Milli Oyunları Yaygınlaştırma Çabaları
15 Ocak 1943 Cuma
Akşam, hazırlanan askerlik dersi için sorular tekrarlandı. Bunu da, şunu da ekleyelim önerileri yapıldı. İdris Destan ise ters bir çıkış yaparak konuşanların neşesini kaçırmakla kalmadı, birkaçının sert sözleriyle karşılaştı. İdris:
-Boyuna soru hazırlıyorsunuz ama bu soruları kim, hanginiz nasıl soracaksınız? Japonya hakkında hiç bilgimiz yok, Üsteğmen de bize sorsa ne yanıt vereceğiz? dedi. Ayrıca İdris:
-Bu soruları kim soracak? demişti. İdris'e yapılan sataşmalara Mehmet Yücel’le İsmet karşı oldu. İsmet bir olay anımsattı:
-Seyfi Çaçur Öğretmen yanar dağları sayarken en çok yanar dağın ya da en çok yanan yanar dağın Japonya’da olduğunu anlatmıştı. Adlarını da verdiği bu yanar dağları haritada bulamamıştık. O zaman Seyfi Çaçur Öğretmen bize :
- Üzülmeyin çocuklar, biz memleket olarak Japonya’ya o denli uzağız ki orada olan bitenleri biz yıllar sonra ancak duyabiliyoruz! deyip gülmüştü. Sonra da:
- Japonya’nın güçlü bir devlet olduğunu Osmanlı yöneticileri Japonya’nın gücünden haberdar olsaydı ! 905 Rus –Japon Savaşında Rusya’dan 1877-78 savaşının öcünü alabilirdi! demişti. Bu kez de söze ben karıştım, İsmet’e:
- Karışmayın, bırakın arkadaşlar sorularını sorsunlar. Önemli olan soruların yanıtlarını dinlemek, dinlenenlerden yararlı bilgileri almaktır! Beni dinleyen Mehmet Yücel, her zaman kızınca yaptığı gibi, sağ elini belinden ileriye doğru avucu açık olarak savurarak:
- Yok yahu, kimsenin soru falan soracağı yok, Üsteğmeni görünce sus pus olacaklar! deyip yürüdü. Mehmet Yücel’in arkasından, onun söylediklerine, takındığı tavra gülenler olduğu gibi ayıplayanlar da çıktı:
- İskelet efeleşiyor, İskelet kendisine değer verilmediğine içerliyor, türü sözler edildi. İşin ilginç tarafı bu sabah Mehmet Yücel’e karşı olan kalabalık grup içinde onunla çok sıkı fıkı olan Sefer Tunca ile Arif Kalkan da vardı. Sefer olunca hemşerisi Fettah Biricik ayrı olamaz, diye düşünürken Fettah’ın sustuğunu gördüm. Bunun nedenini düşünerek dersliğe gittim. Derslikte de aynı konu. Bu kez soruyu soracak arkadaş arıyorlar. Geçen derste İbrahim Ertur’un ağabeyi subay demişlerdi. Üsteğmen sanırım bir subay olarak İbrahim Ertur’a ağabeyinin kıdemini, sınıfını sormuştu. Bu arada bir de binbaşıdan söz edilmişti. Seyfi Kurtbek, soyadını kendi köyünden almış, Kurtbey yerine Kurtbek yapmış denmişti. Üsteğmen, bu adı çok duyduğunu söylemişti. Bu nedenle “İbrahim Ertur arkadaşı kırmaz, sorularını hoş karşılar”dendi. İbrahim Ertur dinledi, önce sevinir gibi yaptı ama birden:
-Ben kalkıp soru soramam, ben çok heyecanlanıyorum, yanlış bir söz söyler işi berbat ederim, siz başkasını bulun! deyip işin içinden çıktı.
Kahvaltıda da aynı konu konuşuldu. Soru sorulsun sorulmasın tartışması yapıldı. Sonuçta, bizim masadaki sorucuların sayısı çoğunlukta çıktı:
-Soru sorulursa ne olur? dendi. Bu kez söze ben de karıştım:
- Konu soru sorulması ya da sorulmaması değil. Birine soru sordurup dersi rahat geçirmek. Bu ise düpe düz tembellik aynı zamanda dürüstlükle bağdaşmayan bir hareket. Soracağın varsa kalk kendin sor. Sınıfta en çok soru soranlardan biri benim. Ancak sorularımı kendim sorarım. Bu, öyle değil; salt dersi kaynatmak için uzun uzun soru hazırlandığını hep biliyoruz! Herkes sustu. Arkadaşların genellikle susmalarını, kendimin haklı olduğuma kesinlikle yormuyorum. Biliyorum ki onların bazıları, benim olmadığım yerlerde ya da zamanlarda karşımdaki arkadaşlarla daha başka konuşuyorlar. Gene de bana karşı olanlara kesinlikle katılmıyorlar. Ben bunları düşünürken bir alt masada oturan arkadaşlardan Mehmet Başaran yanımızdan geçerken Hüseyin Orhan’ın kulağına eğilip birşeyler söyledi. Beli ki bizden saklı sözlerdi bunlar. O gidince Hüsyin Orhan açıklama yaptı. Bu açıklamaya göre bizden saklı sözler değişmiş konuşmaları. O zaman neden saklı konuştutunuz? demedim. Demedim ama geçmişe doğru hızlı bir yolculuk yaptım: “Okula girdiğimiz ilk günlerden bu yana önce yanımdaymış gibi(Hemşeri konuşarak) görünmesine karşın giderek uzaklaşan bir Mehmet Başaran oldu. Oysa Mehmet Başan'la kişisel hiçbir sorunum yoktu. Aramızdaki yaş farkı bir yana çalışma anlayışlarımız ta başlarda ters düşmüştük. Özellikle Kepirtepe’de Okulyapımına giriştiğimiz günlerinde öğretmenler bizlerden boyumuzdan büyük işler istiyordu. Oysa arkadaşlarımızın çoğu (kendilerine göre) bu işleri kaldıramıylordu. Hemen hemen sınıfımızın yarısı ilkokulu (önce 3. sınıfa dek okumuş, 4. sınıfa birkaç yıl aradan sonra girdiğinden) oldukça yaşlı bitirmişti. Örneğin ben, 3. sınıftan sonra iki yıl ara verdim. Bunun üstüne 5. sınıfı bitirdikren sonra da 3 yıl ekledim. Böylece sınıfımızın yarısı 15 yaşını geçmiş, ötekiler de 12 ya da 12’yi yeni bitirmiş durumdaydı. Ayıca, bunların da kimileri gerçek yaşlarının gerisinde bir bedensel görüntü içindeydiler. (Aynı sınıftaydık ama onlar ilkokulu bitirir bitirmez Ortaokula başlamış bizim okul açılınca da buraya dönmüşler. )Mehmet Başaran bunlardandı. Bu iki grup arasında bir süre tüm derslerde bir farklıklık göze çarpıyordu. Özellikle kültür derslerinde küçüklerin gösterdiği uyumluluğu bizim grup gösteremiyordu. Bu farklılık bir süre gitti. Ne var ki, çalışmayı göze alanlar, yaş grubu falan demeden kısa zamanda öne geçtiler. Atölye çalışmlarında bu fark daha ilk günlerde yaşlıların eline geçmişti. Özellikle atölye çalışmalarında ben ilk günde öğretmenlerin dikkatini çekmiştim. Bu nedenle küçük takımı, dediğimiz arkadaşlarla kültür derslerine göre daha uyumlu(Onlar bize uyuyordu) işbirliği yapıyorduk. Bu takımdan sayılan Mehmet Başaran bana, öteki küçüklerden farklı davranıyordu. Zaten, yaptığımız işbölümünde onu, su taşımacılığı ya da benzeri işlere ayırıyorduk. Su taşımak bizde, arkadaşlar susayınca bir bardak su vermek demekti. Ne var ki bizim sucu, daha ilk günlerde ortalıklardan yok olu oluverdi. Çalıştığım grubun sözcüsü durumundaydım. Sucumuz bu durumu tekrarlanınca ben de öğretmenlere söyleyip onu grubumdan aldırdım. Hasanoğlan’a gittiğimizde de Sili Usta’nın güvencesi altında daha özgürce bir çalışma olanağı bulmuştum. Kepirtepe Marangozluk grubunun öğrenci temsilcisiydim. 20 kişilik grubumu kendim seçtim. Hasan Üner, iYusuf Asıl'ı küçükler grubundan seçmeme karşın Mehmet Başaran'ı görmezden geldim. Sanırım bu seçilmeme de onu benden iyice soğuttu. Giderek önce Sami Akıncı’nın yakınındaymış gibi tavırlar aldı. Çok çalışkan bir arkadaş olan Sami Akıncı aynı zamanda kim olursa olsun çalışanlara karşı saygı duyuyordu. Bu yüzden Mehmet Başaran’ın karşıtlığı Sami’nin çevresinde umulanı bulamamış olacak bu kez benimle kaba güç yarışı denemeye kalkışan bir iki kişiyle ilişki kurdu. Bunlardan birini bir gün, tüm arkadaşların gözü önünde dövünce, dillerini yutmuş gibi sustular. Dövdüm, dediğim arkadaşla bile sonraları( onun olumlu yaklaşımları sonucu ) iyi ilişkiler kurmamıza karşın, Mehmet Başaran için nedense buna gerek duymadım ya da o bana uzak durmakta direndi. Böylece aradaki soğukluk bugünlere geldi. Hüseyin Orhan bu durumu bildiği için açıklama yapmak gereğini duydu. Az önceki fısıltıda:
-Akın piyesinde bir küçük rol varmış, “İster misin? ” diye sormuşmuş. O da istemediğini söylemişmiş. Arkadaşlar takıldılar:
-İsteseydin, ne güzel, kızlarla birlik olacaktın, belki birini kandırırdın! dediler. Hilmi duramadı:
-Bana söyleseydiler hemen atılırdım! deyince Yusuf Asıl:
- Ama Nachtigall yok orada ! deyince tartışma başladı.
Derslikte bir sevinç, Bekir Temuçin sorularının Japonya ile olan bölümünü sormaya söz vermiş. En az bir ders uzayacakmış. Birileri sevinirken Üsteğmen kapıdan girdi. Biraz sertçe bakarak selamladı. “Oturun! -” dedikten sonra gülümsedi. Gelemediği gün için açıklama yaptı. Az duraksadı, konuşacakmış gibi bize bakarken Bekir Temiçin parmak kaldırdı. Çok dikkatle izliyordum, Üsteğmenin kaşları çatıldı, öğle çatık kaşla Bekir’e baktı: “Bir sorun mu var? ”dedi. Bekir kendi soracağının telaşı içinde Üsteğmene bakmadan:
-Arkadaşlarla konuştuk, Japonya! deyince Üsteğmen gülümsedi. Elini kaldırarak Bekir’in sözünü kesti:
- Arkadaşların seni sözcü mü seçti? dedi. Bekir “Evet! ”yanıtını verince Üsteğmen gene gülümsedi. Bu kezki gülümseyişin biraz küçümse olduğu besbelliydi. Bekire bakarak:
- Önce ben senden sorayım, senin biraz Japonluk tarafın var mı? diye sordu. Bekir olmadığını söyleyince bu kez Üsteğmen Bekir'in boyunun kısalığını, yüzünü şeklini, gözlerinin Japon tipleri andırdığını anlattı. Harp Okuluı öğrencisiyken görevli olarak büyük elçilikleri gezdiklerini, elçilikler içinde en sıkıcı Japonları bulduğunu, Japonların insana bakarken gülümsemelerine karşı sinsice incelediklerini, ağızlarından olumlu bir söz almak için uzun uzun dil döktürdükleri anlattı. Üsteğmen bunları anlatırken Bekir ayakta suçlu gibi bekledi. Üsteğmen sözünü bitirince Bekir’e dönerek: “Benim bu konuda sözüm çoktur, sen şimdi sorunu sor! ” deyince Bekir ağlamaklı bir sesle: “Efendim! ”deyiverdi. Bu kez de Üsteğmen biraz yüksek sesle:
- Yo, öyle efendim yok, şimdi askeriz, askerlik düzeni içinde ders yapıyoruz, ya öğretmenin ya da komutanım vr! ”dedi. Bekir iyice şaşırdı, önce Öğretmenim, arkasından komutanım olarak tekrarları. Üsteğmen bu kez Bekir’e: “Nasıl sözcüsün öyle, soru soracağına ne diye hiabedeceğini bile seçememişsin, hadi sorunu sor bakalım! ”deyince Bekir iyice şaşırdı. Bu kez: “Komutanım, soru aslında benim sorum değil arkadaşlar aralarında! ”deryinceÜsteğmen: “Arkadaşların belli seni öne sürmüşler, onlar burada şimdi, kalksınlar kendileri sorsunlar, askerlikte, siper arakasında sinmek yiğitlik değildir, yiğit olan siperden çıkıp düşmana saldırır! derler. ”deyince Bekir, özür diledi: “Sorularını arkadaşlar sorsun! ”deyip izin istedi. Bekir otururken zil çaldı. Üsteğmen dışarı çıkınca gülenler oldu. ”Gülme komşuna, gelir başına! ”diyenler oldu. Sanırım sözün en doğrusunu gene Mehmet Yücel söyledi: “Sen bir garip Çingenesin, nene gerek telli zurna! ”Arkadaşları Bekir’i teselli etmeye çalışırken Üsteğmen geri geldi. Derslikte sanırım en rahat bendim ya da Üsteğmen öyle görmüş olacak bana numaramı, adımı sordu. geçen yaz yaptığımız kampı sordu. Günlük not tutarken olayları tekrarladığım için ayrıntılara dek anımsadığımdan soru içinde soruya meydan vermeyecek şekilde ayrıntılı anlattım. Atışlarda 12’den vurduğumu söyleyince bir de “Aferin! ”aldım. Yüzbaşımızın, Üsteğmenin hatta doktorun bile adını söyleyince Üsteğmen güldü. : “Gelecek yıllarda birileriyle konuşursan umarım beni de anarsın! ”dedi. Bekir’e bakarak: “Arkadaşınız bana Japonya’yı anımsattı. Japonya bizim ülkemizden çok uzak olduğu için fazla bir ilişkimiz yoktur. Ancak bu hiç yoktur anlamında değildir; bir ara Osmanlı döneminde sıcak ilişki kurulmaya kalkışılmıştır. Onlardan bize bizden onlara gidip gelmeler olmuştur. Ancak bizden Japonyaya giden bir gemi dolusu askerimiz Japonların gözü önünde batmış, Japonya’nın bundan manevi sorumluluğu olmasına karşın kılı bile kıpırdamadan olayın üstüne sünger çekmiştir. (Ertuğrul gemisi-2. Abdülhamit zamanı-600 Denizci-1890)Ayrıca, yılardır Çin’e yaptığı saldırılarla binlerce masum insanın ölümüne neden olmuş, Uluslar arası savaş kurallarına hiç uymamıştır. Şimdiki savaşlarda da Uluslar arası kuralları değil kendi kurallarını uygulamaktadır. Bu insanlık dışı davranışlarından ötürü Japonya salt benim değil, tüm insanlığın gözünden düşmüş durumdadır. Polita olarak da iyi not almış değildir. Geçen Büyük Savaşta önce Almanya ile anlaşan Japonya, savaş ortasında İngiltere’ye yanaşmıştır. Bu savaşa da Almanya ile birlik gibi girdi ise de Uzak Doğuda kendi bildiğine işler görmektedir. Savaş sonunda ne tarafta olacağı da şimdilik bilinmemektedir! ”Üsteğmen bundan sonra ulusların da tıpkı insanlar gibi belli karekterleri olduğunu anlattı. İngilizlerin dünya küresinin yarıdan çoğunu almasının nedenini, onların “Kaşıkla dağıtıp kepçeyle toplama! ”özelliğine bağladı. Kendi ülkesinden 10 kat büyük olan Hindistan'ı yutmasını, Hindistan’daki duyarsız Hintlilerin üçbeş kuruşa teslim oluşlarına bağladı. Sonra da Hindista’nı emsal gösterip o yörede 20 kadar küçük devleti sömürdüğünü anlattı. Sözü 1914 savaşına getirip Arapların bize başkaldırmasını, askerimizi arkadan vuran sözde din kardeşimiz Arap uşaklarının hep İngiliz dalaveralarına kanmasına bağladı. Üsteğmen sözü günümüz savaşına getirdi: “İngiltere bu savaşı da kazanırsa gene insanları kandırarak kendisine yardım ettirdiği için kazanacaktır. Savaş başladığından beri Almanya savaşıyor, şimdilerde Rusya da cansiperane savaşıyor. Oysa İngiltere kapı kapı dolaşıp ihane toplar gibi öteki ulusları kandırıp kendi tarafına çekerek kendini güçlü gösteriyor. Savaş dışında kalmış uluslar bir kez daha İngiltere'nin tuzağına düşerse sittinsene İngiltere’nin boyunduruğundan kurtulamayacaktır! ”dediğinde zil çaldı. Üsteğmen gülümseyerek: “İngiltere için söylediklerimi Almanya için de aynen tekrarlayacağım. Onu da gelecek derste! ”deyip ayrıldı. Üsteğmen çıkınca Bekir Temuçin’in başında toplananlar oldu. Üsteğmen’in söylediklerinden Ertuğrul Firkateyni, 6oo denizci-1890 tarihini-2. Abdülhamit’i yazdım.
Hikmet Özmen Öğretmen konuşarak geldi, sordu:
- Ben mi erken geldim, yoksa siz mi geç davranıyorsunuz? Sami Akıncı öğretmeni yatıştırmak amacıyla Üsteğmenden tarihimizle ilgili şimdiye dek duymadığımız bir acımızı öğrendik; Japonya’da batan bir gemimizi! ”dedince Hikmet Öğretmen: “Ya çocuklar, gerçekten çok acı bir olaydır tamı tamına 587 denizcimiz, o günlerin en büyük gemilerimizden biri yok olmuştur! ”dedi. İsmet:
-Öyleyse Japonlar bizim düşmanımız! ”deyince Hikmet Öğretmen:
- İşin o tarafını ben pek bilmiyorum, Askerlik ya da tarih derslerinde siz daha doğru bilgiler alırsınız. Benim bildiğim bir gemi ile 587 gencin sulara gitmesi ile onun bana verdiği acıdır! Hikmet Öğretmen az durduktan sonra:
- Araba devrildikten sonra, yol gösteren çok olurmuş! O hesap, gemiyi Japonya’ya biz gönderdik. Gemi oraya pekala gitti. Giden gemi neden geri gelemedi? Japonları neden suçlayalım? Bizim gemimizi yedeğe alıp getirecek değiller ya! dedikten sonra konuyu değiştirip “Trakya’da Kooperatifleşme ya da benzer işbirlikleri, bunların hangi ürünler üzerinde toplandıkları gözden geçireceğiz! ” deyip durdu. Bizim tarafa doğru bakınca beni kaldıracağını sandım, öyle beklerken Hikmet Öğretmen:
-Dur bakalım, bizim Bulgar komşumuz bu konuda uyuyor mu yoksa bizden önce uyanmış mı? ”deyip Hüsnü Yalçın’la Emrullah Öztürk’e baktı. Emrullah başını sıraya eğip bakınca Hüsnü parmak kaldırdı. Hüsnü biraz da zaman kazanmak için olacak söze, geçmiş yıllarda Fikret Madaralı Öğretmenin de bu soruyu sorduğunu ona da bu yanıtı verdiğini söyleyerek Bulgaristan'daki kooperatifçiliğin çok ileri olduğunu anlattı. Özellikle okullarda kooperatifçiliğin en önemli derslerden biri sayıldığını anlatınca Hikmet Öğretmen:
-Bak işte bu önemli; komşü devletler de mahalle konşuları gibi birbirini gözleyip yaptıklarına öykünür, biz de bunu yapmalıyız! deyip Trakya Genel Valili’nin iki yıl önce çiftçilere duruyulmak üzere köy muhtarlıklarına gönderdiği bir yazıyı okudu. O zamanki Trakya Genel Valisi Gn. Kazım Dirik’in imzasıyla gönderilen yazıda tüm Trakya halkının yaptıkları işe göre işdeşleriyle ilişki kurup uğraş birliğine girmesi, böyle bir girişime kalkışıldığı zaman kendilerine yasal dayanışma sağlanacağı anlatılıyordu. Öğretmen bize sordu:
- Köylerinize gelip giderken bundan haberdar oldunuz mu? Arkadaşlardan konuşan olmadı. Bu kez ben, bu yazıdan önce de böyle yazıların geldiğini, bizim köyde dokumacılık için Genel Vali Kazım Dirik’in iki kez köye geldiğini anlattım. Bu kez öğretmen bana:
-Sizin köy başaramamış ama bak bunu başaranlar olmuş! ”deyip adları verdi : Örneğin Uzuınköprü Kavun Kooperatifi ilk örneklerden biri. Ayrıca koyun sahipleri sütlerini değerlendirmek için kooperatif olayına inanmışlardır. İrili ufaklı 60 dolayındaki kooperatif ya da birlik çalışmaya başlamıştır. Ayrıca hayvan cinsini daha sağlıklı yapmak için üreme istasyonları, haralar çoğaltılmıştır. Trakya köylerinin bir bölümünde içme suyu sorunu vardır. Bu sorunun önlenmesi de gene birlik ruhuna dayanmaktadır. İmece çalışmalarla, parasal katılmalarla bu sorun için artezyen açılması öngörülmektedir. Kooperatifçilikle mayalanan işbirliği fikri artyeziyen açmada başarılı olmuş Trakya’nın 40 bölgesinde artezyen suyu halka sunulmuştur. Bir o kadarı için girişim başlamıştır. İsmet gülümseyerek parmak kaldırdı. : “Bizimkini de ekleyelim öğretmenin, onlar bizimkini unutmuştur! ”Öğretmen gülümseyince başka karışanlar oldu: Bizimki imece sayılmaz, bizimki devlet işi! ”Hikmet Öğretmen az duraksadı: “Düşünün bakalım, bizim artezyen imece ya da ortak emek sayılır mı? ” dedikten sonra: “Sil yeni baştan! ”(Kenlem kenlem la yem fa! ”)dedi. Sonra da: “Ayol sizin bütün yaptıklarınız imeceye dayanıyor. Sizden daha sağlıklı imece düşünülemez. İş yapıyorsunuz, karşılık beklemiyorsunuz, çalmıyor, çı rpınıyorsunuz. Binalar kuruyorsunuz, bir zerresinden hak istemiyorsunuz. Bundan daha güze imece mi olur? ”Zil çaldı, Hikmet Öğretmen gülerek çıktı. Öğretmenin arkasından kapıya yönelince arkamdan seslenenler oldu: “Gitme gitme, Müdür Bey gelmeyecek! ”Müdür Beye gitmiyordum, Asım Öğretmene bakıp döndüm. Asım Öğretmen odasındaydı. Bu saatte dersi olduğunu biliyordum: “Derse gecikerek gidebilir! ”geri döndüm. Az sonra gene yokladım. Asım Öğretmen gitmiş, oturup kısık sesle piyano tıngırdattım. Röslein’i piyanoda çaldım. Röslein’e piyanoda dinletmek isteğim doğdu. Hiç bir şey düşünmüyorum; amacım, onun hoşuna giden bir şey yapmak. Hemşeri olduğumuza göre onu sevindirmek elimdeyken bunu neden yapmayayım? Bu benim de hoşuma gidiyor. Asım Öğretmen gelmeden kalktım. Derslikte Üsteğmen eleştiriliyordu. İçimden güldüm:
- Kendimizi değil de başkalarını eleştirelim! ? ”Mustafa Saatçı pat diye bir söz söyledi (Söylediği gerçekte doğruydu) Arkadaş Bekir, sahiden Japon'a benziyor mu?” Japon görmediğimize göre biz nereden bileceğiz? Üsteğmen gördüm, diyor , demek bir benzerlik kurmuş!” Tartışma bu kez kalabalık iki grup arasında başladı. Gene belli kişiler; başta, Fettah, Hüseyin Serin, Ali Önol, arkadan arkadan Mehmet Başaran, Kadir Pekgöz. Onları gülerek destekleyen birkaç kişi. Hiç ummadıkları bir anda ayağa kalktım: “Bana bakın sizde hiç akıl yok mu? Yoksa başınızı belaya mı sokmak istiyorsunuz. Dünden beri sizi dinliyorum, ne yapmak niyetindesiniz? İçinizde birileri bela arıyorsa kendi kendine belasını arasın, ötekileri araya sokmaya çalışmasın. Toplanmış Bekir için üzüldüğünüzü söylüyorsunuz. Bunu dün neden düşünmediniz? Üğzüldüğünüzü söylediğiniz Üsteğmenin sözlerini o söylerken kalkıp neden kendisine söylemediniz? ”Size dün karşı olan arkadaşlar bu olayda Bekir’e üzülüyor ama size gülüyorlar. Bırakın birbirinizi kışkırtmayı da öteki arkadaşları dinleyin. Öfkenin yararı olmaz: Öfkeyle kalkan zararla oturur! ”demişler. Öfke baldan tatlıdır! ”demişler. Ama bir başka söz daha söylemişler: “El elden üstündür! ”Bizim dışımızdakilerin hepsini el olarak düşünürseniz, kendinizin gücünü daha iyi anlarsınız! ”Sami Akıncı: “Bravo arkadaş, çok uyarıcı bir söz söyledin. Bundan sonra çevremdekilere hep bu gözle bakacağım. Öyle bakınca da kimseye horozlanmayacağım! ”İsmet bana seslendi: “Dayı, bu söz sana da söylenmiş oluyor! ”Ben: “Olsun, haksız olduğum yerde benim zaten benliğim yok demektir. Tartışmamız zaten bu. Sözü olan kalkın söylesin, onu bunu öne sürüp arkadan gogurdanmalara karşıyız. Cesareti olup ortaya çıkanlar haklı olduklarını kanıtlarsa onlara saygımız sonsuzdur! ”Derslikteki konuşmalar durdu.
Yemekte aynı konu açılınca bu kez konuşanları susturdum. Yusuf Asıl nazının geçeceğini düşünerek sürdürmeye kalkınca “Bekir’in yerinde ben olsaydım kalkar üsteğmen’e dokunacak söz söylerdim. Anımsayın Beden Eğitimi Öğretmeni Rukiye Dökmen konuşunca nasıl karşılık verdimi anımsayın. Yaşar Binbaşı ile tartışmam iki yıl sürdü. Üstelik o zamanki yönetim hepimizi koruyordu. Bugün öyle bir şey olsa kimse gözümüzün yaşına bakmaz. Olayı öyle düşünün. Böyle bir olayda okuldan atılan arkadaş kimin yüzünden atılmış olur. Hepimiz üzülürüz(! ). Ali Aga’ya üzüldüğümüz gibi, ağız ucuyla, ah, vah, edip geçeriz.” Yusuf: “Haklısın! ”deyip sustu. Hilmi ise: “Sen hepimizin büyüğüsün, bizden iyi düşünürsün!” dedi. Ben de bu kez:
-Ben de öyle düşündüğüm için sizi çoğunlukla uyarmaya çalışıyorum. Dün yaptığımız da buydu. Dün dinlenseydik bugün Bekir arkadaş üzülmeyecekti. Böyleyken birilerinin hala Bekir’in etrafında toplanıp Üsteğmen çekiştirmek terbiyesizlikten öte Bekir’in üzüntüsünü arttırmaktır. Bekir’e söyleyeceğimiz: “Arkadaş sen soruyu sormaya hazırlanmamışsın. Bunu düşün, ona göre üzül. Üstüne olmayan bir işe kaşkışmanın bir sorumlulu vardır. Bu sorumluluğu isteyerek yüklendin, acısını da duydun. İyi düşün bunu uzatma. Bu konuda sana gelenlere de kapıyı göster! ”Arkadaşlar bana katıldıklarını söylediler.
Atölyede toplandık. Bir süre sonra Halis Öğretmen’le Talat Ayhan Öğretmen birlikte geldi. Halis Öğretmen Talat Öğretmen için, “Talat Bey Ağabeyimiz bize ince işlerde yardımcı oluyor sağolsun. Biz şimdiye dek inşaat marangozluğu yapıyorduk bundan sonra bir süre ince işlere eğileceğiz! ”deyince Talat Öğretmen:
-Canım çocuk işleri deyiver şuna! diyerek güldü. İnce işler dediklerini bir süre ilgiyle bekledik. Talat Öğretmen çıtalarla ince tahtalar, kontrplaklar arasında bir süre gidip geldikten sonra ayırmaya başladı. Ayırdıklarını alıp bir kenara dizdik. Talat Öğretmen gene çizime başladı. Çizdiklerinin ölçülerini yazdı, sayısını belirtti. İnce işlerin aynı zamanda küçük işler olduğunu anladık. Çünkü hiçbir ölçü 20 cm’den uzun değildi. Kesikleri hazırlayınca durumu ancak anladık; bunlar kalıp için kullanılacak. 10 cm’lik, 20 cm! ’lik Küp, dikdörtgen prizma, üçgen, dörtgen piramit kalıpları yaptık. Altları ya da bir yanları açık kaldı. . Öğretmen yaptıklarımızın ne işe yarayacağını sordu. İlk aklımıza gelen bu cisimlerin içini ölçmek için kullanılacağı geldi. Öğretmen gülerek:
-Hayır, onları alçı kalıbı olarak kullanacağız! dedi. Biz hiç alçı içi yapmamıştık ama Hidayet Gülen Öğretmenin alçı işi yaptığını biliyorduk. Hidayet Öğretmen insan başları yapmıştı. Bu çalışmalarını Hasanoğlan’a gittiğimizde de sürdürdüğünü biliyorduk. Daha doğrusu Hidayet Gülen Öğretmenin yanına sık sık giden Harun Özçelik arkadaştan öğreniyorduk. Kalıpları tamamlayınca hepsini bir sandığa koyup Resin Odasına götürdük. . Talat Ayhan Öğretmen: “Alçı işini gene birlikte yapacağız, siz hazırlayıp dökeceksiniz! ”deyip bizi uğurlarken zil çaldı. Talat Öğretmen kapıyı kapatmamı söyledi. Kapıyı kilitleyip dersliğe gittim. Derslikte bir çok arkadaş telaşlanmış; Asım Öğretmen numara sırasıyla kaldırıp öğrettiği şarkıları söyletiyormuş. Mandolinle çalanlara ise söyletmeden geçiyormuş. Sefer Tunca, Arif Kalkan, Sami Akıncı birer mandolin bulmuş tımbırdatıyorlar. İdris Destan’la Abdullah Erçetin dışında herkes tedirgin. İçimden:
-Ha şöyle, biraz sıkıntı çekin! dedim. Öğretmenin önemsediği Manastır, Menekşe buldum derede türküleri, Harman, Tunca, Arda, Meriç şarkılarıyla Dumlupınar, İstiklal Marşları. Bunları çok rahat çaldığım gibi söyleyebiliyorum da, “Arkadaşlar benim yaptığımı yapana dek ben ihtiyarlarım! ”deyip kendi kendime güldüm. Gene de İlkokullarda özellikle 4-5. sınıflarda neler okutulduğunu açıp okumakta yarar buldum. 4. Sınıflarda 2/4, 3/4, 4/4 ölçülerle aynı değerdeki sus işaretleri de öğretilecekmiş. 5. Sınıflarda bunlar tekrarlattırılıp pp, p, mf, f, ff gibi işaretler de kavratılacakmış ayrıca Allegro, Andante, Largo gibi hareket bildiren işaretler belletilecekmiş. Hepsinin ötesinde de 2 sesli şarkı öğretilecekmiş. Güldüm, bizim aradakaşların çoğu bunu yapıyor. Sefer Tunca, İsmet Yanar, Mystafa Saatçı, Emrullah Öztürk, Mehmet Yücel arkadaşlarla birisi şarkı söylece kendiliğinden iki sesli olur. Çünkü bu arkadaşlar seslerini kesinlikle yanındakilere uyduramazlar. Ben buna gülerken Hasan Üner geldi. Durumu ona da anlattım, birlikte bir süre güldük. Müzik çalışmalarının öbür bölümlerini bir süre okuduk. Hasan:
- Bunları biz mi yapacağız abi? diye sordu, “Öğretmen biz olacağımıza göre elbette biz yapacağız. Ders öğretmeni biz olunca gelip başkası yapacak değil ya! ”dedim ama bunu derken de titrer gibi oldum. Sanırım içimden bir olumsuzluk kuşkusu geçti. Ritim, fonomimi, nüans, basamak, müzik merdiveni, tünek, solfej, teganni, kuramsal bilgi gibi sözler istenmektedir. Bunları iyi bellemek gerekecektir. Hasan daha rahat: “Sıra bize gelene dek bunları öğreniriz! ”deyip kalktı. Ben biraz tedirginim, beklenen günler hemen geliveriyor. Gene de kitabı kapattım. Sami Akıncı:
- Müjde (! ) Müdür Bey gelmiş! ” dedi. Bir süre Müdür Beyin yarın derse gelip gelmeyeceği tartışıldı. Gene de herkes kendi konusuyla ilgili soruşturmaları sürdürdü. . Kendi konularıyla hiç ilgilenmeyenler hatta konusunu unutanlar çıktı. Emrullah Öztürk: “Benimki neydi, unuttum ben onu be yahu” deyince gülmeler yanında takılmalar oldu. Hüsnü Yalçın yetişti: “Arkadaş şaka söyledi, unutur muyuz? Bakın burada yazılı! ”diyerek bir kitabı gösterdi Hüsnü inandırmak için kitabı gösterirken kurtulacağını sanmış güler yüzle de ayağa kalkmıştı. Bu tarafa da tut! ”diyenler oldu. Arkasından da kahkahalarla gülmeler başladı; Hüsnü aşık, Vahşi bir kız sevmiş!” söylemleri başladı. Tekrar tekrar soruldu:- Kim bu vahşi kız? Kimisi gülerken kimisi de kaksi dobralisi, şimdi ne yapacaksın? soruları başladı. Sataşmalar karşısında Hüsnü bir an şaşırdı. Oysa kenarına yazdım diye kaldırdığı kitap Esat Mahmut Karakurt’un Vahşi Bir Sevdim romanıydı. Kim bu vahşi kız soruları bir süre gitti. Hüsnü sonunda kitabı kapatıp, “Onu bana birisi vermişti ama ben okuyamadım, sıramda duruyor deyip yerine oturdu. Vahşi kızın kim olabileceği bir süre tartışıldı. Sonunda Yusuf Asıl’ın hemşerisinde karar kılındı. Bu kez de Hüsnü Yalçın’a uyarılar başladı: “Duyarsa önüne çıkar, dikkat et! ”Şakalar, yemek saatine dek uzadı. Harun Özçelik uyardı: “Sözünü ettiğiniz benim de hemşerim, dikkat edin bugün nöbetçidir, duyarsa karışmam! ”dedi.
Yemekte bulgur çorbasını görünce konumuz değişmişti. Söz konusu kız bizim masaların yanından geçince gülenler oldu. Bu kez Yusuf Asıl sinirlendi: “Ona bakıp güldüğünüzü görünce üzüleceğini bile bile bunu yapmanız ayıp! ”dedi. Hilmi Altınsoy ise : “Ne var bunda kızacak, biz ona bir söz söylemiyoruz, nerden bilecek ona güldüğümüzü? ”diye sordu. Bu kez de konu sen-ben şekline döndü. Mehmet Aygün Hilmi’ye: “Sen geçerken kızlar gülseler alınmaz mısın? ” diye sordu. Hilmi alınmayacağını öne sürünce bu kez kimi sıfatları takarak Hilmi Altınsoy’un sabrını taşırdılar. Kısa boylu, dediler Hilmi güldü, şişman çocuk, dediler yapmacık da olsa güldü bu kez de “Bön bön bakan biri”dediler. Hilmi sabredemedi: “Ben o kadar enayi miyim, elin kızına bakacağım? ”deyip yüzlerimize baktı. Ben başımı salladım: “Bana bakma, ben sizin konuşmalarınıza karışmadım gibi üstelik dinlemedim bile; ne o bir şey mi oldu? ”dedim. Hilmi öfkeyle kalkıp gitti. Her zaman böyle çıkışlar yaptığı için üzerinde durmadık, hatta geri gelir, diyenler oldu. Bir süre de bekledik ama bu kez gelmedi. ”Bön bön bakışı, sahiplenmedi, diyerek dersliğe döndük. Hilmi derslikte yoktu. Kaygılandım: “Ben, sinirlenince fena oluyorum abi! ”deyip duruyordu. Önce yukarı koridora çıktım, oralarda göremedim. Alt koridorda hemşerisi Fevzi Üner’e gülerek bir şeyler anlatıyordu, çaktırmadan dersliğe döndüm. Yıllardır müzik çalışıyorum ama fonomimi diye bir şey duymamıştım. Aklıma geldi Almanca Büyük Lügatten baktım; fonomimi yok. Mimik buldum, karşılığında taklit yazıyor. Gramofon aklıma geldi. Almanca dersinde sorduğumuzda Ömer Uzgil Öğretmen gramı gen ghram, ölçü birimi, fonu şise ses olarak anlatmışt. Mimi, mimik, taklit olduğuna göre fonomimi de ses taklidi olabilir, deyip geçtim. Daha doğrusu sesle, taklitle ilişki kurdum da anlamı tam yerine oturtamadım. Sesler nasıl taklit edilir? Az sonra Hilmi geldi: Abi, bana mı baktın? hemşerim Fevzi’yle bir hesabımız vardı onu görüştük, bize bakıp dönmüşsün! ”Ona baktığımı, sinirlenip kaltığı için üzüldüğümü, şaka ya yapılır sonuna dek katlanılır ya da yapılmaz, benim gibi insan kendini dışarda tutar! ”dedim. Onun öfkesi çoktan geçmişmiş, bana :
-Bizim kusurumuza bakma! deyip ayrıldı.
Beringer piyano metodunda dikkat ettim; sf dim. Rit. Cresc. Mf, f, dolce, p yazı ya da işaretleri var da benim akordiyon için aldığım parçalarda bunlar yok. Diabelli Rondo'nun başında Allegretto yazıyor. Oysa içinde bir yerde alta legato yazılmış. Dolce, legato ne anlama geliyor, bunlar akordiyon parçalarında neden yok? Asım Öğretmenin:
-Biraz ilerleyelim bunu da beraber çalacağız dediği Beethoven’in 142 sayfasındaki Sonate’sinin başında ise Allegro molto yazılı. Bunları derste öğretmene sormam ama birlikte çalışırken sorabilirim. Ben kendi kendime çalışırken Mustafa Saatçı’nın tahta başınta itiştiğini gördüm, herkes gülüyor. Baktım Yusuf bir porte çizmiş üstüne nota yazıp İsmet’e, Mustafa Saatçı’ya, Arif Kalkan’a okutuyor. Portenin altından başlayan do-mi-re-sol-la aralıklarında. Ancak notalar değişik değerlerde, birlik-ikilik-dörtlük-sekizlik. Yusuf mi çizgisine bir ikilik bir de sekizlik yazmış. Sanırım Yusuf bunu bilinçli yapmamış. Sırayla notaları göstererek soruyor: “Oğlum Mustafa oku bakayım! ”deyip sekizlik notayı gösterdi. Mustafa Saatçı karşı koydu: “Öğretmenim ben o sesi çıkaramam, bana da kalın seslerden sor! ”Yusuf açıkladı: “Oğlum Mustafa az önce arkadaşın aynı notayı çok güzel seslendirdi, gayret etsen sen de çıkarırsın. Mustafa Saatçı gene karşı oldu bana da kalın sesli olsun! ”Önce inanamadım, şaka ediyorlar sandım. İlgiyle baktım, sahiden Mustafa Saatçı notaların portedeki anahtara göre değerlendiğinin ayırdında değil, büyük değerli notaları kalın küçük değerli notaları ince sanıyormuş. Arkadaşlar güldüler düzeltme yaptılar ama Mustafa Saatçı onlara inanmadığını söyledi, benim yanıma gelip öğrenmek istediğini, söyledi. Bu kez de ben inanamadım ama Bir porte çizip çizgilerle aralıklara sekizlik, birlik, ikilik, dörtlük notalar yazarak değerlere göre el çırparak gamlar yaptım. Mustafa Saatçı şaka yapmadığını, ilk yılda daha iyi öğrenemediğini sonra ise hiç ilgilenmediğini söyleyip teşekkür etti. Otomobil markalarını sesinden ayırabilen Mustafa Saatçı do çizgisindeki sekizlik doyu grünce:
- O ince ben ince ses çıkaramam! ”deyip susması arkadaşlar arasında bir süre konu olacağa benziyor: “SS biliyorsa öğretir! ”diyenler gibi: “SS böyle kalın kafalı İmamla uğraşmaz, bunu duyunca sırt çeviri! ”dediler. Mustafa Saatçı ise: “Aman arkadaşlar sakın duymasın, en kısa zamanda bütün notaları okuyacağım! ”deyip güldü. İdris Destan tahtaya bir porte çizip üst re, mi-fa-sol çizgileriyle aralıklarına 2’lik notalar yazdı. Bekir Temuçin’le Abdullah Erçetin okudular. Mustafa Saatçı da okudu. Okudu ama notaların bir oktav altındaki sesleri çıkararak okudu. Gülüşler arasında yat zili çaldı. Olaya ben gülemedim, Mustafa Saatçı alt notalar büyük değerde olunca çıkardığına göre onu yanıltan nedir! ”
Yatınca bir süre bunu düşündüm. Olay gayet basit; arkadaş nota değerlendirmeleri hiç öğrenmemiş. Kısa değerlileri ince ses olarak düşündüğünden çıkarmaya kalmışmıyor bile. Oysa bir nota seslendirme fikri var. Okula girdiğimiz ilk yılı anımsadım; biz o yıl nota öğrenmedik ki. Adem Gürçağlayan Öğretmen zorla nota ezberletiyordu. Nota değerleri üzerinde hiç durmamıştık. Adem Gürçağlayan Öğretmen askere ayrılınca da bir daha müzik dersi görmedik. Hasanoğlan’da arka arkaya iki müzik öğretmeni geldi gitti ama onlarda tatil olduğu için ders yapamadılar. Yaptıkları mandolin akortlarını yapıp çalma tekniği üstüne uyarı yapmaktan öte geçemedi. Müzik öğretmeni olarak iki ay önce Asım Öğretmen geldi. O da henüz nota tekniği üstüne eğilmedi; şarkılarla, türkülerle uğraşıyor. Bunu Asım Öğretmene çıtlatsam acaba gücenir mi? “Gücenirse gücensin, deyip söylemek isterim. Ancak: “ Bana ne? ” deyip geçebilirim de. Çünkü, bir çok konuda cahilliklerine karşın bilmiş geçinen arkadaşlar; kendi eksikliklerini görüp kendileri tamamlasın. Tamamlamazlarsa umursamazlıklarının acısını çeksinler! ”deyip geçebilirim. Başkasının işine karışmamak da bir sabır işi, bunu yaparsam çok kez dırıltılardan da uzak kalırım. İşte Sami Akıncı bunu çok iyi yapıyor. Bunu iyi yaptığı için de hem başarılı oluyor hem de çevresindekilerle dırlaşmıyor.
16 Ocak 1943 Cumartesi
Zil çalınca ilk konuşmalar Mustafa Saatçı’nın nota okuması üstüne oldu. Mustafa Saatçı’ya en çok takılanlar onun Küçük Takımı dediği grup; Yusuf Asıl, Hasan Üner, Bekir Temuçin, Mehmet Başaran, Abdullah Erçetin. Mustafa Saatçı sesinin kalın oluşunu yaşına yordu: “Siz ananızdan doğduğunuzda ben okula başlamıştım! ”dedi. Onlar da bu kez Mustafa Saatçı’ya beni örnek verdiler: “O da senin yaşında, o nasıl yapıyor? ”dediler. Mustafa Saatçı önce benim başarımı akordiyon çalışıma yamadı. Ne düşündüyse bu kez de: “Ben de bir akordiyon alıp bu işi atlatacağım! ”dedi. ”İşte bunu yapamazsın, bunu yaparsan SS’den olursun, senin ilk çalışmalardaki acemi zırıltıların yanında bunu başarıyla çalan olunsa o kız sana bakmaz! ”diye güldüler. Mustafa Saatçı bana: “Sen böyle bir hayınlık yaparmısın arkadaş? ”dedi. Ben kaçamak yanıt verdim: ”Arkadaşlar SS’yi ben kaparım demiyorlar, SS bana gelir diyorlar? ”Mustafa Saatçı bana bakarken Mehmet Yücel başta bir çok arkadaş: “Kapıya gelen kısmeti kim teper? ”diye gülüştüler. Mustafa Saatçı bu kez de akordıyon almaktan vazgeçtiğini söyledi. Bu kez de: “İmam sonunda pes etti! ” sözleriyle dersliğe gidildi. Derslikte gene Mustafa Saatçı’ya söz atanlar olunca Sefer Tunca çıkıştı: “Ufaklıklar İmamın üstüne gidiyorsunuz ama söz size dönünce ağlıyorsunuz sonra, bunu düşünerek tadında bırakın! ”dedi. Sefer Tunca haklıydı, Mustafa Saatçı’ya akşamdan beri söz yetiştirildi, o da bunlara katlandı, gülüp geçti. Ancak sataşmalar Mustafa’nın Hafıs olmasına bu nedenke gavur icadı olan notaları bu nedenle okumamasına dek uzatıldı. Bunu duyunca Mustafa Saatçı söyleyene bir baktı ki, bu bakışın şakayla falan ilgisi yoktu; sanki sille tokat patlayacak gibiydi. Sefer Bunu görünce ortalığı yatıştırdı. Bu sözü önce kim söyledi anlayamadık ama derslikte tekrarlayan İdris Destan yanlış söz söyledini anlamış olacak öyle durdu. Kahvaltıda sıcak çayla peynir- ekmek gerginliği azalttı. Bu üçüncü hafta olmuş her cumartesi çay-peynir ya da zeytin çıkıyormuş. Bunları Bizim masada Hilmi Altınsoy izliyor:
-Yemekler iyi olunca sevinme, iyi olmayınca da yerinme işaretleri Hilmi Altınsoy’dan! ”dedim. Hilmi önce sevinir gibi bir tavır takındı, ne düşündüyse sonra bu tavrırdan dönüş yaparak:
-Siz beni hep midesini düşünen biri olarak anacaksınız, ben de buna hep üzüleceğim! dedi. Dedi ama ortaya uzayıp gidecek bir konu getirdiğini çok sonra anladı. Mehmet Aygün Hilmi’nin: “ Ben de buna hep üzüleceğim! ” sözüne takıldı:
- Bizin seni uzun süre anacağımızı nereden bilceksin ki, üzülmeni sürdüreceksin? Belki ayrılır ayrılmaz seni unutacağız! deyince Hilmi kem kün ederken Recep Kocaman bu vefasızlığa karşı oldu. Derken masada herkes olayı bir tarafından ele alıp kimin nerede olduğunu saptayamayacak boyuta uzattı. Sonunda Hilmi Altınsoy sözünü geri aldı. Bu kez de bana: “Abi sen bir cümle söyle de ben onu tekrarlayayım! ”deyince ben fazla düşünmeden: :
-Sizin böyle dediğinizi anımsadıkça üzüleceğim! demesini önerdim. Yusuf Asıl ona da karşı oldu ama, çevremizdeki masalar boşalınca biz de kalkıp dersliğe döndük. Dersimiz Beden Eğitimi, boş. Boş derslerimiz: Fizik 1, matematik 2, Y. Dil 1, Beden Eğitimi 1. olmak üzere dört saat. Sami Akıncı’nın dediğine göre bu dört ders mart ayı başında bir güne alınıp, o günler uygulama okullarına gidilecekmiş. ”Ne güzel! ” sevinç sesleri arasında bir aykırı söylem: “Ölme eşeğim ölme…! ”Yorumlar sürdü; “Büdür Beyin dersleri bir güne toplansın. , onlarda gezelim. Bu da yetmedi, “ O 6 saatte bir buçuk güne alınsın, böylece haftanın 2’5 günü köylerde gezelim! ”Sami Akıncı kızdı: “Olur be kuzum, niçin olmasın az sonra Müdür Bey gelince sen söyle, sen söyleyince Müdür Bey yapar! ”deyip Arkasını döndü. Müdür Bey sözleri herkesi etkiledi: “Konumuz neydi, kim konuşacaktı, son ders ne okumuştuk? ”Soruları sorulmaya başlandı. Halil Basutçu: “Bana sorarsanız Müdür Bey son dersinde Trabzon’da gördüğü tembel öğretmenler nasıl duman attırdığını anlatmıştı! ”deyince, ”Dumas attırma” sözü hemen yayıldı: “Müdür Beyi kızdırmayalım, vallahi bize de duman attırır! ”Ali Önol sordu: “Duman attırmak ne demek? ”İsmet yanıtladı: “Afedersin, osurtmak! ”Birkaç kişi birden bağırdı:
- Ahaaa! Mehmet Yücel tamamladı:
- Ne sandınız ya? Adamın kafasına vurduklarında altından pırtlatır. (Ali Önol’a bakarak) Koca kafalı, senin başına şimdiye dek kimse vurmadı mı? ”
Bu sözlere gülerken Asım Öğretmen geldi, biraz sertçe :
-Oturun! ” dedi. Bana işaret edince , akordiyonu almak üzere çıktım. Döndüğümde öğretmenin sert konuşması sürüyordu. Akordiyonu masa üstüne bıraktım. Yerime oturunca bir süre şaşkın şaşkın başımı eğip durdum. Öğretmen arkadaşlarla ben yokken ne konuştuğunu bilmediğim için takınacağım tavrı kestiremiyordum. Öğretmen tekrar konuşmaya başlayınca azıcık anlar gibi oldum. Asım Öğretmenin kızgınlığı bizim sınıfa değil ama dolaylı olarak bizi de ilgilendiriyormuş. Konuşuldukça durum anlaşıldı. 9. sınıfların birinde öğretmen soru sorunca öğrenciler: “Biz bunları okumadık, bilmiyoruz! ”demişler. Öğretmen de Milli Eğitim Bakanlığının Köy Enstitülerinde öğrencilerin bilmesi gereken bilgileri içeren kitabı ya da yazıyı sınıflara götürüp okuyormuş. Az önceki derste bu kez de Milli Etitim Bakanlığının buyruğuna karşı konuşanlar olmuş. Asım Öğretmen de:
-Ben size anlatırım, gerekeni de yazdırırım, ister öğrenin ister öğrenmeyin deyip kitaptan önemli buyrukları yazdırmış. Bunları anlattıktan sonra Köy Enstitülerinde Müzik derslerinin konularını önce okudu. 1, 2, 3, . Snıflarda okutulanları, yapılacak çalışmaları okuduktan sonra 4-5. sınıfların konularını da yazdırdı:
1V. Sınıf
1- 1, 2, 3, 4 üncü sınıflarda kazandırılmış bilgiler pekiştirilir
2- Sus noktaları: Mordan, tril, Apajiyatür, grubetto ve benzeri terimler öğretilir.
3- Aralıklar, armonik, melodik aralıklar öğretilir, öğrnci bunlarrı çalgılar üzerinde uyguyalacak düzeye getirilir.
4- Majör, minör tonlar, bunların ulusal tonlarla ilgileri kurulup karşılaştırmalar yaptırılır.
5- İki sesli, üç sesli şarkı ve türkülerin çalınması, söylenmesi tekniği kavratılır.
6- Ses veme, şarkı söyletme becerici kazandırılır.
7- Transposizyon, modülasyon becerisi kazandırılşır.
8- Basit armoni çalışmaları yapğtırılarak bu konuda bir öz fikir uyandırılır.
9- Hareket, vurgu, nüans hakkında bilgilendirilir, bunların işaretleri öğretilir.
V. Sınıf
1- Önceki sınıflarda öğretilenler pekiştirilir.
2- Öğrencilerin küçük çocuk şarkılarıyla türküleri bir sazla çalabilecek duruma gelmeleri sağlanır.
3- Köy türkülerinin notaya alınması bilgi ve becerisi kazandırılır.
4- Müzik öğretiminde kolaylaştırıcı yöntemler öğretilir, hareket ve değişiklikler kavratılır.
5- Müzik öğretiminde öğrenci topluluğunun ilgisini toplayacak kural ve yöntemlerin öğrenilmesi sağlanır.
6- İş Eğitimi kuramları içinde Müzik öğretimini sürdürme yöntemleri kavratılır.
7- Çocuk tekerlemelerini, oyuınlu şarkıları derleyip toplayarak bunları , derslerde kullanma teknik ve alışkanlığını alma, durumuna getirilecektir
8- Şarkı ve türkü öğrenme, öğretme yanında çouk seslerine göre şarkı ve türküleri özgünlüğünü bozmadan değiştirme tekniğini kavrama becerisi kazandırılmalıdır.
Yazımızı tamamlayınca bu kez Asım Öğretmen gülümsedi: “Böylesi benim için daha iyi oldu:
-İşte at işte beydan! diye bir söz vardır. Bilmeniz gerekenleri biliyorsunuz. Bu bildiklerinizden bilmediklerinizi seçip bana sorarsanız size canla başla anlatıp öğretmeye çalışırım! dedi. Sami Akıncı parmak kaldırdı:
-Öğretmenim, ayrı ayrı sorma yerine yazdırdıklarınızı sıra ile sorup dersi izlesek daha iyi olmaz mı? ”Asım Öğretmen:
-Olur olur, o benim için daha iyi olur. Zaten öteki sınıflara da öyle söyledim. Ne var ki sizin konularınızı daha kısa tutup hızla geçmek zorundayız. Gayret size kalıyor! Öğretmen akordiyonu alıp bir süre parmak alıştırması yaptı. Önce Weber’in Avcılar Marşını çaldı. Arkadaşlar çok beğendiklerini söylediler. Asım Öğretmen gülerek beni gösterdi:
-Arkadaşınız benden daha güzel çalıyor, size çalmıyor mu? diye sordu. Kimse yanıt vermeyince bana sordu. Ben de: “Ben çalarsam karşılaştırma yaparlar, isterlerse ben onlara piyanoda Beethoven’in köstebeğini çalacağım! ”dedimAdım Öğretmen önce yüksek sesle bir kahkaha attı, arkasından da :
- Bu güzel işte, bir gün çağıralım onları, köstebeği birlikte çalalım! dedi. Zil çaldı. Derse sinirli gelen Asım Öğretmen gülerek çıktı. Ben akordiyonu Asım Öğretmenin odasına bırakıp Müdür Beye haber vermeye gittim. Dönüğümde arkadaşlar müzik dersinin havasından kurtulamamıştı. Biri tahtaya Abajiyatür-grubetto, tril yazmış. Yanlarına da soru işareti koymuş, bakışıyorlardı. Dersliğ girince tahtayı sildim. “Silme! ”Diyenler oldu. “Müdür Bey gidince gene yazarım, bakarsınız! ”deyip yerime oturdum.
Az sonra Müdür Bey geldi. Müdür beyin rahatsızlığı geçmemiş, boynu sarılıydı. Elindeki kitabı Sami Akıncı’ya verdi işaretli yerleri okumasını söyledi. İşaretli yerler dediği ise kitabın giriş bölümüydü. Tüm dersler işlenirken dikkat edilecek noktalar belirtiliyordu. Bellibaşlı olanları da Türk çocuklarının, tüm derslerde Türklüğünü duyumsaması, ulusuyla övünüp kıvanç duymasının sağlanması isteniyordu. Sami önceleri biraz hızlı okudu, giderek ağırlaştı. Müdür Bey dikkatle dinledi, zaman zaman da bizlere baktı. Bir ara uyuyacak gibi oldum. Ancak kendimi çabuk toparladım. Zil çalınca Müdür Bey kitabı istedi. Sami, yarım sayfa kaldığını söyledi ama Müdür Bey elini uzattı, sonra onu da bitiririz! ”deyip gitti. Zil çaldı, bayrak törenine çıktık. Hava oldukça serin ama yağış belirtisi yok. Hepimizin dileği, : “Aman bir süre daha kar yağmasın! ”Asım Öğretmen İstiklal Marşı’nı tekrarlattı. Arkalara doğru bakarak yüksek sesle “Salih! ”fiye bağırdı. Bizim şakacılar, arkadaşımız Salih Baydemir’e takıldılar: “Öğretmen sana bağırdı! ”Salih önce azıcık kuşkulandı ama öteki sınıflardaki dalgalanmalardan bizim Salih olmadığı anlaşıldı.
Yemekte konumuz Salih oldu. Salih Baydemir takıldı kaldı, : “Kimdi bu Salih. Ben bir Salih Sevilmiş’i biliyordum, onu söyledim. Arkadaşlar güldüler, okulda 6 Salih varmış, soyadlarını sıraladılar: Alabak(Salih Alabak), Baydemir, (Salih Baydemir), Çarpar, (Salih Çarpar) Kırım, (Salih Kırım), Sevilmiş, (Salih Sevilmiş), Yakut, (Salih Yakut)
Yemekte biz gülüşürken Halil Basutçu yanımızdan geçti, önce neye üldüğümüzü sordu, eğilerek bana: “Sabahat Öğretmen saat 15'00 te toplanmamızı istedi. Ben söylemedim, inan kendisi senin de gelmeni istedi deyip gitti. Önce üzüldüm, sonra sonra seninecek bir taraf bulmaya çalıştım. Röslein’i yakından görüp izlemeyi kurdum. İki ikiye konuşmalarda başka görüyorum ama topluluk içindeki durumu nasıl? Bir de bunu görmeliyim. Aynı zamanda başkalarını yanında bana karşı tavrı nasıl olacak? Giderek çağırıldığıma sevindim. Dersliğe dönünce Resim Odasına gidip Weber Avcılar marşını çaldım. Asım Öğretmenden güzel değil kesinle biliyorum ama ben de güzel çalıyorum, buna inandım. Yandan ses gelip gelmediğini dinledim. Piyano sesi yok. Gidip yokladım, kat nöbetçii Asım Öğretmenin bayan öğretmenlerle Lüleburgaz’a gittiğini söyledi. Piyano başına geçip aralıksız bir saat çalıştım. Beringer Metodundan geriye doğru zordan kolaya gitmek üzere tüm parçaları tekrarladım. Beethoven Köstebekle Röslein parçasını birkaç kez tekrarlayarak saate bakıp kalktım. Derslikte bir süre arkadaşlarla oyalandım. Nedense kendim gitmek istemedim, gelip çağırırlarsa gitmeyi düşündüm. Tam bu sıra Mehmet Başaran sanki memnunmuş gibi bir tavırla:
-Abi bekleniyorsun gel! dedi. Gittik. Sabahat Öğretmen gerçekten kendisi düşünmüş numaramı söyleyerek: “66 sen kitabı okumuştun, konuya yatkınsın, düşündüm, sen bize yardım edersen işlerimiz kolaylaşacak, ara sıra bize katılmayabilirsin. Katıldığın zaman bizi sevindireceksin. Ben bir iki noktayı aydınlatayım, sonra sen kitaptan arkadaşları izleyip yeri gelince anımsatma yap! dedi. Önce ilk sahneyi kendi izledi. Sonra bana verdi. Biraz tutuk olarak kitabı aldım. Halil uzunca bir bölüm okudu. Ezberlemiş, iyi izledim. O bitirince Suna, arkasından gene İstemi Han, Demir derken olayı kavradım. 3. Meclis bitince Sabahat Öğretemen : “Bravo, tam aradığımız suflörmüşsün! ”dedi. Bu perdede sözün çoğu Halil Basutçu’da olduğu için işime yaradı, Halil’le daha önce çalıştığımız için tözezlediği yerleri bildiğimden zamanında uyardım. Bu nedenle sahne çok güzel geçti. Ara verildi, Sabahat Öğretmen seslerin, sözlerin duruşların daha düzgün olması için arkadaşlara açıklamalarda bulundu, Kitabı alıp tek tek konuşmalar yaptırdı. Vaktin nasıl geçtiğini anlamadım, öğretmen gitmek üzere kalkarken bir de beni şaşırtan bir şey söyledi , onu anlayamadım: “İbrahim, senin şiirlerini henüz okuyamadım, bu sıra hem yazılılarım oldu, hem de Alpay rahatsızlandı, söz veriyorum en yakın zamanda okuyup seninle onlar üstünde konuşacağım! ”dedi Öğernmenin söylediğini önce alay ediyor sandım. Sonra da dalgınlığına yordum. Oysa BEN ÖĞRETMENE ÜÇ ŞİİR VERMİŞTİM AMA ÖĞRETMEN ÖNCE ALDI SONRA DA DÖNÜP BANA GERİ VERDİ. O Gün de ZAMAN SIKIŞIKLIĞINDAN SÖZ ETMİŞ İLERDE ALACAĞINI SÖYLEMİŞTİ. Öğretmen ayrılıp gidince arkadaşlar bana değişik gözle baktılar. Şiirlerini bizden sakladın! ”diyenler oldu. Mehmet Başaran hemen görmek istedi.
Akşam yemeği zili çaldı. Bu arada bir başka pek beklemediğim olay oldu. Röslein’ın dört saattir karşımda durmasına karşın ona doğru dürüst bakamamıştım. Öğretmen ayrılınca yanıma geldi, onlara katıldığıma sevindiğini söyledi. Ardından da konuşmasını beğenip beğenmediğimi sordu. Şaşırdım ama gene de çok güzel olduğunu, Sabahat Öğretmen seçtiğine göre! ”derken bazı sözleri, çok dikkat ediyorum ama gene de istediğim gibi söyleyemiyorum. Rica edeceğim, bundan sonra bana yardımcı ol! ”dedi. İçim sızladı, konuşmasında kusurlar olduğunu biraz biliyordun ama bu denli yakındığını düşünmüyordum. O söyleyince çok üzüldüm. Sahiden bazı sözleri için güzel demek zor. . Şimdi rica edeceğim, derken bile güzel olmayan bir bozuklu gözümdern kaçmadı. . Kısa konuşmalarda belli olmamakla birlikte kitaptaki sözleri tekrarlarken oldukça tırmalayıcı sözler geçiyor. Bundan sonraki çalışmalarda dikkatle izleyip yardım edeceğime söz verdim. Rolüne çok güzel uyduğunu, başarılı oynayacağına inandığımı anlattım. Biz konuşurken herkesin gittiğini, onunsa beni dikkatle dinlediğini görünce büyük bir sevinç duydum. Birlikte yemeğe gittik. Bizim masada gösteriyle karşılaştım. :
- Dayanamadın, gittin! dediler. Sabahat Öğretmenin çağrısını, söylediklerini, Halil Basutçu’nun, (Röslein için) hemşerimin yardımıma gereksinimleri varmış, isteklerini kıramadım! ”deyip sözü kestim. Yemekte arkadaşlar ne konuştular, arada güldüler, nelere güldüler düşünmekten izleyemedim. Sabahat Öğretmen şiirlei geri verdiğini anımsarsa ne diyeceğim? Bunu düşününce duyumsadığım kaygı Röslein ile konuşmalarımı gölgeledi. Oysa ne güzel bir yakınlık doğmuştu. Ya haftaya gittiğimde Sabahat Öğretmen pat diye söylerse. Ya da durumu anlayıp beni sınarsa. İçimi yedim. Sonunda bir kurtuluş buldum: “Geri aldığımı unutmuşum öğretmenimŞiirlerimi sizin okumanızı o denli istiyordum ki, aldığınızdaki sevincim bana ondan sonraki olayları unutturdu. Güldüm: “Bunu söyleyebilir miyim? ”Başka çarem yok, kurtuluş tumturaklı bir yalanda. Cavit Kafkas’la Fevzi Üner geldi, onlarrın dersliğine gittik. Öteki dersliklerden gelenler oldu. Uzun süreden beri konuşmadığım kızlardan Melahat, Feride, öteki arkadaşları, çoğunu Hasanoğlan’da tanımıştım. Hepsi “Ağabe! ”deyip yaklaşan, gerçekten müzik seven kızlar. Türküler söylediler. Onların söylediklerine uymaya çalıştım. Akordiyonun sesini sevdiklerinden mutlu oldularSon dakikalarda Röslen da geldi. Melahat'a çıkıştığını duydum:
-Neden haber vermedin? Bu arada bana da:
-Geleceğini söylemedin! diye çıkıştı. Gene üzüldüm; çünkü “Geleceğini” sözünü söylerken de dilindeki pürüz belli oldu. Çok değil ama, o bunu duyumsayıp üzülüyor. Yoksa arkadaşları bunun pek ayırdın değil. Çünkü aynı sınıflarda sayısı bir hayli düzgün konuşamayan var. Onların yanında Röslein bülbül ama o bunu yeterli bulmuyor. Sorun oradan kaynaklanıyor. Buraya geleceğimi bilmiyordum, beni az önce çağırdılar! ”deyip kendimi aklamaya çalıştım. Güldü. Başka zaman haber vereceğime söz verdim. Yat zili çalınca dağıldık. Eğitimbaşı izin verirken “Yat ziline dek olur, zilden sonraya uzatmak yok! ”demiş. Zaten hemen geldi, anımsattı: “Yatanlar olduğunu unutmayalım! ”deyip merdivenin başında durdu.
Yatınca Halil başını uzattı, yardımcı olduğuma sevindiğini söyledi. Daha önce bir iki arkadaşı denemişler, öğretmen pek memnun kalmamış, Halil beni söyleyince : “Çok iyi olur, gelsin! ”demişmiş. Halil anlatırken gene şiir olayını anımsadım. Oysa üzerinde düş kuracağım ne güzel olay vardı. Şiirler, başıma dert oldu. Yeni bir yalan kurdum; cumartesiyi beklemeden, yalnızken Sabahat Öğretmene gidip: “Öğretmenim unutmuşum, sıramı karıştırırken elime geçince anımsadım. Siz şiirleri bana geri vermiştiniz! ”diyeceğim. Oldukça rahatladım.
17 Ocak 1943 Pazar
Bir grup sinemaya gitme kararı almış, izin alabilirlerse bugün gideceklermiş. Filmlerden söz ediyorlar. Oynama olasılığı olan iki film varmış; Allahın Cenneti ya da Bir Kavuk Devrildi. Gideceklerden bir de Salih Baydemir. Ancak Bir Kavuk Devrildi oynayacaksa gitmem, ben onu gördüm! ”deyip filmi anlatmaya başladı. Salih’in anlattığı filmi ben de gördüm; hem de iki lez. Ancak onun anlattığı filmin adı Bir Kavuk Devril değil Aynaros Kadısı’ydı. Söz olsun diye sordum: “Filmlerin adlarını değiştirip başka bir ad altında mı gösteriyorlar yoksa? ”Fil konusunda en bilgili Harun Özçelik, Salih’i, o da duymuş: “Yanlışın var arkadaşım; o anlattığın gerçekten Aynaros Kadısı gibi , Bir Kavuk Devrildi de güldürücü bir film ama ikisi ayrı filmler. Harun Allah’ın Cenneti oynasa ben de giderim! ”deyince ben de ilgilendim. Bunun doğrusunu kimden öğreniriz? “Asım Öğretmeni görürsem sorarım! ”, diye düşündüm. Onlar hemen hemen tüm filmlere gidiyormuş. Söz altında kalmamak için düşündüğümü kimseye söylemedim.
Kahvaltıda bir gözüm Asım Öğretmende kaldı. Okulda olunca kahvaltılara hep gelir. Gelmediğine göre, ya akşam gelmedi ya da sabah erkenden gitti, diye düşündüm. Pazar günleri odasına gidip rahatsız etmiyorum : “. Bıktırısam sonra tümden gidemem! ”kaygımı çok önemsiyorum. Kahvaltıdan sonra Resim Odasına gidip yandan dinledim, ses ya da tıkırtı duyamadım. Dersliğe dönünce Mehmet Yücel: “Sen gidersen ben de giderim! ”deyince gitmeye karar verdim. İsmet konuştuğumuzu duymuş, bizim köylülerin çok söylediği sözü söyledi:
-Kambersiz düğün olmaz! ben de geliyorum! Yemekten hemen sonra gitmeye karar verdik. Banyo günümüzdü, ilk gruba değişmek için arkadaş ararken banyo günümüzün ertelendiği duyuruldu. Ben üzülürken İsmet sevindiğini sözledi: “Annesi ona, (İsmet bana hep senin Zühre Teyzen der) banyodan sonra kendini koru, üşütme dermiş. Biz konuşurken İneceliler (Arif Kalkan, Yakup Tanrıkulu, Abdullah Erçetin) gülüşüyordu. İsmet sordu: “Üç Ahbap Çavuşlar, siz orada kime gülüyorsunuz? ”Yakup Tanrıkulu İsmet’e: “ Kamber adı sana daha çok yakışıyor, bundan sonra sana Kamber diyeceğiz! ”dedi. İsmet bana baktı. Ben: “Sataşma sana, yanıtını sen ver! ”dedim. İsmet fazla düşünmeden:
-Sizinle çok yakın hemşeriyiz sizi kırmak istemem ama ben adımı çok seviyorum. Kamber adı da bana yabancı değil, dayımın da benim de Kamber adlı akrabalarımız var. Sanırım sizde yok, hoşlanıyorsanız evlenince çocuklarınıza verirsiniz! İsmet'in savunmasını beğenen öteki arkadaşlar İsmet’i övücü sözler söylediler:
- Kızmadan, kırmadan güzel yanıt vererek İnecelileri susturdun! dediler. İsmet bir de uyarıda bulundu: “Yalnız, sözün doğrusunu öğrenin doğru kunuşun, özellikle Yakışılı için söylüyorum: “Kamber, kamber yazılıp öyle okunur. Bizim Yakışıklı Kanber, diyor. Düzeltirse bir Kamber’le konuşurken mahcup olmaz! ”Yakup Tanrıkulu teşekkür etti. Ancak teşekkür için düzeltme yaptı: “Teşekkürüm, yakıştırdığın sıfatın için, Kanber-Kamber benim için önemli değil. Ben zaten kanberli köylerde öğretmenlik yapmam! ”Bir an herkes sustu. İsmet bana baktı, ben de omuz silktim, olayı uzatmak istemedim. Ancak Sami Akıncı. “Aman kuzum öyle deme, hiç evlenemezsin sonra! ”deyip güldü. Sami Akıncı’nın sözünden sonra bakışanlar oldu. Sami Akıncı arkasını getirdi:
-Kambersiz düğün olmayacağına göre, arkadaşın köyünde düğün yapılamayacak. Arkadaş öğretmen olduğundan kız da kaçıramaz. Kaçırırsa bu onun için yasal olarak suç sayılacak! Bu kez de başkaları:
-Eyvah, biz kız kaçıramayacak mıyız? Hilmi Altınsoy buna üzüldüğünü söyledi. Mehmet Aygün ise:
-O zaman da öğretmen öğretmeni kaçırır; sen üzülme. Yeter ki Nachtigall’in gönlünü al! Kamber tartışması bizim yemek masasındaki sürüp gelen Hilmi Altınsoy-Nactigall tartışmasına dönüştü. Halil Basutçu uyardı: “Hani derslikte bunlar konuşulmayacaktı? Arif Kalkan, konuyu Sami Akıncı’nın başlattığını söyleyince Sami Akıncı, salt Kambersiz düğünden söz ettiğini, ötesininden sorumlu tutulamayacağını söyleyip derslikten gitti. Bu kez Mustafa Saatçı üzgün bir sesle SS’yi kaçıramayacağı için üzüldüğünü söyledi. Mehmet Yücel Mustafa Saatyçı’ya yol gösterdi:
-Senin başka sıfatların var onları kullanırsın, örneğim İmam olarak seni kimse kınayamaz. Görmüyor musun romanlardaki İmamlar neler yapıyorlar. Bekir Temuçin: “Hacı Fettah! ”deyince Fettah Biricik hiddetlendi: “Ben bu işe karıştırma! ”Mustafa Saatçı Fettah’a teşekkür etti. Arkadaşlara dönerek: “Rica ediyorum beni İmamlıktan da Hafızlıktanda affedin, beni bundan sonra Hacı Mustafa olarak çağırın!” Ne fark edecek diyenlere: “Hacı olunca yalnız kalmayacağım, Arkadaşım Fettah beni savunacak! ”deyince hepimiz güldük. Mehmet Yücel: “Olmaz, biz senin sıfatlarına alıştık, isterse Fettah’ da Hacı yanına İmam ya da bir Havız sıfatı takarız! ”deyince bu kez de Fettah sinirlenip dışarı çıktı.
Arkadaşların boş konuşmalarla nasıl vakit geçirdiğini bir kez daha gördüm. Yemek zili çalınca Asım Öğretmeni anımsadım, burada mı değil mi? Yemek boyunca gözledim, gelmedi. Mehmet Yücel’le İsmet numaralarımızı yazıp izin aldılar. Törenden önce gelmek koşuluyla izinli sayılmışız. Giyinip kuşanıp yola çıktık. Yolda da aynı konuşmalar. Halkevi önündeki afişten Allah’ın Cenneti oynadığını görünce sevindik. Film başlamasına çok varmış, bir süre dolaştık. Pazar günleri sokaklar oldukça boş, rahat dolaştık ama vakit bir tülü geçmedi. Konuk kaldığımız okulun önüne gidip bir süre de orada bekledik. Biz orada beklerken Asım Öğretmenle karşılaştık. Asım Öğretmen bana, filmde Güzel şarkı söyleyen birini tanıtacaksın! ”dedi. Nihayet sinemaya girdik. Önce Üç Ahbap Çavuşlar çıktı. Filmdeki erkek şarkıcının sesi bana hiç yabancı gelmedi. Münir Nurettin Selçuk. Bizim plaklar arasında da Münir Nurettin vardı ama onun soyadı Engin’di. Kendimi bir süre zorladım. Yanılıyor muyum? dedim durdum. Oldukça geç çıktık. Koşar adımlarla törene yetiştik. Törenden sonra filmdeki şarkıcı bizim derslikte arkadaşların dilinden düşmedi. Münir Nurettin Selçuk. Onlar böyle dedikçe benim gözümün önüne Münir Nurettin Engin geldi durdu. Yanılmış olabileceğimi düşünerek kimseye de söyleyemedim. Kendi kendime içten içe konuştum durdum. Yemekten sonra dersliğe uzun zamandır uğaamayan Eğitimbaşı geldi. Derslerde değişiklik yapıldığını, Matematik dersinin doldurulduğunu söyledi. Kimin geleceği sorulunca Eğitimbaşı gülerek: “gelenektir, derse giren öğretmen öğrencilerine kendini kendisi tanıtır! ”dedi. Eğitimbaşı çıkınca olasılıklar öne sürüldü. Mehmet Yücel Rezzan Öğretmeni, Sefer Tunca Cemile Öğretmeni öne sürdü. Bu kez Sefer Tunca ile Mehmet Yücel üstüne sözler yakıştırıldı. Salih Baydemir: “Kıvırcık saçlı sarışın öğretmen! ” deyince Salih Baydemir’n de yakayı ele verdiği öne sürüldü. Sami Akıncı: “Avucunuzu yalayın, gelirse bay öğretmenlerden biri gelir, Seyfi Çaçur, Ahmet Kun! ”deyince birkaç kişi birden Ahmet Kun üzerinde durdu. Ahmet Kun Öğretmen öteki sınıfların matematik derslerine giriyormuş. Sevinen oldu, üzülen oldu. Bir süre düşündüm, matematik dersine gene ısınabilecek miyim? Oysa çok seviyordum. Bir süre düşündüm:
-Nererde kalmıştım?
Yatınca kendi kendime güldüm, Sami Akıncı dışındaki arkadaşlarla matematik dersi yapılır mı? Onlar dört işlemden habersizken gelecek öğretmen bana trigonometri, logaritme çalıştıracak değil ya. Belki de Müdür Beyin uygulama dersleri için geçici bir çalışma, bir anımsatma dersi yaptıracaklar. : “Dur bakalım! ”deyip yattım.
18 Ocak 1943 Pazartesi.
Matematik öğretmeni bugün gelir mi? Bizim okuldan biri ise gelir, diyenler oldu. Gerçekten bir öğretmenin gelmesine sevineceğime inandım. Boş geçen zamanlar, bizi gerçekten gevşetiyor. İçimden içimden de şu okula geldiği gibi hiçbir bilgi sahibi olmadan gitmeye çalışan takımının azıcık terlemesini istiyorum. Kim gelirse gelsin, dört işlemden de sorsalar karşılık alamayacakları arkadaşlarımız var, bunların bilinmesini benim için hoş olacak. Dört yıldır karşımas geçip:
- Sen çalıştın da ne oldu? diyenler, giderayak boylarının ölçüsünü aldıklarını görmek eğlendirici olacak. Pfisagor’un “ Bir dik üçgenin dik açı kenarları kareleri toplamı hipotenüs karesine eşittir! ” teoremi için Ahmet Gürsel Öğretmen: “Bunun bir adı da Eşek Davasıdır!” demişti. Neden Eşek Davası dendiğini ise zeka durumu gelişmemişler bunu kolay anlayamazlar, sanırım bunun için söylenmiştir. Başka türlü tanımlayanlar vardır ama ben onlara katılmıyorum. Çok basit bir teorem olmasına karşın biraz eşek kafalı olanlar bunu bir türlü kavrayamazlar! ”deyip gülmüştü. . Bir süre sonra Fettah Biricik’le onun kafadarları bu teoreme değişik bir takmışlardı: “Kendilerini zeki sayan Eşek kafalıların çok önemsediği için Eşek Teoremi dendiğini savundular. Mastematik derslerinin boş geçmesi böyle düşünenlerin ekmeğine yağ sürmek olmuştu. . Umarım bu kez, Pfisagor Teoremine kimin için Eşek Davası dendiğini öğreneceğiz. Öğretmen derse gelir gelmez bunu kurcalayacağım.
Kahvaltıda neşeli olduğumu gören arkadaşlar sordular. Matematik sözünü es geçtim; Türkçe ödevlerimi tamamladığım için sevindiğimi söyledim. Hilmi Altınsoy’la Salih Baydemir telaşlandılar: “Türkçe dersi ödevi varmıydı? ”Özel çalışmalarımdan söz ettim. Piyeste şarkı olsuğunu rol alanlar hep yaymıştı. Piyeste o şarkıyı çalacağımı anlattım. Laf kalabalığı yaparak gerçek düşüncelerimi gizledim. Oysa Türkçe ödevi varmış; iki ders önce Sabahat Öğretmen cümle türlerine örnekler istemişti. Ben onları tahtada yaptığım, öğretmenin de beğenmiş olduğunu görmüş olduğumdan önemseyip yapmamıştım. Arkadaşlar konuşmaları kesip dersliğe bir an önce gitmek için kaşık yarışı yaptılar. Meğer onlar matematik dersinin bugün de boş geçeceğini sanıyormuşDaha doğrusu duydukları haberi benim gibi benimseyip önemsememişler. İlk derse gir zili çalınca Ahmet Kun Öğretmen gülümseyerek kapıdan girdi. Günaydınlaştıktan sonra: ”Dersyılı başında sizin sınıfa edrse gelmeyeceğimisöylemiştim. Bu sözümden dönmüş değilim, geçici olarak Okul Müdürü rica etti, belli konuları tekrarlamak için bir süre birlikte çalışacağız. Gelmek istemeyişimin nedeni siz değilsiniz. Ancak siz elinizde olmayan nedenlerle derslere çok ara vermişsiniz. Her öğretmen gibi ben de öğrencilerimi iyi yetiştirmek isterim. İyi yetişmek için de öğrenilece bir birine bağlı konuların işlenmesi gerekir. Sizinse zamanınız kısalmış durumda. Bu nedenlerle dersyılı başında size öyle söylemiştim. Bunu, kendime özgü ilkeleri olan, bu ilkelerinden kolay kolay ödün vermeyen biri olduğumu anlatmak için söyledim. Bu ilkelerim, çalışma zamanımızın kısalığı nedeniyle değişecek değil. Dersimiz matematik, yani 2 kere 2, 4 eder; bunun değişmesi söz konusu olamaz. Siz de benim gibi önemserseniz, neredeyse yarıladığımız bu son ders yılınızı yararlı geçirebilirsiniz. Buna benim de katkım olursa görevimi yapmış olmanın kıvancını duyacağım! ”Ahmet Kun Öğretmen kısaca kendini tanıttı, okuduğu okulları, askerliğini, çalıştığı yerleri anlattı. Sami Akıncı dersimize hangi konularla başlayacağız? ”diye sordu. Öğretmen: “Bu derste konuşup tanışacağız. Bizim bir kitapçığımız var. O kitapta sizin öğrenmeniz gereken konular yazılı. Zaman zaman ondan okuyacağız. Ancak okumak yeterli değil, istenen konu sindirilmiş mi? Bunu yoklayıp kavrandığına inandıktan sonra öteki konulara geçmeye çalışacağız. Ahmet Kun Öğretmen kolay sorular sordu. İstanbul-Lüleburgaz arası1 160 km. 10, 8, 6, 4 saatte giden otobüslerin saatte kaç km. yaptığını sordu. Sami başta olmak üzere çok arkadaş parmak kaldırdı. Öğretmen parmak kaldırmayanlara baktı. Bana takıldı: “Cesaret edemedin mi? ”Ben de yanıt verdim: “Yok öğretmenim ben kendimi daha zor sorulara saklıyorum! ”Öğretmen güldü: “İşte bir matematikçi yanıtı! ”deyip geçti. Hilmi Altınsoy’u kaldırdı. Hilmi ilk yanıtı kafadan buldu ama öğretmen işlem isteyince duraladı. Emrullah 8 saatte giden otobüsü yapamadı. . Zil çaldı. Ahmet Kun Öğretmen: “İşte acı bir sonuç! ”deyip ayrıldı. Derslikte cıt çıkmadı. Sabahat Öğretmen gülümseyerek geldi. Kendisini beklediğimizi sandı: “İşte böyle, demek isteyince böyle sakin olabiliyorsunuz? ”dedi. Az sağ ilerimde Halil Basutçu’yu gözledim; yüzü gerildi. Biliyorum arkadaş çok doğrucudur, kalkıp, sessizliğin nedenini söyleyebilir. Neyse söylemedi. Sabahat Öğretmen bir resim gösterdi. Resmi daha önce görmüştük. Ziya Gökalp. Sami Akıncı öğretmen sormadan söyledi: “Ziya Gökalp! ”Öğretmen ondan parça okuyup okumadığımızı sordu. Öğretmen Sami’ye sormuştu ama biz hepimiz: “Okuduk! ”dedik. Bu kez öğretmen önce şiirleri sordu: Lisan? , Yanıt: “Okuduk. Ahlak: “Okuduk! ”Bu kez öğretmen Vatan adlı şiiri sordu. Anımsayan olmadı. Öğretmen Vatan şiirini okudu. Yüzümüze baktı, hiçbir söz söylemedi, bir kez daha okudu. Harun Özçelik’e işaret etti. Harun öğretmenden kitabı alıp, gösterdiği yeri tahtaya yazarken. Ziya Gökalp hakkında bildiklerimizi sordu. Okuduğumuz parçaları arasında bal satan iki insandan söz eden birini okumuştuk ama yazının adını anımsayamadım, sustum. Harun yazıyı tamamladı.
Bir ülke ki çarşısında dönen bütün sermaye,Sanatına yol gösteren ilimle fen Türk’ündür;……………………………………………. .Tersaneler, fabrikalar, vapur, tiren, Türk’ündür;Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!
Ziya Gökalp
Öğretmen, ülke, çarşı, sermaye, sanat, ilim, fen, tersane, fabrika, vapur, tren sözlerini ayrı ayrı açıklattı. Cümleler kurdurdu. Yazarın bu şiiri niçin yazdığını düşünmemizi istedi. İkinci derste bu kez Alageyik şiiriini okudu. Fikret Madaralı Öğretmen de okumuştu ama hiç birimiz anımsamadı. Öğretmenla ikinci kez bastıra bastıra Alageyik, deyince anımsadım ama iş işten geçti. Öğretmen çok güzel okudu. Alageyik’e benzer yazı okuyup okumadığımızı sordu. La Fontaine’den hayvan öyküleri okumuştuk. Hasan Üner gerekli yanıtları verdi. Üç tane La Fontaine kitabı varmış, Hasan onları okumuş. Hasan örnekler verdi. Onları duyunca : “Aaa, aaa! ”diyenler oldu. Örnekleri hep duymuştuk: Ağustos Böceği ile Karınca: Ağustoz böceği bütün yaz-Saz çalmış şarkı söylemiş…Karga ile Tilki. . Hasan okyacaktı, öğretmen kesmesini istedi. : “Biz bunları okumuştuk! ”Sabahat Öğretmen gülerek: “ Hepimiz bir daha okuyun efendim, bir yazı ikinci kez okunmaz mı? Böyle bir kural mı var? ”diye sordu. Bu arada bir de yazı ödevi verdi. Sevdiğimiz bir hayvanı tanıtacağız. Bizim yazarlardan okuduğumuz başka hayvanlar üstüne yazılmış yazılar sordu. Bu kez ben Ahmet Haşim’den, Kargaları, Süleyman Nazif’ten Esir Aslan’ı, Dostoyevski’den Mahpus Kartal’ı, Oscar Wilde’den Gül-bülbül’ü, Faruk Nafiz Çamlıbal’den At şiirini örnek verdim. Öğretmen çok memnun oldu: “İnsanlar okudukça( Muhayyilesini)düşgücünü zenginleştiriyor! ”dedi. Öğretmen ne düşündüyse bu kez: “Hayvan tanıtmayı geriye bırakalım, önce okuduğunuz kitapları öğrenmek istiyorum, kitabı, yazarını, türünü belirtecek, konusunu kısaca yazacaksınız ! ”dedi. Kimseden ses çıkmadı. Parmak kaldırıp sordum: “20-25 öyküsü olan kitaplar var, onların konularını nasıl yazacağız. ? ”Öğretmen açıkladı, onların konusunu yazmaya gerek yok; öykü kitabı deyin yeter. Romanlar için de uzun uzadıya konu anlatmaya gerek yok. Savaş romanı, aşk romanı, macera romanı demeniz yeter! ”Şiir kitaplarını da yazacak mıyız? ”diye soran oldu. Öğretmen şiir kitaplarına gerek yok. Romanları, öyküleri yazacaksınız! ”dedi. Öğretmen ayrılınca birileri ufuldandı durdu:
- Biz, ucuz kurtuluyoruz diye sevinirken giderayak yakalanacağız galiba ! diyenler oldu. Mustafa Saatçı kendi kendine söylendi: “Evet Mustafa, Denizi görmeden paçaları sıvama! ”demişler. Otur bakalım şimdi birkaç kitap olsun oku! ”Mehmet Yücel Mustafa Saatçı’ya takıldı: “Senin okudukların vardır, onları yaz. Onlar kitap değil mi? ”Mustafa Saatçı: “Doğrusunu istersen ben onları da okumadım! ”İsmet destek verereceğini söyledi: “Derslikte öğretmenlerin okuduğu kitapları yazsan yeter. Ben onları yazacağım, birikte yazarız! ”Mustafa Saatçı sevindi. Bu kez de 5-6 kişi birden biz de onları yazalım! ”deyip derslikte okunan kitapları soruşturmaya başladılar. Müdür Beyin odasına yönelirken karşıdan geldiğini gördüm. Müdür Bey güldü: “Eski zaptiyeler gibisin, hiç sektirmiyorsun! ”dedi. Sonra da zaptiye sözünü iyi anlamda kullandığını, işini bilen insan olarak düşündüğünü söyledi. Eğitimbaşı ile karşılaşınca ona da benim her ders, aksatmadan kendisini çağırdığımı anlattı. Onlar konuşurken ben, dersliğe yöneldim; az sonra da Müdür Bey geldi. Gelir gelmez de Ahmet Kun Öğretmenle konuştuğunu, ancak bizim sınıfın Ahmet Kun Öğretmen üzerinde iyi ( intiba) izlenim bırakmamış olduğumuzu gözlediğini anlattı “Unutmayın ki siz burada İlkokul 5. sınıfların okutacakmış gibi hazırlanacaksınız, kesinlikle bundan kaçış yok. Çünkü bu okulun yetiştirdiği ilk örnek siz olacaksınız. İlk örnekler her zaman önemlidir. Gider gitmez olumsuz bir hava yaratırsanız okulumuzun değerini düşürürsünüz. Unutmayın, sizin böyle bir manevi sorumluluğunuz var! ”dedi. Manevi sorumluluğu sordu. Bekir Temuçin hemen parmak kaldırıp konuşmaya başlarken Müdür Bey durdurdu, sessiz sakin duran Recep Kocaman’a sordu. Recep soruyu çok güzel yanıtladı. Müdür Bey Recep Kocaman’dan böyle bir yanıt beklemiyormuş. Gülümsedi: “Aferin! ”dedikten sonra da adını, soyadını ilini, ilçesini sordu. Matematik derslerini anlatacak arkadaşları kaldırdı. : “Önce Hayat Bilgisini düşünüyordum ama şimdi matematik dersi önem kazandı, ondan başlayalım! ”deyip sami Akıncı’dan önce Aritmetik programını okumasını istedi. Sami açıklamaları okurken zil çaldı. Müdür Bey gülümseyerek, bu konuları başlangıçtan beri önemseaseydiniz, şimdi bunlara gerek kalmayacaktı! ”deyip ayrıldı. Müdür Bey ayrıldıktan sonra Fettah Biricik: “Ay, yahu bundan da biz mi sorumluyuz? Bizi oradan oraya gezdirenlerin hiç mi suçu yok! ”Birkaç arkadaş birden Fettah’a yanıt verdi: “Sami Akıncı da bizimle birlikte gezdi, o nasıl öğrendi? ”diye sordular.
Öğle yemeğinde arkadaşların neşesi biraz yok gibiydi. Özellikle Salih Baydemir’le Hilmi Altınsoy bugünkü konuşmalardan çok etkilenmişler: “Salih Baydemir biraz üzgün olarak: “Bitiriyoruz, diye sevinirken galiba biz bu öğretmenliği kıvıramayacağız. Sonra ne olacak? Babalarımızdan harcanan paraları alırlar mı? ”Mehmet Aygün sordu:
-Ne o kaçmayı mı düşünüyorsun? Hilmi Altınsoy ekledi:
-Ben aklımdan geçiriyorum ama nereye kaçacağım? Hangi işte çalışabilirim? deyince hepimizi bir gülme tuttu:
-Hani biz çok şey öğrenmiştik? Ustaydık, bilgili insanlardık, tuttuğumuzu koparırdık! Bu kez ben konuşulanları duymamış gibi daha 10 ayımız var bu on ayda bir çok yeni bilgiler edineceğiz. On ay sonra da okumayı sürdüreceğimize göre şimdi üzülmeye gerek yok. Müdür Bey, okumaya gitmeyecekmişiz gibi davranıyor ama Kızılçullu ile Çifteler Köy enstitülerini bitirenler şimdi Hasanoğlan’da oturup Ankara yüksek okullarında ders görüyorlar! ”dedim. Bunu deyince arkadaşlar sevindiler: “Bu sahi mi? ”Kızılçullu’daki mektup arkadaşımın ağabeyi şimdi Ankara’da, arkadaş yalan yazacak değil ya! ”deyince yüzler değişti. Hilmi Altınsoy:
- O Hasanoğlan’a bir daha gitmem! demiştim ama bu duruma göre sözümden döneceğim! deyip güldü. Masadan neşeli kalktık.
Atölyede alçı kalıpları işini sürdürdük. Talat Ayhan Öğretmen geç geldi. . Gelince özür diledi, Müdür Bey bizim sınıfın dersine giren öğretmenlerle kısa bir toplantı yapmış. O nedenle gecikmiş. Bunu duyunca arkadaşların neşesi gene kaçtı. Salih Baydemir sinirlendi: “Bu Müdür Bey ne yapmak istiyor? Bize iyilik mi yapmak istiyor, yoksa kötülük mü? diye sordu. Önce ben yanıt verdim: “Kesinlikle iyiyilik etmek istiyor, Sabahlesin Sami kitaptan okudu, aritmetikten, geometriden 4. , 5. sınıflara neler okutacağımızı dinledik. Birinci ya da ikinci derece bilinmeyenlerden söz ediliyor. Oysa arkadaşlarımız tahtaya kalkıp 160 km. ’yi 10 saatte giden otobüsün saatte kaç km. yaptığını akıldan söyledi ama bir denkleme dönüştüremedi. Oysa bunları çocuklara denklem kurarak anlatacak. Burada öğrenemeyen köyde bunu nasıl öğrenecek? Müdür Bey açık açık söyledi: “Ben sizin buradaki durumunuzu değil köylerde tek başınıza kaldığınızda çekeceğiniz sıkıntıları düşünüyorum; bunları olabildiğince aza indirmeye çalışıyorum! ”dedi. Biliyorsunuz Müdür Bey daha önce Bookwer Wasington’dan Tuskegee okulundan söz ederken, onları geriye itip müfredat proğramını öne aldı. Çünkü köylerde asıl işimiz bu programda yazılanlar. Kendisi değişmekle kalmadı, ders öğretmenlerini uyardı. Bizim köydeki eğitmen Mustafa Ağabeyi düşünüyorum, İlköğretim Müfettişi ya da Gezici Başöğretmen geldiğinde ayakları bir birine dolaşıyordu. Çünkü adamlar sanırım bu proğramda yazılanların yapılıp yapılmadığını araştırıp ona göre başarılı ya da başarısız sayıyorlar. Başarısız olanlar sene sonu gelince köy değiştiriyorlar. Lüleburgaz ilçesinde 14 köyde eğitmen çalışıyormuş, ilk yıl bunların 4’, 2. yıl içinde 6’sı, 4. yıl sonunda ise 12’si yer değiştirmiş. Mustafa Ağabey bu iki şanslı eğitmenden biri ama canı burnunda çalışıyor! ”dedim.
Talat Öğretmen yaptığımız kalıpları çok beğendi: “Küpler, piramitler, kareler, pirizmalar tamam. İş kaldı küre ile silindirlere deyince Halis Öğretmen onlar için biz bir yardımda bulunamayacağı, siz Nazni Aybar Öğretmene gideceksiniz herhalde! ”dedi. Talat Ayhan Öğretmen biraz diretti: “Niçin dostum, kontrplaklardan yararlanamaz mıyız? ”Halis Öğretmen : -Nazmi Aybar Öğretmenin bükme makinesi var, ondan yararlanacalsınız. Kontrplak kıvırmak için bizim bir aracımız yok. O nedenle orasını öneriyorum! dedi. Kalıpları alıp Resim odasına götürdük. Biz bir an önce dökmek istedik. Ancak öğretmen:
-Bunu resim dersinde yapalım, arkadaşlar hep görsün ; Belki içlerinden biri olsun bir gün böyle bir şeyler düşünüp gördüğünden yararlanır! dedi. Öğretmen kitaplar açıp bize alçı işlerinin resimlerini gösterdi. Çoğunluğu eski yazılar; nasıl yapıldığını anlattı. Yazılar oymaymış. Plaka alçı üstüne yazı yazılıp sonra yazılar kazınıyormuş. Talat Ayhan Öğretmen bize anlatırken yandan piyano sesi geldi. Talat Öğretmen bana bakarak Asım Öğretmen için:
- Seninki çalışıyor! dedi. Bir öğretmenin başka bir öğretmen için “Seninki” demesi bize biraz gülünç geldi. . Talat Öğretmen ayrılınca bir süre”Seninki” sözünü tekrarladık. Arkadaşlar ayrılınca Harun’la ben bir süre kaldım. Harun resim çizdi ben akordiyon çaldım. Filmde dinlediğim Bayram Gecesi şarkısını bir bölümünü çıkardım:
-Hoş geldin evimize, şir oldun dilimize bayram gecesi, bayram gecesi. Burada geçen “Şir” sözü sanırım şiir anlamındadır. Yoksa şir başka anlama da mı geliyor? Hemen Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzuna bakınca iki anlamı olduğunu gördüm 1. Aslan, 2. Süt. Kendimi haklı buldum: “Bu olsa olsa şiir sözünün kısaltılmasıdır! ”Çünkü “Hoş geldin evimize” dendikten sonra “Aslan” oldun dilimize, ya da “Süt”oldun dilimize denmemesi gerekir. Bu nedenle ben iyiden iyiye şiiri yakıştırdım. Bunları Harun’a söyledim, güldü: “Sen akordiyon çalarken böyle şeyler mi düşünüyorsun? Ben resim yaparken değil böyle şeyler düşünmek, kendimi bile unutuyorum! ”dedi. Kendimi ben de unutuyorum ama aklım durmadan çalışıyor. Bunu Harun’a anlatmadım. Resim Odasını kapatıp dersliğe döndük. Derslikte matematik soruları soruluyor. Soruların hepsi İstanbul-Lüleburgaz arası otobüs gidiş gelişleri üstüne. Bir süre dinledikten sonra salt tartışmaya katılmak için: Biz zamanlar babam, Lüleburgaz’dan İstanbul’a 40 saatte gidiyormuş(Tren yolu açılmadan önce), dedim. İnanmayanlar oldu; kimileri de bakıştı. Birileri ise: “Bizim çalışmamızı bozmak için laf karıştırıyor! ”diyenler de oldu. En şaşırtışı tepki de Fettah Biricikten geldi. Benim her sözüme karşı durmayı kendine iş edinmiş olan Fettah:
- Breh breh, kırk saatte dünyayı dolaşır insan! dedi. Konuşmalara katılmayan Sami Akıncı sıradan başını kaldırıp söze karıştı. Kendine göre de hemen bir hesap çıkardı: “Şimdi 160 km. olan yol o zaman daha zikzaklı gittiği için 200 km. olabilir. Yaya ya da at arabasıyla ölçü yuvarlak olarak 5 km. sayılır. 40X5=200 km. ! ”deyip sırasına döndü. Sami döndü ama arkadaşlar bu kez Fattah’a : “Hacı Fettah, sen ne demiştin? ”diye sordular. Fettah, işi şakaya döküp kurtulacağını sanmıştı. Bir ara :
-Ben olsaydım 30 saatte giderdim! diye bir de ölçü verdi. Bu sözü üstüne İsmet:
-Sen o küfeyle otuz saatte Karıştıran’a bile gidemezsin deyince derslik iyice neşelendi. Bu kez de Arif Kalkan: “Yok yok, arkadaş Karıştıran’a nefes nefese de olsa ulaşır. Karıştırıcı olarak Karıştıran’da kendisi gibi karıştırıcı çok arkadaş da bulur! ”Ali Önol Arif Kalkan’a dönüp:
- Sende mi Brütüs? ”sözünü söyledi ama tam vurgulayamandan söyledi. Bu defa da Arif Kalkan Ali Önol’a:
-Hayır ben de değil, inan bana vallah; ben Brütüs falan almadım; hemşerin Fettah’a sor nerede olduğunu o bilir (!)
Yemek zili çalınca gülüşerek yemeğe gittik:
-Döğru söyle, Brütüs sende mi? Yemekte genellikle bizim masadakiler derslikteki konuşmaları açmazlar. Bu kez nedense Yusuf Asıl açtı. Bana: “Tartışmayı sen başlattığın halde sonradan hiç konuşmadın, öteki arkadaşlar tartıştılar! dedi. Hilmi hemen yanıtladı: “Ne iyi, keşke ben de öyle yapabilsem. Ne zaman bir şey söylesem karşımdakiler üstüme geligeliveriyor! ”Mehmet Aygün:
-Daha iyi işte ya, senin caziben (Çekiciliğin) var. Kızlar belki bunun için! ”demeye kalmadı Hilmi, Mehmet’in sözünü kesti:
-Ne kızı kuzum, kızlar bana bakar mı? Görmüyor musun burada bu kadar akıllı insanlar var, kızlar çoktan seçmiştir varacaklarını. Biz burada sayıklıyoruz. Bak görecek, Hilmi dediydi, diyeceksiniz; okuldaki kızların hiç birisi bizim sınıftan kimseyi seçmeyecek. Biz kendi aramızda gelin güveyi oluyoruz ama hepimiz avucumuzu yalayacağız! ”Salih Baydemir güldü: -Ha şunu bileydin, biz çoktan avuçlarımızı yalamıştık. Demek sen hala yalamadın, öyleyce en geç yalayan sen olacaksın! Yusuf bana baktı. Ben:
-Hiçbir zaman düş kurmadım, onların hepsi bana ağabey diyor. Onlar ağabey dedikçe benim düş kurmam söz konusu olamaz. O nedenle “Avuç yaladım! ” demeyeceğim. Zaten avuç yalayacağımı da düşünmüyorum. Daha doğrusu ben daha önce birkaç kez avuç yaladığım için size göre deneyimliyim! Yusuf atıldı:
-Sahi nasıl oluyor bu işler bize anlat! deyince arkadaşlar Yusuf’a takıldılar:
-Niyetin varsa elini çabuk tut! dediler. Dediler ama arkasından da : “Kim, kim, kim? Sorularından sonra tüm kızların adı anıldı. Yusuf gözümün içine baktı. Benim bildiğimi biliyordu, açıklayacağım, diye telaşlandı. Açıklamadım. Yusuf teşekkür edince bu kez bana döndüler:
- Taraf tutuyorsun, arkadaş kayırıyorsun! söylemleri sürdü. Kandimi savunma yöntemi buldum:
- Yalan! Onu denedim:
- Ben hepinizin gönlünden geçeni biliyorum, bunda da yanılmadığıma inanıyorum. Bu dediğim şey kolay kolay saklanamaz. Ancak onu yaşayanlar bilir. Benimkimi de küçük ağabeyim bir gün söylemişti. Önce sakladım ama bir yerde açık verdim, daha saklayamamıştım. Siz de açık veriyorsunuz aslında. Bu açıklar bir süre daha saklanabilir ama ayrılık günü yaklaştıkça gönlünüz telaşa düşenek, gözleriniz içinizden geçene saklayamayacak! Salih Baydemir haklı olarak sordu:
- Yusuf şimdi açık mı verdi? Yanıtım hazır dı:
- Hayır, Yusuf daha Hasanoğlan’da sürekli oyun oynama çalışmaları yaparken kızlarla çok yakınlaştığımız oluyordu. İşte o zaman karşılıklı davranışlardan yararalanarak belli ip uçlarını yakalamıştım. O yandan bu yana uzaktan uzağa gözlemlerim, benim yanılmadığımı doğruladı. Ayrıca benim Yusuf olayındaki biraz da şansım karşı taraftan da destekler davranışlartına dayanmaktadır! Bunları söylerken Yusuf’un yüzünü izledim, yüzde yüz inanarak baklıyordu. Masamızın sessiz çocuğu Recep Kocaman bile gülerek:
-Eyvah, hepimiz yakalandık! dedi. Hilmi Altınsoy bu kez kendi kendine konuşur gibi:
- Vallahi benim bir şeyim yok, o nedenle yakalanmaktan korkmuyorum! Hilmi’nin bu çıkışı konuyu saptırdı ama ortadan kaldırmadı; ”Kim, kiminle? ” soruları ardı ardına sıralandı, arkasından da olasılıklar sürdü gitti.
Öğleden sonra Harun Özçelik’le gene Resim Odasında çalıştık. Alçı kalıplarını söktük. Talat Ayhan Öğretmen kompas dediği bir ölçerle köşeleri dikkatle işaretledi. İşaretlediklarini bize verdi. İşaretli yerleri ustura keskinliğindeki ince biçaklarla kazıdık. Tamamladıklarımızı gene ölçerek aldı. Aldıklarını yazdığı bir kağıt üzerine kayıp dolaba kapattı. Peynir kalıplarını andıran alçı küpler, prizmalar dolaba sıralandı. Öğretmen kendisi bunlar üzerinde kendisi bir işlem daha yapacakmış:
-O zaman da birlikte çalışacağız, ancak benim Nazmi Aybar’ı biraz daha sıkıştırmam gerekecek! deyip güldü. Sonra da Nazmi Aybar’ın işi çok olduğunu, elindeki olanakların sizin atölye gibi çok olmadığını anlattı. Demircilik Bölümünde hem öğrenci azmış hem de araç-gereç eksikmiş: “Nazmi Bey, Lüleburgaz Demir Atölyelerine uğramadan kendi işlerini bile bitiremiyor! dedi. Talat Öğretmen saatine baktı, bize sordu:
-Şimdi sizi bıraksam ne yapacaksınız? Harun:
- İzin verirseniz ben burada resim çalışacağım! deyince bana bir şey sormadı:
- İyi öyleyse, dışarlarda gezinmeden zamanınızı değerlendirin! deyip ayrıldı. Ben akordiyon çalmayı düşünüyordum. Ancak Talat Öğretmenin sözlerinden:
- Sakın ha, paydos olmadan akordiyon çalma! anlamı çıkardığımdan bir süre Harun’a baktım. Talat Ayhan Öğretmenin dolabındaki kitapları karıştırdım. Rersimli Ay diye bir dergi gördüm. Dergide Kitaplarınden tanıdığım yazarların da yazıları var. Çıkrıklar Durunca yazarı Sadri Ertem’in, Çingeler kitabının yazarı Osman Cemal Kaygılı’nın yazıları var. Demek bunlar hem kitap yazıyorlar hem de böyle aylık dersgilere ayrıca yazı yazıyorlar! diye düşündüm. Muhsin Ertuğrul da yazmış. Muhsin Ertuğrul’u ben İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun Yeni Adam dergisinde tanımıştım. Dergi sahibi İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’na ders verir gibi tiyatro üstüne sözler yazmıştı. Sonra da bizim Türkçe Öğretmenimiz Fikret Madaralı ona yanıt vermişti. O zaman öğretmenimize onun kim olduğunu sormuştuk. Öğretmenimiz yazısında ona çatmasına karşın konuşurken çok övücü sözler söylemişti. Daha sonra Ertuğrul Muhsini sinemalarda tanıdık Özelikle Şehvet Kurbanı’nda biraz da acımıştık. Çünkü adamcağız öyle bir duruma düşüyor ki üzülmemek elde değil. . Özellikle bir tren vagonunda soğan ekmek yerken düş görmesi sahnesini hiç unutamıyorum. Çok yakında da Sabahat Öğretmen Akın piyesini anlatırken gene Ertuğrul Muhsin’den söz etmişti. Akın ‘ı o da oynamış. Resimli Ay dergisi o denli ilgimi çekti ki, zil çalınca bırakmak istemedim. Ayrıca ilginç şiirler var. Harun toparlanınca ben de dergileri aldığım gibi düzenli olarak yerine koydum. Sanırım bu dergiler Talat Ayhan Öğretmenin kendisinin. Oysa ben iki yıl aldığım yenı Adamları köyde bir köşeye sıkıştırıvermiştim. Benim olduları için onları kimse alıp atmaz ama toz pas içinde kalmışlardır. Talat Öğretmenin Resimli Ay’ları 1930-1938 tarihlerinde çıkmasına karşın yeni alınmış gibi terütaze duruyor. Sanki hiç ellenmemişçesine yeni. Harun’a söylemedim ama onlara başka zaman da bakmaya karar verdim.
Derslikte yeni söylemler: ” Ay başında 15 gün tatil! ”Bu söyleniyor arkasından da: “Gelmez ayın başında mı? ”Böyle bir söylem var: “Çıkmaz ayın biri ya da 10’u gibi belirsizlik için söylenen bir söz. Ancak bizim arkadaşlar bunu hemen : “Gelmez ay’a çevirdiler. Sami Akıncı uyardı: “Deyimlerle Atasözleri değiştirilemez. Değiştirilirse onların bir değeri kalmaz! ” Yanıt verildi: “Kalmasın ne olacak? ”Sami Akıncı’ya karşı olmak kolay değil, kendisi sussa bile birileri hemen onu savunmaya kalkar. Gene öyle oldu, susması gerekenler tujtarsız sözler ettiler. İsmet ortalığa:
-Sen canının istediği gibi konuşursan senin çocukların da senin yaptığını yapar. Bir de bakarsın bir gün annesine karım, sana da düdük, diyebilir. Hatta şimdi ben bile bunu söyleyene der Esel, diyebilirim! ”Uzunca bir gülme süreci yaşandı. . Mustafa Saatçı sordu: “Çocuklarımın bana baba demesi için ne yapmalıyım? Mehmet Yücel yanıtladı:
-Onu bilmeyecek ne var? Çocuklarına babalık yapmalısın! Mustafa Saatçı:
-Nasıl yani?
-Nasıl olacak? Karına mukayyet olacaksın, başkasıyla kaçamak yapmayacak! ”Mustafa Saatçı sinirlendi, Mehmet Yücel’e bakarak:
- Domuz! dedi. Sami züeltme yaptı:
-Schwein! Mustafa Saatçı Schwein’i anlamadı bu kez Schwer! diye karşılık verdi. Mehmet Yücel kahkahayla gülerek teşekkür edince Mustafa Saatçı etrafına bakındı. Yanlış bir söz söylediğinin ayırdına varınca gene
-Domuz! deyip önüne döndü. T
Tatil sözü bu kez öğretmenlerden gelmiş. Öteki sınıf öğretmenleri tatilde yapılmak üzere ödev veriyormuş. Tatil üzerine o denli tevatürler çıkarılıyor ki inana inana inanmamayı öğrendik. O nedenle üzerinde durmadım.
Yemekte gene sözü edilince inanmadımı söyledim ama gene de sordum: “Kim, hangi sınıfta böyle bir söz söylenmiş. Hasan Üner hemşerisi, aynı zamanda aynı soyadını taşıyan akrabası Fevzi Üner’in adını verince inandım. Fevzi’yi iyi tanırım, kesinlikle yalan söylemez. Yalan söylemeyeceği gibi, kendisi inanmadığı söylentileri de gezdirmez. Yemek boyunca tartilin olup olmayacağı konuşuldu. Bu arada bir de başka olasılık öne sürüldü. Bize şubatta tatil verilirse bu kez yaz tatili vermezler. . Okulu bitirip köylere atanırsak önemli değil ama tatil yapmadan yazı geçirip sonra da söylendiği gibi Hasanoğlan’a gidersek gene 1941’deki gibi tatilsiz iki yıl yaşayacağız. Konuştukça tatil sözünün cıvığı çıktığını görünce kestirip attım:
- Bana bu konuda bir şey söylemeyin!
Dersliğe dönünce düşündüm; “Yarın Tarih dersi var Kesinlikle Selçuk Korol Öğretmen de ilkokulların 4. 5. sınıflarında okunan tarih konuları üzerinde duracak! ”Bu nedenle lise 1. sınıf tarih kitabını açtım. İlkokulların 4-5. Sınıflarında okutulan konularla karşılaştırdım. 4. Sınıflarda İlk insanların yaşayışı: Yontma, Cilalı Taş, Maden dönemleri…. Türklerin Anayurdu, Orta Asya, Göçler, Göçlerin nedenleri, Sonuçları…. Sümerler Etiler, Mısır, Babil. Arkasından Yunanlılar, Romalılar, Hiistiyanlığın Doğuşu, Batı Hunları, Anayurtta Kalan Türkler. Gök Türkler, Uygurlar. Müslümanlığın doğuşu, Orta Asya Türkleri arasına yayılışı, Büyük Selçuklu Devleti, Bizanslılar, Malazgirt Meydan Savaşı, Türklerin Anadolu’ya yerleşmesi. Bunları yazdım ama şaştım. Tüm bu konuları, bizim arkadaşlar İlkokul 4. sınıflarda anlatacak. Bundan sonra 5. Sınıf konuları var. Bunlar: Anadolu Selçukluları, Osmanlı Devleti, İstanbul’un Türkler tarafından alınması, Osmanlı İmparatoluğunun yükselmesi, duraklaması, Gerilemesi, Osmanlı-Türk Uygarlığı, Avrupa’da önemli değişiklikler. Osmanlılarda Islahat Devri. Tanzimat, Osmanlı Rus savaşları, 1. - 2. Meşrutiyet Dönemleri, İtalya, (Trablusgarp)Savaşı, Balkan Savaşları, 1. Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı, Türkiye Cumhuriyet’nin kuruluşu, Cumhuriyet Dönemi Devrimleri. Türkiye dışında süren 2. Dünya Savaşı hakkında genel bilgiler. Bunlar da ayrınrtılarıyla 5. sınıflara anlatılacakmış. Selçuk Öğretmen sahiden bu konuyu açarsa bir öneride bulunacağım. Her arkadaş bir ya da iki konuyu kalkıp sanki bir ilkokul dersliğindeymiş gibi bize anlatsın. Bu arada arkadaşları da, (Onların haberi olmadan )düşsel olarak sınadım; öğretmen yarın kaldırsa bu konularda kimler dişe dokunur, derli toplu bilgi verebilir: 4 Mehmet Aygün, şöyle böyle, 11 Recep Kocaman paçasını kurtarır. 18 Sami Akıncı tüm konuları anlatır. 26 Mehmet Yücel, paçayı kurtarır. 44 İsmet Yanar başarır, 48 Yusuf Asıl için kararsızım. , 51 Bekir Temuçin başarır. 66 olarak ben , büyük bir şanssızlık olmazsa başarırım. 70 Halil Basutçu paçasını kurtarır. 72 Hüseyin Orhan başarır. Böylece 29 kişiden 10 tanesi iyi fena ortaya konan tarih konularında hiç bilgisi olmayanlara çat pat birşeyler anlatabilir. Ötekilerin içinde de bir şeyler söyleyecek belki bir iki kişi çıkar ama sanırım onlara da ben pek güvenemiyorum. Kendi kendimle arkadaşların durumlarını değerlendirmeye çalışırken yat zili çaldı. Zil çalınca baktım Sami Akıncı, Recep Kocaman, Halil Basutçu, Hüseyin Orhan, Bekir Temuçin yerinde oturuyor. Ötekiler koşarak çıktılar. Yatarken dikkat ettim. Benim şans tanıdıklarımdan Bekir Temuçin’le İsmet Yanar’dan başkaları hiç değilse bu gece sessizce yattı. Böylece isabetli bir seçim yapmanın mutluluğunu duyarak yattım. Yarın önerimi Selçuk Öğretmene duyurur bir de uygulatabilirsem daha mutlu olacağım. Bundan ne kazanacağım tam bilmiyorum ama çalışmayanların kuyruklarından biraz çekilsin istiyorum.
Yatınca, arkadaşlarla konuşurken inanmadığım ya da önemsemez göründüğüm tatili düşündüm. Oysa hepsinden çok tatili ben istiyorum. Bu tatilde uygulamayı düşlediğim bir çok tasarım var. Onları gerçekleştirmek için son şansımı kullanabilirsem kullanacağım. Daha sonraya kalanlar sonsuza dek elimden kaçmış olacak. Şaka maka değil köyden uzaklaşmış gibiyim. Değil köydekilerden, evdekilerden bile giderek uzaklaştım. Gerçekte ben uzaklaşmadığımı anlatmak için ara ara yakınlaşmaya çalışsam da başaramıyorum. Sanırım onlar da beni giderek kendilerinden koparıyorlar. Bunu en çok yengelerimin tavırlarından anlıyorum; çocukları bana yaklaşınca, neredeyse bir tanımadığa yaklaşmışlar gibi, sözde beni rahatsız etmemeleri için yaptıklarını söyleseler de, bu inandırıcı olmuyor. Onlar öyle davranınca da çocukların ilgisi azalıyor. İzinli gittiğimde uzun süre çocuklar bana yaklaşmıyor. Bunu denediğimden bu kez elimden geldiğince onlara yaklaşıyorum. Tatil sonlarına doğru çocukların çevremden ayrılmamaları herkesin dikkatini çekiyor. Öyle ki bana soranlar da oluyor: “Sen ne yapıyorsun da bunlar senin yakana yapışıyorlar? ”Bunu büyük ablam da sorunca ben de son tatilimde yanıtladım:
-Ben bir şey yapmıyorum; çocuklar, annelerinin tuzaklarını atlayıp gelmeyi öğrendiler! dedim. Ablam anlamazdan geldi sanırım:
-Kardeş çocukları için tuzak muzak olmaz, kardeşin çocuğu da kardeştir! gibi bir ilke öne sürdü ise de bence o ilke zamanla aşınıyor. Bu tatil için bir şey diyemem; çünkü kış aylarında fazla ilişki kurulamıyor. Günlerimin çoğunu kahvede geçireceğim. Çocukların kahveye gelmeleri de sınırlı. Kışın kahve, sigara dumanından durulacak gibi değil. O nedenle babam, çocuklar gelince, onlara şeker falan verip hemen sıvıştırıyor. Yazın ise tam tersine, çocuıkları kahvede oyalamak için çocukça oyunlar kuruyor. Yahya hepsinden büyük. Kimi zaman Yahya tanıdık müşterilere asmalı tabla ile çay bile götürüyor. Yahya’nın çay taşıması kimi zaman kahvede uzun konuşmalara bile neden oluyor. Bizim köyde Yahya adı yoktur. Ancak geçmişten gelen bir Yahya anısı vardır. Yahya’yı kahvede gördükçe komşular sorarlar: “Bu Yahya adı nereden geliyor? Yoksa O Yahya’dan mı? ”O Yahya dedikleri, Yemen’de İngilizlerle birleşip bize karşı savaşan İmam Yahya’dır. Babam, kesinlikle bunu reddeder. Ona göre Yahya adı, Hazreti Ali izini sürdüren 12 İmamdan birinin soyuna dayanmaktadır. Ayrıca Kur’an’da Ali İmran, En’am, Meryem, (İki kez) Enbiya surelerinde Yahya Peygamber’den söz edildiğini anımsatır. Bu kez de babama sorarlar:
-Bu bilgileri sen nereden öğreniyorsun? Babamın yanıtı ilginçtir; babam:
- Benim iki büyüğüm ağabeylerim vardır, bunları herkes tanır, biri Kırklareli’de Müderris Ahmet Efendi olarak ün yapmıştır. Daha çocukluğunda hatim indirmiş sonra da öğrenimini sürdürüp Darülfünün müderrisliğine dek çıkmıştır. Öteki ağabeyim de biliyorsunuz Bektaşı Dedesiydi. O da yıllarca dergahlarda ömür tüketmiş Dede ünvanını almıştır. Bu iki kardeş bir birlerini severler ama zaman zaman da kıyasıya tartışırlar. O tartışmalar, başlangıçta benim için çok sıkıntılı olmuşturr. Ancak kardeşlikten geçmek söz konusu olmadığı için onların tartışmalarını sonra sonra dikkatle dinlemeye başladım giderekted sevdim. Ağabeylerim karşılaştığı zaman tartıştıkları gibi içlerinden biri ile buluştuğumda benimle olan, olmayanın gıyabında da verip veriştirdiğini gördüm. Bu kez de olmayanın savunuculuğunu üslenir durumuna düştüm. İşte yıllar içinde onlar bir araya geldikçe biri diğerine karşı kendini savunurken söyledikleri benim belleğimde izler bıraktı. Örneğin ben kur’an okumadım. Ancak Ahmet Ağabeyimin anlattığı olaylardan oldukça bilgilendim. İşte bu Yahya olayı da onlardan biri. Mehmet Ağabey’le sürekli ilişkimiz oldu. Onun Bektaşi bilgilerini çoğunuz dinlediniz. İşte ben onları derli toplu belleğime yerleştirdim. Müderris Ağabeyimle buluştuğumda o Mehmet Ağabeyimin arkasından, onun yolu üstüne aykırı bir şey söyleyince dağarımdan birşeyler çıkarır ortaya koyarım. İnandıramasam bile ağabeyimi savunduğum, bir bakıma bu eleştiriyi onaylamadığım sonucu ortaya çıkınca konu değişir. İşte benim bilgi kaynağım böyle oluştu. Şimdi de neredeyse ikisi adına, onların bilgilerine güvendiğim için cesaretle dinsel konuşmalara ara ara katılıyorum. Konuşmaları çok dikkatle dinlemişsem genellikle söylediklerim doğru çıkıyor. Şimdiye dek ağabeylerimden aldıklarımı ortaya çıkardığımda mahcup olacak bir durumla karşılaşmadım! ”Dedikten sonra babam ekler:
- Ancak açık açık söyleyeyim, dinsel, tarikatsal konularda çok denecek bir bilgim yoktur, Aktardıklarım da nakledilegelen (rivayetler)söylemlerdir! ” deyip keser. Babam böyle söyleyince bizim Yahya, Yemen İmamından yakayı sıyırır ama bir süre sonra benzer sorular tekrarlanır.
Köyü düşünmeye dalınca kolay kolay uyuyamıyorum. Gene öyle oldu. Dört yerden ses geliyor. Biri alt ranzada Hilmi, biri az ileri de yeğenim İsmet, ötekiler sanırım Fettah ile Abdullah Erçetin. Sabahleyin söylesem gürültü koparırlar. İsmet dışındakiler horultucu olduklarını kesinlikle kabul etmiyorlar.
19 Ocak 1943 Salı
Akşam yatarken kendi kendime konuştum konu uyanınca karşıma çıktı. Arif Kalkan Fettah Biricik’e:
-Bu gece sabaha dek horladın, sesinden uyuyamadım, dedi. Fettah hemen sıyrılmaya kalktı:
-Yanlış duymuşsun, onu ben de duydum, İsmet’in tarafından geliyordu! Bu kez de İbrahim Ertur söze karıştı. Dişim ağrıdığı için uzun zaman uyuyamadım. Uyuduğum zaman da ara ara gene uyandım. Dikkat ettim dört arkadaş gerçekten horluyor. Fettah’a dönerek:
- Hemşerim sen ayırdında değilsin belki ama ben eğilip baktım en fazla ses senden geliyordu! Fettah susmak zorunda kaldı. Sonunda:
- Ne yapalım? Kusurumuz o olsun! deyip çıktı. İsmet ise şıkırdım şıkırda-ım yaparak ortaya çıktı:
-“Benim horlamam boğazımdaki etten (bademcik). Onu aldırabilirsem kurtulacakmışım. Bunlarınki ise şişmanlıktan. Onlar da göbeklerini kestirip kurtulsunlar! Hilmi ile Abdullah Erçetin kesinlikle horlamadıklarını söyleyip gittiler.
Derslikte tarih dersi tartışıldı. “Selçuk Korol Öğretmenden İlkokullarda okutulan tarih dersleri için örnekler isteyelim! ”Onlara da bizim okuduğumuz konuları, bizden istenildiği gibi mi verceğiz? ”Sami Akıncı güldü:
-Olur mu arkadaşlar? Biz İstanbul’u Fatih Suktan Mehmet savaşarak aldı, diye okuduk. Biz öğrencilerimize savaşarak değil de konuşarak aldık! diyeceğiz. Sami’nin dediğine gülenler oldu. Kimileri ise oldukça sinirlendi:
- Onu demek istemedik, bunu demek istemedik! türü savunmalar yapılırken. kahvaltı zili çaldı.
Kahvaltıda da Sami Akıncı’nın şakası sürdü. Bu arada: “Büyük göçleri ilkokullarda biz okumadık! ”diyenler oldu. Bana da sordular. Anımsayamadım. Aradan çok zaman geçtiğini öne sürdüm ama bunu yeterli bulmadım. A geldi aklıma, Ogüst’ü bile bana o öğretmişti. Demek o Roma üstüne bilgi almış ki bana onu söyleyebiliyor. Oysa ben Ogüst’ü öküz anlayıp üzülmüştüm. Bir süre düşündüm; sanırım Yunanlıları okuduk. Çünkü Sokrat, Eflatun adlarını duyunca yabancı saymadım. Yine fenerle gezen bir adamı da duymuştum. Bir de, bir geçitten düşmanı geçirmemek için tek kişi kalana dek savaşan askerleri anımsar gibiyim. Dar geçitlerden geçerken bu olayı anımsadığıma göre demek bunları duymuşum. Ancak Attila’yı hiç unutmuyorum. Zehirlendiğine çok üzülmüştüm. Sanırım ben ilkokulda tarih dinledim. Salih Baydemir’le Hilmi Altınsoy ilokulda tarih diye bir ders okumadıklarını kesin olarak söylediler. Ötekiler ortaya konuştular. İşin ilginç yanı ben okuduğumu anımsayamazken gene de tarihle ilgili bazı ip uçları vermrmr karşın onlar tarihte geçen doğru dürüst bir konuyu ortaya getiremediler. Bu kez de ben sonraki bilgilerimi katarak sorular sordum. “Örneğin Jül Sezar’ı ne zaman duydunuz. ? Türklerin İstanbul’u alışını ne zaman öğrendiniz? Bu tür soruları tekrarlayarak dersliğe gittik. Öteki arkadaşlar da benzer konuşmaları yapmışlar. İlginç konuşmalar oldu. Birileri şimdiki tüm tarih bilgilerini ilkokulda aldığını söylerken bir kısmı da şu anda hiçbir tarih bilgisi olmadığını öne sürdü. Selçuk Öğretmen kapıdan girdi. Her zamanki gibi Günaydınlaştıktan sonra Selçuk Öğretmenin her zaman takıldığı arkadaşlara gene bir şeyler söyledi. İsmet’e Boyun mu uzadı? diye sordu. Mustafa Saatçı’ya yeni santralın ne zaman yapılacağını, Halil Basutçu’ya İstemi Han olarak halkı gene Batı’ya göndermesini, yanlışlıkla Doğu’ya gönderirtse bu kez Japonlar’la başı derde gireceğini söyledi. Bekir Temuçin sanki hazır bekliyormuş:
-Öğretmenim, sahiden o büyük akınların yapıldığı zamanlar Japonya yokmuydu? diye sordu. Selçuk Öğretmen gülerek:
- Siz benim günlük planımı gene bozduracaksınız ama olsun o konu da önemli! deyip haritanın başına geçti. Önce Çin üstüne sözler söyledi, Çin tarihinin Sümer, Mısır tarihleriyle yaşıt olduğunu. Çin topraklarını genişliği bakımında ötekilerden daha rahat bir gelişme gösterdiğini Anlattı. Geniş Çin toprakları yanında Japon adalarının eski insanlara göre çekici bir tarafı olmadığını, örneğin avcılığın gelişemeyeceğini anlattı. Bu nedenle Japonya’nın daha sonra ortaya çıktığını, Avrupa’daki İngiltere ile karşılaştırarak anlattı. Gene de Japonya’nın Milattan önceki yıllarda var olduğunu, ancak önünde koca bir daha eski uygarlık olan Çin nedeniyle öteki ülkelerce pek tanınmadığını söyledi. Türklerin doğuya gitmemelerinin nedeni ise, onların gidecekleri yerleri önceden incelediği, gidilmeye değer yerlere gittiği bilinmektedir, dedi. Anayurdu terketmek gerektiğinde gidilecek yerlerin gitmeye değer bulunduğunda gidildiğini; üstünde çalıştığımız Akın piyesi de açıklamaktadır. Selçuk Öğretmenin anlatışı olayı iyice açıklamış oldu. Gerçekten ben Göçler Haritasını ilk gördüğümden beri hep kendi kendime sorardım:
- Neden güneye, kuzeye, doğuya göç gösteren oklar yok da hep batıya çekilmiş? ”Bugün bu eski sorumun tam yanıtını almış oldum. Göçler, gidilecek yerlerin yaşam durumları bilinerek yapılmıştır. Orta Asya’ya göre daha rahat yaşam koşulları ancak batıda, Avrupa’da var da ondan.
Selçuk Öğretmen sordu: “İkokullarda okunan tarih konularını gözden geçirdiniz mi? ”Parmak kaldırdım, öğretmen söz verince konuları yazdığımı da söyledim. Selçuk Öğretmen gülerek: -Eline sağlık, bak şimdi işimizi kolaylaştırdın; konuları önce birlikte okuyalım, neler yapacağımızı sonra kararlaştırırız! dedikten sonra okumamı söyledi. Önce 4. sınıf konularını okudum. Çık zili çaldı. Selçuk Öğretmen hepimize:
-Çocuklar, bundan sonra bu konular sizin bir parçanızm olacak, adınız gibi, yüzünüz gözünüz gibi. Bence bu konuları ya yazın ya da o küçük kitapçıktan zaman geçirmeden birer tane edinin! deyip ayrıldı. Öğretmen gidince yazmak için benden isteyenler oldu. Sami Akıncı boş derslerimizin birinde hepimiz yazalım önerisi yaptı. Seyfi Çaçur Öğretmen dersliğe girince sesler kesildi. Öğretmnen:
-Geçmiş derslerde konuştuğumuz konuları bir daha gözden geçirelim! dedikten sonra yüzlerimize baktı, arkasından sordu:
-Kim özetlemek ister? Sami Akıncı’dan başka parmak kaldıran olmadı. Seyfi Çaçur Öğretmen üzgün bir sesle: “Bu olmadı işte, sizin susuşunuz beni umutsuzlandırdı. Ben sanıyordum ki, sizler konuları tekrarlayacaksınız, ben sevinerek yeni konulara geçeceğim. Bu olmadı. Bu olmayınce geleceğe yönelik umutlar da suya düştü. Öyleyse işi gene baştan alıp, hızlı bir tempo ile götürebileceğimiz yere dek götürmek olacak! dedikten sonra elindeki bir dergiden Köy Enstitüleri 5. sınıflarında okunması gereken Jeoloji konularını okudu. Jeoloji Konuları: Yer Kabuğu, Yer kabuğunun oluşu, toprağın özelliği, katmanları, Okul çevresinde bulunan yer oluşumları; külteler, taşlar, madenler. Jeolojik zamanlar. Öğretmen okumayı bırakıp gene bize baktı. Bu kez Sami parmak kaldırdı:
- Öğretmenim öteki ders öğretmenlerimiz ders konularını İlkokulların 4. , 5. sınıflarda okutacağımız ders konularına göre! ”deyince Seyfi Çaçur Öğretmen Sami Akıncı’nın sözünü kesti:
-Ben de sözü oraya getirecektim ama oraya gelmek için aradaki(Mesafeyi)açığı kapatmak gerekecek. Bakın o da burada var. İşte, İlkokul 4. sınıf ders konuları; dedikten sonra öğretmen Gökyüzünden başlayarak güneş, güneş yörüngesi, gezegenler, ay, ayın aldığı şekiller, çevremizi saran bitkiler, hayvanlar, ehlileşmiş hayvanlar, yaban hayvanları, ormanlar, üstüne üç sayfa yazı okuduktan sonra :
-İnsanlar araaştıra araştıra çevresindeki cansız varlıklardan yararlanma yollarını bulmuştur! deyip Kayaların, Madenlerin, toprakların oluşması gelince diyerek durdu:
- İşte size Jeoloji konuları! dedi. Zil çalınca öğretmen:
- Önümüzdeki derste de 5. sınıf konularını gözden geçirelim, bakalım orada neler var? Hepsine elimiz varmasa bile neler olduğunu bilmemiz yararlı olur; olanak buldukça konulara bakar, bilgilerinizi pekiştirirsiniz! deyip çıktı. Seyfi Çaçur Öğretmen çıkınca her kafadan bir ses çıktı:
- Bunları doğru dürüst okumadıksa suç bizim mi? Sami Akıncı güldü:
- Suç gelin olmuş, kımse yüzüne bakmamış! Bunu hangi öğretmen söylemişti? Fikret Madaralı, Ahmet Gürsel öğretmenler anıldı, ama kimse kesin döylediğine inanamadığından bu kez Sami’ye sorulmaya başlandı:
- Kimdi kimdi? ”Sami doğrusunu ben de bilmiyorum, o nedenle size sordum! derken Seyfi Çaçur Öğretmen geri geldi. Gülerek:
-Demin size 4. sınıfların konularını okumuştum. Bitti sanmıştım, meğer bitmemiş dikkatli bakmamışım. Çevremizdeki canlı-cansız varlıklar bölümünde çok önemli konular varmış; dinleyin! ”deyip okumasını sürdürdü: Bitkiler, Hayvanlar! Hayvanlardan bize yakın olanlar: Koyun, keçi, sığır, At, tüm kümes hayvanları, suda yaşayanlardan balıklar. Bunların besin değerleri, yapıları, çoğalmaları, yararları, bakımları çevremizdeki çeşitleri, nelerinden nasıl yararlandığımız. (Etinden, sütünden, gücünden yararlandığımız hayvanlar)Bize zararı olan hayvanlar. Madensel besinler: Su, tuz, ilaç. Başlıca besinler (Pişmiş-pişmemiş) Sindirim olayı, Sindirim aygıtı, dişler, (Yapılarına göre adları)mide, barsaklar, pankreas, karaciğer. Besinlerin kana dönüşmesi: Bedenimizdeki kanın dolaşımı, yürek, damarlar (Toplar-atar damarlar) Büyük-küçük dolaşım. Kanım içeriği, alyuvarlar, akyuvarlar. Hava ve Solunum. Hava, Havanın önemi, Solunum, Mikroplar. Sağlığımızı nasıl koruruz: Alınan besinler, Temizlik, Dinlenme, dengeli oyunlar, Giyeceklerimiz, Kazalardan korunma, Hastalıklardan korunma, : Aşılar: Setfi Çaçur Öğretmen gülümseyerek: ”İşte şimdi bitti, 4. sınıflar. Buna da bitti diyemeyiz. Çünkü bir çok maddeyı atladım. Sanırım bunları bir daha gözden geçireceğiz. Müdür Bey kendi dersi açısından bunları çok önemsiyor! ”dedi. Öğretmen saatine baktıktan sonra: “5. Sınıfı gelecek derse bırakalım. Bakalım okuduğumuz konulardaki yerimiz nerededir, onu yoklayalım! ”deyip gülümsedi. Elindeki yazıyı açarak “Gündüz Gökyüzünde neler vardır? söze buradan başlayalıp deyip Emrullah Öztürk’e işaret etti. Emrullah çok ağır hareketlerle sanki zor ayaklanmış gibi kaltı:
-Güngüzleri gök yüzünde güneş bulunur! deyip sustu. Öğretmen bizim tarafa baktı. Öğretmenin hemen yanında oturan Bekir Temuçin parmak kaldırdı. Öğretmen konuşmasına izin verince Bekir: “Gece ya da gündüz farketmez her zaman olan herşey gündüz de vardır ama biz, güneş ışınları nedeniyle göremeyiz! dedi. İsmet parmak kaldırdı:
- Yağmurlu havalarda gök yüzünde bulutlar olur! deyince Seyfi Öğretmen gülümseyerek:
- O kadar mı? Kimi zaman da kuşlar uçmaz mı? deyince bu kez İsmet:
-Evet öğretmenin kimi zaman da tam biz bakarken uçaklar geçer! deyince öğretmen:
- Bunlar ayrıntı, gelip geçici nesneler. Bulunduğu kastedilenler, yer değiştirmeyen kalıcı varlıklar! deyince bu kez de İsmet:
- Öyleyse gezegenleri de saymamamız gerekecek! Seyfi Öğretmen:
- Ah işte ben sözü oraya çekmek istiyordum. Gezegenler üstüne bilgimiz var mı? Samı Akıncı parmak kaldır, 9 gezegen olduğunu anlattı, beşinin adını söyledi. Ötekileri anımsayamadı. Öğretmen bizlere bakarak sordu. “Bilen var mı? ”kimseden ses çıkmayınca kendi söyledi: Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jübiter, Satürn, Uranus, Neptün, Plüton. Olarak sıraladı: “Böyle sıralanmasına karşın büyüklükleri bakımından değişirler; Jübiter en büyüğüdür. Dünyamız, büyüklük bakımından küçüklerinden sayılmasına karşın yaşamsal olarak tek değerli olanı dünyadır. Gerzegenlerin adlarını bilmek de yetmez; bunların güneşin çevresinde nasıl gezdiğini anlatabilmek önemlidir. Biliyorsunuz dünyamızın da gezegeni vardır, ay. Gezegenlerin güneş çevresinde gezişini, buna karşın ayın da dünya çevresinderki dolaşmasını çocuklara kavratabilirseniz takvim denilen karışık olayı çözmüş olursunuz. Çünkü zaman ölçüleri bu dolaşımlardan çıkmıştır! dedi gene bize baktı:
- Ama nasıl diye önce hepimize sordu, sonra da Yakup Tanrıkulu’ya bakarak gene aynı soruyu sordu:
-Ama nasıl? Yakup gece-gündüz olayını anlattı, az duraksadı, gülümsedi. Seyfi Öğretmen de gülümseyerek:
-Anladım! dediktenten sonra sıra ile Emrullah Öztük’ü, Ahmet Güner’i, İdris Destan’ı, Sefer Tunca’yı kaldırdı. Arkadaşlar sıra ile kalkıp oturdular. İsmet, Bekir, Sami Akıncı parmak kaldırdı. Öğretmen Bekir Temuçin’i kaldırdı. Bekir Temuçin:
- Yakup arkadaşın anlattığı gibi ayın dünya çevresinde dönüşünü bir gün olarak sayıyoruz. İşted dünyanın da güneş çevresindeki dönüşünü bir yıl olarak adlandırıyoruz! derken zil çaldı. Öğretmen:
- Değil mi? diye gülümsedi. Arkasından da:
- İşte bir ilkokul dersi yaptık. Siz bunları yaşamınızın büyük bölümünde yapacaksınız. Buradan öğrenerek çıkarsanız işiniz kolaylaşacak. Öğrenmeden çıkanlar bir süre bocalayacaklar, sonra sonra öğrenecekler. Ama orada öğrenmek onlara pahalıya patlayacak. Çünkü işin içine o zaman bir onur sorunu girecek. Bunu da anımsatmış olayım; benden söylemesi! deyip ayrılı. Arkadaşlar ufuldanırken Müdür Beyin dersini anımsatmak için çıktığımda Eğitimbaşı bizim dersliğe geliyordu beni çevirdi, birlikte dersliğe girdik. Önce: “ Hepimizin birer kağıt çıkarmamızı söyledi. Kağıt şeklini soranlar oldu. Eğitimbaşı şekilsiz olabilir, hatta defterlerinizin bir kenarına da yazabilirsiniz. Okula kaydınızı yaptırırken hiç biriniz ilkokul diploması vermemiş. Diploma yerine verilen kağıtlar bugüne dek geçerliydi ama buradan diploma almanız için o diplomaların kesinlikle verilmesi gerekir. Onlar olmadan diploma hazırlamak olası değil. O nedenle önümüzdeki tatilde ne yapıp edip diplomalarınızı alıp getirmek zorundasınız! ”Mehmet Yücel sordu:
- Tatil mi var efendim? Eğitimbaşı güldü:
- Bilmiyor musun? Her söze bir kulp takan sen, bunu nasıl duymadınn? deyince arkadaşlar güldü. Mehmet Yücel özür diledikten sonra:
- Siz beni yanlış tanıdınız galiba! deyince Eğitimbaşı:
- Arkadaşların sözümü gülerek karşılayıncaya dek benim de öyle bir kuşkum vardı ama onlar gülüşleriyle onaylayınca doğru konuştuğuma iyice inandım. Ancak benim söylediğimin hepsi eleştiri olarak alınmamalı, şakalar, gülmeceler de bu sözün içinde vardır, üzülme! dedikten sonra, sözünde düzeltme yaptı:
-“Hepiniz dedim ama birkaç istisna var onlar yazmasın! ”dedip 7, 15, 16, 42, 66, 70, 76, 77, 78 numaralar yazmasın, onların diplomaları verilmiş! ”deyip güldü. Bu kez de:
- Ben ilk açıldığında Kızılçullu bulunmuştum. Orada da sizin gibiydi, okula ilk gelen sınıflar böyle oluyor. Orada da yarıdan çoğu ortaokullardan gelmişti. Ortaokul 3. sınıftan bile gelen olmuştu. Sizin de neredeyse tamamınız ortaokullardan dönmüş. 29 kişiden 20’si ortaokulu denemiş! dedi. Eğitimbaşı ayrılırken de:
- Müdür Bey bugün derse gelemeyecek, sessizce öteki derslerinize çalışırsınız! deyip ayrıldı. Eğitimbaşı çıkınca bir gürültü koptu: “
-Hani sen ortaokula gitmemiştin? Ben, İsmet’e şaştım; ben mi sormadım, o mu sakladı? Aramızda bu hiç konuşulmamıştı. Ayrıca Sami’nin ortaokula gittiği aydınlığa çıktı ama kaçıncı sınıftan geldiği anlaşılamadı. Oysa o, hep inkar etmişti. Nedense bu kez de kimse Sami’nin Ortaokuluna gittiği konusuna değinmedi. Ortaokullular takımı birbirlerine kaç yıl devam ettiği tartışmasına kalkıştılar. Hemen hemen herkes, bu yıl kayıt olduğunu, okul açılınca da buraya geldiğini söyledi ama takılmalar sürdü. Bu kez de Mehmet Yücel konuşanlara çıkıştı:
-Beni kızdırmayın, kimin ne kadar ortaokulda kaldığını dosyalarınızdan öğrenirim. Okuldan aldığınız kağıtlarda bunlar yazar: “Okulumuza şu tarihte kayıt yaptıran……… şu tarihte ayrılmıştır! ”derBu iki tarih herkesin foyasını açığa çıkarır. Bu kez Mehmet Yücel’le çıkışanlar oldu:
- Her şeye kulp takıcı, bunu yapınca ne kazanacaksın? İsmet kendisinbin ortaokula yazılmadığını, dosyasına bu kağıdı Mehmet Yücel’in koymuş olacağını öne sürdü. Mehmet Yücel okula girdiğimiz günden beri ortaokula gittiğini, sınıfta kaldığını anlatırdı. İsmet bunu anımsatmak için:
- İskelet kendisine arkadaş bulmak için bizim dosyalarımızı karıştırmıştır! Bu kez de Mehmet Yücel:
- Dosya karıştırmak o denli kolay olsa Sami Akıncı kendi dosyasını düzeltirdi baksana bu güne dek söylediğinin tersi ortaya çıktı! Sami Akıncı gözünü kırparak baktı:
- Kulp takıcı adı sana yakıştı! Bir süre bu söz ortalıkta gezdi. Mehmet Yücel, tatili anımsatınca konu birden değişti:
-Tatil ne zaman? Bu kez de olasılıklar başladı 23 Ocak Cumartesi tatile çıkabiliriz! Önce bir sevinç çığlığı, arkasından da “Olmaz, olmazlar! ”Öğle yemeğine tatil konuşarak indik. Yemekte Hikmet Özmen Öğretmen, öğleden sonra derslikte toplanmamızı duyurdu. Ben bu habere sevindim. Ne var ki masadaki arkadaşların çoğu bozuldu:
- Dört saat Tarım dersi dinlenir mi? Bilmeden, salt arkadaşları yatıştırmak amacıyla olasılıklar öne sürdüm:
-Tarımdan çok, Tabiat Bilgisi konularını tekraralayabiliriz! Tüm öğretmenlerin yaptığını Hikmet Öğretmen neden yapmasın? Neyse bugün yemekler güzel çıktı: köfte, pirinç pilavı, üzüm hoşafı. Hilmi Altınsoy:
-Tatile çıkınca anama hergün hoşaf yaptıracağım! Yusuf takıldı:
- Ananın başka işi yok mu ki, her gün hoşaf pişirsin, bir tencere doldurur günlerce yersin! ”deyince Hilmi sinirlendi:
- Yahu çocuk, sen de Mehmet Yücel gibi her şeye kulp takmaya kalkışıyorsun. Anam nasıl yaparsa yapsın, oğlunun önüne üzüm hoşafı getirecek ya, önemli olan o! Herkes tatilde yemek istediklerini saydı döktü. Ben kahvede oturacağımı söyledim, bolbol çay içtiğim için hoşaf istemem, ama bol bol kabak tatlısı yiyeceğimi söyledim. Daha önce de çok konuşmuştuk. Arkadaşların kendi ürünleriyle benim kadar ilgisi yok. Ya da aileleri tek düze çiftçilik yapıyorlar. 8 kişilik masada, evinde kabak yiyen yok. Karpuzdan tek ben söz ediyorum. Turşu sozü geçince yuzume bakıyorlar. Bağdan, bostandan arıdan, sebze bahçesinden, koyundan, keçiden, meyve aşısından, meyve kurusundan konuşan ben oluyorum. Tatile gidince kavun yiyeceğim, deyince yüzüme bakıyorlar:
- Şimdi kavun olur mu? Neden olmasın? Kışlık kavun diye kalın kabuklu bir kavun var, ondan buğdan yığınlarının üstüne ters koyunca mayıs ayına dek kavun bekletilmektedir. Ocak, şubat, mart aylarında üzüm bile bulunmaktadır: “Papas karaları uzun süre bekler! ”diyorum:
-Şaka ediyorsun! deyip gülüyorlar.
Derslikte bir süre Hikmet Öğretmeni bekledik.
Öğretmen gelince nöbetçi olduğu için geciktiğini açıkladı. Benim daha önce öne sürdüğüm olasıklık gerçek oldu. Öğretmen: “ İlkokullarda Tarım-İş dersinin uygulama alanını, uygulama yöntemlerini birlikte gözden geçirelim! ”. Deyip elindeki dergiyi açtı. Önce Tarım-İş dersinin amaçlarını okudu. .
Amaçlar:
1-Öğrenciye, içinde bulunduğu yaşamdan daha üstün bir düzeye ulaşma gereksinimini duyurmak, gelecekteki yaşamını bu uğurda çalışarak sürdürme bilgi ve becerisini kazandırmaki
2-Daha güzel bir yaşam kurabilmesi için çaba göstermesi gerektiğine, bunu kendi gücü ile sürekli çalışarak yapabileceğine inandırmak.
3-Öğrenciye, çevresinde bulunmayan, buna karşın iklim koşullarına uygun yerlere yetişen ürünlerin denenmesi fikrini aşılamak; bu uüurda örnekler gösterip, cesaretlendirmek.
4-Çevresindekilerle amaç birliği edip: “Bir elin nesi var? iki elin sesi var! ” Atasösü uyarınca işbirliği (Güçbirliği )yapma fikrini uyandırıp yardımlaşma alışkanlığını kazandırmak.
Öğretmen: “Bu amaçlar doğrultusunda ilkokullarda çocuklarla küçük çalışmalarla başlayıp, özellikle okul bahçelerinde küçük denemelerin yapılabileceğini, nitekim bunu yapan, bu konuda başarılı sonuçlar alınmış okullar gördüğünü anlattı. Bize de sorular yöneltti. Ben de köyümüzdeki okul bahçesine diktiğimiz fidanları anlattım. : “Şimdi o fidanlar kocaman ağaç oldu! ”deyince arkadaşlar güldü. Onlar gülünce öğretmen baktı. Yusuf Asıl: “Bizimkiler henüz çok küçük! ”deyince bu kez de öğretmen güldü: “Sizler de ağabey olunca büyüyecekler, merak etmeyin! ”dedi. Bu kez de bana bakarak: “Değil mi? ”diye sordu.
Öğretmen daha sonra bizim hazırlıklı olmamız gereken önemli noktaları anlattı: “Burada öğrendiklerinizi gittiğiniz yerlerde, içinde bulunduğunuz koşullar ölçüsünde uygulayacaksınız! ”dedikten sonra Tarım-İş konularını özet olarak anlattı. :
1-Çevrede yetişen ürünler(Buğday-mısır-pamuk-tütün-kavun-karpuz v. b. )
2-Çevrde yetişen hayvanlar: (At-eşek-sığır-manda-koyun-keçi-kümes hayvanları)
3-Çevremizdeki ağaçlar, türleri(Ormanlar varsa. )
4-Çevremizde arıcılık-İpek böcekçiliği
5-Tarımda kullanılar araçlar. (Karasaban, pulluk-traktör v. b. )
6-Ürünlerin alım-satım durumları( Varsa, Birlikler-Kooperatifler-Fabrikalar)
7 –Fabrika-değirmen-mandra (Varsa kullanılan tezgah , su dolapları)
Öğretmen bunları saptayıp yeri geldikçe öğrencileri gezdirerek bilinçlendirirseniz, Tarım-İş dersinin onamli bir bölümü amaca ulaşmış olacaktır. Bunun için de önce siz bu konuda duyarlı olmalısınız. Bizim dersimizle ilgili söylenecek sözlerin özeti budur. Birkaç ders bu kitapçığı okuyup özetlersek, bu arada sizlerde burada öğrendiklerinizi belleğinize havale etmeyip notlar alırsanız, kuracağınız uygulama bahçenizde bilinçli işler yaparsınız. Zaten mevsimi gelince birlikte yapacağımız bir çok işimiz var. Onları da dağarınıza alınca kimseye gereksinim dulmadan işlerinizi göreceksiniz! ”dedi. Öğretmen masasındaki kitaplarını toplarken arkadaşlar Edirne Fidanlığına gidecek miyiz? ”diye sordular. Öğretmen : “Evet ya, Edirne Fidanlığı, Türkgeldi, Sarımsaklı Çiftlikleri, İnanlı Deposu, İnceleme programımızda var, hele bir mart gelsin, onları konuşmaya başlayacağız. Nisan-mayıs aylarında da uygularız! ”deyip ayrıldı. Öğretmen gidince büyük bir sevinç koptu. Bu arada Tekirdağlılar, Tekirdağ Şarap fabrikasının da gezilmesi gerektini öne sürdüler. Bir süre bu tarşıldı. Gizli gizli şarap içip sarhoş olacağımızdan korktukları için oraya götürmedikleri öne sürüldü. Gene de sevinçler kısa sürdü:
-Köylerde öğretmenlik mi yapacağız yoksa bahçelerde mi çalışacağız? ”sorusu soruldu. Verilen yanıtların hemen hemen hepsi, az önce derste Hikmet Öğretmenin verdiği iyimserliğini süpürtüp götürdü. . Genellikle söylenen söz:
- Ben babamın bahçesindeki meyveyi, tarlasındaki ağacı tanımıyorum gidip okulda bahçe mi bakarım adama? gibi anlamsız sözlerdi. Sami Akıncı gene başını kaldırdı:
- Ya bu deveyi güdersin, ya da bu diyardan gidersin! dedi. Bekir Temuçin hemen düzeltme yaptı:
-O söz, öyle değil böyledir: “Ya bu deveyi gütmeli ya bu diyardan gitmeli! ”Sami güldü: “Kuzum, sen haklısın ama sen genel anlamını söylüyorsun, ben sözü kişiye indirgiyorum. Bu işi kim yapmazsa ya da yapmam diye diretirse o işi bırakmak zorundadır; bırakmamakta direnirse tutup kulağından atarlar! ”İsmet söze karıştı: “Kulağından tutmak! ” da bir deyimdir. İsmet’in deyim sözü az önceki sözü ortaya getirdi: “Ya bu deveyi gütmeli ya bu diyardan gitmeli! ” Deyim mi Atasözü mü? ”Neyseki Sami tartışmanın uzamasını önledi, o: ” Deyim! ”deyince konuşanlar sustu. Bu kez de Mehmet Yücel: “Günlerdir düşünüyorum, bulamadım: “Eşşeğin ölümü arpadan olsun! ”sözü deyim mi yoksa Atasözü mü? Herkes Sami’ye baktı. Sami, bu sözü hiç duymadığını söyledi. İsmet Atasözü olarak açıkladı. Tartışma biçiminden çok anlamı üzerine dönüştü. Mustafa Saatçı işi Almanca’ya döktü Der Esel, dedi arkasını getiremedi arkadaşlara sordu. Almanca olarak ölümü kimse bilemedi. Yemek zili çalınca tartışma kesildi. Yemekte bu kez sorular bana yöneldi. . ”Atın ölümü arpadan olsun! ” sözünü kesin bilerek değil kendi mantığım yoluyla deyim olarak adlandırdım. Nerelerde nasıl kullanıldığına da örnek verdim. Söz gelimi bizim kahvede bu çok kullanılan bir deyimdir. Birileri gelir çay ya da kahvelerini içerler, sigaralarını yakarlar. Az sonra bir başkası gelir, sevinçlidir, kahvedekilere çay ısmarlar. Böyle üstüste içilen çay ya da kahveden sonra konuşanlar, çok içmekten yakınırken ya da eleştirilirken verilen yanıt: “Atın ölümü arpadan olsun! ”olur. Böyle söylenince Atasözlerinde olduğu gibi geçmişten gelen bir öğüt söz konusu değildir. Ancak söz eğer: “Atın ölümü arpadan olur! ” biçiminde genel bir anlama sokulursa o zaman Atasözü özelliğine kavuşur. Sözün . Almanca’sını Orhan’la kurmaya kalkıştık ama yaptığımızı biz de beğenmedik. ölümle ilgili tek sözcüğümüz ölmek. Onun değişik zamalarını ya da takılarını bilemediğimiz için söylediklerimize kırılasıya güldük. Böyleyken Hilmi Altınsoy arkadaşımızdan çok beğeni sözleri dinledik. Orhan’la ben çok zeki, çak çalışkanmışız, ilerde biz yüksek makamlara çıkacakmışız. Yükseğe çıkma deyimini değişik olarak kullandık. Örneğin içimizde en yükseğe çıksa çıksa Mustafa Saatçı çıkacak. Çünkü arkadaş hem İmam hem de Hafız, kesinlikle bir gün minareye çıkıp ezan okuyacaktır. En yüksek yerler minarelerde olduğuna göre onu bizim gireceğimiz yerlerin yüksekliği geçemez! ” Hilmi hem güldü hem de kendini kutladı: “İşte gene zeki olduğunuzu gösterdiniz! ”dedi. Bu kez de Hilmi bana: “Abi sen de benim gibi köylü çocuğusun, köyde doğmuş köyde büyümüşsun: Söylediğine göre annen ölmüş. Öyleyken sen konuşurken hep anne, diyorsun, sağlığında sen annene anne mi diyordun? ”Az düşündüm köylerde tüm çocuklar annelerine ana derler. Hilmi konuşmalarda böyle diyor. . Gerçekten ben, annemin sağlığında ne dediğimi tam anımsamıyorum ama desem desem gene ana demişimdir. İki ablam da annemden söz ederken ana derler. Öyleyse ben neden anne diyorum? İşin ilginci evde ablamlarla annemden konuşurken onlar anam derler de sözü bana döndürünce annen, derlerOnların anası, benim annem. Bunu bir nedeni vardır ama bunu inandırıcı olarak Hilmi’ye hemen söyleyemem. Madem ki Hilmi beni zeki bulşuyor ona inanacağı bir yanıt buldum. Hilmi’ye sordum: “Sahiden bunun nedenini öğrenmek istiyor musun? ”Hilmi: “Merakla beklediğini söyleyince: “Annemi çok sevdiğim için onun üstüne toz kondurulsun istemem. İlkokula giderken daha çevremdekilere baktım, her kes ana diyor ama tartışırken, kavgalarda karşılıklı analarına küfür de ediyorlardı. Sürekli kahvede olduğum için büyüklere baktım onlar da sürekli küfür ediyor, küfürlerin çoğu hep ana üzerine; anası…. anası şöyle…. anası ne ki? …. Dikkat ettim, hiç kimse anne sözünü etmiyor. Kırklareli’deki, Müderris Amcama gittiğimde onun oğlu benden küçüktü ama yengemenin çevresinne anne anne, diyerek dolanıyordu. İlkokul 4. sınıfa başladığımda Münevver Öğretmenle karşılaştım, çok sevecen bir öğretmendi. Bir gün bana: “Senin anneni görmek istiyorum, okula gelebilir mi? ”diye sordu. Annemim öldüğünü söyleyin birden çok üzgün bir sesle: “Vay anneciğim, çok üzüldüm, bilmiyordum. Sen artık büyümüşsün, seninle de konuşabilirim! ”deyip beni okşadı. Münevver Öğretmenin : “Vay anneciğim, sözü beni etkiledi. Ondan sonra ben ana sözü etmedim. Kiminle konuşsam annemden söz ederken anne, dedim. Köyde bu uzun süre konuşuldu. Okula gittiğim için öyle dediğim sanıldı. Öysa Münevver Öğretmenin etkisi oldu ama asıl neden küfürlerdi. Ana olarak düşünseydim, analı küfürlerden etkilenecektim. Ne ilginç, şimdiye dek anne sözü ile dürümlenmiş küfür duymadım. Böylece anne diyen insanlar annelerini olduğu gibi başkalarının annelerine de saygı gösteriyorlar. Oysa köydeklilerde böyle bir saygı yok! ”Hilmi dinledi, dinledi:
-Sen şimdi beni, anamı sevmemekle mi suçluyorsun? Anlattığımın tümüyle benim düşüncem olduğunu, Anne ile ana arasında bir fark olmadığını ama söylem olarak biri değişik bir halk katmanında daha saygın durumda, onu belirtmeye çalıştım! dedim. Hilmi gene anlayamadı:
- Anana küfretseler! demeye kalmadı yapıştırdım:
-Onu söyleyenin ağzını yırtarım. Onu asla dedirtmem. Benim söylediğim, çevremdeki insanların bir birine söyleyişlerindeki rahatsızlıktır. Hiç tanımadığım kimseler analı avratlı konuşmalar yapınca onlara bile kinle bakarım. Biri bana böyle söz söylese, söylecek söz bulamıyorum ama ikimizden biri mevlasına kavuşur, sanıyorum! Bunu söyleyince dinleyenler bir amannn! çektiler.
Derslikte konu aritmetik. Sınıfın yarısından çoğu dört işlem denklemi kuruyor. 1400’ün 7’de 4’ü1200’üm 8’de biri gibi. Ya da İstanbul’a birisi otobüsle 10 saatte gitmiş. Otobüsün saatlik hızı 16 km. olmuş. Dönüşünde bu kez trenle dönmüş. Kondoktöre trenin hızını sormuş kondoktör “Yuvarlak olarak 20 km. demiş. Oysa tren de Lüleburgaz’a 10 saatte gelmiş, neden? Tren yolu asfalt yola göre biraz dolambaçlı. Acaba bu dolambaçlar kaç km? Bunda bile bocalayanları görünce inanamadım. Oysa bu arkadaşlar ortalıkta konuşurken, sözlerine bakılacak olsa İstanbul’a uçarak gidiyorlar. Bana şaka gibi geliyor, basit bayağı kesirlerin, bileşik kesirlerin, ondalık kesirlerin çarpma ya da çıkarmasında durup kalıyorlar. Oysa bunlar 4. sınıflarda öğretiliyor, 5. sınıflar da ise iyice pişiriliyor. Faiz hesaplarından hiç haberi olmayanları görünce gülesim geldi. Oysa biz cebir problerini arkada bırakmış, 2 bilinmeyenlileri çözmüş, bu tür denklemlerin toplamasını çıkarmasını yapmış trigonometrenin kapısını aralamıştık. Ben o zaman çalışırken küçümseyerek bana bakanların şimdiki durumlarına üzülüyorum. Bunkar kesinkikle şimdi de öğrenemeyecekler. Konular üstüste gelince öğrenme zaten zorlaşmaktadır. Şimdilerde hangi birini çalışacaklar? Bakıyorum da probleri çözenler zaten bu konuları bilenler, Bekir Temuçin, İsmet Yanar, Mehmet Yücel. Ahmet Güner, Ali Önol, Fettah Biricik, Salih Baydemir, Abdullah Erçetin, Emrullah Öztürk, Kadir Pekgöz, Yakup Tanrıkulu, Hilmi Altınsoy gene dinleyici, Duramadım söze karıştım:
-Biriniz tahtaya kalkıp, söylenenleri tahtada yapsın, siz de defterlerinize geçirin! Bir ikisi birden:
-Sonra öyle yapacağız! dediler. Oysa az sonra yat zili çalınca , herkes kalkıp gidecek. O öğrenildi sanılan işlemler gene uçacak. İsmet bana göz kırptı:
-Bizim öğrettiklerimiz kolay unutulmaz, biz modern yöntemlerle öğretiyoruz! dedi. Ben de :
-Siz modern yöntemle öğretiyorsunuz ama onlar da daha modern dalgınlıkla çabucacık unutabilirler. Öğretmenin moderni varsa unutmanın da moderni vardır! Tartışma açılamadan yat zili çaldı. Sanırım, birileri bana yanıt vereceklerdi.
Yatınca birden üzüldüm; ne güzel matematik çalışıyordum. Ahmet Gürsel Öğretmen gitti benim çalışmam da bitti. Yaptığım doğru mu yanlış mı? diye bir süre düşündüm. Yanlış olduğu kanısına vardım. Kendi kendime daha önce yaptıklarımı tekrarlasaydım, hiç değilse bildiklerim köklü olarak aklımda kalacaktı. İlerleyemesem bile bildiklerim işime yarardı. Ahmet Gürsel Öğretmene mektup yazmaya karar verdimAmacım hatırını sormak saygılarımı sunmak olunca belki karşılık verir. Belki de eskiden olduğu gibi gene , “Problem sorabilirsin! ”der. O zaman birer ikişer yazıp sorarım. Düşündüğüm aklıma iyice yattı. Muhasebeci Hikmet Özsan Ahmet Gürsel Öğretmenle mektuplaştığını söylemişti. Adresi ondan alabilirim. Birden sevindim; sanki yazdım, olumlu yanıt aldım, dilediğim oldu, gibi öbür tarafıma dönüp uzandım. Lise 1. sınıf Cebir-Geometri kitaplarım var. Onlardan başlayıp kolaylarında bir süre kendimi alıştırıp giderek zorlara yönelirim. Önümüzdeki tatil bu açıdan işime yarayacak. Son olarak esnerken: “Gel tatil gel! ”dediğimi anımsar gibiyim. .
20 Ocak 1943 Çarşamba
Bekir Temuçin matematik çalışacakları ivedi olarak dersliğe çağırdı. İdris Destan karşı çıktı: “Ne o gece uyuyamadın mı yoksa? dedi. Kadir Pekgöz hazırlanmış, İdris’i payladı:
-İstemiyorsan gelme? Bekir susmadı:
- Hahahaha, şunlara bak , ben gelmezsen ne yapabilirsiniz ki? Araya girenler oldu, Arif Kalkan Bekir Temuçin’in koluna girip götürdü. Halil Basutçu, İdris Destan’ı gözetleyenlerden biri, o da İdris’i alıp gitti. Hilmi Altınsoy, Abdullah Erçetin ortak çalışma sözü verenlerden olmasına karşın ağırdan alıyorlar. İsmet de onlara çattı:
- Tembeller mi şişman olur, şişmanlar mı tembel? diye sorunca ikisi birden parladılar. Bu kez de ben İsmet’i alıp görürdüm. Gersliğe gidenler orada da anlaşamamışlar. Tahta başında birkaç kişi, o mu olsun, bu mu olsun? Tartışmasına kalkışmışlar. Öteki arkadaşlar gelince zaten iş iyice karıştı. Sami Akıncı:
- Kuzum ben size çalışmayı önerdim ama bunu sabahlara sıkıştırmayalım. Boş derslerimiz var, cumartesi, pazar günlerimiz var! ”deyince arkadaşlar yerlerine oturdu.
Kahvaltıda Hilmi Altınsoy matematikten söz edilmemesini tembihledi:
-Beni seviyorsanız matematik sözü etmeyin, iştahım kaçıyor. Biliyorsunuz zaten rahatsız biriyim, iyice kötüleşirim! deyince onu haklı bulduk; başka konulara takıldık. Yusuf oyunlardan söz etti. Okulu bitirince oyun bilmeyen arkadaşların köylerine gidip onların öğrencilerine oyun öğretecekmiş. Onun bu becerisini görecek yetkililer onu, köy okullarının Milli Oyunlar Uzmanı olarak atayacakmış. Mehmet Aygün:
- Asla köyüme almam, boşuna umutlanma, benim köyümde kollarını kaldıran erkeklere KÖÇEK deyip alay ederler. Onların böyler diyeceği birini ben arkadaş olarak söylersem beni de küçük görürler! ”dedi. O böyle deyince ben de: “Matematikten söz etmemek üzere sözleştik ama bir söz olarak matematik demek zorundayım, doğru dürüst dört işlemi yapamayan öğretmene saygı duyacak senin köylüler, ben oyndığım için bana köçek diyecekler, öyle mi? Arkadaşım sen köylülerini tanımıyorsun, tüm köylüler bir birine benzer. Onlar söz olarak ileri geri konuşur ama kendilerinin yapamadığını başkaları yapınca ne olursa olsun ona saygı duyar. Köçek dediklerine oyun oynadıkları için değil köçek oldukları için öyle derler. Gerçekten öyle insanlar vardır, düğünlerde, bayramlarda para karşılığı oynarlar. Onların tavırlarını beğenmedikleri için köylüler onları küçümsediğinden öyle derler. Yoksa kalkıp düzgün bir oyun oynayanı zevkle izleyip saygı duyarlar. Eğer öyle olmasaydı, Hasanoğlan’na gelen ekiplerde gördüğümüz 30 dolayında oyunun hiç birisi olmazdı. O oyunlar yurdun en uzak köşelerinden, köylerinden geldi. Ayrıca Okul Müdürümüz okudu, öğretmen olarak çocuklara milli oyunları öğretmek köy öğretmenlerinin görevleri arasında. Salt öğrencilere değil köy gençlerine de öğretmemiz isteneceği eğitimbaşımız bizim derslikte söyledi. Bunu unutmuş olamazsın! Hiç değilse Hidayet Gülen Öğretmeni anımsayalım, yarım da olsa bize gösterdiği Sarı Zeybeği uzun süre konuştuk. ”
Mehmet Aygün sözünü çevirip, şaka söylediği öne sürdü ama ben sözyleyeceğimi söylemiş oldum:
- Bizim sınıf arkadaşlarımızın çoğu, Mehmet Aygün’ün şaka söylediğini ciddi olarak düşünmektedirler.
Ahmet Kun Öğretmen elinde bir kitapla geldi. Matematik kitabı olacağını düşündüğümden adını öğrenmek için dikkatlice baktım ama kitabı ters olarak masa üstüne bıraktı. Gülümseyerek:
-Ne var ne yok? deyip gözlerini üstümüzde gezdirdi. Emrullah’a:
-Senden başlayalım! deyip baktı. Emrullah öğretmenin tavrına bakmadan yarı kalkarak:
- Ben çalışamadım öğretmenim! dedi. Ahmet Kun Öğretmen:
-Aman aman, dur; ben senden çalışıp çalışmadığını değil, nasılsın, sağlığın iyi mi? diye soracaktım. Niyetim, sağlığınız, sabrınız yerindeyse zevkle bir ders yapalım, diyecektim. Ama olmadı, sen beni daha baştan susturdun! deyince Bekir Temuçin, İsmet Yanar, Sami Akıncı, Mehmet Yücel arkadaşlar:
- Arkadaşın kusuruna bakmayın öğretmenim biz hazırız, bize sorun! dediler. Ahmet Kun Öğretmen bir süre öyle durdu, bu kez Sami Akıncı’ya: “Bir ölçü tutturmak için değil, bir fikrim olsun diye öğrenmek istiyorum, geçen ders yılı Ahmet Gürsel Öğretmen yıl sonuna dek derse geldi mi? ”diye sordu. Sami geldiğini söyleyince bu kez de işlediğimiz konuları sordu. Sami bir yıl önce hiç ders görmediğimiz için, geçen yıl, bir önceki konulardan başladığımızı, bir bilinmeyenli birinci, iklinci dereceden denklemler çözdümümüzü, İkinci dereceden bir bilinmeyenlerden örnekler yaptığımızı, kare-küp kök aldığımızı, geometriden de Üçgen, dörtgen, parelelkenar alanlarını, Tales, Öklit, Fisagor teoremlerini öğrendiğimizi, Trigonometriye geçerken derslerin kesildiğini anlattı. Sami'nin konuşmasından sonra Ahmet Kun Öğretmen:
- Dur bakalım! diyerek bize döndü, bir süre yüzlerimize baktıktan sonra: “Arkadaşınız Tales, Tales teoremi, dedi. Nedir bu Tales teoremi? ”Sami el kaldırdı. Öğretmen Sami’le elini indirmesini söyledi. sağıma soluma baktım, kıpırtı yok. Rahatlamış olarak elimi kaldırdım. Öğretmen baktı ama gözlerini üstümden çekti. Sanırım başka parmaklar bekledi. Parmak kalkmayınca bana döndü: “Söyle bakalım! ”dedi. İki Tales teoremi var, ikisini de söyleyeyim mi? ”diye sordum. Öğretmen başıyla işaret etti: “1. Paralel doğrular demeti”deyince öğretmen tahtaya kalkmamı söyledi. Tahtaya altı yatay paralel çizgi çizdim. Onların üstüne de altı tane değişik yönlerde kesen çizgiler indirdim. Kesişen dikey yatay çizgiler arasında bir çok şekil çıktı. Bunlar üçgen, yamuk, paralelkenar dörtgen olarak şekillendi: “Kesişen çizgiler arasındaki şekillerde oran benzerliği vardır! ”dedim. Öğretmen hemen: “Teoremi ıspatlaman gerekecek! ”deyince ben: “Şekil olarak çizdim, ölçülü çizersem ıspatlarım! ”deyince öğretmen gülümsedi: “2. ’yi görelim! ”deyince. Tahtaya bir üçgen çizdim. Bir açının iki kenarı derken öğretmen sözümü kesti: “Onu sonra anlatırsın Fisagor teoremini görelim! ”dedi. Bu kez çizmeye başladığım üçgeni dik açılıya döndürdüm. Dik açının iki kenarını kareye çevirdim. Açı karşısındaki uzun kenarı da noktalarla kareye döndürdüm. Önce çizdiğim iki kare toplamının noktalı kareye eşit olduğunu söyledim. Öğretmen ıspatlayabilecek misin? deyince: “En az üç yolla ıspatylayacağımı söyleyince öğretmen bize birini anlatsan yetecek deyince, üçgenin kenarlarını a-b-c olarak adlandırıp a2=b2+c2 formulüyle gösterdiğimiz alanların köşelerinden bir çizgi çekerek c1-b1-a1 üçgeni çıkar. Bu üçgen bizim dik üçgenimizin eşiyidir. Çünkü bir dik açılı üçgenin dik açıyı oluşturan kenarları eşitse o üçgenler eşittir. Bunu ıspatlamaya bile gerek yoktur. Bunlar doğrudan benimsenmiş postülatlardır. Çizdiğiimiz dik üçgenin hipotenüsü üzerine de ters yönden bir dik üçgen ekleyerek ikinci bir yamuk olutururuz. Bu iki altıgen yamukların alanları eşittir. Çünkü eklediğimiz dik üçgenler eşit alanlardır. Önce ekleriğimiz dik üçgenleri atarız. Arada bir ortak üçgen kalır. Eşit iki sayıdan ya da alandan eşit eksiltme ya da artış yapılınca kalan parçaların da eşit olacağı postülatına göre hipotenüs karesi ile iki küçük kenarların kareleri toplamının eşit olduğunu görürüz! ”Ahmet Kun Öğretmen Sami Akıncı’ya baktı, gülerek: “Sen ne diyorsun, doğru mu? ”dedi Sami gözlerini yumarak başını salladı biraz kısıkça bir sesle: “Doğru! ”deyince Ahmet Kun Öğretemen: “ Öklitleri de geri bırakalım, da ha zamanımız olacak! ”dedi. Bu kez Sami Akıncı ‘ya gel sen de bize cebir durumumuzu anlat. ! ”dedi. Sami, kare köklerden örnek verdi bir bilinmeyenli x’li bir denklem kurdu. Küp kökü için sayı yazarken Sami’yi durdurdu. Gene bana dönerek:“Geçen derste yanlış anlamadımsa üç bilinmeyenlere dek geldik demiştin, idoğru mu bu? ”diye sordu. Ben doğru deyince gel arkadaşlarına bir örnek gösterelim! ”dedi. Ben kalktım ama gösterecek öyle çok örneğim yok. Ahmet Gürsel Öğretmene kurduğum denkleni anımsadım. Olayı ayrıntılı olarak anlattım: “Hasan Üner, Mehmet Yücel arkadaşlarla Lüleburgaz’da fotoğraf çektirdikten sonra Halkevi bahçesine dönerken Pazar yerinde bir baskül görmüştük. Hasan Üner tartılmak istedi. Ancak Baskülün kenarında bir yazı gördük. : “Bu baskül, 100 kilodan az yükleri tartmaz! ”Hasan: “Ya, falan derken Mehmet Yücel arkadaşımız ikişer ikişer tartılmayı önerdi. Önce Mehmet Yücel arkadaşla ben tartıldım. Sonra da Hasan'laMehmet Yücel arkadaşla Hasan tartıldı. Mehmet Yücel’le ben 135 kg. . Hasan’la ise 130 kg. geldik. Hasan’la Mehmet Yücel 125 kg geldiler. Üçümüz 195 kg. geldik. Pratik olarak üçümüzün tooplamından ikimizinkini çıkarınca kilolarımızı öğrendik.
Üçümüzün 195 kg. Mehmet Yücel’le ben 135 kg. geldik. 195-135=60 Hasan 60 kg. . Hasan’la Mehmet Yücel 125 kg. 125-60=65 Mehmet Yücel. Ben de 70 kg. çıktım.
Ancak ben bunu cebir yoluyla çözmeyi denedim. Bir süre çalışınca buldum. Şöyle:
x+y=135
x +z=130
y+z =125
Üç bilinmeyeni önce ikiye indirmek için x’ı aradım 2. . eşitliği 1. ’den çıkardım. (Tarayarak)
y-z =5. y+z=125, çıkınca bir tarama daha(Toplama) yaptım. –z ile +z eksilince 2y=130 kg. kaldı. Böylece y= 65 kg. buluındu. X=70, Y=65 oluğuna göre onları yukarki denklemdeki sayılara tamamlayan z= 60 sayısı da ortaya çıkmaktadır. O da Hasan Üner’in kilosudur. Ahmet Gürsel Öğretmen o zaman bunu çok beğenmiş, övücü sözler söylemişti. Matematik defterime de bunu böylece yazmıştım! ”
Ahmet Kun Öğretmen hepimize dönerek: “Durumu anladım, konular işlenmiş ama, yeterince temrine zaman ayrılamamış. İki arkadaşınız özel çabalarıyla mekanizmaları kavramış, temrinleri artırarak bilgilerini perçinlemiş. Bu da iyi bizim için. Bundan sonraki çalışmalarımızda umarım bize yardımcı olacaklar. Sizler şimdi, lütfen hepiniz kendinizinin yerini saptayıp hiç değilse o noktalarda tekrarlamalar yapın! ”deyip ayrıldı. Öğretmen ayrılınca beni bir gülmek tuttu. Gülmek de istemedim. Dersimiz Almanca, boş ama derslikte oturacak durumda değilim. Bu dersten sonra Müdür Beyin iki dersi var. Arkadaşlara “(Laf olsun diye) sordum: “İsterseniz Müdür Beyi çağıralım! ”Kimse razı olmadı. Dışarı çıktım, . Resim Odası önünde Talat Ayhan Öğretmen vardı, dersimizi sordu. Boş olduğunu söyleyince sevindi Harun’la iki arkadaş daha çağı, (Gönüllü gelenlerden ) gelin bana yardım edin! ”dedi. Yusuf Asıl, Hasan Üner, Harun Özçelik dördümüz gittik. Talat Öğretmen masalar üstüne yığınla resim kağıdı koymuş, kağıtlara bakıp sınıflarına göre ayırdık, sonra da sınıf listelerine bakarak sıraya koydukKağıtlar, . 6, 8, 9, sınıfların resim kağıtları. Dolap değiştirirken dökülmüş, birileri yerden toplayıp öylece dolaplara tıkmışlar Oldukça azalttığımız bir sırada zil çaldı, Müdür Beyin dersi olduğunu söyledim. Talat Öğretmen Müdür Beyin okulda olmadığını söyledi. Kendisinin de 6. sınıflara dersi varmış, bizi çalışır bırakıp gitti. Benim çok işime yaradı. Yusuf’la Hasan sıkılıp gittiler. Harun’la kaldık, ağır ağır hem ayırdık hem de tanıdığımız çocukların resimlerine baktık. Bir rastlantı Röslein’ın kağıtları elime geçti. Güzel değil ama temiz çalışılmış. Dört kağıdını iyiden iyiye inceledim. Amacım bir bahaneyle kendisine söyleyip lafa tutmak. Arkadaşlarından bir ikisini kağıdına da yan gözle baktım. Aklımca içimdeki kuşkuları açığa çıkarmamak. Sanki hemen öyle rastlantı bakmışım havası yaratmak. Son derste Talat Öğretmen geldi yaptığımız ayırımı derli toplu sıralayışımızı beğendi, teşekkür etti. Dersliğe rahatlamış olarak döndüm. Matematik konusu çoktan bitmiş. Yarnki Türkçe dersinde neler olacağı üzerine olasılıklar öne sürülüyordu. Söz atanlar oldu ama karşılık vermedim. Öğleden sonra gene Resim Odasında olacağımızı bilir gibiydim.
Yemekte matematik dersi konusu açılacak diye düşünmüştüm. Olmadı öyle bir şey. Gene de merak ediyorum, Sami Akıncı ile birlikte, bir rastlantı bugün ondan bile önde görünmem kimileri için çok rahatsız edici bir durum oldu. Bakışlarından bunu rahat anlıyorum da bana yakın davrananların susuşlarını değerlendiremiyorum. Neyse yemekten sonra beklediğim oldu Röslein’le karşılaştım, durdu Reşat Nuri Güntekin’in Acımak romanını okuyup okumadığımı sordu. Önce okumadığımı söyledim, sonra da acımak sözünü sevmediğim için okumadığımı söyledim. Türkçe öğretmeni okumalarını söylemiş. Böyle okunması istenen kitaplara karşı istek duymuyormuş:
-Okumayı sevmiyorum, galiba! deyince resimleri söyledim. “Resim Odasındaki resimlerini gördüm, çok güzel! ”dedim. Telaşlandı:
-Neden, nasıl gördün? ”dedi. Resim Odasında çalıştığımı, zaman zaman dolaplara baktığımı, bir gün aklıma geldiğinde onunkilere de baktığımı, resimlerinden dört tanesini gördüğümü anlattım. Kendisi de merak ettiğini, bir gün ona da göstermemi istedi. Bunun kolay olmadığını, Talat Ayhan Öğretmenin okulda olmadığı bir sırada olabileceğini söyledim. Çok sevindi. Ayrılınca kendi kendimi sıkıştırdım: “Neden yalan söylüyorum? Doğrusunu söylesem daha iyi olmaz mı? İyiden iyiye yalana kaçtığımı, bunun bana bir şey kazandırmadığını, tersine doğrusu ortaya çıkarsa kaygısının rahatsızlığını duyduğumu, kendime söz vermeme karşın gene yalana baş vurduğumu düşündüm. Derslikte bir süre süzgün süzgün oturdum. İsmet geldi:
- Ne oldu dayı? Bugün şansın iyiydi, sevineceğine üzgünsün! dedi. Matematik dersi için konuştuğunu sandığımdan:
- Benim çalıştığımı biliyorsun, bildiğimi kalkıp söylemek benim için çok önemli değil! ”deyince İsmet:
-Yok dayı, birisiyle konuşmanı söylüyorum, o kız sana bir başka gözle bakıyor, bunu bilmiyorsan bana inan! ”dedi. Buna da sevinemedim: çünkü böyle olmasını da istemiyorum. Ya ne istiyorum? Harun geldi:
- Haydi arkadaş alçı kazımaya! dedi. İkimiz Resim Odasına gittik. Talat Öğretmenle Fahri Tosili Öğretmen geldi. Böyle el işlerini o da çok seviyormuş. Talat Öğretmeni çakı ile küçük oyma işler yaparken görmüş, kendi deyişiyle, takılmış peşine. Onun memleketinde bu işler çok değerliymiş. Memleketini sorduk, “Tosi! ”dedi. güldü: “Tosi de ne ki? ”diyeceksiniz! ”dedikten sonra anlattı, Kafkasya taraflarından gelme bir göçmen çocuğuymuş. Oralarda Tosi adlı bir kent varmış. Önce inanmadım ama içimden de neden olmasın? dedim. Fahri Öğrtmen çok şakacı, güldürmek için böyle bir öykü kurabilir. Gene de haritadan Tosi diye bir yeri aramaya karar verdim. Öğretmenler erken çıktılar. Biz alçı kazıma işini bitirdik. Harun yeni yeni çalışma modelleri düşlüyor. O da, Fahri Tosili Öğretmen gibi oyma işleri yapacakmış. Oymalar üstüne alçı döküp daha değişik modeller çıkaracakmış “. Harun yapar! ”diye düşündüm içimden, ben yapamam; daha doğrusu yapmayı bile düşünemem. Saatlerce akordiyon ya da piyano çalışıyorum da böyle bir işe bağlanıp sürekli çalışmayı düşünemiyorum. İşten kaçtığımdan değil, öteki işlerde de günlerce çalışabilirim. Ancak oturduğum yerde, çakıyla ya da benzer bir kesiciyle kalem açar gibi çetiklemeyi aklım almıyor.
Atölyedekiler geldi, yapılacak yeni inşaatların planlarını incelemişler. Mart gelince inşaatlara başlanacakmış. Yatakhanelerin üstüne 2. bir kat daha çıkılacakmış. Yemekhane yeniden yapılacakmış. Konuşulanları duymazdan geldim. Benim çalışma hevesim çok kırıldı. Beni çalışmaya heveslendirenler besberll ki Naci İnan, Hamdi Bağ, İrfan Evren Öğretmenlermiş. Onlar gidince atölyeye gitme isteğim giderek söndü. Geçen dört yılda bir gün bile atölyeden ayrı kalmamama karşın şimdilerde sıvışmak için bahane gözlüyorum. Böyle düşünüyorum ama bunu kimseye söylemiyorum. Biliyorum ki çevremdekilerin çoğu ilk günden beri benim şimdiki durumumdaydı. Üstelik onlar bu kaytarma isteklerini bağıra çağıra söylüyor, bundan özel bir zevk aldıklarını da saklamıyorlar.
Bekir Temuçin tahtaya cümleler yazdı: Çalışan kazanır. Öten kuşun eti yenmez. Bakarsan bağ olur. Bir çiçekle yaz olmaz. Yarı şaka yarı ciddi, öğretmen tavırları içinde arkadaşlara soruyor:
-Oğlum Mehmet, Çalışan kazanır, çalışmayan ne yapar? Belli yanıtlar verildi. Mehmet Yücel:
- Çalışmayan, tahtaya kaldırılınca sırık gibi dikilir! Gülenler oldu. Mehmet Yücel, ince uzun boylu olduğu için arada ona bu yakıştırma yapılırdı. Bu sözü o söyleyince hemen karşılık verildi:
-Senin gibi! Sözü Fettah içinci kez tekrarladı:
- Senin gibi!
Bekir bu kez :
- Bakarsan bağ olur, bakmazsan, deyince Mehmet Yücel:
- Bakmazsan bakar olursun, Fettah gibi! Diye ekledi. Bakar sözü geçmiş yıllarda söz konusu olmuştu. Fikret Madaralı Öğretmen ders bitince kapıdan çıkarken soru soran Fettah’a, sorduğu sorunun kısa yanıtını vermişti: “Öküz! ”O söz o zaman yanlış anlaşıldı, günlerce arkadaşlara gülme, Fettah’a ise üzüntü konusu olmuştu. Olayın aslı şöyleydi. Fikret Madaralı Öğretmen Kör Adam adlı bir şiir okumuştu. Arkadaşlar şiiri çok beğendiklerini söylediler. Öğretmen şiirin tamamını yazdırdı. Şiir okundu, açıklandı, sorular soruldu. Ders sonunda öğretmen çıkarken Fettah şiirde geçen Bakardı sözünü bakmak olarak değilde başka bir anlamda kullanıldığını düşünmüş, sordu:
-Öğretmenim bakar ne demek? Fikret Madaralı Öğrtetmen kapıdan çıkmak üzereyken dönüp bakar sözünün başka bir adı olduğunu söylemek için gülümseyerek:
- Sığır, Öküz! ”deyip gitmişti. O günlerde herkese takılan Fettah, bu kez arkadaşların diline düşmüştü. Öğretmen zamansız soru sorduğu için kızıp ona böyle dediğini söyleyip Fettah’ı sindirme yolunu tuttularDaha sonra bakar sözünün, sığır, sığır türü hayvan, öküz anlamı taşıdığı öğrenilmesine karşılık olay zaman zaman dile dolanmıştı. İşte Mehmet Yücel bugün de o olayı anımsattı. Fettah gene kızdı, köpürdü ama hak yerini buldu. Çünkü önce o çattı, hak ettiği karşılığını(! ) da aldı. Çoktandır hemşerisi Fettah’ı korumayan Sefer Tunca bu kez suskunluğunu bozdu. Bekir Temuçin’e: “Bre bacaksız, sana mı kaldı insanlara Türkçe öğretmek, neden böyle çıkıntılar yapıyorsun? ”diye sordu. Bacaksız sözü Bekir Temuçin için en ağır küfür yerine geçiyordu. Sefer Tunca’ya öyle bir baktı, besbelli dişlerini sıkarak: “Bacaklı olmuşsun da n’olmuş yani, bacaklar boş kafa gezdirmekten başka bir işe yaramadıktan sonra! ”deyip yerine oturdu. Sefer sinirli sinirli bakarken Sami Akıncı:
- İşte arkadaşlar bu davranışlarınızdan dolayı birlikte çalışamıyoruz. Öğretmenler çalışın diyor ama, onlar çalışın deyince hep kalkıp bunu söylemek içimden geçiyor:
- Çalışın diyorsunuz öğretmenim ama bizim arkadaşlar birlikte çalışmayı sevmiyorlar! ”diyesim geliyor. Sözü dilimin ucunda zor tutuyorum. İçimden belki değişmişlerdir, bir daha deneyelim! deyip susuyorum. Hep böyle oluyo rbu ama siz arkadaşlarım hiç değişmiyorsunuz. Bakın, az önce arkadaşımız Bekir, daha önce konuşulanlara uyarak birşeyler yazdı. Amacı neydi, sonuç ne oldu? O arkadaş bir daha yardım etmek ya da işbirliği yapmak için ortaya çıkar mı?Fettah savunmaya kalktı:
- Ama o da! derken Sami, ellerini dirseklerinden kırıp avuçlarını yukarıya doğru açarak:
- Bırak Allah aşkına Fettah, senin söz sözlemeye hakkın yok olmadığı gibi yüzün de olmamalı bence. ”Hem kel hem de fodul” durumundasın ama hiç oralı olmuyorsun! Fettah gene konuştu:
- Bütün suç bende mi yani şimdi? Sami:
-Bütün suç sende, diyen yok, bak onu da sen kendine göre değerlendiriyorsun. Ben Fettah adını ağzıma almadım, sen sözlerim arasına kendin girdiğin için sana ek olarak söz ekledim. Ben konuşurken konuşmasaydın bu sözleri de duymayacvaktın. Tıpkı öteki sözler gibi. Sen de benim gibi susmasını bilsen böyle her tartışmada göbek taşına yatar gibi ortaya dökülmezsin! Fettah kıpkırmızı oldu. Sami susup kitabına daldı. Bir süre suskunluk sürdü. Yemek zili çalınca tıs pıslı gülüşler çoğaldı. Yemek masasında bir süre bekledim, aynı konu açılsaydı bu kez de ben bizim masa için benzer bir şey söyleyecektim. Yemekte sekiz arkadaş her konuda konuşup tartışıyoruz. . Bir birimize aykırı gelen çok ayrık konular da bile sonunda bir ortak yan bulup masadan öyle kalkmaya çalışıyoruz. Böyleyken dersliğe gidince kimi zaman yemekte konuştuğunun tersini yapanlar çıkıyor. Bunun bir nedeni olmalı. O kişiler ya burada candan değiller ya da derslikte. Arkadaşiıkta candanlık gerçekten candan değilse onun adına meydanlarda, kahvelerde ya da benzer yerlerde puştluk derler. Erliğe, erkekliğe yakışmayan bir davranıştır. Kimdir, nedir? gibi sorular soruldu. Sami’nin sözleri tekrarlandı. Sonunda da “Göbek taşına yatma! ” sözü dillere takıldı.
Dersliğe dönünce Abdullah Erçetin benim yanıma geldi. Daha önce de gelmişti. Onunla öyle anlaşmıştık. Türkçe, özellikle dilbilgisi konularında sorular sordu. Abdullah’ın müziği gibi okluması da çok güzel. Sesi su gibi akıyor. Gelgelelim ezberlemesi yok. Yok değil de ezberlemek için çaba harcamıyor. Sıfat’la zamiri, edatla bağlacı ayırmak için iki örnek yazıp birkaç kez okumaya katlanamıyor. Bu nedenle defterini aldım tam iki sayfa işaret sıfatı-işaret zamiri, iyelik zamiri ile ki bağlacı yazdım. O da söz verdi iki sayfa bunlar için örnek cümle bulacak.
Yat zili çaldığında Abdullah’a tilki, etki, atkı, katkı sözlerini yazıp gösterdim: “Buradaki ki ‘ler ne ekidir? ”Abdullah şaşırdı: “Senin yazdıklarında bunlar yok! ”deyip sustu. Sanki, belki, iki, türkü, ülkü, çünkü yazıp bunları yarın çalışıız! ”deyip kestim ama üzüldüm. Arkadaş kendini hiç yormuyor.
Yatınca bir süre gene kendimi düşündüm. Derslerde hiç zorlanmıyorum ama ders dışı zamanlarda kendimi hep zorluyorum. Örneğin bana bu ki eklerini kimse söylemedi ama kendim buldum. Benimki, seninki onunki derken belki, tilki aklıma takıldı. Belki, tilki derken dana sonra çünkü, ülkü takıldı. onlara benzer dünkü ile karşılaştım. Bu tür taramalar sonunda aralarındaki ayrılıkları birer birer buldum. Sözcüklerin köklerini, eklerini, takılarını öğrendikçe dilbilgisi bilgim kendiliğinden arttı. Hele türetme eklerini iyice kavrayınca dilbilgisi konusunda salt bu değişikliklerin kural adlarını öğrenme sorunum kaldı. Onlar da zamanla birer ikişer yerine geldi. Zaten daha ilk yıl ilk derslerde Fikret Madaralı Öğretmen bize: “Çocuklar, Dilbilgisi çok önemli ama nedense bu dersi, okullardan kaldırdılar. Ancak Türkçe konuşuldukça ders kalksa da bu dilin kuralları vardır. Bunlar öğrenilmeden ne doğru konuşulur ne de yazılır. Sizler bu kaldırılan dersin bilgilerini kendiniz öğrenmek zorundasınız. Zaten derslerimizde zaman zaman bunlar üstünde duracağız. O zamanlar biraz daha dikkatli olursanız işiniz kolaylaşır ! ”demişti. İşte ben bunu yaptım. Abdullah Erçetin bunu yapmamış. Fiillerden söz ederken şimdiki zaman deyince yüzüme bakıyor. Oysa bunları Almanca dersinde Ömer Uzgil Öğretmen Türkçe Gramer olarak günlerce anlatıp karşılıklarına Almanca benzerlerini koyup açıklamıştı. İşin ilginci o zaman Abdullah, Almanca dersinden benden daha iyi not alıyordu. Abdullah’ı eleştirirken kendime döndüm; türetme olarak ki ekine doğru dürüst örnek veremedim. Tilki, deyip durdum oysa ki, ses uyumuna göre eşdeğerleri, kı, ku, kü ekleriyle türemiş daha çok söz var. Onları neden sıralayamadım? Atkı, çatkı, katkı, etki, bitki, çitki, biçki, içki, dışkı, utku, tutku, yetki, ülkü, uyku, bun-lardan bir kaçı. Daha çok vardır, ancak birden anımsayamadım. Bunların nerelerde kullanıldığı da önemli; anlamlarına uygun yerde kullanınca bu konudaki bilgim tamamlanmış olacak!
21 Ocak 1943 Perşembe
Abdullah’ın sesini duydum, Hasan Üner’e:
-İşt tilki, kalk uyuma! dedi. Güldüm, akşamki tilki sözü onun da aklına takılmış. Söze ben de karıştım:
-Tilki çok kurnaz aynı zamanda başkalarını zararına çalışan bir canlıdır. Hasan’sa hayır severdir! dedim. Abdullah Hasan’a sarıldı, sevdiği için öyle dediğini söyledi. Gülerek:
-O da bana domuz , diyor! Ben de domuz gibi zararcı değilim! diyerek sarmaş dolaş gittiler. Nedense Abdullah’ın sabah sabah tilki deyişi, bana akşamdan kalma bir takıntı olarak geldi. Ondan olacak , sanırım ben de gene ki ekli sözlere döndüm. Ufki, mevki, terki, ilişki sözlerini anımsadım. Ufki sözünü Ahmet Gürsel Öğretmen çok kullanıyordu. Tahtaya ufki çizgiler çizeriz! deyip tebeşirle uzunca yatık çizgiler çiziyordu. Mevki, sözü trende geçiyor. Ayrıca insanların, özellikle memurların yaptığı işlerle ilgili konuşmalarda kullanılır:
-Yüksek mevki sahibi oldu! ”gibi. Hasan Amcam bu sözü üzülerek kullanır. Kendisi hastane müdürüdür ama o konuşurken: “Benim işim doktorlara göre bir mevki sayılmaz. Çünkü ben, müdür olarak onlara hiçbir iş buyuramam, yasalar böyle yapılmış! der. Terki atlarla ilgili bir söz. Bizim evde Ali Ağabeyimin çok kullandığı sözlerden biridir. Atın terkisindeydı, atın terkisinde! der durur. Atın sırtı ile ilgili. İliştirme ise büyük ablamın sözlerinden biridir. Bir nesneyi bir yere koyunca, tam yerine konmamışsa:
-Öyle iliştiriverme, düşer ya da öyle eğreti koyma der. Bazan da iki nesne bir birine iyi bağlanmamışsa; ya çok eğreti bağlanmış ya da ilişkisi zayıf olmuş! ”der. Bunları özel olarak yazdım, Abdullah’a okuyacağım. Böyle yazınca kolay unutulmuyor. Belki inanır da, kendini buna alıştırır.
Kahvaltıda özellikle sordum: “Ki eki ile türemiş beş söz bulun! ”Hilmi hemen karşı oldu: Kahvaltıda da mı Türkçe dersi? Ben de biraz sertçe:
-Türkçe bizim dilimiz, onu her yerde konuştuğumuza göre, kahvaltıda niçin konuşmayalım? Abur cubur sözleri yıllardır konuştuk. Hiç değilse bundan böyle de bilmediklerimiz üstünde konuşsak bir zararı olur mu? Hilmi sustu. Orhan’la Yusuf Asıl söylediklerimi olumlu buldu. Yusuf, bitki, küskü, askı, katkı, güler dedikten sonra da gülerek, önce kirpi, dedi sonra sözü çevirip pirki! ”dedi. Mehmet Aygün birden güldü. Ağzı doluymuş ağzını eliyle kapadı. Lokmasını yutunca hem güldü hem de Yusuf’a yardım etti:
-Korku! dedi. Onların olumlu karşılaması öteki arkadaşları da konuya çekti. Baskı, askı, sözleri arasında bu kez Hilmi Altınsoy dikkatsizce :
-Pişki! dedi. Böyle bir söz olmadığını söyledik. Hilmi direttti:
- Var vallahi, biliyorum bir oyun! ”deyince gene gülmeler başladı. Hilmi’nin oyun dediğinin pişti oyunu olduğu ortaya çıktı. Bu kez de Hilmi kendi kendine söylendi:
- Vay başıma geleni, eller yüzlerce söz söylüyor, hep doğru oluyor, ben bir tane söylüyorum, yanlış çıkıyor! Arkadaşlar Hilmi’yi teselli ettiler:
- Üzülme seneye köy kahvesinde pişti oynarken doğrusunu öğreneceksin! Hilmi gene efkarlandı:
- Ben bu kadar salak mıyım arkadaşlar? Bana bunun doğrusunu söyleyin! deyince Yusuf Asıl:
- Hemşerim, o kadar değil ama, o dediğinden sende biraz var galiba! dedi. Gülerek kalktık.
Derslikte tüm arkadaşların “Ki” ekli sözler söylediğini görünce ben şaşırdım. Meğer Abdullah Erçetin de öteki masada aynı konuyu açmış, arkadaşlar ilgi duymuş kahvaltıda onu konuşmuşlar. O nedenle dillerde eski, püskü, keski, meski, tepki, mepki, kuşku, muşku, şarkı, markı, türkü
mürkü sözleri dolaşıyordu. Bir an düşündüm; “Eski püskü sözleri gerçekten birlikte söyleniyor. Bunların konumuzla bir ilgisi olabilir. Ancak arkadaşların kolayca ekledikleri bu püskü-müskü, askı-maskı, tepki-mepki, şark-markı, türkü-mürkü şark tekrarları sanırım apayrı bir konu. Ben bunu değilde şarkı ile türküyü anımsamamıştım, buna üzüldüm.
Fizik dersimize Seyfi Çaçur Öğretmen gelecek. Geçen derste:
-Doğrudan fizik olmamakla birlikte Fizik-Jeoloji ortak ya da yakın konularını işleriz! demişti. Ortak konular neler olabilir? Jeoloji olarak tek yer bilgisini düşünüyorum. Oysa fizik kitabını karıştırdım neler yok neler! Kaldıraçlar, vinçler, askerlerin tüfeklerine dek bir çok bilgiler var.
Seyfi Öğretmen gülümseyerek geldi:
-İlk gün biraz genel konuşlardan söz edelim! diyerek söze başladı arkasından da yer küresi sonra da mağma tabakasından söz açtı. Mağma deyince sıralarda kıpırdanmalar oldu. Önce öğretmene bu sıfatı yapıştırıp sonra bir daha bu sıfatı kullanmamaya söz verenler, öğretmen mağma, deyince değiştiler. Neyse öğretmen bu kıpırdanmayı kötüye yormadı, ya da ayırdında olmadı:
-Dünya küresinin ateş çekirdeği bir enerji kaynağıdır! diyerek ateş, ısı buna karşın ateşle zıt gibi görünen suyun da bir başka güç oluşturduğunu anlattı. Jerolojinin konusu olan bu iki nesnenin zıtlaşması ya da birleşerek ikisinin de başkalaşması aşamasında bir başka enerji ürettiklerini, insanların bu değişimlerden yararlandığını, işte bu yararlanma aşamalarının nasıl, nice uğraşlarla kazanıma dönüştürülmesini düzenleyen bilime de fizik dendiğini anlattı. İnsanların ateşten, sudan nasıl yararlandığını arkadaşlara sordu. . Arkadaşlar, fırınları, sobaları saydı döktü. Öğretmen de gemilerin, lokomatiflerin, topların, tüfeklerin güçlerinden söz etti. Arkadaşlar sözü gök gürlemesine, şimşek çakmasına detirdiler. Öğretmen açıklamalar yaptı. Sonunda:
-Demek jeoloji ile Fizik konuları bir arada ele alınabiliyormuş! ”deyip sözü bundan sonra üstünde duracağımız konuları sıraladı. Mustafa Saatçı motorları okuyup okumayacağımızı sordu. Seyfi Öğretmen:
- Biz hiç birini kullanmak üzere öğrenmeye kalkışmayacağız. Bizim amacımız tanımak, bunları hiç bilmeyenlere az da olsa tanıtmak olacak! dedikten sonra bir örnek verdi. Yeni Bedir köyünden bir bayanı düşünelim. Bu bayan İstanbul’a hiç gitmemiştir. Ama evinin önünden geçen otobüslerin gittiği yönleri bilmektedir. İstanbul’a gitmemesine karşın oraya giden otobüsleri bilir. Soran olursa, İstanbul’a gidenlere, “ Şu tarafa giden otobüslere bineceksin! ”der. Bizimki de biraz böyle olacak. Otomobil süremeyiz ama otomobilin sürülmesi için dikkatli bir eğitim görülmesini, benzinin ateş alınca insani yakacağını, tekeri sivri nesneler üzerine çıkınca patlayacapını biliriz. Zaten öğretmen olarak bir çok konuda görevimiz bu olacak. Oburca beslenen birinin midesini yoracağını söyleyebileceğimiz gibi, çok içki içen biri ile karşılaşınca onun sarhoş olup başına bir dert açabileceğini söyleyeceğiz. Oysa sorsalar, kendi başınıza böyle bir durum gelmediğini de anlatacaksınız. Rehberlik ya da yol göstericilik budur. Sizler gerçekte öğrencileri bilgilendirecek ama köyün yetişkinlerine de rehbrlik edeceksiniz. Rehberlik öğreticilik değil, soranlara aydınlatıcı fikirler vermektir. İşte bu fiklirleri verebilmek için sorulacak sorulara hazır olmak gerekir. Bu olayı çok zor sanmayalım. Çünkü köylerin konuları sınırlıdır, köylülerin sorunları da sayısal olarak çok değildir. Köyde hiç kimse uçak uçurmayı ya da film çevirmeyi düşünmez. Tüm gençler asker olur tüfek kullanır ama makineli tüfeğin mekanızmasınıın başka türlü yapılıp yapılmayacağını aklına bile getirmez. O nedenle onlara tüfek yapmayı değil onu kullanmayı öğretirler. Onlara bunu öğreten onbaşı ya da çavuş, martin denilen tüfeği yapan Bay Martin’den daha bilgili sayılır. Oysa adam onu önce beyninde düşünüp uzun denemelerden sonra ortaya getirmiştir. Öğretmenlerin işleri de böyledir. Bu salt sizin değil tüm öğretmenlerinkiler de böyledir. Ben size Jeolojiden söz ediyorum, bir çok bilgiler ortaya getiriyorum. Siz bir de bir Jeoloji Bilgininden dinleseniz, şaşırıp kalacaksınız. Çünkü o, jeololiyi öğrenmiş, buna özel olarak zaman ayırıp incelemesini yapmış. Ben uzun boylu Jeoloji gezisi yapmadım. Örneğin bir yanardağ gezisine katılmadım. Yanardağı resimlerden gördüm. Aramızdaki fark, siz bir ya da iki resimden gördünüz ben belki 100 resim inceledim. Ama yanardağın kendisini görüp o kalıntıları ellemek, o korkunç yarıkları, yanan lavları, sönmüş tortuları dokunarak tanımak, orada yaşayanlardan bilgi toplamak çok farklı olur. Öğretmenler biraz pazarcılara benzer, bunu hiç unutmayın. Biliyorsunuz pazarda çiftçi ürünleri satılır. Ürünleri çıkaranlar, köyde kentte olsun tarlasında çalışır, deneye deney iyi ürün yetiştirmeyi öğrenmiştir. Olgunlaşınca getirip pazarcıya verir. Pazarcı aldığı ürünü bu kez tüketiciye satmaya kalkışır. Ne denli güzel diller dökerse alıcıyı kendisine yaklaştırır. Sattığı ürün ne denli güzel olursa olsun satıcılığını iyi yapamazsa alıcılar ona yaklaşmazlar. Bir ürünü satabilmek için, o iyi ürünü yetiştiren insan gibi satıcının da yaptığı işin becerilerini kavraması gerekir.
Öğretmen duraksayınca parmak kaldırdım. Öğretmen söz verdi. Ziya Gökalp’ten okuduğumuz bir okuma parçasını anımsattım. Adı Tebessüm Adamın biri en iyi balı bulup satmaya çalışır. Bir de komşusu vardır. Balın iyisini kötüsünü seçmez eline geçeni alıp satar. İyi bal bulunduranın balları aylarca alıcı bulamazken ötekinin balları tükeni tükeniverir. İyi bal satmaya çalışan bu duruma üzülür. Sonunda bir ermişe danışır. Ermişin yanıtı ilginçtir: “Sen bal satıyorsun ama yüzün sirke satıyor. ( Alıcıyı kaçırıyor. )Önce alıcıyı okşayıcı bir yüz takın! ”der. Seyfi Öğretmen:
-Okudum belki ama anımsayamadım, işte bir güzel örnek. Yüzü asık hele bir de bilgisiz öğretmen düşünün, daha doğrusu böyle birini düşünmeyelim bile. Çünkü böylesinin öğretmenliği sürdürmesi söz konusu olamaz. Milli Eğitimin katmanları böylelerini çabuk saptayıp saf dışı eder! ” dedi. Zil çalmış, duymamışız, Sabahat Öğretmen kolunun altında kitaplar kapıdan baktı. Dönmek üzereyken Seyfi Öğretmen çıktı. Sabahat Öğretmen:
-Dersiniz heyecanlıydı sanırım, zili duymadınız! dedi. Sami Akıncı hemen yanıtladı. Öğretmenimiz bize öğretmenlik üzerine övütler verdi! ”Deyince Bu kez İsmet kalktı: “Sami Arkadaşımız, yanlış anlamış, Seyfi Öğretmen bilim nedir nasıl bilgin olunur oysa öğretmenlik bilginlik değil bilgiye yayma mesleği olduğunu anlattı! deyince Sabahat Öğretmen İsmet’e biraz sinirli bakarak:
- İsmet, konuşmak için benden izin aldın mı? diye sordu. İsmet bu kez:
- Sami arkadaş izin almadan konuştuğu için ben de ona uydum! deyip oturdu. Sabahat Öğretmen bu kez de İsmet’e:
-Az sabretseydin aynı soruyu Sami’ye de soracaktım. Siz öğretmenliği böyle mi öğreniyorsunuz? dedi. Ne düşündüyse gülümsedi. Bunları sonra konuşalım deyip bir kitap açtı. Ağır ağır okudu. Yazar başka ülkelere gitmiş oralarda gördüklerini anlatıyor. Güney Amerika için zaman zaman üzücü zaman zaman da olağanüstü sözler söylüyor. İnsanlar fakir ama neşeli. Fakir ama neşeli insanların bayramlardaki eğlenceleri yazar uzun uzun anlatıyor. Yazı bitmedi galiba ama öğretmen yazarını söyledi. Falih Rıfkı Atay. Falih Rıfkı Atay’dan daha önce Atatürt için yazılmış bir yazıyı derste okumuştuk. Fikret Madaralı Öğretmen onu çok severdi birkaç kez de yazılarından bize okumuştu. Öğretmenimizin o zamanki önerileri üzerine ben onun Romanı ile Zeytin Dağı’nı okumuştum. Özellikle Romanı kafamı karıştırmıştı. Reşat Nuri Güntekin’in Yeşil Gece’si ile bağlantı kurmuş, Atatürk düşmanlarının nasıl çalıştığını onlardan öğrenmiştim. Birden bunları anımsadım. Sabahat Öğretmenin derslikte okuduğu Vurun Kahpeyi de yanlarına katarak soru beklemeye başladım. Öğretmen Falih Rıfkı Atay’ın gazeteci olduğunu, Ulus Gazetesinin başyazalarını onun yazdığını anlattı. Ulus Gazetesi okuyup okumadığımızı sordu. Ben parmak kaldırıp Ulus Gazetesinin köylere parasız gönderildiğini anlattım. Köy odasında yığın oluşturduğunu söyleyince öğretmen biraz alaylı olarak: “İyi işte köye gittinde o yığını yıkar yıkar okursun! dedi. Tıs pıs gülenler oldu. Öğretmen gülenleri duydu ama ses çıkarmadı. Masasımna dönüp bir gazete aldı açarken, parmak kaldırdım. Başıyla işaret etti:
- Söyle! ”Ben. Öğretmenim bniz geçen yıllar Falih Rıfkı Atay’dan çok yazı okuduk. Onun seyahat yazıları yazdığını biliyoruz. Ayrıca Roman adlı kitabı ile Zeytin Dağı kitabını öğretmenimizin önerisi üzerine okuyup özet çıkarmıştık! deyince Sabahat Öğretmen birden değişti:
- Öyle miiii? diye sorusunu uzatıktan sonra; “Bak bunu düşünmemiştim. Ben de Romanı’nı okuyacaktım. Öyleyse sen gelecek derslerin birinde bize bir özetle, üstünde konuşup geçelim! ”dedi. Gene dönüp Ulus Gazetesini aldı, ilk sayfaydan başmakaleyi. Ahmet Şükrü Esmer’ın politika yazısını, Peyami Safa’nın köşesini gösterdi. Sonra da o yazıyı okudu. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün İngiltere Başbakanı………. ’le (Çorçil) yaptığı görüşmeyi değerlendiren bir yazıydı. Peyami Safa’nın da iyi yazarlarımızdan biri olduğunu o gün öğrendim. Vala Nurettin’in Va- Nu’su gibi Peyami Safa da benim için bir merak konusu oldu . Bu sahiden bir ad mı, yoksa ötekiler gibi o da kısatılmış adlar karşılığı mı? kuşkusuna saplandım. Sabahat Öğretmen gülümseyerek bana: “Falih Rıfkı Beyden okuduğun kitapların adlarını bir daha söyle! ”dedi. Roman’la Zeytin Dağı “dedim. Sabahat Öğretmen Sami Akıncı’ya sordu: “Sami sen de okudun mu? ”Sami okumadığını sötyledi, ekledi: “Roman okumayı pek sevmiyorum! ”dedi. Bu kez Sabahat Öğretmen bana: “Roman dediğin gerçekten roman mı? ”Kitabın adının roman olmasına karşın roman olmadığını, gazetecinin roman yazmak için öyle bir yola başvurduğunu ancak roman yerine düpedüz devrimlere karşı olan bir takım insanların pusuda bekleyerek, ellerine olanak geçince eski çıkarcılıklarını sürdürdüklerini anlatıyor! dedim. Gözüm Sami’ye takıldı. Sami oldukça üzgündü. Öğretmen daha önceki derste verdiği ödevi anımsattı:
-Bir dersimizde okuduğunuz kitapları gözden geçireceğiz. Vereceğiniz kitap adlarından bazılarını konuşacağız. En az okunan yazarla en az okunan kitaplar gibi en çok okunan kitapla en çok kitabı okunan yazarı da saptamak istiyorum. Bunun bir anlamı olması için rica ediyorum beni yanıltacak yollara baş vurmayın! dedi. Öğretmen gidince İsmet bana takıldı:
-Dayı o Zeytin Yağı kitabını verirsen ben de okurum! dedi. Mehmet Yücel , İsmet’e:
- Ne yapacaksın Zeytin Yağı kitabını? Ben sana gaz Yağı kitabını vereyim de onu oku dedi. Konuşmaların nedenini anlamamıştım. Meğer ben Sabahat Öğretmene Zeytin Dağı kitabı dediğimde sözlerimi yanlış anlayıp bir birine Zeytin Yağı kitabı var mı? ” diye soran olmuş. Bu takılmalar o nedenle yapılıyormuş. Dersini anımsatmak için Müdür Beye giderken Müdür Bey Eğitimbaşı odasından çıktı: “Geliyorum! ”deyince dersliğe döndüm. Müdür Bey gelince sordu önemlice bir ara verdik. Son konuştuğumuz konu neydi? ”diye ortaya sordu. Sami Akıncı not etmiş defterinden okudu. Müdür Bey sanırım söz olsun diye bize sordu. Çünkü Sami’nin okuduğuyla hiç ilgisi olmayan konuya değindi:
-İlkokul ders konularını bölüşecektiniz, nasıl bir işbölümü yaptınız? dedi. . Gene Sami yanıtlayarak: “
28 arkadaş görev aldı, sizin isteğiniz üzere Harun Özçelik arkadaşımız bu işbölümü dışında bırakıldı! ”Müdür Bey gülümsedi:
- İşbölümü dışında kalmış değil onun işi sizlerinkilerden az olmayacaktır! dedikten sonra. : -Görev dağılımını bir liste olarak bana da verirseniz memnun olurum! Sami Akıncı görem listesini hazırlamışmış, hemen götürüp verdi. . Bu kez de Müdür Bey önce Sami’ye teşekkür etti sonra da “Bu listeyi siz de yazın! ”deyip gene Sami’ye uzattı. Sami yüksek sesle görev listesini okudu. :
1-Hayat Bilgisi. 4 Mehmet Aygün
51 Bekir Temuçin
72 Hüseyin Orhan
2- Türkçe 18 Sami Akıncı
70 Halil Basutçu
74 Mehmet Başaran
3- Matematik 11 Recep Kocaman
44 İsmet Yanar
4- Tarih 7 Fettah Biricik
16 Sefer Tunca
5- Coğrafya 24 İbrahim Ertur
53 Ali Önol
6 Y. Bilgisi 26 Mehmet Yücel
7- T. Bilgisi 28 İdris Destan
50 Abdullah Erçetin
8- Tarım 63 Hilmi Altınsoy
76 Arif Kalkan
78 Hüsnü Yalçın
9- Beden. Eğ. 15 Hüseyin Serin
19- Aile Bil. 77 Emrullah Öztürk
42 Mustafa Saatyçı
11- Resim 48 Yusuf Asıl
75 Yakup Tanrıkulu
12- Yazı 60 Salih Baydemir
73 Kadir Pekgöz
13- Müzik 61 Hasan Üner
66 İbrahim Tunalı
Sami yazdırınca Müdür Bey listeyi aldı:
-Şimdi bunu sıraya koyup bir ön hazırlık yapacağız. Bu ön hazırlıkta o derste neler bulunabileceğini, bir hangi ararçlardan yararlanabileceğimi konuşacağız. Esas uygulamaya geçince de bu konuşup gerek gördüklerimizi yerli yerine koyacağız! deyip Müfredat programı dediği kitabı açıp iki sayfa kadar yazı okudu. Kitabı kapadı. Gülümseyerek kitabı okur gibi tekrarladı:
-Hayat Bilgisi dersi bir gözlem, yaşama, iş ve deney dersidir! ”dedi. Bize baktı, sonra da: “Önce bunlara bir bakalım, bunlar neymiş? deyip gözlem sözcüğünün anlamını sordu. Bizim yaptığımız gözlemleri sordu. Hemen hemen hepimiz konuştuk. Müdür Bey yaptığımızı söylediğimiz gözlemlerin hiç birini tam olarak bulmadığını söyledi. Ders zili çaldı, Müdür Bey ayrılınca İsmet Yanar “En iyi gözlemeyi annesinin pişirdiğini söyleyince bu kez gözlemenin de ne olduğunu bilmeyenler çıktı. Arkadaşların kimileri:
- Biz bakıyoruz ama görmüyoruz! gibi sözler söyleyince Hüsnü Yalçın Fikret Madaralı Öğretmenin geçmişte okuduğu şiiri okudu:
Kör adam
Kör adam, gelecekleri görür gibi bakardı! deyince Mustafa Saatçı bunu çevirdi:
- Ben, gelecekleri görmemek için bakıyorum! Mehmet Yücel. İşte senin bu “Bakar kör”olduğunu sezdiği için o kız seni görmüyor! dedi. Mustafa Saatçı bunu beklemiyormuş sanırım, uzun bir süre Mehmet Yücel'e baktı. Çenesi sol, başının üst kısmı sağ tarafa olmak üzere bir baş oynatması yaptı. Mustafa Saatçı'nın böylesi bir tavrını görmemiş olan arkadaşlar birden suskunlaştı. Yemek zili sessizliği bozdu.
Yemekte Mustafa Saatçı gene bizim masada konu oldu, SS gerçekten bu konuşulanları duyuyor mu? Ben duymadığı kanısındayım. Bizim sınıftan kimse ile konuşmadığına göre nereden duyacak? Öte yandan bizden hiç kimse öteki sınıflarla öyle senli benli arkadaşlık yapmıyor. Öteki sınıflarla en çok ilişkisi olan ben olduğum halde kız konusunda hiç kimse ile konuşmuyorum. Konuştuğum kızlarla ise bu tür konuları kesinlikle açmıyorum, daha doğrusu açamıyorum.
Mehmet Aygün kederli gibiydi. Niçini sorulunca belli bir neden söylemedi. Mehmet Aygün'ün katılmadığı şakalar katıldığı zamanlardan çok farklı olduğu için arkadaşlar neşelendirmek için üstüne düştüler. Sonunda bir yolunu bulup onu güldürdüler. Sözde Yusuf Asıl, Mehmet Aygün birinci sınıfta okurken pencereden bakarak, onun yaptıklarını izleyip anlatmaya başladı. Anlattıkları kesinlikle Yusuf'un uydurduğu olaylar ama sonunda Mehmet Aygün gülmek zorunda kaldı. O da gidip Yusuf’un derslik penceresinden bir şeyler görüp anlattı. Bu düşsel oyuna öteki arkadaşlar da katıldı. Karşılıklı gülüşler sonunda sıra bana geldi. Ben, benim dersliğime gelmemelerini söyledim. Nedenini sorduklarında, kendilerinin o zaman okulun bile ne olduğunu bilmediklerini anımsattım, güldüler. Benim okula başladığımda içlerinde en büyüğünün (Salih Baydemir) 4 yaşında, Yusuf Asıl ise 2 yaşındaolduklarını anımsatınca, bir süre ona güldüler. Karşılıklı oturup konuşurken hiç biri kendini, söylenen yaşta varsayamıyor. Acayip karşıladığını söyleyip gülüyor. Sonunda Mehmet Aygün’ü neşelendirdik.
Tarım dersini gene derslikte yaptık. Hikmet Öğretmen bir kucak kitapla geldi. ”Trakya’da ormanlar, orman ürünleri üzerinde konuşalım! ”deyip söze başladı. Orman Bölgeleri içindeki köylerden olanları sordu. İlk soruda daha bizim orman bölgeleri üstüne bilgimiz olmadığı anlaşıldı. Öğretmen sonunca ben kendi köyümün orman bölgesinde olmadığını buna karşın Ahmet Güner’în Poyralı köyünün ormanlık bölgesinde olduğunu söyledim. Ahmet Güner kendi köy durumunu anlattı. Sonra da öğretmen orman köylerinin genel özelliklleri anlattı. Poyralı’nın sınırda sayıldığı ortaya çıktı. Benim bildiğim orman köylerine ormandan kesme izni verilir. Onlar da kestikleri ürünleri satarlar. Bizim köye her yıl Poyralı’ya yakın Sergen köyünden kereste getirilir. Öğretmen açıklayınca sorun anlaşıldı. Bu kez Trakya ormanlarındaki ağaç türleri, konu edildi. Meşe, Kayın, gürgen, kavak, söğüt, kızılcık, fındık, karaağaç, akçaağaç, çınar, çam. Bunların yaprak şekilleri, dayanıklık özellikleri üstüne öğretmen açıklamalar yaptı, nerelerde kullanıldıklarını anlattı. Kendi köylerimizde yetişen ağaçları adlarını, eskiliklerini sordu; bunları ilk tatilde köylere gidince soruşturmamızı tembihledi.
Hikmet Öğretmen iki saat ders yaptıktan sonra bizi derslikte oturmak koşuluyla serbest bıraktı.
Bir süre bekledikten sonra Asım Öğretmenin odasına gidip piyano çalıştım. Duport’un Menuetto parçasını çok güzel hazırladım. Sol elimi çok rahat kullanmaya başladım. Asım Öğretmenin dersi vardı, arada geldi. Gelince kalktım: “Kalkma gidiyorum, çalış; gelince piyanoyu bana bırakırsın tamam mı? dinledim çok iyi! ”deyip gitti. Parçayı ezberleyesiye tekrarladım. Öğretmen gelmeden önce de ayrıldım.
Derslikte arkadaşlar kendi gruplarını oluşturup çalışmaya başlamışlar. Hasan Üner:
-Abi, ben sana güveniyorum, sonra karımam ha! dedi. Bizim sıramızın çok sonra geleceğini, öteki arkadaşların konuşmalarından da yararlanacağımızı anlattım. Hasan:
- İyi öyleyse, gerekli gördüğünde sen beni uyar! dedi.
Herkes ödev derdine düşmüş durumda bense gene matematik düşü kurup Ahmet Gürsel Öğretmenle mektuplaşmayı kurmaya başladım. Geçen gün başladığım mektubu tamamladım. Taha doğrusu ilk düşündüğüm gibi kısa kestim. Uzun bir aradan sonra matematik dersine başladığımızı, öğretmenimizin sınıfımızın bilgi süzeyinden hoşnut olmadığını, Sami Akıncı ile beni yokladığını, i, kimize de: “Aman ha, ara vermeyin, hiç değilse durduğunuz yerde durmayı sürdürün! ”dediğini, yazdım. Zarfı kapatmadan bir daha düşündüm. Öğrtmen mektubu okunca grek görür de gene sorun olursa yaz, yanıtlama yardımcı olurum! ”derse soru sorarım. Böyle demeden yanıt verirse gene mektup yazarım ama bu kez matematik sorusu sormam. Zarfı kapattım. Sayın Ahmet Gürsel/Çifteler Köy Enstitüsü Matematik Öğretmeni/Hamidiye-Eskişehir.
Akşam yemeğinde eski neşe yerine geldi. Mehmet Aygün bir süre düşünmüş bir iki olay anlattı. Birinde arkadaşı tebeşiri ağzına sokmuş. Ağzını temizlerken öğretmen görmüş, : “Ne o kusuyor musun? ne yedin, yediğin dokunmuştur! ”gibi sözler söyleyince Mehmet tebeşir tozlarını bir güzel yutmuş. Bir kere de kalemini alan bir arkadaşından kalemini ite kaka zorla almış. Mehmet Aygün’ün iki olay anımsamasına karşın Yusuf Asıl en az on olay anlattı. Bu kez de Yusuf’un anılarının çok taze Mehmet’in eskimiş olduğu öne sürüldü. Oysa konuşmalar sonunda aralarında iki yıl fark olduğu anlaşıldı. Bir olay da ben anlattım. Köyde kahvemizin olduğunu arkadaşlar hep öğrendiler. Okul açılmadan önce öğretmen geleceğini ben duymuştum. Gerçekte ben bir yıldır ablamın okuluna( yetişkinler için Okur-yazarlık kursu) gitmiş, onların abc’sini okumuştum. Bu nedenle öğretmenin ne olduğunu biliyordum. O öğretmen yıl sonunda gitmişti: Harman sonuna doğru “Yeni öğretmen geldi! ” dendiğinde ilgiyle kahvede yeni öğretmeni beklemeye başlamıştım. Bir gün, iyi tanıdığım eski öğretmeni andıran birisi geldi. Babamın daha önce bana çok sıkı tembihleri vardı. Yabancılar, öncelikle kasabalı insanlar gelince yanlarına sokulmazdım. Onların bir takım görevleri vardır, çocukların kendilerine yaklaşmalarını istemezler. Örneğin tahsildarlar, mandıracılar, tarımcılar ya da Alpullu Şeker Fabrikasından gelen görevlilere ben uzak dururum. Onları andıran birileri gelince kahveden dükkan tarafına girerim. İşte o günde böyle yapmıştım. Öğretmen kahveye geldi, selamladı, öğretmen olduğu söylendi, kahvedekiler hep hoş geldin dediler, çaylar, kahveler ısmarlandı. Ben dükkan bölümüne geçtim ama kulaklarım hep konuşmalardaydı. Kahve ile dükkan arasındaki kapı da zaten açık duruyordu. Bu nedenle konuşmaları hep duydum. Öğretmenin, bizim komşu köyümüz olan Kavakdereli olduğunu bile öğrendim. Bir ara öğretmen kahvenin önündeki bahçeye çıktı. Bahçdeki çiçeklere meyvelere, olgun üzüm salkımları satkmış asmalara baktıktan sonra dükkanın yol tarafındaki açık kapıdan baktı. Gülümseyerek: “Ne o sen bakkallık mı yapıyorsun? ” dedi. . Toparlanıp, satmadığımı, dükkanı beklediğimi söyledim. Bu kez de gülerek: “Öyleyse istediklerini rahat rahat yiyorsundur! ”dedi. Kaba, yuvarlak şekerler vardı, onları göstererek, arada bunlardan yediğimi söyledim. Öğretmen gene gülerek: “Bak sen, bak sen! ” gibi bir şeyler söyledi. Öğretmenin bu tür konuşması beni cesaretlendirdi. Bu kez de ben: “Senin öğretmen olduğunu biliyorum ama adını bilmiyorum, adın ne? ”dedim. Öğretmen güldü: “Beni adımla mı çağıracaksın? ”. Ben de: “Adınla çağıracağım! ”dedim. Öğretmen: “Öyleyse benim adım Durmuş, bana bundan sonra Durmuş, dersin! ”. Bizim köyde Durmuş adlı insanlar olduğu için inandım. Ancak tam bu sıra babam ara kapıdan öğretmene Ahmet Bey, burada mısın? deyince ben şaşkın şaşkın bakındım. Öğretmen bu kez:
Seninle güzel konuştuk, benim adımı baban söyledi Ahmet, Durmuş benim arkadaşımın adıdır! ”dedi. Bu kez de ben, Benim de Durmuş amcam var, az sonra buraya gelir! dedim. Ahmet Öğretmen beni o yıl 1. sınıfta okuttu, yıl sonunda da ayrıldı. Ahmet Öğretmen komşu köylümüz olduğu için sık sık görürdüm. Bir kaç kez de bunu ona anımsatmıştım. Her söyleyişimde kahkaha ile gülmüştü.
Yarınki Askerlik dersini düşünden, geçen derste sorulan sorular, Üsteğmen belli etmedi ama onu sinirlendirmişti. Derste sonra arkadaşlar bir daha soru sormamaya karar vermişti. Onu düşündüm; Üsteğmen söze başlarken: “Bir soracağınız var mı? ” diye hep soruyor. Tümden susulursa bunu iyi karşılar mı? Böyle bir durum sezince pekala kaldırıp kendisi sorar. Böyle kasıtlı durumlarda zor duruma düşmemek için oturup eski notlarımı okudum. 1. Ordu: İstanbul/Trakya, 2. Ordu: Balıkesir/Konya, 3. Ordu: Erzurum/Diyarbakır olarak yazmışım. ! . Ordu komutanı Orgeneral Fahrettin Altay. Fahrettin Altay Paşa Cumhurbaşkanı İnönü ile buradan geçti. Arabaları durdurup onlarla resim çektirdik. Okulumuzda kalmalarını isteyince Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü gülerek: “Bu kez kalamam, Fahrettin Paşa beni götürüyor, izin vermez, onun işini gördükten sonra geleceğime söz veriyorum! ”demişti. 10/6/ 1940. Bunları özellikle kurcaladım. Ordu birimleri üstüne soru sorulursa Orgeneralleri tanıdığımı bu yolla kanıtlamış olurum. Kolorduların nerelerde olduğunu bilmemiz olası değil. Ancak biz Edirne’de okurken Korgeneral Salih Omurtak okulumuza gelmişti. O zaman Askerlik dersimiz yoktu ama, öğretmenler hep, Edirne’de Kolordu bulunduğunu söylüyordu. Zaten okulumuzu da bu yüzden, asker çokluğundan alındığını da biliyoruz. Lüleburgaz’da ise tümen bulunmaktadır. Geçen yılki tümen komutanı Tümgeneral Şerafettin Paşa okulumuza gelmişti. Tümenden sonra alay geliyor, komutanı Albay oluyor biliyorum ama çok yakından bir albay görmedim. Tabur komutanlarının binbaşı olduğunu biliyorum. İlk Askerlik dersi öğretmenimiz Yaşar Binbaşı hiç unutmayacağım. İlk derste ders kitabımızı açtı. Kitabı daha önce ben dikkatle okumuştum. Çünkü askerliğe özel ilgi duyuyordum. Buradan öğretmen olarak çıkacağız ama acaba askerliğimizi yedeksubay olarak yapabilecekmiydik? Bu konu bizi çok ilgilendiriyordu. Yaşar Binbaşı, kitabın yazarını gösterdi, onun da Yaşar olduğunu söyledi. Sonra da benim soyadıma gelince! deyip duraklayınca ben: “Cindoruk! ”deyivermiştim. Yaşar binbaşı soyadını söyledi mi söylemedi mi? Bunu bile anımsamıyorum. Ne var ki o yıl bana biraz zehir olmuştu. Gene de Yaşar Binbaşıya bir borcum olduğunu düşünüyorum, o, öyle davranmasaydı belki de bu denli dersleri sıkı tutmayacaktım. O yılın dersyılı bitiminde Yaşar Binbaşının beni kutlaması da ayrı bir onurdu benim için. İkinci yıl ise sınıf çavuşu oldum. Çavuşluğum bugün de sürüyor. Arada iki binbaşı ile dört üsteğmen geldi gitti. Yaşar Binbaşının düzenini hiç birisi bozmadı. Zaten ondan sonrakiler ya iki ders yaptı yapmadı ya da en fazla üçüncü dersten sonra üsteğmenlere bıraktılar. Bu nedenle askerlikl derslerimi ilk günlerdeki gibi sıkı tutuyorum. Geçen yılki kampta 12’den tek benim vuruşum şansımı artırdı. Bunu bu yıl da sürdürmem gerekir. Muharip Sınıfların dışındakileri öğretmenler anlatırken önemsemez bir tavır alıyorlar ama savaşları anlatırken onların da muharebeye katılanlar kadar önemli olduğunu söylüyorlar. Bu çelişkiyi bir türlü anlayamadım. Geçen yaz kampta bacağımı bir böcek ısırmıştı, büyük bir şişlik olunca iki gün dinlenme verilmişti. Benimle ilgilenen doktor üsteğmen çok candan bir insandı, rahatsızlığım dışında konulardan da söz açmıştı. Bir keresinde o da söylemişti: “Doktorları savaşa katılmaz biliyorlar ama onlar savaşın en çetin görevini yaparlar. Muharip sınıflar savaşı salt mermi atmak ya da mermiden korunmak olarak düşünürler. Oysa doktorlar savaş alanında dolaşır gibi yığınla hastanın arasında günlerini geçirirler! ”demişti. Muharip sınıfları okurken bunları düşündüm. Piyade, topçu, istihkam (Deniz-Hava kuvvetleri bunların dışında. Onların ayrıca değişik işbölümleri bulunmaktadır. Örneğin bir savaş gemisindeki tüm görevliler muharip sayılır.)
Geçen derste Hikmet Öğretmen Trakya’da Çiftçi birliklerinden, üretim ve tüketim kooperatiflerinden söz etmişti. Nedense pancar eken çiftçilerin yükümlülüklerinden söz etmemişti. Oysa pancar bölgelerindeki çiftçilerin zaman zaman çıkardığı pancarı fabrikaya verememe gibi bir sorunu oluyor. İki yıl önce bizim böyle bir sorunumuz oldu. Pancar tohumunu fabrikadan gelen makinelerle fabrikanın görevleri eker. Ektikleri tohuma göre bir ürün tahmini yaparlar. Bu tahminler genellikle az olur. Ancak seyrek de olsa kimi yıl çok büyük bir artış da görülür. İşte bizde böyle olmuştu. Tohumlar belli tarlalara ekildi, kazıldı yetiştirildi. Yapılan tahminden 15 ton fazla pancar çıktı. Ekperler önce fazla tarla ekmişsiniz, deyip direttiler. Defterle tarandı, tanıklar dinlendi. Böyle bir olayın olmadığı anlaşıldı. Bir süre bekletildi. Ali Ağabeyimin fabrikada tanıdıkları vardı, onlar aracılığiyle sorun geç de olsa çözüldü ama, bir iki ton farklı artışlar tarlalarda kaldı. Köyde artık olarak kalan pancarın tamamı 100 tonun üstünde olarak söyleniyordu. Benim öğreneceğim şu: “Pancar ekimleri, bir kooperatif kuralları içinde mi yapılıyor, yoksa onların ayrı bir yöntemi mi var. Daha doğrusu çiftçilere önereceğimiz kooperatifçilikteki karşılıklaı bağlantılar da bu pancar bağlantıları gibi tek yanlı isteklere mi hizmet edecek? Yoksa daha başka eşit haklara dayanan yasal bağlantıları var mı? ”İki yıl önceki babamın öfkesini anımsıyorum da şimdi bile üzülüyorum. Bir ara: “Bir daha topraklarımda pancar denilen bir bitki olmayacak. Şalgam eker hayvanlara yediririm de Alpullu’dakilere muhatap olmam! ”demişti.
Hikmet Öğretmenden soracağım ikinci soru: Köyümde birlik sağlayıp hem üretim hem de tüketim kooperatiflerini kurdursam. Kooperatife bağlı köylüler, şimdiki gibi, Toprak Mahsülleri Ofisi’ne vermeden ürünlerini kooperatiflerine verebilecek mi? Şimdilerde tüm ürünler ofise veriliyor. (Üstelik parası alınamıyor)Çiftçi hem parasını alamıyor, hem de ürününü
vermiş oluyor. Bu durumda kooperatifin bir yararı olacak mı? Yarınki derslerin olası kon ularıyla ilgilendiğime inanarak arkama yaslanıp bir süre arkadaşlara baktım. Sami Akıncı uyur gibi dudaklarını oynatıyor. Ablamın oğluy Saim’i anımsadım küçüklülünde uyurken dudaklarını benze biçimde oynatıyordu. Ablama sormuştum. Ablam:
- Rüyasında süt emiyor! demişti. Sami de sürekli gözlerini yumup bilgi emiyor galiba. Öyle çalışınca daha iyi mi öğreniyor acaba? Ben buna inanamam. Gözlerini yumup tekrarladığına göre zaten onu ezberlemiş olmuyor mu? Ezberlediklerini bir daha mı ezberliyor? ”
Yarınki Müdür Beyin dersi için hazırlanacak bir durum düşünmedim. Konuları sıraya koyduğuna göre sanırım bana soru sormaz.
Yatınca hiçbir konuyu düşünmeden uyuyacağıma karar verdim. Bakalım bunda başarılı olacak mıyım? Tam gözlerimi kapatım, hemşerim Kadir ranzaya tırmandı 9 Mehmet’in babası geldi, seni sordu, bulduramadı! ”dedi. Uyumuş da uyanmış gibi:
“Hııı! ”dedim. Kadir özür diledi: “Ne çabuk uyumuş, şimdi ayaktaydı! ”diyerek yatağına indi. Kararımda başarılı olacağım! ”diyerek bir süre bekledim.
22 Ocak 1943 Cuma
Kadir Pekgöz akşamki sözünü tekrarlayarak gene ranzaya tırmandı. 9 Mehmet’in babası Osman Amca seni arattı, bulunamadın, selamı var. Tatilde bizim köye bekliyormuş! dedi. Hiç önemsemedim ama nedense bir süre düşündüm; dün aranıp da bulunamayacak nereye gitmiş olabilirim? Bir süre Asım Öğretmenin odasına gitmiştim o zamana rast gelmiş olabilir. Kadir bu kez de A’dan söz etti. Onun kocasıyla Osman Amca adaş konuşurlar. Yakın akrabalukları da vardır. Biliyorsun yakın otururlar, gidince onu da görürsün! ”deyip güldü. Kadir’e “Atıyorsun, ikisinin de evlerini biliyorum; neresi yakın? Biri bizim yol üstünde öteki de Lüleburgaz yolunda! ”dedim. Kadir güldü:
-Nasıl da unutmuyorsun? Ben, sahiden Osman Amcanın evini bilmiyorm. , Lüleburgaz yolunda mı? diye sordu. Dersliğe böyle tersleşik konuşmamıza karşın gülüşerek gittik. Sefer Tunca bize takıldı:
-Domuzormanlılar ne plan kuruyorlar gene? diye sordu. Sefer’in art niyeti olmadığını bildiğim için:
-Onu sen bilirsin, bilemezsen hemşerine (Fettah Biricik için) sor. Sefer güldü. Kadir bunları duymamış gibi Sefer’e :
-Bizim konuşmalarımızdan sana laf düşmez! diye anlamsız bir çıkış yaptı. Sefer üzüldü: - -Haklısın, ben sana dememiştim zaten deyip arkasını döndü. Kadir’e söyleyecek söz bulamadım, bir şey demeden ben de sırama ayrıldım. Akşam iyi karar vermiştim, uyguladım. Akşam da Kadir’e uysaydım belki karırım bozulacaktı. Keşke sabah da bir yolunu bulup sözü kısa kesseydim! ”diyerek hayıflandım.
Kahvaltıda geçen asklerlik dersimiz tekrarlandı. Tembih tembih üstüne:
-Üsteğmene soru sormak yok. O ne anlatırsa dinleyelim! İçimden anlamsız buldum ama ters düşmemek için sustum. Kahvaltıdan dersliğe erken döndük. Arkamızdan gelenler koridor nöbetçisini uyardı:
-Üsteğmen gelince bize duyur! Nöbetçi sık sık: “Peki abi! ” Derslikte de:
-Ben demedim mi, gelmeyecek işte! “Ben demedim mi gelmeyecek, işte”lerin sıklaştığı bir sırada nöbetçi 9. sınıflardan Ahmet Ünal kapıdan duyurdu:
- Abiler Üsteğmen geldi! Derslikte bir Pıssss! ”oldu Herkes yerine oturdu, gözler kapıda ama kıpırdamadan konuşanlar var. Mustafa Saatçı:
- Çin hakkında merak ettiğim bilgiler var, onları öğrenmeliyim. Mehmet Yücel yanıt verdi:
-İmam, o söylediğine bir gene ekle de sana istediğin bilgiyi ben vereyim. Mustafa şakayı anlamadı:
- İskelet, sen Çin’in yerini bile bilmiyorsun! deyince herkes güldü. Üsteğmen kapıdan girince güleç yüzlerle karşılandı. Tekmil nöbeti 15 Hüseyin Serin’deydi. Arkadaş sporcu tavırları içinde tekmil verdi. Üsteğmen oturmamızı söyledi. Başka zamanlarda yaptığı gibi soru sormadı. Hemen konuşmaya başladı. Askerliğin değişmez kuralının disiplin olduğu gibi bir başka kuralı da itaattir! dedi. Kimi kime itaat eder? Sorusunu kendine sorar gibi konuşup bir süre subay rüdbelerini sıralayıp ast-üst örnekleri verdi. Bir süre durup yüzlerimize baktı. 15 Hüseyin Serin’e kalkmasını söyledi. Hüseyin az önceki Hüseyin değilmiş gibi ürkek bir duruma girdi. Üsteğmen, kendisinin üsteğmen olduğuna göre Hüseyin’in ne zaman üstü, ne zaman altı olacağını sordu. Hüseyin renkten renge girdi. Az durduktan sonra: “Anlayamadım efendim! ”dedi. Üsteğmen:
-Efendim yok, efendin kalem odasında! diye bağırdı. Sami Akıncı parmak kaldırdı. Üsteğmen başıyla söz verdiğini belirtince Sami Akıncı:
-Komutanım,
Bizim alışmadığımız bir soru sordunuz. Biz sizi büyük olarak düşündüğümüz için sorduğunuz soruya isteyerek yanıt veremeyiz! Üsteğmen, Sami’nin demek istetiğini yerinde bulmuş olacak:
-Ay, siz bir an için olsun yüzbaşı olmak istemez misiniz? diye sordu. Hüseyin gülümsedi. Üsteğmen Hüseyin’in gülümseyişini Sami’nın sözüne bağladığı için Hüseyin’ne oturmasını söyledi. Bu kez gönüllü iki arkadaş istedi Yusuf Asıl’la Ali Önol kalktılar. Yusuf önce teğmen, sonra üsteğmen oldu. İkisini de güzel yaptı. Ali Önol gülünce Üsteğmen gene sinirlendi. Ali Önol’a ceza verdi: “Konuşma mahrumiyeti. ! ”Ali Önol’u tahtaya gönderdi:
- Arkanı dön, duvara bak! dedi. Zil çalınca Ali öylece orada kaldı. Tefeffüs boyunca arkadaşlar takıldılar:
-Sağa dön, sola dön! Komutları verildi. Üsteğmen derse geç geldi. Gelince Ali’yi affettiğini söyledi. Üsteğmen yumuşadı ama arkadaşlardaki cesaret iyiden iyiye azalmıştı. Üsteğmen söylediklerinin birer askerlik oyunu olduğunu, bunları kampta çok yapacağımızı anlattı. Askerliğin yaparak öğrenildiğini, kendilerinin liselerde(Askeri Liselerde)Harp Okulu’nda bunları yapa yapa öğrendiklerini, acemi eratın körü körüne yaptığı sanılan eğitimlerin bu esaslara dayandığını anlattı. Emrullah ile Hüsnü Yalçın’ı kaldırdı. Hüsnü çok dikkatli konuştu. Ancak Emrullah yüzbaşı olduğuna karşısındakine yüzbaşım, üsteğmen olduğunda da üsteğmenim, deyişine Üsteğmen de güldü. Sonra da Emrullah’a sordu:
-Bunu komiklik için mi yaptın? Eğer öyleyse bunu bir daha yapma, her zaman karşında gülen Üsteğmen bulamazsın! ”dedi. Bu kez de rütbelerde bekleme sürelerini anlattı. Ern çok bekleme süresinin yüz başılıkta olduğunu, tam 9 yıl beklendiğini öğrendik. Üsteğmen subaylığın, orduda erlerle yüz yüze geçen ön önemli sürecin bölük komutanlıkları zamanı olduğunu anlattı. Ondan sonraki rütbeler de önemlidir ama onlar daha çok planlı yönetim, strajedi basamakları üst komuta süreci sayıldığını anlattı. “Rütbeler yükseldikçe komutanlık, savaş teknikleri, savunma, taarruz planları, bunların geliştirilmesi alanına kayar! ”dedi. Savaşlarda yüzbaşıların bölüğü başında savaşa girdiğini, girmek zorunda olduğunu. Çünkü bölük komutanı başında olmadan bir bölüğün savaşması olanaksızdır! ”dedi. Üsteğmen son sözünü söylerden zil çaldı. Üsteğmen sözlerini yanlış anlamamamızı, öteki subayların da savaşlara katıldığını söyledi. Onlar hakkında da söylenecek sözleri olduğunu, gelecek derste taburları gözden geçireceğimizi söyleyip ayrıldı.
Hikmet Öğretmen derslik kapısına geldi ama, Üsteğmenin geç çıktığını görünce bize 5 dakika zaman verdi. Dışarı gidip gelenler oldu. Daha doğrusu:
-Ne koparsak kardır! diye düşünenler hemen dışarı çıktılar. Yeğenim İsmet bu konuda el, ne düşen olanağı sektirmeyenlerin başında gelir. Gene öyle yaptı, en erken o çıktı en sonra o geldi. Hikmet Öğretmen verdiği ödevleri sordu. Hiç kimsede bir kıpırdanma olmadı. Öğretmen sessizlikle karşılaşınca bu kez kaldırarak sordu. Önce 74 Mehmet Başarn’ı kaldırdı. Mehmet Başan kalktı ama yüzü yere bakarak kaltı. . Sanki bedeni omuzkarına kadar kaltı da başını kaydıramıyormuş gibi durdu. Ağır davranışlarından sustuğunu sanan Hikmet Öğretmen: “Siz böyle! ”derken Mehmet Başaran:
-Öğretmenim ben ilkokulu da köyümden uzakta okumuştum. Dört yıldır da köye çok aralıklarla gittim. Bizim köyü arkadaşım Mehmet Yücel daha iyi bilir! dedi. Hikmet Öğretmen:
-Samimi bir açıklama, ilkokuldan önce ayrıldınsa on yıla yaklaşan bir süreçteki değişiklikleri bilemezsin, haklısın! deyip Mehmet Yücel’e baktı. Mehmet Yücel parmak kaldırdı. Öğretmen Mehmet Yücel’e eliyle işaret edip oturttu. Sen köyünü sonra anlatırsın, önce ödevleri konuşalım! ” deyip İbrahim Ertur’a sordu:
-Siz birşeyler hazırlayacaktınız, onları bir daha anımsayalım!
İbrahim Ertur not tutmuş, öğretmene:
-Öğretmenim o gün yazmıştım, yazdıklarımı okuyabilir miyim? diye sordu. Hikmet Öğretmen:
- Bak işte bu çok iyi, en iyisini yapacaksın, oku! dedi
Ödev: Köylerimizde üretilen toplu ürünler, adları, nerelere satıldığı. Köyde Birlik ya da benzer ürün toplama birimleri var mı? Örneğin sütler için mandıra, tahıllar için üğütme değirmenleri, dokumalar için tezgah, dolap, orman ürünleri için bıçkı, deniz ürünleri için balıkhane, bağ ürünleri için şarap fabrikası var mıdır? ”Öğretmen çok memnun olduğunu söyledikten sonra gülümseyerek Mehmet Yücel’e:
-Şimdi konuş bakalım, hermşerin adına neler söyleyeceksin? deyip dersliğin ortasına geldi.
Mehmet Yücel köydeki imece çalışmalarını anlattı:
-Yollar yapıldı, ilçeyle telefon bağlantısı kuruldu, köy deresinin taşması önlendi. Köylüler genellikle satacağı ürünleri, daha önceleri köyümüzden ayrılıp Lüleburgaz’a yerleşmiş hemşerileriyle anlaşıp onlara satmaya başlamış, biraz rahatlamışlardı. Şimdi bu tür satışlar yasaklandığı için herhangi bir ortak çalışma yapılmıyor! Hikmet Öğretmen gülümseyerek desena:
- “Ayvaz kasap, hep bir hesap! ”. Mehmet Yücel de : “Evet! ”karşılığını verince öğretmen bu kez de Mehmet Yücel’e söylediği sözün anlamını sordu. Arkadaş bilmediğini söyleyince. Öğretmen bizim tarafa baktı. Öğretmen bakınca parmak kaldırdım, Öğretmen söz verince:
-Bu sözü babamın çok sık kullandığını söyledim, “Bir işi değişik yöntemlerle ya da değişik koşullarda yapılınca aynı sonuç verirse, söylenir. Kısaca , değişiklik olmuyor, ne yaparsan yap sonuç değişimiyor anlamında söylenir! ”dedim. . Öğretmen, söylediğimi iyi anlayamamış olacak:
- Baban, nasıl bir sözden ya da olaydan sonra bu sözü kullanırdı? Ona da bir örnek vermemi istedi Dükkanımız olduğunu, dükkana kimi malların Kırklareli’den kimi malları da Lüleburgaz’dan alındığın, anlattım. Alma işlerini genellikle Ali Ağabeyimin yaptığını, babamınsa alım satımları dikkatle izlediğini ekledim. Ali Ağabeyimin: Şu, Kırklareli’de daha ucuz, şu Lüleburgaz’da pahalı dediği zaman babam gelir gider hesaplarına bakar; arada fark görmeyince:
- Ayvaz kasap, hep bir hesap! Kırklareli daha uzak olduğuna göre sen hepsini gene Lüleburgaz’dan al! der, deyince Hikmet Öğretmen bu kez de:
-Neredeyse sabrımızı tüketecektin, ama sonu iyi oldu, yerinde bir tanım, sözün anlamını sanırım arkadaşların hep anladılar! dedi. Geçen derste de sözü edilmişti, çiftçinin tahıllarını alan Toprak Mahsulleri Ofisi kurumu için bilgiler verdi. Düşünce olarak çok güzel bir girişim, ancak yeterli önlemler alınmadığından çok zararı görülen bir duruma dönüştüğünü, örneğin toplanan hububatın korunamadığını, ürünler alındığı zaman bedelinin verilmemesi çiftçiyi borçlanmaya ittiğini, öte yandan yetersiz görevlilerin dürüst çalışmaması; beklenen yararı , zarara döndürdüğünü, gene de devletin kazançlı çıktığını, savaş sıkıntıları atlatılınca iyiye dönüşeceğini umduğunu söyledi. Mehmet Yücel geçen derste sorduğu sorusunu tekrarladı. Ürünleri ofise vermek zorunda olan çiftçi sizce kooperatif kurmaya gerek görür mü öğretmenim? ”dedi. Hikmet Öğretmen Mehmet Yücel’e baktı:
- Kurar kurar Mehmet Yücel, sen sizin köylüleri ikna edersin, onlar sana inanırlar! dedi. Zil çaldı. Öğretmen gitmeye hazırlanırken Mehmet Başaran’a:
- İkna etmenin anlamı sordu. Mehmet Başaran gene susunca öğretmen:
- Onu da mı hemşerin söylesin? deyip acımsı bir gülüşle ayrıldı.
Hikmet Öğretmen çıkınca Müdür Beye gittim, yanında Talat Tarkan Öğretmen vardı; beni görünce: “Benim zaptiya geldi, bunu öğleden sonra görüşelim Talat’çığım, ben bu konuyu iyi anlamak istiyorum! ”dedi. Müdür Beyin biraz öfkeli olduğunu anladım. Dersliğe dönünce arkadaşları uyarmayı düşünürken Müdür Beyin arkamdan yetiştiğini gördüm. Benden önce dersliğe girişine arkadaşlar da şaştı. Doğrudan öğretmen masasına gidip oturdu. . Az durduktan sonra:
-Sanırım aranızda tartışıp bir ortak nokta buldunuz, sağlıklı bir gözlem nasıl olur? Geçen derste bunu konuşmuştuk, değil mi? dedikten sonra Mustafa Saatçı’ya sordu. Mustafa Saatçı gözlemden çok ilgi duyduğu konulara dikkatle yaklaşımını anlattı. Mustafa Saatçı’nın makine ya da teknik işlerdeki üstün başarısını bilen Müdür Bey, biraz da Mustafa Saatçı’yı onurlandırmak için dikkatin bir bakıma gözleme dayandığını, hatta dikkati, çabuklaştırılmış gözlem olarak tanımlayabiliriz! dedi. Müdür Bey gözlem üstüne örnekler verdikten sonra bizim bileceğimiz gözlemlerle çocuklara yaptıracağımız gözlemler arasındaki farkı anlattı. Çocuklardan hiçbir zaman gerçek anlamını bildiğimiz gözlemi isteyemiyeceğimizi, onların gözlemleri, onların ilgisi ölçüsünde olabileceği, o nedenle biz gözlem olayını hazırlarken bunu düşünmemizi vurguladı. Gözlemle gözlemek arasındaki benzerliği sordu. Gözlemeye parmak kaldıranlar oldu. Müdür Bey biraz neşelenir gibi oldu: "Dur bakalım derslerde genellikle sessiz, sakın oturduklarını gözlediğim arkadaşları konuşturalım!" deyip İdris Destan’ı kaldırdı. İdris Destan gözlemeyi anlatırken çok sık olarak gözleme sözü etti. Bir ara da söylediği bir söze Müdür Bey güldü. İsmet, Müdür Beyin gülüşünden cesaret alarak parmak kaldırdı. Müdür Bey söz verince:
-Bizim köyde gözleme diye bir yiyecek vardır. Arkadaş o kadar çok gözleme sözü etti ki yemek saatine yakın olduğumuzdan ben hep evdeki gözlemeyi düşündüm! deyince Müdür Bey kahkahayla güldü elinin birinin sırtını öteki eline vurarak İdris’e sen ne diyeceksin buna? ”diye sordu: İdris susunca bu kez İsmet’e:
- Haksızlık etmeyelim arkadaşınız gözlemeyi güzel anlattı(! )Sen de şimdi bize gözlemi tekrarla da bundan böyle bu kardeş sözleri bir birine karıştırmayalım! dedi. İsmet:
-Bir nesnenin ya da olayın nasıl oluştuğuınu ya da nelerden oluştuğunu öğrenmek üzere yapılan gözlemedir! ”deyince bu kez Müdür Bey ha işte bu kez de sen bize gözlemeyi anımsattın, gözlemeyi ben de severim! ” deyip İsmet’ oturmasını söyledi.
Müdür Bey, bu kez Hayat Bilgisi dersi için hazırlık yapacak arkadaşları kaldırdı içlerinden Bekir Temuçin’e aralarında işbölümü yapıp önümüzdeki haftaya hazırlanmalarını söyledi:
-Ben seni görevlendiriyorum. Grup çalışmalarında gelenek böyledir, işbirliği yapanların içlerinden biri ortak sorumluluğu üslenir! Dersin bundan sonraki bölümünde ilk birinci sınıftaki Hayat Bilgisi konularını kitaptan bazı arkadaşlar okudu. Kimi konulara gülenler oldu. Özellikle dersliğin temiz tutulması konusundaki övütleri okuyunca İsmet parmak kaldırdı:
- Bizim okuduğumuz zaman bunlar yoktu, ben bu alışkanlığı almamışım! deyince Müdür Bey yirmi yıllık öğretmen olduğunu bu programın hep var olduğunu, üstelik bu yazılanları nerede olursan anne babaların da söylediğini, ama almak isyemeyen yaratılıştaki bazı tiplerin hep bulunduğunu anlattı. Bu kez Müdür Bey hepimize ilkokul birinci sınıfa nasıl başladığımızı anımsamamızı istedi. Dersliğin temiz tutulması konusunun Hayat Bilgisi dersi olmasa bile konu olacağını, insan oğlunun bulunduğu yeri temiz tutma özelliği olduğunu, bu konuda güzel sözlerimiz de bulunduğunu söyledi. ”Arslan yatağından belli olur! ”Atasözümüz buna güzel bir örnektir! ”dedi (Benzer sözleri aramamızı söyledi)Önce Mehmet Aygün’e okula gittiği ilk günleri anımsaytıp anımsamadığını sordu. Mehmet Aygün ilk gün ağladığını, ondan sonraki günleri pek anımsamadığını söyledi. Yakup Tanrıkulu parmak kaldırdı:
--Bizim zamanımızla bugünler arasında çok değişiklikler oldu, şimdi çocuklar sevinerek gidiyorlar! dedi. Müdür Bey:
-- Bak bu da önemli, sizin zamanınızla benim zamamnım da çok değişmişti. Gerçekte Osmanlı döneminden gelen bir okul korkusu vardır. Cumhuriyet dönemi bu okul korkusunu kaldırmak için çok önlem almıştır. Bu korku eski falaka dönemlerinden gelmektedir. Eskiden anne-babalar çocukları okula verirken “Eti senin kemiği benim! ”dermiş. Bu ne demek? Bundan, “Döv dövebildiğin kadar”anlamı da çıkar. Bu anlayışlar geride kaldı ama halk bunlardan kolay kolay sıyrılamıyor. Aileler arasındaki konuşmalarda bunlar sürekli tekrarlandığından can kulağıyla dinleyen çocukları etkiliyor. Şimdilerde arkadaşınızın değindiği gibi bu iyice azaldı. İşte sizler bu tür olumsuzlukları kökünden kazıyacaksınız! Müdür Bey gitmek üzere hazırlanırken ne düşündüyse Mehmet Aygün’e baktı:
-- Benim de belleğim zayıftır ama gene de kırk yıl öncesini, okulumun ilk günlerini anımsıyorum. Sen de biraz düşünürsen bir şeyler anımsarsın. Büyüdüğün doğru gene de geçmişinle ilgini tümden koparma! dedi Müdür Beyden sonra bir süre bu sözler yorumlandı. Kimisine göre Müdür Bey sözde Mehmet Aygün’e:
--Sen benden önce ihtiyarlamışsın! demek istemiş, kimisi de:
-- Üzülme zamanla anımsarsın! biçiminde teselli sözü olarak açıklandı. Mehmet Aygün biraz düşünceli olarak:
--Gerçekten ben hiçbir olay anımsamıyorum! deyip geçti. Ancak gene kendisi konuya döndü: “Müdür Bey dün de bana takılmıştı, deyip bir süre düşündü. Arkadaşlar gülecek bir konu ortaya getirip konuyu değiştirdilerMehmet Aygün de bir süre güldü ama gene konuya dönüp:
-- Dün perşembeydi, bugün cuma; “Neden gene bana takıldı. Beni mimledi mi yoksa? Ben öyle aptal gibi mi duruyorum? ”türü sorular sordu. Mehmet dünde çok üzülmüştü. Ancak dün araya şakalar, değişik konular sıkıştırarak bu olayı unutturmuştuk. Ben araya girip kendi başımdan geçen olaylar anlatmıştım. Gerçekten Müdür Beyin bugün gene aynı konuya değinmesi ilginç. Gerçekten, 4 Mehmet Aygün arkadaşın derslikte öyle dikkat çekecek bir tavrı yoktur. Eski Müdürümüzün taklidini yapardı ama yeni Müdürümüz için öyle bir şey yapmadı. Öyleyse bu takılma neden? Arkadaş Müdür Bey sorunca, salt:
-- Ben ilkokul günlerimden önemli bir olay anımsamıyorum! demişti. Bunun için gözden düşme olur mu? Öte yandan bir önceki derste Emrullah Öztürk hiçbir söz söylemeden yarım saat ayakta durmuştu. Müdür Bey ona sinirli sinirli baktı ama hiçbir söz söylememişti. Mehmet Yücel yanımıza geldi:
-- Ne konuşuyorsunuz böyle gizli gizli? diye sordu Mehmet Aygün’ün olayını anlattık. Mehmet Yücel yeni bir yorum getirdi. Ona göre Müdür Bey bundan sonra hepimizi her zaman böyle paylayacakmış. Arkadaş ilk numara olduğu için ondan başlamış bundan böyle yıl sonuna dek hepimiz sırayla bu tür paparaları yiyecekmişiz. Mehmet Yücel’in yorumuna en çok Mehmet Aygün güldü.
Öğleden sonra atölyede toplandık. Halis Öğretmen bizi ikişer ikişer eşleştirdi. Salih Baydemir’le ben oldum. . Birer arı kovanı yapacağız. Halis Öğretmen daha önce yaptığımızı bilmediği için bir süre anlattı. çizimler gösterdi Yusuf dayanamadı:
-Bizim yaptıklarımnızın tıpkısı! deyince Halis Öğretmen konuşmayı kesti:
-Haydi öyleyse başlayın!
Salih Baydemir hepimizden hem tedbirli hem de çok dikkat; i, ölçüleri unutmamış, hemen tahtaları ayırdı. çizdi. Arkadaşlar, “O muydu? bu muydu diye konuşurken biz parçaları kestik bile. Paydos zili çalarken kovanın tüm parçaları temizlenmiş oldu. Halis Öğretmen biraz anlamlı olarak baktı. Öteki arkadaşlardan henüz kesimi tamamlayamayanlar vardı. . Yusuf gene konuştu: “Öğretmenim siz iki ustayı bir araya verdiniz! dedi. Halis Öğretmen bilmezmiş numarası yaptı:
- Öyle mi? Ben ona dikkat etmemişim demek! deyip savuşturdu. Atölyeden çıkarken beklemediğimiz yağmurla karşılaştık. Koşmamıza karşın dersliğe ıslanmış olarak girdik. Arkadaşlardan üşüyenler oldu, soba yakıldı. Hava erken karardı ya da bize öyle geldi. Yarınki müzik dersi için bir ödev yoktu ama İlkokullardaki müzik dersleri için konu açılır düşüncesiyle porteler çizdim, inici, çıkıcı gamlar hazırladım. Nasılsa aklıma geldi, Hidayet Öğretmen bana bir müzik kitabı vermişti; eski bir kitap: Muallim Hulüsi yazmış. Hidayet Öğretmen: “Kitap eski ama benim için değerli bir anısı vardır. yazanı benim öğretmenimdi, imzalayıp vermişti. O nedenle kitabı geri isterim! ”demişti. O kitabı ben geri verirken aynı kitabın yeni baskısı kitaplığa geldi! ”demişti. Sevinerek kitaplığa gittim, elimle koymuş gibi de kolay buldum. Bir çoğunu anımsadığım şarkılar hep var. Gamlarda bir değişiklik yok. Korolar, orkestralar, insan sesleri, çalgılar var. Fonomimi diye bir söz geçiyor. Okudum; anlar gibi oldum ama daha iyi anlamak daha doğrusu soru sormuş olmak için derste öğretmenden sormaya karar verdim. Soracak bir soru bulduğuma sevindim.
Yemeğe giderken yağmur damlaları arasına kar karıştığını gördük. Yemekte: “ Ya çok kar yağarsa, gene kar kürümeler başlarsa! ”türü konuşmalarla yemeği yeyip kalkınca “Ya, ya’ların hep yersiz dendiğini anladık, lapa kapa kar yağıyordu. Bu kes de:
-Tatil yaklaştı, tatili karda geçireceğiz! yakınmaları başladı. Arkadaşlar, kar olunca eve tıkılıp kalmaktan söz ediyorlar. İçimden seviniyorum:
- Benim hiç değilse sığınacağım kahvem var! Kitapta bir şarkı var, Bir göçmen çocuğunun şarkısıymış. Şarkının kendisi değil de adı beni üzüyor. Şarkının başlığı bana Kemalettin Kamu’nun İzmir Yolarında şiirini anımsatıyor. Onunla da kalmıyor, arkadaşlarımız Hüsnü Yalçın’la Emrullah Öztürk’ü düşünmeye başlıyorum. Annelerini, babalarını Bulgaristan’da bırakıp gelmişler. Söylemiyorlar ama zaman zaman nasıl üzüldüklerini bilir gibi oluyorum. Babam Bulgaristan’dan ayrıldığında 30 yaşındaymış. Kimi zaman konuşurken dinleyenler:
- Ağa, sen yetişkin ayrılmışsın; o kadar üzülmemişsindir! ”dediklerinde babam, neredeyse ağlamaklı bir sesle:
- Siz, bir de bana sorun, annemin babamın mezarları gözümde tütüyor. Ben geldim ama delikanlılık çağı arkadaşlarım, çocukluk arkadaşlarım, en yakın akrabalarım kısaca otuz yıllık geçmişim orada kaldı. Ata yadigarı evler, topraklar da cabası! der. Satı Beyin şarkısını görünce gene bunları anımsadım. Kitabı aldığıma bir başka bakımdan da sevindim. Geçen gün Asım Öğretmenle Beethoven’in Köstebek parçasını çalınca: “Çok güzel bir şarkı demiştim. Öğretmen Beethoven’in en büyük bestecilerden biri olduğunu söyledi sonra da onun en güzel bestesi sayıldığı söylenen bir parça çalmıştı. Öğretmen adını söyledi ama ben onu başka ad altında duymuştum. İşte bu kitaptaymış: Sosyalliğe İmni. Ne demekse? Çok da kolay bir parça. Hemen çalıp, sık çaldıklarım arasına katacağım.
Arkadaşlar kendilerini, tatil sevinciyle kar sıkıntısına kaptırmış durumda. Ben, oldukça rahatım. Geçmiş yıllarda benim kitap seçicim Hasan Ünerdi. Hasan okumayı gevşetti. Şimdilerde benim kitap okumamı itekleyen Tevfik Uğurlu. Her gördüğü yerde bana soruyor: Abi, Ana’yı okudun mu? Hangisini? deyince Maksim Gorky! ”deyince gülerek: “İyi!” diyor. Bu kez de duymadığım bir yazardan söz etti, Jack London: Güneş Çocuğu Okuyacağıma söz verdim. Tevfik’in çok kitap okuyuşuna önce şaştım sonra da haklı buldum; Tevfik, benim gibi çok uğraşa kalkışmadı, derslerini çalışıyor, kalan tüm zamanını da okumaya ayırmış durumda. Ben başlangıçtan bu yana hem müzik çalışıyorum, hem de oyunları sürdürüyorum. Oyunları Hasanoğlan’da ben öğrenmeseydim Kepirtepeliler gittiği gibi döneceklerdi. Ahmet Güner’le Yusuf Asıl benim ısrarımla katıldılar. Başlangıçta onların oyun oynamak, öteki arkadaşlar gibi akıllarından bile geçmiyordu. Tevfik de öyle kollarını kaldırmaz ama sürekli okumaktadır. Bizim Sami Akıncı gibi. Tam bilmiyorum ama sanırım Tevfik atölye derslerine de pek istekli katılmıyor. Oysa benim en büyük başarım atölye çalışmalarında. Okula girdiğim günlerde tutturduğum başarı düzeyi şimdiye dek hep yükseldi. Bu gece kendime güvenerek, azıcık da övünerek yattım. Sonra da bu iyimser durumumu kahveye bağlayıp güldüm. Kahvemiz olmasaydı ben de arkadaşlar gibi karlı günleri köyde nasıl geçireceğimi kara kara düşünecektim.