Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

12 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Köy Enstitüleri Üstüne Dışarıdaki Olumsuz Esintilere İlk Tepkiler

 

 

5  Mart  1945  Pazartesi

 

Ata sözü mü, tekerleme mi? Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak! Dimyat neresi? Bilen yok! Dimyat değil Midyat olabilir. Midyat neresi? Bir bu eksikti, şuraya bir de harita asılsın! 1.sınıflardan ses geldi; Mityat, Güney Anadolu’da Mardin ilinin bir ilçesi. Oralı yok ama arkadaşları olduğunu söylediler.

Abdullah Ön:

-Orda bir köy var uzakta, bilsen de bilmesen de o köy senin köyündür! Düzeltme yapıldı:

-Orda bir köy var uzakta, gitsen de gitmesen de o köy senin köyündür! Abdullah Ön alındı:

-Mityat gibi bir ilçeden senin de, benim gibi haberin yok ama benim sözümü  düzeltmekte acul davrandın. Ben onu, bilerek öyle söyledim!

Kahvaltıda bizim masada konu edildi, Atasözü nedir, Tekerleme nedir? Ben, oluş olarak ikisinin de bir olduğunu, Atasözü, Atalardan kalma söz olduğuna göre, tekerlemelerden bir farkı olmadığında direndim. Atasözü, belki yanlış değil ama atasözleri arasında tekerlemelerden daha hafifleri olduğunu söyledim. Örnek istendiğinde veremedim, ancak türküleri de araya katıp savumu daha yaygınlaştırdım. Türküler de atalarımızdan kalmıştır.

Tartışmamız yarım kaldı;ancak ben ortaya koyduğum konuyu kendim kurcalamayı aklıma taktım. Atasözü, deyim, mani, Türkü, tekerleme, bilmece....Bunların hepsi eskilerden kalma, hepsi ataların buluşlarıdır.

Bilmece, bildirmece dil üstünden kaydırmaca...Anasına bak, kızını al...Kimse  yoğurdum ekşi demez! Bülbülün çektiği dilindendir...Başını eğersen sel alır, yükseltirsen yel alır...Bir tokatlık canı var...Doyduğunu bilmemek.. Azıcık aşım, kaygısız başım! Ağlarsa anam ağlar, gayrısı yalan ağlar!...Öp babanın elini!...Dişinden tırnağından arttırmak!...Zenginin malı, fakirin dilinden düşmez...Geline oyna, demişler; yerim dar, demiş!..... Bunlar hep atalardan kalmış. Ancak hepsine Atasözü diyemiyoruz.

Aydın Öğretmen gelir gelmez:

-Geçen hafta operadan söz ettik. Opera dünya sanat tarihinin en yeni alanlarından biri. Hatta opera için başlı başına bir sanat değil, sanatların terkibi(bileşkesi) diyenler var.O bileşkeyi oluşturanlar, müzik, resim, tiyatro, bale-spor, mimarlık, şiir(edebiyat ,hitabet!  Gerçekten bunların birini çeksen operanın çatısı bozulur. Söz gelini müziği kaldırırsak opera sessizliğe gömülür. Resim kalksa! Burada resimden amaç resimsel görüntü, izleyenlere güzel görüntü veren  sahne kurumu...Hareketleri kaldıramayız. Sözleri ise hiç kaldıramayız. Kaldırmak şöyle dursun hepsini daha ustaca geliştirmeye çalışmak zorundayız.

Bir de geçen hafta birden oluşmuş durumundaki operadan söze başlamıştık. Opera yeni bir sanat dalıdır, Ancak o yeni sanatın da bir oluşum süreci vardır. Bu süreç de hemen hemen yüz yıl sürmüştür.!600 yıllarına dönersek, İtalya’nın  Floransa kentinde bir soylu düğünün eğlenceleri arasında  şarkılı bir oyunun çok beğenilmesi, bu alanın ilk ışığı olmuştur. Tümüyle bir mitolojik olayı şarkılarla anlatan bu girişim sonraları bestecilerin yeni denemelerine yol açmış, Monteverdi adlı bir besteci de operanın ilk ürününü ortaya koymuştur. Yıl 1610 dolaylarıdır. Bu denemeler gelişerek 1700’lere gelinmiştir. İşte geçen hafta olaya buradan girmiştik. Bu konuştuklarımızı eklemek için konuya tekrar girdik. Handel, arkasından çok ad sayılır ama karakteristik ya da belli kişiliği olan opera bestecilerinden Alman Gluck, hemen onun ardından gene bir Alman olan  Mozart. Bakın bunların Üçü de Alman. Bunları özel olarak seçmiş değilim. Bunlar süre gelen  bir birinin tekrarı gibi bestelenmiş operalar arasında değişik bir hava estirdiklerinde ayrı bir özellik taşıyorlar. İlerde konuşacağımız bir başka opera ustası Wagner de bir Alman. Hatta bu tür yeni denemeler yapan bir başka besteci,  Weber vardır. O da Alman. Başka ulusların opera bestecisi yok mu? demeyin .İtalyanlar bu konuda rekoru ellerinde tutmaktadır. Onların, Donizetti’leri,  Rossini’leri , Verdi’leri, Puccini’leri sayısal olarak Almanları çok geçmişlerdir. Ancak sahne tekniği, konuları ortaya getiriş olarak fazla değişikliğe gitmemişlerdir. Operanın gelişmesinde izleyici olarak önemli yeri olan Fransızlar  üretme bakımından Almanya ile İtalya’nın gerisinde kalmıştır.

Aydın Öğretmen bundan sonra operaların ele aldığı konuya daha doğrusu konunun komedi ya da dram olarak sunuluşuna göre de adlar aldığını söyledi. Örnek olarak da Gluck’un  (İphigenia en Aulide)  İfigenia Olid’de operasını trajedi, Rossini’in Sevil Berberi operasını da komedi olarak gösterdi.

İphigenia adını görünce bir tanıdık adla karşılaştığımızı sanmıştık. Tiyatro tarihinde bu ad geçiyordu. Bir bakım haklıymışız ama bu arada yeni bir durumla karşılaştık. Bizim tiyatro tarihinde öğrendiğimiz eserler sonraları Batılı yazarlar tarafından bir daha ele alınıp yazılmış. Bu operanın metnini Fransız yazar (Racine) Rasin yazmış. Konu gene Yunanistan’la ona bağlı yerler arasında(Çanakkale) gene  Homeros’un kahramanları arasında geçiyormuş ama

Yeni bir; yeni bir anlayış havasına girmişmiş. Öğretmen, Gluck’un  İphigenia operasından değil de Orpheo operasından  Türkçe’ye çevrilmiş adıyla İyi Huylar aryası ile Rossini’ nin Sevil Berberi Operasından bir arya söyledi. Sözü bizim yurdumuzdaki opera gelişmelerini anlattı. 19.Y.Y ortalarından sonra öncelikle Osmanlı Sarayın Avrupa’dan operalar getirtilip oynatılmasına karşın bunların halktan saklandığını, sonraları  Beyoğlu’ da Pera diye anılan azınlıkların oluşturduğu şimdiki İstiklâl Caddesi’inde operalar gösterildiği, ancak bunları o zamanlar azınlıklarla İstanbul’da bulunan Batılıların izlediğini, kendilerine Entellektüel dedikleri,ne olduğu bilinmeyen kokuşmuş Osmanlı  Sarayı ile Kapitülasyon  sömürü kuruluşundan beslenen  halktan kopuk, İstanbulin diye uydurdukları altı kaval üstü şişane türü kılıklarıyla bir takım  yoz insanların izlediğini anlattı.

Gerçek opera girişiminin Cumhuriyet döneminin ancak 1930’lu yıllarında başladığını, Ahmet Adnan Saygun’ un Taşbebek, Özsoy operalarının bu dönemde  doğduğunu anlattı.1940’lı yıllarda da yabancı operaların sahnelenmeye başlandığını, böylece ülkemizin 350 sonra opera kervanına katıldığını anlattı. Öğretmen bir de uyarıda bulundu:

-Sakın biz çok geç kalmışız, diye üzülmeyin. Rusya da  bu kervana  60 yıl önce katılmıştı, onlar da fazla bir ilerleme yapamadılar. Hele İngiltere ile Amerika hâlâ bu kervanın dışındadır.

                     *

Mahir Öğretmen salona girdiğinde, Aydın Öğretmen:

-Tam sözümü bitirmiştim! deyince Mahir Öğretmen:

-Ben kaldığın yerden  aryaları sürdürürüm. ötesini dinleyenler düşünsün! diyerek  takıldı.

Öyle demesine karşın  arya söylemek şöyle dursun, konuşmadı bile, gülümseyerek:

-Bölüm Başkanınız da söyleyecektir, yeni bir karar alındı; önümüzdeki pazar akşamı piyesimizin bir provasını öğrenciler önünde yapacağız. İş ciddiye bindi! dedikten sonra rolleri olanları ayırdı, Yöneticinin odasına götürdü. Salonda kalanlara 1.sınıflar da katıldı. Bölüm Başkanı da yapılacak gösteri gecesi söylenecek marşların, şarkıların, türkülerin adlarını  saptayalım! deyip toparlanmamızı istedi. Bu konuda böyle bir sıralama yapılmıştı, ancak araya piyes girince uzun olacağı düşünülerek Enstitü öğrencilerine göre bir değişik program düşünüldü.

Toplu söylediğimiz türkülerin hemen hemen hepsini söyledik. Bölüm Başkanı dikkatimizi çekti:

-Bu türküleri Enstitü öğrencileri de söylüyor. Öyle söyleyelim ki, aradaki fark, fark edilsin!

Koroyu Bölüm Başkanı kendisi yönetti, türküleri de hemen hemen kendisi seçti.

Marşlarla şarkılar üstünde fazla durulmadı. Piyes çalışmasını erken bıraktılar. Onlar gelince biz de paydos ettik.

                    *

Yemekte herkeste bir başka tavır; çalışma malışma derken iş kesinlik  aşamasına dönüşüyor. Çok değil iki ay sonra geziye çıkınca bunları gittiğimiz yerlerde halka göstereceğiz. Ben, piyeste kuru kalabalık  durumundaki gruptan biriyim; kasabanın belediyeye benzer bir kuruluşunun üyeleri iki kez sahneye  çıkıyor. Sahnede de kendi aralarında konuşuyorlar. Gene de çekiniyorum, sahnede oturanlara da bakanlar olacak. Bakanlara bekledikleri etkiyi bırakmak için hazırlıklı olmak gerekir. Mahir Öğretmenin sık sık söylediği yüz haritamdan  ya da maskemden oraya uygununu seçemezsem genel tablo içinde sırıtan bir duruma düşmüş olacağım! Ben bunu deyince uzunca bir ohoooo! çekildi:

-Sen neler düşünüyorsun! Neden düşünmeyeyim? Aylarca çalışıp emeklerini, ortaya döken arkadaşların başarılı bir gösteri beklentilerine gölge düşürmeye hakkım var mı? Düzgün, güzel düzenlenmiş bir tabloda sırıtan, görüntüye ters bir leke olmak ister miyim?

                    *

Armoni dersinde Barok dönemi müzik önekleriyle Klasik, Romantik dönemi eserlerden örnekler üstünde çalıştık. Johann Sebastiyan Bach, Ludwig van Beethoven, Robert Schumann’ dan seçilmiş parçaları karşılaştırdık. Bach’ın parçalarının çok sesli olmasına karşın az nota kullanılması dikkatimizi çekti. Charles GounodSeslerde bir tür paralellik ya da kanonumsu arka arkaya tekrarla ses oylumu kazanılıyorsa da dikkatle dinlenince gene de bir boşluk olduğu seziliyor.

Faik Öğretmen  sordu:

-Konuşurken arada da olsa besteci adlarını anıyoruz. Sizler merak edip bunları öğreniyor musunuz? Örneğin bir gün, biri size:

-Kimdir bu Bach dediğiniz dene, nasıl bir karşılık verirsiniz? Biz bir birimizle bakışırken öğretmen sözünü sürdürdü:

Bakın, bunların daha yaygın tanınması için bu konuda düşünenler neler yapıyor!

Bunlar sahi değil ama insan belleğinde iz bırakıyor. Bu konuda özellikle Fransızlar, oldukça muzip sözler uydurmuşlar. Bunlara gülenler, bu noktaları unutamayacağı için o kişileri de anımsamaktadır. Fransızların bir bestecileri vardır. Oldukça ünlü bir opera bestecisidir; Charles Gounod, Faust, Romeo Jülyet gibi konuları operaya kazandırmıştır. Ancak halka inecek türden  pek ünlü parçaları yoktur. Yalnız Bach’ın pek de önemli olmayan bir piyano parçasına bir keman partisi eklemiştir. Şakacı Fransızlar bu parçayı ele alıp Bach’ı tanıtırlar:

-Bach’ı büyük yapan bizim Charles Gounod’ muzdur. O, Bach’ın bir eserine eklenti yapmasaydı Bach çoktan unutulacaktır(!) Zaten Bach’ın büyüklüğü besteciliğinden değil çok çocuk babası olmasından ileri gelmektedir. Bir başka şaka da Johannes Brahms için yakıştırılmıştır:

-Brahms Alman halkınca çok sayılan büyük bestecilerden biridir. Yüzlerce bestesi vardır. Bunlar arasında çok önemli sayılmayan hafif müzik türü Macar dansları da vardır.Derler ki Barams’ı Brahms yapan Macar Danslarıdır, Brahms Macar Danslarını  bestelemeseydi, çoktan unutulurdu!

Beethoven için de söylenenler vardır.Bir tanesi de onun ünlü Kemen-piyano sonatı Kreuztser içindir. Bu sonatı çok seven yazar Tolstoy aynı adla bir kitap yazmıştır ,adı da sonatın adını taşır; Kreutzser Sonat. Sözde Beethoven sonatın adını Tolstoy’un eserinden almıştır. Beethoven Tolstoy’dan ad çaldı! Faik öğretmen bunlar gülünç uydurmalar ama konuşa konuşa o kişilerin iyi bellenmesine yardım ediyor! deyip kalkınca, haftaya gelemeyeceğini, verilmiş ödevleri tamamlamamızı söyledi. Bunu  bana duyurmuştu da kesin olarak algılayamamıştım. Çünkü haftaya dinlemeyeceğim, rahat çalış! demişti.

Karalamalı olarak tuttuğum roman özetlerimi birleştirmeye başladım. Oldukça zaman harcıyorum  ama gene de  iyi bir sonuç almaya çalışacağım. Bir rastlantı olacak, Varlık Dergisinde arka arkaya Yaşar Nabi Nayır J.J. Rousseau’dan düşünceler çevirmiş. Keşke onları daha önce görseydim. Daha doğrusu gördüm de o zaman ilgilenmedim. İlgilenseymişim  Rousseau hakkında oldukça  bilgim olacakmış. O zaman belki, Pestalozzi’yi öne çıkaranlara söyleyecek sözüm olacaktı. Gene de vardı ama bu denli değil, salt kendi saptamamdı. Çünkü ben, Rousseau’nun  eğitim için düşünce öne sürdüğünü, Pestalozzi’ninse Rousseau’nun düşüncelerini uygulamaya kalkıştığını  daha önceleri sezmiştim. Öyle ki, Pestalozzi’nin yanında çalışmış olan Herbart’ın bile  eğitimin  fikirsel gelişimi öne geçtiğini anlamıştım. Rousseau-Pestalozzi-Herbart üçlüsünü karşılaştırınca görülür ki, Pestalozzi, düşünsel bir yenilik getirmemiş, öne sürülen fikirleri uygulamaya kalkışmıştır. Uygulamada da başarılı olduğu söylenemez. Ancak öncülük ettiği bir gerçektir. Sanırım Genel Müdürümüz, Pestalozzi’nin  bu öncülüğünü çok önemsediği için (Kendisi de benzer bir konuda öncülük savıyla ortaya atıldığından) Pestalozzi’ nin girişimciliğini övgüye değer gördü. Bunu  yapmak da  övgüye değer. Ne var ki, uygulamaya konulan düşünsel değerlerin fikirsel taraflarını da kanıtlayarak işe el atılırsa başarı tamamlanır. Çocuğu okula toplamak bir başarıdır. Bu, Petalozzi’den önce de yapılıyordu. Osmanlı İmparatorluğu bunu mahalle ,imamlarına devretmiş, imamlar da çocukları toplayıp, bir ağızdan ebcetler, mebcetler, elif esireler  okunuyordu. Sonra? Sonrası:

-Kenlem kenlem lâyem fa! Benim oğlum bina okur, döner döner gene okur! Avrupa’da da papazlar, çocuk okutuyordu. Bunların yetersizliğini gören Pestalozzi, bu işe el atmıştır. Öyleyse, çocuk eğitimi salt çocuğu okula toplamakla olmaz, işin fikirsel yönünü de birlikte yürütmek zorunludur. Bu nedenle J.J.Rousseau’ suz, Herbart’ sız hatta Kerschentseiner’ siz Pestalozzi, günümüz insanının eğitimi için yeterli değildir. Bu düşüncelerle ben de, hazır Julie Yahut Yeni Heloise’yi özetlemişken oradaki düşünceleri biraz daha  yaygınlaştırmak amacıyla Yaşar Nabi Nayır’ ın çevirdiği J.J.Rousseau’ nun düşüncelerini özetimle birlikte okunmasını yararlı gördüm.

 

                      *

Yatınca bir süre düşündüm, piyano çalmak güzel bir olay ama kitap okumama çok engel oldu. Gerçi dört cilt, dört kitap sayılsa da gene de bir kitap, Bir ayıma yakın beni oyaladı. Öyleyken  hakkıyla üstünde durmadığım düşüncesindeyim. Özetim, Julie’ nin fikirleri üzerinde gibi. Oysa ötekilerin de değişik konularda insanlara yarralı olacak düşünceler var. Örneğin Kont Wolmar, düşünceleri yüzünden ülkesini bırakıp İsviçre’ye gelmiş, kendine özgü bir dünya görüşü olan kişi. Bunun üstünde durulsa bir o kadar yazı yazmak gerekecek. Ya Maylord Edouard! O incelense bir kitaplık özet olur. Esneyince, yaptığımı yeterli bulup gözlerimi kapadım.

 

6  Mart  1945  Salı

 

Bizim yazılı sınavımız üstüne yorumlar yapıldı. Süleyman Karagöz, meraklılardan:

İyi yazdığımı sanıyorum ama Sabahattin Öğretmenin görüşü ne, onu merak ediyorum. Rahim Ünüvar, geniş yürekli:

-Sabahattin Öğretmen kimseyi incitmez, hoşgörülüdür! diye karşılık verdi. Bunu duyan Denver Ötnü:

-Enişte, sen bize bakarak çocukları gevşetme, onları öğrenci gibi görüyorlar, bizim gibi toptancı yapmayabilirler! Toptancılığa Musa Eroğlu karşı oldu:

-Ne toptancısı, daha paçayı kurtarmış değiliz. ”Karamanın koyunu, sonra çıkar oyunu!,, Rahim Ünüvar yumuşaktan aldı:

-Bu benim düşüncem! İhsan Güvenç yetişti, Enver Ötnü’ ye:

-Şu senin eniştelik takıntın nerden geliyor? Enver ötnü:

-O benim sevdiklerime gönlümce verdiğim bir paye! Onu kimseye açıklamam. Hele sana, o sözü hiç söylemem, senin için çok özel sözlerim vardır. Söylersem herkes duyup tekrar eder, ona da dayanamam. Sen sus, bir ara kulağına söylerim! Bu ne samimiyet? diyenler oldu. Arkasından da:

-Samimiyet masum bir sözdür, her ağza yakışmaz! ”Karaman’ın koyunu, sonra çıkar oyunu! sözü tekrarlandı. Bu kez de Bekir Semerci:

-Ben, öz be öz Karamanlıyım, bizim Karama’ da yok böyle bir söz! Veli Demiröz:

Karamanlıya bak Karamanlıya, Karaman’ın kırk köyünden birindensin ,39 köyde ne konuşuluyor? Bekir semerci sinirlendi:

-Benim köyüm, senin Bozkır  ilçenden daha uygardır, Karaman’ı tanıdığı gibi Konya ile de  yakından bağlantılıdır, sen, senin yobaz  Bozkır’ına bak! Abdullah Ön yüksek sesle:

-N oldu bu sabah bu bizim hemşerilere? Orhan Doğan karşılık verdi:

-Ne olacak Bir Afyonluya merhametli davranan Konyalıların başına bunlar gelir. Süleyman Karagöz sordu:

-Bu öz bana mı şimdi? “Yok, yok, sana değil, onlar hep böyle konuşurlar!

Yatakhanedekine benzer soru bizim masada da soruldu:

-Sabahattin Öğretmen kağıtları okumuştur! Nihat Şengül’ün hoşlanmadı bir konuşma biçimi, hemen sinirlendi:

-Okuduysa okudu, bunun yemekte konuşulmasının anlamı ne? Ekrem sordu:

-Senin kızmayacağın konuları konuşmamız için sen bize önce konu bildir.Ben de söze karıştım:

-Sinemadan, filmden konuşalım. Nihat alınmadı, tersine:

-Dimi ya! Çıngar çıkaracağımıza filmlerden söz edelim. Bundan kimsenin canı sıkılmaz. Hangi filmden söz edelim? Deniz Kurdu, Fantazya, Lassie, Rebeca, Ladi Amilton,  Jane Eyre..........

Gördüğümüz filmleri anımsamaya çalışarak derse gitti,

Kitaplık sıkışık. Halil Dere sözünde duruyor, benim sandalye hazır.

Sabahattin Öğretmen gülümseyerek geldi. Nedense çanta taşımıyor, elindeki kitap ya da kağıtlar düştü düşecek masaya konuyor. Az önceki tartışmaları duymuş gibi, ilk sözü:

- Kağıtlarınızı okudum, on kadarını ayırdım, onları bir başka derste okuyacağız. Öbürlerini getirdim, bir arkadaşınız dağıtsın. Yazdıklarınızı bir de siz okuyun. Okuyacağınız kağıtları beğenmedim. Beğenmediklerimi  bir de siz okuyasınız diye getirdim. Dağıtmadıklarım da pek öyle ahım şahım değil ama hiç değilse havasına girmişler. Sizlerden çok mükemmelini beklemiyorum. Mükemmeline ben de erişemedim. Fatma ile Düriye kağıtları dağıttı. Kağıdı verilmeyenler arasında ben de varım. Sevindim. Halil Dere kağıdı alınca beni çimdikleri, yavaşça:

-Gene şansın tuttu, domuz!

Arkadaşlar kağıtlarını okunca, öğretmen:

-Kağıdının neden beğenilmediğini öğrenmek isteyenler, kağıtlarını kendi okuyacaklar, ben de fikrimi söyleyeceğim. Böyle yaparsak öteki arkadaşlar da kendilerine pay çıkarır. Kimse okumak istemedi. Öğretmen yeni bir öneride bulundu.:

-Yazdığınızı okudunuz. Soruyu da biliyorsunuz, isteyen aynı soruyu bir daha cevaplandırabilir. Ben okumaya hazırım. Ancak  uyarmak bile istemiyorum, yazılar kollektif çalışma olmamalı. Ben, size verilen bir konuyu bir komp

osizyon yapabilme durumunuzu öğrenmek istiyorum. Bu konuda beni yanıltmak kimseye bir kazanç sağlamaz. Kağıtlar toplandı. Öğretmen kağıtlarının arasından bir tanesini seçti.Ondada denemeler yazıyordı. Fransiz Bacon Denemeleri.Montigne ile Fransiz Bacon’un doğum, ölüm tarihlerini anımsattı, Montigne (1533-1592) Bacon (1561-1626)

Bacon yazısında Montaigne den söz ediyordu. Böylece Montaigne’nin belki daha sağlığında İngiltere’de okunmuş olduğunu, ya da İngiltere’de düşün

mesini bilenlerin, başka ülkelerdeki düşünenleri araştırdığını, dişine dokunur bir durumda onu andığını anlattı. Bir de soru sordu:

-Montaigne’ nin de bizim tarihimizle  ilgilendiğini bir denemesinde okuduk! deyip baktı. Ben, ”Kanuni  Sultan Süleyman,, deyince  Kanuni Sultan Süleyman’ın doğum, ölüm tarihlerini sordu.(1494-1566 ) öğretmen:

-Bakın, ne denli bir yakın ilgi var! Montaigne, bugünkü gibi bir dünya kültür merkezi olan Paris’te değil Atlantik kıyısındaki Bordo’da yaşamıştı. Bir de onu düşünelim. Bunlar hep bizim  geri kaldığımızın nedenleridir.

Sabahattin Öğretmen çıkınca Kitaplık boşaldı. Koşarca Büyük Salona gittik.

                       *

Yunus Kazım Öğretmen gelmişti ancak derse gecikti.”Derse gelmeyecek! diyenler oldu. Akşam geldiği duyurulduğu için gelmeyeceğine kimse inanmadığından yerinden kalkmadı. Bunu fırsat bilip öğretmenin şirini okudum. İnanmayanlar çıktı. Şiiri gösterirken öğretmen geldi. Öğretmen sinirlenecek sanmıştım, çok memnun olduğunu söyledi; zaman zaman da hikâyeler karaladığını anlattı. Sonra da işte size bir psikolojik olay daha; bu durum tüm insanlarda olur. Önemli olan o anda isabetli bir karar vermek. Gerçekte bu, kişinin bilmeden kararsızlığa düşmesidir. Bunun için bu konuda deneyimli olanlar insanlara bir sanat önerirler. Bu sanata tutunanalar illâ sanatçı olmazlar. Ancak o andaki sıkıntıdan kolay kurtulurlar. Ben de, ne yazarım ne de şair. Ancak belli zamanlarda şiir de denerim, hikâye de. Kendi konumla ilgili dosyalar dolusu notlarım vardı. Hepiniz köylerinizden bilirsiniz, ne yazık ki halkımız bu sıkıntıyı bir uğraşla geçiştirmeyi düşünmez de bir saplantıya kapılı verir. Alışkanlık denilen kötü huylar insanların bu ruhsal durumu bilmemesinden ileri gelir. Salt köylülerde mi üniversitelerde okumuş nice gençler bile,  sigara, kumar ya da içki alışkanlıklarına bu nedenle saplanır. Bakın uygar ülkeler neler yapıyor! Filmlerde görmüşsünüzdür, at koşularının yanında sığır türü  hayvanlara bile binip yarış yapıyorlar. Biliyorsunuz futbol da, bu tür sıkıntıları önlemek için  oluşturulmuş bir spor. Batılı, bizim sırt çevirdiğimiz karlı günleri bile eğlence olarak değerlendiriyor. Yarışmaların yanında konser salonları, tiyatrolar dolup taşıyor. Bütün bunlar, insanlara zararsız bir yaşam sürdürmek için ortaya konmuş ilkeler. Biliyorsunuz bunların  küçük çapta örneklerini  biz de ilkokullarda vermeye başladık. Köy Enstitülerine milli oyunların yaygın öğretilmesinin, her öğrencinin bir enstrüman kullanmasının altında bu yatmaktadır. Mandolini öğrenmeye çalışan bir öğrenci kesinlikle böyle bir uğraşı olmayanın yanılgılarına uğramaz. Sizin okulun öğrenci yaşlarındaki kasaba okullarında  öğretmenler yayınlaşan sigara tiryakileriyle savaşmaktadır. Araştırın  burada sigaraya alışan  öğrenci görüyor musunuz? Görseniz bile biri ikiyi geçmez. Onlar da büyüklerinin özendirmesiyle olur. Kendisi müptela kimi babalar ayırdında olmadan çocuklarını da bu işe bulaştırırlar. Nasıl mı? Beşikteki çocuğunun burnu dibinde sigara içerler. Nikotinin soluma sistemini etkileyen bir özelliği bulunmaktadır, Çocuk büyüdükçe o kokuya bir yatkınlık duyar. Bir gün denediğinde bunun, bedende zaten var olan  eğilimi uyandırması sigara alışkanlığını çabuklaştırır. Bu dert salt sıradan insanlarda değil okumuş, iş sahibi, makam sahibi insanlarda da görülmektedir. Evine konuk gelen baba, oğluna ya da kızına sigara tutturur. Sorsan bunu neden yaptırdığını,  acayip bir de gerekçe gösterir:

-Adabı muaşeret öğrensin!

Yunus Kazım Öğretmen çantasından tomarla kağıtlar çıkardı. Kağıtları karıştırırken de kendi kendine söylendi:

-Konuşturdunuz beni; belli ki bunu ben de bekliyormuşum. Bir süredir üstünde durduğum bir hikâyemi siye okuyayım:

Şubat Rüzgârları Süiti!...

Öğretmen hikâyenin başlığını söyleyince bana baktı:

-Sanırım Müzik Bölümü’ndeki arkadaşlar içinde en çok beni tanıdığından:

-Bak seni de ilgilendiren bir tarafı var! deyip hikâyeyi okudu. Hikâye oldukça uzunmuş. Bir ara gözlerini kağıt üzerinde gezdirip atladı. Hikâye kahramanı yurdunu  terk edip başka memleketlere gitmişti; birden anılarına dönünce bir kopukluk oldu. Zaten öğretmen de hemen belirtti:

-Burada biraz kestik!

Öğretmen:

-Hikâyenin sonu deyip, okumasını sürdürdü. Hikâye bittiğinde tüm arkadaşlar duygulanmış, soluksuz gibi duruyordu. Mehmet Toydemir ayağa kalkarak sordu:

-Bunu siz mi yazdınız öğretmenim? Toydemir’in soruşu dersliğin havasına uymamıştı. Gülenler oldu. Mehmet Toydemir bu kez:

-Vallahi utanmasam ağlayacaktım! deyip yerine oturdu. Yunus Kazım Öğretmen de kendi okuduğuna mı yoksa bizim böylesi dinleyişimizden mi oldukça duygulandı. Mehmet Toydemir’e bakarak :

Öyle mi efendim! dedi. Öğretmen çantasını sessizce toplarken hikâyeyi bana uzattı:

-Mozart çalıyorsun, sevdiğin için çalıyorsun. Bak ben de bir Mozart  severim! dedi. Hikâyenin tamamı  dört sayfaydı. Hikâyenin sonu bölümü sahiden Mozart geçtiği için, ayrıca Yunus Kazım Öğretmenin Mozart sevgisini belgelemek amacıyla buraya aldım.

Tamamı dört sayfa olan bu hikâye, 1946 tarihli ve 308 sayılı Varlık Dergi’ sinde yayınlandı.......

..........Konser programındaki konçertoyu ve Şubat Rüzgarları Süitini prova ettikleri bir akşam saatinde garajın benzin ve makine yağı sinmiş havası içinde Vasili Vasileviç ağır giden orkestrayı Mozart’ın kanatlarını takmak için hırçın bir vuruşla  değneğini rahleye vurdu ve ta kırk  yıl önce bu konçertoyu ilk dinlediği gecenin zevkini hatırladı ve kürsüden indi....
Pantolon cebinden çıkardığı bir eflatun mendille gözlüklerini temizleyerek konuşmaya başladı:
 
-Bilirsiniz dostlarım, Mozart bu konsertoyu ilk defa Viyana sarayında çalmıştı. Mari Terezya imparatoriçe idi. Onun muhteşem görünüşü avizelerle donanmış aynalı salonda bütün gözleri çekiyordu. Mari Terezya uzun küpeleri ve geniş göğsünü parıltılara boğan gerdanlıkları peri masallarındaki gibi bir hal veriyordu. Etrafında kibir ve taazzumdan çatlayan bir sürü halk vardı. İmparatoriçenin oturduğu koltuğun  hemen önünde parlak parkenin üzerine o zaman için modern bir alet olan küçük bir piyano konmuştu. Ve daha geride  müzisyenlerin yeri vardı. Piyanoyu saray kadınlarından biri çalacaktı.
Bu avizelerin parıltısı hemen konserden sonra söndü. Madamların tuvaleti ertesi sabah bozulmuştu. Şanlı devlet adamlarını rakipleri devirdi. O gecenin güzelliklerini zaman  çirkinleştirdi. Mari Terezya’nın bugün sadece adını hatırlayabiliyoruz. Mozart’a gelince, Salzburg’un bir korusunda kulübemsi küçük bir evde karısının günlük işlerle oylandığını işite işite yazdığı bu eser, kulübeden saraya, saraydan konser salonlarına girdi. Kitapları, konferansları fethetti. Fakat çocukça saflığında en çetin bir ciddilik taşıyan bu yaratış hâlâ kendi olmakta ve  kalmakta ısrar ediyor. İnsan ruhunun ölmezliğini fısıldayan bu eserde Mozart’ın ruhunu yaşatmakla biz de ölmezliğin sırrını tatmış olacağız. Haydi bir kere daha! Bu defa daha duygulu, daya uyanık; daha canlı ve daha beraber olalım! Tık,Tık,Tık!...
 
Konserin bu ikinci provası Vasili Vasileviç’i coşturmuştu. Durmadan eski günleri anlatıyordu. Rusya’nın kayın ağaçlı ormanlarını, eşkıya türküleri söyleyen stepleri, karları savurarak uçan troykalarını, vahşi votka sarhoşluklarını canlandıran bu konuşma müzisyenleri hummalı bir hastalığın arifesindeki belirsiz bir kırgınlıkla-eziyor, her birini en sevdikleri insanın ölümünü gördükleri ilk gecenin ölçüsüz acısı ile baş başa bırakıyordu. Rus halk türküleri hepsinin gözlerinde binlerce kilometre uzakta bıraktıkları çocukluk evlerinin hayalini canlandırdı.
 
Kısa bir fasıladan sonra Şubat Rüzgârları süitinin provasına başlandı. Bu süite  önce piyano giriyordu. Başlarda ağır bir gezinmeden sonra viyolonseller ve kont
rbaslar melodiyi arıyorlar ve  sonra kemanlara ve arasında piyanonun sel gibi boşalan tiz sesleri başlıyor ve orkestranın sesi yavaşlıyor, yavaşlıyor ve alanda tek başına ve bütün hırçınlığı ve çılgınlığı ile yalnız piyano kalıyordu.
 
Bu kimin eseriydi böyle! Haşarı, kabına sığmaz ve âdeta nizamsız, üslupsuz bir boşalmaydı bu!...
 
 

Yemekte konu Yunus Kazım Köni Öğretmendi.Öğretmenin durmadan “Efendim!” deyişine,çok ciddi pozlarına takılanlar bile görüş değişiklliğine uğramıştı.”Görünüşe aldanmamalı.Arkadaşlara bir örnek verdim. Yavuz Abadan! Bizim okula gelen bir grubun en gösterişsiz kişisiydi.Bana kalsaydı salona bile almazdım.Oysa az sonra anladım, gelenler onun çevresinde birer çocuk gibi dolaşıyorlar.Hem de gelenler Prof.,Millet Vekili, yazar takımıydı. “Görünüşe aldanmamalı!” sözüne o zaman iyice inandım.Ekrem hemen kendini ortaya getirdi:

-İşte bunun için, benim davranışlarıma bakarak yanlış hüküm vermeyin; ben, sizin göremediğiniz bir takım gizleri taşıyorum! Nihat dayanamadı:

-Hayda!... Az sonra herkes kendinden söz etti...Belli ki derste bir açıdan sıkılmışız, kıvır zıvır sözlere gülerek salona döndük.Akşam plak dinleme var,şimdiden tembihler yapıldı:

-Bu gece Mozart gecesi.Keman-piyno Sonat kv.3o1 kesin, 4. Keman Konçertosu,Plâk olarak iki piyano konçertosu var,ikisinden biri.......

Öztekin Öğretmen, önümüzdeki pazar akşamı için,değişik birşeyler düşünüp düşünmediğimizi sordu.Ben Doğan Güney’in keman çalmasını,Talip Apaydın da Ahmet Yol’un tek olarak şarkı söylemesini önerdi.İkimizin önerisi de benimsendi.Söylenecek türkülerin seçimi zaten yapılmıştı, onları tekrarladık.Daha sonra öğretmen toplu keman çalışılacağını söyledi.Kemancılar toplu çalışma durumuna geçtiler.Ben de bir süre yazılarımı yazdım.Çalakalem yazmaya alışmışım, usturuplu yazmaya  kalkışınca parmaklarım hemen karıncalanıyor.Sağ işaret parmağım çabucak ikiye ayrılmış gibi ortasında bir sıcak çizgi oluşturuyor. Duyarsızlaşırsa, piyano  çalmama da zarar verir, diye kaygılanıyorum.Bu nedenle yazmayı da çok uzatmadan kestim.

                  *

Akşam yemeğinde nedense Sabahattin Öğretmenin sözleri eleştirildi.Kağıtları dağıtmak bize ne kazandırdı?Masada kağıdı verilmeyen tek ben varım.Söylemek istediklerim var.Söyleyeceklerimi hemen hemen hepsi hak ediyor ama susmayı yeğledim. Hemşerim Kadir sordu:

-Sen ne yazdın?Ne yazdığımı bilmdediğimi söyledim.İnanmadı:

-İnsan ne yazdığını bilmez mi?Bu kez de ben sordum:

    -Sen ne yazmıştın?Kadir susunca,gülüştük!

    Başına geleceği düşünmeden ortaya atılma buna denir!

Öztekin Öğretmen geç geldi,beklemeden Mozart kv. 301  keman Piyano sonatı dinledik.Öğretmen,piyano konçertosunu dinlerken geldi.Gelir gelmez de “Keman yok mu? diye sordu.Arkasından da ne de olsa  ruhumuzun öz gıdasını keman veriyor, ya da ona koşullanmışız! dedi.Mozart gecesi oluş nedenini de arkadaşlar açıkladılar.Öztekin Öğretmen de derse gelen  öğretmenler içinde enstrüman kullanmamakla birlikte müzik severlerin oluğunu, bunlardan bir bölümünün adlarını saydı, Prof. Hikmet Birand,Prof.Selahattin Batu, Sabahattin Eyuboğlu,Yunus Kazım Köni, Prof. Saffet Korkut,bizim tanımadığımız bir kaç  ad daha ekledi.Bunları, bizim okul açılmadan önce Öztekin öğretmen, konserlerde tanımış.Her zamankinden farklı, daha sakin konuşmalar yaparak dağıldık

Yunus Kazım Öğretmenin hikâyesinin etkisi alında dinlediğimiz Mozart müziklerinin rahatlatıcılığı içinde yattım.Yatınca da okuduğum bir kitapta geçen sözleri anımsar gibi oldum.Amerikalı yazar  Upton Sinclair’in Altın Zincir kitabında Mozart müziğini göklere çıkarır.Neler dediğini anımsayamadım ama çok güzel sözlerle övdüğü sanki belleğime kazınmıştı,bunu duyumsadım.Kitabı,bir daha okumaya karar verdim.Altın zincir.Adı da ilginç;neyin zinciri?Dünya kültürüne katkıda bulunanların olsa gerek!

 

  7 Mart  1945 Çarşamba

 

Havanın ılıdığı söylendi.”Mart geldi, haberiniz yok mu?” diye soranlar oldu.Arkasından da “Mart kapıdan baktırır,kazma kürek yaktırır! sözleri tekrarlandı.İhsan Güvenç:

-        O sözler  yanlış dağil belki ama söylene söylene aşınmış biraz da yozlaşmış.Bir kere kazma da kürek de  yakılmaz;yakılan onların saplarıdır.O da eğer saplar ağaçtan yapılırsa! Hemen soruldu:

-        Ya, neden olacaktı?İhsan Güvenç güldü:

-        Kafanı çalıştır oğlum, insanlar bu devirde ağaç yerine metal kullanılıyor! Soran oldu:

-        -Metal yanmaz mı?Bu kez de başkaları  seslendi:

-        Metal eritirek mi ısınacaksın?

Dışarıya çıkınca  duyumsadım,sahiden havanın ılıklığı besbelliydi.

                   *

Yunus Kazım Köni Öğretmen besbelli sigara içmiyor. Sigara aleyhinde konuştuğuna göre, karşısında sürekli pipo tüttüren İbrahim Yasa ile Mahir Canova için ne düşünüyordur? Değişik görüşler ön sürüldü:

-Pipo, sigara gibi zararlı değildir, ona karşı durmaz! İngiltere Başbakanı Winston Churchill de sürekli  puro içiyor.

-Pipo başka, puro başka!

-Ne farkı var, ikisi de tütün!

-Puro tütünü neye sarılı?

-???.....

 

-Sigaranın kağıdı zarar veriyormuş.

-Zararlı olan tütün içindeki nikotin, kağıtta nikotin mi var?

 

 

                     Winston Churchill

 

Soruların özü  karşılıksız kaldı...

                *

Doç. İbrahim Yasa, bildiğimiz hareketleri tekrarlayarak geldi. Günaydınlaştıktan sonra:

-Biz, kendimiz köylü olduğumuzdan mı nedir, bir köy havası tutturduk gidiyoruz. Köyün, köylünün büyük sorunlarından biri de köy, köylü, köy kasaba hatta kent ilişkileridir. Kasaba, kent nedir ki? biraz da onlara bakalım. İlk yerleşim öbekleri kesinlikle köylerdir. Öyleyse köyler nasıl olup da kasaba daha sonra da kentlere dönüşmüştür? Soruyu sorduktan sonra parmaklarıyla piyano çalıyormuşçasına masaya  bir süre  sıra ile vurduktan sonra bize bakarak sordu:

-Sizin bu konuda söyleyecekleriniz var mı? Bir çok arkadaş parmak kaldırdı. Öğretmen en yakınındaki Mestan Yapıcı’ya söz verdi. Mestan Yapıcı, köyler oluşup gelişmeye başlayınca geçime en elverişli yerlerdeki köylerin giderek kalabalıklaşıp kasabaya dönüştüğünü, daha sonraları da aynı nedenlerle kasabaların kentlere dönüştüğünü anlattı. Öğretmen bu kez de:

-Söylenenler doğru olabilir ama bunlar nasıl oldu? Oralarda oturanların bir düşünsel  katkısı olmadı mı? Öğretmen bunu sordu, arkasından da soruyu değiştirdi. Kentle ya da kasaba ile köy kuruluşları arasında nasıl bir görev dağılımını  ya da halkın ortaklaşa yaptığı işleri düşünelim! Deyince parmaklar kalktı. Konuşmak isteklilerinden biri Veli Demiröz’dü. Parmak kaldırdığından başka “Ben!” diye de kendini ortaya çıkardı. Öğretmen gülümsedi:

-Peki, öyleyse  “Sen!” deyip konuşması için Veli Demiröz’e işaret etti. Veli Demiröz, köy ihtiyar heyetlerinden, muhtarlardan, Çiftçi Birliklerinden söz etti. Öğretmen:

- Çiftçi Birlikleri dediklerini anlayamadım, onlar nasıl bir şeyler? Veli  Demiröz, kendi köyünde Eğitmen olan ağabeyinin kurduğu birlikten  söz etti. Öğretmen ilgiyle sordu:

-Başka köylerde de var mı bu birlikler? Veli Demiröz, omuzlarını oynatıp duraksayınca öğretmen:

-Galiba anlatamadım, tüm köylerimizi kapsayan köy ortaklığını güçlendiren kurumlar var mı? Kimseden söz çıkmayınca öğretmen:

Avrupa insanıyla Asya insanı arasında değişik bir düşünce ayrılığı var gibi. Avrupa insanı ta baştan, kendi işlerini kendi görme duyarlığına ermiş. İlk toprağa yerleşimde bir benzerlik olmasına karşın sonraları bu fark giderek gözle görülür bir duruma gelmiş. Çok eskilerde her ikisinde de  halk otoriteye boyun eğerken batına bunun tartışmaya açıldığını sonra sonra da bir takım haklar kazanıldığını görüyoruz. Elimizde bir belge var, 1215 tarihli bu belge, Magna Carra adıyla tarihte bir dönüm noktası olduğu gibi, başka belgelere de emsal olmuştur. Tarihine bakınca, bunun bizim Osmanlı Devletimizin doğumundan öncedir. O zaman Britanya halkı, memleketlerini yöneten krallarından bir takım haklar almış, bunu da belgeye bağlamıştır. Bir başlangıç olarak çok önemli olan bu hakları zaman zaman halk, kendi çıkarına çoğaltmış başka ülkelerdeki kralların tüm hakları kendi kullanırken Britanya da kralın varsıllığı boyunda varsıllık düzeyine çıkmıştır. Bunu örnek alan öteki Avrupa halkları da benzer dileklerle haklar almış, böylece Batı insanı az da olsa ayağını kendi toprağı üstüne basmıştır. Bu gelişme, ticareti ön plana çıkarmış, alışveriş insanları varsıllaştırdıkça kentler kurulmuş, yollar, köprüler, limanlar, parklar, müzeler, tiyatrolar  kurulmuş, halkın kaynaşması sağlanmıştır. Bunların her birinin yapılması elbirliği istediğinden kendiliğinden bir ortak çalışma ağı oluşturulmuştur. Bu ağ, tek insanın değil el birliğinin gücünü oluşturduğundan bireyler bunun otoritesine saygı göstermiş, devamlılığı ,için yardımcı olmuştur. İşte kentlerdeki o büyük düzen böyle oluşmuştur. Burada tek kişinin ya da kralın gücü değil  ortak otoritenin kararları geçerlidir. İşte bu kent yönetimi Belediye dediğimiz genel bir ad altında anılmaktadır. Avrupa’daki büyük kentler, Paris, Berlin, Viyana, Londra ya da başka kentler böyle oluşup gelişmiştir. Bunları, başka bazı kentler gibi,(Örneğin  Petersburg) krallar kurup geliştirmemiş, halkın  kendi elbirliği ile kurduğu kurumlar geliştirmiştir. Kimi zaman da gelişen bu kentlere krallar gelip yerleşmiştir.

Bir de Asya toplumlarına bakalım, özellikle  kendi soyumuz art arda devletler kurmuş, bu devletler hep aile devletidir. Samanoğulları, Gazneliler, Babürlüler...Hele Anadolu’da Osmanlılardan önce kurulduğu söylenen devletler sanki birer aile şirketi, Menteşoğulları, Geriyanoğulları, Dulkadiroğulları, Karamanoğulları v.b. Güçlü bir kimse çevresine topladığı güçle adına bir devlet kurmuş, sahiplendiği toprak onun sayılmış, halk onun marabası(Toprağını ücret karşı işleyen) olmayı benimsemiş. O değişip başkası gelince ona da boyun eğmiş. Gelen bu kez bir başka kentte oturmuş. Böylece devletin adı da değişmiş. Haritaya bakılınca bu yerler şimdi birer noktadan ibaret; yalnız adı var, canı var mı yok mu ilmem ama kesinlikle gelişmesi  öz konusu değil. Halkta katılımcılık fikri olmadığı için kentler öylece donup kalmış. Asya’ya gitmeye gerek yok kendi tarihimize bakalım. Bursa, Osmanlı Devletinin yönetim merkezi olunca başka  Orhan Gazi ile oğlu 1. Murat orada güzel eserler yaptırmış. Bir süre sonra merkez Edirne’ye taşınınca Bursa öylece kalmış. Gidin araştırın Bursa’da o söylediklerimi saymazsanız kayda değer bir sanat yapısı bulamayacaksınız! Edirne de öyle; Fatih nasıl bıraktıysa öylece kalmış. Nasılsa Kanuni’nin oğlu  2.Selim bir cami eklemiş. Edirne halkı neredeyse onların bekçisi olarak ortalıkta dolaşıyor. Pardon bir de Abdülmecit asırlar sonra bir köprü yaptırmış.!570 yılında bir cami,1850 yılında bir köprü. Güzel Edirne’mizin gelişmesi bundan ibaret. Düşünün iki eser için 200 beklenmiş. Bir de a.b.d.ye bakalım. 1800’lerde bağımsızlığını kazanmış, şimdi 1945’ lerdeyiz.145 yıl  içinde dünya devleti oldu. Olayın  bir başka şaşırtıcı yönü var. Bulgaristan, Irak, Mısır bizim yönetimimizde idi. Mısır bizden 1880’li yıllarda, Bulgaristan’sa 1890’lı yıllarda, Selanik kenti 1912 yılında, Bağdat ise 1918 yılında elimizden çıktı. Bakın bunlarda, henüz İstanbul’da bulunmayan neler vardı:

-Mısır bizim bir eyaletimizken 1870 yılında Süveyş kanalının açılışı nedeniyle ünlü İtalyan Bestecisi Verdi’ye Mısır tarihi ile ilgili bir opera ısmarladı. O opera Kahire operasında  1871 yılında oynadı. Öyle ki operanın ilk seslendirilişine Avrupa’nın ünlüleri gelip izledi. Yıl 1871. Şimdi 1945 yılındayız, İstanbul’da henüz operanın adı bile anılmıyor. Atatürk bir konuşmasında ilk operayı, Sofya operasında gördüğünü söylemiştir. Atatürk Sofya’da 1910’larda bulunmuştu. Bu saydığım o tarihlerde bizim saydığımız kentlerde elektrik, tramvay kurumları kurulur, kentler parklarla süslenirken İstanbul’da insanlar atlarla, atlı arabalarla dolaşıyordu. Park, mark gibi şeylerin adı bile geçmiyordu. Çünkü Müslümanların sımsıkı bağlı olduğu ya da Müslümanları avucunda tutan Halifelik bunları haram sayıp, halkını yeni buluşlardan uzak tutuyordu. Sözde belediye kurulmuştu(Tanzimat’tan sonra) ama  kurulan kurum belediye değil, halkı kıskıvrak, din korkusuyla ürküten bir kuruluşa döndürülmüştü. Dinsel ürküntüler yanına bir de Belediye zaptiyeleri eklenmiş, halka türlü bahanelerle zulüm ediyordu. İstanbul Belediyesi tarihi incelenirse önemli bir durumla karşılaşılır:

-Belediye başkanları hep paşalardır. Paşalar kimler? Osmanlı sarayının gözde kimseleridir. Çünkü başka türlü Paşa olmak olası değildir. Bunları halk tepeden in me kabul eder. Bunun belediyecilikle ne ilgisi olabilir?

Gerçek anlamıyla Belediyeler, belediyecilik anlayışı, Cumhuriyetle geldi.

 İsterseniz belediye, demişken bu sözün anlamı üstünde de duralım. Ben sizden rica edeyim; salt belediye değil, kaza, vilayet, kaymakam, vali, müddeiumumi, hakim sözlerinin de anlamını araştırın. Ben, belediye olayını çok önemsiyorum. Halk  ortak gücünü belediye işlerinde göstermektedir. Bir süre bulunduğum Amerika’da bunu sezdim, devlet merkezi olmayan New-York devlet gücünde bir kent. New-York belediye başkanı  David Rockefeller, Cumhurbaşkanı  Franklin Roosevelt’le nekredeyse bir tutuluyor.

Kentlerin gelişmesi, o kentte yaşayanların bilinciyle ilgilidir. Halkın seçtiği belediye görevlisi halkın haklarını korumak zorundadır. Bunun için de düzenli planlar yapar ya da yaptırıp toplumun rahatını korur. Örneğin  yollar bir plana göre açılır. Binalar bir düzen içinde yapılır.10 milyonluk New-York da her evin musluğundan su akmaktadır. New-York halkının içtiği suyun  200 km. uzaktan geldiği söylenmektedir. Atatürk bunları düşündüğü için  ünlü Mimar Hermann Jansen’ e Ankara’nın planını çizdirdi. Bundan sonra Ankara da planlı bir kent olarak yeni şeklini alacaktır.

Gelelim bizim muhtarlara. Köy muhtarlarını kim görevlendiriyor?

Seçimle geldikleri söylendi. Öğretmen muhtar seçimlerinin nasıl yapıldığını sordu. Kimseden ses çıkmayınca ben kalktım, tanık olduğum bir muhtar seçimini anlattım.

1935 yılında okulunun 5. sınıfına devam ettiğim Hamitabat köyünde yapılan muhtar seçimini izledim. Köyün yirmi yıldır muhtarlığını yapan Ali Ağa, muhtarlığı bırakmak istememektedir. Ali Ağa  muhtarlığı babasından devralmıştır. Ancak köy halkının bir bölümü muhtarın değişmesini istemektedir. Ali Ağa varsıldır. Ayrıca Kırklareli Millet Vekili Zühtü Akın’ın da yakın arkadaşı, ayrıca akrabasıdır. Ali Ağa, kendine güvenmektedir. Buna karşın halk diretir, ilgili yerlere baş vurarak seçim  kararı aldırır. Seçim günü duyurulur, köye bir çavuşla dört jandarma gelir. Seçim günü  halk(Her evden 25 yaşın üstünde bir erkek olma üzerek) okulun bahçesinde toplandı. Eski muhtar Ali Ağa’nın karşısında Sadık Amca, dediğim, öğrenci arkadaşım Rıfat’ın babası vardı. Baş Çavuş yüksek sesle Ali Ağa’yı isteyenleri bir yana, Sadık’ı isteyenleri öbür yana toplayıp saydı. Sadık Amcayı isteyenlerin sayısı ötekinden on fazlaydı. Ali Ağa itiraz etti. Halk bir araya getirilip bir daha  ayrı toplanarak sayım yapıldı. Bu kez Sadık Amca 25 fazla oy(O zaman rey deniyordu)aldı, böylece muhtar oldu. Öğretmen güldü. Bu konu üstünde duracağız! deyip ayrıldı.

                      *

Doç. Halil Demircioğlu önce havanın yumuşadığından söz etti. Bir den:

-Bir deneme yapalım; bilmemiz gereken olayların ne kadarının nerelerini belleğimize alıyoruz? Böylece yarım kalan tarafları üzerinde de bir daha durmuş olacağız. Size kağıtları ben vereceğim. Soracaklarımı yazıp  cevaplandıracaksınız!

Beklenmeyen, diyemeyeceğim, hep bekliyorduk ama bugün olacağını hiç düşünmemiştik, hepimiz şaşırdık. hafiften mırıltılar bile oldu:

-Sırası mıydı? Öğretmen  ya duymadı ya da duymazdan geldi, güler yüzle kağıtları kendi dağıttı. Birinci konu:

Sivas Kongresi’nin toplanış amaçları ile sonuç bildirgesinden anımsadıklarınız?

İkinci konu: Kurtuluş Savaşına bir çok kişi ve kuruluş karşı olmuştur. Bunlardan her hangi birisi ile Çerkez Ethem’ in baş kaldırışının nedenlerini, sonuçlarını karşılaştırınız...

Öğretmenin sakin tavırları etkilemiş olacak çıt çıkmadı denecek ölçüde sessiz duruldu. Kalemleri kağıtlara sürtünmesi bile duyuldu. Kağıtlarını verenler çıktı.

Salanda kalanların yarıdan aza indiği bir sırada ben de kâğıdımı verdim. Öğretmen, kağıdımı alınca baktı alınca baktı, kapıdan çıkarken dönüp baktığımda benim kâğıda baktığını gördüm. İçimden:

-Acaba o mu, yoksa başkası da verdi de ona mı bakıyor derken çıkanlar oldu. Muhittin İlhan dikkat etmiş, arkamdan gelince, bana:

-Senin kağıdı okudu bile! dedi. Okuması benim için büyük bir kazançmış gibi  rahatladığımı duyumsadım. Sanki beni çağırıp” Aferin!” diyecekmiş gibi beklentiye bile kapıldım. Yan tarafta Dergi Kolu  duyuruları vardı, onları okuyormuş gibi bir süre baktım. Çıkanların, Muhittin gibi bana bir şeyler söyleyeceğini bile umdum. Hiç kimse bir şey tınmayınca nedense üzüldüm. Ancak kendime güvenim olduğundan fazla da önemsemedim. Öğretmenin kağıdımı alır almaz bakması ilkimi çekti.

                    *

Yemekte, baskından söz edildi. Neredeyse 2. Yılı bitiriyoruz, sınav denilen olaydan habersiziz. Gene de  bir söz söylemedim. Hemşerim Kadir, duramadı;

-Sabahattin Eyuboğlu öğretmenin kağıdımı vermeyişini anımsattı. Bense, anlamaz görünerek, gelecek çalışmalardan, yazın yapacağımız stajdan söz ettim:

-Hemşerimle birlikte köyleri gezeceğiz, arkadaşları göreceğiz. İdris Destan’ın yaptıklarını beğenmezsem,

 takınacağı tavırları canlandırmaya çalıştım. İsmet Yanar’ n bir işini  eleştirirsem kesinlikle  bana:

-Şunu sen yapıver Dayı! diyeceğini söyleyince arkadaşlar güldüler. Onları güldüren “Dayı,, sözü . Bu arada bir anımızı anlattım. Edirne/Karaağaç Köy Öğretmen okulunda toplandığımız  ilk günlerdi. Yat zilinden sonra yatakhaneye giriyoruz ama vıdı vıdı konuşmalar bir süre uzuyordu. Nöbetçi öğretmenler gelip kapıya sert bir nesne ile vurup susmamızı söylüyordu. Böyle bir akşam İsmet bana yüksek sesle “Dayı!” bağırmıştı, bunu duyan nöbetçi öğretmeni sinirlendi:

-Ne demek “Dayı!” burası Yeniçeri ocağı ya da Külhan beyler kulübü değil, kim o kabadayılık taslayan! diyerek gelmişti. Öğretmenin sertleşmesinden korkan arkadaşlar beni gösterdiler! Öğretmen bana:

-Sen misin o DAYI ?diye sorunca ben, durumu anlattım:

-Bizim annelerimiz kardeş, ben ondan üç yaş büyük olduğum için bize öyle konuşmamızı öğrettiler!  Öfkeli öğretmen kahkahayla güldükten sonra, yumuşak bir sesle::

-Haydi yatın çocuklar! deyip ayrılmıştı.

                   *

Salonda toplanınca Öztekin Öğretmen, kısa bir konuşma yaptı:

-Sizi de gittiğiniz enstitülerde müzik dersi okutacağınızı düşünerek söylüyorum, ilk işiniz, çocuklara şarkı öğretmek. Bu, şarkı olduğu gibi türkü de marş da olabilir .Sonuç olarak; çocukların bilmediği bir sesli olayı öğretmek. Üçüncü sınıflarla bu iş üzerinde hiç durmadık. Onlar, ilk milk derken bu konuda ,ihmale uğradılar. Genel bilgileriyle bu eksikliği tamamlayacaklar elbet. Ancak biz bu konuda bir süre duracağız. Nasıl mı? Bu günden başlayarak. İlkokul düzeyinde söylenen şarkıları toplayacağız. Bu şarkıları önce kendimiz bir gözden geçirip enstitü bölümünde öğreneceğiz. Programımızın bir adı da olacak. Biz bunu Musiki Muallim Mektebinde uygulamıştık. Gerçi o zaman pek başarılı olamamıştık ama şimdi olacağız. Çünkü o zaman bizde, şimdi sizde olduğu gibi Eğitim Bilgisi deneyimimiz yoktu. Üstelik, sürekli keman çalıştığımızdan genel bir ses deneyimimizde yok gibiydi. Müdürümüz bile asker kökenliydi.

Öğretmen sözlerine daha açıklık kazandırmak için örnek üstünde durdu:

-Bunun biz, kendimiz için değil, köye gidecek öğretmen adaylarına nasıl öğreteceğimiz açısından üstünde duracağız. Aynı zamanda onlara bir ilkokul öğrencisine öğretilecek şarkılar demeti de kazandırmış olacağız.

Daha sonra aklına gelen şarkı adlarını söyledi.

-Daha Dün Annemizin, Mini Mini Kuzum, Benim Güzel Okulum,  Boş Fıçı v.b.

Arkadaşlara sordu. Arkadaşlar birer ikişer şarkı sıraladılar. Yalancı, Baltalar Elimizde, İlkbahar, Kış, Sonbahar, Cici Köpeğim, Kedim...Değişik arkadaşların aynı şarkı adlarını söylemesi üzerine öğretmen bunları başka bir zaman sıraya koyarsınız deyip, uygulanacak yöntem hakkında bilgi verdi. Nisan başında uygulamaya geçeceğimizi duyurup kemancıları toplu çalışmaya aldı.

Alt odaya inip uzun süre  piyano çalıştım. Zaman  zaman da sabahki yazdıklarım aklımdan geçti:

-Doğru mu, yanlış mı?

Akşam yemeğinde gene Çocuk şarkıları konuşuldu. İçimizde bu tür şarkıları en doğru bilen Abdullah Erçetin. Hem doğru biliyor hem de en güzel o söylüyor. Arkadaşlar, haklı olarak şarkı listesini onun hazırlamasında direndiler. Abdullah, biraz nazlanmasına karşın, ricaları kabul etti.

Mehmet Başaran’la Sami Akıncı(Sami gene rahatsız, bu kez Gülhane’ye yatmış)dışın herkes oradaydı. Aşık Ahmet arkadaşımızdan mektup gelmiş.  Merakla beklenen öğretmenlik üstüne bilgilerden zırnık yok, ava çıkıyormuş, geyik görmüş amsa vurmamış. Mustafa Saatçi tanısını koydu:

-Onun gördüğü keçidir! Poyralı köyünde geyik ne arasın? Poyralı köyünün Istranca Ormanları içinde olduğunu biliyorum ama sustum. Arkadaşlar, sözü benimseyip güldüğüne göre neşelerini neden kaçırayım?

Yatınca gene Ahmet Güner arkadaşı anımsadım; benim zeybek arkadaşımdı. Zeybekleri güzel oynuyordu. Birden başka bir olay anımsadım; Çete Hasan olayı.

Çete Hasan, onların  yakın  köylüsüydü. Onun hakkında o da benim kadar bilgiliydi. Neden beş ıl boyunca bir yol olsun Ahmet’ o olayı sormadım?

Çete Hasan’ın bizim kahveye gelip oturduğunu, ya da “Oturdu!” dendiği geceyi anımsamağa çalışırken uyudum...

 

 8  Mart  1945 Perşembe

 

Yatarken aklıma geldi ama, rahatımı bozmamak için üstünde durmamıştım; uyanır uyanmaz kulağımda çınladı:

Hamdi Keskin Öğretmen yazılı yapar mı? Neden yapmasın? Yaparsa neleri sorar? Hiç yazılı yapmamış, kimse bir şey diyemiyor. Genel bir sonuç çıkarılıyor:

-Geçen yıl yapmamış, bu yıl da yapmaz!

 Böyle konuşulunca nense yapmasını istiyorum. İstiyorum ya yaparsa ne sorar? Yaparsa genel sorular sorar! Nasıl yani? Soruma karşılık veremedim.

Kahvaltıda da benzer sorular çıktı, arkadaşlar  da kesin biz söz söyleyemediler.

Kuşkular içinde salona gittik. Herkeste  bir ilgi,:

-Sen ne düşünüyorsun?

Hamdi Keskin Öğretmen geldi, neşeli bir yüzle “Günaydın!” deyip yerine oturdu. Elindeki kitabı  az karıştırdıktan sonra:

Halk şiirimizde, halkın özünde  bulunan duruluk vardır, deyip bir şiir okudu

Köroğlu’dan,

 

              Siyah kâkülün dökmüş
              Kızıl güllere güllere
              Elâ gözlerin  dikmiş
              İnce yollara yollara
        
                Gel Ayvazım dolaşalım
                Çamlı bellere bellere
 
             Doldur elinden içeyim
             Mest olup serden geçeyim
             Seninle bile göçeyim
             Uzak illere illere
  
                Gel Ayvazım dolaşalım
                Çamlı bellere bellere
 
            Okursun aşkın kitabın
            Komadın aşıkın tab’ın
            Akıttın çeşmimin abın
            Döndü sellere sellere
 
              Gel Ayvazım dolaşalım
              Çamlı bellere bellere
 
           Aşıklara vardır meyli
           Riyazet çekmişim hayli
           Ben mecnun ol’am sen Leyli
           Düşem çöllere çöllere
  
               Gel Ayvazım dolaşalım
               Çamlı bellere bellere”
 
           Köroğlu der budur derdim
           Sarardı çehre i zerdim
           Şu benim nihai derdim
           Düştü dillere dillere
 
               Gel Ayvazım dolaşalım
               Çamlı bellere bellere

                           Köroğlu( (16.y.y.)

 

Usuli.

 

         Yarenler ecel gelmeden -Gözümüz toprak dolmadan
         Felek bizden öv almadan - Hele bir demdir sürelim
 
         Döğünüp hasret taş ile  - Bağrımız dolu baş ile
         Ah ile kanlı yaş ile     -Hele bir demdir sürelim
 
         Kara toprak döşenmeden -Ten kafesi kuşanmadan
         Nefis kuşu boşanmadan  -Hele bir dem sürelim
 
          Dünya kimseye mi kalır - Başa hod yazılan gelir
          Ötesini Allah  bilir     - Hele bir demdir sürelim
 
         Bir acayip devran ancak -Cümle âlem hayran ancak
         Bu da bir hoş seyran ancak - Hele bir demdir sürelim
 
         Usuli  terk etti varın     -  Komadı ah ile zarın
         Kim bile nico’la yarın     -Hele bir demdir sürelim

                             Usuli  (1450-1550 arası)

 

Eşrefoğlu

 

        Aşkın odu ciğerimi    - Yaka gel yaka gider
        Garip başım bu sevdayı -Çeke geldi çeke gider
 
        Firkat kâr etti canı    -  Gelsin aşıklar yanıma
        Aşk zincirin dost boyna -Taka geldi taka gider
 
         Bülbül eder zâr u efgan  - Aşk oduna yandı bu can
         Benim gönülcüğüm heman -Hak’tan geldi Hakk’a gider
 
         Arifler durur sözüne  -Gayrı görünmez gözüne
         Eşrefoğlu yâr yüzüne  - Baka geldi baka gider

                               Eşrefoğlu(1500’lü yıllar)

Öğretmen okuduğu şiirleri açıklamadan ,hece ölçüsüyle yazıldığını, parmak hesabı 4+4 olduğunu, bu ölçünün Halk şiirinde çok tutulduğunu bu ölçüyle yazılmış şiirlere, eğer konusuyla ilgili bir ad verilmemişse Semai, dendiğini anlattı. Bunların çoğunun şiir olarak değil halka bağlama ile okunmak üzere düzenlendiğini, ancak, bunların  değerini bilenlerin zaman zaman bunları toplayım bir düzene koyduğunu anlattı. Bunlarının çoğunun da  Bektaşi Tarikatında olanların ya da o tarikata eğilimi olanların yazdığını, böylece Bektaşi tarikatının Cönk diye tuttuğu kayıtlarda toplandığını, araştırmacıların o kayıtları değerlendirerek bu eski kaynakların önümüze geldiğini anlattı. Öğretmen ayrıca

Çeşmin i abın, Zar u efgan, çehre i zerd gibi tamlamaların kullanılmış olmasını bu şairlerin Divan şairlerini okuduğunu, onlardan etkilendiğini gösterdiğini söyledi .Öğretmen daha sonra da 6+5 ölçüsünde şiirler okudu. Koşma başlığı altında toplanan bu ölçüdeki şiirlerin kimileri kahramanlık konusunu işliyorsa özel olarak Koçakla adını aldıklarını açıkladıktan sonra Köroğlu ile Dadaloğlu’dan iki  şiir okudu.

Köroğlu.

 

           Hemen Mevlâ ile sana dayandım
           Arkan sensin kalem sensin dağlar hey
           Yoktur senden gayri kolum, kanadım
          Arkam sensin kalem sensin dağlar hey
 
          Yüce yüce tepesinden yol aşan
          Gitmez oldu gönlümüzden endişen
          Mürüvvetsiz beyden  yektir dört köşen
          Arkan sensin kalem sensin dağlar hey
 
          Hep sınadım Osmanlı’nın alını
          Bulamadım hergiz gönlüm alanı
          Anacağız sevdiğimin halini
          Arkam sensin kalem sensin dağlar hey
 
          Köroğlu der tepelerden bakarım
          Gözlerimden kanlı yaşlar dökerim
          Bunca yıldır hasretini çekerim
          Arkam sensin kalem sensin dağlar hey

                           Köroğlu

 

Dadaloğlu.

                

            Kalktı göç eyledi Avşar illeri
            Ağır ağır giden iller bizimdir
            Arap atlar yakın eder ırağı
            Yüce dağlar aşan yollar bizimdir
 
            Belimizde kılıcımız kirmani
            Taşı deler  mızraımın temreni
            Hakkımızda devlet etmiş fermanı
            Ferman padişahın dağlar bizimdir
 
            Dadaloğlu yarın kavga kurulur
            Öter tüfek davlumbazlar vurulur
            Nice Koçyiğitler yere serilir
            Ölen ölür kalan sağlar bizimdir.

                    Dadaloğlu (19.y.y.)

Halk şiirinde koşmaların çokluğunu, onların konu bakımından sınırlamadığını, her güzellik için söylendiğini, özellikle, insan, doğa güzellikleri anlatmada bu ölçünün(6+5) kullanıldığını şiir başlıklarından örnekler(Karacaoğlan’ dan, Aşık Ömer’ den, Emrah’tan, Dertli’ den) vererek anlattı. Koşmaların kimi kez destanımsı denemelerde ya da yaşamla ilgili konularda da kullanıldığını söyleyen Öğretmen Karacaoğlan’dan bir örnek verdi.

 

             Ömrümü uzun eyle ey Bari Huda
             Hamd ü senâ şükür etmek isterim
             Çalışıp kazanıp nefis taamla
             Dişlerim var iken yemek isterim
 
             Açıldı dehanım söyler zebanlar
             Sana muhtaç bunca şahlar gedalar
            Al yeşil hırkalar türlü libaslar
            Böylece münasip giymek isterim
 
            Bir küheylan at ver istemem eşek
            Üstü kaplan postlu tek olsun öşek
            Kuş tüyünden yastık yumuşak döşek
            Geceler içinde yatmak isterim
 
            Bir güzel isterim ahu bakışlı
            Gerdanı bir karış benli, nakışlı
            İnci dişli olsun hem kara kaşlı
            Her gece sarılıp yatmak isterim
 
            Kalk gönül gezelim helv alayına
            Ol helvalar da dişe kolayına
            Her akşam da pirinç pilavına
            Kahvaltıda  ballı kaymak isterim
 
           Bamyayı severim dolma hoş olur
           Ballı börek pişer içi boş olur
           Hele zerdali yanında hoş olur
           Yedikçe karnıma doymak isterim
 
            Sütlü ile tek helise olaydı
            Tavuk kızartması  sahna dolaydı
            O tel helvası da dişe kolaydı
            Aranmaz üşenmez emek isterim
 
            İçli köfte gerek yola gidene
            Bumlar doldurması benzer harane
           Baklavayla börek şifa bedene
           Yedikçe ellerim yumak isterim
 
           Kar turunç olmasa günde yüz serçe
           Ya kuzu dolması nere kaça
           Seherden evvel de  ekşili paça
           Limon bulunmazsa somak isterim
 
            O güzel meyveler bittiği zaman
            Toplayan getiren cümleden hemen
            Dediler lezzeti şol adı yaman
            Anın da kabuğun soymak isterim
 
            Nede kaldı şekerli kurabiye
            Ne demeli fürun eti kebaba
            Bazıları su mu katar şaraba
            Neme lazım adın demek isterim
 
            Kocadım  ihtiyarladım kardaşlar
            Halime rahmetin bakın yoldaşlar
            Döküldü ağzımda kalmadı dişler
            Yağlı höşmerimle doymak isterim
 
           Azrail göğsüme çöktüğü zaman
           Öyle bilin halim perişan yaman
           Bülbülün kafesten uçtuğu zaman
           Cesedini kabre koymak isterim
 
           Karacaoğlan der ki böyle kalaydım,
           Zahir bahtın muradıma ereydim
           Ol gün dahi cemalini göreydim
           Hak’kın didarını görmek isterim

                          Karacaoğlan (17.y.y.)

Bizim için bir kültür hazinesi sayılan halk  türkülerimizin de söz kaynağı sayılan özellikle koşmalar, semailer, atışmalar, maniler üzerinde duracağız! deyip ayrıldı.

Öğretmen çıkınca bir soru ortaya atıldı:

-Neden koşma, koşmayla ne ilgisi var? Koşma, hayvanları arabaya koşma ya da yolda koşma, anlamında kullanılır? Ya semai ne anlama gelir? Tartışma sürerken Almanca dersi için kitaplığa geçtik.

Doç. Niyazi  Çitakoğlu, gelir gelmez, elindeki gazeteyi göstererek Almanya kan ağlıyor, bütün cephelerde bozuldu! deyip yüzümüze baktı.Hüseyin Orhan:

-Onlar da yıllarca başkalarına kan ağlattılar, şimdi, onlara acımak gerekir mi? diye sordu. Öğretmen:

-Haklısın ama bize bir zararları olmamıştı, ben o bakımdan onları düşündüm! deyince ben söz istedim:

-Almanya bize gözle görülmeyen ama yaşam boyu acısını ,özlemini çekeceğimiz kötülükler yaptı. Ben köyümden, Edirne’de okumak üzere ayrılmıştım. Büyük Amcam Edirne’de okumuş, onun  etkisiyle okula gittim. Almanya başka devletlere saldırınca ülkemiz de önlemler almaya başladı, Edirne askerle dolunca okulumuzu elimizden kaçırdık. Sonra da göçebe olarak beş yer değiştirdik. Öğretmen sordu:

-Durumundan memnun değil misin? Memnunum ama başlardaki düşlerim uçtu gitti! Öğretmen gülümseyerek:

-Ende gut alles  gut! Ben de:

-Pek öyle değil! dedim. Öğretmen işte yakalandın; Pek öyle değil’ i Almanca söylemen gerekirdi. Öğretmen daha sonra insanların duygusal yanları olduğunu, o da kendini bundan kurtaramadığını, bu nedenle konuşurken kendi içini ele verdiğini anlattı. Almanya’da kaldığını, orada arkadaşları olduğunu, onları düşündüğü için öteki olayların etkisi gölgelendi, onları düşününce elbet ki Almanya suçlu. Ancak Almanya bir başka kavram. İçinde insanların pek belli olmadığı bir olay. Tanıdık insanlar sanki o genel kavramın içinde değilmiş duygusuyla insanların beyninde bir başka duygu oluşturuyor, dedikten sonra Hüsnü Yalçın’a sordu:

-Sen sen oradan kaçtığına göre Bulgaristan’ı sevmiyorsun, değil mi?

Hüsnü:

-Evet! deyince öğretmen sordu:

-Bu  nefret, oradaki, annenin, babanın sevgisini azaltıyor mu? Hüsnü başta olmak üzere şaşırdık, bu nasıl soru? Öğretmen güldü:

-İşte benim demek istediğim bu? Ülkeler genel bir kavramdır, o  ülkelerde bulunanların o kavram dışında bir başka değeri vardır. Ülkesi neresi olursa olsun kimi zaman insanlığa hizmet etmiş kişileri ülkesinden ayrı tutup severiz. Fransa bizim düşmanımızdır ama Pastör’ e saygı duyarız. Yunanlılar ülkemizi işgal ettiler diye Eflatun ya da Aristo’yu afaroz edemeyiz. Öğretmen bir de hikâye anlattı. O hikâyeyi ben de okumuştum. Bir Fransız yazarı Georges  Duhamel’in 5.Senfoni adlı hikâyesi.... Geçen Dünya Savaşı’nda yaralanan bir Alman askeri Fransızlara esir düşer. Fransızlar, insanlık gösterip tutuklu Alman’ı hastaneye yatırırlar. Ancak asker, sorulanlara karşılık vermez, önüne konan yemekleri yemez, bir tür aksilik göstererek kendisine merhamet gösterenlere adeta eziyet ediyormuş. Öyleyken doktorlar ,öteki bakıcılar sabırla  tüm hastalara yaptıkları yardımı Alman’a da yapıyormuş. Bir gün doktorun biri hastaları genel kontrole gelince  neşeli bir hava estirmek için bir melodi mırıldanmış. Bu melodi de Beethoven’in 5. Senfonisinden alınma bir parçaymış. Beklenmedik bir olay olmuş; o hiç kon uşmayan yaralı Alman, birden canlanarak:

-5. Senfoni! diye bağırmış. Doktor da:

-Evet, ben 5.Senfoniyi çok severim, gerçekte de Beethoven’in öteki eserlerini de severim! deyince hasta da sevdiklerini anlatmaya başlamış. Bu olaydan sonra Alman bambaşka bir insan olmuş gibi her sorulana karşılık vermiş, kısa zamanda iyi olmuş.

 Öğretmen, bundan sonra, insanlarım kimi zaman duygularının etkisinde kaldığını, böyle olunca da bilinçsizce gerçeğin dışına çıktıklarını, kimi zamanda farkında olmadan suçlu duruma düştüklerini anlattı .Bunun bir zaaf, yani bir duyarlık, bir zayıflık sayıldığını, savaş durumundayken savaşılan tarafın, y da ona ait bir değerin övülmesini karşı taraf insanlarının  kesinlikle benimsemediğini, bunu yapanlara ,iyi gözle bakmadıklarını anlattı. Bu nedenle, savaşan devletler, karşı tarafın  taraftarlarını enterne, yani göz altına alma gibi bir yöntem uyguladıklarını anlattı. Buna da ben örnek verdim:

-Geçen yıl burada ders veren Alman prof. Zuckmayer, Türkiye Almanya’ya savaş açınca, Alman vatandaşı olduğu için Kırşehir’deki toplama kampına alınmıştı.

Deyince Öğretmen:

-Ya, bakın dereden nereye, Prof.Zuckmayer’i ben de tanırım 1930 yıllarından beri Türkiye’de idi. Ancak Uluslar Arası anlaşmalara göre bu tür olaylar olmaktadır. Öğretmen bundan sonra elindeki gazeteden parçalar okudu. Almanya’da bombardımanlar sonu yıkılan önemli yerler, parklar, köprüler, kiliseler anlatılıyordu. Bir ara gene sözü savaşa getirip bana:

-Senin anlattığın olaya benzer bir olan bu son savaşta, yıllarca sürdü. Rusya’nın Çarlık zamanı hükümet merkezliği yapmış olan Leningrad, Almanlarca sarılınca kent meydanlarında gece gündüz Beethoven’in 5.Senfonisi çalınmış. O senfoniyi dinleyince Almanları  fazla zalimlik yapmayacağı düşünülmüş olabilir! dedi. Arkadaşlardan:

-Şimdi de onlar çalsın! Deyince öğretmen üzgün bir sesle:

-Aaa, nerde çalacaklar? işgalciler bir değil, bir kaç birden, hangisinin marşını çalsınlar! diye hayıflanır gibi oldu.

Bu günkü Almanca dersimiz, Almanca değil, Almanya oldu. Öğretmen neşeli görünmeye çalıştı ama dönüp dönüp Almanya’dan söz etmesi, üzüntüsünü belli ediyordu. Dersten de erken ayrıldı. Arkadaşlar yorup yaptı:

-Almanya’da okuduğuna göre belki de orada sevgilisi vardır. ona üzülmüştür. Sevgilisi demek de yetmedi, eşi, çocuğu olabileceği eklendi. Harun  Özçelik uyardı:

-Adam bize adam gibi insanlıktan söz etti, biz bunu anlamadık, Almanca malmanca  öğreneceğimiz yok, dedi kodu olunca koşarak geliyoruz. Öğretmen evli olduğunu söyledi, defalarca da kızını Sami Akıncı’ya verebileceğini, şaka da olsa anlattı. -Biz bunları yok sayıp başka şeylerden söz ediyoruz!

Arkasından da Namık Kemali’n dörtlüğünü oku.

               “Edepsizlikte tekleriz,
               Kimi görsek etekleriz
               Bir de Hak’tan yardım bekleriz
                Ne utanmaz....................

Mustafa Saatçi ile Halil Basutçu Harun’u haklı bulduğunu söyleyince kimseden söz çıkmadı. Neredeyse kavgayla burun buruna gelmişken ayrıldık.

                      *

Yemekte Bölüm Başkanı çekiştirildi:

-Kendisi, sürekli çalışma programından söz eder oysa kendisi bir program  yapmaz. Öğleden sonrası hangi gün ne yaptığımızı bilemiyoruz. Bugün,  cumartesi akşamı için prova yapılacağını  söyledim. İnanmayanlar oldu. Neden inanmadıklarını söyleyemediler. Salona dönünce dediğim çıktı;

Öğretmen ellerini çırpıp:

-Hadi bakalım, aylardan beri, yaparız ederiz dediğimizi yapalım! Önce alacağımız yer şekilleri kararlaştırıldı. Öğretmen Cumhurbaşkanlığı orkestrasını örnek gösterdi:

-En az elli, altmış kişi, bir düzen içinde bir iki dakikada yerlerine geçiyor. Biz neden böyle bir düzen kurmayalım! Önce duruş provaları yaptık. Çok kolay gibi görünmesine karşın bir türlü başaramadık. Öğretmen bir ara güldü. Belli ki sinirden güldü. Önce koro çalışmaları tekrarlandı, arkasından normal kılıklarla piyes tekrarlandı. Saate bakmaca  üç saat sürdü. Öğretmen o gece kendiliğinden kısalacaktır; Burada aralar verdik! dedi ama. Bence, bu kadar aralar o zaman da verilecektir. Provadan sonra serbest kaldık. Sıcağı sıcağına Hamdi Keskin Öğretmenin anlattığı Koşma türü iki şiiri yazdım.

 

Koşma 1.
           Nuh’un gemisine bühtan edenler
           Yelken açıp yel kadrini ne bilir
           Ol Süleyman kuş dilini bilirdi
           Her Süleyman dil kadrini ne bilir
           Arap atlarında olur fırkalar
 
          Kimi sarhoş yürür kimi ırgalar
          Gübreliğe inip konan kargalar
          Has bahçede gül kadrini ne bilir
 
          Dünya benim diye zenginlik satan
          Helâl ekmeğine haramlar katan
          Sonradan sonraya beyliğe yeten
          Zalim olur, il kadrini ne bilir
 
          Aşkın kanunu var çekenler bilir
          Çekmeyen bu yolda pek yaya kalır 
          Karacaoğlan bu yolun yolcusu
          Eğer o bilmezse başka kim bilir

                              Karacaoğlan

Koşma 2.
 
          Altın kafes idi benim durağım
          Dost elinden yarelendi yüreğim
          Evvel yakın idim şimdi ırağım
          Felek beni nazlı yârden ayırdı
 
         Dostumun yaylası çayır çimendi
         Şu şirin dillerde ikrarın verdi
         Yeminler eder de ayrılmam derdi
         Felek beni nazlı yârden ayırdı
 
         Kumaş olam arşın arşın yırtılam
         Köle olam çarşılarda satılam
         Va’dem yetmedi ki ölem kurtulam
         Felek beni nazlı yârden ayırdı
 
        Der Karacaoğlan yanam alışam
        Akan giden şu sulara karışam
        Yok başına gelmiş varam danışam
        Felek beni nazlı yârden ayırdı

                        Karacaoğlan

Semai 1.
 
Ala gözlü benli dilber
Koma beni el yerine
Altın kemerin olayım
Dola beni  bel yeri
        Hicine de gönlüm hiçine
       Yiğide ölüm geçine
       Al beni zülfün ucuna
       Sallanayım tel yerine
                  Gel kız karşımda dursana
                  Şu benim halim bilsene
                  Zülfünden bir te versene
                  Koklayayım gül yerine
                             Karacaoğlan  der n’olayım
                             Kolun boynuma dolayım
                             Nazlı yâr kölen olayım
                             Kabul eyle kul yerine..........
                                        Karacaoğlan
Semai 2.
       İncecikten bir kar yağar
       Tozar Elif Elif diye
       Deli gönül abdal olmuş
       Gezer Elif Elif diye
             Elif’in uğru nakışlı
             Yavru balaban bakışlı
             Yayla çiçeği kokuşlu              
             Kokar Elif Elif diye
                    Elif kaşlarını çatar
                    Gamzesi sineme batar
                    Ak elleri kalem tutar
                    Yazar Elif Elif diye
                        Evlerinin önü çardak
                        Elif’in elinde bardak
                        Sanki yeşil başlı ördek
                        Yüzer Elif Elif diye
                                Karacaoğlan eğmelerin
                                Gönül sevmez değmelerin
                                İliklenmiş düğmelerin
                                Çözer Elif Elif diye

                                     Karacaoğlan

Not: Karacaoğlan koşmaları ile semaileri Sadeddin Nüzhet Ergun’un Karacaoğlan adlı kitabından alınmıştır.

Yatınca düşündüm; ödevlerimi yaparsam rahat oluyorum. Bu alışkanlığımı kazanmama üç saygı duyduğum büyüğüm oldu. Biri matematik

öğretmenim Ahmet Gürsel ! Yaptığım matematik ödevlerim için ilk kez  o bana tam numara vermiş, arkadaşlara da  defterimi örnek göstermişti. Sonra da:

-Bu titizliğini gevşetirsen yalnız kendini değil beni de mahcup edeceksin; senden bunu beklemiyorum! demişti. Ahmet Gürsel Öğretmeni hiç mahcup etmedim. Öteki öğretmenim Fikret Madaralı. Bir kez kendisine sızlanmıştım:

-Yazım güzel değil! deyince:

-Aaa, bunu senden duymak istemezdim, birisi senden güzel yazıyorsa senin onu kabullenmen senin için aşağılanmayı kabullenmek olur. Sor kendine:

-Ondan neyim eksik? Sık kendini, biraz daha dikkat et, bak göreceksin, o olmaz dediğin şey olacaktır! Üçüncü öğütçüm Vahit Lutfi Salcı dede. Oysa:

-Bir başkasının yaptığını, yapamamak, yenilgiyi baştan kabullenmektir. Böyle insanların toplum içinde hiçbir itibarı olmaz. İtibarsız biri olacaksan  rahlelerde çürümene gerek yok, al çoban değneğini, dolaş kırlarda. Sana kimse bir şey demez. Toplum içinde ise akşam sabah yüzüne bakanlar olur:

-Beceriksiz! Bu senin için utanç verici olmalı! Okuyacaksan bunun için oku; hadi göreyim seni! 

Şimdiki durumda onların dediklerine uymaya çalışıyorum.. Oldukça rahat uyudum....

 

9  Mart  1945  Cuma

 

İşte geldi Mart dokuzu, hani o söylenenler? Şakaydı o sözlenenler, sen ciddiye mi almıştın? Kıvırma, sen nenenden iyi duymamışsın!

Gerçekten, Mart Dokuzu işçin ileri geri söz edenlerden çit çıkmadı. Süleyman Adıyaman konuştu:

-Daha durun bakalım, daha yataktayız, akşama dek ne olacağını bilemeyiz! Ağzın  hayıra! diyen oldu. Ağzın hayıra diyene birkaç kişi birden:

-Sür eşeğini bayıra, çayıra diyen oldu. Sür eşeğini Niğde’ye çevrildi.

“Selvi gibi umutlar döndü birer iğdeye

Geçti Bor’un pazarı sür eşeğim  Niğde’ye,, dizesi tamamlandı. Bu kez de şiirin tamamı  anımsanmaya çalışıldı. Olmadı, yerine;-

            “ Keşiş’in eteğinde  yaşadım keşiş gibi
             Harcadım hayatımı beş paralık iş gibi,,

Bir başkası:

“Sen bir Çingene’sin ne gerek telli zurna!,, Arkasından:,

-“Elin tavuğu kaz karısı kız görünür! Abdullah Ön dayanamadı, bağırdı:

-Hemşerimin güzel değişlerini berbat ettiniz; bari ikinci dizelerini  de söyleseydiniz! Onları da sen ekle! diyenler oldu. İkinci dizeler nelerdi? Benim de kafamı o karıştırdı. Onları düşünerek Bölüm binasına gittim. Sık sık tekrarlamama karşın böyle bir zamanda yok oluyorlar.

    “ Bulamazsın kuru ekmek,canın ister yağlı börek
     Sen bir çingenesin telli zurna nene gerek?”
  “Şerbet içsek şampanya ayran kımız görünür
    Komşunun tavuğu kaz karısı kız görünür”

                     Namdar Rahmi Karatay

 

İş işten geçmiş olmasına karşın dizeleri tamamladığıma sevindim. Soba yanıyor. Malik Öğretmene mahcup olmadan kışı atlatacağımıza sevinerek kahvaltıya yetiştim. Masadakiler de tıpkı benim gibi Namdar Rahmi Karatay’ı konuşuyordu. Bulduğum dizeleri okuyunca hemşerim Kadir:

-Ben demedim mi o bilir diye! Bakın benim dediğim çıktı! İçimden gelen bir sesi duyar gibi oldum:

-Senin bilmen senin sorunun, eller senin bildiğini değerlendirmeyi yeğliyor! Sözü Sanat Tarihi dersine kaydırdık, konumuz bugün ne olabilir? Olasılıkların hiç biri tutmadı. Malik Öğretmen gelir gelmez bir süre derslere ara vereceğimizi söyledi. Devlet Resim Sergisi gibi bir sanat olayı varmış, her yıl yapılan bu olay için bir seçici kurul seçiliyormuş. Malik Öğretmen de orada görevlendirilmiş. Öğretmen, kendisi için yorucu olmasına karşı zevkli olduğundan yakınmadığını söyledi. Sonra da yurdumuzdaki övgüye değer bir yaş kesiminin resme gönül verdiğini, her yıl açılan Devlet Resim Sergisi eliyle yeni ressamları tanıdıklarını anlattı. Cumhuriyet döneminde 6 resssamla  bir mimarın oluşturduğu D grubu Ressamlar birliğinden söz etti Zeki Faik İzer, Nurullah Berg, Elif Naci, Cemal Tollu, Abidin Dino ile heykeltraş Zühtü Müridoğlu ’dan  başka sanatçılar da olduğunu ,onları da saygıyla anladığını anlattı. İbrahim Çallı, dan Feyhaman ’dan, Bedri Rahmi Eyuboğlu’ dan söz etti. Gene Devlet Resim Sergisine gözü getirerek, Devletin, Ressamları özendirmesini olumlu karşıladığını, eskilerde Kilise, Rönesans ressamlarını teşvik etmeseydi Batı’da resim şimdiki gibi gelişmezdi. Öğretmen, Türk ressamlarından resimler gösterdi. Sergiye her ressamın katılabileceğini ancak sergilenecek resimlerin belli bir uzman grubunca seçildiğini, onların seçtiği resimlerin sergilendiğini, yine belli bir seçici kurulca seçilen resimlerden devletin de resim aldığını anlattı. Öğretmen, sergi açıldığında birlikte gezebileceğimizi, ancak bununla yetinmeyip sergiyi kendimizin de ayrıca gezmemizi önerdi.

Öğretmen ayrılınca sevinenlerimiz oldu:

-Bir kaç ders ne demek? Bir kaç hafta olabilir mi? Bir kaç hafta ne demek? Yani mart sonuna dek boş mu kalacağız?

Veysel Öğretmen gelince hemen bunlar soruldu. Veysel Öğretmen de aynı konuya değindi. Çoğunluğu İstanbul, Ankara, İzmir d bulunan ressamların u ergiye katıldığını, çok sayıda tablo geldiğini, her birinin göz nuru sayılan bu eserlerin titizce seçiminin oldukça zor olduğunu, sonunda kimi hevesli sanat adaylarının haksızca elenmesi sonucu bu işi bıraktıklarını anlattı. Yeni yeni yaygınlaşan resim çalışmalarının sekteye uğramaması için işin çok önemsendiğini, bu açıdan bakınca Malik Öğretmenin ,işinin çok zor olduğunu söyledi. Arkadaşların merakı giderildi:

-Malik Öğretmen mart sonuna dek derse gelmeyecek!

Veysel Öğretmen daha önce Hidayet Gülen Öğretmenle anlaşmış, topluca Hidayet Gülen Öğretmenin El-İşleri atölyesine gittik. Atölye bizim salonun alına benzer bir alt kat. Temizlenmiş, kocaman bir alan açılmış. Arkadaşlar söylenmeye başladılar. Bakışlarımızdan anlayan Hidayet Öğretmen sordu:

-Nedir sizin yadırgadığınız? Abdullah Erçetin  olayı anlatınca Hidayet Öğretmen:

-Üzülmeyin, tatil gelsin ben size orasını hazırlatırım. Benim elimde yazın hazır kuvvet oluyor. Yalnız bölme işlerini kendiniz yaparsınız! Arkadaşlar sevindi. Yapılan el işlerini inceden inceye soranlar oldu. Çoban  gegesinden orak elliğine, kaşıktan, elek kasnaklarına, kavaldan bağlamaya dek yapılmış ya da onarılmış işler vardı. Satranç tahtaları, kutuları, tavla kutuları,  çeşit çeşit cilalı tepsiler,

masa kalemlikleri.......

Ekrem sordu:

-Bunları ne zaman yapıyorsunuz? Hidayet Gülen Öğretmen çok şakacıdır. Ekrem’in zaman sormasından yararlanarak:

-Herkesin yok! dediği zamanın kenarından köşesinden kırparak işime yaratıyorum, bir de bakıyorum bunlar ortaya çıkıyor!

Hidayet Gülen Öğretmenin asıl merakı Karagöz oyunları. Kendi kotardığı Karagöz takımları üstüne açıklamalar yaptı. Karagözle Hacivat’ın süregelen konuşmalarına yeni sözler kattığını söyledi. Örnekler verdi......

Hidayet Öğretmenin atölyesinden biraz geç ayrıldık, oradan da doğrudan yemeğe gittik.

Yemekte konu:

-İnsanlar isteyince neler yapıyorlar! Hidayet Öğretmen gibi orada daha en az yirmi erkek öğretmen var, onlar ne yapıyorlar? Soru arkasından soru:

-Biz ne yapıyoruz? Soruyu birlikte düzelttik:

-Bizler ne yapacağız?

Salonda bir süre Öztekin Öğretmeni bekledik. Öğretmen gelince önce topluca Yemekhane’ ye gittik. Yarın , ilgilenemeyiz, sahneyi, giriş çıkış yollarını inceledik. Kimler nerede duracak. Öğretmen, genel düzenlemeci olarak beni görevlendirdi. Ayrıca oynanacak oyunun kısa bir açıklama yapma işini bana verdi.Ancak ben Abdullah Erçetin’i de yardımcı istedim. Abdullah Erçetin isteyişimden hoşnut kaldı. Hemen kağıt kaleme sarılıp notlar aldı.

Yemekhanenin  perde bölümü çok büyükmüş, Bunun ayırdında değilmişiz. Koromuzu almak şöyle dursun orkestra bile yerleşecek ölçüde. Ne var ki, sıvası badanası eksik. Aydınlatılınca bütün kusurları  karşılardan görünecek.

Salona dönünce  önce koro, sonra da piyes prova edildi. Ahmet Yol’ un şarkısını ( Fransız besteci Georges  Bizet’ in İnci Avcıları Operasın’ dan Nadir’in aryası) öğretmen çok beğendi. Doğan Güney bir parça çalacak; Franz Schubert’ ten la majör Rondo.......

Akşam yemeğinde, her zamanki gibi konser tahminleri öne sürüldü. Bunca konuşmalarımıza karşın hiç bir zaman doğrusunu bilemediğimize güldük. Konser programlarının tek besteciden çalmasının daha etkili olacağı öne sürüldü. Örneğin yarın Josef Haydn’ dan çalınsa. Josef Haydn’ın bizde bir klavsen, bir piyano bir de viyolensel konsertosu var. Ayrıca dört senfonisi, iki de kuarteti var(Biri İmparator)Oysa onun 104 senfenisi,70 kuarteti yanında sayısız triyosu, sonatları varmış. Tüm eserleri çalınsa aylar sürer. Hemen  Johann Sebastiyan Bach anımsatıldı:

-Ya Bach çalınsa! Bin beste! Ne bini, bin yüz! Orkestradakiler ihtiyarlayıncaya dek Bach çalmış olurlar. Bir zaman benzer hesapları yapmıştık; Bach’ın  bestelerinin tamamını  bir insan kaç yılda  yazabilir? Hemşerim Kadir Pekgöz fikrini söyledi:

-Ben o işte yokum arkadaş, o kadar sabrım olsa buralarda hiç durmam! Gülenler oldu. Ekrem hemen karşılık verdi:

-Sen sabırlısın ki burada durabiliyorsun, sabırsız olsaydın çoktan buradan kırlardın! Bir süre de kendimizi ortaya koyduk, sahiden bizler sabırlıyız. Bize ne söylenirse yapıyoruz, ne verilirse yiyoruz. Öğretmen olunca da öyle olacak, verilen görevleri yapacağız. Derken köylerde kalsaydık böyle bir zorunlulukla karşılaşmayacaktık! Daldan dala atlayarak yapılan konuşmalar sonunda ilginç bir noktaya gelindi. Buna da ben karşı çıktım:

- Gerçekte  köylüler, daha doğrusu çiftçilik yapanlar çok sabırlıdır. Bir örnek, çiftçi tarla sürer. On dönümlük bir tarla, baktığın zaman karşında büyük bir alan görürsün. Oysa çiftçi o tarlayı bir pullukla sürmektedir. Pulluk, çok çok yirmi cm. toprak keser. Düşünün ki çiftçi o tarları yirmi cm. kese kese bitirir. Kısacası adam o tarla içinde binden fazla dönüş yapar. Bu, sabır işi değil midir? Kamil Yıldırım sinirlendi:

-Başka işiniz yok mu sizin? Kamil Yıldırım, şimdilerde bizim  Müfettişimiz, onu kırmamız olası değil, konuyu kapattık.

   Cuma akşamları genellikle bizim Kepirli arkadaşlar kitaplıkta buluşur. Nedense bu akşam kimse gelmedi. Oynanacak oyunu nasıl özetleyeceğimi bir süre düşünüp toparladım. Ancak olaydan yararlanarak söylemem  gerekenleri de söylemek istediğimden işi azıcık uzatmak istedi. Varlıklı  aile çocuklarının çoğunun işten kaçtıkları hep bilinir. Bunlar büyüdüklerinde özellikle de aile gelirleri eline geçtiğinde varlıklarını hemen çar çur ederler. Kumar oynarlar, eşe dosta yedirirler. Çoğunlukla da sonraları züğürtleşirler. İşte bu züğürtler, varsıllığa ayak uyduramadıkları gibi yokluğa da katlanamazlar, hileli yollar aralar. Buldukları hileli yollar onları toplum gözünden iyice düşürür. İşte böyle  genç olan Hlestekov da babadan kalanları bitirip üstelik de borca batınca bulunduğu yerden kaçıp tenha bir yerde saklanmak için  büyük kentlerden uzak bir beldeye kapağı atmış. Kendini hâlâ  soylu sandığından uşağı Osip’i de beraberin de gezdirmektedir. Gittikleri küçük kasabaya kolay kolay yabancı gelmediğinden onu görenler, önemsemişler:

-Kimdir bu işsiz, aylak dolaşan? Ne yer ne içer? Halkın bu ilgisi gibi görevlerini keyfince yapan Belediye başkanı da kuşkulanmış:

-Sakın bu, bir devlet görevlisi olmasın?  Ne yapacağını kara kara düşünen Hlestekov’u bulup onunla konuşur. Belediye başkanı kendi açısından sözde önlem almaktadır ancak, kuşkulu tavırlarıyla da Hlestekov’a ip ucu verir. Belediye başkanı, emrindeki tüm birimlere, yetkili kişilere,Müfettiş’e iyi davranmaları için emirler de vermiştir.Hlestokov, tam anlamıyla bir fırsat yakalamıştır:

-Belediye başkanından yararlanacak, belki de para sızdırıp borçlarını ödeyecektir. İlişkiler umulmadık bir dostluğa daha doğrusu Hletekov’un ummadığı bir senli benliğe dönüşür. Belediye başkanı, çevresindekiler Hlestikov’un kulu oluverirler. Hlestikov, şaşırır, bifr vurgun vurup kaçma yerine sanki sürekli kalacakmış gibi davranır, Belediye Başkanın kızına aşık olur (Öyle görünür)Eşine ise doğrudan asılır. Karşılıklı ilişkiler Hlestekov’un Başkanın kızıyla evlenmesine gelip dayanır. Hlestekov, karşılaştığı bu durumu bir mektupla arkadaşına anlatır. Ancak  kasabada herkes Hlestekov’un gerçekten  kontrola gelmiş müfettiş olduğuna inanmıştır. Müfettiş mektubu verince postacı, mektupta kendisiyle ilgili bilgi olup olmadığını öğrenmek amacıyla açar, bir de ne görsün! müfettiş dedikleri bir sahtekârdır. Hlestekov Başkanın kızıyla evlenmek üzereyken postacı durumu  Başkana bildirir. Tam bu sırada da  geleceği daha önce duyurulmuş olan Müfettiş gelmiş olur.

Bu olayın nasıl başlayıp nasıl geliştiğini arkadaşlarımız size canlı olarak gösterecektir. 

Yazdığımı, Öztekin Öğretmene okuyacağım, belki  o da bir şeyler ekleyecektir. Buna karşın  söylenmek isteneni söylediğime inanarak yattım.

 

10  Mart  1945  Cumartesi  

          

Arkadaşlar, kaç sabahtır mart dokuzundan söz ediyordu, bekledim; gerçek mart dokuzu dedikleri tarihi söylesinler, diye. Kimse değinmedi. Oysa Mart Dokuzu, dedikleri, eski aylara göre, yani şimdiki takvime göre mart ayının  21 ya da 22’ine gelmektedir. Eski martla günümüzdeki mart başları arasında  13 gün lük bir fak vardır. O nedenle söylenen dokuz mart sözleri bu günler için değil on gün sonlara aittir. Kısacası Kocakarı soğukları denilen süreç henüz geçmemiştir. Arkadaşları üzmemek için sustum. Öyle sanıyorum ki, benim bildiklerimi bilen başkası da vardır ama onlar da benim gibi düşünüp susmuşlardır.

Kahvaltıda da herkeste bir sevinç:

-Bahar geldi! Ne dinleyeceğiz?

-Ne çalarlarsa onu!

Durağa inince ayırdına vardım,  Yıldız da arkadaşları da yok. Ahmet Yol, arayışlı bakışlarımdan anlamış:

-Yıldız rolünü istediği gibi ezberleyemediğini düşünerek Öztekin Öğretmenden izin almış. O gelmeyince arkadaşları da gelmedi! dedi. İçimden sevindim ama sanki üzülmüş gibi:

-Gelseydi de okuyacak zaman bulurdu! dedim. Dedim ama bunu neden dediğimi de kendim bile anlamadım.

Haya ılık olunca trenle gitmek de daha rahat oluyor. Cebeci’de indik.

Faik Öğretmen gelmiş, bizi yukarı kata çağırdı.Yanında da şair Cahit Külebi vardı.Faik Öğretmen bize Şair Külebi’yi tanıttı:

-Tanırsınız ama bir de ben tanıtmak istedim; Konservatuvarımızın, ne konservatuvarı Türkiye’nin medarı itfiharı genç yönetcimiz şair Cahit Külebi! dedi. Cahit Külebi boynunu büker gibi yaparak:

-Yapma abi, sizlerin teveccühünüzle, dedikten sonra  yandaki makam odasını göstererek:

-Geçici de olsa fakirhanem şimdilik burası, sizleri her zaman bekliyorum!

Konserlere geldikçe odasının önünden geçerken zaman zaman görüyorduk. Kimseye bir şey demezdi ama sanki diyecekmiş gibi bakardı. Öteki arkadaşları bilmem ama Talip Apaydın’la ben onun şiirlerini Varlık Dergi ‘sinde okumuştuk. Hatta ben bir iki şiirini  defterime yazmıştım.

Faik Öğretmen oturur oturmaz gülümseyerek söze başladı:

-Bugün değişik bir konser dinleyeceğiz kısa ama şen parçalar. Avrupa’da baharı karşılamak için bu tür konserler yapılıyormuş. Bizim  şef.Praetorius da bir Avrupalı olarak, orada olanları burada uyguluyor. Konserin bir ilginç yanı da bestecilerin bir aileden olması. Radyoda sık sık anılırlar, Johann Strauss, Baba oğul Strauss’lar onlara katılan kardeşler. Besteleri başka konserlerde pek çalınmaz. Ancak bir tür olarak hepsi birden bir program doldururlar. Viyana klasiklerinin yanında kendilerini kabul ettirmeleri ilginç. İşte size, hep söylediğim gibi, belki de uydurma ama sanki olabilirliği de olan bir hikaye. Ünlü Alman besteci Johannes Brahms’a sormuşlar:

-Johann Strauss’un valslerini nasıl buluyorsunuz? Brahms’ın verdiği karşılık şu olmuş:

-Oğul Johann Strauss’un Mavi Tuna Valsı için bütün bestelerimden geçerim. Tanrı bana, onu besteleme şansı verseydi başka hiç bir beste yapmaya kalkışmazdım.

Faik Öğretmen bunları anlattıktan sonra bir oyun müziği olan Vals’in Viyana’da sevilmesini, gerçek müziğin halkın müzik sevgisini yücelttiğine bağladığı biçiminde yorumladı. Mozart için bir olay anlattı. Mozart, İmparatoriçe  Marie Teresa’nın sarayında konser verdikten sonra halk arasına inip, halkla şarkı söylediğini, onların müziklerinden esinlenip kolay söylenen, kolay çalına  parçalar bestelediğini anlattı. Mozart’tan sonra, Josef Haydn’da dahil bir çok bestecinin el attığı halk danslarını, Alman Dansları adı altında Mozart’ın bestelediğini, daha sonra  bu tür moda olmuş bir çokları örneğin Franz Schubert’in Alman Dansları, Johannes  Brahms’ın Macar Dansları, Anton Dvor’ak’ın Slav Danslarını daha sonra da sayısız bestecinin el attı halk danslarını özellikle  Chopin’in polonezlerini, mazurkalarını sıraladı...

Straus’ların, 1.Strauss,büyük baba, oğul 2. Strauss, babayı gölgede bırakarak daha ünlü olmuştur. Bir söz vardır, ”Boynuz kulağı geçer!” Burada da benzer bir durum, büyük oğul babadan daha yaygın tanınır.Çok sevilen valsleri,polkaları,marşları yanında oldukça sevilen Operetleri de vardır. Bunlardan filmleri bile çekilen Çingene Baron, Yarasa, Roma Karnavalı anmaya değer olanlarıbır. Bunların müzikleri orkestralar için de düzenlendiğinden  konserlerde de çalınır. Bunlardan  bazı bölümleri bugün dinleyeceğiz. Öteki iki kardeş Josef  ile Edouard’  da aile geleneğine uyarak valslar bestelemişlerdir.

Öğretmen, çalınacak parçaların ad olarak çokluğundan dolayı ad söylememediğini, ancak hemen hemen hepsinin sık sık radyodan duymuş olabileceğimiz için bir çoğunun yabancı gelmeyeceğini, bu nedenle de konseri seveceğimizi umduğunu söylerine ekleyerek ayrıldı.

Öğretmen ayrılırken kararsız bir durumda merdivenden inerken Talip kolumdan çekti:

-İbrahim gel, ben bu adamla tanışmak istiyorum, yardımcı ol! Talip’in şiir sevdiğini biliyorum Daha önce Şinasi Özden’in şiirleri üstünde konuşmalar yapıyorduk. Hatta şiir ilişkimiz Şinasi Özden yüzünden bir anlaşmazlıkla başlamıştı. Salonun temizliğinde ben sorumlu olduğum için, oranın olabildiğince temiz olmasını istiyorum. Ancak tahtayı silmeme karşın zaman zaman  biri gidip tahtaya şiir yazıyor. Şiir severim ama sevdiğim şiiri defterime yazarım. Tahtaya yazanın Talip olduğunu saptayınca biraz çıkıştım. Talip kızacağı ya da küseceği yerde bana:

-Tahta temizliği sorumluluğunu üslenebileceğini, özellikle Şinasi Özden’in şiirleri çok sevdiğini, onları başka arkadaşlarının da okumasını istediğini söylemişti. İstediği okuyuculardan biri ben oldum, Şinasi Özden’in bir çok şirini defterime aldım. Bir ara da Şinasi Özden’in Ankara’da olduğunu, onunla konuşma yollarını konuştuk. Ancak daha sonra Şinasi Özden’in İstanbul’da görevli olduğunu öğrenince o isteğimiz gerçekleşememişti. Talip bu kez:

-Ayağımızın dibinde, bununla konuşmak istiyorum! deyince ben de ona katıldım. Merdivenden inmişken geri döndük. Ancak biz dönerken Cahit Külebi’nin bir bayanla bize doğru geldiğini görünce  vazgeçtik. Odasını ben zaten biliyordum. Onun şiir yazdığı da biliyordum ama Talip’in istediği türden bir ilişki düşünmüyordum. Ayrıca adamın bakışlarında da pek hoşlanmıyordum. Halil Dere bu konuda çok duyarlı, o geldiği zaman daha kuşkulu oluyoruz. Konser izni salt bizim bölüm için Halil Dere bu nedenle kendini sanki gözetim altındaymış gibisine  gözetileceği inancında. Belki de arkadaş haklı. Bir kusur işlerse bizim bölüm Başkanını da üzeceğinden çekiniyor .Ancak ben bundan sonra ne yapıp yapıp Cahit Külebi ile konuşacağım. Bunu biraz da Talip için yapacağım. Talip’le konuşa konuşa Ulus’a indik. Tüm arkadaşlar orada toplandı. Sinemalardaki filmler konuşuldu. Henry Fonda’nın oynadığı film, The Grapes of Wraht (Gazap Üzümleri) çok ilginçmiş. Henry Fonda’yı okuduğum Yıldız dergisin deki övücü yazılardan tanıyorum. Hatta ilkokul çağındaki kızı Jane Fonda’yı bile tanır gibiyim. Henry Fonda’nın kendisi başka filmde de gördüm, filmini anımsayamadım. Atlı, arabalı bir filmdi.Gireceğimiz film uzunmuş, yarısında girip öbür yarısında çıkmamız gerekiyormuş. Sinema ya da film uzmanı Nihat Şengül. Yemek konusunda anlaşmazlık çıktı. Simit, çayla yetineceğini söyleyenler çıktı. Doğan Güney, İbrahim Şen’le üçümüz Tavukçu’ya gidip karnımızı doyurduk.

Filme  tam ortalarında girdik. Bir kamyonette bir grup fakir kılıklı insan oradan oraya gidiyor. Bazı filmlerde ortada girmekle başta girmek arasında pek fark olmuyor. Bu öyle değil, filmin ortası sanki başıymış gibi geldi. Çünkü yoldan gelen bir külüstür kamyonet, bir yere kondu; daha doğrusu konamadı, oradan  kaçmasına neden olundu. Henry Fonda burada bir işçi ya da çiftçi kılığında bir genç. Grubun en genci, en hareketlisi. İkide bir çevresindekiler onun suçluluğun  dan söz ediyorlar, sanırım  geçmişinde bir suçluluk durumu var. Konakladıkları yerde bir olay oldu,Tom’un sayı uyduğu eski bir papaz ya da papazlıktan ayrılmış bir bilge kişi  Henry Fonda ile birlikte oldukları gençlere bir şeyler anlatırken, şirketin bekçileri acımasızca onlara saldırdılar.Bu arada  papaz olan bilge kişiye vurdular.Su içind olan bir olaydı, sanırım adam öldü.Bunu gören Tom, bekçilerden birini vurdu.Bekçi oracıkta öldü. Ötekiler, suçluyu bulmak için çare düşünürken bir başkası, Tom’la itiş kakış  boğuşmuştu:

-Tom’un çabuk tutulacağını, çünkü yüzüne fena bir yara aldığını, o yara nereye gitse onu ele verecek! dedi.Tom kurtuldu ama saklanmak zorunda kaldı.Ailesi isearabalarına atlayıp başka yere gittiler. Sorun anlaşıldı. Henry Fonda ile ailesi iş arıyorlar, iş bulmak için buraya gelmişler.

     

   

Film devam ettikçe, yoksul insanları Amerika’ya gidişleri, ora da da  iş bulamamaları şeklinde algılamıştım. Özellikle Kaliforniya’ya gitmek  herkesin düşüydü; bunu, Karaağaçlar Altında’ ki kitaptan öğrenmiştik.O kitapta da İki büyük  oğul evlerini bırakıp Kaliforniya'ya gitmişti.

Ancak filmin başını görünce durum anlaşıldı. Amerika’daki büyük şirketlerin halka yaptıkları  zorbalığı anlatan bir filmmiş. Filmdeki Henry Fonda’nın asıl rolü filmin ta başından başlıyormuş. Sık sık:

-Dört yıl yattım! dedi durdu. Konakladıkları bir yerde  gene baskına uğradılar, gene  çadırları yıkıldı, büyük bir karışıklık görüntülendi. Tam anlaşılma dı ama oradan da başka yere göçtüler.  Henry Fonda ortalıktan  kayboldu,belli ki yüzünün yarası kolay kolay geçmedi. Yakayı ele vermemek için  de bir ormanda saklanmış. Yüzünün yarası

 geçince çıkmayı umuyormuş; ne var ki, küçük kardeşlerinden birisi arkadaşlarıyla oynarken bir tartışma sonunda  kavgalı olduğu arkadaşını korkutmak için ağabeyinin iki insan öldürdüğünü anlatınca  Tom’un planı bozuldu.. Bu duyulunca  rol adı Tom olan Henry Fonda uzaklara kaçmak zorunda kaldı. Bütün sıkıntılara karşın aile kıt kanat geçinmeyi  sürdürdüler. 

Çocuklarının birisini daha evlendirdiler. Film burada bitti. Başı izlemeye başlayınca film iyice açıklanmış oldu. Oklahama Eyaletinden ta Kaliforniya’ya giden bir ailenin yollarda çektiği acılar. Daha doğrusu büyük işletmelerin küçük çiftçileri kendi topraklarından  zorla atılmalarının  acılarını sergileyen bir film.

 

                               Henry  Fonda

Ucu ucuna konsere yetiştik. Mahmut Garıp Öğretmen yalnızdı. Arkaya dönüp bakınca selam verdim. Gülümsedi:

-İlginç bir program; bir müzikçi ailesinin eserleri, hepsi bir elden çıkmış gibi ama değil. Baba Johann Strauss, ilk oğlunun müzikle ilgilenmesi istememiş, oğlan ne yapıp etmiş, babanın kararını değiştirtmiş. Sonunda babasının orkestrasının başına geçmiş. Ama bakın bu tartışmalar, bir orkestra şefi ile oğlu arasında geçiyor. Şef , oğlunu ne kadar uzaklaştırsa o ailede müzik gene vardır. Nitekim öteki çocukları da kervana katılmış! Alkışlar başlayınca sözünün arkasını dinleyemedim. Çalınacak parçalardan Mavi Tuna ile Viyana Ormanları’nı bir de Büyük Vals’i seçeceğimi düşünüyordum. Uzun süre bekledim bunlar çalmadı. Önce bir Marş çaldı, Arkasından senfoni gibi, ancak çok değişken melodili bir eser çalındı. İlk bölüm böyle bitti.2. Bölümde Kınalı Saçlı geldi. O gelince Ragıp Öğretmenle konuşamadım. İkinci bölümde benim beklediklerime başladı.

         

                               Johann  Strauss 2

 

Özellilkle Mavi tuna, benim zayıf zımbırtımdan çok farklı, neredense insanın içini havalara uçuracak şekilde yoğun bir melodi değişimi oldu. Babam Tuna boylarında yaşamış, anlatır. Ancak babamdan Tuna  nehrinin dalgaları üstüne söz dinlediğimi anımsayamadım. Babam, Tuna sözü ettiğinde benzer sözleri tekrarlar:

-Tuna, yedi karış kalınlığında buz tutar!

-Buz tuttuğu zaman insanlar bir yakadan ötekine rahatça geçer.

-İnsanlar,  Tuna  bu tutunca üstende yürümek için önce tilki  izi ararlar. Eğer  tilkiler geçmişse  insanalar çekinmeden karşıya geçerler.

-Tuna yedi karış kalınlıkta buz tutmadan tilkiler buz üstünde yürümez! Babamın  Tuna üstüne söyledikleri bu tür sözlerdir; bir de Tuna üstüne söylenen şarkıları vardır:

-Tuna Nehri, akmam diyor, etrafımı yıkmam diyor, şanı büyük Osman Paşa, Plevne’den çıkmam diyor. ya da Düşman geldi, geçti Tuna’yı, üstüme Nemçe gelse vermem Suna’yı,Vidin’in içinde Müftü kızıydım, annemin babamın bir kuzusuydum! türü  şarkıları tekrarlar. Duygusal olarak belki yeterli etki yapıyor ama, orkestradan Mavi Tuna’yı dinlemek sanırım insanı, (hiç değilse beni) daha başka duygulara uçuruyor. Biraz da o valsı çalmak için heveslenmem, uzun süre de üstünde durmamın etkisi beni bu denli duyarlı yaptı.

Viyana Ormanları, ile İmparator Valsı’ nı seçebildim. Onları da belli yerlerini anımsadım, orkestra sanırım gerçeğini çalıyor. Bendeki notalar iki sayfalık. Konser programında öteki parçaların da adları, hatta öteki kardeşlerin parçaları da gösteriliyor. Ne çalındığını öğrenmek iyi ama program almak kolay değil. Ya çok önce gelip özel olarak aramak, ya da konserden sonra alt kat salonuna inip bırakılan programlardan bulmak gerekiyor. Bu da  benim için kolay değil; inip alt katta dolaşmak oldukça zor. Görevliler hemen  soruyorlar:

-Ne var, kimi arıyorsun?

Konser, başlangıçta çaldığı marşla bitti. Çok alkışlandı, Cumhur Başkanı İsmet İnönü de çok alkışladı. Zaten İnönü alkışladığı sürece salondakiler alkışları sürdürüyor. Balkonda oturan bizim arkadaşlar da çoğu kez İsmet İnönü’yü görmek üzere hemen  aşağıya iniyorlar.

Kınalı Saçlı bu kez hemen kalkmadı. O nedenle Mahmut Ragıp Öğretmene soru soramadan hatta selam veremeden ayrıldım.

Hava serin ama üşütecek derecede değil. Konser üstüne konuşa konuşa Ulus Meydanı’na, indik. Kızılırmak bizim dinlenme, toplanma yerimiz, çay içip bir süre konuştuktan sonra istasyona iniyoruz. Bugünkü konumuz konserden çok film oldu. Halil Yıldırım, durup dururken:

-Bu kadar olmaz yahu! diyerek film konusunu açtı. Ben zaten o kadarının hatta daha fazlasının olabileceğini düşünüyordum. Ölçülerim de annemin babamın yaşadıkları olaylardı. Babam, yeni evli bir çocuk babasıyken Bulgaristan’daki yüzlerle yıllık varlığını bırakıp, bir öküz arabası ile şimdiki köyümüze(Köyün kurulduğu günler) gelmiş. Bulgaristan’dan araba, ile (Filmdeki gibi otomobille değil) köyden köye kötü yollardan nasıl geldi, bir kendisi bilir. Kırk ıl sonra anlatırken bile içini çeker, sesi soluğu değişiyor. Bitmedi, on yıl sonra Balkan Savaşı nedeniyle aile gene  bir araba ile Anadolu yakasına geçiyor. Geçenler, Balıkesir dolaylarında 2 yıl, nasıl yaşadılarsa yaşıyorlar. Babam, Tekirdağ’da vapura binmek üzereyken işgalci Bulgarlar tarafından tutuklandığı için  gidenlere katılamıyor. Bir önceki vapura binenlerin tümü vapurla birlikte tam o sıra duyuluyor. Batanlar arasında babamın büyüğü Ali Amcam tüm ailesiyle sulara gömülüyor. Babamın o andaki durumunu düşünemiyorum bile. O nedenle filmde verilmeye çalışılan acıklı durum, bana göre biraz daha  hafifmiş gibi geliyor. Babam, tutukluluktan kurtulup

Bulgaristan sınırındaki ablasının köyüne sığınıyor. Bulgarca bildiği için yakayı kurtarıyor ama, aile, öteki köylüler gibi iki yıl  ölesiye bir acılı yaşam geçiriyor. Sağ kalanlar dönüyor. Askerdeki kardeşi Çanakkale Savaşında şehit düşüyor. Şehit kardeşin ailesi, çocukları derken Büyük Savaş çıkıyor, arkasından da Yunan işgali.... Bunlara bir de babamın, bunları anlatırken yüzündeki değişiklikleri görür gibi olunca, izlediğim film, bende gerçekten film düzeyinde kalıyor. Acılı sahnelerin biraz sonra biteceğini bildiğimden fazla kaygılanmıyorum. Arkadaşlara bunları anlatınca, onlar pek etkilenmiyor. Bunun nedeni  sanırım onların babaları  onlara bu tür acıklı yaşam sahnelerini anlatmamışlar. Belki yaşamamışlar (Çünkü Anadolu kesimi insanları Trakyalıların acıklı öyküsünden habersiz olabilir(Belki de  çocuklarına anlatmak istememişlerdir.)

Kızılırmak’tan çıkınca koşmadan, konuşa konuşa İstasyona indik. Pek sevmeme karşın arkadaşlarla dolaşmayı özlemişim. Yıldız’la birlikte olmak amacıyla onların grubuna bağlanıyorum; bundan yakınmak istemiyorum ama sanırım bu bana biraz ayak bağı oluyor.

Trene atlayınca Ankara da orada geçen saatler de arkada kalıyor. Konu;  Gösteri!....Müfettiş Kamil Yıldırım, Dopçinski Muttalip Çardak, Bopçinski Şerif Yalman:

-Yapmayın, etmeyin, deseler de takılanlar oluyor:

-Ne haber, Dopçinski? Merhaba, Bopçinski?

Yeni bir tartışma konusu; Şerif Yalman son sınıfta, mayıs sonunda okuldan ayrılacak. Oysa biz haziran ayında geziye çıkacağız. Şerif’in  rolünün kim alacak? Soruyu soran Ekrem Bilgin. Hemen karşılık aldı:

-Sen! Ekrem kendini savundu:

-Ben olamam, çünkü Kral Oidipus piyesinde rolüm var. Ayrıca ben, uzun boyluyum. Bopçinski kısa boylu! 

-Olsun, Gogol kısa boylu yaptıysa bir onu değiştirir, uzun boylu yaparız. Gerçekte bu numara hemşerim Kadir için hazırlanmıştı. O, masada en kısa boylumuz; ancak rol almak niyetinde değil. Arkadaşların amaçları da onu  kızdırmak. Bir bakıma göre de haklılar; hemşerim,  konuşmaların geleceğini düşünmeden hop deyip her söze karışıyor. Bu konuşmanın başlangıcını da o açtı:

-Geziye çıkınca Şerif katılamayacak? Karşılık verildi:

-O rolü atlarız? Hep güldük. Ancak Kadir Pekgöz karşı çıktı:

-Piyeste olan rol atlanır mı? Sorusunun karşılığını neredeyse kendisi hazırlamıştı:

-Öyleyse o rolü sen yap! Hemen, piyesin rolleri okundu:

-Bopçinski rolünde Kadir Pekgöz!

Gülüşerek masadan kalktık. Sabah  telaşlı başlayan  günümüz, haftanın  öteki günlerine göre değişik sahnelerle değişik duygular yaşatmasına karşın akşam yemeğinde tüm o değişikliklerden sıyrılarak  gene kendimiz olarak masadan kalktık. Sinirlenince  hep yaptığı gibi hemşerim bana sarıldı, birlikte  salona gittik.

Halil Dere beni bekliyormuş, sordu:

-Kınalı Saçlıyı gördün mü? Ben:

-Gördüm,, selamını söyledim! deyince  hemşerim bana çıkıştı:

-Bak abi, sen bunları benden hep saklıyorsun. Bu kez de Halil Dere çıkıştı:

-Bunlar bizim gizli işlerimiz, söylerse ben karşı çıkarım. Senin de gizli bir takım işlerin vardır, bunları ben soruyor muyum? Kadir’in çıkışı, Halil Dere’nin olayı iyi idare etmesi; hemşerimi rahatlattı, güler yüzle ayrıldı.
Güzel geçtiğini düşündüğüm bir günün sonunda sağ olsun hemşerim Kadir beni gene eskilere götürdü. Ağabeyi Hüseyin, babası Hafız Amca, derken babam! Daha doğrusu belleğimde kalanlar gözümün önünde canlandı. Düşündüm:

-Yoksa onların etkisi ile mi ben, hemşerimden  bir türlü geçemiyorum. Onu düşününce yedi yıla yaklaşan beraberliğimizdeki olayları anımsayınca  aramızda ,hemen hemen hiçbir bağlantı kuramıyorum. Benim seçtiğim arkadaşlarla bir yakınlık kurmadı. Müzik çalışmalarına katılmasını istedim yan çizdi, Zeybek oyunlarına ise düpedüz burun kıvırdı. Kısaca hiç bir ortak bir yanımız yok. Onun da benim ona baktığım gibi bana baktığını seziyorum. İlişkilerimiz, görünüşte böyle olmasına karşı nedense  ona anlayamadığım bir bağlılık duygusu taşıyorum.

 

11  Mart  1945  Pazar

 

Akşam yatarken düşündüklerimi duymuş gibi Hemşerim Kadir, “Günaydın!” diyerek ranzama tırmandı. İlk sorusu Akşam Nasıl geçecek? Ben:

-Bana göre iyi geçecek! Neden iyi geçmesin ki? Arkadaşlar hazırlandılar. Mahir Canova Öğretmen akşam gelince onların  cesaretleri arttıracak. Toplu gösterimize zaten  hazırız. Üstelik karşımızdakiler yabancımız değil, bu tür gösterileri bilmiyorlar. Onlar, görebildiklerini, bu işler besbelli böyleymişçesine benimseyeceklerdir. Önemli olan onları biz, gittiğimiz yerde benimsetebilecek miyiz? Tiyatroya giden insanlar oyunu bir başka gözle izler. Oyunlar da öyle. Zeybekleri Lüleburgaz’da oynadığımızda bizi alkışlamışlardı. Lüleburgazlılar Ekrem Ula ile Zekeriya Kayhan’ı daha önce izleseydi acaba bizi gene öyle alkışlayacaklar mı idi?

Konuşmamıza Doğan Güney katıldı. Doğan’ın keman çalacağını duyan Kadir biraz şaşırdı. Hemen sordu:

-Ne çalacak?

-Schubert’ in  La majör Rondo’su. Bir adı da Macar Rondosu’ dur! Kadir hemen düzeltme yaptı(!)

-Macar Rapsodisi1

-Hayır, Macar Rapsodisi Franz List’ in. Bu Franz Schubert’ in keman için  La majör Rondo! Gerçekte büyük bir eser ama keman için kısaltılmışı da var.

 Birlikte kahvaltıya gittik.

Kahvaltıda konu gene akşam n’ olacak? Kamil Yıldırım çıkıştı:

-En zorlu iş benim üzerimde, öyleyken ben:

-Ne olacak? diye kaygılanmıyorum. Sizler her zamanki şarkılar için kaygılanıyorsunuz! deyip yüzlerimize baktı. Kısa bir suskunluktan sonra konuyu değiştirdik.

Arkadaşlar sahneye kılık değiştirerek çıkmak istiyor. Oysa Mahir Öğretmen bu fikirde değil. Öğrenci tiyatrolarında önemli olan kılık değil, gerçek kalıbın yani rolü yapanın kendi tavırları önemlidir. Kılık kıyafet  gerçek tiyatro için göz boyayan bir hiledir. Önemli olan  sahnedeki kişinin sözleriyle, temsil ettiği kişilikle uyumudur. Bu da kişilerin isteğine göre değil izleyicinin alışageldiği yaşama uygunluktadır. İzleyicinin bellediği sınırlı tipler vardır .Bu tiplemede bir ortak nokta sezip o tip canlandırılırsa başarı sağlanır. Bunu şöyle de anlatabiliriz! Hıristiyan bir topluma gösterilecek bir oyunda bizim hocaların yeri olacaksa kılığı ne olursa olsun rol yapan hoca, hocalığı bırakıp biraz papaz tavrı takınmak zorundadır. Çünkü insanlar kafalarındaki papazdan esinti olmadan  din işleri

Üstüne komedi de olsa çok değişikliği algılayamazlar. Gülerler belki ama bu isabetli bir etkinin gülüşü olmaz.

Kendi aramızda tartışırken Bölüm başkanımız geldi.Önce koro provası yapacağımızı söyledi. İşleri olanlar işlerine giderler! Deyip gülümsedi.Sonra da:

-Nereye gidecekler, işleri varsa zaten o da buradadır!

Son sınıftan olmayan vardı. Bölüm Başkanı:

-Onlar zaten yakında yok olacaklar! Dedi. Nedene sözünü düzeltmek gereğini duydu:

-Bu okluk hayırlı bir yokluk, onlar gerçek görevlerinin başında olacaklar. Bizler onları daima bizimleymişçesine saygıyla, sevgiyle anacağız!

Saate bakarak, başta marşlar olmak üzere şarkıları, türküleri söyledik. Ahmet Yol şarkısını, Doğan kemanını çaldı. Bir saat 0n dakika sürdü. Öğretmen daha önce düşünmüş olacak türkülerden Sarı Kız’ı çıkardı. Gerekçe olarak da:

-Sarışın öğrencilerimiz var. Öğrencilerimiz maşallah,  yaş sınırı konmadan aynı sınıfa toplanıyor. 18’i,ne girmişi ile henüz on ikisinde olanı yan yana. Takılmalara neden olabiliriz. Gerçi bu tür türküleri Muzaffer Sarısözen uydurup memlekete yayıyor ama  biz de ona teşvikçi olmayalım. Bölüm Başkanının bu uyarısını ben, geç kalmış olarak karşıladım. Geçen yaz böylesi bir tartışmaya tanık olmuştum. Sarışın, oldukça da güzel yüzlü bir öğrenci, kendisine baka baka bu şarkıyı söyleye ne:

-O mandolini senin kafanda parçalarım! demiş. Kız oldukça etli butlu, oğlansa cız cımlak, kuru bir şey. Olay öylece kapandı. Aynı sınıfta  oldukça gelişmiş erkek öğrenciler de vardı. Sanırım o cılız, ötekilerin  aralarındaki konuşmaları duydu, aklınca duygularını açığa vurmaya kalkıştı.

Bunları bildiğim için Bölüm Başkanının duyarlılığına katıldım.

Süflör olarak piyesi de izledim. Ufak tefek uyarmalarla piyesi de  tekrarladık. Şölen süresini iki saat olarak düşünüyoruz. Okul Müdürü Rauf İnan da konuşur. Gerçekten konuşursa  süre sanırım üç saati  bulur.

Faik Öğretmen gelmeyeceği için rahatım. Gene de provadan sonra bir süre çalıştım. Mozart’ları özlemişim. Maman’ın tamamını,331 Sonatın 1,2,3’le son Marş Allaturka , 545,in Andante bölümlerini çok severek çalıyorum.

Akşam yemeği erkene alınmış, az kalsın yetişemeyecektim. Alt kapıdan girince Nebahat’la karşılaştım:

-Annemler geldi, uzun süre teyzemlerde kaldılar; onları bırakıp gelemedim. Yakında temelli geleceğim!” dedi. Kolunda Meliha öğretmen vardı, fazla bir şey soramadım.

Gene de sevindim. Anneleri neden uzun uzun orada kaldı. Belki de hastaları vardı.

Filmdeki anneyi anımsadım. Ne olağanüstü bir anne! Yazar kitapta öyle anlatmış olabilir ama, yazara örnek bir anne kesinlikle vardır. Olağanüstü bir anne; onca çocuk doğurup büyütmüş. Tüm sıkıntılara karşın 10 kişilik aileyi, dedesi, babası torunlarıyla ayırım yapmaksızın çocukları gibi bakıp yönlendiriyor. Doğum sancıları çeken kızına nasıl davranıyorsa iki insanı öldüren katil oğluna da o gözle bakabiliyor. Filmi bir süre sonra unutacağımı biliyorum, ancak o anneyi yaşamım sonuna dek anımsayacağım, unutmam olası değil. Çünkü ben annemi hep öyle düşündüm.

Arkadaşlar az sonraki olası olaylar üzerine şakalar üretirken Nebahat’ın annesini düşündüm. Kesinlikle o öyle bir anne olamaz! Eğer öyle olsa, kızı istemediği halde baba zoruyla  söz kesimine karşı koyardı. Bu kez de teyzesini düşündüm, annesinin kardeşi. Nebahat’ın sözlü olmasına karşın, davranışlarını kısıtlamaya  kalkışmıyor. Eniştesi de öyle olsa gerek. Eniştesi babasının düşüncesinde olsa sanırım daha değişik davranabilir. Çünkü habersiz olamaz, arada çocuk var. ”Çocuktan al haberi!” Film bunu çok güzel doğruladı. Katil Top, kurtuluş hesapları yaparken çocuk,” Pat’!” diye onu ortalığa çıkardı.

Yemekten kalkar kalmaz masalar toplanmaya başlandı. Verilen karar gereği bizim salonda toplandık. Mahir Canova öğretmenle Aydın Gün öğretmen de geldi.

Mahir öğretmen:

-Fazla bir  şey söylemek istemiyorum, önünüzde kocaman bir salon var; ona bakıp:

- En uçtaki benim sesimi duysun! diye sakın sesinizi yükseltmeyin. Varsın uzaktaki duymasın. Önemli olan salonun tamamı, özellikle de orta kesimdeki çoğunluktur. Eğer uçtaki için sesinizi yükseltirseniz, alışmadığınız ses tonunuz, sizi de yanıltır, söyledikleriniz kusurlu olur! Benim söyleyeceğim bu kadar. Ötesini çok iyi başaracağınızı biliyorum!

Aydın Öğretmen arkadaşlara takıldı:

-isterseniz aranız katılırım. Ancak söyleyeceklerinizi bilmediğim için falso yapmaktan korkarım! Abdullah Ön hepimiz adına karşılık verdi:

-Sağ olun, sizi karşımızda görmek bizim cesaretimizi doruğuna çıkarıyor!

Topluca gidip perdenin arkasına geçtik. Benim oturacağım yer karanlıkta kalıyor. Elektrik işlerini Süleyman Alkan’la Mustafa Saatçi hazırlamış, Mustafa Saatçi benim köşemi aydınlattı. Koro, programını tamamlayınca ben köşeme çekileceğim. Salon tümüyle doldu, enstitü Bölümü, özellikle de Sağlık Kolu tarafı gürültüyü arttırınca dr. Hulusi Sapanlı uyarma yaptı. Bir süre Okul Müdürü Rauf İnan beklendi. Ben daha bekleyeceğimizi söylerken o telaşlı telaşlı geldi, gelir gelmez de konuşmaya başladı:

-İşte böyle olacak! Hasanoğlan Köy Enstitüsü Öğretmen ve Sağlık Bölümü ile ağabeyleri Yüksek bölümle bir ailedir. El birliği ile işlerimizi gördüğümüz gibi kendi çatımız altında eğlenmesini de biliriz. Açık Hava sahnemiz hazırlandı, havalar ısınınca orada daha  rahat toplanacağız. Burasını da,(Eliyle sahne üstünü göstererek) sinema olarak kullanacağız. Okul Müdürü

 önümüzdeki yaz çalışmaları için uzunca açıklamalar yaptı. Son olarak da Hasanoğlan Köy Enstitüsünü öteki köy Enstitüleri in bir model olduğunu, böylece arada bölgesel farklar dışında bir ayrılık olmayacağını, buradan oralara gidecek öğretmenlerin gittikleri yerlerde yabancılık çekmeyeceklerini. anlattı. Son söz olarak da  tasarladığı geleceğe yönelik planlarını önce bizlere duyurma heyecanıyla biraz fazla konuştuğunu, bunu onun heyecanı için bağışlamamızı isteyerek, yerine oturdu.  Arkasından Bölüm Başkanımız kısa konuştu:

-        Şimdiye dek çalışmalarımızı, bireysel olarak gelip görenlerin övgülerine göre değerlendirdik. Bu övgü toplayan çalışmaları, hep buraya gelenlere değil de zaman zaman bizim bir yerlere gidip göstermemizin daha yaralı  olacağı düşüncesiyle  çalıştıklarımız içinden deneme amacıyla seçmeler yapıp sizlere göstermek istedik. Beğenilerinizi kazanırsak daha hevesle çalışıp  başka programları da sizlere sunacağız. Bundan böyle çalışmalarımızın değer ölçüsü sizin beğenileriniz olacaktır. Kısaca özetlersek amacımız, az önce değerli Müdürümüzün dediği gibi halkımızın bizden beklediği gelişmeyi göstermek, durmadığımızı, durmayacağımızı kanıtlamaktır. Bildiğiniz gibi biz öğretmenlerin bir marşı vardır, bu marşı hep söyleriz:

-        Alnımızda bilgilerden bir çelenk-Nura doğru can atan Türk genciyiz...Yolumuz belli, kararımız belli, her gün yeni bilgiler kazanmak! İşte size küçük bir örnek. Koromuzu, sırtını devlete dayamış, devletin radyosunu kullanan bir Yurttan Sesler korosu, işte çalışacak bir yeri olmayan bizim koromuz. İşte karşılaştıracak bir başka benzeri olman tiyatro çalışmalarımız. Çok değil bir yıl sonra da sizi görülmeye değer bulacağınız bir sergiyle karşılaşacaksınız.

-        Bölüm başkanı sözünü bitirince perde arkasına çekildi. Biz sıralanmıştık. Perde açılı açılmaz  önce Öğretmen Okulu Marşını sonra Ziraat marşını arkasından İleri, Ankara ,Ziraat Marşlarını iki sesli söyledik. Şarkılar da türkülerde sessizce dinlendi. Bölüm Başkanı çok heyecanlandı, Doğan’ın kemanı ile Ahmet Yol’ un şarkılarını piyes arasında söyletmek için piyesi başlattı. Arkadaşlar rollerini iyi ezberlemişler bana hiç işi düşmedi. İlk aralıkta Doğan Güney parçasını çaldı, çok alkışlandı.2. aralıkta Ahmet Yol, parçasını çok güzel söyledi. ”Gel güzel günler, ey gençliğin çiçekleri......

Piyes umduğumuzdan daha güzel geçti. Öğrencilerin gülüp konuşacağını sanıyorduk. Çıt çıkmadı, sonunda da uzun uzun alkışlandı. Besbelli, öğretmenlerince  tembihlenmiş. Ayrıca küme öğretmenleri sınıflarının arasındaydı; onların da etkisi olsa gerek. Mahir Öğretmenle Aydın Öğretmen kaldı .Mahir Öğretmen:

-Kusursuz desem  bana inanmayacaksınız ama, başkaları bunu söylerse sakın inanmamazlık etmeyin, sonra sizin için tiyatrodan anlamıyor! derler. Bana gelince:

-Benim de söyleyeceklerim, daha önce söylemem gerekenler olacak. Çok dikkatli davranışlarınıza sevindim. İşte bu kadar! Bunu siz, beylere, paşalara bile oynarsınız. Gezilerinizde oynadıkça bunu izleyen görevliler,  bundan çok ders alacaktır!

Öğretmenler ayrılınca ortalığı toplayıp ayrıldık.

Yatınca biraz kuruntuya  kapıldım; benim bu başarılı etkinlikte daha fazla payım olamaz mı idi? Piyano çalışım beni her yerde onurlandırmayacak! O olursa çok şeyler kazanacağım, olmazsa avucunu yalayacağım!

Saat 24:00 sularında uyudum.

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ