Cumhuriyet Gazetesi.
5/6/1998
Attila İlhan’a 4. Soru: Bakırköy
Türk Müziği Olarak Salt Divan Müziğini mi Sayıyorsunuz?
Daha önce alıntı yaptığım SÖYLEŞİ’ nin bir yerinde, Köy Enstitüleri’nde Türk Müziği’ne BURUN KIVIRILDI deniyor. Mandolinle Mozart çalma olayı ile birleştirince oldukça acımasız bir eleştiri ve haksız bir saldırı ortaya çıkıyor. Her okuyucu bilmez, bilenler de anımsamakta zorluk çekebilirler. Yazar, sonradan “Faşizmin Ayak Sesleri” kitabına da aktardığı bir yazısında şöyle diyordu: “Ronsard’ı ezbere bil, Baki’yi küçümse, Mozart’a hayran ol, Itri’ye BURUN KIVIR, Leonardo’ya bayıl, Sinan’a dudak bük, bu seni Batılı yapmaz, Batılı Türk yapmaz, Türk de yapmaz, sömürge aydını yapar. Hele Türk petrolü ya da Türk boraksı için ulusal mücadelelere gönüllü olanların, TÜRK SANAT MUSİKİSİ’ne ya da Divan şiirine yukardan bakanların düpedüz patolojik bir klinik olgusu vardır denilebilir. Zira bu topraktan fışkıran petrol ne kadar bizimse, bu topraktan yüzyıllar boyunca üretilmiş olan şiir, beste, fikir ve nakış da o kadar bizimdir: Nasıl petrolü çağdaş kılabilmek için türlü işlemlerden geçirmek gerekiyorsa, öteki Ata değerlerini de türlü işlemlerden geçirilip çağdaşlaştırmak bize düşer.” Doğru söze ne denir? Alkışlar, alkışlar! Ancak bu doğru gibi görünen sözler kimin doğrularıdır? Oldukça geniş kapsamlı bir beğeni haritası çiziliyor; her kişi burada kendine bir yer bulur ve payına düşeni yapabilir. Besbelli ki bu gönüller coğrafyasını yazar bilinçli kurgulamış. Sporcuların diliyle söylenirse, kimin hangi kulvarda koşacağını o biliyor. İyi de kulvarı saptanan koşucunun “Niçin” orada bulunduğunu bilme hakkı yok mu? Topraklarımız altında var olduğu söylenen petrol, krom ya da öteki madenler acaba gerçekten bizim oldu mu? Onları türlü işlemlerden geçirerek hiç çağdaşlaştırabildik mi? Topraklarımız altında zengin madenlerin bulunması değerlendirilemezse yurt insanına yarar sağlar mı? Baki, Itri, Sinan dönemlerinde geniş yurt topraklarımız vardı. Örneğin, Romanya-Köstence, Bakü-Batum, Musul, Basra Körfezi, Arabistan’ın tamamı, Afrika’nın tüm kuzeyi bizimdi. Bilindiği gibi günümüzde çıkan dünya petrolünün yarısı buraların ürünü. Onlar, o zaman da vardı ama biz onlardan haberli mi idik?. Bu durum içimizi sızlatsa da gerçeğimiz bu! “Olsun!” deyip pişkinlikle konuyu kapatabilir miyiz?
Benim kuşağım ve daha sonrakiler, Itri’yi Yahya Kemal Beyatlı’nın bir şiirinden öğrendi. O, “Kıskanıp gizlemiş kaza ve kader- Belki binden ziyade bestesini- Bize mirası kaldı yirmi eser” diyordu. Demek kaza ve kader Itri’nin güzelim bestelerini bizden esirgemiş. Ne ilginç, petrol sızan topraklar üzerinde yüzlerce yıl at oynatmışız, at mat derken de güzelim besteler uçup gitmiş. Bu iki olay arasında ilgi kurmak zorundayız, buna gerek vardır. Bir de tarihe bakalım, Itri 1630-1712 yılları arasında yaşamış, ansiklopedik bilgiler böyle. Yaşamının tümüne değil, salt öldüğü yıla bakalım. 1712, Fransa’nın Güneş Kralı XIV. Louis ölmüş, Prusya’nın büyük kralı II. Friedrich bu yıl doğmuş. Bizde şair Nabi ölmüş, III. Ahmet cülusunun 9. yılını kutlamaktadır. Baltacı Mehmet Paşa henüz idam edilmemiştir. Damat İbrahim Paşa daha ortalarda yoktur. Nedim pek bilinmemektedir. Kısacası Lale Devri henüz beyinsel rahimlerdedir. Kağıthane, Nef’i’nin ünlü gazelinde “Mahşer olmuş sahn-ı Kağıthane, dünya bundadır-Cennete dönmüş güzeller temaşa bundadır-dizeleri içinde sıkışıp kalmış, romantikçe söylemek gerekirse; Nedim’in yolunu gözlemektedir. Nitekim bir süre sonra Nedim yetişmiş, Kağıthane bir güzel Sadabat olmuş…Bilindiği gibi 18 yıl süren Lale devri bir gelişme bir yenileşme dönemi olmuşsa da tüm kazanımlar bir anda yerle bir edilmiş nasılsa küçük bir simge, Sultan Ahmet Çeşmesi kalmıştır. İstemeyerek ünlü Alman sözünü anacağım: ”Ende gut, alles gut!” Sonu iyi biten bir işin başı iyi sayılırmış.Bu konuda en güzel sözü,bilineceği gibi Cahit Sıtkı Tarancı söylemiştir: ”Sad abat değil Kağıthane-Çingenenin fal baktığı yer-Sadabat bir efsane…Sadede gelelim …. Daha açık bir deyimle içinde yetiştiği ortam Itri ağırlıklı bir besteciyi taşıyacak olgunlukta değil. Yahya Kemal haklı olarak “Na’tıdır, en mehibi en derini” diyor özel bir seçki yapıyor ama, unutulmasın ki, Na’t, bir başka maktulün, Divan Şuaramızın Şîr -i mehibi Nef’i’dir. Bilindiği gibi o da ilkel bencilliklerin kol gezdiği bir ortamda katledilmiş, tarihimizi karartan toplumsal lekemizden biridir..”Ormana balta girmiş, sapı kendinden!” Orman dizini dövsün dursun!
Gerçek konumuz müzik olduğuna göre Batı’dan da bir iki küçük bilgiyi anımsayalım. Günümüz konser salonlarının gediklileri sayılan Vivaldi, Haendell, Telemann, J. S. Bach söz konusu tarihte ünlerinin doruğundadır. Bunlardan J. S. Bach, öldükten bir süre sonra unutulmuş. Nedeni, bestelerinin çok büyük bir bölümü kaybolmuştur. Şaka değil kaza ve kader, Itri için kurduğu tuzağa onu da düşürmüş olmalı(!) Ne var ki, bu tuzak yüz yıl bile sürmemiş, J. S. Bach’ın tüm besteleri güneşe çıkarılmış. Hem de az buz değil, 1100 dolayında yapıt,öyle ki şarkı markı da değil her biri saatler süren uzunlukta görkemli yapıtlar. İki besteci arasında çok benzerlik var. Ancak sonuçlar çok değişik. İnsan elinden çıkan nesnelerin her zaman kaybolma olasılığı vardır. Ne var ki, Itri’nin başına gelen bir kaybolmadan çok ebedî bir yok oluştur. Belki de Türk Sanat Musikisi sevdalılarına(!) vefasızlık cezası, ebedî mahrumiyet cezasıdır bu! Zevkli müzik dinleme yerine zevksizlik içinde bağrışıp çığrışmalarla yetinme, bir tür hak sınırlaması. Kısaca ilahî takdir! Ama ne takdir!! Kendi adıma üzülmesem, bu konuda daha başka sözler de söyleyebilirdim! Birilerinin yanıtını duyar gibiyim:
-Canım, J. S. Bach oturmuş bestelerini notaya geçirmiş, bu notalar çoğaltılmış, biri kaybolsa öteki bulunur. Itri nota bilmiyor- bir ya da iki kuşak geçince yok olur gider. Geçmişte niceleri böyle olmuştur!
Bu anlayış ya da bu tür savunma, konumuzu irdeleme yerine fırıldakları rüzgarın yaptığını savlamak benzeri bir şey olur.
Kanımca Attila İlhan da “Bin yıllık uygarlığımızın bir damlasını bile feda edemeyiz, eden bizden değildir, gitsin tatlı su frengi olsun, Tanzimat batıcısı olsun!” diyor. Ben bu denli acı,bu denli ayırıcı daha doğrusu kesip atan türünden, sahipçe konuşamam. Gerçi içinde bulunduğum topluma dudak büken, kendini onlardan soyutlamaya çalışanlara kızarım ama defolup gidin, dercesine bir tavır takınamam.Benim yurdumda doğup büyüyen insanlar nereye gidebilir ki?Onları neresi, hangi kültür içine alıp eritebilir? Gitseler bile gittikleri yerlerdeki insanlar, onlara tıpkı onların kendi yurttaşlarına yaptığı gibi tepeden bakarlar, küçültücü gülümsemelerle dudak bükerler. İşte onlar, bunun ne demek olduğunu çok iyi bildiklerinden tümden oralara gitmeyi göze alamazlar. Ancak olageldiği gibi bir süre uğrayıp oralarda dolaşırlar, Hanya’yı Konya’yı iyice öğrenip tıpış tıpış geri gelirler. Gönderici Attila İlhan’ın handiyse dehledikleri değil, sözüm ona ölçülerini verdiği nice klas Tanzimat karşıtı, Sivastopol, Plevne, Dömeke, Trablusgarp, Balkan, Yemen ve nihayet I. Dünya savaşlarını yok sayıp nice olmuş ve olmamışları, “Olmasaydı!” diyerek rol kesenlerin tonlarcası Türk ulusunun vergileriyle gittiler,tatlı mı acı mı bilmem ama anlatılarından öğrendiklerimize,gene gene gitmelerinden belli ki bu işin bir haz tarafı var.Her halde bu haz tatlı su düzeyinden yüksek bir sosyal katmandan geliyor.Böyle olmasa Attila İlhan kendi muteber ve müstesna mekânlarına, sevmediklerine “Gidin!” demezdi. Dolca Vita düşkünü bir kral( Mısır) Faruk vardı. Atalarının kan revan içinde kazandığı makam ve serveti böyle bir tutku uğruna tüketmişti. Başka soylu, soysuz nice kimseler de heveslenip Dolca Vita frengi olmuştur. Bunları düşünerek, ”Frenk” sözü geçince değişik çağrışımların etkisinde kalırım. Sonuç olarak Fengistana gidişlerini, gelişlerini, gönderilenleri, kendisi gidenleri, getirdiklerini, götürdüklerini, hiçbir getirisi olmadığı halde “Getirdim!” diye terane tutturanları kendi ölçeklerim içinde değerlendiririm. Hemen hemen hepsinin bir ortak yanları vardır. Bir coşku içinde giderken onların bu coşkuları, yeni kazanımlar ummaktan çok dönüşlerinde sağlayacakları ganimet hesaplarına dayanır. İstisnalar, bu hesapların dışında olabilir. Anacak sizin de bir takım hesaplarınız olmalı.Yoksa pasaportunuzu alınca bunca sevinciniz olur mu idi? Baksanıza, pasaportunuzu alınca yakınıyormuşça konuşmanıza karşın neredeyse def dümbelek, oynayacaksınız.
”Resmi makamlarda böyle bir yolculuğun ismi “yurt dışına çıkmak’ tır. Ve bunun için de bir sürü kağıt imzalatmak, bir sürü kağıt almak, resimdir, puldur vesairedir diye bir sürü kıvır-zıvır vermek lazımdır. Hac yolcuları ve Yahudiler ile birlikte ben de masadan masaya atılmıştım. Gel gör ki eninde- sonunda elime bayrak gibi bir pasaport verdiler. Bu pasaport Abbas’a aittir. Ve filan falan bilcümle yabancı memleketlere gitmek için verilmiştir. Bir de viza (Yazıda böyle yazılı)dalgası var. Ondan sonra bilcümle yabancı memleketler gözlerinin önünde……………”
Çok doğal gibi görünmese de gittiklerindeki bu coşku dönüşlerinde de vardır.Önce bir övgü faslı başlar,hem övünürler hem de oraları överler.Çoğunlukla da övmeleri,övünmelerine katkı türündendir.”Yongacı keseri” sözü burada da geçerlidir.Kimileri Odeonlarda konserler vermiş,Paris’i yerinden oynatmıştır,kimileri devrimci liderlerle al takke ver külah ilişkiler kurmuş,onlara toplumların yakın gelecekte kuracakları Yeni Düzen üstüne yüksek fikirlerini iletmiştir.Özellikle Paris’te adını kimsenin duymadığı ne ünlüler(!) vardır. Şimdi ben:
-Bunlar çoğunlukla sömürge ülkelerinden gelen ya işbirlikçi ya da işbirlikçiliğe aday taifesidir ,erbabı bunları allayıp pullayıp zemin ve zamana uyarak ömür boyu kullanıyor!”desem bana kim inanır? Tezgâh böyle kurulmuş, tezgâhtarlar değişse de nüanslarda fark olur beki ancak genel tablo değişmez. Okuyucu öyle koşullandırılmış; alan razı veren razı. Bedri Rahmi Ebuboğlu hangi gözlemlerden sonra atmıştı çığlığını ?
Herifçeoğlu Senmişel’de koyuvermiş sakalı,
Nitsin bizim köyü, nitsin Mahmut Makal’ı?
Esmeri, kuzguni karası,
Cebinde dört dilberin telefon numarası.
Bir elinde telefon, bir elinde kesesi
Uy! Yesin oni nenesi, yesin oni nenesi!....
Bu bir duyarlılık belirtisi, bir şeylere direnç değil midir? Bir de Melih Cevdet Anday’ı dinleyelim.
Alaturka
-Çık benim şair tabiatım, çık orta yere-
Fakir güzelinden söyle…..
Yeni sözler arama nafile
Derdim yeni olsa anlarım
Gel, hazırından söyle
Kim anlayacak sahiden olduğunu
Sen söyle yalnız
Zülfündedir bahtı siyahım bestesini Dede’den.
Tamamını almadım ama aldıklarım, anlamak isteyenler için amacı yeterince açıklıyor; ”Taşı da gediğine yerleştiriyor!” Burada, katılaşmış, zor kırılır bir kabuğa dönüşmüş bir toplumsal algılama olayından söz edilebilir.Eğer böyle bir duyarsızlık varsa bunun sorumluluğu kimindir?Tarlasına temiz tohum ekmeyen çiftçi beklediği ürünü alabilir mi?Elimde nedense sakladığım tiyatro üstüne yazılmış iki yazı var.50 yıllık iki kesik.Biri Paris’ten gönderilmiş,yazar Cyrano de Bergerac’ı izlemiş.Yazı burun anlatmakla başlıyor yine burunla bitiyor.Yazarı Edmond Rostand ve yapıtın içeriği burunun gölgesinde kalmış.Paris’i onurlandıran(!) yazar yurduna bu kadarını layık görmüş. İkinci kesik, İstanbul kaynaklı, ünlü bir yazar, eleştirmen ilk sahneye konduğunda oldukça yankı yapan Eugene İonesco’nun Gergedanı’na gitmişmiş. Bir hayvan olarak gergedan, yazarın öteden ilgisini çeken bir hayvanmış. Bir taşla iki kuş vurmaya hazırlanıp tiyatroya gitmiş. Sabrı tükenerek beklemiş ama bir türlü gergedan sahneye çıkmamış. Yazar gergedanı görmeden evine dönmüş. Gene de gergedan üstüne yazısını yazmıştır. Ama İonesco’ nun Gergedan’ı okuyucuya amaç ve içerik olarak hiç mi hiç yansıtılamamıştır. ”Bu örneklerden bir genelleme çıkarılamaz!” savına ben de katılırım.Biliyorum,istisnalar kuralları bozmaz.Bunu biliyorum da işin hoş tarafı,istisnalarla kural yapılamayacağını da biliyorum.Gene de çok önemli gördüğüm bir noktanın iyice açıklanmasını istiyorum.Yurdumun sorunlarına eğildiğini sanan kimi kimseler, biraz da kendilerinin olan bu gerçekleri görmekte niçin zorluk çekiyorlar? Diyelim ki gözler miyop, gönülleri de mi miyop? Bunlar Batı’ya özellikle de Paris’e gidince daha iyi görmek için gözlük takınıyor-Bu olabilir-Peki bu işin bir de gönül tarafı yok mu? (Bendenlik, kan bağı, yurttaşlık, dil, din, inanç bağı, gelenek vb.)Gönüllerde de mi miyopluk var?Paris’te gönül miyopluklarını onarmıyorlar mı?Onarıyorlar da onarılmamış gibi mi davranıyorlar? Salt Paris değil Batı kavramı içine giren ülkelere ayak basanların bir bölümü gözleri gibi gönüllerini de yurda döndürüp hemen BİLGELİK yarışına başlıyorlar.Bu yarışta geçici de olsa bolca avanta vuranlar bile oluyor.Bu yüzden olacak kimi olaylar birden avantacılar dalaşına dönüşmekte kurt izi, it izine karışıp gidiyor.Kimse pes etmiyor,bir çoğu da ölümüne dek diretmeye çalışıyor,komik durumlara düştüğünü göre göre geri atım atmıyor.İlginç olan bir başka nokta da kendileri gibi Batı’da dolaşmış,dönünce üslendiği işlerde yüz karası olmuş,toplumun ahlak düzenini sarsmışlarına ibretle bakılması,hatta onların savunulması,yenileri türerken bile suskun kalınmasıdır.Doğal olarak tüm Batı’ya gidenler böyledir, demek kimsenin aklından geçmez . Niceleri var,alın teriyle kazandıklarını toplumuna aktarıyor. Örneğin bir Sabahattin Eyuboğlu Batı’ya gidiyor ama yüreğinde yurdunun sorunlarını taşıyor,çözümleri için başkalarının deneyimlerinden yararlanma savaşında yerini alıyor. Örneğin bir Tahsin Saraç:
-Batı dillerini öğrenmek ne bir kalıtım işi ne de yılları heba etme işidir. İsteyen her kişi, bunun üstesinden gelir,hatta bir başka ulusun sözlüğü bile yazar!” deyip başarılı ürünler veriyor. Örneğin bir Mehmet Basutçu, öğrenmek için gittiği sanatsal alanda,kendisine öğretenlerin arasında yerini açıp yaşam boyu sanatsal etkinliklerini sürdürebiliyor.Bunlar benim yakından tanığım üç yiğit insan.biri öğretmenim,biri arkadaşım biri de yakın bir arkadaşımın oğlu.Onlar bir birini tanımadılar.Batı yolculukları da 20-25 yıl aralarla oldu.Ancak amaçları tıpkılık taşıyordu.”Gidiyoruz ama kaybolmayacağız!”Gerçekten kaybolmadılar.Benim örneklerimi andıran başkaları da var,biliyorum.Ancak bir başka gerçeği de bildiğimi söylemeden geçemiyorum.Halkın vergisiyle maaşları ödenerek 50 yıldır “Görgülerini arttırmak amacıyla seçilerek değil kayırılarak gönderilen öğretmenlerin “Getirileriyle Götürüleri hiç karşılaştırıldı mı?Edremit-Kirazlı öğretmeni Salzburg’da bir yıl kaldı da hangi artılı görgü ile geri döndü?İskilip Biçki-Dikiş öğretmeni daha şanslı çıktı Avusturya-Graz’da iki yıl kaldı,geri gelince elindeki programı delip de yeni kazanımlar mı sağladı.Salt öğretmenler değil öteki görevliler de bu tür git-gele karıştı. Hınıs eski yargıcı Almanya’ya gitti, Kâhta kaymakamı Belçika’ya gitti. Giden gidene... Bu, “Devletin politikası, hikmetinden sual olmaz!” denileceğini biliyorum. İşte bence önemli nokta burada,bu şekilsel uygulamanın sakat tarafı zihniyette.”Sen,sen,sen, gideceksin!” Fetva verilmiştir, yüz tane imam görgülerini arttırmak(!)için Paris’e Bon’a gitmesin mi yani? Ucundan ucundan vermeye çalıştığım örneklerin asıl şaşırtıcılarını Sayın Kamran İnan sık sık TV programlarında anlatmaktadır. Bunlardan birini buraya ekleseydim, sanırım daha iyi olacaktı.(İsteyenler TV. arşivlerinden yararlanabilirler.) Batı’ya gitmek böylesi bir kargaşaya dönüşmüş,böylesi getirisi- götürüsü yapılmayan bir duruma dönüşmüştür. Buna dönüşmüştür demek de doğru olmayacaktır.Bu, düpedüz Tanzimat döneminin temizlenmemiş bir hastalığıdır. Şehzadelerin, paşazadelerin, seçkinlerin, gözdelerin bol lütuflarla “Düvel-i Muazzama sosyetesini gözlemleme amaçlı “Devletin malı deniz yemeyen domuz!”zihniyetini taşıyanların başlattığı bir Hazine soygunculuğu olayıdır.Devlet-i Al-i Osmani biraz da bu nedenle iflas etmiştir.Özüyle benzerlik var, diyemiyorum.Özü tıpkısı,ancak sayısal,şekilsel,zaman ve biraz da amaç değişiklikleri olduğu söylenebilir.Bu nedenle Batı’yı gösterip” Arkadaş,sen bizden değilsin,orada kal!”demek için Paris’teki “La Metres Taşı” gibi değişmeyen ölçek gerekmektedir.Kısacası, özellikle Paris’in 3.derecedeki kafelerinde işsiz dolaşan sömürge takımıyla sosyalizm sohbetleri eden,bunlardan yararlı sonuç çıkarmış gibi kendi halkını aydınlatmaya kalkışan tüm şarlatanlar bence “Tatlı Su Frengi!” dir. Üstüne üslük bunlar Tanzimat Batıcısı da olamazlar.Tanzimat Batıcılarının içtenlikli bir tarafı ve tutarlığı vardı.Zaman onların yanlışlarını bize gösterdi ama onlar yaşarken DOĞRUCU ZAMAN ya da YANILMAZ TARİH DEDE(Onlara göre) henüz gelmemişti. Gerçekte, toplumumuzun uygarlık yarışında geri kalmışlığı değil, niçin geri kalmışlığı tartışılacaksa tek yanlı ya da dıydılı konulardan çok özüne inip müzminleşen temel çürüklükleri bulup ayıklamak gerekmektedir.Giderek zorlaşan bu kangren tedavisinin,eğreti önlemlerle olamayacağını bilmeyen kalmadı da sanırım hasta olan bizler hastalıktan çok ilaçlara karşı durma,doktorları atlatarak küçük heveslerimizle mutlu olacağımız sanısından kurtulamıyoruz. İşte Batı tutkusu, dediğimiz çoğumuzun “O olmazsa olmaz!” çılgınlığı budur!Bunu diyerek “Hiç yararı olmadı!” gibilerde bir mantıksız sav öne sürecek değilim.Yurdumuzun yüzünü güldüren,uygar insanların önünde varlığımızı kanıtlayan,duyabildiğimiz yaşama sevincimizi gün günden arttıran sayısız değerli insanımız Batı dediğimiz büyük devinimin içinde yoğrulmuştur.Özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılan bilinçli seçimlerle gönderilen öğrencilerin dönüşlerindeki yaratıcılığını,özellikle sanatsal alanlardaki ürünlerini kim nasıl göz ardı edebilir?Kimi zevzeklerin 10.Yıl Marşı için söylediği bir şaka vardır”10 yılda bir marş yaptık,80 yıldır onunla avunuyoruz!” Bu şaka çok ciddi olarak kültürel atılımlarımız için cuk oturmaktadır. İlk otuz yılda Batı’ya sınırlı olanaklar içinde gönderilenler sayılı insanları yakınımız gibi tanıyoruz. Her biri ardında unutulmaz bir ad bırakarak ulusuna olan vefa borcunu ödemeye çalışmıştır. Örneğin eğitim alanında Prof.Dr.İbrahim Yasa, Dr.Halil Fikret Kanad, Fuat Baymur, İsmail Hakkı Tonguç, örneğin Edebiyat alanında Sabahattin Eyuboğlu, Haldun Taner, Behçet Kemal Çağlar, Sabri Esat Siyavuşgil, örneğin müzik alanında, Cemal Reşit Rey, Ahmet Adnan Saygun, Ulvi Cemal Erkin, Faik Canselen, Suna Kan, İdil Biret, örneğin resim sanatı alanında, Malik Aksel, İbrahim Çallı, Hikmet Onat, Bedri Rahmi Eyuboğlu, Mahmut Cuda, Şeref Akdik yüzlerce örneğin arasından birkaçıdır. Bir de 1950’den başlayarak günümüze doğru gidenleri, kalış yıllarını, getiri-götürü dökümünü yapıp ürünlerinin kalıcı olup olmayacağını gözden geçirelim.Sanırım buna olanak yok,bir kere seçiliş örneği olmayan bir keyfilik üstüne. Benzetmek gerekirse Moldavya-Aksaray arası bavul tacirleri gibi bir şey.Doğal olarak daha bilinçli, çıkar bağlantılı,karmaşık bir olay.Buna, bavul ticareti yerine,elektronik cihazlar taşıyıcılığı demek belki de daha doğru olur.40 yıl önce radyo-teyp,30 yıl önce TV-Kamera,20 yıl önce Renkli TV-Müzik Seti,10 yıldan buyana da Bilgisayar taşıyıcılığı değişimi içinde süren bu git-gel furyasına bir ad takmak bile zorlaşmış durumda.Bu arada araba maraba olayları da pekâlâ işin içine girmektedir. Öte yandan Devlet mekanizmasının bilgi ve görgüsünü arttırsın ya da oradaki dindaşlarımıza yardımcı olsun diye gönderdiği sayısız din adamı oralarda yasa dışı davranışlara kalkışıp suç işlemektedir.Bunları takip eden sorumlular adres bulup çağrı yapamazken, bunların ödenekleri hazineden tıpış tıpış gönderilmektedir.Ben, “Gidiyor!” dedim ya çıkıp birileri de “Hayır gitmiyor!” diyebilir.O mu,bu mu?Bu tartışma birkaç gün sürer,yalanlamalar yapılır hatta tehditler savrulur,yazılanlar sayfalar arasında kalır,ödenekler gider, bir daha soran olmaz.Ta ki bir büyük felâket oluncaya dek bu böyle sürer.Üzücü bir durum olunca da herkes “Ah,vah! “ etmeye başlar.Böyle bir ortamda Tanzimat Batıcısı-Cumhuriyet Batıcısı ayırımını nasıl yapacağız?”Onlar kendilerini bilir,namusuyla ayrılsınlar!” mı diyeceğiz.Bu tümüyle yanlış olur,çünkü günümüzde asıl benimsenen moda akım “Takıyye. ”Gerçi takıyye eskiden de vardı ama günümüzdeki, çağdaş ve de insancıl sloganlara sarılarak süslü hediye paketleri halinde topluma sunulmaktadır.Örneğin Menemen olayı oldukça eski bir olaydır.Eskidir ama öc peşinde koşanları giderek çoğalmaktadır.Onlar uyusa bile onları avlamak isteyen “O tip politikacılar(!)” sahneye çıkmıştır.Bunlar, yaraları kaşıma ustasıdır. Bir yolunu bulup tezgâhlarını kurarlar. Menemen olayında Sıkı Yönetim komutanı Mustafa Muğlalı böyle bir öç tezgahına yatırılmıştı. Mustafa Muğlalı bir askerdir, bir yerde askerce görev yaparken,o günün koşulları içinde daha büyük zararlara meydan verdirmemek amacıyla inisiyatifi kullanmıştır.Askerlik bir bakıma inisiyatifini kullanabilme sanatıdır. ”Olsun!” riyakârlığının da kendine özgü yöntemleri vardır.(Buna şeytanlık demek daha doğru olur.)İşte Mustafa Muğlalı ordu komutanı iken bir emir vermiş,33 yurttaşı öldürtmüştür.Doğru mu?Olay olmuş,33 insan ölmüştür.Peki bir ordu komutanı askerlere,”Şunlara ateş edin!” emrini nasıl verir?Askerlik görev ve koşullarını bilmeyen sıradan vatandaşa bunu anlatmak oldukça zordur.Ama Devlet Yönetiminde benzer olaylara her dönemde rastlanmaktadır.Örneğin 1937 yılında Dersim Ayaklanmasından sonra Başbakan Celal Bayar’a “ İsyancılar ne oldu ?” gibilerde sorulan bir soru üzerine onun meclisteki yanıtı,(Eliyle boynunu göstererek)”Kırt ettik!” olmuştur.Devlete karşı isyanın bedeli ne olmalıydı ki? İnsanın sorası geliyor, Sivas’ta yakılan 37 insan kurtarılamaz mıydı? Asker hazır, çemberi daraltsalar, gözü döndürülmüş sürü diretebilecek miydi? Emir verme durumundaki kişi bir askerse,o anda Mustafa Muğlalı’yı anımsayıp duraksamışsa bunun sorumlusu o görevli midir?Askerin elinden inisiyatifi al,Yargıcın yüreğinden adalet duygusunu çıkar sonra da otur bekle!Ünlü deyimimizin tam sırasıdır,”Ölme eşeğim ölme,yaz gelecek!”
Feda edilemeyecek kültürümüzü anlatırken geleneklerden yararlanma oldum olası yapılır.Küçük de olsa, kimi saptamalarıma göre geleneklerin dinsel yaptırımlarla sarmaş dolaş tutulması da gelenekleşmiştir bizde.Sözgelimi düğün geleneklerimiz tümüyle dinsel yaptırımlarla donatılmıştır.Zaten dinsel yaptırımların dışında kalan toplumsal içerikli etkinlikler tarih boyunca yasaklanmıştır.Bu yüzden sanatsal alanlar tümüyle tıkanmış,spor ya da bu günün diliyle söylersek eğlence durumuna indirgenen bedensel etkinlikler ayıplanmış, hatta ahlaksal konu yapılarak dinsel sorunlar içine itilip ürkünçleştirilmiştir.Aslında mozaik bir toplumuz, bu nedenle geniş yurt alanını kaplayacak bir tek tür gelenek söz konusu edilemez.Küçük küçük yörelerde değişik katmanlı toplumlarca sürdürülen toplumsal alışkanlıklar üzerinde durulabilir.Bunları yaygınlaştırıp ulusal bir forma gibi düşünmek gerçeğe uymayan,sanal bir varsayım olarak kalmaya mahkumdur.Bu nedenle gelenekler ölçü olarak alınırken sınırlı tutulup tarafsız karşılaştırma yapılması zorunluluğu doğar..
Kendi kültürümüzün olduğu söylenegelmektedir.Ancak bunun da bir sınırı vardır.Toplumların kültürleri içerik olarak belli öğelerden oluşur.Bu öğeleri araştırıp yerli yerine koyma, araştırmacıların kaçınılmaz görevidir.Bu yapılmadan her kafadan çıkan tanımlarla ya da kişisel beğenilerle bir ulusun tarihsel değerleri saptanamaz.Saptanmış kabul edilirse ya da buna bile gerek görülmeden yorumlar yapılırsa bu büyük kargaşalara yol açar,içinden çıkılmaz yorumlara,üstüne üslük yabancı araştırmacılara karşı ulusumuz adına büyük çapta küçük düşme,düşürülme konusu olur.Nitekim tiyatro konusunda böyle bir durum yaratılmıştır.Sorumsuz kimi köşe yazarları,(Bunlar, kendilerini çok bilmiş saydıklarından)tiyatro konusunda çok kez “Tarihsel Türk Tiyatrosu!” deyip tam gazla iddialı bir sav ortaya atılmıştır .Onlara kimse “Hangi Türk Tiyatrosu? demiyor.Niçin?Dinimiz sanatı önlemiştir.Ayrıca sürekli yer değiştiren topluluklar gibi biz de göçer kurallarına uymuşuz.Bu nedenle yerleşik insanlardan farklı bir geçmişimiz var.Uzun tarih günlerinde geçtiğimiz ya da kuşattığımız ülkelerde sayısız tiyatro kalıntısı üstünden geçmişiz ama küçük bir denemeye kalkışmamışız.Büyük İskender Asya seferine çıkınca aldığı yerlerde tiyatro yoksa hemen yapılmasını emretmiştir.Ayrıca ilk zafer kazandığı Asos’tan başlayarak tüm İyon kentlerinin tiyatrolarını onartıp etkinliklerle geçirtmiştir.Bundan başka İskenderun’dan başlayarak İndus Irmağı’na dek adını taşıyan 12 kent kurdurmuş,bu kentler önce tiyatrolarla donatılmıştır.İşin önemli tarafı bu 12 kenti sonraları bizim atalarımız birer birer alıp tiyatroların etkinliklerini durdurmuştur.Daha sonraları da ”Bir Kısrak Başı!” gibi benzetmelerle sevgimizi simgeleştirdiğimiz Anadolu’ya gelince her belli başlı kentte –bugünde- ayakta olan tiyatroları bulmuşuz.Böyleyken Cumhuriyet Dönemine dek bu konuya eğilmemişiz. Olay bu denli açık. ”Pekiyi, bizde hiç mi tiyatro yok?” diyecekler,çıkacaktır.Var,var ama çok eskilere gitmeye gerek yok.Tıpkı futbol,yüzme,dans etme gibi hatta şarkı söyleme gibi 100 yaşına girmiş genç bir etkinliktir bizde tiyatro.Tanzimat’ın sınırsız haklarından yararlanan Batılılar Pera’yı tiyatrolarla, operalarla doldurunca bizden de, kaçamak da olsa gidenler olmuştur.Bunların anlattığı tiyatro olayları halkın ilgisini çekince duyduklarını,kıraathanelerde tekrarlayan mukallitler bir süre sonra bunları belli bir disiplin altına sokup tekrarlamaya başlamışlardır.İşte Türk Tiyatrosu’nun tarihi de coğrafyası da budur!Bu, bizim bu günkü tiyatro anlayışımızı küçültmez. Tıpkı tiyatromuz, binlerce yaşındadır dendiğinde büyümediği gibi. Bir Yunanlının, bir İtalya’nın belki bir Fransız’ın eski tiyatro kültürü vardır.Onların zamanlarıyla yarışacağımıza,bugünkü dünya tiyatrolarının,içeriğiyle,estetiğiyle yarışmamız bizim için ölçü olmalıdır.İşte bu, belki bir gelenek anlayışı oluşturabilir.Olmayan geleneği öne sürüp sözüm ona üç beş saf okuyucuya şirin görünmek havanda su dövmektir.Sonuç? Sıfıra sıfır.Bu yetmez.Boş eller dopdolu sıfır!
Kimileri de Nasrettin Hoca gülmecelerinden,Bektaşi fıkralarından,İncili Çavuş ya da Kel Oğlan tekerlemelerinden söz ederek Türk Tiyatrosunun köklerini tarihin derinliklerine götürmeye kalkışıyor.Böyle bir sava yaslananlar iyice komik duruma düştüklerinin ayırdında da değiller.Oysa tiyatro bir gülmece sanatı değildir.Unutulmamalı ki insanların yapısında kederlenme gibi neşelenme güdüsü vardır. Bu güdüler insanları yönlendirir. Bunları içgüdülere dayandıranlar maymunları örnek verip Darvin’i anımsatırlar. Belgeselleri izleyenler bilirler, yavrularını oynarken izleyen anne-baba maymun, onların daldan dala atladığını görünce açık açık güler, düştüğünü ya da düşeceğini görünce yüreğinin hopladığı besbelli olur. İşte bu güdüler, insanlarda değişik bir tavır oluşturmuştur.Bu giderek toplumların karakterlerini belirler.Kimi toplumlar bireylerini neşeye yöneltir,kimi toplumlar da durgunluğa.İşte geleneklere belki burada önemli işlev yüklenmiştir.Ancak ister hoşgörülü olsun,ister sustursun insanlar gülmenin yolunu bulup güdülerini karşılarlar.Nice totaliter yönetimler,nice diktatörler insanların elinden bu mekanizmayı almaya çalışmış ama alamamıştır.Baskı oldukça da gülme-güldürme mekanizması daha çok işler.Bu doğal mekanizma ile bir eğitsel ve düşünsel sanat olan tiyatroyu ayrı tutup ikisinin de hakkını vermek gerekir.Biri insan cinsinin güdüsel tepkisi,öteki tamamen kültür birikimiyle beslenen bir sanattır.Bunların geleneklerle ilgisi içerik olarak vardır.Tümüyle geleneklere bağlanması söz konusu olamaz.Bu genel söylem müziğimiz için de geçerlidir.Besteler yapılmış ama korunamamıştır.Neden korunamamış?Bu bir toplumun tarihi,kültür değerlendirmesi açısından hoş görülecek bir özür olabilir mi?Önemli olan şimdi elde olan ne?Elde olanları koruyabiliyor muyuz?Geleneklere sözle sarılmış birileri Şalom Alekim’in Damdaki Kemancısı gibi “Gelenek,Gelenek!” diye bağırıyor ama gelenek falan tanıdığı yok.Gelenek çağrıları salt sözde kalıyor.Zengin tarihimiz var,büyük besteciler yetiştirdik,diye övünmek kolay ama gerçek böyle mi?Nerde o besteler? Oysa elimizdeki çalgı müziği olarak notaya geçirilmiş tüm semaileri, peşrevleri, sirtoları, ortak oyun havalarını bir birine eklesek bir Bruckner ya da Mahler senfonilerinin birinin nota sayısını tutamaz. Tüm şarkılarımız orta boy bir Batı bestecisinin yapıtlarından azdır. Günümüzde radyo ve TV yayınları günün 24 saatinde sürüyor. Konser salonları dolup taşıyor. Salonlar da ne söz, futbol sahaları konser salonlarına dönüştü,böylesi bir müzik fırtınası içinde sınırlı geleneksel müzik tutkusu nasıl sürdürülebilir,böyle bir tutku nasıl korunabilir?Ekonomik bir kurum olmasına karşın gümrük kapılarının bile sınırlayamadığı müzik ve müzik endüstrisi akımlarına bulaştırmadan ya da onların gölgesinde kalmadan geleneksel müziğimizi nasıl ayakta tutacağız?İşte önemli bir soru daha, geleneksel müziğimizin sınırları sağlıklı olarak çizildi mi?Neresini ya da ne kadarını koruyacağız?Örneğin Divan Müziği tutkunlarına sorulacak sorular var.Divan Müziği bir kültür,bir geleneksel müzik midir?Eğer yanıt “Evet!” ise çağdaş değişimler içinde bu müziğin özgünlüğünü kimler,nasıl koruyacaklardır?Önce bu müziğin özgünlüğü nedir ya da nelerdir? Adı üstünde Divan Müziği, bu özelliği bile tarihsel bir değişmezlik bir katılık taşımaktadır. Divan, belleklerde kendine özgü bir mekân, mekâna uygun bir dekordur. Besteci bu gerçeği göz ardı etmeden çalgıların tellerine notaları konuşunu bile düşlemiştir. Sayısal bir ses uyumu ya da tınıların dağılımı, toplanması, yeri gelince düğümlenip yükselmesi belli bir dekor, belli bir mekan tasarımlarına göre kotarılmıştır. İnsan sesleri için de bu geçerlidir. Açıkçası Divan Müziği özgünlüğü Batı orkestralarına öykünerek sayısal artışlarla sürdürülemez. Buna kesinlikle kalkışmamalıdır. Eğer bu yapılacaksa o zaman adı değiştirip çağın koşullarına uygun araştırmalara gidilmeli, yeni oluşumlara yönelinmelidir. Hem geleneksel deyip hem de def dümbelek çoğaltarak şekilsel tantanaya dönüştürülmesi inandırıcı bir geçmişe bağlılık olamaz. Önce sazlara bir bakalım, ud, cümbüş, yaylı yaysız tamburlar, her tınıda klârnet, ney, giderek viyolensel, konturbas, kanun, davul, darbukanın her boyu, flüt gibi çalgılar bir arada çalınınca nasıl bir curcuna kopacağını bilmek için müzisyen olmaya gerek yok.Hele piyano ile kanunu yan yana getirip birliktelik yapmak abesle muktebes türünden bir sesli şaka sayılabilir.Çalgılar arasında ses renkleri ya da tınılar saptanmadan bir araya getirilmesi çok gerilerde kalmış bir ilkellik belirtisidir.Divan Müziği kuramcısı olarak bilinen Abdülkadir Megârî düzenlemelerinde saz sayılarını teker teker olmak üzere üç-dört dolayında önermiştir.İşte bu, yıllar boyu benimsenip uygulanarak gelenekleşmiştir.Osmanlı döneminde buna uyulmuştur.Oysa günümüzde” “Geleneklerimize saygı duyalım!”çağrısıyla ortaya atılanlar geleneklerimizi bozma yarışına girmişlerdir.TV’lerde hep izliyoruz,Berlin Filarmoni orkestrasıyla boy ölçüşecek sayıda büyük bir saz topluluğu,arkasında görkemli bir koroya öykünen insan kalabalığı,(Tek ses söyledikleri için koro diyemiyorum.)notaları ellerinde, bir süre bekliyorlar, sonra şefleri geliyor. Kuyruklu fraklı, elinde stekasiyle, halkı selâmlıyor. Hani gelenek? Kimin geleneği bu? Zubin Mehta, Glaudio Abbado, Daniel Barenboin gibi dünyanın en ünlü şefleri bile olağan konserlerde normal ceket giyerken, Friedrich Gulda gibi ünlü şef, ceket bile giymeden Newyork, Londra, Münih Filarmoni Orkestralarını, yönetip J.S.Bach, F.Haendell, F.Telemann, W.A.Mozart çaldırırken kılıklar hoşgörüyle karşılanıyor ama bizim geleneksiz gelenekçilerimiz bu konuda oldukça titiz davranıyor(!)Yapaylık,özenti,öykünme!50-60 kişilik çalgı topluluğu,50-60 kişilik ses topluluğu. Şef ellerini kaldırıp indiriyor. Zaten çalanlar gibi söyleyenler de şefe bakmıyor. Melih Cevdet Anday yıllarca önce sormuştu; ”Tek ses çalınıp söylendiğine göre şefe gerek var mı?” demişti.Doğal olarak hiçbir yanıt alamadı.Yanıt verilmedi ama çalgı sayısında da şarkıcı sayısında da giderek artışlar sürdü. Repertuvarlar da günden güne ilginçleşiyor, tekkelerin,dergahların nefesleri,ilahileri,hatta eski İstanbul ve Rumeli şarkıları derlenip toparlanıp Divan Müziği gibi gösterilebiliyor.Oysa bunların apayrı özellikleri vardır.Birilerin “Olur!” demesiyle böyle bir kargaşaya neden yol açılıyor?Bu yapılınca bunun geleneklerle bir ilgisi kalıyor mu? Unutulmasın ki Batılılar bir çok işte olduğu gibi müzik olayını da bilimsel ölçüler içinde kurallara bağlamışlardır. Örneğin okullarda okuttuğumuz notaların ses değişmezliğini fizik kuramları içinde tınılar sayısınca ölçüp saptamışlardır. Bu nedenle do sesi, ya da la sesi, belli bir sayısal tını ile sınırlıdır.Lise öğrenimi görmüşlerin anımsayacağı üzere fizik derslerinde okutulan Zallın bağıntısı salt bu nota tınıları için konmuş bir değişmez kuramdır .Batı müzik aletlerinin sesleri bu kuram dışına çıkamaz. Ancak böyle bir zorunluluk o görkemli yapıtların olağanüstü güzelliğini insanlara yansıtabilmektedir. Konser salonlarında orkestra” la ,, sesini alınca “destur,, deyip hazırlığını bunun için yapar.Bu kuramlara sırt çevirerek birden çok sazın ya da sesin uyumu nasıl sağlanır?Sözgelimi 50-60 kişi ellerinde sazlarla hazırlanmış bekliyor.50-60 kişilik ses topluluğu da onlara katılacak. Şef geliyor, gerekli işaretleri verdikten sonra konser başlıyor.Varsayalım Dede Efendinin “Yine bir Gül Nihal-Aldı bu gönlümü” Şarkısı söyleniyor.Burada yönetiliyormuş gibi bir görüntü sunuluyor ama bu şekilsel bir dekor görüntüsü oluyor.Saz tınıları da ses renkleri de kesinlikle kaynaşmıyor.Uyuşmamış ses kümelerinden müziğin gerektirdiği, ya da eğitilmiş kulakların beklediği şarkı güzelliği kalır mı?Oysa şarkının her hecesi bir sestir.Temiz bir sesle algılanırsa verilmek istenen duygusal iletişim kurulur.Temiz tınılar içinde verilmesi gereken sesler, az nüanslarla da olsa değişik titreşim yapınca bir ses boğulması daha doğrusu ses kirlenmesi oluşur ki bu aslında beklenenin tam tersi, ya gürültüye dönüşür ya da bir tür bağırma, toplu ses yankılanması düzeyinde kalır.Futbol sahalarında kendi takımını yüreklendirmek için yapılan toplu bağırışların da kendine özgü böyle bir toplu ses bileşimi olur.Ama bunlar hiçbir zaman bir müzik etkisi bırakmaz.Bu tür müzikleri dinlerken kulaklarımızı bir an susturup gözlerimizle izlediğimiz zaman da çarpıcı bir görünümle karşılaşmaktayız.Sahnede otuz kemancı varsa otuz yay gönüllerince inerler çıkar.İnip çıkmalarından geçtik,hızları bile değişiktir.”Bu nasıl oluyor?” demeye gerek yok,o yaylar aynı sesi vermiyorlar,çalınan ses şarkının gerçek sesi değil,ona yakın oluşan bir ses kümeleşmesidir.Bu tür sesler, çok sesli müzikte yüzyıllar önce konser salonlarından kovulmuş,oralarda gerekirse akorlar ya da titreşim uyuşumu sağlayan öteki sesler kullanılarak müzikalite denilen duyarlığı yakalamışlardır.Gözler toplu şarkıcılarda da ilginç çatışıklıklar saptamaktadır.Örneğin “Yine bir Gülnihal-Aldı bu gönlümü” derken yüzlerin bir çoğu neşelidir,gülerler,başlarını sağa sola çevirirler,izleyicilere “Siz de katılın!” dercesine gülücükler yollarlar.”Ne iyi!” diyemezsiniz,çünkü hemen sağdaki ya da solundakilerin yüzleri asıktır.İzleyiciye kötü bir haber iletmenin sıkıntısını çeker gibidirler.Yandakilerin hareketliliğine karşın onlar hiç kıpırdamazlar.Belli ki onların Gülnihal’le bir ilişkisi yok.Zaten ortada ellerini sallayan adama da bakmazlar.Doğrusu bunları izledikçe kimi zaman ben de sevinirim “Ha işte bunlar;Biz burada gereksiziz,indirin bizi buradan,siz de kurtulun biz de kurtulalım! demek istiyorlar!” deyip kendi kendime gülerim.Kısacası müzik olayımız acıklı bir komedidir. Bu komediyi acıklı duruma dönüştüren bir de yö netim anlayışı vardır.Söz gelimi Mersin’de halk İdil Biret’in konserini ister ama çalacağı piyano sağlanamaz,insanların istekleri kursaklarında kalır.Öte yandan tek sesli şarkıların söylendiği devlet salonlarında görkemli kuyruklu piyanolar hazırlanmıştır.Bileğinden dirseklerine dek bileziklerle dolu bir hanım Stanweig-Song yazısını özellikle açık tutarak, bekler.Hemen yanında oturan kanuni taksimini yapar,şarkı başlamıştır.Merak bu ya ben,”Bu hanım bu kanunun yanında nasıl piyano çalacak!”heyecanı içinde beklerim.Eller yavaş yavaş oynar,nerdeyse bileziklerin şıkırtısı duyulacaktır.Boşuna beklerim,ne bilezikler ne de piyano ses vermez.En sonunda ona da fırsat verilir,piyanoda bir iki arpej yapar,arkasından bir makam denemesine kalkışır.Ne var ki acur kanuncu fırsat vermez,başlanmış makamı tekrarlayıp tekrarlayıp duralar, hemen bir taksimle inisiyatifin onda olduğunu kanıtlar. Bu bir çarpıklık mıdır,yoksa elden gelen en iyinin sonucu mudur? 1830 yıllarında Donizetti Paşa ile başlayan Batı türü müzik etkinlikleri giderek gelişirken Divan Müziği ya da bu sanat dalı ,neden kendi yolunu bulup öteki uluslarda olduğunca bir gelişme gösteremedi? Söz konusu süreçte Finlandiya, Norveç, Macaristan, Romanya vb. gibi uluslar bağımsızlığını kazanıp kendilerine özgü müziklerini de bağımsızlaştırdılar.Bizde ise özellikle günümüzde içerik olarak bir taraftan tarihsel duyarlığı yok edilirken şekilsel öykünmelerin öne çıkarılması örneğin sazların arttırılması,kılıkların modalaştırmasıyla yetinildiği gibi bunlar bir taraftan da reform olarak sunulmaktadır.Hele Tarihi Müzik diye ad taktığımız halde bu müziğin kendine özgü terimlerini adlarını atıp yerlerine, çarpıtılarak söylenilen yabancılarını almamız anlaşılır gibi değil. Örneğin koro, solist, orkestra, potpourri, vb. sözleri ne anlam taşımaktadır.Hani bizim sazendelerimiz,hanendelerimiz,gazelhanlarımız?İşte bu düpedüz halkı aldatmadır.Sanatı göğüsleyemeyen cüce çıkarcıların gününü gün etmek için oyalama taktiği.Batı dillerinde gevelenen “Osmanlılık!” denilen anlayış işte budur!(Daha çok yıkılma dönemindeki vurdumduymazlık,adam sendecilik aymazlık.)Yazık ki bu anlayış gün geçtikçe hızlanarak sürmektedir.Sanat,gelenek,kültür, gerçekten korunacak değerler.Ama önce bunları safralardan ayırıp özgünlüğüne kavuşturmak zorunluluğu vardır.Bu aşamada herkese iş düşmektedir.Kendine düşeni yapmadan dışardan gazel okumakla toplumsal sorunlar çözülememektedir.İşte bir örnek,yıllar yılı yağlı güreşimiz üstüne söylevler verildi.Bizim için tarihsel bir değeri vardı. Geliştirip evrenselleştirmemiz boynumuzun borcuydu,bu borcu ödedik mi?Geleneklerimize bağlılık söyle dursun tam tersi davranışımızın bence en çarpıcısı da bir dinsel tavrımızdır.Osmanlı Devleti kurulduğundan sonra din alalına özel bir ilgi duymuş özellikle ibadet yeri olan camileri kurmuş,korumuştur.Cami mimarisinde Osmanlı zarafeti tartışılmazdır.Özellikle minareleri benzersizdir.Ancak bu minareler şerefeleri bakımından bir özellik taşımaktadır.Üç şerefeli minareler padişahların adına yapılmış camilerde bulunur.Bunlar da Edirne’de,İstanbul’dadır.Osmanlı döneminde başka bir yerde üç şerefeli minareye rastlanmaz.Osmanlı sarayından padişahlar dışında sayısız hayır sahibi binlerce(Saymadım,yuvarlak olarak) cami yaptırmıştır.Ancak bunların hiç birisinde üç şerefeli minare bulunmaz.En fazla iki şerefelidir.Bunlar da çoğunlukla sadrazamlar,sultanlar tarafından yaptırılmıştır.600 yıl ayakta durmuş bulunan Osmanlı yönetiminde bu bir kural sayılmış ve bu çizgi bozulmamıştır.Tüm köylerde,kasabalarda halk adına,halkın hizmetine açılan camilerin minareleri olur,bunların birer şerefeli minarelerinde ezanlar okunur.Büyük kentlerde yapılmış büyük camilerin bazılarında iki şerefeli minare bulunur,bunlar biraz da yerel gereksinimden doğmuştur ama bir adı konmuştur,Selâtin Camileri.Bu gelenek Cumhuriyet döneminde de 1950 yılına dek sürmüştür.Bu tarihten sonra konu gündeme gelmiş tartışılmaya başlanmıştır.1958 yılında çalıştığım bir ilde,ilin adıyla simgeleşmiş bir anıt onarılırken yakınındaki bir caminin de onarımı söz konusu olmuş birlikte ele alınmıştır.Konu İl Danışma Kurulu’na getirilmiş,kurul üyelerinin görüşü istenmiştir.O kurulun üyesi olarak okuduğum teklifte onarılan tek şerefeli minaresinin yanına iki şerefeli bir minare eklenmesi isteğiyle karşılaştım.Bunun olmazlığı,niçin olmaması gerektiği üstüne düşüncelerimi yazdım.Edirne,Bursa,İstanbul’dan başka yakın kentlerden örnekler verdim.Kurulu oluşturan arkadaşların büyük çoğunluğu bana uydu,onarım işi başladı.Uzunca süren onarım çalışmaları sonunda anıtın bitişiğindeki camiye iki şerefeli minarenin eklendiği görüldü.Yetkili üst makamlar öneriyi yerinde bulmuşlarmış.İstanbul’u Tekirdağ’dan İzmit’e,Kadıköy-Moda’dan Rumeli Kavağı’na zaman zaman gezip gözlüyorum,Fatih Sultan Mehmet’i de katarsak İstanbul tam olarak 30 padişah görmüştür. Bu otuz padişah zamanında (ki 469 yıldır) yapılan üç şerefeli minare sayısını şu anda Samandıra bölgesindeki üç şerefeliler bile geçmiştir.Günümüzde tek özelliğini koruyan Sultan Ahmet Camisidir.HENÜZ ALTI MİNARE KİMSENİN AKLINA GELMEMİŞ DURUMDADIR.Edirne Selimiye, İstanbul Süleymaniye türü dört minareli üç şerefeliler Ümraniye’den başlayarak Beykoz sırtlarını yağmalayan Gecekondu öbeklerinde yükselmektedir. Hani geleneklere saygı?Hani yüce tarihimizi belleğimizde zinde tutacak dayanak noktaları?Anıt yapıların benzerlerini kondurup onların etkisini sildir,müziğini özgünlüğünden çıkar panayır ya da sirk çığlıklarına döndür,dinsel bir simge olan ibadet yerlerini bile taklitleriyle silkele sonra dön halkına “Geleneklerimizi koruyalım,tarih bizim hazinemiz!” gibi söylemler çekelim.İsmet İnönü’nün söylemiyle:
- Hadi canım sen de!
Gelelim Köy Enstitüleri’ndeki müzik etkinliklerine.Köy Enstitüleri’nde Türk Müziği’ne BURUN KIVIRMA gibi abuk bir tavır yoktur,bu olamaz.Ancak Türk Müziği ya da Türk Sanat Müziği gibi kapalı ya da kavramsal sözlerle ne anlatılmak isteniyor?Bunların içeriği nedir,neleri kapsamaktadır?Ahmet Adnan Saygun bir TV programında bu soruyu sormuştu.Soru aslında Türk Ulusuna sorulmuş bir soruydu.Devlet TV’sinde sorulan soruyu sayısız insan dinlemiş olmalı.”Divan Müziğine,şu kuşaktan kuşağa değişerek gelen,bir belgeye geçirilmemiş müziğe,Türk Sanat Müziği deniyorsa,benim ve benim gibi evrensel Batı tekniği kullanarak üretilen müziğe ne ad vereceksiniz?Uygar ve çağdaş bestecilerin yaptığını yapıyoruz.Çok seslendirme bir bilimsel etkinliktir.Armoni, bir matematiksel sanattır.İnsanlar bunu yaşamı boyu öğrenip seslere dönüştürüyor.Sanatı sanatçılar değerlendirmelidir.Hangi nedenle olursa olsun bürokratların sanat sınıflandırması yaptığı dünya sanat tarihinde görülmemiştir.Divan Müziğine Türk Sanat Müziği adını kim vermiştir,hangi özelliğinden yararlanmış hangi ölçekleri kullanarak bu adı yakıştırmışlardır?Bunlar açıklanmalı,kitaplara yazılmalı,yetişenler bunları okuyup yararlanmalıdır!”.Sanırım bu sorunun sorulmasından bu yana en az on beş yıl geçti.Yanıt kocaman bir sus.Yanıt verecek olanlar müzikte bir es olduğunu duymuş olacaklar tıpkı kendi varlıkları gibi kocaman bir ES sürecinde,cehaletleri yüklendikleri veballe ebedileştirerek yok olup gittiler.
Köy Enstitüleri’nde Batı’nın nota tekniği benimsenmiş ve bundan olabildiğince yararlanılmıştır.Ayrıca nota kullanmak bir çağdaş zorunluluk sayılmış,notası olmayan ezgilere güven duyulmamıştır.Kısacası Türk Müziği olarak salt tarihsel Divan Müziği kastediliyorsa bu, Köy Enstitüleri’nde pek ilgi görmemiştir.Bunun birkaç nedeni vardır.Öncelikle Köy Enstitüsü öğrencilerinin kırsal kesimden geldiği unutulmamalıdır.Kırsal kesimler,tarih boyunca Divan Müziğini tutmamıştır.Ayrıca öğrencilerde bu müzikle ilgili temel olacak bir ilk algılama oluşmamıştır.Okul yönetimlerince parasal yükümlülükler de bir ölçüde etkili olmuş olabilir.Divan tarzı müziklerin çalgıları o günlerin koşullarında pahalı satılmaktadır.En önemli etken de divan müziği çalgılarının yapısal özellikleridir.Köy Enstitüleri’nde okuyan öğrencilerin amacı öğretmen olmaktır.Öğretmenlik mesleğinin gerekleri göz ardı edilemezdi.Bu nedenle dersliklerde kullanılabilecek oylumdaki sazların seçimi vazgeçilmez koşul olmuştur.Kanun başında oturtan bir öğretmenin çocuklarla ilişkisi kesilir. Ud, cümbüş, yaylı-yaysız tambur vb. gibi sazlar okullarda sürekli sorun yaratacaktır.Ayrıca öğrencilerden çoğunlukla gelen isteklerin yanında, öğretmenlerden gelen kimi tepkiler de saz seçiminde önemli etken olmuştur.Öğrenilmesi kolay,taşınması sorunsuz,korunması külfetsiz sazlar tercih konusudur.Gerçi olaya tanık olan kimi ilgililer ”Bizim çalgılarımız!” deyip öneriler getirmişlerse de Farabi’den bu yana tartışılan bu konu salt çalgı seçimiyle çözülemeyeceği düşünülerek,köy öğretmenleri için uygun olan mandolinde karar kılınmıştır.Ancak Köy Enstitüleri için verilmiş bu karar doğal olarak salt onların kendi kararları sayılamaz Kendi kararları bu yönde olabilirdi ya da bir süre okuduktan sonra,bilinçlendikçe kesinlikle bu kararı verirlerdi,demek bu gün için anlamsız olmakla beraber kişisel bir kanı olarak değerlendirebilinir.Köy Enstitüleri yatılı birer devlet okulu olduğuna göre doğal olarak son söz devletindir.Bu nedenle çalgı seçimini öne sürüp Köy Enstitüleri’nde müzik yaygarasına kalkışmak haksızlık olmaktadır. Öteyandan Divan Müziğinin tarihsel izdüşümüne bakılınca, gerçekten BİZİMDİR demek-Elimizdeki kaynak bilgilere göre- çok zayıf bir savdır.Bu konu geçmişte de çok tartışılmıştır.”.Fes ne ölçüde bizimse o da o kadar bizim!” diyenlerin savları,karşısındakiler tarafından çürütülememiştir.Çürütülmek şöyle dursun çürütecek taraf konu unutuldu diye sevinilerek 75 yıldır yandan yandan yengeç oyunu oynamaktadırlar.
Divan Müziği’ne bizim, diye dört elle sarılanlar Udi Arşak, Nayi Petros, Sarkis, Ostaki Tatyos efendileri, Bacanos kardeşleri nerede tutuyorlar, hamparsum notasıyla yapılan tanıtımları kimin adına sayıyorlar.Özellikle Dede Efendi’nin ta 1840’lı yıllarda “Bu iş burada bitmiştir,ısrarda mana yok!” dediği müziği hangi güçlü nedene dayamaya çalışıyorlar? 2.Mahmut’la başlayan yarış 2.Abdülhamit’in saraydan Divan Müziği’ni atmasıyla noktalanmıştır.(Dikkatinizi çekerim,Kızıl Sultan b ile Divan müziğini sarayından atmıştır.)Olay bu denli açıktır.Daha sonra işin fikirsel yönlerini Ziya Gökalp irdelemiş, kesin kanısını Türkçülüğün Esasları kitabıyla kamuya sunmuştur.Atatürk işte bu gelişip olgunlaşan durumu oluşan yeni koşullara uygun olarak noktalamıştır. Böylesi tarihsel bir boyut içinde eriyip giden bir müzik türünü sanal temellere oturtup benimsenmesi Köy Enstitüleri’nden beklenemezdi. Onların varlıklarının nedeni, çağdaşlaşmak, ulusumuzu çağdaş ulusların düzeyine çıkarmak,bu amaca yönelik tüm öteki birimlere yardımcı olmak,Cumhuriyet Dönemi kazanımlarını koruyup geliştirmekti Ancak “Türk Müziği kavramı içinde Türk Halk Müziği var!”deniyorsa, söyleyecek çok sözümüz olacaktır. Önce rahatlıkla şunu demek hakkımızdır:
- Türk Halk Müziği, Köy Enstitüleri döneminde “ALTIN ÇAĞINI YAŞAMIŞTIR. Bunu biz böbürlenmek için kendimize yakıştırmadık. Ahmet Adnan Saygun, Ulvi Cemal Erkin, Muzaffer Sarısözen, Aydın GÜN, Ruhi Su, Eflatun Cem Güney, İhsan Hınçer, Vedat Nedim Tör, Prof. Eduard Zucmayer gibi bu konunun içinde ömür tüketen saygın insanlar hem söylemiş hem de bunları yazmışlardır.Günümüzde söylenen Halk Müziği dağarının bir çoğu Köy Enstitülülerince derlenmiş ya da derleyenlere yardımcı olunmuştur.Köy Enstitüleri halk ezgilerini toplamada güvenilir bir üs olmuş, yöre sanatçıları gibi kırsal kesimlerin kaynak kişileri de konuk ederek yaygın bir özendirme devinimi yaratılmıştır.Cumhuriyet Döneminin ilk yıllarında başlatılan canlılığın bir süre sonra ağırlaştığı bilinmektedir.İşte bu duraksama, Köy Enstitüleri etkinlikleri itisiyle büyük bir atılıma dönüşerek,2.Dünya savaşının olumsuzluklarına karşın büyük sanatsal kazanımlar sağlanmıştır.Örneğin çok sesli müzik çalışmaları bu dönemde tüm dönemleri geride bırakan bir artış göstermiştir.Ürünlerin besteleniş tarihleri incelenince görüleceği üzere Köy Enstitüleri müzik alanımızın çekici gücü olmuştur.Konuya eğilen bir çok kimse tekrar tekrar şunu söylemektedir.Çağdaş Türk Bestecileri en çok,Köy Enstitüleri’nin etkisiyle halk müziğine eğilmiş,o süreçte çok verimli olmuşlardır.Bu sayısal olarak saptanması çok kolay bir savdır.Ancak konuya eğilmek isteyenlere özellikle de Köy Enstitüleri olgusunu hala küçümseye kalkışanlara salık veririm. Halka dönük etkinlikleri yıllara göre inceleyin çok şeyler göreceksiniz, çok şeyler öğreneceksiniz ama onları kapatanları da bu kez sonsuza dek lanetleyeceksiniz. Bu arada konumuzla dolaylı olarak ilişkili bir başka etkinliğe de değinmekte yarar vardır. Uluslararası yarışmalarda adımızı sık sık öne çıkaran Halk Oyunları dağarı da köy Enstitüleri derlemeleriyle zenginleşmiştir. Daha önce bir iki zeybekten söz edilirken İzmir-Kızılçullu Köy Enstitüsü öğrencilerinin derlemeleriyle Ege Bölgesi’nde 30’u aşkın zeybek oyunu oynandığı ortaya çıkmıştır. Bunların ezgileri dikkatle notaya alınmış ilgililere ulaştırılmıştır .Öteki Köy Enstitüleri de aynı doğrultuda olağanüstü çaba göstermiş, yörelerindeki bu alanda ün yapmış kişilerle ilişki kurarak derlemeler yapmışlardır. Ünlü Sivas Halayları, Kayseri Timurağaları, Kastamonu Sepetçioğlu’su, Çıtırak’ı, Trabzon horonları bu yolla yurda yayılmıştır. Bunları bilmeyenler bilgisizliklerinden, bilip de bilmezlikten gelenler yaptıklarının küçüklük olduğunu anımsayıp utanmalıdır. Bu konuda yazılı kaynaklar vardır.Bu kaynakların çoğu devlet kitaplıklarında korunmaktadır. Araştırmaya değer bulanlar küçük bir çaba ile olayı çorap söker gibi çözecektir.
Köy Enstitülerinde müzik çok önemsenmişti. Çağdaş bir öğretmenin müziğe sırt çevirmesi düşünülemezdi. İlkokul çağındaki çocuğa yaklaşımın en güzel aracı müzik olarak saptanmıştı. Tüm öğretmen adaylarından bu öğretim aracının iyi kullanılması isteniyordu. Ayrıca ilkokul çağı çocuğunun ses merdiveni esas tutulup çalışmaların bu kuralı aşmaması vurgulanıyordu. Söylenen şarkılar belli ölçüler içinde tutuluyor, geniş çaplı bir çocuk şarkıları dağarı oluşturuluyordu. Böylesi bir dağarın ancak nota ile saptanması zorunluydu. Nota tekniği, major-minör gamlar, bunlara uygun bir çalgı gerekiyordu. İşte yukarda uzun uzun değinilen çalgı seçimi bu nedenlerle mandolinde odaklaştı. Sağlanması kolay, kullanılması rahat, öğretmenin devinimini engellemeyen bir araç. Kuşkusuz yerinde bir karardı, oldukça rahat kullanıldı bunda başarılı da olundu. Amerikalı araştırmacı yazar Fay Kırby, Colimbia Üniversitesi’nde yaptığı doktora tezinde(Sonra Türkiye’de Köy Enstitüleri adıyla kitap olarak çıktı)”Köy Enstitüleri’nin en büyük başarılarından biri, halk müziğini, Batı müzik tekniğine uyabilecek, Türk temlerini ve duygularını Kemalizmin özlediği Batı tema ve duygularına akıtabilecek bir manivela bulmuş olmasıdır. Müzik aleyhtarlığı, sofuluğa veya kahvehane seviyesi müziğe karşılık, Cumhuriyet Türkiye’sinin değerleriyle uyuşma halinde olan halk türkülerini teşvik etmekle Köy Enstitüleri,toplumsal ve devrimsel imkanları bir ulusal müzik yaratılması yolunda önemli adımlar atılmıştır.” denilmektedir. Söz konusu Fay Kırby,Halk oyunları için de:
-Her Enstitü bulunduğu bölgenin en tanınmış oyuncularını çağırmış, öğrencilere oyunların doğrusu öğretilmiştir.Örneğin Hasan Çakı Efe, Kızılçullu, Ladik, Hasanoğlan, Düziçi ve Savaştepe’de zeybek öğretmiştir.Öteki Enstitülerin de benzer ustaları vardır.Enstitülerde,şehirlerde görülen uydurma”Folklorcülük” yanlış oyun şekilleri değil, doğruları öğretilmiş,mezun olunca bu oyunlar yurt çapında dağılmıştır.” demektedir.
Bir yabancı gözlemcinin böylesi tanıklık ettiği gerçeği görmezden gelip:
- Köy Enstitüleri,Türk Müziğine burun kıvırdı! demek oldukça şaşırtıcı,şaşırtıcı olduğu ölçüde de o kişiye sorumluluk yüklemektedir.Bu sorumluluktan, savunmaları duymazdan gelerek savuşturmaya kalkışmak ise sanırım büsbütün bir etik sorunu sayılacaktır.Bilindiği gibi Köy Enstitüleri için bir sav ortaya atılmıştır.”Köy Enstitülerinde Türk Müziğine Burun Kıvrıldı!” deniyor.
Ayrıca bu sav, “Eşyanın tabiatına da uymuyor” Köy kökenli gariban çocukları topla,kendi yaşamlarını değiştirmeden okut-çalıştır.Kent yaşamlarından uzak,dünya ile tek bağlantısı öğretmenleri ve kitapları ki öğretmenlerinin de çoğu da köy kökenli ya da köylerde uzun zaman kalmış kimseler.Böyle bir kaynaktan yabancı hayranı insan çıkar mı?Bir başka çarpıcı yanılgı da(Buna yanıltıcı ya da saptırma demek daha doğru olur.)Köy Enstitüleri’nin etkin olduğu süreçte Batı denilen Mev’ud topraklar kan gölüne dönmüştü.Köy Enstitülüler oralardan ne bekleyebilirlerdi ki? Güzel yurdumuzun sülük takımı bile, elini ayağını Batı’dan çekmiş, “Kış Uykusu refleksi içinde gönlündeki baharı bekler, durumdadır. Tek beklentileri savaşın bitmesidir, nakaratları ise”Ah ,ah şu savaş bir bitse!”
Köy Enstitüleri’nde bağlama da önemli sayılan bir sazdı.Mandolini biraz ilerleten öğrencilerin çoğu bağlama üstünde durmuştur. Örneğin Gölköy, Hasanoğlan, Gönen Köy Enstitüleri’nde bağlama takımları kurulmuştur.Buradan yetişenler halkın beğenisini kazanmış aranır olmuştur.Ne yazık ki bu aranırlık onların başına dertler getirmiş,kimileri Alevilikle kimileri zevk düşkünlüğü gibi anlamsız saldırılara uğramışlardır.Bu ocaklardan yetişen Ahmet Yamacı gibi Türk Halk Müziği sanatçıları yetişmiştir.Bağlama çaldıkları için saldırıya uğrayan Köy Enstitüsü çıkışlı öğretmenler Halk Ozanı Dertli’ yi söyleyerek teselli olmuşlardır.”Be Allah’ın sersem kulu-Şeytan bunun neresinde? ”Doğal olarak onlar “Şeytan” demiyorlardı. Çünkü şeytanın, karşıtlarının içinde olduğunu biliyorlardı. Bu nedenle onlar dizeyi ”Kusur bunun neresinde?” şeklinde değişik söylüyorlardı. Kısacası, Türk Müziği içinde Halk Müziği varsa Köy Enstitüleri’nin de o kaynaklı tüm yetişenlerinin de tekmili oradaydı. Yoksa Aşık Veysel’ lerin, Ruhi Su’ ların, Hasan Çakı’ ların, Faruk Kale’lerin, Hidayet Gülen’ lerin Köy Enstitüleri’nde ne işi vardı? Kıvrık burunları incelemek için mi bulundular oralarda? Üç katlı tahta ranzalarda yattılar, tamamlanmamış binalarda ders yaptılar, Asker karavanalarından bakır tabaklarla yemek yediler. Şimdi soruyorum:-
- Harmandalı Efem geliyor-At martini de bre Hasan, dağlar inlesin, Benden selâm olsun Bolu Beyine, İzmir’in kavakları, dökülür yaprakları! dendiği andaki duyumsamaları ölçen bir alet olmadıkça söylenenler geçersiz bence. Ancak, tartışmada üstünlük kurmak için Sen Mişel’de sakal bırakmış olmayı da bir ölçü saymıyorum.
Soru 4.Attila İlhan, Siz sahiden Türk Müziği olarak İttihad-ı Anasır-ı musikiyu Humayun-u Osmaniyi mi tutuyorsunuz?
5/6/1998
Ad. Şekerevler, Yol aç sk: 5/9
Bakırköy
Fax No.17 İbrahim Tunalı