne de birkaç söz söylemek gereğini duydum. Gerçek olmayan bir istasyonda ekspres duramaz. Bunu siz çok iyi biliyorsunuz. Bildiğinizi “Nerden biliyorum?” diye soracağınızı sanmıyorum. Siz en çaylak yazarlık döneminde bile, istasyonları, illeri, ilçeleri pekâlâ sıralamıştınız. Şu Yolcu Abbas‘la yaptığınız o günlerin modasına uygun Anadolu turlarınız birilerinin de söylediği gibi haritadan izlemek bile olsa inandırıcıydı. Bu kez neden böyle bir meçhul(Gerçekte olmayan) istasyona gerek duydunuz? Herhalde niyetiniz, bir zamanlar oldukça ilgi uyandıran Metin Erksan’ın Müthiş Tren’i gibi, bir olay yaratıp, okuyucunun Raylı Taşımacılık konusuna ilgisini çekmek değildi. Gerçi psikoloji biliminin çağrışım, bir ölçüde de algılama mekanizmalarını çalıştıracak etkenleri ustaca kullanıyorsunuz ama, kuşkusuz bunlar, daha çok ikinci derecedeki değinileriniz için geçerli olabilir .Besbelli ki Haruniye İstasyonu ya da Sabun Çayı ovasındaki mehtabı anlatmak gibi bir niyetiniz yok. Hele Toros Ekspresi’nin gecikmeli gelmesinden yakınacağınızı hiç mi hiç düşünmüyorum. Mozart dinleme gibi bir evrensel tutkunuz olacağını ise aklımın kenarından geçirmiyorum. İşte gerçek niyetinizin püf noktası(Size göre ALTIN KESİM)bu noktada zübek gibi ortada kalıyor!
Çok ustaca çağrışım dalgalandırması yöntemiyle, kişilerdeki algılama mekanizmalarını devindirip, karınca kaderince (çapı ölçüsünde) amaç dışı titreşimlerle kardan adam oyunu oynamayı seviyorsunuz. Evet, bu bir tür kardan adam oyunudur. Derme çatma çağrışımlarla kişilerde, sözüm ona eski bilgileri (Depreştirmek istediğiniz olayları) anımsatarak beyinlerdeki kalıntılara yeni boyutlar kazandırmak! Geçici bir süre için de olsa bilince çıkıp kaybolan anılardan yararlanma yöntemi ki, eski fotoğrafçılık ustalarından (Yani, ilk çekilen karalardan yararlanmalar.) esinlenmiş yazarlık numarası olsa gerek. Ömürsüz demek bile fazla, severek yapılmış bir kar topundan bile daha az ayakta durabilecek bir numara! Ancak çabuk erir gider ama, izleri kalır, kirli karların izleri gibi. Yazık ki gerçek durum bu. Olayın sunuluş biçimini bir daha anımsayalım; Toros Ekspresi, Haruniye İstasyonu. Böylesine kesinlik karşısında bir ad yanılgısı öne sürülemez. Hani derler ya, ”Alsancak yerine Balıkesir, Bulanık yerine Bulancak deyivermişim!” gibilerden, filan feşmekan türünden bir kıvırma yapılamaz. Ayrıca Haruniye, Adana-Fevzipaşa tren hattından çok içerde kalır. Buna, (Kuzey yönünde)Bahçe –Kadirli hattı üstündedir de diyebiliriz. Günümüzdeki, Haruniye ile tren hattı arasından geçen kara yolu bile Haruniye’ye 15 km. dir. Ayrıca tren hattına yakın başka köy vardır. Gerçi takvim olarak belirtilen 1940 yılından başlayarak, Haruniye’ de kurulmuş bulunan Düziçi Köy Enstitüsü, T.C.D.D. Yollarından yararlanmıştır. Ancak bu yararlanma uzun süre salt eşya, ağır yükler düzeyinde olmuştur. Örneğin Osmaniye-Bahçe arasında bulunan Yarbaşı (Yarbükü) denilen yokuşlu virajda bir kapalı hat yapılmış, uzun vadede yük vagonları buradan doldurulup boşaltılarak gene yük katarlarına takılıp gerekli yerlere gönderilmiştir. Adı geçen yerde yolcu treni durması, insan inip binmesi söz konusu değildir. Ancak özellikle Bahçe yönüne giden trenler zorunlu olarak yokuşta yavaşlamaktadır. Böyle durumlarda tüm alınmış önlemlere karşın kimi Tarzan özentileri bir süre yuvarlanmayı göze alarak şanslarını deneye gelmiş, durum uzun yıllar böyle sürmüştür.1946 güzüne gelindiğinde yaşanan bir olay, sanırım bunun en sağlıklı kanıt belgesi yerine geçecektir.1946 yılı kasım sonlarında zamanın Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer, Köy Enstitüleri konusunda nihai kararını vermek içini, yurdun tüm alanına dağılmış bulunan 20 okulu görmek istemiştir. Sorumluluğunu azaltmak için de kalabalık bir ekip oluşturarak incelemelerine başlar. Bakan özel ekibiyle rahat dolaşmak için, o günün koşulları içinde bir özel vagon ayırtarak D.D. Yolları olanaklarından yararlanır. Böylece söz konusu okulların en yakın tren istasyonlarına dek gider. Sıra, Haruniye (Düziçi) Köy Enstitüsü’ne gelince Adana-Fevzipaşa arası çalışan trene takılan teftiş vagonu düşünüldüğü gibi Yarbükü’ de kesilemez, zorunlu olarak Fevzipaşa’ ya gidilir. Karşıdan gelecek trenin gecikmeli gelişi bekleyenleri iyice tedirgin etmiştir. Bu kez, çok gecikmeli gelen tren de söz konusu vagonu Yarbükü’ de bırakamayınca gerisin geri Toprakkale’ ye dönerler. Zaten doğuştan kasıntılı bir yaratılışı olan Reşat Şemsettin Sirer, bildirdiği saatten 24 saat gecikmeyle okula geldiğinde, estirmiş olduğu havanın tam tersi, üzgün, çaresiz, sıradan bir vatandaş durumuna düşmüş olması, karşılayanları oldukça şaşırtmıştır. Tüm öğretmenlerle yapmış olduğu toplantıda, kendi ilkelerinden, projelerinden çok tren yolculuğu sıkıntılarını anlatmış, dinleyenleri acındırmıştı. Yıllardır taşıma konusunda bu sıkıntıyı çekmiş olan okul müdürü Lütfü Dağlar, önceki girişimlerini sıraladıktan sonra bu olayı da ekleyerek bir daha ilgili bakanlığa(O zaman Bayındırlık Bakanlığı) baş vurur. Bir süre sonra hazırlıklara başlandığı bildirilirse de, ancak iki yıl sonra Yarbükü denilen yerde trenle durmaya başlar. Tarih, 1948 yılının kasım ayını göstermektedir.
Üniforma dediğiniz şu Köy Enstitüsü öğrencilerine T.C. Devletinin çaresizlikten giydirdiğini söylediği asker giysilerini ima ediyorsunuz herhalde! Onların da utanç verici bir öyküsü vardır. Ne var ki bundan utanacak yüzlerin önce insan yüzü olması gerekecektir. Olayı şöyle özetleyebiliriz. T.C. Devleti’nin Milli Eğitim Bakanlığı, her türlü bakımını üslenip öğretmen yetiştirmek üzere sınavla öğrenci toplamış, okutmaya da başlamıştı. Kimi okullar 2.yılını kimileri de 3.yılını doldurunca ödenek yetersizliği öne sürüp, öğrenci haklarından kısıtlama yapmıştır. Savaş nedeniyle tüm insanlarımızın çektiği yokluklar elbette burada da çekilecekti. ”El ile gelen düğün bayram!” özdeyişine kim uymaz ki? Ancak buradaki hak kısıtlamaları Köy Enstitülülere özel uygulanmış bir yasa dışı durumdu. Tüm yatılı okullara verilen yemekler Köy Enstitülerine verilmişse kim ne diyebilir? Tüm yatılı okullara, özellikle öğretmen yetiştiren okullara eş değerde giysi verilmişse kim ne diyebilir? Dikkatinizi çekerim, işte bunlar yapılmamıştır. Köy Enstitüleri’nin yiyecekleri kesilmiş, Milli Eğitim Bakanlığı, dolayısıyla T.C. Devleti Köy Enstitüsü öğrencilerine, o dillere destan ettiği Sümerbank Üretimi ürünlerinden yuvarlak olarak yılda 2-4 m. kumaş ayıramamıştır. Gene de insaflı(!) davranıldığını söyleyebiliriz, çıplak kalmalarına razı olunmamış(!),Milli Savunma Bakanlığından hibe olarak aldıkları o Üniforma payesi(Estağfurullah!”)verdiğiniz örtünmeleri giydirmiştir.(!) .Minareyi çalacaklar kılıfını da düşünürmüş, burada da aynı numara tekrarlanmıştır. Köy Enstitüleri aynı zamanda birer iş okuludur. Öğrenciler, kültür derslerinden sonra atölyelere gideceklerdir, değiştirme zorluğunu ortadan kaldırmak için tek giysi yeğlenir(!)Bunun enayicesini yok sayarsak; Köy Enstitüsü Öğrencileri maddesinin üstüne bir bant çekilmiştir. Varsın sosyoloji –psikoloji kitapları; giyim kuşam denilen olayın insanların en doğal eğilimlerinden biri olduğu, bu eğilimin onun gelişmesinde devingenlik yarattığı yazılmış olsun, kim korkar sosyolojiden, psikolojiden? Amaç Köy Enstitüleri’nde okuyanların o vazgeçilmez toplumsal eğilimlerinden yoksun kalması, birilerine göre farklı gelişip yine birilerine göre toplum değerlendirmelerinde düşük puan toplayıp dillenmelerini sağlamaktı. Öyle ki,50 yıl sonra bile zübük takımı Köy Enstitüleri konusuna eğilirken, ne yapılmış binalarına, ne yetiştirdikleri meyveliklere ne de oralardan yetişmiş yeteneklerin yapıtlarını görmüyor. Gördükleri, duydukları ya da anımsadıklarını sandıkları tek değişmezlik boz elbiselerdir. Oysa olay her yönüyle bir yurt sorunudur, T.C. Devleti’nin tarihsel bir onur değerlendirmesi yanılgısıdır. İlginç olan taraf, Köy Enstitüleri öğrencileri bu ayırımcı tutumu güçleri ölçüsünde daha o günler dile getirmiş ama zaten sağır olan basın tümüyle kulaklarının üstüne yatmış üç beş kuruş ilân parası karşılığı vicdan mekanizmalarını İlân Kurumuna kiralamıştır. Öğrenciler gelince, onların o günkü koşullarda diretme gibi bir lüksü yoktur, kendi aralarında bir birlerinin hınçlarını frenlemekten başka bir eyleme girişemezler. Bunu ailesel bir kader sayıp boyun eğerler. Bu tevekkülün bir başka acı yanı daha vardır; Köy Enstitüsü öğrencileri’ nin babaları bu boz giysileri yıllarca giymiş “Mehmetçik” nöbetlerini tutmuştur .Bu kez savaş nedeni öne sürülerek gene toplanmışlar bir o kadar yıl gene kışla yaşamına katılmışlardır. Babalarını uzun süre bu kılıkta gören öğrenciler durumu olağan sayarak bir ölçüde teselli bulmuşlardır. Ne var ki, savaş mavaş bahaneleriyle, yiyeceğini, giyeceğini makaslayan devlet, beş yıllık öğrenime karşı koyduğu 20 yıllık zorunlu hizmette indirim düşünmemiş, tersine, sözün tam anlamıyla Kurtlaşarak fırsatını bulunca dişlerini göstermiştir.10 yıl çalıştıktan sonra ayrılmak isteyenlerden bile 20 yıl bedeli istemiştir. Kısacası Köy Enstitüleri kurum olarak, orada okuyanlar, yurttaş olarak, bizzat T.C. Devleti yöneticileri tarafından resmen ikinci sınıf düzeyine düşürülmüş, yurttaş eşitliğini görmezden gelip Cengizhan yasası uygulamıştır. T.B.M.M’ inden çıkarılmış yasaların sunuluşunda, tartışılmasında, benimsenip uygulamaya konuluşunda bile kullanılan söylemler dikkatle incelenirse bu acı gerçek kolayca anlaşılacaktır. Olayı bu yönleriyle ele alıp incelemiş olduğum için rahatça soruyorum::
-Köy Enstitüleri’nde bu koşullarda okumuş bulunan öğrenciler, söz konusu açılardan sorgulanmalı mı? Bir sorgulama yapılacaksa sorgucu hangi taraf olacaktır? Tartışıla gelinen süreçte değerlendirme ölçüleri hep “Dayıların “elinde tutuldu. Eksikler, kusurlar hangi şablona göre? Kişiler arasında değerlendirilecek olan bu tür yaklaşımları burada gene T.C. Devleti yöneticileri yapmıştır. Çok bireysel gibi görünecek ama ilginç bir örnek olabilir. F.E.Bir öğretmen okulunda müdür olarak çalışmıştır. Reşat Şemsettin Sirer Milli Eğitim Bakanı olunca kendi seçim bölgesindeki bu müdürü Hasanoğlan Köy Enstitüsüne getirir .F.E kısa sürede de genel müdür olur. Bu görevdeyken bir yüksek okula yolu düşer. Son sınıfların sınav günleridir. Genel müdürün eski 6 öğrencisi sınava girmektedir. Genel müdür bunların başarılı olacağından çok emindir. Yanlarına bir başka öğrenci gelir. Bir rastlantı bu da genel müdürün kısa süre görev yaptığı Köy Enstitü çıkışlıdır. Genel müdür öğrenciyi biraz süzdükten sonra besbelli acıyarak ”Sınavlarda başarılı olmak kadar olamamak da vardır,2.,3. girişlerde başaranlar çoktur!” der.7 öğrenci arkadaş bu sözleri dosdoğru anlamıştır. Daha sonra bu sözlerin orada söylenmemesi gerektiğini tartışmasız konuşmuşlar, bunun altında Köy Enstitüsü öğrencilerinin çok zayıf yetiştiği inancının yattığı, bunun burada bir genel müdür tarafından söylenmesini doğru görmemişlerdir. Arkadaşlarının bu duyarlığına sevinmesine karşın Köy Enstitüsü çıkışlı öğrenci Genel Müdürden apaçık bir öç alma fikrine takılmış, plânlar kurmaya başlamıştır. ”Diplomayı alınca gidip görev istemek” plânlarının birincisidir. Bir hafta sonra sınavlar biter başaranların listesi asılır,7 öğrenciden yalnız Köy Enstitülü başarılıdır. Öğrenci arkadaşlarına üzülür ama bundan bir pay çıkararak genel müdüre kesinlikle bir sitem yapmaktan da vazgeçemez. Öğrenci bölüm başkanı tarafından çok sevildiğini bilir, gider durumu anlatır. Bölüm başkanı güler, ”Genel Müdür, okulun diploma törenine gelecektir, karşılama ekibinde görev al ,güler yüzle karşıla, öğütlerinizi dinledim,2.3. tura bırakmadım, demen yeter! ”Öğrenci “Peki!” deyip tören gününü bekler. Tören gece yapılır. Öğrenci kalabalık arasından sıyrılıp genel müdüre özel olarak “Hoş geldiniz!” der. Genel müdür öğrencinin elini sıkar, tebrik eder ama düpedüz alıklaşır, yüzü renklenir(Zaten sürekli kızaran bir yüzü vardır)Bu kez öğrenci kendini tutamaz:
-Arkadaşlar sizi göremediği için çok üzüldüler, size saygılarını sunmamı benden istediler!” der. Kızarmış yüzlü genel müdür sırıtır gibi gülerek:
-Atama işinde yardımcı olmaya çalışacağım, gel konuşalım! deyip yürür. Öğrenci ise içinden “Yalancı, ne ataması, atamaların kura ile olduğunu bilmiyor muyum, YÜZSÜZ?” deyip rahatlamış olarak yerine döner. Biliyorum çok bireysel öykücükler gibi sunulan bu örneklerle genelleme yapılmasına karşı çıkacaklar olacaktır. Bu karşıcıların çoğu zaten koşullandırılmış taifesinden olacağını düşünerek umursamıyorum. Ancak kitaplara geçmiş, o günlerde devlet katmanlarında uzun süre gündemde kalmış ayrıcalık belgeleri de vardır. Örneğin yaşamının büyük bir bölümünü Ankara’da Bakanlıklarda geçirmiş sayın Ferit Oğuz Bayır’ın Köyün Gücü adlı kitabında şu utanılacak olayı en müzmin köy fobisi müptelaları bile yadsıyamamaktadır. Köy Enstitüleri ile adı özdeşleştirilmiş Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’e yansıyan, özellikle gıda kesintileri olayı sorumluları bir süre uğraştırmıştır. Olayın gerçek nedeninin Maliye Bakanlığına dayandığını saptayan Hasan Ali Yücel, o günlerin Maliye Bakanı Şakir Kesebir’e durumu anlatıp, yiyecek ödeneklerin arttırılmasını önerir. İki bakan aralarında anlaşırlar:
-Ankara’da bulunan Maliye Meslek okulu öğrencilerine verilen günlük payları da ölçü olarak saptarlar. Olaya “Oldu!” gözüyle bakılırken aradan aylar geçer, karar uygulamaya bir türlü konamaz. Her soruluşta karşı taraf kem küm edip işi sürüncemeye bırakır. Sonunda saklanan acı gerçek ortaya çıkar. Meğer bu okulun günlük öğrenci payları benzerlerinden kat kat yüksekmiş. Bu yükseklik öğrencilerin kara gözleri için değil, oradan yararlanan devlet sömürgenleri içinmiş. Kayırılgan katmanı oluşturan, pişkin, löpçü görevliler aynı kazandan tıkınıp semiriyorlarmış. Olay o günler bir skandala dönüşmüş olmakla birlikte, benzeri, öteki olaylarda olduğu gibi ”Kol kırılır yen içinde!” geleneksel görüş gereği, dutları bülbüllerden kaçırıp aralarında bölüşmüşler.
İşte sizin o üniformalı Haruniye Mızıkacıları böylesi dalavereler nedeniyle o üniformalara(!)kaldılar Ötesi falan feşmekan…Köy Enstitüleri’ne bu skandal sonunda bile zırnık düşmemiş, olay kısa zamanda unutulmuş ya da unutturulmuştur. Ancak halk dilinde bir deyim uzun süre fısıltılarda kalmış. ”Bakanlık mensupları Maliye Meslek Okulu’ndan ÇİMLENİYORMUŞ!”
Ne ilginç, liselere gidip biraz olsun Edebiyat bilgisi kazananlar hep bilirler: Edebiyat sanatları arasında bir Tezad konusu vardır. Anlamca zıtlıkları bir arada kullanabilme, zıtlıkların çekici yanlarından yararlanma olarak tanımlanır. Örneğin Baki bir gazelinde: ”Hoş geldi bana meykedenin ab ü havası-Billah güzel yerde yapılmış yıkılası!”der.Burada bize zıt gelen bir söyleyiş vardır, gülerek benimseriz: Beğenme ile (Adeta)yıkılmasını dileme birliktedir. İşte bir tezad çıkmazı: Geleneksel edebiyatımızdaki bu sanat olayı birilerince paylaşılarak denemeye başlanmış durumda. Attila İlhan, insanlığın hayranı olduğu bir sanat dehasının yapıtlarını istasyonlarda çaldırıyor. Öğle ki, lacivert gök gubbenin altında üniformalı falan, yolcular onları dinlediğine göre, alan razı veren razı. Ne var ki Engin Ardıç, bu topluluğun görünüşüne bakıp aldanmıyor, eni konu yaklaşıyor ,burunlarına bakıyor, ağızlarını yokluyor, solunumlarını kokluyor, sanırım daha başka yerlerini de kokluyor ve de tanısını koyuyor: ”Bunların bağırsakları solucanlı, burunları öyle, ağızları zaten öyle!” diyor. İşte bir tezat! Bilimsel bulgular, sanatsal estetik yorumlar bir arada. Üçüncü birini, itemeyerek karıştırıyorum; onda zekâ ölçme olayı bambaşka bir Modern Zamanlar işi. Sanırım Avrupa’dan tam olarak yurdumuza ithal edilmedi, ya da ben henüz muttali olamadım. Gerçi ben modern zaman maman dedim ama anladığımdan değil. Çünkü ben zamanları, kayıp giden bir süreç sanıyordum. Oysa zamanların da moderni, modern olmayanı, belki insanlara öykünüp üç kağıtçısı da vardır. Açıkgözü, yalancısı, vasat ya da süper kalitelisi neden olmasın?
Olayın en acı yanı, Köy Enstitülerine yapılan acımasız saldırılardan önce öğrencileri bir çok yönden haksız, adaletsiz değerlendirmelerle karşı karşıya bırakılmıştır. Onlara karşı bu ayırımcı bakış, günümüzde de sürmektedir. Devlet sorumlularının duyarsızlığına uyup halkın böyle bir anlayışa katılması affedilmez bir tarihsel yanılgı, kolay unutulamayacak bir toplumsal ayıptır. Hele çağımızın toplumsal ahlâk değerleri, insana bakış açısının evrensel boyutları karşısında böylesi bir ilkel ayırım, bir tür yaşamını kısıtlama, çalışma özgürlüğü hakkına saldırı, bir tür sınıfsal gasptır. Atatürk’ün içtenlikle söylediği “Köylü Milletin Efendisidir!” sözü Köy Enstitüsü konusunda anlamını yitirmiş, köylülerin okuması için birer açık kapı niteliği taşıyan okulların kapatılmasıyla da kavramsal anlam olarak efendiliği değil yurttaşlık olgusu bile kuşku yaratmıştır. Köy Enstitüleri’nde okuyanlar, çevrelerine örülen şer durumları, karşıcıların çıkar hesaplarını çocuk denecek yaşlarda sezip genel değerlendirmesini doğru yapmışlardır. ”Bu yurt hepimizin; biz, bize düşen görevi yaparsak işin yarısı sağlıklı olur!” ilkesini yaşam boyu sürdürmüşlerdir. Haksız işlemlerle, dengesiz değerlendirmelerle karşılaşıp sonuçlara katlanmışlardır ama hiçbir zaman bir Emil Zola beklememişler, bir Dreifüs olayı yaratmayı düşlememişlerdir. Nasıl düşlesinler ki, Bab-ı Alı ağır toplarının tozu dumanı altında ileri sürülen Kenan Öner karşısında Emil Zola’lar kaç yazar? Köy Enstitüsü çıkışlılar tüm bu gerçeklerin bilincinde okudular, bilincinde çalıştılar, bilincinde yaşadılar. Onları, yaşamlarının sonlarına geldiği bu günlerde, eğitim alanında ulusça 50 yıl önce saplanılan yanlışı tüm çabalarına karşın önleyememeleri üzmüş, bu yanlışlardan sorumlu olan zihniyetin günümüzde de egemen olması ise onları büsbütün
kahretmiştir. Kesin kanı şudur:
-Köy Enstitüleri’nde okuyup yurt görevi üslenenler, bu görevlerini eksiksiz yapmıştır. Basının bir bölümünün bunu hala görememesine, görülecek bir şeyler olmamasından değil, kendilerine takılan at gözlüklerinin sınırlı bakış izni vermesinden kaynaklanmaktadır. Tüm fesatlıklara, ihanetlere karşın konuya içtenlikle eğilenler, tarihe tanıklık edenler ciltler dolusu kitaplar yazmış, yurtta haince parazitlenen olumlu yankılar tüm dünyaya gerçeğinin net tınılarıyla yayılmıştır. Bu konuda bir olumlu-olumsuz kanatların yankı karşılaştırılması yapılsa olumsuzlar kendi cılız seslerini taş plâklardaki şarkılar gibi hayıflanarak dinleyeceklerdir. Gönüller, bu parazitlerin de olmamasını isterdi. O dönemlerin Gazeteciler gazetecisi gibi adlarla anılan Ahmet Emin Yalman, Köy Enstitüleri’ni en etkin günlerinde izlemiş, önce dizi yazılarla sonra da Yarınki Türkiye’ye Seyahat adlı kitabıyla( Tüm, eksikliklerine kusurlarına karşın ) tarihsel bir belge bırakmıştır. Konuya değgin söz etmek isteyenlerin hiç değilse bu kaynağa göz atmaları bir usta-çırak borcu sayılmalıydı. Ayrıca Köy Enstitüleri’nde çalışan ya da yakınında bulunup onları gerçek yönüyle tanıyan sayısız kimseler ciltler dolusu kitap yayımlamıştır. Bunları okumadan, yazarlarının yorumlarını değerlendirmeden, bir takım kulaktan duyma duyuntularla bir büyük kuruluşu yermek, hele oralarda okuyanların geleceğini oluşturan çoluk çocuklarını kapsayacak incitici yakıştırmalarla yazın alanına çıkılması, seçtiği mesleğe ihanetle açıklanabilir. Köy Enstitüleri üzerine günümüzde yazı yazanların çoğu bu tür kişilerdir. Böyleleri için, ”Yazar olmaya hevesli, yazarlığı bir tür saldırganlık aracı gibi algılamış, güdümü kolay, koşula yatkın, kişiliksiz yaratıklar, deyip geçiştirmek yeterli olamaz. Çünkü meslek olarak halkın gözü-kulağı sorumluluğunu yüklenecek kişilerin bu denli uçuk görüşlü olması düşünülemez. İşte sorun burada, itirazımız da bu baptadır. ”Köy Enstitüleri kapanıp gittiğine göre, bugün artık savunucusu kalmamıştır. Onlar geçmişte çok tartaklandı, oldukça yankılar yaptı, bu sıra bir iki dangır dungur atarsam, her halde dangalak takımından üç beş kişinin ilgisini çekerim!” varsayımlarıyla ulusal bir onurlu girişimi namertlere yem yaptırmak, dürüst insanların göz yumacağı bir konuya dönüşmemelidir.
Özellikle günümüzde T.V izlencelerinde apaçık Milli Eğitim Bakanlığına “Milli Eritim Bakanlığı denecek ölçüde gözden düşmüş, ne sınavlar güven verici, ne öğretmenlerin meslek bilgileri çağdaş düzeye ulaşmış, ne okullar sağlık koşullarını içeriyor! Bunları salt haber yapıp niçinlerini, nedenlerini irdelemeden, Üniversite sınavlarına giren lise bitirmişlerin yarısının sıfır puan alışından kendine bir pay çıkarıp üzüntü duymayan sözüm ona gazeteci, Engin Ardıç, ”İkinci Dünya Savaşı’ında Stalingrad kuşatmasının yarılmasından sonra Köy Enstitüleri yan değiştirdi, Almanya yanındayken, hemen S.S.C.B. tarafına döndüler!” diyebiliyor. Kimdir bu sözüm ona gazeteci? Bunu nasıl saptamış? Kaç yaşındadır bu kişi? Yaşını şunun için soruyorum:-
-O günleri yaşadıysa, belleğini yoklasın; Stalingrad’da mareşal olamayan mareşal Paulus’un olayını değil Köy Enstitülüler, senin patronların bile doğru dürüst mevsimler sonra öğrenebildi. Çünkü senin içinde bulunduğun basının o günlerde savaş alanlarını izlemeyi dert etmiyorlardı . H.H.Emir Erkilet Paşa gibi bir iki kişinin bir ara uç savaş alanlarıyla ilgilenmesi nelere patladı önce onu öğren, sırasıyla öteki sorumluları tanı .Bir başkası, Hadi Uluengin adlı bir yeni yetme kalemşör(!)”Köy Enstitülerinde okuyanlar vasattı!” dedi kestirdi attı. Bu bilgince(!) tavır, gücünü nereden alıyor? Hangi gözlem ya da araştırma sonucuna göre konuşuyor? Köy Enstitülerinde okuyanların tamamına yakını yaşamını noktaladı. Amaç onların çocuklarını, torunlarını incitmek mi? Vasat oluşları onları bu Bilgiç Yazarın (Aslında görgüsüz yaratığın)kapısına mı getirtti? Yoksa mezar taşlarını mı inceledi, ruhlarıyla mı konuştu? Diyelim ki bunu yapan bir meczup, aklına geleni yazdı. Gazetenin sorumlusu bu yazıyı alıp baskıya nasıl veriyor? Okuyucu bunu okuyup, dünya gidişatı üstüne bilgisini mi arttıracak? Böylesi uydurma yazılarla okuyucu bilgisi artar mı? Az değil bundan tam yüzyıl önce Norveçli yazar Knut Hamsun, Açlık adlı yapıtında bu tür anlayışı hicveden örneğiyle dünya çapında ün kazanmış bir de Nöbel Ödülü almıştı. Oradaki kahraman Abuzittin (Bu adı ben taktım)de saçma düşünüp bu saçmalıklarını hemen gazetelere veriyordu. Ancak gene orada bu saçmalıkların hemen alıp basılmadığını, sıkı bir incelemeden geçirildiği de görülmektedir. Öyle ki bu “Yırtık” gazeteci, ağaç kabukları yemek zorunda kalmaktadır. Bizimkiler de ağaç kabuğu yesin, demiyorum ama kendisine getirilen saçmalıkları okuyan gazete sorumlusu, yazıyı getirene hiç değilse şunu sorabilirdi, ”Kaç doğumlusun? Gerçek Köy Enstitüleri 21/Temmuz/1946 seçiminde bitmişti,1953 yılında ise kefene sarılıp nefyedildi!” diyemez mi? Demezse dürüst bir görev yapmış olur mu? Gerçek böyle değil midir?1953 yılından sonraki söylemler kapatıcıların şamatası değil midir? Onların kapatılma nedenleri, kapatmak için öne sürülen nedenlerin uydurma tevatürleri birer birer çürütülmedi mi? Ancak sayıları parmakla gösterilecek ölçüde küçük bir azınlık. halk deyimiyle yukarı mahallede söyler, aşağı mahallede dinleyip kendi de inandılar(Öyle görünmek işlerine gelmişti.)tanımına uyanların genel kamu karşısında oranı nedir?
Köy Enstitüleri’nin gerçek işlevini göz ardı edip, ”Zurnada peşrev aranmaz!” mantığı ile okuyucu yanıltma görevini üslenenlerin (Görebildiklerimi kesip topladım) varak-ı müptezellerini topladım. Aralıklarla, gene gene okudum. İstisnasız hepsi bir birinin tekrarı, adlar değişik, mekân değişik, kısmen olaylar değişik. Kişiler, yazılarının karşılaştırılacağını düşünmeden, aktarıp anlatıyorlar. Sınırlı psikoloji bilgimle bir ayırım yaptım. Benzerliklerine göre üç psikolojik tanı koydum. Verbalizm, Recration, Palilalia.
Doğrusu şimdiye dek Attila İlhan da aralıklarla Köy Enstitüleri üstüne yerli yersiz, tutarlı tutarsız yazılar yazdı, kendisinin Yazın Alanındaki tartışmasız değerli ürünlerinin nedeniyle olacak, şimdiye dek böylesi bir tanı gereğini duymamıştım. Üzülerek gördüm ki bu kez o da, giderek birsam(Hallisination) ve ekopraksiya sinyalleri vermeye başladı. Bilindiği gibi birsam, işitme, görme ya da öteki duyumsal eksikliklerin itisel sonucudur. Olmayan bir nesneyi görmek, titreşimi oluşmamış bir ses olayını olmuş gibi algılamak vb. Ekopraksia da aynı sözleri tekrarlama heves ve heyecanını sürdürmektir. Örneğin Haruniye’de istasyon görme bir birsamdır, örneğin Mandolinle Mozart çaldılar tekrarlaması, bir ekopraksiadır. Bu konudaki tanımın doğruluğuna adım gibi inanıyorum. Bu inancımı tüm okuyucularınıza duyurmam bu gerçeğe dayanmaktadır. Sakın 1.Mektubumda olduğu gibi susmayın. Sükût’un ikrar anlamına geldiğini biliyorsunuzdur. İkrar, kabullenmek demektir ama, yazın alanında bu pek dürüstçe kabullenme sayılmaz. Hele saldırgan rolündekilerin sükûtu insancıl olduğu kadar evrensel bir basın ahlâkı kriteridir. İlgiyle cevabınızı bekliyorum..
Soru: 2 .1940-47 yılları arasında Haruniye’ de bir tren İstasyonu var mıydı?
27/5/1998
Ad: Şekerevler Ulaç sk: 5/9
Bakırköy. İbrahim Tunalı
Tel:542 59 14