Bilimsel Konulara Yaklaştıkça Karşılaşılan Zorluklara Direnç
19 Ocak 1944 Çarşamba
Tarım İşletmeleri ya da öteki adıyla Ekonomi Kolundaki arkadaşlar arasında geçmiş derslerdeki Sosyoloji-Toplumbilim konulu tartışma gene alevlenmiş. Sosyoloji mi? Toplumbilim mi? Halil Dere bana:
-Bu konuyu sen kurcaladın. Zaten bizim arkadaşlar, liselerin programlarını hep gözetirler; “Orada Sosyoloji dendiğine göre bizde de bu dersin adı Sosyoloji olmalıdır! ” kanısındalar. Ne var ki bir bölüm arkadaşlar, Müfredat Programına Toplumbilim adı konduğuna göre, Toplumbilim, sosyolojiye göre daha dar kapsamlı tutulmaktadır. Bu nedenle derste öğretmene ikide bir bu konuyu getirip tartışma konusu yapmayalım. Haberin olsun, bu derste bu gene ortaya getirilirse kendini savunmaya şimdiden hazırlan! Arkadaşa teşekkür ettim ama nasıl bir tavır takınacağımı da birden kestiremedim. Sonunda da:
-Konu açılırsa açılsın, öğretmen kaldırıp bir şey sormazsa susarım. Ya kaldırırsa? İşte o zaman kendi anlayışımı ortaya dökerim! deyip hemen bir taslak hazırladım.
Kahvaltıda arkadaşlar daldan dala konu seçip geçerken aklımdan bir sıra söz dizisi geçirdim. Her şey tamam olmuş gibi birden rahatladığım duyumsayınca güldüm. O sıra Nihat, arkadaşı Kamil'e takılmış:
-Danko Pista kemanı iyice bıraktı! demiş. Ben o sözü duymamıştım bile. Gülüşüm tam anlamıyla bir rastlantı. Kamil alındı:
-Bir yığın laf söylendi, hiç birisine “Tıs! ”demedin! Ben de Kamil'e Danko'nun iki sevgilisi vardı, onların adlarını sordum. Sevgi sözleri, tavırları değiştirdi. “Andre Amati! ” adı fısıldandı. Onun keman ustasının adı olduğunu söyledim. Kamil yumuşadı:
-Ne kemandı ama! ” dedi. Biri “ Ilonda, öteki?” O da çıkmadı. Onu da söyledim, “Rozsi! ”Böylece gerginliği önlemiş oldum.
Kahvaltıdan çıkınca doğru büyük salona gittik.
İbrahim Yasa Öğretmen gülümseyerek geldi. Önce havaların soğuk gitmesinden söz etti. Bu arada, başka ülkelerde, bu tür kurumların soğuk havaları yendiğini, ısıtma işlerinin makinelere bağlandığını, A.B.D.'de kaldığı uzun yıllar, okullarda bir ısınma sorunuyla karşılaşmadığını anlattı. . Mehmet Toydemir, öğretmenin sözüne karıştı:
-Amerika çok büyük bir ülke, siz orada sıcak yerde kalmışsınızdır! deyince öğretmen elini kaldırarak Mehmet Toydemir'in sözü kestikten sonra; sözlerini kaldığı yerleri yerden sürdürdü:
-A.B.D'nin Missouri Üniversitesinde 5 yıl okudum. Cornell Üniversitesinde doktoramı tamamladım. Columbia Üniversitesinde iki yıl çalıştım. Az sayılmaz, değil mi? Bu arada değişik yerleri de gezip gördüm. Yıllarca kaldığım üç üniversitenin bulunduğu yerleri haklı olarak, siz bilmezsiniz. Columbia Üniversitesi New york'tadır; şu, dünyanın en kalabalık kentinde. New York kuzey sayılır, tıpkı burası, bizim Ankara'mız gibi; o da 40. enlem üzerindedir. Öğretmen gülümseyerek:
-Enlemleri bilirsiniz ama, karşılaştırmalar yapmamış olabilirsiniz. Bir gün siz de doğduğunuz yerlerden çok uzaklara giderseniz, tüm bildiklerinizi benim yaptığım gibi uygulamaya kalkışırsınız.
Öğretmen Missouri için de bilgi verdi:
-Missouri de yakın olarak 40. enlem üzerindedir ama denizden uzakta olduğu için Ankara'nın havasını aratmaz! deyip gene güldükten sonra:
-İşte bu denk iklimli yerleri düşünerek o sözleri söyledim. Oralarda geçen uzun yıllarımda mekanım genelde okullardı. Ama o okulların ısınma sorununu çok önceleri çözmüşler. Ben bunu bir bilgi olarak söyledim, eleştiri olarak düşünmeyin! Öğretmen gülümseyerek:
-Gelelim dersimiz Sosyoloji'ye! der demez parmaklar kalktı. Öğretmen başını, parmak kaldıranların yüzlerine sanki birini arıyormuş gibi bakarak gezdirdi. Sonunda da:
-Sizdiniz galiba değil mi? diye Burhan Güvenir'e sordu. Burhan Güvenir yerinden kalkmadan:
-Evet efendim ben! yanıtını verince öğretmen konuyu kendisi açtı:
-Bu Sosyoloji-Toplumbilim ikilemini sizler nedense çok önemsediniz. Bence buna değişik açıdan bakıp kendinizce bir ayrıştırma yapıyorsunuz. Sosyoloji biliminin konusu bizatihi toplumdur. Öyleyse bu derse Toplumbilim demek, neden daraltıcı ya da sınırlayıcı olsun? Parmaklar gene kalktı. Hasan Özden'se birden ayağa kalktı. Öğretmen gene bir çok arkadaşı süzdükten sonra nedense derslerde sessiz oturan arkadaşlardan Mehmet Gönül'e söz verdi. Mehmet Gönül, çok yumuşak bir sesle:
– Öğretmenim, bu okula 1938 yılında girdim. O zaman severek girmiş iki yıl da severek okumuştum. Ondan sonra yapılan değişiklikler ki “Bunlar bize hep yenilik! diye söylendi ama o yenilikler zararımıza işledi. Burada da bir kuşkulu durum sezdim. Şimdilik buradayım, başarılı olursam burasını bitirince, (Mehmet Gönül kendi kendine güldü) Köy Enstitülerinde öğretmen olacağım söyleniyor. Söylenenler doğru çıkarsa belki bu dersleri okutacağım. Ben olmasam bile arkadaşlarım okutacak. Bakın, köy Enstitülerinin bir müfredat programı varmış, bu programda Öğretmenlik Bilgisi dersi, Ruhbilim, Toplumsalbilim ders adları varmış, ben bunları duymadım. Köy Enstitüleri Müfredat proğramı olduğunu da burada, (Beni göstererek) arkadaştan öğrendim. Bu kaygıyla değişikliklere hep kuşkuyla bakıyorum. Sizlere güvenimiz sonsuz, sizlerden çok yararlanacağımıza inanıyoruz ama bizdeki bu kuşku, bizi tedirgin ediyor.
Öğretmen Mehmet Gönül'e teşekkür etti, gülümseyerek uzun uzun baktı:
– Ne güzel konuşuyorsun. Seni dinleyince, söylemek için hazırladığım sözlerimi değiştirmek gereğini duydum; açıkçası beni duygulandırdın! dedikten sonra başını önündeki kitaba çevirip kısa bir süre bakar gibi yaptı. Gene gülümseyerek bize döndü:
– Bu konuyu daha fazla uzatmadan burada kapatalım! demiyorum, ama uzatmadan kuşkuları kaldıracak şekilde bu iki görüşün ortasını bulalım. Ben bu konuda uzun yıllar, eskilerin deyimiyle dirsek çürüttüm. Okuduğum ünlü üniversitelerden Sosyoloji bilgini olarak diploma aldığım gibi doçentlik basamağına da “Sosyoloji okutur! ” onurunu alarak tırmandım. Dersinizin adı Sosyoloji de olsa toplumbilim de olsa bu derse ben gireceğim; bir kere bunu böyle bilin! Ben girmezsem, bir başkasının geleceğini sakın beklemeyin. Benim gelişim de askerliğim nedeniyle Ankara'da oluşumdandır. Bakın ben burada çalışırken de durmadan araştırma yapıyorum. Araştırma konum da Ankara'ya yakın köylerin, eski-yeni özellikleri, halkların yeniliklere uyma durumlarıdır. Bunu yaparken, bu işin Sosyoloji mi yoksa Toplumbilim mi olduğunu düşünmüyorum. Gelecekte sizler de bunları yapacaksınız. Sizlerin yaptıkları da gene Sosyoloji biliminin ilkeleri ışığında değerlenecek; bunun mantığı bu, başka bir çıkışı yok!
Öğretmen, Ankara köylerini gezeceğini, Ankara köylerini bilen, köyünü ya da yakın köyleri için bilgi veren arkadaşlarla konuştuğunu, gerektiğinde gelecek derslerde bize örnekler göstereceğini anlattıktan sonra Ankara köylerinden olan arkadaşları ayağa kaldırdı. Kalkanlar arasında Burhan Güvenir'i görünce önce aklıma taktığım soru işareti kayboldu. (Burhan Güvenir'i Kızılçullu-Çifteler tartışması kışkırtıcısı gibi algılamıştım) Öğretmen ders başlarken ona söz vermişti, bunun nedenini yanlış yöne yöneltmişim. Ben bunu düşünürken öğretmen bana dönerek:
– Eeeeee! sözü sana bırakalım, bakalım sen bu Köy Enstitüleri Müfredat Programı konusunu nasıl değerlendiriyorsun, kuşkulandığın noktalar nelerdir? Özet olarak bizi bilgilendir! Konuşmayı dinlerken böyle bir soruyla karşılaşacağımı düşünmediğim için biraz telaşlanarak ayağa kalkınca, öğretmen elini kaldırarak:
– Yok yok, şimdi değil, hazır olduğun bir zaman olsun! derken zaten zil çaldı. Ne düşündüyse öğretmen bu kez de: parmağını sallayarak:
– Gelecek ders olsun e mi! deyip ayrıldı.
Öğretmenler, İbrahim Yasa ile Halil Demircioğlu koridorda karşılaşınca uzun uzun konuştular. Kapıdan rahatça görüyordum, konuşan hep İbrahim Yasa oldu. Halil Demircioğlu hep gülümsedi, ara ara da başıyla onayladı. Halil Demircioğlu'nun girer girmez bizimle ilgili bir söz söyleyeceğini bilir gibi, beklemeye başladım. Meğer onda da yanılmışım, öğretmen, başka bir konuya değinmeden geçen ders Büyük Nutuk'un bıraktığımız yerinden okumaya başladı. Öğretmen okumaya başlayınca, nedendir bilmem Halil Demircioğlu ile İbrahim Yasa'yı karşılaştırdım. Halil Demircioğlu daha yaşlı gibi. Oysa İbrahim Yasa, söylediğine göre 1929 yılında öğretmen çıkmış. 15 yıllık öğretmen demektir. 20 yaşında öğretmen olsa 35 yaşında sayılır. 35 yaşında aynı zamanda askerlik yapıyor. Kulaklarımla öğretmeni dinlerken aklımdan bunları geçirdim. Halil Demircioğlu kaç yaşında acaba? Birden bir kaynaşma oldu, parmaklar kalktı. İçimden:
– Eyvah, şimdi öğretmen bana “Kalk!” derse ne yaparım? Beklentisi içine sıkışmış, korka korka gözlerimi öğretmen tarafına çevirmeye çalışırken konuşmalar oldu. Kim kiminle konuştu bunu bile seçememiştim. Bu kez bir başka ses, Muhittin İlhan'ın sesini kulaklarımda tınıladı. Muhittin, Çerkez Ethem’e, Düzce-Bolu dolaylarında isyancıları temizletiyordu. Toparlanıp gözlerimi öğretmene çevirdim. Öğretmen bir süre dinledikten sonra sözü alarak Fransızların Güney Anadolu'ya niçin girdiklerini anlattı. İngiliz-Fransız işbirliğinin yüz yılları çoktan geçtiğini, Osmanlı İmparatorluğunu parçalamak için içerden vurma politikalarını ortak sürdürdükleri, bu nedenle Fransızların, Süryani kökenli eski Güney Doğu halkını ayaklandırıp, oralarda sürekli kalmayı planladıklarını. Buna karşı İngilizlerin de Karadeniz kıyılarındaki eski Pontus kalıntılarını korumak için Samsun-Trabzon aralarını işgal etmeye kalkıştıklarını anlattı. Bu arada Süryanilerin Asurilerden bu yana devlet kuramadıklarını, 2500 yıl önceki hayallerin, hiç bir zaman gerçekleşemeyeceğini tekrarladı. Pontus için de benzer sözler söyledi. Trabzon'un da 2500 yıl önce kurulmuş bir Yunan kenti olduğunu ancak Romalıların Yunanlıları ortadan kaldırınca kentin Yunanlılıkla bir ilgisi kalmadığını, Doğudan gelen göçler nedeniyle Doğu Anadolu'da yaşayanların sürekli değiştiğini, Bizans'ın da Doğu Roma İmparatorluğu sürecinde ora halkının tümüyle Bizanslaştığını, Bizanslıların Rum mu, yoksa Romalı mı? olduğu tartışmasının sürdüğünü, ancak sömürgeci İngiltere kendi çıkarı için hepsini bir sayıp kışkırttığını söyledi. Öğretmen parmağını kaldırarak bir noktada dikkatimizi çekti:
– Kurtuluş Savaşından önce Anadolu çevresine çıkan düşman askerleri oralara rastgele çıkmamıştır. Hepsinin umutlandığı ortak nokta, girdikleri yerdeki halkın bir bölümü Türk'lerden kurtulmak için kendilerine sarılacağı sanılarıydı. Bu sanıları boşa çıkınca tıpış tıpış geldikleri yerlere döndüler.
Zil çalınca rahatladım, içimden de kendime “ Geçmiş olsun! ”dedim. Böyle bir acıklı duruma düşersem “Ne yaparım? ” diye düşünmek bile istemiyorum.
Yemekte, Sosyoloji dersi konusunda söz edileceğini ummuştum ama olmadı. Arkadaşlar keman derdinde, teller çabuk kopuyormuş, reçineler iyi değilmiş. Bir süre dinledikten sonra ben de:
– Bir de kemanlardan sizi sormalı bakalım ne diyecekler? Arkadaşlar hep güldü. Önce Halil Yıldırım:
– Benimki beni, kesinlikle beğenmez. Onu Kadir Pekgöz izledi:
– Benimki de beni beğenmez! Ekrem Bilgin de sözü bana çevirdi:
– Senin piyanolar gene seni hiç beğenmez. Ne o öyle, akşama dek başlarına oturup çekiçliyorsun!
Neşeli olarak Müzik Salonuna gittik.
Mehmet Öztekin Öğretmen çok geç geldi. O gelmeyince arkadaşlar çalışmadıkları için işi lafa boğdular. Metot parçaları için bir süre tartışıldı. Bir süre de piyanodan ses alıp akort yapma denemesi yaptılar. Öğretmen gelince ben, nasıl olsa alt odaya geçip çalışacağım için yukardaki piyanoya oturmamıştım.
Öztekin Öğretmen, Enstitü Bölümü Öğretmenleri toplantısına katıldığı için gelemediğini söyleyip arkadaşları bugün serbest bıraktı.
Ben hemen alt odaya geçip çalışmaya koyuldum.
Sosyoloji ödevimin içeriği ile boyutunu tasarlarken konuya girişimi de saptadım:
Ödevime başlarken derste Mehmet Gönül arkadaşın söylediğini biraz çevirerek benzer bir giriş yapacağım. Böyle bir girişten sonra da yapılan değişikleri anımsatıp kendi gözlemlerimi sıralayıp ara ara yorumlarımı ekleyeceğim.
Benim anladığıma göre Köy Enstitüleri Programını hazırlayanlar, belli bir amaçla derslerin adlarını değiştirdiler. Bu değişiklikler, tıpkı okulların adlarının değişikliğine benziyor. Köy Öğretmen Okulu yerine Köy Enstitüsü demek gibi bir şey. Ben orada beş yıl okudum. Başlangıçta konuşulduğu gibi altı yıl okusaydım, şimdi olduğumdan başka türlü mü düşünecektim? Okulun adı Trakya Köy Öğretmen Okuluyken 1939 yılı yazını aralıksız çalışarak Kepirtepe'deki büyük binayı yapıp içine girdik. O yaz inşaatta çalıştığımı (Köyüm yakın olduğu, ayrıca bitişik köyde yakın akrabalarım olduğu için) ailemin büyükleri sık sık gelip beni işbaşında gördü. Bu nedenle ben ne işten yüksündüm ne de ailemden bir olumsuz tepki gördüm. Yaz boyunca aralıksız inşaat işlerinde çalıştığım gibi orta okula koşuk olacak hem düzenli hem düzeyli olarak derslerimi de çalıştım. Okulun adı öylece kalsaydı benzer çalışmam sürecekti, çünkü ben geleceğimi öylesi bir çalışma ile kuracağımı düşlüyordum. O koşullar altında çalışıp buraya gelseydim, şimdiki okuma isteğim böylece sürecekti. Şimdi kendi kendime soruyorum:
-Bunca zorlu çalışmalara karşın benim hevesim artarak sürerken bu yukarıdan değişmeler niçin yapıldı? Bunlar bana bir katkıda bulundu mu? Üzülerek söylüyorum, hiçbir katkıda bulunmadığı gibi zararıma da oldu. Sorulsa, bunları yapanlar kendilerine göre neden bulurlar. Ne var ki onların nedenleriyle benim kazanımlarımın uzaktan yakından bir il Benim kazanımlarım gerçek, on larınkiler varsayımdan öte geçemezler. Öyleyse onlar, bu derslerin ayırımında da beni düşünerek değil kendi gönüllerince bir neden bulmuşlardır. İşte, Müfredat Programı dikkatli okununca bu durum tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmaktadır. “İş Ruhbilimi! ”, “Pedagojik Toplumbilim! ”gibi kavramlar, onların gerçek olan temel kuramlarını kavramadan nasıl uygulanabilir? Yüz yıllardır okullarda sözüm ona Yerçekimi kuramından söz edilmektedir. Kime sorsan Yerçekimini daldan elma düşürerek anlatmaya çalışır. Yerçekimini İsaac Newton, sahiden başına elma düşünce mi bulmuş. İsaac Newton'un gelmiş geçmiş en büyük matematikçilerinden biri olduğunu bilmeyenler, yaşamları boyu elma gördükçe dünyanın döndüğünü anımsayıp geçerler. Onlar için elma yoksa dünya yuvarlağı da yerinde durur. Yerinde duranın kendileri olduğunu onlar anlamazlar ya biri çıkıp anlatsa da inanmazlar. Onlara göre yerçekimi elma ile özdeşleşmiştir. Oysa onların başına armut ya da ayva da düşmektedir. Hele yağmurun, karın düşmesi hiç önemli değildir onlar için. İşte bu anlayış öteki okullarımızda zaten var. O yeterli görülmediği için bir değişime gerek görüldüğünden yeni bir eğitim anlayışı ortaya getirilmiştir. Öyleyse ortada bir eksiklik vardır. Atatürk'ün sözü Tarih, Dil ve Coğrafya Fakültesinin üstüne yazılmış. “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir! ” diye. Sosyoloji, Psikoloji birer bilimse onlar neden okutulmuyor da okutulması istenince gerekçe aranıyor? Tarih derslerinde okuduğumuza göre yüzlerce yıl önce yaşamış olan Tales, Pfisagor, Öklit gibi bilginlerin teoremleri matematik derslerinde okutulmaktadır. Bunlar dolaylı olarak Köy Enstitüleri programına da alınmıştır. Belki de alınmak zorunda kalınmıştır. Bunlar doğrudan adlarıyla neden okutulmamaktadır? Köy Enstitüleri Müfredat Programında son sınıflara Cebir dersinde öğretilmesi istenen 2. derece eşitsizlikleri, y= ax+b, y=ax2+bx+c, y=ax+b/a'x+b' fonksiyonlarının işaret, değer değişimleri ve grafikleri. İkinci derece denklemlerinin grafikle çözümü, üslü fonksiyon, logaritmanın özellikleri, geometri bölümünde trigonometri, trigonometrik fonksiyonlar, sinus kosinus teoremleri, fonksiyon limitlerini öğretmek olası mıdır? Oysa, halkımızın geri kalmışlığını eski dönemlerde bunların okullarda okutulmadığına bağlayıp geçmişi eleştiriyoruz. Siz, değerli öğretmenimiz de okulların ısıtılmasında bile geri kalmışlığımızı üzülerek söylediniz. Salt siz değil öteki öğretmenlerimiz de kendi konularıyla ilgili bilgileri aktarırken benzer konuları sık sık tekrarlamaktadır. Askerlik öğretmenimiz, savaşları kaybetmemizin nedeni, iyi yönetilememekten, askeri savaşa hazırlamamaktan diyor. Neden hazırlayamıyoruz? Hazırlayacak usta savaşçımız olmamasından. 1854-56 Kırım savaşında Osmanlı Ordusunun Başkomutanı bir Avusturyalı subaymış, Çanakkale Savaşında da gene başkomutan bir Alman'dı diye kahvelerde halk konuşuyor. Neden öyle oluyor? Askerlik Öğretmenimiz Binbaşı Nuri Teoman bunlara benzer üzücü olayları bize anlatıyor. Sorun bilgili insansa bizler neden daha bilgili olmamız için zorlanmıyoruz. Kimi kez gülerek kimi kez de üzülerek okuduğumuz Falaka, üfürük öykülerinde üstünkörü bir eğitimden söz ediliyordu, o durumu önlemek için sıkı sınavlar konmuş, Psikoloji doktoru Ziya Talat Çağıl, Niçin Sınıfta Kalıyorlar adlı kitabında bundan yakınıyor. Öğrencilerin sınıfta kalışlarını yarı yarıya öğretmenlere bağlıyor. İyi ama öteki yarının suçu kimin? Bu, doğrudan öğrencinin tembelliği değil de nedir? Bunlar içinde aşırı yeteneksizler olabilir. Ancak büyük bir çoğunluk çalışmadığı için başarısızdır. Böyle olunca bir takım okullarda sınavlar kaldırılır ya da kaldırılmış gibi topluca sınıf geçirilirse o öğretmenler, umulan bilgili öğrenciyi nasıl yetiştirir? Hayatta mürşitin ilim olduğunu söylese bile ona kim inanır? Neden inansın?
Yazdığımı bir daha okuduktan sonra çok doğru bir noktayı yakaladığıma sevindim.
Ancak öğretmen, son dersinde açık açık:
-Ben, söylediklerinizi biliyorum, bile bile bu görevi sürdürüyorum! dediğine göre benim söyleyeceklerimin onda önemli bir etkisi olmayacaktır. Böyle düşününce ödevi uzatmaktan, hatta yaptığımı söylemekten bile vazgeçer gibi oldum. Sonunda da; “Öğretmen sorarsa bu kadarını söyleyip keserim! ” kararını verip defteri kapattım.
Psikoloji dersindeki konuşmalar sırasında da sık sık sözü edilen Köy Enstitüleri Müfredat Programını bir kez daha okumaya karar verdim. İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç neredeyse hemen alın okuyun dercesine bize anımsatmıştı. Hatta nerede bulabileceğimizi bile söylemişti. (“Enstitü Bölüm kitaplığında vardır!”) demişti. Bugünkü Sosyoloji dersinde bilir gibiyim öğretmen, yarım kalan Sosyoloji Bilimi alanlarını, uygulama yöntemlerini anlatacaktır. Ayrıca Sosyoloji Bilimine karşı olanların görüşlerine de yer vereceğini söylemişti. Sanırım bunlara başlayınca bu ders değil zaman olarak gelecek ders bile yetmeyecektir.
Tarih dersimizde Büyük Nutuk bitinceye dek onu okuyacağımızı öğretmen kendisi söylemişti. Bu nedenlerle ben bugün Müfredat Programının hem psikoloji hem de sosyoloji bölümlerini okuyabilirim. Bu istek iyimserliği içinde kalktım. Kepirli arkadaşım Halil Basutçu ile karşılaştım. Arkadaş beni, onların özel çalışma yerlerine çağırdı. Öyle bir yerleri olduğunu duymuştum ama hiç gitmemiştim. Olanak bulunca gideceğimi söyledim. Kitaplarımın arasındaki programı alıp kitaplığa gittim. İlk baktığım yer, Öğretmenlik Bilgisi bölümü oldu. Ne çabuk unutmuşum. Bakınca anımsadım, konuşulan ya da konuşulamayan konuların çoğu orada var. Bizim Kepirtepe'de derslerin boş geçtiğini, boş (Öğretmensiz) geçmeyenlerin de bir hoş geçtiğini (Sorgusuz, sınavsız-güle oynaya) biliyordum ama Kızılçullu ile Çifteler'in de öyle olacağını düşünemiyordum. Kendi kendimi sorguladım “Asım Öğretmen o kitabı bana vermeseydi, ben bunları nereden öğrenecektim?” Bir rastlantı Asım Öğretmen bana:
Biz öğretmenlere, bundan böyle Köy Enstitülerinde okutulacak derslerle ilgili kitap dağıttılar. “Öğretmenler, bu kitabı inceleyecek, gelecek yıl dersleri kesinlikle buna göre işleyecek ! dendi. Ben nasıl olsa ayrılıyorum, bu kitap seni ilgilendirir, al senin olsun! ” demeseydi, bu bilgileri ben bilecek miydim? Öğretmenlik Bilgisi dersinde kurcalayınca Okul Müdürü konuyu bildiği için önemsedi, gelecek yıla bırakmadan giderayak bize ilgili konuları açıkladı. Öğrenemedikse de hiç değilse tanıdık. Demek oluyor ki Kızılçullu ile Çifteler'de bir Asım Öğretmen yokmuş, oralardan gelen arkadaşlar ilgili konulara tümden yabancı. Oysa, bir yıl sonra birileri Köy Enstitülerinde öğretmenlik yapacak. İki yıl sonra da bizimkiler; şu, “Biz bunları görmedik!” diye tutturanlar. O görmedik dediklerini, görmüş olan öğrencilerin karşısına geçerek anlatmak zorunda kalacaklar. Bir ya da iki yıla da gerek yok, önümüzdeki yaz staja gidildiğinde öğretmen yetersizliği nedeniyle sınavlara giren arkadaşlar oralarda bu tür sorunlarla karşılaşacaklar. Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç açık açık söyledi:
-Köy Enstitüleri Yolu, dosdoğru bir yoldur; oraya, sağa sola sapmadan gidilir. Bu yolu sizler göstereceksiniz! O nedenle halkın söylediği övütücü uyarısını unutmayın ki; “Kılavuzu karga olanın. . . . . . . . ! ” durumuna düşmeyelim.
Köy Enstitüleri Müfredat Programına, 4 Mayıs 1943 günü Maarif Vekili Hasan Ali Yücel tarafından “Muvafıktır!” denilerek (onaylanarak) uygulanmak üzere Köy Enstitülerine gönderilmiştir. Bu programa göre Öğretmenlik Bilgisi dersi 4. sınıflarda haftada 2 saat, 5. sınıflarda haftada 6 (Altı) saattir, Konumuzu ilgilendiren bölümü Kitap 88'de yazmıştım. Öğretmenlik Bilgisi adı da tıpkı Toplumbilim'den Sosyoloji'den, Ruhbilim'in Psikoloji'den ayrıldığı gibi Pedagoji'den ayrı tutulmaktadır. Öğretmenlik Bilgisi dersi içinde gösterilen Toplumbilim, İş Eğitimi, Çocuk ve İş Ruhbilimi, Öğretim metodu ve Ders Uygulaması, Eğitim ve İş Eğitimi Tarihi bölümleri bulunmaktadır. Toplumbilim, Sosyoloji'den, Ruhbilim Psikoloji'den, Öğretmenlik Bilgisi Pedagoji'den ayrı birer bilim midir? Bunları öğrenciye nasıl sunacağız?
Örneğin, Müfredat Programının şu buyruklarını aldığımız bilimsel bilgilerin hangisiyle karşılayacağız?
Genel Pedagojik Toplum Bilim Kavramları:
1-Toplumsal olay nedir?
2. İnsanı çevreleyen bağlar (Toplumsal münasebetler) nelerdir?
3. Toplumsal teşekkülün mahiyeti:
a. Kütle,
b. Toplumsal gruplar,
Kütle ve grup halindeki toplulukların bariz vasıfları nelerdir? Bunların, köy ve şehir hayatından alınacak misallerle anlatılması.
4. Köyün fiziksel ve toplumsal yapısını inceleme; iklim, nüfus, zirai, ekonomik teşkilat, hayat standardı, ekonomik kurumlar, toprak mülkiyeti. Zirai, teknik, kültürel durum. İdari ve siyasal teşkilat!
5. Köyün kuruluş sebepleri, karakter ve yapısının ana vasıfları.
6. Tek başına insan ve toplum kavramlarının anlaşılan manaları. İnsanı başka insanlara bağlayan sebepler, cemiyetin meydana gelişi, köy cemiyetini teşkil eden esas unsurlar.
Bunların, hakiki hayattan misaller getirilmek suretiyle anlatılması.
A. Eğitimin Anlamları:
1. Eğitimin hayatsal anlamı:
Hayatı idame ettirmek, cinsin bekasını sağlamak bakımından bireye öğretilen bilgiler; doğum, ölüm ve hastalık karşısında köy insanlarının durumları, hayatı tehdit edici olaylara karşı alınan tedbirler ve bunlarla ilgili gelenekler.
2. Eğitimin toplumbilimsel anlamı:
Yetişkin nesillerin, yetişmekte olan nesilleri kendilerine benzetme maksadıyla onlara öğrettikleri bilgilerle kazandırdıkları beceriler ve bu olayların köylerdeki görünüşleri. Bunlarla ilgili köy yapısının teşkilatı ve bu teşkilatın bireyi içine alış tarzları, bilgi ve becerileri bireye mal ediş şekilleri.
3. Eğitimin ülküsel anlamı:
Ülküsel değerleri bireylere öğretme bakımından girişilen işler, alınan tedbirler, meydana getirilen münasebetler. (Bunların her birine dair köy, kasaba ve büyük şehir hayatından misaller. )
4. Köyde hak ve ahlak telakkisi:
Sevilen ve nefret edilen şeyler. Bu bakımdan köylerin birbiriyle münasebetleri. Ortaklık mallar ve onları koruma, işletme, idame etme şekilleri.
B. Bakım Toplumbilimi:
1. Bakımın toplumbilimsel anlamı ve önemi:
Biyolojik hayatla ilgili bakım türleri:
Karşılıklı yardımlar, başkalarını sevme, acıma ve bakma.
2. Köyde bakım ve yardım gelenekleri ve teşkilatı: Bu yönden köylerin birbiriyle münasebetleri.
3. Kurumlaşmış kurumlaşmamış bakım türleri:
Köy ve şehirlerdeki görünüşleri.
4. Bakımın şekiller:
a) Bireyin hayatını kurtarıcı mahiyette, b) Koruyucu ölçüde, c) teşhiz edici karakterde bakım ve yardım.
Devlet teşkilatı olarak veya devletin himayesiyle meydana getirilen bakım kurumları. Toplumsal yardımlaşmayı teşkilatlandırma zarureti ve bunun faydaları. (Bunların her birine dair köy ve kasaba hayatından alınmış misaller. )
C. Bireyin toplumlaştırılması:
1. Toplumlaştırıcı kuvvetler:
a) Toplumsal gelenek, b) Toplumsal kontrol, c) Bireyde “Biz” şuurunun uyanmasına etkili olan olaylar. Bunların, köy ve şehir hayatındaki görünüşlerinin etkili bir şekilde incelenmesi.
Köyün müşterek işleriyle ilgili olarak gelmiş ve geçmişte verilen kararlar, alınan tedbirler ve bu bakımdan komşu köylerle münasebetler ve bunlardan doğan değişmeler.
2. Köyde seçim; seçimlerle ilgili olaylar.
3. Toplumlaşmayı kurumlaştırmak:
a) İlkel cemiyetlerin kurumları. b) İleri cemiyetlerde toplumlaşma kurumları, bu kurumların amaçları ve yapıları.
D. Eğitimin Toplumbilimi.
1. Eğitim ve toplumlaşma:
Çocuğu, eğitim yolu ile yetişkin insan haline getirmek, bu maksatla girişilen işlerin ve ona gösterilen bilgilerin mahiyeti. Bu olayların köydeki görünüşleri. Çıraklık, ırgatlık, kalfalık ve bunlarla olan gelenekler.
2. Hayatsal ihtiyaçlara göre eğitim teşkilatı ve kurumları.
3. Eğitim şartları:
a) Bireylikle ilgili şartlar, b) Toplumsal olaylarla ilgili şartlar.
4. Eğitimi güçleştiren etmenler:
a) Çalışma çevresinin elverişli olmayışı, engellerle dolu oluşu. b) Hayat temposuna göre çalışma şartları. c) Tabii mekanik alemin yarattığı ağır hava, fazla sıcak veya soğuk, karanlık gibi güçlükler.
Bu olayların köydeki görünüşlerini incelemek suretiyle hakiki hayattan gözlem ve deneylere dayanan bilgiler kazanmak ve bunların köy istihsal hayatına yaptıkları etkileri incelemek.
Açıkça görülüyor ki burada istenen bilgi, görgü, alışkanlık, beceri kazanımları için onları vereceklerin usta birer yetiştirici olması zorunludur. Köyde geçerli olan, burada da geçerliliği belirtilen usta-çırak ilkesine uyulması için söz konusu öğretmenin yukarıdaki buyrukları yerine getirmesi için oldukça bilgili özellikle de Pedagoji, Psikoloji, Sosyoloji bilimlerinin genel havasını koklamış olması gerekmektedir. Kendi psikolojik durumundan habersiz bir kimsenin çocukların davranışlarını değerlendirmesi olası değildir. Tümüyle çocukların eğitimini sağlamak amacına yönelik tüm uygar ülkelerin el birliğiyle geliştirdiği okullarda bunca bilimsel uğraşlara karşın yeterince başarılamayan çocuk eğitimi, temel pedagoji bilgileri almamış ya da kavramamış, kulak dolgunluğu kültürü düzeyindeki kişilerce başarılır mı? Pedagoji bir bilim olduğuna göre onun ana kuralları vardır; bunlar köy Enstitülerinde neden okutulmuyor?
Ayrıca, yukardaki buyruklar arasında köylerle kasabalar, ara ara da şehirlerde yaşayanların karşılaştırılması isteniyor. İki nesnenin karşılaştırılması için en azından ikisi üstüne de yeterli bilgi gerekir. Bu iki ayrı nesne hakkında yeterli bilgi olmadan nasıl karşılaştırma yapılır? Aşağıda değinilen bölümde de görüleceği üzere buyrukların başarıyla yerini bulması Köy Enstitüleri Müfredat Programı'nda bir eksikliğin tamamlanmasını gerekliliğini göstermektedir.
Özel Pedagojik Toplumbilim Kavramları:
1. Çocuklarda ve gençlerde sosyabilite:
a) Küçük çocukluk devrinin,
b) Çocukluk devrinin,
c) Erinlik çağından evvelki devrin,
d) Erinlik çağının toplumsal durumu.
Köy çocuklarını ve gençlerini bu bakımlardan incelemek. Bu olaylarla ilgili köy geleneklerinin gençlerde kişiliğin gelişmesine etkileri. Köy çocuğunun ve gençlerinin karakteri. Sosyal çevre ile uygunluk derecesi.
2. Çocuklarda ve gençlerde dostluk münasebetleri;
a) Dostluk bağlarının şekilleri, b) Teşkilatlanmış gençlik grupları, bunların türleri ve mahiyeti. Köydeki görünüşleri ve köyün iş yapısının teşkiline etki derecesi.
3. Eğitim grupları; a) Aile, ailenin yapısı, aile yapısındaki değişiklikler, akrabalık münasebetleri. b) Okul, bireyi cemiyetten ayırış, okulda yapı değişikliği, bireyin muhtariyetini kaybetmesi, okul sınıfının sosyal önemi, okul çalışmalarını sosyal yönden paylaştırmak. Köy okulunun karakteri. Köylerde okul teşkilatı. Okul yolu ile köyün yapısındaki değişiklikler.
4. Toplumsal çevre:
a) Büyük şehir, b) Kasaba, c) Köy hayatı. Bu hayat şekillerinin önemli görünüşleri. Köyde boş zamanı geçiriş tarzı, köy eğlentileri, ulusal müzik ve oyunların sosyal hayata etkileri. Köyde giyim ve süslenme. Köy evinde ve eşyasındaki süslemeler, bunların sosyal hayata etkileri.
5. Toplumsal tipler. Şehir ve köy tipleri, bunlar arasında mukayeseler, bunların açık vasıfları. Köy hayatına hakim ve istikamet veren tipler, bunların karakterleri ve yetişmekte olan nesillere etkileri. Cemiyetin hayatına etkili olan kişiler ve bunları yetiştiren şartlar.
Buradan da anlaşılıyor ki, Köy Enstitüleri Müfredat Proğramı'nın Öğretmenlik bilgisi bölümünü okutacak kimselerin en azından çocuk ve gençlik psikolojisi ile birey-toplum ilişkileri psikolojisini, Pedagoji'nin de bireyin öğrenme mekanizması üstüne etki yöntemlerini, Sosyoloji'ninse birey- çevre, çevrenin etki kaynaklarını okuyup uygulayacak ölçüde içine sindirmesi gerekmektedir.
Önemli bir nokta da Köy Enstitüleri Müfredat Programı, Sosyoloji-Toplumbilim, Topluluk-toplum-Cemiyet kavramlarına sınır çizmemiştir. Bu da ilerde karışıklara yol açacaktır. Örneğin bir yerde Sınıf topluluğu deniyorsa arkasından Sınıf cemaatinden söz ediliyor. Okulda her sınıf bir topluluktur. Buna bir de cemaat adını yapıştırmak gereği neden duyulmuştur?
Not: Öğretmen bana, “Ödevi sınırlı tut, gerekirse birlikte uzatırız!” demişti, o nedenle ben yukarda kesmeyi düşünmüştüm. Öğretmen olanak tanırsa bu bölümü de sunacağım.
Yukarı çıkınca arkadaşların yemeğe gitmek üzere hazırlandıklarını gördüm. Hepsi neşeli. Neşelerinin nereden geldiğini merak edip bekledim. Önemli bir yenilik yok; birbirlerini çekiştirip aradan gülecek bir söz yakalayarak basıyorlar kahkahayı. Muttalip'in yayı “Kör değneği gibi!” sağa sola oynuyormuş. Kadir'in yayı “İhtiyar bastonu gibi” dimdik gidiyormuş v. b.
Yemekte konser sözü açıldı, konserlerin özlendiğinden söz edildi. Bu arada “ Son konserde ne dinlemiştik?” sorusu ortaya atıldı. Bütün gözler Ekrem Bilgin'e döndü. Ekrem Bilgin ise beklenmeyen bir numara yaptı:
-Bana bakmayın, ben o konserde yoktum! Bu kez de bana baktılar. Ben konserde çalınanı değil, Ekrem'in konserde olduğunu söyledim. Ekrem bu kez, o konserde uyuduğunu o nedenle “Yoktum!” dediğini öne sürdü. Anımsamama karşın çalınanları ben de söylemedim. (Beethoven keman konçertosu-Cesar Franck Senfoni)
Öteki konserlerde de çalınanları sıralayarak ortalık iyice karıştırıldı. Bu kez kesin karar alındı; bundan böyle bir arkadaş kesinlikle konser programı alıp akşam gelince tahtaya yazacak. Güzel bir düşünce, eğer uygulanırsa!
Yemekten sonra Kitaplığa gittim.
Geçmiş derslerin birinde Şah İsmail'den (Hatai) şiir okuyunca Hamdi Keskin Öğretmen:
-Yurdumuz dışında yetişmiş başka ünlü şairlerin olduğunu, onları da sırası geldikçe okuyacağımızı, bunlardan birinin de Ali Şi'r Nevai olduğunu söylemişti. Kitaplıkta dergileri karıştırırken Agah Sırrı Levend'in Ali Şi'r Nevai üstüne yazdığı bir yazı buldum. Anımsadığıma göre Agah Sırrı kitabında Fuzuli'yi küçümseyen bir tavır takınmıştı. Ali Şi'r Nevai'yi övdüğünü görünce duraksadım. Ali Şi'r Nevai-Fuzuli karşılaştırılması sonucu mu acaba yazarda bu kanıyı uyandırmıştı? Yazar kitabına örnek olarak üç gazel eklenmiş. Onları defterime yazdım.
Ali Şi'r Nevai'den
1. Gazel
Körgeli hüsnüngni zar ü müptela boldum sanga
Ne belahg kün idi ki aşina boldum sanga
Her niçe didim ki kün kündin üzey sindin könül
Vah kün kündin beterrak müptela boldum sanga
Min kaçan didim vefa kılğıl mang zulm eyleding
Sin kaçan diding fida bolgıl manya boldum Sanga
Key peri-peykerge dir sin tilbe bodung bu sıfat
Ey peri-peyker nı kılsang kıl fida boldum sanga
Ey göknül terk-i nasihat eylerim avere bol
Yüz bela yitmes ki min hem bir bela boldum sanga
Cam-ı Cem birle Hızır suyu nasibimdie muddam
Sakkıy ta terk-i cah eyleb geda boldum sanga
Güssa cengidin nevai tapmadın uşşak ara
Ta nevayi dik esir ü bi neva boldum sanga
Ali'-i Şi'r Nevai
(Güzelliğini görünce sana vuruldum, seni gördüğün an belamı da bulmuştu. Günler sonra senden uzaklaşmak istedimse de yazık ki daha çok yaklaştım. Sana, dur! dedikçe eziyetin arttı. Daha nicelerini yakmış olabilirsin, ey peri yüzlü güzel, sana canım feda. Dertli gönlüm, seni övtle teselli etmek istemem, yüz b ele yetmemiş gibi bir de ben yükledim. Benim kısmetim Cem'in kadehi içinde Hızır suyudur. Sun saki, ölene dek senden bunu dilemeye (Dilenmeye) razıyım. Nevai sana tutulalı beri, Gam sazı aşk şarkısı çalmıyor. )
2. Gazel
Naleni her nice kimildin nihan eyler köngül
Sini sağıngaç yana bi-had figan eyler köngül
Her nice kim yaşurur min raz-ı ışkın halkdın
Bir mahalsız ah ile bann ayan eyler köngül
Mey yeraşşuh eylegen dik çak bolgan şişedin
Zahmıdın hun- abesin her dem revan eyler köngül
Kasd iter könglüm ki algay lebleringdin kam-ı dil
İmdi tahkik eyledim kim kasd-can eyler köngül
Köz körer yüzüngni vü knglüm mini rusva kılur
Zar iter gönglümni köz bağrımnı kan eyler köngül
Şule-i gügürd körgüzdi kaza köydürgeli
Derd-i ışk ehlin bu kim gerdun güman eyler göngül
Ey Navaiyi evvel ol na-mihrbanğa uçratur
Kimni kim min bi-neva dik na-tüvan eyler köngül
Ali Şi'r Nevai
“Gönlüm, sesini herkesten saklarsa da, seni görünce kendini tutamaz. Halktan habersiz inler gibidir, ancak seni görünce ah çekmesi akımı açıklamış olur. Çatlayan bardaktan mey akar gibi aşk yarasından kanım akmaktadır. Artık anladım ki, bu acılarım ancak dudaklarından öpünce geçecek. Gözlerim senin güzelliğini görünce gönlüm beni kınar, bağrım kan olur. Yakıcı gözlerin beni kavuruyor. Ey Nevai, kaderin seni öyle bir vefasız güzelle karşılaştırdı ki, ona ulaşamayınca gönlün kendini şanssız sayıyor. ”
3 . Gazel
Bahar boldı vü gül meyli kılmadı gönglüm
Açıldı gonce ve likin açılmadı gönglüm
Yüzüng khayali bile valih irdi andak kim
Bahar kilkan ü kitkanni bilmedi gönglüm
Yüzüng nezareside mahv -i mest idi yani
Ki gül çağıda zemanı ayılmadı gönglüm
Zemane gülbünede goncediktür il gönkli
Olarga şükr ile barı katılmdı gönglüm
Nevai gonce tilap gönglüm ağzın itti heves
Eğerçi tapmadi likin yagnılmadi gönglüm
Bu şiir, genellikle bizim Türkçe'mize uyarlandığı için kolay anlaşılmaktadır.
“Bahar geldi, bütün çiçekler açıldı lakin benim gönlüm açılmadı. Yüzünün güzelliği gözlerimde öyle kaldı ki baharın gelip gittiğinden bile habersizim. Açıkçası, yüzünün güzelliği beni hasta olurca mest ettiğinden o gül çağı zamanı boyunca ayılmadı gönlüm. Güller açıldığı sürece eller, (Tüm insanlar) şükredip, neşelenirler, onların şükredişlerine bile katılamadım. Nevai, bir gül ağıza heves etti, vuruldu (Gönlünü kaptırdı). Gerçi, alamadı (Sahip olamadı) ama güzelliği üstüne söyledikleri (Sahiydi) doğruydu, ya da söylediklerinde yanılmamıştı. ”
Ali Şi'r Nevai için daha önce yazmış olduklarıma eklemek üzere bu gazelleri de aldım. Bir süre de düşündüm, Ahmet Yesevi de uzak Türk illerinde yaşamış Türkçe yazmış. O 12. yy'da yaşamıştı. Ali Şi'r Nevai de 15. yy'da yaşamış, Türkçe yazmış. Fuzuli de Divanı'nın birini 16 yy'da Türkçe yazmış.
Günümüz Türkçe'sine uymadıkları gibi üçü de birbirinden çok uzak özellikler taşıyor. Bu neden böyle acaba?
Yatınca gene bunu anımsadım ama sanırım yanıtını kendim buldum. Bizim köyde bile konuşma farkı olan aileler var. Babam kimi zaman onlar için, Bulgaristan'daki köylerini söyleyip eleştirir:
-Onlar, Kaybılar'dan (Gaipler), ora halkı, Dobruca tarafından inmedir! Babamların köyü ile Belenören. Çok eskilerden beri orada yaşamışlarmış. Şah İsmail aklıma geldi, o da Türkçe yazmış. Yavuz Sultan Selim yaşıtı (16. yy) Onun Türkçesi bana daha kolay anlaşılır geldi. Oysa o bir başka ülkenin şahı. . . . . . . Esnedim.
20 Ocak 1944 Perşembe
Daha önce ne konuştular duyamadım ama Edebiyat dersimizle ilgili olduğu kesindi. Çünkü konuşanın aldığı yanıt bu doğrultudaydı:
-Adam kendisi çok efendi, bizi ürkütmemek için elinden geleni yapıyor. Öteki:
-Benim sözüm ona değil, liselerde bile Edebiyat bir başlık altında, beş saat mı, altı saat mı ne? Onlarda bunu bir öğretmen veriyor. Bizde dört saatı ikiye bölmüşler. Bir üçüncü ses:
-Eeee, burası yüksek okul kuzum! Kuzum, sözü bizim çok duyduğumuz bir söz. Hemen o tarafa baktım; Sami Akıncı, güldüm. Sami de beni gördü. Ellerini iki yana açarak:
-Tam ben geçerken konuştukları için söze karıştım! dedi. Konuşanlar da benim yakından tanıdığım Zekeriya Kayhan'la Faik Demir. Yakınan Zekeriya Kayhan. Zekeriya için, “Olağanüstü zeybek oynuyor! ”diyorlar. Ben bir kez uzaktan gördümn ama, yakınına gitmemiştim. Zekeriya ile ağabeyi Kerim Kayhan nedeniyle tanışmış, iyi anlaşmıştık. Ağabeyi Kerim Kayhan, Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümünde okuyormuş. Asım Öğretmen de Müzik Bölümünde, arkadaş olmuşlar. Tatil günleri birlikte çıktıklarından rastlaşınca tanıştık. Ankara'ya indikçe kimi ben Zekeriya'ya ağabeyinden, kimi de Zekeriya bana Asım Öğretmenden selam getirdi. Böylece Zekeriya ile yakınlığımız giderek perçinlendi.
Faik Demir
Faik Demir'le arkadaşlığımız bir grup katkısıyla oldu. Kızılçullular, birbirini çok tutuyor. Çiftelerlilerin de benzer şekilde gruplaşması, onları daha da birbirlerine yaklaştırdı. Biz Kepirlilerin o iki gruptan daha çok Kızılçullulara yaklaşmamız Kızılçulluları sevindirdi. Sonra sonra da grupları bir yana itip ikişer üçer arkadaş daha yakın ilişkiler kurdu. Faik Demir'le önce inşaat çalışmalarında yakınlaştık. Zaten onlar; Halil Dere, Hasan Özden, Şükrü Koç, Faik Demir eskiden beri iyi anlaşıyormuş. Sanırım ben onlara fazla gelmedim, önce onlar bana yakınlık gösterdi, benim de aradığım böyle bir ilgiydi. İkisine de yakınlık duyduğum için azıcık bekledim, kapıdan birlikte çıkınca konuşmalarına katıldım. Daha doğrusu onlar kattılar. Faik Demir bizi durdurduktan sonra bana sordu:
-Arkadaş, sen edebiyatı seviyorsun, varsayalım ki bu dersi kaldırdılar; üzülür müsün? Ben hiç duraksamadan:
-Hem de çok üzülürüm. Çünkü sıkılmadan dinlediğim iki üç dersten birisi. Özellikle de ders öğretmeni Hamdi Keskin ayrılsa kuşkusuz ağlarım! Faik'ten önce Zekeriya gülerek, elini ağzıma kapattı:
-Sus, arkadeş; (Zekeriya arkadaş'ın daş'ını deş'e yakın bir inceltmeyle söyler) sen beni ağlatacaksın! deyip sarıldı.
Kahvaltıda da bizim masadakiler Edebiyat dersinin anlamsızlığından söz edince iyice sinirlendim. İstemeyerek bu kez “Metin İnceleme!” olarak adlandırılan Sabahattin Eyuboğlu'nun dersini öne sürdüm. Size öylesi gerek; Karaağaçlar Altında'yı okudunuz. Hanginizin aklında kitapta geçen bir ad kaldı? Şıllık bir bayanla yaşlı bir dama, zıpçıktı bir oğlan sonra da çocuk katili bir anne-baba! Montaigne'den okuduk; öğretmen defalarca söyledi, “Burada geçen ünlü kişileri tanıyalım! ” dedi. Sokrates'le Eflatun'dan başkasını tanıdık mı? Onları da daha birinci sınıftayken tarih dersinde duymuştuk, öyle tanıdık falan değil, bir ad olarak belleğimizde tutuyoruz. Söylediklerim biraz sert oldu ama haklıydım.
Bu sabah kalkar kalkmaz bu dersin tartışmasıyla karşılaşmıştım. Tartışma daha sonra daha anlamsız değerlendirmeler yapan başka bir gruba karşı sürmüştü. Kendimi haklı saydığım için derse girince sanki tartışmayı kazanmışım gibi sevinçliydim. İçimden de:
-Şimdi öğretmen bir de Ali Şi'r Nevai'den başlasın da görüşelim! beklentisi içinde öğretmeni izlerken öğretmen açıklama yaptı:
-Biz, hazırlanmış bir programa göre konu incelemiyoruz. Buu ilk derslerde de konuştuk. “Edebiyat! ” dediğimiz söz sanatı da tarih gibi zamanı izler. Onda da geçmişle ilgi kesilmez ama tarih kadar zaman şeridine bağlı değildir. O nedenle biz zaman zaman geriye dönüş yapıp hem bilgilerimizi tazeleyeceğiz hem de ek ele aldığımız konunun zaman içinde değişimini göreceğiz. Örneğin şiir türleri üzerinde durmuyoruz. Ancak ilerde sanırım bu konu üzerinde duracağız. İşte o zaman tarihe bağlı kalmadan geriye dönüp o konunun gelişimini irdeleyeceğiz. Örneğin gazel türünü ele aldığımızda, Fuzuli'nin, Ali Şi'r ya da Necati'nin gazellerini karşılaştıracağız. Bileceğiniz gibi bunlar birbirine yakın olmakla birlikte ayrı yerlerde ayrı zamanlarda yaşamıştır. Kısacası biz Divan Edebiyatını bir tepe noktalarındaki ünlüleri bir kez gözden geçirdikten sonra gene geriye dönüp öğrenmemiz gereken ayrıntıları gözden geçireceğiz. Bu nedenle bugün, tümüyle bizim olan, bizim aramızda yaşamış, bizim dilimizi kullanmış bir büyük şairimizden söz edeceğiz. Baki! Baki, şansı bir kimsedir. Bir kez Osmanlı İmparatorluğu'nun görkemli döneminde yaşamış, içinde yaşadığı toplumun değerlerini özümseyip dile getirmiştir. Bu konuda şimdilik sözü uzatmayalım. Bakalım Baki o günleri nasıl anlatmış?
Öğretmen, şiir için:
-Şiir oldukça uzundur, kasideleri andıran tarafı uzunluğudur. Ancak bölüm bölümdür. Divan Şiirinde bunlara bend denir. Bendlerden oluştuğu için de Terb-i Bend olarak adlandırılır. Bendlerin topluluğu olarak çevirebiliriz. Ancak Terkib-i Bend ya da doğrudan Terkibi Bend desek olur. Baki'nin bu terkibi bendi bir ağıt niteliğindedir. Divan Edebiyatında bu tür şiirlere Mersiye denir. Ölenlerin arkasından yakılmış türküler gibi. Ne var ki, Baki'nin türküsü olağanüstü bir sevgili (Padişah Kanuni Sultan Süleyman) arkasından yakıldığından olağanüstü bir nitelik kazanmaktadır. Terkib-i Bend'den 1. 5. 6. bölümleri okuyalım!
Bend 1
Ey pay-bendi-i dam-geh-i kayd-ı nam ü neng
Ta key heva-yi meşgale-i dehr-i bi-direng
An ol günü ki ahir olup nev-bahar-ı ömr
Berg-i hazana dönse gerek rüy-i lale-reng
Ahir mekanın olsa gerek cür'a gibi hak
Devran elinde erse gerek cam-ı ayşa seng
İnsan odur ki ayine veş kalbi saf ola
Sin ende neyler adem isen kine- peleng
İbret gözünde nice dek gaflet uyhusu
Yetmez mi sana vakıa-i şah-ı şir-ceng
Ol şeh-süvar-ı mülk-i saadet ki rahşına
Cevlan deminde arsa-i alem gelirdi teng
Baş eğdi ab-tiğine küffar-ı Engerus
Şemşiri gevherini pesend eyledi Freng
Yüz yire koydu lütf ile gül-berk-i ter gibi
Sanduka saldı hazin-i devran güher gibi
Ölçüsü: (Vezni-vezini)
Mef 'u lü- fa i lâ tü- me fa i lü- fa lün (fe lün)
- . . / - . - . / . - . - / - -
Yüz yi re koy du lütf i le ber ki ter gi bi
San du ka sal dı ha zi ni dev gü her gi bi
- . . - . - . . - . - . -
Mef u lü Fa i la tü me fa i lün fe lün
“Ey, şan ve şöhretleri ayağının altına alan, (İnsan-insanlar! ) dengesiz dünya işleriyle daha ne kadar uğraşacaksın?
Ömrünün baharı geçince sen de yaprak gibi solacaksın, bunu unutma; bardağında kalan son yudum gibi sen de bir gün toprağa döneceksin. Zaman seni de eritip sertleştirerek taşa döndürecek. Adam olanın kalbi berrak olmalı, (Ayna gibi) nefret taşımamalı, kin tutmamalı. İnsanın (İyi insanların) kalbinde yırtıcı hayvanlar gibi vahşi istekler olmamalı.
“Ey insanlar, gaflet uykusundan uyanın, bu daha fazla sürmesin. Cengaver Padişahın başına gelen senin başına da gelecektir.
Unutma ki o mutluluk ülkesinin ünlü binicisi atını sürdüğü zaman dünya titriyordu. Macar kafirleri bile onun kılıcına boyun eğdiği gibi öteki Frenkler de onun kılıcı karşısında susta durdu. (Onun değerini anlayıp, boyun eğdi) İşte o şimdi, bir gül yaprağı gibi yüzünü (lütufla) toprağa bıraktı. Tüm zamanların sarrafı, onun değerini bildiği için alır almaz cevher hazinesine katarak, değerini daha da arttırdı. ”
Bend 5
Gün doğdu şah- alem uyanmaz mı habdan
Kılmaz mı cilve hayme-i gerdun-cenabdan
Yollarda kaldı gözlerimiz gelmedi haber
Hak-ı cenab-ı südde-i devlet-i meabdan
Reng- i izarı gitti yatar kendi huşk-leb
Şol gül gibi ki ayrı düşüptür gül-abdan
Gahi hicab-ı ebre girer Hüsreva felek
Yad eyledikçe lütfunu terler hicabdan
Tıfl-ı sirişki yerlere girsin duam odur
Her kim gamından ağlamaya şeyh ü şabdan
Yansın yakılsın ateş-i hicrinle aftab
Derdinle kara çullara girsin sehabdan
Yad eylesin hünerlerini kanlar ağlasın
Tigin boyunca kareye batsın kırabdan
Derd ü gamınla çak-ı giriban edip kalem
Pirahenini parelesin gussadan alem
Der dü ga mın la çâ kı gi rî bâ ne dip ka lem
Pî ra he nî ni pâ re le sin gus sa dan a lem
Mef u lü Fa i lâ tü me fa î lü fa i lün
- . . - . - . . - - . - . -
“Bizim gözlerimizin yollarda kaldığı bir yana, padişahın bahçesi bile bir haber alamadı. Dalından çektiği sudan ayrılmış gül gibi dudakları güzel sözleri söyleyemiyor. Ey büyük padişah, senin beğenini kazandığımı anımsadıkça, güneşin bulut arkasına girip yok olduğu gibi utancımdan kendimi küçük sayarım. Genç ya da yaşlı her kim senin için ağlamazsa, onların göz yaşları için “Yere batsın!” öyle göz yaşı derim. Senin özleminle güneş de daha çok yansın, kara bulutlar da daha çok kararsın. Kılıcın, sensiz kalan kılıcın kanlar akıtarak ağlasın, kınına girip boylu boyunca toprağa girsin. Yazan kalem de gamdan yakalaını yırtsın, sensiz kalan bayrak da eteklerini ya da kılıfını parçalasın. ”
Bend 6
Tigin içürdi düşmene zahm-i zebanları
Bahs etmez oldu kimse kesildi lisanları
Gördü nihal-i serv-i serefraz nizeni
Serkeşlik adın anmadı bir dahi banları
Her kande bassa pay-ı semendin nisar için
Hanlar yolunda cümle revan etti canları
Deşt- i fenada mürg-i heva durmayıp döner
Tigın Hüda yolunda sebil etti canları
Şemşir gibi ruy-i zemine taraf taraf
Saldın demir kuşaklı cıhan pehlivanları
Aldın hezar budgedeyi hezar eyledin
Naküs yerlerinde okuttun ezanları
Ahir çalındı küs-i rahil ettin irtihal
Evvel konağın oldu cinan bustanları
Minnet Hüdaya iki cıhanda kılıp said
Nam-ı şerifin eyledi hem gaazi hem şehid
Min net * Hü dâ ya î ki cı han dâ kı lıp sa id
Na mı şe rî fi ney di i hem gâ zi hem şe id
- . . - . - . . - - . - . -
Mef u lü fa i lâ tü me fa î lü fa i lün
Not: (*) Ses düzeltmesi var.
“Bir zamanlar düşmanın dilindeydi ancak kılıcın onları susturdu, konuşamaz oldular. Senin selvi gibi mızrağını görünce o şımarık Macar Beyleri bile dillerini yuttu. Senin atının her bastığı yerde çok kan aktı, bunlar hep senin gücünle oldu. Ölümlü dünyada kul istekleri sürekli vardır. Ancak senin isteyip yaptıkların Tanrı adına yapılmıştı. Sen yer yüzüne demir kuşaklı, kılıç gibi korkutucu-ürkütücü pehlivanlar yolladın. Binlerce kiliseyi camiye çevirtip çanların yerine ezanlar okundu. Her ölümlü gibi sonunda senin için de ayrılık davulu çaldı. İlk durak olarak Cennet Bahçeleri açıldı sana. Şükürler olsun, Tanrı seni iki dünyada da ödüllendirdi; böylece Tanrı katında hem Gazi hem de şehid oldun. ”
Öğretmen bendleri okuyup açıkladıktan sonra kafiye dizisine dikkat çekti. Bendler, gazeldeki uyakları andırır; ilk beyit, a- a sonrakiler b-a, c-a, d-a. . . . . olarak gider. Bendlerde ise son beyit x-x olur. Bakalım:
Birinci beyitte:
Yüz yire koydu lütf ile gül-berk-i ter gibi
Sanduka saldı hazin -i devran güher gibi
Beşinci beyitte:
Derd ü gamınla çak-i giriban edip kalem
Piraheneni parelesin gussadan alem
Altıncı beyitte:
Minnet Hüda'ya iki cıhanda kılıp said
Nam-ı şerifin eyledi hem gaazi hem şehid
-Baki, daha çok gazelleriyle tanınır. İki örnek de onlardan okuyalım.
Birinci Gazel.
Gazel
Nevbahar oldu gelin azm-i gülistan edelim
Açalım gonca-ı kalbi gül-i handan edelim
Komayıp lale gibi elden ayağı bir dem
Mest olup gonce sıfat çak-i giriban edelim
İçelim lal-i muzabı saçalım cür'aları
Hak-i gülzarı bugün kan-ı Bedahşan edelim
Menzil-i ayş u tarab hürrem ü abad olsun
Yakalım zerk ü riya deyrini viran edelim.
Okusun vasf-ı rüh-i yar ile Baki şirin
Bülbül-i gülşeni mecliste gazelhan edelim.
“Bahar geldi, gelin gül bahçesine gidelim, bizim gönüllerimiz de güller gibi açılsın. Lale gibi kadehler ellerimizde mest olup neşeli sözler, şarkılar söyleyelim. Neşemiz
sözlerimiz açıklık, doğruluk üzerine olsun riya ocağını yok edelim. Baki, güzellik üstüne şiirler okusun, onu bu gecenin şiir okuyucusu seçelim. ”
İkinci Gazel.
Gazel
Ferman – ı aşka can ile var inkıyadımız
Hükm-i gazaya zerre kadar yok inadımız
Baş eğmeziz edaniye dünya-yı dün için
Allah'adır tevekkülümüz i'timadımız
Biz mütteka-yi zerkeş-i caha dayanmazız
Hakkın kemal- i lütfunadır istinadımız.
Zühd-ü salaha eylemeziz iltica hele
Tuttu eğerçi alem-i kevni fesadımız
Meydan safa-yı batın-ı humdur garaz heman
Erbab-ı zahir anlayamazlar muradımız
Minnet Hüda'ya devlet-i dünya fena bulur
Baki kalır sahife-i alemde adımız
Ölçüsü: Mefûlü failâtü mefâîlü failün
- - . - . - . . - - . - . -
Min net hü dâ ya dev le ti dün yâ fe nâ bu lur
Bâ kî ka lır sa hî fe i â lem de â dı mız
Mef û lü fa i lâ tü me fa î lü fa i lün
- - . - . - . . - - . - . -
“Aşkın buyruğuna uyacağımıza söz verdik. Alın yazımız neyse ona da katlanacağız. Dünyanın çirkefliklerine bulaşmayacağız, Tek dileğimiz Tanrı buyruklarına uymaktır. Biz, yüksek makamların buyruğuna değil Tanrı'nın kurallarına uyarız. Bazı hatalarımız dünyaca bilinir, ancan bizimkiler kaba sofularınkiler yanında yok sayılır. İçkiden söz ederiz ama amacımız içki değil, doğruluk, güzellik üstüne söyleşidir. İşte bunları o kaba sofu takımı anlayamaz. Dünyada her şey gelip geçicidir. Tanrı'ya şükürler olsun, dünya defterinde adımızın sürekli kalmasına izin verecektir. ”
Öğretmen gülümseyerek:
-Biliyor musunuz, baki sözünün anlamı da Osmanlıcada, ölmeyen, bitmeyen, sürekli kalmadır. Baki bu mahlası özellikle seçmiştir. Gerçi doğum adında da bir bakilik vardır ama o, bu anlamı taşımamaktadır. Asıl adı, Mahmut Abdülbaki. İşte Baki, bu uzun adı bırakıp sonundan bir bölümünü almış, onunla yetinip bildiğimiz Bâkî olmuştur. Doğumu 1526'dır. Anımsayacaksınız 1526 Kanuni Sultan Süleyman'ın büyük zaferlerinden birinin, Macaristan'ı alış yılıdır. İşte Baki böyle bir mutlu yılda doğmanın mutlu uğurunu özümseyerek Kanuni döneminin görkemine yakışır bir şiir evreni kurmuştur. Kanuni 1566 yılında vefat ettiğine göre Baki bu acıyı 20. yaşında duymuştur. Öğretmen daha sonra Baki'nin oldukça uzun yaşadığını, Kanuni boyutunda olmamakla birlikte Kanuni'nin padişah olan oğluna, torunlarına da (Oğlu, 2. Selim, torunu 3. Murat, 2. Selim'in torunu 3. Mehmet) şiirler sunduğunu anlattı.
Zil çalınca öğretmen, “Baki'den başka örnekler de okuyacağız! ” deyip ayrıldı.
Almanca dersine sıkılarak girdim. Oysa, üslendiğim yazılı ödevimi tam olarak yapmıştım. On dizelik bir şiir, onu yazmak ayrıca hoşuma da gidiyor. Tamamlanınca Schiller'in ünlü şiiri ortaya çıkacak. Neşeye Şarkı olarak dilimize çevrilen şarkının bir bölümünü öğrendim bile!
Niyazi Çitakoğlu gülerek geldi. Bir süre sandalyesini yerleştirmeye çalıştı. Salih Baydemir yakınındaydı, yardım etmek istedi. Öğretmen yardım kabul edemeyeceğini söyledi. “Kendi işimi kendim görmeliyim!” deyip alaycı bir gülümsemeyle bize baktı. Sonra da kime yardım edileceği üstüne bir süre konuştu. “Yardımın muhtaç olanlara yapılması makbuldür, kendisinden güçlü olanlara yardım yapılmaz, yapılırsa o yardım sayılmaz!” deyince Salih Baydemir sinirlendi.
Öğretmen, Salih'in durumundan habersiz gibi konuşarak “Güçlü!” sözüyle ne anlatmak istediğini, açıkladı. Açıkladı ama nedense olayı çok dar tuttu; öğretmenle öğrenciyi, subayla eri anlatıp kesince Sami de dahil bir çok arkadaş parmak kaldırdı. Öğretmen İbrahim Ertur'a söz verdi. İbrahim Ertur anlayamadığımız ya da beklemediğimiz bir örnek verdi. Hastalık geçirmiş bir subayla, çok sağlıklı bir eri örnekledi. Bunların karşılıkla yardımları nasıl olacak diye sordu. Öğretmen gülerek:
– Topu başkasına atmak, diye bir söz vardır, bunu duydunuz mu siz? deyip bir süre konuştu. Daha sonra da, güçlü sözünün bir görülen bir de (görülmeyen) izafi tarafı olduğunu açıkladı. Doğrudan doğruya İbrahim Ertur’a:
– Subay, hiç ayağa kalkmasa da gene o senin sağlıklı erinden güçlüdür! deyip İbrahim Ertur'u kasıtlı örnek vermekle suçladı. Arkasından da kasıtlı konuşanların yerine göre cezalandırıldıklarını anlattı. Örneğin mahkemelerde kasıtlı konuşmalarla davayı başka yönlere çevirenlerin masum insanlara yaptığı zararlardan söz açıp, bunlara olabilirli örnekler verdi. Örnekleri arka arkaya olabilirlikler üzerine kurduğundan bize pek inandırıcı gelmiyordu. Örneğin, pazara tavuk götüren bir köylü, sözde tavuklarını bir süre bir yerde beslemek üzere durduğunda tavuklarından bir bölümü kaçmış. Sahibi tavuk ararken oradan geçen biri, tavukların gittiği yönü değil de 180 derece tersini söylemiş. Böylece tavuk sahibi zarara uğramışmış. Bunu anlattıktan sonra da sözü çevirip, aynı yalancı tanığın bu yalan sözünün mahkemede tekrarladığında, iş, iyice cıvır gibi olunca yerimde kımıldamak gereğini duydum. Daha doğrusu kendimi tutamadım, kımıldadım.
Birden dönüp bana baktı, arkasından da ödevimi sordu. Ödevimi yapmıştım, Ödev defterim önümde açıktı duruyordu; öğretmen “Oku! ”der demez okumaya başladım.
An Die Freude
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Unser schultbuch sei vernichtet
Ausgesöhnt die ganze Welt.
Brüder-überm sternenzelt
Richtett Gott, vie vir gerichtet.
Freude sprudelt in Pokalen,
İn der Traube goldemend Blut
Trinken Sanfmuth Kannibalen,
Die Verzweiflung Heldenmuth--
Brüder fliegt von euren Sitzen,
Wenn der volle Römer kreist,
Lasst den Schaum um Himmel spritzen:
Dieses Glas dem guten Geist.
“Günah sayfalarını boşaltmak gerek; yaşayanlar için önemli olan barıştır. Kardeşler, Tanrı bu gök kubbenin ötelerini de yönetiyor. Siz de gelin. O'na uyun. Dostluk kadehinden içilen neşedir, sevgidir; kan içiciler siz de için o kadehten. Korkaklar sizin de buluşma yeriniz orası olsun. Kardeşler, kalkın ayağa sarhoş Romalı'yı hemen varlığına kaldırın kadehlerinizi, kadehlerinizin köpükleri göklere çıksın. ”
Öğretmen. okumamı çok beğendi ama çevirimi beğenmedi. Gök kubbenin öteleri, O'na uyun, Kan içiciler, siz de için o kadehten cümlesinde “O kadehten! ” deyişimi, açıklattı, sarhoş Romalı'nın kim olduğunu sordu. Bildiğimden falan değil, o anda o aklıma geldiği için Hıristiyanların Roma'da oturan papası! dedim. Niyazi Çitakoğlu katıla katıla bir süre güldükten sonra:
-Yakıştırdın ama tam yakıştırdın! dedi. Gülüşünden söylediğimin doğru olmadığını anladım ama olayı kurcalamamak için sustum. Zaten çeviriyi kendim yapmamıştım. Şiiri yazan dergi yan tarafına çevirisini de yapmış. Olduğu gibi olmaması için kenardan köşeden eklemeler yapmıştım; sanırım öğretmen onları anladı. Öğretmen bana fazla bir şey söylemeden geçti. Bu kez de Hüsnü Yalçın'la Emrullah Öztürk'e takıldı. Arkadaşlar ilkokulları Bulgaristan'da okuduklarını söylemişti. Kendisi de Bulgarca biliyormuş. Nedense arkadaşlara Bulgarca değil Almanca sordu, arkasından da Bulgarca bildiğinize göre Almanca'yı neden ihmal ediyorsunuz? diyerek çıkıştı. Hüsnü Yalçın bir sıra neden sıraladı ama öğretmen onları duymazdan gelip Emrullah'a döndü. Emrullah ise hiç yanıt vermedi. Salt:
-Almanca bilmediğimi gördünüz işte öğretmenim!” deyip sustu.
Öğretmen, Emrullah'ın sözüne takıldı, kendi kendine:
-“Almanca bilmediğini görmüşüz işte!” biçimiyle tekrarlayarak yan tarafta oturan Yusuf Asıl'a baktı. Yusuf Asıl'a daha önce bıyıkları için takılmıştı. Gene bıyıklarından söz etti. Yusuf gene bıyıklar üstüne konuşarak sırasını savacağını bekliyordu. İş öyle olmadı; öğretmen bu kez:
-Bıyıksızken soruları susarak geçiştiriyordun; bari bıyıkların konuşsun! deyince Yusuf birden gerilerek:
-Sorunuzu anlayamadım öğretmenim! deyip baktı. Öğretmen bu kez de Mustafa Saatçı'nın bıyıklarına takıldı:
-Al işte bir bıyıklı daha! dedikten sonra “Bıyık modası mı var?” diye sordu.
Mustafa Saatçı
Mustafa Saatçı:
-Modayla falanla ilgisi yok öğretmenim, moda olsa tüm arkadaşlar bıyık bırakırdı! Sözüne Niyazi Çitakoylu Öğretmen gülerek Sami Akıncı'ya baktı:
-Hepiniz bıyık bıraksa Sami bırakmaz; değil mi? diyerek Sami'ye sordu. Sami çok sakin olarak:
-Her şey sırasıyla öğretmenim, hiç değilse ben öyle düşünüyorum. Arkadaşlarım benden farklı düşünebilirler. Demek ki onlardaki sıralama benden farklı! ”
Almanca dersimizdeki bu duruma hepimizden çok Sami Akıncı üzülüyor. Daha fazla tatsızlaşmaması için de elinden geleni yapıyor. Sami parmak kaldırıp soru sordu. Bir Almanca dergiden çeviri yapmış, öğretmene onu gösterdi. Çevirmeye kalkıştığı uzunca bir metin, öğretmen bu kez ders bitinceye dek onunla uğraştı.
Ders bitince arkadaşlar hep gerinerek kalktılar. Besbelli çok sıkılmışlardı. Nedense ben o denli sıkılmamıştım. Öfkeli olmasına öfkeliyim ama arkadaşlar ölçüsünde kaslarım gerilip toplanmamaktadır. Buna da sevindim.
Tüm olaylara karşı hoşgörülü olan Yusuf Asıl bir “Vay anasını!” çekti:
-Adama bak! Yahu sana ne benim bıyığımdan! Bu kez de öteki bıyıklı Mustafa Saatçı:
-Durun arkadaşlar, karşımızdaki bizim öğretmenimiz. Bakın öğretmen Sami'nin çevirisi için sabırla yardım etti. Benim bıyıklara da takılmıştı. Hepimiz şaka seviyoruz ama kimimiz kimimizin şakalarına katlanamıyor. Bu öğretmenimiz de bu sözlerini şaka olarak söylüyor. Dersine çalışmadığımızı da hep biliyoruz. Adamcağız ne yapsın? Sami Akıncı:
-Mustafa doğru söylüyor, bu öğretmene ben de kızıyorum ama, ondan yararlanmak için dersine daha çok çalışarak bana karşı tavrını olumluya çeviriyorum. Gelin, bizim için gerekli olan şu Almanca'ya biraz daha fazla zaman ayırıp çalışalım. Karşı durursak, bu böyle sürüp gidecek. Öğretmen, bir fakülteden geliyor, yüksek okulların ne olduğunu bizden daha iyi bilir. “Canları isterse, Yıl sonu gelince geçerli notu vermem, ne günleri varsa görürler! ”deyip ders yılı sonunu bekleyebilir.
Sami'nin dedikleri doğruydu. Gerçekten biz, içinde bulunduğumuz durumu tam anlamış durumda değiliz. Enstitü'de sürdürdüğümüz nazı burada da sürdüreceğimizi sanıyoruz. (Bunu arkadaşlar için söylüyorum, bana göre ben, bu durumun bilincinde olduğum için gece gündüz çalışıyorum. Niyazi Çitakoğlu ile de durumumu düzelteceğime inanıyorum. Bu inancım için öğretmenden ödev isteyip hiç değilse onun verdiği ödevi yapıyorum. )
Sami Akıncı’nın sözü üstüne kimse konuşmadı; bir iki “Çık, çık!” çekildikten sonra derslikten çıktık.
Yemek masamızda biz, üç Kepirli'yiz. “Kol kırılır yen içinde!” özlü sözüne uyarak masaya oturunca başka bir konu açtık. Konuşmayagörelim konumuz çok. Öncelikle konserler, besteciler, dinlediğimiz eserler. Onlarla da sınırlı değil, kendi plaklarımız. Özellikle de besteciler üstüne anlatılan öyküler. Söz gelimi Mozart için anlatılanlar. Mozart dört yaşında piyano çalmış. Bunu babası bile bilmiyormuş. Nasıl öğrenmiş? Nasıl öğrenecek, zaten iki çocuğu varmış, kızı Nanner, oğlu Wolfgang. Kız büyük olduğu için baba Leopold Mozart, kızının bir an önce piyano çalmasını istiyormuş. Kendisi konserler veren büyük bir keman ustası olduğundan, kızını piyanoya oturtup baba-kız konser verme düşleri kuruyormuş. Ne var ki kızı Nanner, 8 yaşına gelmesine karşın beklenen gelişmeyi gösteremiyormuş Baba Leopold Mozart bir gün tembel bulduğu kızına sinirlenip ceza vermiş:
-Saat 12:00’ye dek şu parçayı çalacaksın! Baba, kızına ödevi verip gitmiş. Nanner, uzun süre çalıştıktan sonra ara verip piyanodan kalkınca, kendini oyuna verip dalmış gitmiş! Bu arada küçük Wolfgang piyano odasına girip ablasından duyduğu melodiyi kusursuz çalıyormuş. Baba Leopold piyano sesini duyunca neşeli bir eda ile “Aferin benim kızıma, işte bu kadar!” deyip içeri girince bir de ne görsün! Piyanoda küçük Wolfgang. Leopold Mozart, duyduğuna olduğu gibi gördüğüne de inanamayıp, şaşırmış kalmış. Çocuksa çıktığı piyano oturağından inemediği için ağlamaya başlamış. Çünkü o daha önce, piyano tuşlarına dokunduğunda “ Oynama, dokunma!” türü sert uyarıları alıyormuş. Leopold Mozart bu kez Wolfgang'ı sevip piyanoya oturtmuş. Meğer Wolfgang bir süredir bu kaçamağı yaparak, ablasının parçalarını hep öğrenmişmiş. Leopold Mozart ünlü bir besteci oluşu yanında tanınmış bir Müzik Pedagogu olduğundan oğluna hemen bir özel program geliştirip yönlendirmiş. Böylece Wolfgang 6 yaşına girdiğinde konser salonlarında konser vermiş, 8 yaşında Viyana'da İmparator önünde piyano çalmış, besteleri piyanistlerin, viyolonistlerin repertuvarlarına girmiş 10 yaşından sonra da operaları bir birini izlemiş.
Söz hemen Mozart'ın 626 eserine kayıp aralarından seçmeler başladı. Klarnet Konçertosu, keman konçertosu, piyano konçertosu, sözleri bir biri ardına dizildi.
Mozart için öyküler olur da Beethoven'in olmaz mı? Onun da var:
-Ludwig van Beethoven çok geçimsiz bir insanmış. Bu yüzden hep yalnız dolaşırmış. Gezdiği yerler kırlar, ormanlar olduğu gibi kimi zaman da mahalleler arasında dolaşırmış. Bir defasında da çoğunlukla fakirlerin oturduğu bir mahalleden geçerken küçük bir evden piyano sesi geldiğini farketmiş. Sesin geldi evin önüne geldiğinde açık pencereden küçük bir kızın minik parmaklarıyla piyano tuşlarını durmadan do-si, do, si, do, si, do, si olarak oynattığını; arkasından tuş değiştirip bu kez de fal, mi, fa, mi, fa, mi deyip güldüğünü izlemiş. Evde çocuktan başkası olmadığını görünce Beethoven içeri girmiş. Çocuk gene aynı oyunu yapınca Beethoven de ona uyup belli aralıkları çalmaya başlamış. Beethoven dikkat etmiş, çocuk bu seslerden sonra da bir girişim yapmak istiyor ama bunu beceremiyor. Bu kez o da çocuğun yaptığı fa- mi, fa-mi den sonra do, do, do seslerini eklemiş. Çocuk Beethoven'e ters ters bakıp “Olmadı!” anlamında başını kaldırmış. Beethoven bir kaç kez ses değiştirdikten sonra birinde do-si, do-si 'den sonra do-sol-si-la-fa! seslerini basınca çocuk sevinerek “Tamam!” deyip zıpır zıpır oynamaya başlamış. Beethoven, çocuğu mutlu eden sesleri pek önemsemeden onun duyduğu mutluluğa bakıp bir süre öylece kalmış. Bu arada çocuğun adını sormuş. Çocuk aynı sevinç içinde adının Elise olduğunu söylemiş. Beethoven oradan ayrılınca piyanonun sesleri belleğinde dönmüş durmuş. Yol boyunca o sesler kulaklarında tınlamış. Evine dönünce piyanoya oturup sesleri notaya dökmüş, böylece bildiğimiz ünlü Für Elise parçası ortaya çıkmış. Besteci öyküleri başlarsa bu kadarla kalmaz:
-Ünlü Polonyalı piyanist Paderewski sanırım bu ününden ötürü Polonya Cumhurbaşkanı olmuştur. Söylendiğine göre piyano çalmaktaki becerisini politikada da göstermiştir. Cumhurbaşkanı olarak gittiği yurtdışı gezilerinde, piyanistliğinde olduğu gibi gene yalnız, sıradan bir kimse olarak dolaşırmış. Bir A.B.D. gezisinde küçük bir kentin mahalleleri arasında dolaşırken bir piyano sesi duymuş. Sesin geldiği tarafa yönelince çalınan parçanın kendi bestelerinden biri olduğunu anlamış. Ancak parça, neredeyse ona bile yabancı gelmekteymiş. İzin isteyip eve girmiş. Piyano çalan genç bir bayanmış. Paderewski parçayı bir kaç kez çalıp, önemli kusurları belirtikten sonra, başarılar dileyip ayrılmış. Bir rastlantı birkaç gün sonra dostları onu başka bir amaçla o mahalleye götürmüşler. Paderewski, yeri tanır tanımaz, piyano çalan bayanın gönlünü almak amacıyla uğramak istemiş. Yanındakilerden özellikle ayrı gitmek istediğini belirtip evin kapısına dayanmış. Bir de bakmış ki kendi adı oldukça büyük harflerle yazılmış bir levha:
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Ünlü Piyanist İGNAS PADEREWSKİ'nin
öğrencisi özel piyano dersi verir
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Paderewski, kapıyı çalmadan geri dönmüş.
Mozart için gerçek olduğu anlatılan bir öykü. Mozart çok ünlüdür. Adı tüm hayranlıkla anılmakta konser vereceği salonlar değil kentler izlenmektedir. Çok aranması, tüm isteklere karşılık vermesi Mozart'ın zamanını kısıtlamıştır. Gittiği kentlerde öyle ulu orta kalamamakta, bir başka kente neredeyse uçarca gitmektedir. İşte bu isteklerden birini karşılamak amacıyla (Prag kentinde oynanacak bir operası için) yola çıkar. Prag-Viyana arası, “Yakındır!” denir ama at arabasıyla gene de gün alır. Mozart bu yolculukta oldukça bunalmıştır. Araba durunca rahat bir nefes almak üzere sevinçle iner, koşar, şarkılar söyler. Arabanın durduğu yere yakın görkemli bir bahçe vardır. Çok ünlü, Prag'lı Çek Kontu Duçek'in bahçesi. Mozart da ünlüdür, kim olsa ona kapısını açar, bahçe sahibi Kont Duçek neden açmasın? Mozart böyle düşünerek görkemli bahçeye girer. Onun için kimse olup olmaması önemli değildir, çünkü Mozart'tır. Ama gerçek öyle değildir. Bahçenin bekçileri bu yabancıyı yakalayıp görkemli bahçenin sahibi Kont Duçek'in huzuruna götürürler. Mozart konserden, operadan söz edince kont, piyano çalan dolayısiyle müzikten anlayan kızını çağırır. Kız Mozart'ı duymuştur, tüm müzik severler gibi hayranıdır ama bu kılıkta bir yolcu, üstelik bahçelerine girip, kayısı, erik çalan kişi, Mozart olur mu? Neyse kız birden olumsuz tavır takınmadan piyanoyu gösterip, kendi çaldığı Mozart eserlerini gösterip çalmasını ister. Mozart, gösterilen bestelerin notalarına bile bakmadan salt adlarını sorar. Adları söylendikçe de ezberinden gönlünce çalar. Böylece, gecikmeli de olsa Mozart olduğunu kanıtlamış olur. Ayrıca gecikmesini karşılayacak hızla yerine varması için Kont tüm olanaklarını kullanır. Mozart gider, operasını gösteriye hazırlar. Ancak kontun adamları gene çevresini sarmıştır; işi biter bitmez Kont Duçek'in konuğu olacaktır. Öyle de olur. Mozart konağa gelince o günlerin son model bir kuyruklu piyanosuyla karşılaşır. Piyano hazırlanmış, Mozart'ın ellerini beklemektedir. Mozart çok mutlu olur. Zamanının elverdiğince kontun köşkünde kalır. Kont Duçek de bu tuhaf tanışmadan sonraki dostluktan mutlu olmuştur.
Ancak, özel olarak alınıp Mozart'ın siftah ettiği piyano, o ayrılır ayrılmaz kılıflanıp özel köşesine çekilmiştir. Kont Duçek nedenini sorunca kızı güzel kontes kısaca açıklar:
-Wolfgang Amedeus Mozart'ın oturup eserlerini çaldığı bu piyanoya bir başka el dokunamaz! Güzel Kontes'in dediği olur. Bu olaydan sonra güzel kontes kendisi de bir daha piyano başına oturmaz. Mozart'ın elma ya da armut hırsızlığı ile kontes Elisa Duçek'in piyanoyu bırakması ilginç olduğu gibi ilgi kurulması oldukça güç bir olaydır.
Paganini yorucu konserlerinden sonra bulunduğu kentlerde dolaşmaktan hoşlanırmış. Bir gün kentin birinde gene böyle dolaşırken genişçe bir caddenin köşesinde bir kemancının keman çaldığını görmüş. Kemancı, yan tarafına bir mendil açmış, keman çaldığı için mendiline para atılmasını bekliyormuş (Bu gelenek İtalya'da çok eskiden beri vardır.) Paganini mendildeki paraların azlığını görünce keman çalana takılmış:
-Bugün gelirin az galiba! deyince kemancı Paganini'ye dertlenmiş:
-Yok beyim, bu sokakta iş çıkmıyor. Burada oturanlar varlıklıdır ama kaba insanlardır; ayrıca sanattan anlamazlar. Onlara Paganini olsan bile çaldığını beğendiremezsin! Keman sesini ilk duyunca pencerelerini açarlar ama sonra birden tüm pencereler insanın yüzüne kapanır! Paganini kemanı alıp bir iki yay çektikten sonra tüm pencerelerin açıldığı, insanların pencerelere sıralandığı görülmesinin yanında açık mendilin de para dolduğu görülür.
Bir de Johannes Brahms'tan. Brahms, yalnızlığı seven biriymiş. Bu nedenle ilişki kurduğu arkadaşları da sayılıymış. Brahms onlara bile fazla yakınlık göstermez, tek başına oturur, tek başına gezermiş. En yakınlarından biri bir gün buluşmak üzere Brahms'tan söz almış, belli bir saatte Brahms arkadaşını evinde bekleyecek. O saat gelince arkadaşı Brahms'in evine gelince Brahms'ın evde olmadığını görmüş. Sözünde durmayan Brahms'a sininrlenen arkadaşı bir kağıda tek sözcük yazmış:
-Domuz! Bir süre sonra iki arkadaş karşılaşınca arkadaşı dayanamamış, Brahms'a ona geldiğini anımsatmak istemiş:
-Sana geldim, yoktun! deyince Brahms gülerek, “Biliyorum!” demiş. Arkadaşı hayretle sormuş:
-Nereden biliyorsun, evde kimse yoktu ki? Brahms:
-Piyano üstünde adın yazılıydı! demiş.
Anlatılanlara hep güldük. Bu tür sanatçı öykülerini toplamaya karar verdik.
Kitaplığa gidince masalar üzerinde gazeteler gördüm. Ulus Gazetesinde oyununu gördüğümüz Yanlışlıklar Komedisi'ni çeviren Avni Givda'yı öven bir yazı okudum. Yazar çeviriciyi övdükten sonra, Wilhelm Shakespeare'in bu oyunun, onun yazıp yazmadığı kuşkusunu öne sürüyordu. Gerekçesi de; bu oyunun öteki Shakespeare oyunlarına göre çok zayıf oluşundan söz ediyordu. Bu kez ben de Yanlışlıklar Komedisini bir daha anımsamaya çalıştım. Okuduğum yazının etkisinde mi kaldım ne, oyun hakkında doğru dürüst anlatacak bir olay anımsayamadım. Bu kez de aklım bir olasılığa saplandı, Mahir Canova Öğretmen derste sorarsa, ne cevap vereceğim? Yanlışlıklar komedisindeki tipleri anımsamaya kalkıştım. çoğunu ayrı ayrı anımsadım ama kişileri karşı karşıya getirdiğimde belleğimdeki izlerle uyuşmadığını gördüm. Elimde kitap olmadığına göre nereden bilgi alabilirim? Sonunda ayrı ayrı arkadaşlardan anımsadıklarını alıp, genel bir özet çıkarmaya karar verdim.
Yatınca da bir süre bunu kurup, yapmışça sevinerek gözlerimi kapadım.
21 Ocak 1944 Cuma
Kim sormuşsa, Abdullah Ön, yüksek sesle Sanat Tarihi dersini açıklarken uyandım. İlgimi çektiği için dinledim. Abdullah Ön, özellikle öğretmenin sınav yapmadığını, bunun yerine sürekli sorular sorduğunu, kimseyi paylamadığını, kırıcı sözler söylemediğini hatta öğrencilere adları bile sormadığını söyledi. Öğretmenin en çok üstünde durduğu ressamların kendileri, yaşadığı dönemleri bilmekmiş. Abdullah Ön gülerek:
-Yani sizin anlayacağınız sıkı bir tarih dersiyle karşılaşacaksınız! deyip yürüdü. Bir çokları “Eyvah çattık! ” derken ben sevindim.
Kahvaltıda da konu Sanat Tarihi oldu. Şevki, tarihi sevmediği için, Sanat tarihine de soğuk baktığını, Hüseyin Çakar, tarihi sevmesine karşın konularda geçen kişileri belleyemediğini, hele tarihleri, olayların geçtiği zamanları hemen unuttuğunu söyledi. Bana da sordular; onların söylediklerinin tersini söyleyince:
-Öyleyse sen Malik Aksel Öğretmenin gözüne çabuk gireceksin, o söylediği bir tarihi doğru anımsayanları kolay kolay unutmaz! dediler. Onlar gülüşerek söyledikleri için gerçek mi, değil mi? Konunun üstünde durmadım; verilen ödevi yaparsam öğretmen neden memnun olmasın? Arkadaşlar kimi zaman öğretmenleri çok yanlış olarak değerlendiriyorlar, Sanırım onların kendi düşünceleri benden farklı.
İlk iki saat biz Sanat Tarihi dersi yaptık. Malik Aksel, gelen öğretmenlerin en yaşlısı. Çok sakin sakin konuştu. Öğretmen konuşurken hep arkadaşların sözlerini anımsadım; onlar nasıl da kuşku içindeler. Malik Aksel Öğretmen, gerçek resim kuramlarını iyi kavramak için küçük yaşta resme başlanmasını öneriyor. Kendisinin küçük yaşta resim yapmaya başladığını, daha sonra okuyup Resim Öğretmeni olduğunu, sınav kazanarak Almanya'ya gittiğini. Almanya'daki okulda kendisinden küçük öğrencilerin olduğunu anlattı. Dört yıl Almanya'da öğrenim gördüğünü, yurda dönünce yurdumuzun tek resim öğretmeni yetiştiren Gazi Terbiye Enstitüsünün Resim Bölümünün kurulmasına katkıda bulunduğunu anlattı. Hiç soru sormadı. Üstelik hiç tarihten de söz etmedi ama dersin konuları gereği Tarih içinde kalmış köprülerden, camilerden, medreselerden, onların süslerinden söz etti. Aramızda Edirneli, Bursalı, Sivaslı arkadaş olmadığına üzüldüğünü söyledi. Edirne'den söz edince bunu kendim için bir fırsat sayıp, Lüleburgaz’lı olduğumu, ama Edirne'de okuduğumu, Edirne'yi iyi bildiğimi söyledim. Öğretmen gülümsedi:
-Ya Uzunköprü'yü sorarsam? deyip baktı. Uzunköprü'yü görmemiştim. Ancak o köprünün yapılış hikayesini biliyordum. Öğretmen “özellikle Lüleburgaz benim için önem taşıyor!” diyerek çantasından bir cami resmi çıkarıp gösterdi. O denli yakından cami resmi görmemiştim. Önce ürkerek baktım, içimden de öğretmen bana bu camiyi neden gösteriyor? diye bir soru geçti. Şaşkınlığım uzun sürmedi Öğretmen:
-Benim camilere değil, Mimar Sinan eserlerine tutkunluğum vardır. Sizin bu Lüleburgaz Sokullu Camisinin fotoğrafı için çalmadığım kapı kalmamıştır. Sonunda bir vefakar dost bana bunu buldu. Bunun bir de kardeşi varmış, onun peşindeyim. dedikten sonra resmi bana uzattı. Altından yol geçen kubbeli yeri görmeseydim tanımayacaktım.
Lüleburgaz-Sokullu Mehmet Paşa Camisi-Mimar Sinan -1564
Orasını görünce rahatladım, gerçekten Lüleburgaz'daki cami. Arkadaşlar da baktı. Cami denince Edirne'de Selimiye, İstanbul'da Süleymaniye, Bursa'da Ulu Cami resimlerini görmeye alıştığımızdan olacak bu cami gözlerimize çok küçük göründü. Özellikle, minaresi olmasa caminin kubbesi neredeyse görünmeyecek denli küçük. İbrahim Şen arkadaşımız buna dikkatimizi çekti. Ben araya girip, kubbenin büyüklüğünü anlattımsa da, söylediklerim pek etkili olmadı. Bu kez de yaygın olarak dağılan küçük kubbeler soruldu. Malik Aksel Öğretmen, Osmanlı geleneğinde tüm camilerin çevresinde böyle kubbelerin olduğunu. onların her birinin ayrı bir işlevi bulunduğunu, kimisinin caminin bakımından sorumlu olanların barınağı olduğunu, büyük bir bölümünün bugünkü okulları gibi okul olduğunu, yatılı öğrencilerin oralarda barındığını, kiminin de caminin onarımı için akar sağlamak üzere kiraya verildiğini anlattı. Öğretmen camilerin bakımının oldukça masraflı olduğunu, masrafları karşılamak üzere vakıf köyleri kurulduğunu, o köylerin ödemeleri vergi olarak oraya aktarıldığını anlattı. Sonra da gülerek yüzümüze baktı:
-O koca Selimiye Camisinin masrafları nereden çıkıyor sanıyorsunuz? diye sordu. Muttalip Çardak:
-Gezenler, namaza gidenler vermiyor mu efendim? deyince Malik Aksel Öğretmen bir “Ihhh! ”çektikten sonra biraz hayıflanarak:
-Onlar zırnık vermez. Zaten bir kez istense bir daha da caminin semtine uğramazlar! dedikten sonra bu kez öğretmen Bağdatlı Ruhi'den söz etti. Ruhi 16. yy'da camiye gidenler için ünlü Terkibi Bent'inde bakın ne söylemiş! deyip aşağıdaki dizeleri okudu:
“ Vardım seheri taat için mescide nagah
Gördüm oturur halka olup bir nice gümrah
Girmiş kemeri vahdete almış ele tespihi
Her birisinin virdi- zebanı çilü pençah
Dedim ne sayarsız ne alursuz ne verirsiz
K'asla dilinizde ne Nebi var ne hot Allah
Dedi biri kim şehrimizin hakimi vakti
Hayretmen için halka gelir mescide hergah
İhsanı da pencah ü çihildir fukaraya
Sabreyle ki demdir gele ol miri felekcah”
. . . . . . . . . . . . . . . .
Dizeleri okuduktan sonra bir süre gülen öğretmen sonra da açıkladı:
-Şair Ruhi bir sabah, mescide uğramış, mescid oldukça kalabalıkmış, ancak insanların görünüşünde öyle ibadet edecek gibi bir tavır yokmuş. Durumdan kuşkulanan Ruhi sormuş:
-Hayrola, bu saatte neden geldiniz? Durumunuzda bir ibadet hali yok dilinizde de ne Allah ne de peygamber sözü geçmiyor. İçlerinden biri yanıtlamış,
-Şehrin zenginlerinden biri her hafta bugün gelir fakir fukaraya bol bol çil akçeler dağıtır. Biz de o akçeleri almak için geldik, şansın varmış şimdilerde gelir, beklersen sen de çil akçeleri alırsın!
Öğretmen yüzlerimize bakarak:
-Yaaa, işte böyle! Bu bizim toplumumuzun gerçeği, 400 yıl sonra değişti mi dersiniz? Bir deneyin bakalım! deyip durunca bu kez de, bir çok konuda olduğu gibi Ekrem Bilgin arkadaşımız; resmin renkli oluşuna dikkat çekti. “Bu resmi nasıl boyamışlar?” Soruyu Malik Aksel Öğretmen hemen yanıtladı: Resim boyamanın da bir yöntemi var; o yöntemi bilenler bunu çok kolay yapıyorlar! ” diyerek konuyu değiştirip gene kendisine dönerek, gençliğini, resim hevesinin nasıl geliştiğini, nerelerde nasıl çalıştığını, açtığı sergileri anlattı. Dersimizin konusu olan resim dağarımızın gelişmesi için en elverişli yerin İstanbul olduğunu, oraya yılda hiç değilse bir-iki kez gideceğimizi söyledi. Az durup düşünür gibi baktıktan sonra:
-Gideceğimizi umuyorum! demedim, dikkat edin “Gideceğiz!” diyerek katiyet kespeden bir edayla konuştum. Siz bilmezsiniz belki Genel Müdürümüz İsmail Hakkı Tonguç da bir resim öğretmenidir. Bir süre birlikte de çalıştık. Bizim okula (Gazi Eğitim Enstitüsü) onun büyük hizmetleri katılmıştır. İstanbul işini onunla konuştuktan sonra fiiliyata döktüm. Güvencem, kendisi bizatihi bir resim öğretmeni olan genel müdürümüz verdikleri sözdür.
Öğretmen, resim sergisi görüp görmediğimizi sordu. Arkadaşlar, sene sonunda bazı okullarda çocukların açtığı sergilerden söz ettiler. Öğretmen dinledi ama hiç bir yorum yapmadı. Zil çalınca öğretmen oldukça şişkin çantasını eline aldı, “Allahısmaladık! ” deyip ayrıldı. Bir daha görüşmeyecekmişiz gibi arkadaşlar arkasından öylece bakıp kaldılar. Oysa ben, benimle konuşmasından mutlu olduğum için arkasından güzel sözler söyleneceğini umuyordum. Biraz buruk olarak yerime oturdum. Gene de kendim kendimle sınırlayıp bir değerlendirme yaptım. “Malik Aksel Öğretmen, kendi işini düşünen bir insan, tıpkı, Fikret Madaralı, Ahmet Gürsel, Salih Ziya Büyükaksoy öğretmenler gibi, öğrencilerinin de öyle olmasını istiyor. İşte arkadaşlar bu isteğe ayak uyduramadığı için aralarında anlaşmazlıklar oluyor.
Hiç gereği yokken Ekrem Bilgin, gene öğretmenin gösterdiği boyalı resimden söz etti. Ekrem arkadaşı, genelde tarafsız davrandığı için severim. Ancak bugünkü renkli resme takılmasını anlamadım, tekrar edince de Tiyatro Tarihi adlı ders kitabımızdaki renkli resimleri göstererek:
-Bak bunları ben boyadım! deyince arkadaşlarla birlikte Ekrem de güldü. Gerçekten Tiyatro Tarihi kitabımızda tek renk değil birkaç renk resimler var. Kitabı, Ankara- Tarih, Dil, Coğrafya Fakültesinde FRANSIZCA doçenti, Tiyatro Okulunda TİYATRO TARİHİ Öğretmeni BEDRETTİN TUNCEL yazmış. Kitap 1938 yılında İstanbul-Devlet Basımevi'nde basılmış.
Resim 1-Perikles zamanında Akropol (kitap sayfa 112)
Resim 2- Yunan trajedi aktörleri (Vatikan Müzesi- kitap sayfa 128)
Resim 3- Yunan Tiyatrosu kadın-erkek Koro kılıkları (kitap sayfa 145)
Resim Öğretmeni Veysel Erüstün de elinde büyük bir çantayla geldi. Çantayı masaya bırakıp tahtaya doğru gitti. Aradığını bulamamış gibi etrafına bakınarak gene masasına döndü. Veysel Öğretmen de nedense söze bir başka okulda, Gazi Eğitim Enstitüsü'nde öğretmen oluşuyla başladı. O da resme küçük yaşta başlamış, daha öğrenciyken sergi açmış. Öğretmenlerin neden böyle, sanki ilk dersmiş gibi konuşmaları dikkatimi çekti. Bir süre içimden bu konuşmaların ardından bir şikayet çıkacağını bekler gibi oldum. Oysa öğretmen tatlı tatlı öğrenciliğinden söz etti. Öğrencilik sürecindeki arkadaşlıkların değerinden söz etti. Öğretmenin güler yüzle konuşmasından cesaret alarak salt konuşmuş olmak için Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümünde tanıdığım olduğunu söyledim. Oysa söyleyeceğim isim benim tanıdığım falan değil, arkadaşımız Zekeriya Kayhan'ın ağabeyiydi. Zekeriya bir kaç gün önce bana, onu görmeye gideceğini söylemişti. Veysel Öğretmen gülümseyerek:
-Kerim'i tanırım benim sınıfımda . Kerim neyin oluyor? diye sordu. Çok doğal olarak:
-Arkadaşımın ağabeyi, bizi oraya çağırıyor! dedim. Veysel Öğretmen:
-Ya, ya gelin, gelin! dedi. Bu kez bana:
-Söze senden başlayalım! Gerçi genel olarak tanışıyoruz ama sizlerin resim çalışmalarıyla ilgili geçmişinizi de öğrenmek tanışıklığımızı perçinleştirecektir. Örneğin Resim derslerine giren öğretmenlerinizi tanımak kimi alışkanlıklarınızın dayandığı ilkelerin sağlığı açısından yardımcı olabilir. “Her yiğidin yoğurt yeyişi başkadır!” derler. Bu söze de, söze uyan ilkelere de saygılıyız. Yapıştırılacak yamanın ya da dökülecek harcın kaynaşacağı yeri de bilmek yararlı olur! deyip bir süre güldükten sonra resim dersi öğretmenimi sordu. Ömer Uzgil Öğretmen söyleyince “Aaaa, Ömerrrrrr, yine karşılaştık!” dedikten sonra arkadaşı olduğunu söyledi. Talat Ayhan'ı da iyi tanırmış. Öğretmen gülümseyerek:
-Öyleyse anlaşacağım, iyi anlaşacağım bir öğrencimi buldum! dedi. Kepirli olarak üç arkadaş bir arada oturuyorduk. Benim yanımdaki Abdullah'a baktı. Abdullah da aynı öğretmen adlarını söyleyince, bu kez de neler yaptırdıklarını sordu. Abdullah'ın müziği gibi resmi de çok iyi. Abdullah yaptığımız tüm etkinlikleri anlattı. Talat Ayhan Öğretmenin geri verdiği dosyalardan söz edince Veysel Öğretmen çok sevindi. Gülümseyerek:
-Tüm resim öğretmenlerinin yapması gereken bu güzel davranış, yazık ki bir çok yerde ihmal ediliyor! dedi. Veysel Öğretmen bundan sonra bize, resim derslerine, öteden beri yaptığınız gibi “Gene Resim dersine gidiyorum!” türü içinizi bayıltıcı durumlar takınmamamızı, bunun yerine gönlümce çizgi çekeceğim, fırça süreceğim!” diyerek gelmemizi, yaptığımızı değil yapmak istediğimizi düşünmemizi önerdi.
Veysel Öğretmen gidecekmiş gibi kalkıp, gene bize dönünce ayrılacak sanıp ayağa kalkanlar oldu. Öğretmen ayağa kalkanlara gülümseyerek, hadi sizden başlayalım, dedikten sonra:
-Öğretmenler dersliğe girince önce konuşanları tanır, konuşmaktan kaçınanlar sonlara kalır. Bizim dersimiz, çekinilecek bir ders değildir. Ayna gibidir, olanı her an olduğu gibi gösterir deyip, Kızılçullu grubundan İbrahim Şen'i kaldırdı. İbrahim arkadaşın resim çalışmaları iyiymiş, uzun süre öğretmene çalıştıklarını anlattı. Yanındaki Halil Yıldırım, resim yapmayı becerememekten söz ederek kalktı. Veysel Öğretmen:
-Böyle, daha baştan kendini kapıp koyverirsen nasıl resim yaparsın ? diye sordu. Arkasından yine Kızılçullu grubundan Kamil Yıldırım kalktı. Kamil arkadaş da resim yapamadığını söyleyince Veysel Öğretmen gülerek :
-Başka Yıldırım var mı? diye sordu. Önce anlamadık, öğretmen açıkladı:
Arka arkaya iki Yıldırım'dan yakınma gelince ötekilerin de yakınacağını düşündüğümden sordum. deyince biz de güldük. Bu kez de Muttalip Çardak kalktı:
-İçimizde başka Yıldırım yok öğretmenim çok şükür ama resim yapmayı beceremeyenler çok! deyince öğretmen:
-Onlar sakın üzülmesin, bundan böyle yapmak isterlerse elbirliği ile birşeyler yapacağız. Yeter ki onlar istesinler!
Zil çalınca Veysel Öğretmen de dolu çantasını alıp gitti. Ancak Veysel Öğretmen gülerek çıktı, elini kaldırarak da “Hoşçakalın!” dedi. Arkadaşlar bir süre bakıştılar.
Kadir Pekgöz yüksek sesle sordu:
-Ne bunlar böyle, bugün Melek oldular, bir daha gelmeyecekler mi yoksa? Kadir'e “Ağzından hayırlı söz çıksın! diyenler oldu. Yüzlerine baktım, Kamil Yıldırım'la Halil Yıldırım dışındakiler oldukça rahattı. Kamil Yıldırım kapıdan çıkarken sordu:
-Biz bu bölüme resim yapmak için mi geldik? Kamil'e takılanlar oldu:
-Hadi koş Tahsin Baba'ya, (Tahsin Türkay-Yüksek Bölüm Eğitimbaşı) daha günün bitmedi. Nihat Şengül ise Kamil'in kolundan tutarak:
-Hadi be geveze, ben bile korkmuyorum, senin ne zorun var? (Bizi göstererek) Onlar yapıyor mu sanki? deyip tartakladı.
Yemekte arkadaşların bazıları (Ekrem Bilgin) Malik Aksel Öğretmeni bir süre gene övdüler. Yurdumuzda yetişen en ünlü ressamlardan biriymiş. Resim Sergisinde 30 gün adlı kitabını öğrencilerine veriyormuş. Ankara'da her yıl açılan Devlet Resim Sergisinde resimleri oluyormuş. Bizim kitaplıkta da bir resmi asılıymış. Bunu duyunca sevindim: “Sahi mi? Nerede?”
Yemekten kalkmak üzereyken Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca bizim masaya geldi. Kızılçullu grubuyla bir süre bir konuda konuşup tartıştılar. Bir ara bana dönerek Sabahattin Öğretmen'den söz etti. Derste parmak kaldırmamı, cesaret edip konuşmamı övdü. Sabahattin Öğretmenin atılgan, girişken öğrencileri sevdiğini söyledi. Ayrıca Sabahattin Öğretmenin derslikte okuttuğu parçalar üzerinde çok durduğunu, daha doğrusu parçayı değil de parçada geçen kişilerin sözlerini önemsediğini vurguladı. Kendisinin de geçen yıl, işlenen parçaları dosyaladığını söyleyince bizim okuduğumuz parçayı ondan istedim. Yazık ki onlar onu okumamış. Buna karşın o parçayı bulup bana getirmeye söz verdi. Sabahattin Öğretmen bizim Bakanlıkta Talim Terbiye Kurulu yanında Tercüme Bürosu sorumlusuymuş. Bize okuttuğu parçaları oradaki sekreterlere çoğalttırıyormuş. Hüseyin Atmaca da Sabahattin Öğretmenin asistanıymış. Sabahattin Öğretmen onu öyle görevlendirmiş. Söz, aramızda kalmak üzere anlaştık; Hüseyin Atmaca bana okuduğumuz yazıları getirecek. Buna çok sevindim.
Öğleden sonra salondaki piyanoda ilk iki saat benim. Keman sesi var ama aldırmıyorum. Zaten çalıştığım parçalar el-parmak, bilek alıştırması. Dolu dolu iki saat çalıştım. 2. sınıftan Mehmet Zeybek beni dinledi. Sağlığını öne sürüp çalışamadığını söylüyor ama sanırım çalışmak onun içinden gelmiyor. Hem sağlığından yakınıyor hem de sigara içiyor; ben de buna şaşıyorum. Faik Öğretmen ona, Schubert'in valsini vermiş, çalması için. Arkadaş Beringer'i karıştırıp bakmıyor sanırım. Schubert parçasının gerçeği daha arka sayfalarda, gerçek serenad olarak var. Onun çalışması gereken parça ise valsin çok basit, kısaltılmış şekli. Oysa Mehmet Zeybek metodun arkasındaki serenadı açıp çalmaya çalışıyor. Güleceğim tuttu ama gülemedim.
Abdullah öteki piyanoda, onu da gidip azıcık izledim. Abdullah da ikide bir: “Olmuyor, olmuyor, olmuyorrrrrr!” diye bağırıp gülüyor. Beni görünce de konuşmaya dalıveriyor. Bunu bildiğim için hemen kaçtım.
Askerlik dersi için hazırlanırken haber aldık Binbaşı Nuri Teoman gelmemiş. Bir an için duraksadım; “Sevinmem mi gerekli üzülmem mi?” Baktım herkes seviniyor, ben neden üzülecekmişim?
Oturdum, daha önce ödev olarak Baki'den yazmış olduğum şiirlerin ölçülerini (vezinlerini) bulup ekledim. Özellikle Baki'nin Terkibibendi için bilgiler topladım. Kendi kendime öğrendiğim aruz ölçülerini unutmadığıma sevindim. Biliyorum, doğru diye yazdıklarımda tıpatıplık yok ama, uzun-kısa hece kuralını kavrayışım doğrudur. Hatam olsa olsa benzer takti' olan kalıplarda olur. Örneğin, mef ulü fa ilatü mef ulü failatu fa i lün olan bir kalıbı,
Mefulün me fa ilün mef u lü fa i la tü fe lün
- . . - / . - . -/ - . . / - . - . / . -
şeklinde gösterilebiliyor. Bu bir vurgulama yanlışı olmamakla birlikte şairin seçimine uymaması açısından bir kusur sayılabilir. Ancak bir de Aruz düzeni kuruluşundan bu yana gelenekleşmiş kurallar vardır. Her kalıp sözü, kişilerin gönlünce kullanamaz. Aruz kalıp sözleri çok, oldukça da karışık olmasına karşın gene de bilenlerce çok bilinçli olarak titizlikle kullanılmaktadır. Farsça-Arapça-Türkçe dillerinin ortak ölçüsü olmasına karşın bu dillerin özelliklerine göre grup oluşturmaktadır. Örneğin Türkçe konuşan şairlerin kullandığı kalıplar yirmi dolayındadır. Oysa tüm aruz kalıpları sayısının yüzleri aştığı bilinmektedir.
Müzik dinlemediğimiz geceleri, çoğunlukta kitaplıkta geçiyorum. Bu gece kitaplığa girince Ziya Fikri masasına çağırdı. “Adaş!” diye seslendiği için de oturanların dikkatini çekti. Karşı masadan Halil Dere, Ziya Fikri Özlen'e “Fethiyeli hemşerim, benim adaşıma yanlış ad takıyorsun, kıskanma!” deyip yanımıza geldi. Az sonra da Ziya'nın ağabeyi Fevzi; yanında bir başka Muğlalı Rıza Dönmez'le geldiler. Rıza Dönmez Kızılçullu grubunun iyi İngilizce bilenlerindenmiş. Konu hemen yarınki yabancı dil dersine dönüştü. Ben, Almanca okuduğumu söyleyince beni şanslı sayanlar oldu. Bu arada yabancı diller üstüne bir süre tartışıldı. Niçin tartıştıklarını pek anlamadım, onların bir bölümü İngilizceyi, bir bölümü Fransızcayı bir bölümü de Almancayı değişik açılardan yararlı gördüklerini söylediler. Benimse, onlar tartışırken hepsinin Muğlalı oluşu ilgimi çekti. Kızılçullu grubu, kendi aralarında da il il ayrılık yapıyor, kanısına vardım. Bizim Kepirtepe'de biz de Edirneli, Tekirdağlı, Kırklarelili deyip duruyorduk ama, arkadaşların, dilleri, söyleyişleri giyimleri üstüne pek varmıyorduk. Onlar, eni -konu buna da karışıyorlar. Denizlili biri karşıdan “Ne o, Muğlalılar gene toplanmış! ”deyince hemen yanıt verildi:
-Muğlalılar, sizin Denizliler gibi birbirini kösteklemeye çalışmaz, oturur böyle dostça konuşurlar! Karşı masada oturan, benim çok yaşlı gibi gördüğüm Süleyman Adıyaman Rıza Dönmez'e takıldı:
-Sen de mi Brütüs! Rıza dönmez yanıt verdi:
-Ben tarafsızım. Meğer Rıza Dönmez'le Süleyman Adıyaman iyi İngilizce bilen, birlikte çalışan iki arkadaşmış. Süleyman Adıyaman da geldi yanımıza oturdu. Oturur oturmaz o da İngilizce öğretmeninden söz etti. Çok iyi İngilizce bilirmiş, kitapları varmış. Saffet Korkut. A, ben onun çevirdiği bir kitabı daha önce okumuştum! Küçük bir tiyatro kitabıydı. Aynı zamanda ünlü İngiliz yazarı Wilhelm Shakespeare'in Antonius ile Kleopatra kitabını da çevirmiş. Masadakilerin içinde en çok Süleyman Adıyaman şaşırdı. Yüzüme dik dik bakarak:
-Nasıl anımsayabildin? dedi. Anlattım:
-Bizim Kepirtepe'de çok sevdiğimiz Türkçe Öğretmenimiz Fikret Madaralı bize sık sık:
-Bizim yazarlarımızın kitabıysa yazarını, çeviri kitap ise çevireni öğrenmeden okunan kitap okunmuş sayılmaz, masallar gibi sahipsiz bir söylemden öte geçemez! derdi. Bu övütler sonunda biz Kepirliler, okuduğumuz kitapların yazarlarını ya da çevirenleri kesinlikle öğreniriz. Hiç değilse ben kendi adıma, bu öneriye saygı duydum. Bu nedenle çevirenin Korkut soyadını görünce çok saydığım öğretmenin Ahmet Korkut'un akrabası olabilir diye düşündüğümden özellikle yakınlık duydum. Öğretmenimin kardeşi Hasan Korkut çok iyi arkadaşımdır. Yakın yerlerde olduğumuz için sık sık buluşurduk. Ona sordum, o, önce kestiremedi, araştırdı; sonunda Saffet Korkut'un onlarla bir ilgileri olmadığı ortaya çıktı. Çıktı ama Saffet Korkut benim belleğimde kaldı. Daha sonra da eski Milli Eğitim Bakanımız Saffet Arıkan'la bir eşdeşlik kurarak Korkut soyadını Saffet'iyle birlikte belleğime yerleştirdim. Ahmet Korkut öğretmenimin şimdilerde Erzurum/Pulur Köy Enstitüsü müdürü olduğunu, bayramlarda tebrik attığımı, yanıt aldığımı ekledim. Rıza Dönmez oldukça dikkatle dinledi, Süleyman Adıyaman ise dudağını ısırır gibi yaparak, uzunca bir “Hımmmmm” çektikten sonra başını bir kaç kez oynattı. Besbelli bana hiç inanmamıştı. Bu kez de kendini öne sürerek unutkanlıktan söz etti:
-Türkiye’de 63 ilden söz ediyorlar doğrusu onunu sayamam! dedikten sonra bana:
-Sen bu 63 ili sayabilir misin? diye sordu. Hiç düşünmediğimi, adlarını duyduklarımın üstünde çoğunlukla durmadığımı, o nedenle sayamayabileceğimi söyledim. Bu kez de kıs kıs güldü. Bu tür gülüşü beni azıcık incitti ama Muğlalı arkadaşları düşünerek susmayı yeğledim. Süleyman Adıyaman, anladığım kadarıyla deyimin tam anlamıyla aranıyordu. Bu kez de Denizli ilini sordu. “Aydın/Kuyucak, İzmir/Menemen, Denizli/Çal ilçeleri hakkında biraz fikrim var, anlatabilirim!” dedim. İyi ki demişim. bu kez de:
– Eeeeee! diye “e”yi uzattıktan sonra:
– Ben Çallıyım bizim Çal için ne biliyorsan söyle bakalım! dedi. Beklediğim de buydu, umduğum için yanıta da hazırdım. Hemen:
– Çallının eşek bağladığı ağacı kes! dedim. Öteki arkadaşlar bana biraz garip baktılar. Hemen 1941 kuruluş yılından, Hasanoğlan çalışmalarımızdan söz edip, Kızılçullu'dan gelen ekibi anımsattım. O günlerin müdürü Çallı Mehmet Tuğrul'dan söz ettim. Olayın ayrıntılarına inmedim. Söylenmiş olan sözle Çal ilçesinin bağıntısını öne sürüp, bu benim Çal ilçesiyle bir bağlantım oldu. Tıpkı, Aydın/Kuyucak için Kuyucaklı Yusuf, Kubilay olayıyla Menemen bağlantısı gibi bir köklü bağlantı. Kurduğum bu bağıntılar bana bir çok olayı anımsatıyor! dedim. Süleyman Adıyaman, açık açık sinirlendi ama susar gibi yaptı. Salt:
– Doğrusu ben çok unutkanım, sen iyi yapıyorsun! deyip kalktı. Masadan başka kalkanlar olunca ben de ayrıldım.
Kepirli arkadaşlara mektup gelmiş okuyorlardı, onlara katıldım. Mektubun biri arkadaşımız İdris Destan'dan. Ayrılan Arkadaşımız Mehmet Yücel'e yazmış. Mehmet Yücel bizimle Hasanoğlan'a gelmişti ama kısa zaman sonra ayrılmıştı. Mehmet Yücel'in köyü ile İdris Destan'ın köyü arası çok çok iki saat. Mehmet Yücel ayrılalı 4o gün oluyor. Bu geçen kırk günde hiç mi onların köyleri arasında gelen-giden olmadı? Mehmet Başaran Ceylan köylü, “Ne kırk günü, Osmancık'la bizim Ceylan Köy arasında gelmeler, gitmeler bitmez; günde en az iki üç kez gelip- giden olur. Haberleşmemeleri olanaksız, bu iş içinde bir iş var!” deyince yorumlar başladı. Mehmet Yücel, içinden içinden Kepirtepe'de kalmak istiyordu. Ancak kalması için kültür derslerinden çok güçlü ya da sanat çalışmalarında önlerde olması gerekiyordu. Bunlar olmayınca orada kalması olanaksızdı. Nitekim Okul Müdürü İhsan Kalabay, kendi dersinde, tüm arkadaşların önünde bana, orada kalmamı önermişti. Ben, hemen o dakikada daha "Okuma olanağı verilirse okuyacağım! ” diyerek öneriyi kabul etmemiştim. Sonradan duyduğumuza göre öneri, Halil Basutçu ile Salih Baydemir'e Harun Özçelik'e de gitmiş. Onlar da istemeyince Kepirtepe olayı öylece açık kalmıştı. Öteden beri bunu kollayan Mehmet Yücel, sonunda emeline kavuşmuş oldu! diye düşündüm. Gene de kimseye bir şey demedim. Arkadaşlar, yanlış yere gitmesinden, kış uykusuna yatmasından söz ettiler. Sami Akıncı ise rahatsız olabileceğini ileri sürdü.
Yataklarımıza Mehmet Yücel'in bilinmezini araştırarak dağıldık. Benim kanım kesindi. Ara ara da askerlik durumunu hesaba katıyordum. Askerlik çağındaydı, Askerlik Şubesi hemen sevkedebilirdi. Nitekim Kızılçullulu arkadaşlar, bu biçim örnekler verdiler. Geçen yıl burada bir süre kalıp da köylerine dönenlerin kimileri Askerlik Şubelerince hemen alınmıştı. Kızılçullu'dan buraya gelip ayrılan Yaşar Özgün'ü yılbaşı gecesi gördük. Mehmet Yücel de Yedek Subay Okulu Hazırlık Kıtasına Güz Dönemi olarak katılamaz mı? Böyle diyorum ama gene de benim kesin kanım:
– Mehmet Yücel'in Kepirtepe Öğretmeni oldu da bizlerden sakladığı gizli emeli etkisiyle, sağa sola hemen duyurmaktan çekiniyor. Bizlere yazabilir ama köylere giden arkadaşlara durumu anlatmakta zorluk çekebilir. Birden üzüldüm; arkadaşımız çok şakacıydı, hoşgörülüydü. Özellikle benimle ilişkisi tam anlamıyla benim dilediğim gibiydi. Yeğenim İsmet'in en yakın arkadaşı olması da beni ona bağlıyordu. O nedenle onun zararına çıkacak bir olasılık öne sürmek istemiyorum. Bunları düşünürken, karşımdaymış gibi ondan istiyorum:
– Ayıp ettin be Ceylan Köylü arkadaşım! İsteyerek yaptığın bu davranış senin hakkın. Bunu neden gizli tutmaya kalkışıyorsun? Kimsenin hakkına konmadın ki böyle bir gizliliğe giresin. Burada bıraktığın tüm arkadaşlar seni sevdiklerini söyleyerek başarılar diliyor. Çık o girdiğin dar yerden; yüreğin gibi geniş -enginliklerde, selvi boyunca sere serpe yürü! '
22 Ocak 1944 Cumartesi
Yahulu konuşanlardan biri de bizim bölümden Talip Apaydın. Ancak Talip yahu sözünü öyle yayarak söylemiyor; belli belirsiz. Sanırım Talip biriyle konuşarak yakınımdan geçti, oldukça fısıltılı bir konuşmaydı. “Yahu, bayaa özlemişim, iki haftadır, gitmedik! ” dediğine göre kesinlikle konserler üstüne sürdürülen bir konuşmaydı. Onlar konuşadursun ben “Yahu!” sözüne aklımı taktım: Söz insanına göre değişik şekillere giriyor. Ayrıca söyleyenin öfke ya da sakin oluşuna göre ses değişikliğine uğruyor. Sinirlenen birisinin, karşısındakine:
-Yahu ben sana şimdi ne yaptım! diye sorduğundaki yahu ile arkadaşının sigara içmemesi için uyarmak üzere:
-Yahu şu sigarayı içmesen olmaz mı ? yahusu arasında ses farkları olmaktadır. Saptadığım kadarıyla bizim sınıf arkadaşları içinde en çok “Yahu! ” diyenler, başında Kadir Cantekin, Burhan Güvenir. Muttalip Çardak, Mehmet Kocaefe, Emrullah Öztürk geliyor; ara ara da Halil Dere'den duyduğum oluyor. Talip'i bu sıraya koyamıyorum, çünkü onun deyişi çok farklı. Ben bunları düşünürken hemşerim Kadir geldi, yüksek sesle “Yahu abi, seni arıyorum, nerdesin? ” deyince güldüm. Ben de:
-Yahu hemşerim, ben de seni bekliyordum! dedim.
Bu kez de Kadir sordu:
-Sen beni niçin bekliyorsun? Kadir niçin aradıysa onun için beklediğimi söyleyince Kadir duraladı:
-Abi şaka etme, ben konser günleri seninle olmak istiyorum. Sen o şişman adsamla konuşuyorsun ya, ondan çok şey alıyorsun; o nedenle senin yanında olmak istiyorum. Kadir'in “O şişman adam!” dediği Müzik Tarihçisi Mahmut Ragıp. Onu bize Öztekin Öğretmen tanıttı. Tanıtırken de “Sevgili öğretmenim, bildiklerini paylaşmayı sever, müzik konusunda ondan her türlü bilgiyi alabilirsiniz!” demişti. Öğretmenimin öğretmeni Mahmut Ragıp, bizim oturduğumuz balkonun en sağ köşesinde oturur, sol elini yanındaki sandalyeye koyup öylece bekler. Balkona çoğunlukla öğrenciler oturduğundan, o boş sandalyeye cesaret edip herkes oturamaz. Mahmut Ragıp Öğretmeni tanıyanlar izin isteyip oturabilir. Bir rastlantı daha ikinci konserimizde bunu öğrendiğim için rahatça izin isteyip oturuyorum. Hemşerim Kadir bunu anımsatıyor. Ona öyle görünmesine karşın benim oraya oturuşum gerçekten bana çok yararlı oluyor. Oraya oturduğum için Ahmet Muhtar Ataman'ın Musiki Tarihi kitabıyla Mahmut Ragıp'ın (Kendisinin) Balkanlar'da Musiki kitaplarına sahip oldum. O konuşmayı seviyor ama ben de dinlemeyi seviyorum. Bana, orkestrada çalanların çoğunu tanıttı. Yaylı çalgılara akort sesi veren 1. Kemancı Halil Onayman'ı, klarnetçi Tahir Akmeriç'i, tompetçi Koplinger'i, piyanist Çaçkes'i, piyanist Mithat Fenmen'i, Çellist Mesut Cemil'i ben ondan öğrendim.
Bunları söyleyince Kadir iyice şaşırarak sordu:
-Bunları nasıl konuşuyorsun onunla? Bunları benim konuşmama gerek yok, o kendiliğinden anlatıyor. Şimdilerde ünlü operaları tanıtan bir kitap hazırlıyormuş. Kadir iyice şaşırdı:
– Vallahi ben sokulamam öyle! deyince ben de:
– O zaman, sen de benim öğrendiklerimi öğrenemezsin! deyip yürüdüm.
Bu sabah kumanyaları Kadirle aldık. 2. sınıfların tamamı, bizim sınıfın da yarısı kumanyadan vazgeçmiş. İkişer pay alanlar oldu. Hava durgun, ancak kar soğuğu oldukça sert.
Öztekin Öğretmen bir tür asker ayakkabısı giymiş, çok rahat olduğunu söyledi. Ayakkabıların adı Çorçil'miş. İngiltere Başbakanı Sir Winston Churchill onlardan giydiği için adı öyle olmuş.
Öğretmenin gülerek:
– Konserleri özledik değil mi? Arkadaşlardan değişik yanıtlar geldi:
– On beş gün çok sayılmaz!
– Tiyatro ya da operalara arka arkaya gitmeyelim!
Öğretmen, bundan sonra öyle yaparız! deyip önümüze düştü.
Trende konserde çalınacak eserler için tahminler yapıldı. Mehmet Yelaldı, kesinlikle bir keman konçertosu çalınacağını öne sürdü. Salt Mehmet Yelaldı'ya karşı olmak için Mehmet Zeybek de piyano konçertosu çalınacağını söyledi. Öteki arkadaşlar daha çok besteci adları üstünde durdu. Beethoven, Brahms, Bach, Haydn, Mozart adları sıralandı. Bir süre de besteciler sayıldı; Bach, Mozart, Haydn, Brahms, Dvorak, Mendelsshon, Tchaikovsky, Mussorgsky, Cesar Franc, Verdi, Smetana, Hector Berlioz, Peter Prokofieff, Robert Schumann, Friedrich Chopin, Franz List, Rimsky Korsakoff.
Bu kez de ilk konserde dinlediğimiz ilk eser tartışması çıktı. “Siirli Süpürge!” falan dendi ama besteciyi kimse anımsayamadı. “Paul Dukas! ” deyince bana “Yaşa, varol! diyenlerin yanında:
– Yahu, nasıl ezberliyor bunları ? deyip arkasını dönenler de oldu.
Toplu olarak Kurtuluş Durağında inmeye karar verdik. Yollarda kar yok.
Faik Canselen Öğretmen bizi kapıda karşıladı. Üst kattaki oda boşmuş oraya girdik. Faik
Canselen Öğretmen, bugünkü programı överek başladı. Önce Robert Schumann'ın Piyano konçertosundan söze girdi. Robert Schumann Romantik Müziğin öncülerinden aynı zaman da en önde gelen savunucularından olduğunu anlattı. List, Chopin, Verdi, Wagner, Mendelsshon gibi Romantik bestecilerin yaşıtı olmasına karşın onlara bestecilikte önderlik ettiği gibi, aynı zamanda güçlü bir yazar olan Schumann, etkili kalemiyle Romantik Akımın tutunup kökleşmesinde etkili olduğunu söyledi. Robert Schumann için öncelikle bir piyano bestecisi denmekle birlikte piyano dışında da besteleri önemlidir! dedikten sonra Robert Schumann'ın dört senfoni bestelediğini, bunlardan bugün 3.sünü dinleyeceğimizi, 3. Senfoninin bir adının da Ren Senfonisi olduğunu anlattıktan sonra tek piyano konçertosu için de kısa bir tanıtma yaptı. Bugün çalınmamasına karşın neden konçerto üstünde durduğunu ise Faik Öğretmen Schumann için bir vefa borcu olarak yaptığını, bugün dinleyeceğimiz 3. Senfoniyle birlikte öteki senfonilerini de başka programda karşılaştırmalı olarak anlatacağını söyledi. Bugün dinleyeceğimiz ilk eser, Felix Mendelsshon'un Bir Yaz Gecesi Uvertürü. Faik Canselen Öğretmen nedense bunu söyleyince gülümsedi. Az durduktan sonra:
– Zevkle dinlenen bir eserdir, gerçekte konser için değil sahne için bestelenmiş olmasına karşın konser salonlarının vazgeçilmezleri arasında yer bulmaktadır!” deyip Mozart'ın Klarnet Konçertosuna geçti. Onun için de:
– Mozart, öteki bestelerinde olduğu gibi bunda da dinleyiciyi başka alemlere uçurmaktadır. Fazla söylenecek söz tok. Bakalım sizi de uçuracak mı? Bence siz konçertoyu değil klarneti dinleyin. Klarnet, bizim zurnaların adam edilmiş bir türüdür. Bunu düşünerek müzik sanatının Batı ülkelerindeki gelişme nedenlerini anlamaya çalışın. Zurnadan klarnete geçen uygarlık, aynı zamanda insanları da geliştiriyor. Bach, Haydn, Mozart, Verdi, Wagner, Schumann böyle değişmiş dehalardır. Konserlerde bence biraz bunları da düşünmelisiniz! deyip güldükten sonra Faik Canselen Öğretmen bizi serbest bıraktı.
Konservatuvardan çıkınca herkes planladığı gibi bir yöne gitmek üzere dağılınca benim gibi kararsızlar da Ulus Meydanı'na yöneldik. Önce düşündüğümde Asım Öğretmene söylemekten çekinir gibi olmama karşın bugün cesaretlendim. Psikoloji dersinde öğretmenin sözünü ettiği Psikoloji laboratuvarı ile Niçin Sınıfta Kalıyorlar? Kitabını Asım Öğretmenden neden sormayayım? Öğretmen; “Var-yok ya da ben öyle şeylerle ilgilenmiyorum! ” derse bundan neden çekineyim? Doğru Kızılırmak Kıraathanesine yöneldim. Asım Öğretmen yok. Salt o değil onların grubundan kimse yok. Kıraathanede yalnız oturmak istemedim. Çıkınca Talip Apaydın'la Mehmet Ünver'e rastladım, Milli Eğitim Bakanlığı kitaplığına gidiyorlarmış, onlara takıldım. Mehmet ilk kez gidiyormuş, çekinden bir tavrı var. Talip onu yatıştırmaya çalışıyor. Bu kez ben de kendimi anlattım; “Rast gele gitmiştim, öyle ısındım ki şimdi orası benim en rahat gireceğim bir yer oldu. Kitap almak niyetim yoktu. Talip de kitap almak için değil salt arkadaşı alıştırmak için gidiyormuş. Büyük salona girince kimsenin olmadığını gördük. Az sonra Dora Abla elinde bir yığın kitapla geldi, bizi güler yüzle karşıladı. Birden aklıma geldi, sanki onu aramaya gitmişim, gibi “Niçin Sınıfta Kalıyorlar?” der demez, Dora Abla yerine oturmadan, dergi yığınlarını yanındaki dolaptan bir kitap alıp getirdi. Kitabı bulduğuma sevindim ama nedense birden içimde bir kıskançlık doğdu. Yanımdakiler de alırlarsa? Neyse ki korkum boşunaymış, arkadaşlar kitap almak niyetinde olmadıklarından, hemen çıkmak istediler. Onlara:
– Geliyorum, siz yürüyün! deyip tuvalete girdim. Tuvalette kitabı belime yerleştirip, sallana sallana çıktım. Talip'in gözünden kaçmadı:
– Hani kitabın? deyince geri verdiğimi söyleyip aklımca onları atlattım. Arkadaşlar traş olmak istiyormuş ama seçtikleri bir berber yokmuş. Onları benim berber Sabriye götürdüm. Sabri çok iyi karşıladı, bitmek üzere traş etti bir müşterisi vardı, çok beklemedik. Az sonra sinemadan çıkan arkadaşlar oldu; Nihat, Kamil, İbrahim Şen, Halil Yıldırım, Ekrem Bilgin tam takım Kızılçullu grubu. Onlarla birlikte Kızılırmak'a gittim. Gidiş nedenim de beklediğim Asım Öğretmen'di. Gerçekten Asım Öğretmen gelmiş, yanında da kendi bölümünden bir arkadaşı var Muzaffer, Muzaffer Erdölen. Onlar da konsere gelecekmiş. Asım Öğretmen çay ısmarladı. Bir süre konuştuktan sonra hep birlikte konsere yollandık. Asım Öğretmenin yukarı balkonu sevmediğini biliyordum. Yanındaki Muzaffer Erdölen ise balkondan iyice nefret ediyormuş. Azıcık nedenini kurcalamak istedim. Onun balkon nefretinin burayla ilgisi yokmuş daha önce öğretmenlik yaptığı bir ilçeden söz etti.
Konservatuvar kapısında ayrıldık.
Alt salon gibi balkon da tıkabasa dolmuştu. Ucu ucuna yetişip yer bulduk. Bizden sonra gelenlerden ayakta kalanlar oldu. Orkestra üyeleri sahneye çıkarken alkışlar koptu. Cumhurbaşkanı İnönü de salonun sahne bitişiği sol kapısından girdi. Az sonra önce bir keman sesi la, la, laaaaa, la, la, laaaaa, deyince salon değişik basamaklardan la sesiyle doldu. İçimden bir sevin duygusu geldi, “Konuşabilsem, kemanla ilk la sesini verenin Halil Onayman olduğunu söyleyecektim. Arkadaşlardan çoğu bunu biliyor. Bir yandan da Mahmut Ragıp Öğretmene bakıyorum. Benim yerimde çok güzel bir bayan var. Kınalı saçlı. Kızı olabilir mi? Acaip diye düşündüm. Yüzünün tam yarısını görüyorum. Öbür tarafı da böyleyse oldukça güzel bir bayan. Öğrenci olabilir mi? Süheyla Öğretmen benim için bir ölçü; “Niçin olmasın?
Birden alkış başladı. Şef Praetorius karşıdan göründü. Birden kesilen alkışların ardından derin bir sessizlik derken kalabalık bir ses kaynaşması oldu. Göle, avuçla taş atınca nasıl değişik sesler çıkarsa sesleri ona benzettim. Derken ses grupları oluştu. Ses grupları konuşur gibi alçaldı yükseldi. Genellikle kemanlar koşarca hızlı gitti. Kemancılar yay sürme yarışı yaparca belli notaları tekrarladılar. Kısa bir duraklamadan sonra bir marş çaldı, ünlü Düğün Marşı, nefesli sazlar alabildiğine ses çıkarıyor. İstediği kadar düğün marşı densin ben onu süvari Marşı olarak düşündüm. Çünkü nefesli çalgıların dadadadat, dadadadat! dedikten sonra atların yarışa kalkışı gibi sesler yerinde dururken ileri fırlar gibi çooook uzaklara doğdu gidiveriyor.
Sesler, koşarca sürerken birden bitiverdi. Oldukça çok alkışlandı. Alkışlar giderek azalırken birden çoğaldı. Sahneye Şef Praetorius'la birlikte biri geldi. Alkışlar ona olsa gerek. Ayakta olanın elinde klarnet olacağını düşünüyorum ama tam göremiyorum. Hasan Amcam gözümde canlandı; o da klarnetini alıp bir süre ayarlamalar yapar. “Ne yapıyorsun? ” diye soranlara amcam da klarnetin zurnadan farkını anlatır.
Orkestra başladı. Orkestradan sonra bir süre klarnet sesini bekledim. Klarnet konçertosu bizim plaklar arasında var. Hep dinledik ama, çalgıların süresini bilmemiz olanaksız. Bu neden ben içimden:
-Ha şimdi ha şimdi derken klarnet çıktı. Hem de nasıl? Tam klarnet olarak, inceden kalına kayar gibi dolanarak çıktı. Faik Öğretmenin sözünü anımsadım; Bach'ın, Beethoven'in, Mozart'ın öteki insanların arasından sıyrılıp çıkması gibi. Sonrası da işte öyle. O klarneti bir insan mı çalıyor? O notaları böylesi bir altın zincire bir insan mı dizmiş? Mahmut Ragıp Öğretmenin yanındaki güzel bayana baktım kıpırdamıyor. Ne kıpırdaması solumuyor bile. Gözler tavanda bir yere bağlanmış kuşkusuz yüreğiyle göklerde uçuyordur. Bir an için onun güzelliğini unutup kesin kez bir müzik tutkunu olduğun kanısına vardım. Böyle olmasa bu denli dalgın müzik dinlenmez. Bu arada kendime de pay çıkardım (! ) .
- Mozart klarnet konçertosu çalarken bunları düşünen, klarnet değil zurna dinlemeye müstahaktır! Zaten zurna benim yabancım değildir. Kırklareli'de en ünlü zurnacı Mustafa Soğan, Ali Ağabeyimin can-ciğer arkadaşıdır. O bizim köy sık sık gelir, bizde kalır, Ali Ağabeyim de Kırklareli'ye gidince onca akrabayı bir yana bırakıp Mustafa Soğan'da kalır.
Birden kendimi sarsıp toparlandım, klarnet de yalnız olarak çalmaya başlamıştı. Mozart ne düşündüyse klarnet hünerini göstersin diye olacak yer yer orkestra durup meydanı klarnete bırakıyor. Şimdilerde öyle, klarnet sere serpe şarkısını söylüyor. Sonunda orkestra ile klarnet bir süre yarışırca haykırıştılar. Orkestra giderek meydanı klarnete bırakır gibi geriledi, bir iki soru cevaptan sonra alkışlar başlarken gözlerin kınalı saçlı bayana takıldı. Bir yandan alkışlarken bir yandan da Mahmut Ragıp Öğretmenle konuştu. Sanırım soru sordu. Ne sordu acaba? Bizim tarafa bakınca anladım, o yabancı değil, daha önce de görmüştüm, Konservatuvarlılardan biri.
Kimse yerinden kıpırdamadı. Zaman zaman arada çıkanlar oluyordu. N'olduysa bugün bir başka oldu.
– Alkışlar başlayınca kendimi toparladım. Şef Praetorius'un elleri kalkınca ortalık sessizleşti. Şefin elleri kalkık belli belirsiz aşağı yukarı inip çıkmasına karşın ses duyulmayınca birden kulaklarımın tıkandığını sandım. Neredeyse yanımdakine soracaktım. Tam o sıra nefesli çalgıların sesi yükseldi. Uzun süre gene sessizlik oldu. Ancak ara ara sesler tınıladı, bir ara da ilk dinlediğimiz Mendelsshon uvertürü gibi sesler çoğaldı ise de gene yavaşladı. “Nihayet bitti! ” diyecektim. Gerçekten bitecekmiş gibi akorlar tekrar tekrar vurdu, son akor iyice uzayarak bommmmm! deyince “Bitti! ”deyip doğrulurken etrafıma baktım kimsede kıpırdanma yok. Sağ ilerimdeki güzel bayana baktım o da hiç bir kımıldama belirtisi yok. Utandım, başımı önüme eğdim. Tam o sıra senfoni biraz daha canlı olarak gene başladı. Senfoninin adı Ren olduğuna göre belki bestecisi Robert Schumann Ren Nehrinin akışını anlatıyordur. Eğer öyleyse bunun bir yerinde Ren nehrinin taştığını da anlatacaktır. Taşma ya da sel durumu müzikle nasıl anlatılır? Bir süre bunu düşündüm. Bizim köyün deresi taşınca kesinlikle ses yapmazdı. Taşkın su her zamanki gibi gelir ama bu kez öteki günlerden farkı, suyunun çokluğu ile bulanık akmasıdır. Her gün bir metre yüksekse selde beş, altı metre olur ki, bu kez, önüne çıkan nesneleri alıp götürür. Senfoni sertleşmedi ama şarkı söyler gibi çalgılar karşılıklı konuşmaya başladı. Çoğunlukla egemen sesler nefesli çalgılardan çıkıyor. Sesler gene kayboldu, ya da bana öyle geldi. Gözlerimi gene kınalı saçlı güzel bayana diktim; nasıl da sabırla dinliyor. Bu sessizlikten ne zevk alıyorsun? diyesim geldi. Gerçekten konuştuğum biri olsa derim. İsmet İnönü'nün kulakları ağır işitiyor, diyorlar, sanırım bugün o hiç birşey duymadı. Giderek sıkılmaya başladım, üstelik uykum geldi, kulaklarımı bırakıp, gözlerimi zorla açarak az ilerimdeki güzel bayana bakıyorum. Sesler gene gitti. Oysa şef hala kolalarını dirseklerinden oynatıyor. “Aaaaa! ” diyeceğim geldi, gene az sesli ama çabuk tempolu bir bölüm başladı. Robert Schumann kesinlikle Ren nehrini yazın sular iyice azaldığında görmüş olacak. Bizim dere de öyledir, su azalınca balıklar bile ortada kalır.
Deredeki balıkları anımsarken orkestra iki üç akor vurup birden sesler kesildi. Ne ilginç, senfoni bitince herkes canlandı, alkışlıyor. Az önce hepsi uyur gibiydi. Onlara bakıp bakıp benim de onlar gibi kendimden geçmemi istiyordum. Oysa onlar canlandı ben az önceki onlara döndüm. Kendimi toparlandığımda güzel bayanın gitmiş olduğunu gördüm. Yanımdan geçtiğini bile seçememişim. Oysa yüzünü bütün olarak yakından görmek için konserin bitmesini bekliyordum. Abdullah yavaşça kulağıma :
– Gör dünya güzeli, güzel dediğin işte öyle olur! deyince sanki görmüş gibi:
– Nesi varmış onun? Onun gibisi Konservatuvarda çok! dedim.
Balkondan hemen terasa çıkılıyor. Tren yolu tarafı açık, oradan gelen soğuk yüzlerimizi yaladı. “Hava soğumuş! ”Konser gibi o güzel de geride kaldı, Ulus'a dek “Hıtıtı” yaparak gittik. Ren Senfonisi sesiyle değil adıyla ilgi çekmiş. Ekrem Bilgin Kızılırmak senfonisi yazmayı tasarlamış. Hemen karşı duranlar oldu:
– Senin Kızılırmak'la ne ilgin var? Bırak onu o bölgenin bestecileri yapsın! Kızılçullu, Çifteler tartışması (Şaka olarak) bu kez beste konusunda alevlendi. Biz, Trakyalı üç kişiyiz, Tunca, Arda, Meriç'i aramızda paylaştık. Açıkta kalan olursa Ergene Nehri'ni verebileceğimizi söyledik. Nehir senfonileri şamatası Hasanoğlan durağına dek sürdü. Duraktan okula çıkarken kimsenin konuşacak hali yoktu. Müzik Salonuna uğradık. Soba yanmıyor ama kapı gündüz açılmadığı için salon ılık kalmış. Az soluk alıp yemekhaneye gittik. Neyse ki yemekler sıcak kalmış. Yemekten çıkınca tuvalete uğrayıp belimden kitabı çıkardım.
Kitap elimde kitaplığa girdim. Hayret, Sami Akınca, arkasına yaslanmış, karşı masada oturan Mehmet Pekgirgin'le konuşuyor. Buna konuşma da denmez, Sam Akıncı, doğrudan doğruya Matematik Öğretmenleri olan Halit Ziya Kalkancı'yı eleştiriyor:
-Adam belki çok bilgili ama sabırsız, bu sabırsızlığı nedeniyle sonuca götürmesi zorlaşıyor. Bu nedenle ben sevemedim, onu! dedi. Konuştukları kimseyi tanımadığım için yapılan eleştirileri de değerlendiremedim. Yalnız Mehmet Pekgirgin bir ara, “O uzun süre müfettişlik yaptığı için öğretmenlikten biraz kopmuş gibi! diyerek eleştirileni savunur gibi görününce öğretmenden yakınanın Sami olduğunu anladım. Doğrusu hayret ettim, çünkü Sami, öğretmenleri kolay kolay eleştirmez. Bizim Niyazı Çitakoğlu ile bile uyum sağlamış bulunuyor
Kitaplığa başka gelenler olunca onlar konuşmayı kestiler. Ben de önümdeki kitabı açtım. Kitabın başlığı oldukça uzun. Önce kısa bir eleştiri yaptım; yazar, Niçin yerine, Ne için diye soruyor. Kitabın başlığı şöyle:
NE İÇİN SINIF VE İKMAL KALIYORLAR?
Ve
PSİKOLOJİDEN GELEN BİR TAHSİL TEORİSİ
Yazarı: Ziya Talat Çağıl- Psikoloji doktoru.
Kitabın yazarı, Psikoloji doktoru Ziya Talat Çağıl, bir de ön söz yazmış. Çocuklara yazılan Ön Sözü buraya aldım:
Sevgili Küçükler,
Vaktiyle ben de sizin gibi bir küçüktüm. Fakat şimdi, neslimizle, aynı yaşta olanlarla; yolumuz, dik aşağı inmeye başladı. Bir gün, hepsi bittiği zaman, onun üç senesini, şu eser için, doğrudan doğruya ve yalnız sizin için, harcamış olmanın bahtiyarlığını duyacağım.
Ziya Talat Çağıl
Kitabın Ön Söz'ünden,
“Burada, okullarımız ve müfredat proğramlarımızdaki eksikler ve öğretmen arkadaşlarım hakkında belki hoşa gitmeyecek sözler yazdım. Sonra da doğru mu yapıyorum? diye kendi kendime düşündüm. Hatırıma Atatürk'e ait bir hikaye geldi. Ankara'daki Orman Numune Çiftliği kurulurken olmuş bir olay. Söylendiğine göre bu çiftliğin kurulduğu yer, bataklık, çöplük kısacası verimsiz bir yermiş. Çevresindeki uzmanlar Atatürk'e hep böyle demiş, bu doğrultuda rapor vermişler. Gene de Atatürk, çiftliğin kurulmasında diretmiş. O da bir yaşlı köylü çağırtıp onun fikrini sormuş. Yaşlı köylü içi su dolu bir su kabını toprağa gömmüş; üç gün sonra gelip su kabını kurumuş olarak topraktan çıkarınca o da, toprağın verimsiz olduğunu söylemiş. Atatürk bu kez:
– Bu bakımsız, verimsiz dediğiniz toprakları biz bakıp ıslah etmezsek bu işleri kim gelip yapacak?
(Bilindiği gibi Atatürk'ün gözetiminde Çiftlik kuruldu. İyi ki, kuruldu da Ankaralılar güzel bir beldeye kavuştu. )
Bu örnekten esinlenerek soruyorum:
-Biz öğretmenler, , okullardaki bu eksikliği, kolayca yapılabilecek gözlem ve incelemelerimizin sonuçlarını yetkili makamlara sunmazsak, bunları kim gelip sunacak? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .”
Psikoloji doktoru Ziya Talat bunu sorduktan sonra kendi çalışmalarının sonuçlarını, “Ankara-Gazi Terbiye Enstitüsü'nde Psikoloji Laboratuvarı'nda sakladığını yazıyor. Böylece biz, dersimizde sözü geçen Psikoloji Laboratuvarı kurulduğunu en yetkili bir ağızdan belgeye dayanarak öğrenmiş oluyoruz.
Ön sözden sonrasını okumadım ama yapılan çalışmaları anlamaya çalıştım. Ziya Talat Çağıl, bu çalışmalara ne zaman başlamış tam saptayamadım ama inceleme belgeleri. 1933 yılı ile 1943 yılı aralarını kapsıyor. Tamı tamına on yıl. İçimden ben de bir “Vay anasını! ”çekmekten kendimi alamadım; tamı tamına 10 yıl. Kendimi toparladım, 10 yıl önce ilkokul 3. sınıfı bitirmiş, okur yazar olarak köyde dolaşıyordum. Okur yazarlığım da ne ki? Babamın kahvesinde konuşmaları dinlemek, gelen gazeteleri yalan yanlış okumaktan öteye geçemiyordu. Okuduğum kitaplar da Hazreti Ali ile Hamr ibni Abdud, Hazreti Hamza, Kesik Baş savaşlarıyla Koca Yusuf'un, Jenkis, Olsen, Sekes, Robert gibi ünlü pehlivanların iddialı güreşleri falan filan! . . . .
Cumhuriyet'in 10. Yıl kutlamaları yapıldığında komşu köyümüz Hamitabat'ta 4. sınıf açılacağı duyurulunca sevinerek oraya koşmuştum. Şimdi o günleri karanlıkta arar gibi anımsayıp seçmeye çalışıyorum. Oysa Ziya Talat Çağıl o yıllarda sınıfta kalan çocukların dertlerine derman aramaya başlamış, aralıksız o uğraşını günümüze dek sürdürmüş. Çıkarılan kimi cedvellerin tarihlerine bakılırsa çalışmalar 1930 yılına dek iniyor. Öyleyse bu çalışmalar 12 yıllık. Kitap ilgimi çekti, inceden inceye okuyup yararlanacağım.
Yatınca ikircil bir duruma düşer gibi oldum. Kitabın yazarı, sınıfta kalanların yanında olduğunu gösteriyor. İyi ama çalışmayan çocuğa öğretmen nasıl göz yumsun? Bizim Kepirtepe'de tembellere tümüyle göz yumuldu. Çalışmayan arkadaşlar da benimle dahası Sami Akıncı'yla birlikte (! ) sınıf geçti. Adlarını söylemekten çekiniyorum ama ne yazık ki öyle! “Fikret Madaralı öğretmenin sık sık söylediği “Cim karnında bir nokta! ”olanlar şimdi köylerinde öğretmen. Onlar, onlardan beklenen görevlerini yapacaklar mı? Yoksa onlar da Müdürümüz İhsan Kalabay'ın anlattığı öğretmen gibi, köyündeki tuğla ocağını görmezden gelip tuğla göstermek için çocukları alıp ilçe merkezine mi götürecek? Dilerim burada da aynı hoşgörü (!) gösterilmez. Eğer öyle olursa kesinlikle Köy Enstitülerinde görev almam. Çünkü ben çalışmayı seviyorum, çalışmayan öğrenciye kesinlikle geçer not vermem. Benim not vermediğim öğrenci sınıf geçerse onu karşımde görmek beni rahatsız eder. Cyrano'nun dediği gibi “İstemem, benim olmasın Köy Enstitüsü öğretmenliği! Cyrano'yu anımsayınca yüzüm güldü. Gerçekten güzel bir kitap Cyrano de Bergerac. Yazarı, çok ün yapmış değil, çünkü başka bir kitabıyla karşılaşmadım: EDMOND ROSTAND. Fransız yazarlarından, Victor Hugo, Stendhal, Jules Verne, Piyer Loti, Andre Gide, Baba-oğul Alexandre Duma'lar, Anatole France, Mauppassant, Alphonse Daudet, Alfred de Musset, Georges Duhamel, Prosper Merimee, Emile Zola, La Fontaine adlı yazarlardan birer ikişer kitap okudum. Henüz kitabını okumadığım bazı yazarları da biliyorum Andre Maurois, Montaigne, George Sand v. b. Onların kitap adlarını da öğrendim ama Edmond Rostand'la onlar kadar sık karşılaşmadım
Cyrano de Bergerac!
Bir kez daha okuyup Mahir Canova Öğretmen'in fikrini soracağım.
23 Ocak 1944 Pazar
Akşam uyumadan önce Cyrano de Bergerac'ı daha doğrusu kahramanı Cyrano'yu anımsamıştım. Akşamki düşüncelerimi pek beğenmedim, o kitabın neresi güzel? Cyrano tam bir bencil tip. Güçlü, akıllı ancak yaratılış olarak insanların çirkin dediği bir görünüşü var. Bunu bile bile o insanlarla didişerek kendini kanıtlamaya çalışıyor. Doğrusu bana pek inandırıcı gelmedi. Okurken sevmiştim, söz verdim bir daha okuyacağım ama eskisi gibi etkileneceğimi de ummuyorum. Bir kişi üstüne yıkılmış başarılar demeti. Onun da sonu iyi olmuyor. Bari yazar iyi bir sonuca bağlasaydı!
Eski okuyucu, benim okuma alışkanlığıma etkisi olan arkadaş, şimdilerde at cinslerini izlemekte olan can arkadaşım Hasan Üner geldi. Aklımdaki konuyu hemen açtım ona. Hasan Cyrano de Bergerac'ı okumuş, hemen Reşat Nuri Güntekin'in Homongolos'uyla bağ kurdu. Cyrano ile bir kadın düşmanı gibi görünen Namı diğer Kayabalığı'nın (gerçek adı ZİYA) içi başka dışı başkalığı üzerinde durdu. Hasan'ın bu huyunu seviyorum. Bu tür ilişki kurması, kitapları unutmamasına yardımcı oluyor. O bunu çok erken sezdiğinden, benden 5 yaş küçük olmasına karşın bu konuda bana yol gösterici olmuştu. Bunları konuşmadık ama benim aklımdan geçtiği için yeni bir konu üstünde durduk. At beslemek, cins at yetiştirmek. Hasan'ın geleceğe yönelik öncül isteği, “Cins at yetiştirmek! ”Bu konudaki isteklerimiz de örtüşüyor. Bu okulu da bitirir, dilediğimiz alanlarda çalışabilirsek Hasan atları çift yetiştirecek, yazı-tura atarak ayırım yapacağız. Böylece kimsenin atında kimsenin gözü kalmayacak. Hasan, düşlerimizin çizgisini aştığını duyurmak için “Hayal de gör, düşte gör! ”diye bir şarkıdan söz etti. Ben de akşam okuduğum kitabın yazarı dr. Ziya Talat Çağıl'ın on yıldır sürdürdüğü sınıfta neden kalındığı üstüne uğraşını söyledim. Ayrılırken Hasan'la karşılaşmamın iyi olduğunu, günümün daha iyi geçme olasılığı inancı içinde kahvaltıya oturdum.
Abdullah benden önce gelmiş. Abdullah Hasan'ın iyi arkadaşlarındandır. Bu içtenliğine güvenerek:
-Ne anlattı gene o bacaksız? diye sordu. Abdullah'ın bacaksızlık yakıştırması sorumsuzca söylenmiş bir sözdü. Bunu hemen anladım; yazık ki söz bir kez söylenmiş oldu. Hemşerim Kadir Pekgöz hemen konuştu:
-Bacaksızlık bir şeyler anlatmaya engel midir? Kadir yanıt beklerken bu kez de Muttalip Çardak söze karıştı:
-Engel olduğunu düşünmese arkadaş öyle konuşmazdı!
Salt tartışmanın şeklini değiştirmek amacıyla ben de “Bacaksızlığın gerçek anlamını sordum. Bu bir anlamlı söz müdür- yoksa bir deyim mi? Bu kez de Muttalip soruyu bana yöneltti, ne fark eder? Beklediğim de buydu. Söylenen söz bir deyimse üzerinde tartışmak anlamsızdır. Deyimler, nesneldir, nesnel anlam taşırlar. Öyleyse kısa bacak anlam olarak boyu kısalıktan çok bacaklarını gereği gibi kullanamamak anlamına çekilebilir. Benim savunmama tüm arkadaşlar güldü. Onlar gülünce ben de güldüm. Halil Yıldırım kendi hoş diliyle sordu:
– Hadi be arkadaş, biz senin sözüne güldük; sen kendi sözüne neden güldün? Yanıtım kısa oldu:
– Te be arkadaşım, benim sözüm bir amaç uğruna söylenmişti, o amacına ulaşınca ben de sevincimden güldüm. Bu kez Ekrem Bilgin:
– Haydaaaa! deyip bana baktı. Ekrem'e:
– Neredeyse başlamak üzere olduğunu beklediğimiz tartışma yön değiştirdi mi değiştirmedi mi? Konuşmalara hiç katılmamış olan Kamil Yıldırım'la Nihat Şengül:
– Hadi bize müsaade, bir kahvaltımızı bitirdik! deyince biz de:
– Biz de, biz de, biz deee! diyerek kalktık.
Salonumuzun yakacakları hazır. Bugün banyo yok, herkes çalışmaya heveslenmiş gibi görünüyor. Abdullah salondaki piyanoya oturdu. Mehmet Zeybek ya da Hüseyin Çakar gelmezse bana alt kattaki piyano kalmış oluyor. Abdullah çok aralıklarla çalışmaya kalkıştığı için onu, bana bir engel saymadığımdan arada seçim yapmayı ona bırakıyorum. Zaten bugün yapılacak yazılı ödevlerim var. Faik Canselen Öğretmenin istediği Sonat, Senfoni. Serenad türlerinin tanımıyla bölümleri yazacağım. Mahir Canova Öğretmen izlediğimiz Wilhelm Shakespeare'in Yanlışlıklar Komedisi'nin kısa bir özetiyle belli başlı kişilerini tanıtmamızı istemişti. Önce Faik Canselen Öğretmenin istediklerini yazdım.
Sonat: Tek ya da çift çalgı için bestelenen kısa boyutlu (Senfonilere, konçertolara göre) konser parçalardır. Genelde 3 bölümdür. Giriş-gelişme-sonuç. Sonat, gerçekte en eski müzik parçaların dan biridir. 16. yy önceleri bir dan parçasıyken giderek konser müziği havası girmiş. Domenico Skarlatti daha sonra Büyük Bach'ın oğlu Emanuel Bach aracılığiyle geliştikten som Viyana Klasikleri olarak anılan Haydn, Mozart, Beethoven eliyle günümüz şeklini almıştır. Genelde belli bir tema sunumuyla başlar. Bir süre sonra, belli tema şekil değiştirerek yaygınlaşır. Ara ara ilk temayı andırmasına karşın araştırıcı bir ses yumağı olarak sürer gider. 3. Bölümde hızlanmasına karşın yer yer ilk tema duyulur. Kimi besteciler sonatlarına bir ek ekleyerek 4. bölüme çıkarmışlardır. Genelde sonatlar tek çalgı içindir. Ancak özellikle keman-Piyano sonatları, özellikle Viyana Klasikleri elinde senfonilerce yarış ederce gelişmiştir. Örneğin Josef Haydn'ın piyano için 52 piyano sonatı bestelemiştir. Haydn'ın 104 senfonisi vardır. Mozart se 50 senfonisi, 35 piyano-keman sonatı, 18 piyano sonatı ile sonat karakterinde 20 Variationen (varyasyon) vardır. Beethoven'in 9 senfonisi, 32 piyano sonatı, 10 keman-piyano sonatı bestelemiştir. Ayrıca sonat özellikleri taşıyan 10 varyasyonu bulunmaktadır.
Senfoni: Son iki yüz yıldır konser salonlarına egemen olan müzik türü. Çok sesli müziğe özgü bir tür. Başlangıçta az sayıda çalgıların bir arada kullanılmasıyla başlayan senfoni gelişimi, armoni bilgisinin gelişmesine müzik aletlerinin geliştirilmesi de katılınca senfoni türünün önü iyiden iyiye açılmıştır. Ortalama olarak senfoniler yaylı, nefesli, vurgulu çalgılarla çalınmakla birlikte ender de olsa insan sesi de eklenmektedir. Orkestradaki alet sayısı 48 olarak benimsenmiş olmasına karşın bu sayıyı 100'le çıkaranlar olmuş hatta daha fazlaya da çıkarmışlardır. Anton Bruckner- Gustav Mahler örneklerinde olduğu gibi.
Senfoniler genelde 3 bölüm olarak benimsenmesine karşın bu sayı 2 ile 5 bölüm arasında değişmektedir. Örneğin Franz Schubert'in 8. senfonisi 2 bölümdür. Josef Haydn senfonilerinden 26 numaralı Lemantation 3, 104 numaralı Londra 4 bölümdür. Mozart'la Beethoven'de 4 sayısı egemendir. Hector Berlioz'un Fantastique, Robert Schumann'ın Reinische (Ren Senfonisi), Gustav Mahler'in 7. senfonisi 5 bölümdür. Senfonilerin bölümleri, genellikle hareket bildiren müzik terimlerinle ayrılır. Allegro, Allegretto, Andante. Moderato, Presto gibi . . Kimi besteciler Menuett, Rondo, marş gibi türleri de bölüm olarak kullanırlar.
Serenad: Orta Avrupa’da çok kullanılan bir gece müziği türü. Şekil olarak şarkıdır, içerik olarak da aşktır. Seven delikanlı sabaha doğru sevgilisini uyandırmak için penceresinin yakınında kullandığı sazla özel bir şarkı söyler. İşte bu şarkı söyleyenin gerçek aşkını sevgilisine iletecek duyarlıkta olması istenir. (Beğenileni budur) Bu duyarlık başka zamanlardaki şarkılardan farklı olduğu için serenad denmiş. Bunun çok eskiler de bir de akşamları söyleneni varmış, buna Obat denirmiş. Sonraları Serenad daha yaygınlaşınca Obatı ortadan kaldırdığı gibi onun yerini alıp akşama yerleşmiş. Bu gelenekleşmiş duyarlı müziğe besteciler ilgi gösterip geleneğe besteleriyle katılmışlar. Josef Haydn, Toselli, Franz Schubert geleneğe uygun serenadlar bestelemiştir. Mozart bu konuda da daha cesur davranarak şarkı sınırları içine sıkışmış serenadı operalarında (Don Giovanni'de olduğu gibi) kullandıktan başka 14 büyük serenad besteleyerek Serenad müzik türünü, orkestralar aracılığıyla konser salonlarına taşımıştır.
***
Abdullah yorulmuş, geldi:
– Benden bu kadar deyip yanıma oturdu. O oturunca ben de hemen kalkıp piyanoya gitmedim. Yazdığımı Abdullah'a okudum. Abdullah çok beğendi. Gülerek sordu:
– Öğretmen bizden de aynı bilgileri yazılı isterse ne olacak? Abdullah'a kaygılanmamasını söyledim. “Bir çiçekle yaz olmazmış! Bunu Ahmet Gürsel öğretmen çok söylerdi. Tek ben yaparsam kesinlikle Faik Öğretmen de bu sözü söyleyip geçer. On dört kişiyiz. 13'ü yapmazsa öğretmen ne yapsın? Gelecek yıl da Faik Canselen Öğretmen için şimdi Niyazi Çitakoğlu için yaptığımız konuşmaları yaparız.” Abdullah bu konuda çok rahat, kolumdaki saate bakıp “Ohoooo o! yemeğe daha çok varmış! deyip gitti.
Abdullah çalıştığı metodu piyano üstünde açık bırakmış, çalıştığı yere baktın, daha Lehrer-Schuler ortak çalışmalarının başında. Şaşmadım, yerinde ben de olsam (Onun gibi çalışmasam) ancak buralarda olurdum. Ne var ki ben o zaman kesinlikle böyle rahat olamaz hasta olurdum. Ne hastası, bu bölümde bir gün bile durmazdım. 2. Sınıftaki Hüseyin Çakar'ın çaldığını duyduğum parçayı hemen çalmazsam hasta olurum. Hüseyin Çakarın çaldığı kendi parçası var; Sinsin oyunu. Kendi armonize etmiş. Utanmasam onu alıp çalacağım ama, istemeye gönlüm razı olmuyor. O, onun ürünü. Belki başkasının çalmasını istemiyordur. Böyle ise benim çalmamın onun gözünde onurlu bir tarafı kalmaz. Bunu, kesinlikle, öteki arkadaşlar da doğru bulmayabilir.
Piyanoya oturdum. Her zaman yaptığım gibi pedallara basarak gam yaptım. Sonra da kromatik gamlara çalıştım. Kromatik gamlarda, ayırdındayım sol el adeta sürünüyor. Sol elin yüzük parmağı benim elimin değil gibi, sürekli bana başkaldırıyor. Bunu Faik Öğretmene anlattım. Faik Öğretmen beni Robert Schumann'a benzetti. Schumann büyük bir besteci, onu örnek alınca önce sevindim. Ancak olayın sonunu öğrenince yüzüm kızardı. Robert Schumann iyi besteci, besteciliği yanında iyi de bir müzik yazarı. Gerçekte de hukuk okumuş yaman bir avukattır. Bu üstünlükleri yanında piyano çalışını yetersiz bulup ilerletmek ister. Bu nedenle parmaklarının daha hareketli olması için yöntemler geliştirir. Parmaklarıyla oynarken bir tanesi oldukça derinden zedelenir. İyi olur ama bu kez eskisi kadar da piyano çalamaz olur. Robert Schumann'ın eşi büyük bir piyanist aynı zamanda bestecidir; bu nedenle Schumann ondan yararlanır. Ne var ki Schumann, kendi parmağını kendisi zedelemiştir. Faik Öğretmen bunu anlatıp arkasından bir de kocaman kocaman gülünce, ben de benzer duruma girmiş gibi içlenmiştim.
Yemek zili çalınca hepimiz birden yemeğe gittik. Hava, sabaha göre yumuşamış. Muttalip Çardak yakındı:
-Sabah sabah ayazı yiyoruz. Şunun şurasında bir akşamlarımız rahat oluyor. Bakıyorsun hava açılmış; öğretmenler doluşuyor. Ne olur yollar tıkansa da bir kaç gün soluklansak! Muttalip'e Talip Apaydın sordu:
-Sen içtenlikli konuşmuyorsun. Bu akşam gelecek öğretmenlerin bize ne zararı oluyor? Muttalip yanıtlamadı, sözü kısa kesti:
– Hiç canım, işte öyle söyleyiverdim; sen de duymamış ol!
Arkadaşlar konuşmayı tatlıya bağladılar ama gerçekte hepimizin ilgisi öğretmenlerde. Özellikle benim durumum farklı. Faik Canselen Öğretmenin pazartesi akşamları sık sık sorunu olduğundan Ankara'ya erken dönmek zorunda kalıyor. O nedenle benim piyano dersimi akşamdan elden çıkarmak istiyor. Böylece ben yarınki derse bu akşamdan başlamış oluyorum. Başkan Hüseyin Atmaca öğretmenlerin tam olarak geldiklerini söyleyince olasılıklar ortadan kalktı. Ben çabuk çabuk atıştırıp Müzik Salonu yolunu boyladım. Önce sobayı karıştırdım, arkasından Beringer'i açtım. İki serbest çalışmam var iki de ders. Dersleri çok çalıştım, sanırım iyi de çalıyorum. Faik Öğretmen çalışırken üstüme gelsin diye, uzun süre çalıştım, gelen giden olmadı. Faik Öğretmenin geleceği kesin değildi; ancak arkadaşlardan da gelen olmayınca kuşkulu bir duruma düştüm. Neyse Mehmet Ünver geldi. Arkadaşların çoğu büyük salondaymış, bizim Kepirliler de Kitaplıkta topluca oturuyormuş. Rahatladım, bir hamle daha yapıp piyanoyu kapattım. Mehmet zaten gitmek üzere gelmişmiş; birlikte kitaplığa gittik. Arkadaşlar bana sordular “Nerdesin, seni bekliyoruz! ” Niçinini sordum, Eksik bir benmişim de ondanmış. Bir süre onlara uyup oturdum. Mehmet Yücel arkadaşımızdan Halil Basutçu'ya mektup gelmiş. Daha doğrusu Mehmet Yücel sanıldığı gibi Uygulama Okuluna değil Namık Ergin Öğretmenin yanına Yapıcılık Öğretmeni yardımcısı olarak atanmış. Bir süre güldük. Mehmet Yücel nerede Yapıcılık işleri nerede! Arkadaş, bedensel zayıflığı nedeniyle geçmiş yıllarda yapıcılık işlerinde hep korunduğundan doğru dürüst yapıcılık çalışmalarını izlememişti. Şimdi o izlemediği işleri öğretecek! Mehmet Yücel arkadaşı hep sevdiğimiz için arkasından hep olumlu sözler söylendi, başarılar dilendi. Namık Ergin Öğretmenin koruması altına girdiğinden yakın zamanda ona yardımcı olur! deyip, mektup yazacak arkadaşa selamlarımızı iletmesini söyledik. Söz bitti sanırken konu bir daha ortaya geldi:
– Arkadaş söz etmiyor, aylık işi nasıl olacak? Gene 3 ayda 60 lira mı? Yoksa öğretmenler gibi aylık maaş mı? Bu kez top Halil Basutçu'ya atıldı:
– Mektubu çabuk yaz, bunu da açık açık sor! Halil Basutçu güldü:
– Arkadaş durumdan o denli memnun ki, o daha gidip bu işleri sormamıştır. Benim bildiğim Mehmet Yücel, orada kalmak için köydeki koşullara da razı olur! Bu kez de “Hayda! diyenler oldu. Konu, sil yeni baştan tartışılmaya dönüldü, Olur mu, olmaz mı? Bunu konuşarak yataklara dağıldık. Sanırım buradaki tüm Kepirliler, Mehmet Yücel arkadaşın şakalı takılmalarını, güldürücü öykülerini anımsayarak gözlerini kapadılar. “Napreş, Kemal, Taliga Mehmet, Kasap Sami, Sarp Ömer, Çakır Memet, Demir Ali, sonunda da kesinlikle Ceylan Mehmet (kendisi) sıraya girerdi. . . . . . Kulakların çınlasın, kıskanç arkadaşım, Lüleburgaz! da kaldığımız yaz Hüsnü Dayının kızını benden nasılda korumaya çalışıyordun. Ne oldu sonra? Benden kıskandığın gibi başkasından da korumaya çalıştın mı? Korudun da Hüsnü dayın onun turşusunu mu kurdu? Kusura bakma, bunları yüzüne söyleyemem ama aklımdan geçirebilirim. Senin bundan haberin olmaz. Sen bunları, belki de çoktan sildin; silmedinse artık rahatça silebilirsin. . . . .
24 Ocak 1944 Pazartesi
Arkadaşlar bugünün derslerinde en çok Faik Canselen'in armoni dersinden çekiniyor. Bence çekinmelerinin nedeni hala akor olayını kavrayamamaları. Benim kolay kavramam kuşkusuz piyano çalışmamdan kaynaklandı. Piyanoda daha ilk günler ben tek elle çalarken Faik Öğretmen gümbür gümbür akor basıyordu. Akorlar basitti ama bir fikir veriyordu. Dikkat ediyordum, ben do'ya basınca Faik Öğretmen do-mi-sol-do, sol basınca o da sol-si-re-sol, la bassam, la do diyez, mi-la oluyordu. Bunu öğrenince önce majör gamların 1'i, 3'lü, 5'li, 8'li lerini ezberledim. Önce majör gamların; diyez -bemol alanlarını öğrendim. Do majörü zaten çok önce öğrenmiştim. Re majör, fa-do diyezli, La majörde, do-fa-sol diyezli, La majörde, do, fa, so, re diyezli oluyor. Mi majörde ise do-fa-sol-re-la diyezli olmaktadır. Bunları bilince hangi gam önüme çıksa 1. 3. 5. 8. akorlarını kolayca buluyorum. İşte Faik Öğretmen şimdilik bizden bunları istiyor. Doğal olarak armani dersi için bunlar yeterli değil, ancak bu bilgilerden yoksun olanın bundan sonrasını kavraması da söz konusu değil. Zaten Armoni denilen ses düzeni kuramları da kolay öğenilen bir olay değil. Faik Öğretmenden armoni kitabı sorduğumuzda öğretmen gülerek.
-Bulursanız bir de bana alın, benimki eskidi! deyip kitabını göstermişti. Kitap sahiden eskiydi, ciltletmesini önerecektim. Arkadaşlar da yazarını sormuştu. Öğretmen gülerek:
-Ya anlamadınız ya da anlamazdan geliyorsunuz. Kitabın yazarı bir Fransız Besteci Rameau, Jean Pfilippe Rameau 1683-1764 yılları arasında yaşamış. Onun kitabında pek az değişiklikler yaparak yeniden yayınlayan da Rus Besteci Rimski Korsakov. Kitabı gene kaldırıp:
– 300 (Üç yüz) yıl önce yazılmış bir kitabın 80 (Seksen) yıl önceki son baskısı. Kitap benim de değil, emanettir. Arasanız da bulamazsınız. Ne güzel söylemişler:
– Müslüman pazarında salyangoz satılmaz! diye; bizim kitap pazarımız da Müslüman pazarı, orada böyle kitapları arayan olmaz. Buna siz üzülmeyin yetişmekte olan gençlik ona yeni pazarlar açacaktır. Atatürk'ün açtığı çığır ufukları daha da aydınlatacaktır. Bizler, bir süre daha eski kitaplarla uğraşmak sabrını göstermeliyiz! demişti. Arkadaşların davranışları da ilginç, tüm derslerde aynı numara:
– Kitabı var mı öğretmenim? “Var! ” denirse suskunluk ya da adres falan filan! “Yok! ” denirse uzun süre ufuldanmalar:
– Keşke kitabı olsaydı! Türü hayıflanmalar başlar. Şimdiye dek özellikle bizim Kepirtepeli arkadaşlar için söylüyorum, Sami Akıncı dışında öğretmen önerileri uyarak bir kitap alan görmedim. Şimdiki bölüm arkadaşlarımda da benzer bir durum var, kesim demek için erken ama umutsuzlanmak için de fazla beklemeye gerek yok.
Kahvaltıdan sonra koşarca salona gittim. Bu sabah yardıma gelen olmadı. Ancak dünden herşey hazırdı, bir kibritle çıraları tutuşturdum. Nasılsa kutuda tek kibrit kalmıştı, onunla yakamasaydım kibrit bekleyecektim. Arkadaşlarda kibrit bir Nihat Şengül'de bulunursa bulunur; ötekiler de, benim gibi kibrit taşımayan türünden.
Öztekin Öğretmen erken geldi, sobanın yandığını görünce önce ellerini uzatıp ısınır gibi yaptı. Gülümseyerek bana baktı, sobayı yaktığım için bana gönül alıcı sözler söyleyecek sanırdım oysa Öztekin Öğretmen:
– Ankara'dan gelenler soba olayını unutmuştur, onlar sürekli sıcaklık ister: Bu nedenle onları üşütmemeye bakalım! derken Hilmi Girginkoç Öğretmen geldi, yüksek sesle “Oooooo, sizin soba, soba değil lokomotif, ne güzel ısıtmışsınız! deyince Öztekin Öğretmen fikir değiştirmesini yadırgadım:
– O hep böyle değildir, bu sabah sizin şerefinize, şanslısınız azizim! deyip güldü.
Arkadaşlar topluca gelince Hilmi Girginkoç Öğretmen bize işaret etti, kendisi de piyanoya gitti. Sanırım o da bir süre piyano çalışmış, önce gam yaptı sonra arpejlere geçti; arkasından da bir parça başlangıcı yaptıktan sonra bana:
– Bunu biliyor musun? diye sordu. Çok kolay gibi geldi ama hiç duymadığım bir melodiydi. Üzülerek, bilmediğimi söyledim. Öğretmen bu kez “aaa, yazık, bunu hemen öğren, geldikçe bana çalarsın, bunu çok severim! dedi. “Schubert Alabalık! ” Öğretmen önce gerçek adını söyledi “TROUT!” Hiç duymamıştım. “Duymadım! ”demek ağırıma gittiği için sanırım rengim değişti. Öğretmen beni teselli etti:
– Hiç merak etme en kısa zamanda bunun notasını bulup sana getiririm. Biraz uzuncadır ama, piyano için kısasını da yapmışlar. Arkasından da “Belki de Schubert kendisi bizi düşünerek kısasını da yazmış” deyip birden hızlı hızlı “Si “sesine basıp arkadaşlara sordu. Arkadaşlar “Do” olarak yanıtladılar. Sesi ayırdığımdan değil, basılan tuşu gördüğüm için “Do!” diyenlere katılmadım. Öğretmen, sustuğumu görmüş, beni göstererek arkadaşlara:
– Bakın bakın, size katılmadı! dedi.
Öğretmen, Halil Yıldırım'la İbrahim Şen'i birlikte bir süre çalıştırdı. Onlara:
– Çalışırsanız, sizi bariton gurubuna katarız! dedikten sonra Kadir Pekgöz'den başlayarak hepimizi arkamız dönük olarak ses tanıma sınamasından geçirdi. Abdullah 5 sese 5 doğru yanıt vererek öğretmenin aferinini aldı. Ben, pek anlayamadım nasılsa 5 sesin 3'nü doğru yanıtladım. Öğretmen beni de beğendiğini söyledi. Ancak:
– Senin elinde olanak var, biraz daha çalışırsın! deyip geçti. Öteki arkadaşlardan ancak biri, ikisi 5'te 2 yanıt verdi. Onlarla uzun uzun tekrarlar yaptırarak çalıştı. Bir ara saatine bakıp toplanmamızı istedi. Önce İleri Marşını 3 kez tekrarladık, sonra da Barkarol'la Ninni'yi ikişer kez tekrarladık. Barkarol'u ayrıca Abdullah'a söyletti. Abdullah ondan da aferin aldı. Öğretmen Abdullah'a bakarak önce gülümsedi sonra ne düşündüyse.
– Seni biraz çalıştırmamız gerekecek, bize yardımcı olur musun? deyip güldü.
Bizim bölümün dersleri öteki derslerden farklı; örneğin bir ders tam olarak bitmeden sonraki dersin öğretmeni geliyor. Hilmi Girginkoç Öğretmen sözünü bitirmeden Mahir Canova Öğretmen geldi, ikisi merhabalaştılar. Mahir Öğretmen:
– Sözün bitmemişse sürdürebilirsin! deyince Hilmi Girginkoç Öğretmen:
– Yok, yok zaten yoruldum, biliyorsun bizimki doğrudan nefes tüketmek! deyip ayrıldı. Mahir Öğretmen bize 5 dakika izin verdi ama kimse dışarı çıkmadı.
Mahir Öğretmen gülümseyerek:
– Öğretmenlerin vazgeçilmez ilkesi olan ilk konuları yakından seçmenin tersi olarak Çin tiyatrosu deyip bin yıllar ötesinden söze başlamıştık. Oysa bunun doğrusu, önce bir tiyatro izleyip ondan başlamaktı. Neyse bugün öyle yapabiliriz; hiç değilse bir tiyatro gördük. Öğretmen sözünü söyleyip az duraksayınca Muttalip Çardak:
– Bizimkine gördük denirse! deyiverdi. Mahir Canova Öğretmen önce bir kahkaha attı. Muttalip'e bakarak:
– Ne o tiyatroda senin önünü mü kapattılar? diye sordu. Muttalip, oynayanları tanımadığını, oyunu da anlamadığını dahası olayın nerede geçtiğini bile kavrayamadığını anlattı. Mahir Öğretmen Muttalip'e haklısın! dedi. Haklısın dediğine göre öğretmenin bize oyunu anlatacağını beklerken öğretmen, tiyatronun ne olduğunu, tiyatronun izleyenlere neleri ne kadar verebileceğini sıraladı. Tiyatro olayının istenen ya da beklenen sonuca ulaşması için tiyatro kadar, izleyicinin de olayda alınteri olması gerektiğini anlattı. Mahir Öğretmen gördüğümüz Yanlışlıklar Komedisi yazarının daha 40 tiyatro eseri olduğunu, bunların 500 (beş yüz) yıldır İngiltere'de oynandığını, biz de ise 40 değil bir ya da ikisinin ancak 50 yıl önce sifta edildiğini, onu da bizim halkımızın değil yurdumuzda yaşayan azınlıkların istediğini, zaten ülkemizde açılan tiyatroyu da azınlıklar tarafından, Kapitülasyonların koruması altında açıldığını anlattı. ”Hazır tiyatro gelmiş, biz de gidelim! ” diyemeyen halktan biri kazara bir gün tiyatroya gitse ne alabilir?
– Bunu benden değil bu konuda yazı yazanlardan dinleyin, okuduğunuz romanlardan anlamaya çalışın. Size uzaklardan değil günümüzde adı çok geçen ünlü bir yazarımızla son kitabından örnek vereceğim. Halide Edip Adıvar'ın Sinekli Bakkal kitabı. Eğer okumadınızsa hemen alıp okuun. Bakın orada tiyatrodan geçtik karagöz oyunu oynatmaya özenen bir gencin başına neler geliyor. Okuduğumu söyleyince Mahir Canova Öğretmen:
– Bakın işte arkadaşınız anlatsın! deyince önce sordum:
Romanın özetini mi yoksa karagöz oynatan Tevfik'in başına gelenleri mi? Öğretmen gülümseyerek:
– Karagözcüyü, karagözcüyü! deyince Tevfik'in fazla bilgisi olmamasına karşın kendi olanaklarıyla karagöz oynatmaya kalkıştığını, çevresindeki yakın arkadaşlarının özelliklerin onu korumasına karşın başta kayınpederi olmak üzere onun kışkırttığı mahalle halkı binbir yalan katarak, yetkililer aracılığıyla Saray'a dek şikayetler ettiklerini zavallı Tevfik'in sürgüne gönderildiğini anlattım. Sürgün süresi bitimin de geri geldiğini, daha özgürce yaşanacağı ilan edilmesine karşın gene belli insanların şikayeti sonucu sürüldüğünü söylerken öğretmen yeterli bulup teşekkür ettik. Bu kez de öğretmen:
1700'lü yıllarda Fransa'da kralın katıldığı bir operaya gitmek zorunda kalan bir elçimizin anılarında, operayı acayip maskaralıklar olarak anlatmaktadır. Oysa Uygar ülkeler dediğimiz, buluşlarından yararlandığımız ülkeler o elçinin maskaralıklar dediği operayı insanlara ahlak öğreten, karşılıklı sevgiyi, saygıyı geliştiren okul olarak benimsemektedir. Wilhelm Shakespaere Romeo Julyet oyununu 1590 yıllarında yazmıştır. Konusu Kan Davası denilen, kıskanç insanları günahsız insanları öldürmeye yönelten kötü bir geleneği eleştirmek için yazılmıştır. Romeo Julyet'in yazıldığında bu yana İngiltere'de kaç kez oynandığını kimse bilmemektedir. Ancak bilinen bir şey vardır. Günümüzde İngiltere'de kan davası diye bir kötü gelenek yoktur. Oysa yurdumuzda her yıl binlerce insan bu gelenek yüzünden yaşamını genç yaşında noktalamaktadır. Bu örnekten yararlanarak tiyatronun salt izlendiği gün alınacak dersler yanında, genellikle daha çok gelecek günlerdeki etkileri düşünülmelidir. Günlük etki bırakacak tiyatrolar da vardır. Onları da ayrıca göreceğiz. Çin tiyatrosunda bir asker oyunun okumuştuk. Onu unutmayın, en yalın bir gösteri de bir ders verebilir. Bundan bile toplumlarda yetişen insanlara tiyatro fazla birşey veremez. Bu nedenle diyorum:
– İzleyiciye bir şeyler vermeye çalışan tiyatro kadar, ondan bir şeyler almaya çalışan kişi de çaba harcamak zorundadır. Öğretmen:
– Bu konu bizim önemli görevlerimizden biridir. Salt tiyatro değil, insanımızın kendi kendini eğitmesi sorunudur. Kişi, yenileşmeye hazır değilse hangi sahada olursa olsun yenileşmeye karşı olur. Karşı olunca da halkın söylediği sözle karşılaşırız:
– Nuh diyor, Peygamber demiyor! Nuh deyip de Peygamber demeyen insanlara tiyatro anlatmak olanaksızdır. Öğretmen gülümseyerek:
– Öyleyse biz ne yapacağız? Sizin de fazla yapacak fazla bir işiniz yok, yeri gelince doğruyu söylemek, daha çok da eğri konuşanların eğriliklerini çekinmeden göstermek. Bunları gene gene konuşacağız. Zaten sizin dersinizin gerekçesi de budur. Okulu bitirince siz de bir süre tiyatroya gidemeyeceksiniz, belki. Gidememek, geçici bir ayrılık, hepten kopmak olmamalı. Eğer seviyorsanız, sevgilinizden de bir süre ayrı kalabileceksiniz. Koparsanız size “Vefasız! ” sıfatını yapıştırırlar. Bu bir cinayet işlemiş kadar haysiyet kırıcı durum yaratır!” Öğretmen gülerek Muttalip'e bakarak “Yaaa, gördün mü iş nerelere gidiyor!” dedikten sonra:
– Gelelim senin soruna! deyip az durdu. Önce yazarını, Wilhelm Shakespeare'i kısaca tanıyalım! dedikten sonra Wilhelm Shakespeare'in 1564-1616 yılları arasında yaşadığını bu tarihlerde yurdumuzun durumunu anımsamamızı istedi. Osmanlı İmparatorluğunun en güçlü olduğu dönem, Padişah Kanuni Sultan Süleyman'ın son saltanat günlerinde doğmuş. İngiltere'de Kraliçe 1. Elizabet (1533-1603) döneminde yaşamış. Kraliçe 1. Elizabet dönemi de İngiltere'nin geçmiş günlerine göre en görkemli zamanıdır. 1. Elizabet Wilhelm Shakespeare'i desteklemiş. Kraliçeden güç alan Shakespeare gönlünce eserler yazıp hem oynamış, hem de oynatmıştır. Yazdığı eserlerin hemen hemen hepsi insanların bir yanını düzeltmesi üstünedir. Konularını çoğunlukla tarihten almasına karşın gününün insanını etkileyecek biçime sokabilmiştir. 40 dolayında olduğu söylenen eserlerinin çoğu dramdır. Olaylar acıklı biter. Komedi türünü de denemiştir. Bizim izlediğimiz Yanlışlıklar Komedisi bunlardan biridir. İzlediğiniz komediyi tam olarak kavrayamamakta haklısınız. Dosdoğru anladık deseydiniz inanmayacaktım. İlk izleyişte anlaşılacak türden bir komedi değildir. Size anlatırken bile konuyu bir kaç kez baştan alıp tekrarlayınca siz de bunu anlayacaksınız. Önce olayın ya da olayların geçtiği yerleri konuşalım. İki önemli yer (Mekan) var. Siracusa ile Ephesus. Bu yerleri tarih derslerinizden anımsayacaksınız. Öğretmen böyle dedi ama yüzümüze baktı. Siracusa'yı anımsadım, Demoklesin Kılıcı olayı benim de bir süre canımı sıkmıştı. Onu hiç unutur muyum hemen parmak kaldırdım. Bir başka olay da Arşimet'in kumda denklem çözerken Romalı askerlerin zorla alınıp götürülmesiydi. Siracusa'nın Italya güneyindeki Sicilya adasında olduğunu söyledim. Öğretmen bu kez de başını sallayarak “Ephesus? ” diye bakınca sustum. Ekrem Bilgin önce kuşkulu olarak “Efes! ” deyince Mahir Canova Öğretmen “Evet evet, bizim Efesimizin eski adı Ephesus'tur! deyince sorun çözüldü. Bu kez öğretmen:
– Bu iki kentte oturan kardeşler akrabaları, köleleri, yıllar sonra bir araya gelirler. İnsanın:
– Gelmez olaydılar! diyesi geliyor. Öğretmen daha sonra belli başlı kişileri sırayla tanıttı. Yazmak isteyenler çıkınca öğretmen tahtaya çizdirerek yazdırdı.
Komedide bulunanlar
1-Solınus. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Ephesus Dukası
2-Aegeon. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Sıracusalı bir tüccar
3-Ephesuslu. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Antıpholus
4-Siracusalı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Antipholus, ikiz kardeşler ve Aegeon'la Aemilia'nın oğulları (Birbirlerini tanımamaktadırlar)
5-Ephesuslu. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Dromio
6-Siracusalı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Dromio. İkiz kardeşler, Atıpholus'ların uşakları
7-Balthazar. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Bir Tüccar.
8-Angelo. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Bir Kuyumcu
9-Pinch. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Öğretmen, üfürükçü
10-Aemilia. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Aegeon'un karısı, Ephesus'ta bir manastırın Başrahbesi
11-Adriana. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Ephesuslu Antıpholus'un karısı
12-Luciana. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Adriana'nın kız kardeşi
13-Luce. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Adriana'nın hizmetçisi
Bir tüccar. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Siracusalı Antıpholus'un dostu
Bir başka tüccar. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Angelo'nun alacaklısı
Bir kibar fahişe. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Zindancı ile üniformalı görevliler
Yer: Ephesus kentinde Duka'nın sarayında bir salon
Sahne açılınca adamın biri Duka'ya, yani Solınus'a yalvarmaktadır:
– Ey Salınus, haydi durma öldür beni, öldür beni de artık bitsin şu iş. Acılarım ancak o zaman dinecektir! Duka:
– Siracusalı tüccar, savunmandan vazgeç! der, sözü Siracusalı yöneticilere çevirir. Öğretmen:
– Bura da uzunca bir konuşma geçer. Konuyu daha sonra konuşurken özetleyeceğiz. Şimdi de ben sorayım; bakalım siz neler anladınız? Öğretmen sözünü bitirirken ders zili çaldı.
Bir birimize takılarak yemeğe gittik:
– Biz de bu toplumun insanlarıyız, bizde de köklü bir tiyatro isteği yoktur! Gibi anlamsız hükümler vererek masaya oturduk. Yemekte derme çatma sözler anımsayarak Yanlışlıklar Komedisini oldukça gerçeğine uygun çattık. (Kendimize göre) Ancak konuşmalar hep yakıştırıldı. Gene de yemek boyunca neşelenmemize yardımcı oldu. Arkadaşlar rahatladı ama Abdullah'la benim daha iki saatımız vardı, bu nedenle kalkar kalkmaz salona gittim. Faik Öğretmen, Mehmet Öztekin Öğretmenle birlikte biraz gecikerek geldi. Akşamüstü Ankara'ya dönecek araba varmış. Faik Öğretmen gülerek:
– Emanet ata binen su üstünde inermiş! Beni su üstünde değil de karlı dağ başında bırakırlar mı, dersiniz! deyip Kahkahayı bastı. Sonra da:
– Yok canım, ben insanları bu denli gaddar olarak düşünmem. Öyle bir şey olursa araba bozulmasından olur. O zaman da “Elle gelen düğün bayram! ” deyip çıkarım yola. . . . Faik Öğretmen bir süre güldükten sonra Abdullah'la bana dönüp:
– Biz yerimize gidelim mi, yoksa buradaki seslere biz de bir renk katalım mı? diye sordu. Abdullah ile bakışarak ikimiz birden “ Gidelim! '” deyince Faik Öğretmen:
– Çoğunluğa uymak demokrasinin ön koşuludur, buyurun gidelim! deyip kalktı. Alt odaya inince öğretmen bugün Abdullah ile biraz uzun çalışmak istediğini söyleyip önce benim piyanoya oturmamı istedi.
Oturunca ben 79-80 nolu parçaları gösterdim. Faik Öğretmen 79 nolu Mozart parçası için:
– İbrahim bu çok güzel bir parçadır. Sen bunu sevecek, uzun bir süre bundan vazgeçemeyeceksin. Öyle olunca da sen buna zorunlu çalışmış olacaksın. İnsanın en iyi öğretmeni, yine kendisidir. Ben buna inanarak çalıştım, mahcup olmadım. Sen çevir bakalım ötekini demesine karşın sayfayı kendisi çevirdi. Parçayı çok çaldım ama sol taraftaki yazıyı dikkatle okumamıştım. Öğretmen:
– Engilischs National Lied ne demek biliyor musun? diye hayretle sordu. Bilmediğimi söyledim. Öyleyse bir daha unutmamak üzere şimdi öğreneceksin, bir daha çal bakalım! deyip ayağa kalkınca geri giderek öylece durup dinledi. Parçayı çaldım, durdum. Öğretmen bu kez hiç durmadan içi kez tekrarlamamı istedi. sonra da gülerek:
– Sen çalarken ben ayağa kalktım ya o birşey değil, İngiltere Başbakanı Winston Churchill bile dinlese ayağa kalkar. Daha önce konuştuk sanıyordum. Demek o zaman söylemeyi unutmuşum. Bu parça İngiltere Milli Marşıdır. Kralları bile bu marş çalarken ayağa kalkarlar. Sen bunu oldukça güzel çalıyorsun, bari bizim İstiklal Marşı'mızı da çalış, bunun gibi iyice olgunlaşsın! deyip yan sayfaya baktı. Gülerek :
– İşte sana armoni tuzağı deyip sol, fa anahtarları ile önlerindeki çift diyezleri göstererek.
– Bildiğim kadarıyla bunları çözecek kadar Almancan vardı, bu hafta bunlarla cebelleş, geçmiş parçalardan sevdiklerini de bol bol çal! deyip Abdullah'a işaret etti. İzin alıp üst kata çıktım. Küçük salon dediğimiz odaya Öztekin Öğretmen oturmuş, tek tek kemancıları sigaya çekiyor. Kemancılar kendilerini öğretmenin kendilerini sorgulamasına böyle diyorlar. Salondakiler bir bölümü suskun; sigaya çekilmişler konuşuyor:
– Şunu şöyle yaptım, bunu böyle yaptım, yayı, bileğimi bükerek çektim türü sözler sıralanıyor. ! Arkasından da değişmeyen bir soru:
– Öğretmen ne dedi? Yanıtı da gene değişmeyen bir yanıt oluyor:
– Biraz daha çalış! deyince yakınmalar başlıyor:
– Bunun daha nesine çalışacağım?
Hilmi Girginkoç Öğretmenin baş tarafını çaldığı Schubert'in Alabalık parçasını aradım. İki kalın kitap dolusu Lied var. Trout diye bir parçayla karşılaşmadım. Belki de lied değil! deyip vazgeçtim.
Vaktim var, yarın Sabahattin öğretmen sorular soracak. Üstelik sorular tüm geçmiş derslerden gelecek gibi; çünkü geçen hafta çıkmak üzereyken “Montaigne'nin Tartışma konusuyla ilgili parçasında geçen Azgın tartışmayı irdelememiz gerekir” demişti. Ayrıca Platon'un Sokrates'e söylettiği devlet görüşlerini sormuştu. Zil çalınca yarım kalan bu konuya kesinlikle dönecektir. Ruh hastaları konusu da sonuçlanmamıştı. Bunları sorabilir. Son okuduğumuz Alışkanlık üzerinde ise pek duramamıştık. Kesinlikle Alışkanlık parçasından yararlanarak bizim alışkanlıklarımızı da dürtükleyecektir. Arkadaşların, “Alışkanlık! ”deyince sigaradan söz etmelerine Sabahattin Öğretmen:
– Durun bakalım, Montaigne Öğretmen sigaradan söz etmiyor, onun alışkanlık dediği daha başka anlamlarda olsa gerek. Bakın o bir kadınla ineğini örnek almış! diye uyarmıştı, dediğine göre bizden de başka örnekler isteyecektir. Kuşkusuz, bunların çoğunlukla çalışma üstüne olmasını bekleyecektir. Örneğin kitap okuma alışkanlığı, düzgün spor yapma alışkanlığı gibi. Başka ne alışkanlığı olabilir? Bendeki gibi müzik çalışma alışkanlığı olabilir mi? Olması gerekir, onca besteyi yapan bestecilerin bir alışkanlığı olmasa o notaları yazabilir mi? Şimdi çalıştığım Mozart'ın Don Giovanni (Don Juan) operasından alınmış Zerlinda'nın ufacık aryasında bile sağ el iç. in 176, sol el için 235 nota var; toplam olarak 410 nota eder. O konuda alışkanlığı olmayan bunca notayı yazabilir mi? Üstelik parça tam olarak iki sayfa bile doldurmuyor. Bir de bir saatı geçen senfonileri düşünelim. 23 plak dolduran Figaro'nun düğünü, 17 plak dolduran Johann Sebastian Bach'ın kantatını düşünelim onlardaki nota sayısı gökteki yıldızların sayısını bulut.
Neler düşünüyorum, bu da bir alışkanlık olabilir; bir düşünce aklıma takılınca onu çözmeden başka başka düşüncelere sıçrayıp gerçekten kaçmak. Babam böylesine “Avara! ” dedikten sonra:
– Hendeği atlarım!” der ama gene de ötesinden geçme yollarını arar. Sonunda gene hendeği atlasa bile bu kez de öteki yollardan geçtiğini söylemekten zevk duyarca huysuzluğunu sürdürür! deyip örnekler verir.
Montaigne Öğretmen de alışkanlık için “Yaman bir Öğretmen! ” demektedir. Ardından da örnekler sıralar:
– Yavaş yavaş, sinsi sinsi içimize ilk adımını atar. Başlangıçta kuzu gibi sevimli, alçak gönüllüdür ama, zamanla oraya yerleşip kökleşti mi, öyle azılı, öyle anlamsız bir yüz takınır ki kendisine gözlerimizi bile kaldırmaya izin vermez!
Montaigne Öğretmene göre bütün kötülükler, çocuk yaşlarında tomurcuklanmaya başlar; o nedenle ilk eğitimini çocuğa anne-babalar verir. Çocuk, okşadığı bir civcivi ya da kedi yavrusunu sıkınca annesi susar ya da çocuğun o tavrını görmezden gelirse çocukta haşin tavra yol açılmış olur. Hele bir baba, oğlunun kendinden zayıf birine horozlanmasını hoş görür daha da ileri gitmesine izin verirse, hele çocuğunun bir arkadaşının zararına çalıştığını görüp ona göz yumarsa, bunları bir de yiğitlik olarak değerlendirirse o çocuğun bundan sonraki benzer davranışları artacağı giderek şekil değiştirerek salt güç gösterisi değil bir haz doyumuna dönüşür. Bu tavırların son durağı ise zalimlik, zorbalık, döneklik, insan türüne eziyet etme kertesine dek gider. Küçük bir çocukta sevdiği kediye yaptığı bilerek incitici bir tavrın, yetişkin birinin bir başkasına yaptığı işkence olabileceğini unutmamak gerekir. Oysa kimi anne-baba, çocuklarının başkasının iğnesini çalınca, önlem düşünmek yerine neredeyse övünerek:
– Çocuğumuz iğne çalmış ama göreceksiniz o büyüdüğünde altın bile çalmayacak! demeleri, dönülmez bir yola çıkmışlıktan, çocuğu da o yanlış yola iteklemekten başka bir şey değildir. Anne-babaların, bilerek bilmeyerek kimi nesneleri nasıl küçümseyerek algılıyorsa çocuklar da onların tavırlarını büyüterek algılar yada algıladıktan sonra büyütürler. Unutmamalı ki çocuk, küçük elleriyle topladığı bir avuç kumla koca dağlar yapmakta, büyüklerin anlattığı derme çatma masallarla göklerde uçmaktadırlar. Bu farklı anlayışların çocuk eğitiminde önemli bir etkendir. Halk deyimiyle onun küçük beynine sokacağımız “Habbenin” yarınki büyümüş beyninde “Kubbe” olacağını bilmemiz gerekir.
Montaigne Öğretmen son olarak şunu soruyor:
– Bugün iğne çalan, yarın altın niçin çalmasın? Bunun yanıtı varsa onu tartışalım! . . . . . .
Akşam yemeğinde arkadaşlar gene Yanlışlıklar Komedisini tartıştılar. Nihat Şengül, Kamil Yıldırım iki arkadaş, Nihat filmleri seviyor, Kamil tam açıklamıyor ama sanırım gönlünden tiyatro geçiyor. Onun bu hevesini sezmiş bulunan Mahir Canova Öğretmen Kamil'i özendirmeye çalışıyor. Ancak bu iki arkadaşın da bellekleri oldukça zayıf. Onlar gibi düşünmemekle birlikte beş yıldır bir arada kalmış oldukları Ekrem Bilgin de onlardan geçemiyor. Ekrem Bilgin çok ağır hareketli olmasına karşın güçlü bir belleği var. Üçü bir arada olunca birbirlerini savunuyorlar.
Yemekte Yanlışlıklar Komedisi üstüne açılan tartışmada, öteki arkadaşlar ne dedilerse bu üç arkadaş karşı koyup neredeyse onların söylediklerini ağızlarına tıktılar. Konu giderek benim de ilgimi çekti. Ancak ben komediyi ta baştan kaçırdığım için bir türlü toparlayamadım. Bu nedenle Mahir Canova Öğretmenin anlatmasını beklemeye karar verdim. Mahir Canova Öğretmenin söylediğine göre kitabı satılıyormuş, olmazsa, cumartesi günü alır pazar günü okuyup özetlerim.