Yanıltıcı Tevatürler Arasında Ansızın Derslere Başladık
11 Kasım 1943 Perşembe
Bizim yatakhane genel kampanaya çok yakın, ilk tıkırtılar bile duyuluyor. Hele tekrarlayan vuruşlar, bizim kapıya vurulmuş gibi yakın geliyor. Kalkmak istemeyenler söz uyduruyor:
-Yanlış çalındı! Yanlış çalındıya inanan olmamasına karşın konuşmalar bir süre uzadı. Bu arada yeni öneriler ortaya atıldı:
– Boş bir bina altına taşınsak. Bu konuda Asım Baba'yı kim kandırır? Sorular, soruları izledi. 2. sınıflardan bir ses:
– Yapsa yapsa bu işi Rahim yapar! Arkasından yeni sorular geldi:
– Neden Rahim? Bir başka ses:
– Rahim gitti, kendisi yokken takılmayın arkadaşa! Bu kez de bir başkası:
– Daha iyi ya, oybirliğiyle yıkarız onun üstüne. Gülenler oldu. Bir başkası biraz dikelerek:
– Neden Rahim, 130 arkadaş olduk, başka biri gidemez mi? Bu kez de tanıdık bir ses:
– Uzattınız şunu yahu, Baba'ya gidecek elçinin Akşamcı olması isteniyor. Biraz cırlaksı bir ses:
– Haydaaaa!. . Rahim Ağabeyin akşamcılığı ilan edildi.
Bu kez de ranzalara vurularak konu değiştirildi:
– Daha önemli bir konumuz var; diyerek kahvaltı durumu ortaya atıldı. Söz gelimi, saat 06'00 yerine 07:00’de kalksak, bizim için ne fark eder, kahvaltıya pekala yetişiriz. Kahvaltıya katılmak istemeyenler çıktı. Ancak azınlıkta kaldıkları için hemen sustular. Güzel Sanatlar Kolu bir süre övüldü, “Onlar şanslıymış, gidip sobaları yakıp ısınabilecekler!” Birileri:
– Oh ya!. . . Orada çalışmaya var mısınız? Bu kez de onlardan karşı sözler geldi; “Yatakhane ile Yemekhane arasının uzaklığını ölçtünüz mü? Güzel Sanatlar Binası nerede? Bu aykırı konuşmalar arasından sıyrılıp kendi binamıza gittik. İlk heves nedeniyle bize hiç de uzak gelmedi. Kapıdan girerken:
– Bunun neresi uzak? diye soran bile oldu. Ayrıca, bugün için soba yakmaya da gerek görmedik. Ancak, Bölüm Başkanının dünkü önerisine uyularak bir nöbet sırası hazırlanmıştı. Arkadaşlar, duyuru tahtasındaki listeyi inceleyip bir birlerini uyardılar. . Bizim sınıf tam, 2. sınıflar da Hüseyin Çakar dışında hepsi geldi. Bu kez de yatakhanedeki konuşmalar değerlendirildi:
– Yatmanın ne anlamı var? gelip burada sabahları birer saat çalışsak yararımıza olmaz mı?
Birlikte kahvaltıya gittik. Kahvaltıda da duyuru yapıldı:
– Yüksek Bölüm en kısa zamanda öğrenci görev seçimlerini yapıp, görevlilerin adlarını Okul Yönetimine bildirecek. Yüksek Bölüm görevlileri, tüm okulun ortak işlerin gözetiminden sorumlu olacakmış. Seçilenler, seçildikleri alanların durumundan bir ay süreyle Enstitü Bölümü yöneticilerine bilgi verecekmiş. İşlerin daha düzenli gitmesi için Yüksek Bölüm Öğrenci Başkanı, doğrudan Okul Müdürüyle görüşebilecekmiş!
Duyuru içeriği daha önce de biliniyordu ama nedense birden önemsendi. Biz Kepirtepeliler konuşmalara katılmadık. Ne var ki, Kızılçullu-Çifteler gerginliği hemen su üstüne çıktı. Bizim masadaki bir Çiftelerli, hemen:
– Bizim sayımız zaten azdı, şimdi siz de onlara (Kızılçullululara) katılacaksınız, durum belli, Başkan onlardan olacak! Bizim arkadaşlar önemsemez görünerek:
– Gelecek ay da sizden olur! deyince arkadaş daha üzgün bir tavırla:
– Beyhude bir bekleyiş olur bu, onlar burada bize, hiç bir zaman başkanlığı bırakmazlar. Biz, masadaki Kepirliler, birbirimize bakarak güldük:
– Siz de bizim gibi hiç umutlanmaz, olmayacak duaya “Amin!” dememenin rahatlığı içinde derslerinizi çalışırsınız. Arkadaş sustu. . . Sustu ama sanki bize de kin besler gibi bir susuşu var gibiydi.
Kahvaltıdan sonra önce Abdullah, sonra da Kadir sordular:
– Biz bu iki grup arasında ne yapacağız? Bir süre susuştuk. Önce ben, kendiliğimizden Kızılçullular yanında yer aldığımızı, hatta bu seçimi buraya gelmeden daha Kepirtepe'de yaptığımızı anımsattım. Öncelikle; İlk Müdürümüz Nejat İdil'in Kızılçulllu'dan gelmiş olması, daha sonra Eğitimbaşı Enver Kartekin'in özellikle Kızılçullu'yu övmesi, üstüne üslük Stajyer ağabeylerin Kızılçullu çıkışlı olmaları, bizimle kaldıkları süreçte çok olumlu etki bırakmaları bizi Kızılçullu severi yapmıştı. Ayrıca benim Kızılçullulu Ziya Fikri Özlen'le çok önceleri mektuplaşmam zaten beni oraya çekmişti. Bir başka büyük etken de 1941 yazı Hasanoğlan çalışmalarına katılan ekipler içinde bizi en çok etkileyenler Kızılçullular olmuştu. Hem bir sorun çıkarmadan çalıştılar hem de en başarılı, temiz bir yapı çıkarıp gitmeleri o zaman daha bizi kendilerine yakınlaştırmıştı. Şimdi onların karşısında pek yakından tanımadığımız bir grubu görüyoruz. Hem yakından tanımıyoruz hem de tartışma konusu olan olayda suçlu durumdalar. Çünkü bir seçim yapılacak, seçimde en çok oy alan kazanacak. Bunun tartıılşacak bir yanı yok. Kızılçulluların sayısı çoksa, özellikle de o çok sayı, gene çok olarak bir arkadaşlarına oy veriyorsa demek ki o arkadaş seçilmeye değer görülüyor. Bunu düşünmeden, “ Salt bizden olsun!” savına sarılmak “Akıntıya kürek çekmek!” oluyor bence. Buna “Av aralık!” diyenler de vardır. Sonuç ne olursa olsun, şimdilerdeki tutumlarının sorumlu kendileri olacaktır. Bu olay sürecinde biz de, ayrılığı Kızılçullulardan çok Çiftelerlilerin yaptığına tanık oluyoruz. Bu konuda tüm duyduklarımız onların söyledikleri. Sözde savunma yapıyorlar ama savunmaları bile suçlu telaşından öte gitmiyor. Bakın, şimdiki konuşmamız da böyle bir telaşa uzanıyor:
– Gelecek seçimlerde bile kazanamayacaklarını söylemek, belli bir suçluluğun ezikliğinden gelmektedir. Burada kaldığımız süre içinde uyumlu çalışıp, karşılıklı sevgi bağımızı kurarsak neden seçilmesinler? Biz neden seçilmeyelim? Bakın bir üç kişiyiz, Kızılçullu 5, Çifteler 6 arkadaş. Bölümbaşı onlardan değil de bizden seçim yaptı. 2. Sınıfları da sayarsak onlar, 9'ar, 10'ar kişilik grupla; onların yanında biz, yok gibiyiz. Sözümüz bitmeden bina önüne geldik. Konuştuğumuzu belgelercesine tüm arkadaşlar gelmiş iki küme olarak kendi aralarında konuşuyorlar. Bizden sonra 2. sınıflardan Çiftelerli Fahri Yücel geldi. Sanki bizi dinlemiş gibi iki gruba birden bağırdı:
– Ne o, gruplaşmışsınız; hanginiz tenor hanginiz bariton? deyip işi şakaya çevirdi ama gruplaşmanın olduğunu belki de bu durumu sevmediğini belirtti. Bu şakalı uyarıdan sonra:
– Ya, ya! Nasıl da bildin? Sen de bir seç! Sözleri edilip dağılmalar oldu ama bizim bu konudaki kanımız değişmediği gibi daha da güçlendi. Öztekin Öğretmenin gelişi havayı yumuşattığı için salona değişik duygularla girdik. Daha önce öğrendiğimiz programa göre bugün öğleye dek Sanat Tarihi ile Resim dersimiz olacaktı. Ancak ortalıkta öğretmen görünmediğine göre başka bir çalışma mı yapılacak yoksa inşaata mı gidilecek? Öztekin Öğretmen küçük odaya girince arkadaşlar bana sordular. Hiç bir bilgim yoktu. Ancak “ Bilmiyorum!”demek de işime gelmedi. Arkadaşlar:
– Öğretmene sorayım! deyip kapıya yönelince ellerinde çantaları iki yabancı geldi. Bana bir şey soracaklarını sanarak yana çekilip durdum. Birisi ötekine:
– İşte yetiştik! dedi. Tam bu sıra Öztekin Öğretmen çıktı, gülerek onları karşıladıktan sonra hoş-beş sözleriyle salona girdiler. Gelenleri yaşlı olanı yumuşak bir sesle:
– Hepiyce kalabalıklaşmışız, yeterli çalışma yerimiz var mı bari? Öztekin Öğretmen daha yüksek bir sesle:
– İstim sonradan gelecek Hocam, bilirsin bizim işler böyledir! dedikten sonra sanat Tarihi derslerinin şimdilik kitaplıkta yapılacağını söyledi.
Öztekin Öğretmen bu kez 1. sınıfları uyarıp öğretmenleri tanıttı. Ünlü ressamlarımızdan sayın Malik Aksel, Sanat Tarihi Öğretmenimiz! Yine ünlü ressamlarımızdan sayın Veysel Erüstün, Resim öğretmenimiz.
Öğretmenler kendi aralarında kısa bir konuşma yaptıktan sonra 2. sınıflar kitaplığa gittiler.
Biz yerlerimize oturarak derse başladık. Resim için hiç bir hazırlığımız yoktu. Veysel Öğretmen bunu bildiğini, ilk dersin hatta ikinci üçüncü derslerin hazırlık çalışması sayıldığını söyleyip, çok yumuşak bir sesle bize resim, resim sanatı, resim zevki, resim tarihi üstüne bilgiler verdi. O denli, dikkatle dinledik ki, 2. Sınıflar gürültüyle geldiklerinde önce şaşırdık, neden erken döndüler? Erken değil ders çoktan bitmişmiş.
Kitaplığa gittiğimizde masalar üzerinde büyük tabloların serili olduğunu gördük. Malik Aksel Öğretmenin çok yumuşak konuşmasına karşın titiz tavırlarını, ara ara sert uyarıları masalar üstündeki tablolara bakarken görüp duyduk. Kendisi bunu bilerek yaptığı için bir süre sonra açıkladı.
Gösterdiği tabloların eskiliğini, buna karşın nasıl korunduğunu, bundan böyle de nasıl korunması gerektiğini öğrenmemizi önerdi; sık sık Rönesans'tan söz etti. Sorduğu sorulara tarih derslerinden kalan sınırlı yanıtlar verdik. Sorulara karşı bir kaç kez parmak kaldırınca beni tanımak istediğini söyledi. Resim yapıp yapmadığımı sordu. Hemşerim Kadir hemen benim müzik sevdiğimi, tarih çalıştığımı söyledi. Bu kez Malik Öğretmen:
– Bunlar, sanatsever insanların ortak meziyetleridir. Tarih bilmesem ben size burada Rönesans dönemi resmini nasıl anlatırım? diye sordu. Az durduktan sonra da Kadir'e Rönesans 'ı sordu. Kadir:
– Yeni dönem, sanatta yenilik falan diye bir iki söz söyledi ama öğretmen başını atarak:
– Daha, dahaaaa!. . ya da sonraaaaa? dedi. Kadir susunca bana sordu. Bir de senin Rönesans!ını öğrenelim!dedi. Hiç beklemiyordum. Gene de az önceki sözlerin etkisiyle çabuk toparlanıp Fatih Sultan Mehmet'in Bizans'ı alınca. . . . . deyince Malik Öğretmen:
– Değil mi ya? Bak işte tarih burada da önce geldi. Ne diyeceksin bilmem ama buna bir de Fatih Sultan Mehmet'in bir ressam getirtip resmini yaptırdığını söylersen iste sana resimle tarih ortaklığı ortaya çıktı. Öğretmen konuşunca ne söyleyeceğimi birden şaşırmıştım. Kendimi toparlarken Kızılçullulu arkadaşlardan Ekrem Bilgin:
– Ressam Bellini!deyi verdi. Malik Öğretmen bu kez Ekrem'e baktı. Gülümseyerek:
– Derslerimde, söz istemeden konuşanlara kızarım ama sana bu kez kızmayacağım. Doğru söylediğinden değil, bugünkü bir dersten çok karşılıklı tanışma olduğundan. Üstelik sana teşekkür edeceğim, hem doğru söylediğin hem de bana önemli tarafımı anımsatmama yardımcı olduğun için! deyip bana döndü, adımı, nereli olduğumu sordu. Arkasından da adları hep unutuğunu ama doğum yerlerimizi unutmadığını söyledi. Bana bakarak:Bundan sonra sen, benim nazarımda Lüleburgazlısın! deyip güldü. Durdu, bir süre baktıktan sonra niçin unutmam biliyor musun? Benim öğrenciliğe başladığımda Maarif Nazırımız Lüleburgazlıydı. Okulumuza geldiğinde dersimize girmiş, haritada bize Lüleburgaz'ı aratmıştı!dedi. Çocukluğunda bunu büyük bir olay olarak algıladığını sonraları da Lüleburgaz'a gittiğini, oradan geçtiğini zamanlar da Emrullah Efendi'yi saygıyla andığını söyledi. Bu kez de Emrullah Efendi'yi daha önce duyup duymadığımı sordu. Emrullah Efendi okulunda kaldığımızı, Emrullah Efendi'nin Lüleburgazlılarca çok sevildiğini söyledim. Malik Öğretmen bu kez de benim için bir öneride bulundu:
– Öyleyse Lüleburgazlılar, kendilerine hizmet edenlere saygı gösterileceği bilincine ulaşmışlar, sen de çalışırsan bu onura ulaşabilirsin, bunu unutma!dedi.
Dersten çıkarken arkadaşlardan takılanlar oldu:
– İlk dersi öğretmen hemen hemen seninle doldurdu. Kadir hazırmış ekledi:
– Hemşerim tüm dersleri böyle atlatır! “Atlatır!” sözü yanlış yorumlandı, sanırım Kamil Yıldırım hemen:
– Daha iyi işte ya, biz de arkalarda uyuklarız. Şakalaşarak yemeğe gittik.
2. Sınıflardan Hüseyin Atmaca masamıza geldi, Okul Müdürü Hürrem Arman seçim yapılana dek kendisini yetkili yapmış;okulla ilgili işlerimizi onun aracılığıyla görecekmişiz. O gidince Kızılçullulu Nihat Şengüi gülerek:
– Alın işte, Atmaca bu işe girdiyse başkanlık bekleyenler avucunu yalar. Bu işleri onun kadar kimse yapamaz. Biz bildik bileli Atmaca hep okul işlerinde koşar. Okula girdiğimizde öyleydi. Dersleri de iyidir. Zaten ortaokul 3. sınıftan gelip 1. sınıfa dönmüş. Hiç zorluk çekmeden buraya geldi.
Öğleden sonra işlere dağıldık. Kızılçullulardan Şükrü Koç'la birlikte çalıştık. Şükrü Koç bir ara Atmaca'yı övdü. Ancak seçimde ona oy verme gibi sözler etmedi. Tersine:
– 1. sınıflar çoğunlukta olduğumuza göre bizden aday gösterip sınıfımızdan seçelim!dedikten sonra beni de aday gösterdi. Yanımızda bulunan Çiftelerli adını öğrenemediğim soyadı Yörük olan arkadaş da Şükrü'ye katıldı. Bir de baktım, benim başkanlığımı isteyen hiç değilse iki arkadaş çıktı. Gerçekte şaka gibi konuşuyoruz ama arkadaşlar çok içtenlikle söylüyor. Özellikle Çiftelerli Yörük soyadlı arkadaş o denli kesin konuşuyor ki, sözlerinin arkasından hemen “Vallah billah “çekiyor. Ben, bu konuşmaları başkanlığımdan (Gerçekte benim bu yıl, başkanlığım sözkonusu değil, belki 2. sınıfta olur) çok zıtlaştıkları yaygın olarak söylenen Kızılçullu-Çifteler gerginliğinin yumuşaması açısından önemsedim. Yörük arkadaş ayrıldıktan sonra Şükrü'ye sordum, arkadaşın adını o da bilmiyormuş. Şükrü:
– O geldi benimle konuştu. Yalnız o değil, benimle konuşan Çiftelerliler gün günden çoğalıyor! Buna da ayrıca sevindim. Tam bu sıra, az ilerimizde çalışan iki arkadaş bizden yardım istedi. Ağır bir çimento kalıbının yeri değişecekmiş. Dördümüz, metreküp şeklindeki kalastan yapılmış kalıbı, az ilerideki boşluğa sürükledik. Esmerce yüzlü arkadaş adının Ali Bilgin, öteki de salt Muhittin olarak söyledi.
Şükrü çok rahat konuşan, konuşmak için kolay olanak bulan bir arkadaş. Hemen kendi okullarının müdürünü onlardan sordu. Ben önce şaştım, Kızılçullu müdürü Emin Soysal, Kızılçullu Köy Öğretmen okulunu kuran, bizim müdürümüz Nejat İdil'e de müdürlük yapan bir kişiydi. Onun değiştiğini duymamıştım. Meğer pek yeni değil bizim müdürümüzün değiştiği sıralarda o da değişmişmiş. Emin Soysal gidince yerine Çifteler'den Hamdi Akman adlı bir müdür gelmiş. Hamdi Akman Çifteler'den gittiği için Şükrü. müdürlerinin oradaki durumunu sormuş. Emin Soysal'ın ayrılışına şaşırdım ama sustum, Sustuğumu gören Muhittin , sanırım bu susuşuma bir anlam vermek istedi. Bunu sezince ben de adına takılarak önce “ Muhittin!”dedikten sonra “Çok sevdiğim Muhittin Eniştemin adı, oğlu İsmet de bizimleydi, köyüne öğretmen olarak gitti. Buraya gelseydi sanırım baba adaşıyla iyi arkadaş olacaktı!” dedim. Muhittin'den önce Ali Bilgin gülümseyerek:
– O yoksa sen varsın ne fark eder? Şükrü hemen söze katıldı:
– Üç yıl burada birlikte olacağız, biz bizeyiz, kaynaşmayıp da ne yapacağız? Şükrü sözünü bitirmeden paydos çili çaldı. Ellerimizdeki aletleri yerlerine koyup topluca Kitaplık Salonu'na gittik.
Kitaplık Salonu, paydostan sonra hemen doluyor ama bir süre sonra tenhalaşıyor. Daha doğrusu salt kitap okumak için gelenler kalıyor, ötekiler birer ikişer bir yerlere sıvışıyor. Biz dördümüz köşedeki dörtlü masalardan birine oturmuştuk. Ara ara dörtlü ara ara da ikişerli oturduk. Bu kez bir başka Çiftelerli arkadaş Bekir Semerci geldi. Bekir Semerci'nin elinde bir kitap vardı. Önce kitabı gösterdi:
– Güzelim, yeni kitabın içinden sayfalar düşmüş!dedikten sonra kitaplığın kuruluş nedenini, çalışma şeklini anlattı. Kitapları Milli Eğitim Bakanlığı gönderiyormuş. Milli, Eğitim Bakanlığın bir Tercüme Bürosu varmış. Bu Tercüme Bürosu dünyanın en değerli kitaplarını çevirtip, basıyormuş. Burada basılan kitaplar dışarda pek satılmıyormuş. Tercüme Bürosunda görevli kimselerin bir bölümü bu okula derse geldiği için, buraya bol kitap gönderiliyormuş.
Bu bilgileri aldıktan sonra Bekir Semerci'ye sinirlenmemesini önerdik:
– Nasıl olsa kaybolan kitapların yenisi gelecek. Söz, okuduğumuz kitaplara döndü. Bu arada benim okuduğum kitaplar soruldu. İçlerinde en az konuşan bendim. Sanırım biraz da bunun için kitap adlarını söyleyince biraz suskunlaştılar. Şükrü, Shakespeare'den hiç okumamış. Ya da beni yoklamak için Kral Lear ile Julius Caesar'ın konularını sordu. Uzunca anlatmaya kalkınca Şükrü, dinlemekten vazgeçti. Ali ile Muhittin Bekir Semerci'nin sınıf arkadaşları ama onun yanında iyice suskunlaştılar. Bekir ara ara kitap konusunu yerli yazarlara getirmek istedi. Bu kez de ben, Küçük Paşa, Çıkrıklar Durunca, Yeşil Gece, Vurun Kahpeye, Sinekli Bakkal'lı ekledim. Bekir dayanamadı:
– Kuyucaklı Yusuf, Mai ile Siyah, Çalıkuşu, Ana, Sarı Esirler, Dost Toprak, Altın Zincir, Bizim Deniz adlarını ekledi. Bu kez de ben, başımla evet onları unutmuştum. Muhittin parmaklarıyla 29, 30 derken Ali Bilgin gülümseyerek:
– Vallahi, ne yalan söyleyeyim ben onların hiç birini okumadım. Siz bunları okuyacak zamanı nereden buldunuz? Şükrü, kitaplık dolaplarını göstererek teselli etti:
– İşte kitaplar, burada zamanımız da çok, arkadaşın saydıklarının çoğunu ben de okumadım. Am a burada çok okumaya karar verdim.
Yemeğe de birlikte gittik. Az gecikmişiz masalar arasından geçerken değişik bakışlar dikkatimizden kaçmadı;yadırgayan, sorgulayan, umursamayan bakışları arkamızda bırakıp masalarımıza oturduk.
Meğer Muhittin arkadaş arkamdaki masada oturuyormuş, masasına geçince oturanlar çıkışırca sordular:
– Neredesin Muhittin İlhan, gelmeyeceksin diye yemeğini yiyecektik!İlhan sesi bana bizim İlhan Görkey Öğretmeni anımsattı. Ancak onun adı İlhandı. Muhittin arkadaşınsa soyadı. Adlarda soyadı gibi kullanılır mı? Bir yandan yemeğimi atıştırırken bir yandan da bunu düşündüm. Tam karşımda Hüseyin Orhan oturuyordu. Arkadaşla beş yıldır beraberiz. Üstelik en yakın atölye arkadaşlarımdan biri. Onun soyadı da ad olarak kullanılıyor. Neden şimdiye dek bu konuda düşünmediğimi içimden ayıpladım. Bu kez de tüm Kepirli arkadaşların soy adlarını aklımdan geçirdim. Sahiden, 28 arkadaş içinde salt Hüseyin Orhan'ın soyadı ad olarak kullanılanlardanmış. Birden içimde soyadlarına bir ilgi doğdu. Soyadları, belki de bölge insanlarına göre de değişiyor. Yeni tanıştığım arkadaşların soyadlarına dikkat etme düşüncesine takıldım. Adını öğrenemediğim Yörük arkadaşın adını neden sormadım diye kendime çıkıştım. Bir daha karşılaşınca bunu kendisine sorarsam ayıp olacak, bir bilenden sormalıyım!derken arkadaş yemekten kalmış yanımızdan geçerken birisi takıldı, adını söyledi ama tam anlayamadım ;takı, çakı, rakı gibi bir ses algılayabildim. Masa arkadaşlarımdan Hasan Üner, daha ilgili çıktı;o daha önce bu konu üzerinde durmuş :
– Yeni yeni çok şeyler duyacağız;bakın arkadaşın adı Fakı, bizim Trakya'da böyle bir ad duyamazsın. Bizim konuşmalarımı duyan bir arkadaş gülerek karşılık verdi:
– Ne diyorsunuz arkadaşlar; Fakılı tren istasyonu bile var. Arkadaşlarda birden bir canlanma oldu:
– Fakılı istasyonu sahiden var mı? Yusuf Asıl bilgiç bilgiç konuştu:
– Var, var, biz oradan geçtik mi? Hem de üç kez geçtik. geçtik ama neredeydi? Harun Özçelik yanıtladı:
– Yavaş hemşerim, sen galiba Kurfalı ile Fakılı'yı karıştırıyorsun. Sözü iyice dağıttığımıza bir süre güldük. Beni yadırgatan Fakı adı, bu kez Fakılı sıfatına dönüşerek dillere takıldı. Yemekten kalkarken hepimiz belleklerimizi yokluyorduk:
– Fakılı istasyonu, ses ver neredesin? Yüksek sesle konuştuğumuz için bizi duyanlar olmuş. Yemekhaneden çıkarken Bizim bölüm 2. sınıf öğrencilerinden Orhan Doğan yanımıza geldi:
– Ben Konyalıyım, trenle geldiğimde Fakılı'dan geçiyorum. Küçük bir yerdir;gitmek isteyen mi var. Boğazlıyan'a otobüs uğruyor, arası yakın, yollarda kamyon çalışıyor. dedi. Arkadaşın ciddi ciddi bilgi vermesine sevindik. Öbür bölümdeki arkadaşlar ayrıldı, biz konuşma konusunu değiştirerek kendi binamıza gittik. Orhan Doğan şan çalışıyormuş. Geçen yıl şan derslerine gelen Opera sanatçısı Ruhi Su;onun sesini beğenmiş ama bir süre sıkı çalışıp sesini baritona dönüştürmesini istemiş. Nedense yurdumuzda tenor bolmuş ama baritonla bas sesler ender çıkıyormuş. Ruhi Su, Orhan Doğan'a çalışırsa konservatuvara bile geçebileceğini duyurmuş. Konservatuvarın özel yetenekleri her yaşta aldığını sözlerine eklemiş. Orhan Doğan konuşurken bile şarkı söyler gibi dikkatli ses çıkarıyor. Arkadaşlarının bir bölümü Orhan Doğan'ın konservatuvara gideceğine kesin gözüyle bakıyorlar. Ruhi Su ayrılınca bir ara kaygılanmışsa da konservatuvarın bu özelliğini öğrenince çalışmalarını sürdürüyormuş. Zaten Ruhi Su, bizim okuldaki derslerini bırakmış ama konservatuvardaki öğretmenliği ile opera sanatçılığını sürdürüyormuş. Şimdilerde çalıştığı Beethoven'in Fidelyo operasının provalarına arkadaşları çağırmış.
Bunları dinleyince oldukça umutsuzluğa kapıldım. Aralarına girdiğim insanların değişik yetenekleri var, o yetenekleri geliştirip ilerlemeyi hesaplıyorlar. Bu salt Orhan Doğan değil kuşkusuz başkaları da var. Mehmet Yelaldı adlı arkadaş geçen akşam plak dinlerken bir ara:
– Amacım, böyle bir orkestra ile keman çalmak, bunu başaramazsam kendimi affetmem!”demişti. Öyleyse onlar, aralarında bunları hep konuşuyorlar. Oysa ben, eline akordiyon almamışlardan daha iyi akordiyon çaldığımı düşünerek aklımca böbürleniyorum. Ölçüm de hemşerim Kadir'le tembel Abdullah.
Arkadaşların çoğu gelmiş, sorular başladı:Çalınacaklar seçildi mi? Yazdığım kağıdı elime alınca bir başka öneri geldi:
– Çalınanlar önce söylenmesin!Söylensin, söylenmesin derken öğretmen geldi. Öztekin Öğretrmen söze:
– Eeee, çocuklar, açılacak mı, geç mi açılacak? derken işte okulumuz, tamı tamına olmasa bile açıldı. Ağır aksak da olsa derslere başlamış bulunuyoruz. Cumartesi konserlerinin iznini de koparmış durumdayım. Belki ilk konsere paramızla gideceğiz ama ondan sonraya pasolarınız gelmiş olacak. Çoğunluğumuz kemancı olduğuna göre gelin bu akşam bir keman dinleyelim. Sanıyorum bu yıl ilk keman konçerto olarak da onu dinleyeceğiz. Bir arkadaşım ona çalıştığını söylemişti. Kulaklarımız alışsın. Öğretmen plaklar arasından üç plak seçti “Mendelsshon keman konçertosu”. 2. sınıflar kısa bir sevgi gösterisi yaptılar, Plak konur konmaz keman başladı. Dikkat ettim, arkadaşlar plak değiştirirken arada bile konuşmadılar. Konçerto bitince öğretmen kısa bir açıklama yaparak bizi bilgilendirdi. Bestecisini tanıttı. Önce konçertoları genel olarak tanıttı. Ayrıca bu kemançonun özelliği de herkesce beğenildiği için çok çalındığını belirtti. Geçen yıl dinleyip dinlemediklerini 2. sınıflara sordu. Olumlu yanıt alamayınca bu kez kendi kendine konuştu:
– Doğrusu biz geçen yıl zaten düzenli konser izleyemedik;bunda haklısınız dedikten sonra gülümseyerek yüzlerimize baktı:
– Bu yıl umarım, eksiklerimizi tamamlayacağız. Konserler mayıs ayına dek sürer. Şöyle böyle en az yedi ay, dört yedimiz 28 hafta eder. Bunun bir de ara konserleri var, resitaller. Bakın biz geçen yıl hiç resitale gitmedik. Bu yıl onları da kaçırmayacağız. Öztekin Öğretmen bana dönerken arkadaşlardan resitalin ne olduğunu soran oldu. Öğretmen saatine bakarak:
-Biraz kısaltarak anlatayım: Resital, özet olarak “Tek çalgılı konser!”olarak söylenebilirse de değişik bazı özellikleri vardır. Bunu en iyisi bir resitale gidince daha geniş konuşuruz. Bu gene ikinci olarak Johannes Brahms'ın 5 plaklık 1. Senfonisini dinleyelim. Bu iki besteci de Romantik Dönem bestecisi sayılmakla birlikte çok farklı besteleri vardır. Az öncekinin ince, kıvrak seslerine karşın şimdi çok ağır etkisi bırakan ancak ses olarak çok dolgun bir ses yoğunluğuyla karşılaşacağız. Tam karşımda sessiz sessiz duran Şevki Aydın yavaş bir sesle “Armoni!”dedi. Öztekin Öğretmen Şevki Aydın'a bakarak:
– İyi söyledin, iki bestecinin armoni kullanmasında farklılıklar vardır. Zaten ilerde bunları da çok çok konuşacağız. Çok sesli müzikte önemli olan aramonidir. Umarım bu konuyu da önümüzdeki günlerde daha rahat konuşacağız.
Öztekin Öğretmen işaret edince plağı koydum. Gerçekten konçertodan çok başka bir müzikle karşılaştık. Konçertodaki keman ilgimizi çekince arkadan gelen sesleri pek algılayamamıştık. Sanırım bu nedenle o sesler bir ölçüde uçup girmişti. Şimdi ise ilgi çeken bir ses yok ama konuşur gibi bir çok ses ortaya çıkıp kayboluyor. Kıpırdanan bir çok ses olduğu için içlerinden birini seçip izlemek zorlaşıyor. Böyle olunca kısa sürede tüm sesleri duymaz oluveriyoruz. Ancak bu duymazlık uzun sürmüyor bir ses yumağı ilgimizi çekiyor. Seslerin kon ştuğu duygusuna kapılıyoruz. Hiç değilse bunu ben böyle anlatıyorum. 1. Plağı değiştirirken Öztekin Öğretmen senfoniyi sordu Kızılçullulu Mehmet Yelaldı anlattı. Ben pek anlamadım ama sanırım doğru anlattı. Öztekin Öğretmen bu kez Mehmet Yelaldı'ya “Toselli nasıl gidiyor? diye sordu. Mehmet Yelaldı biraz övüngen konuşur bir tavır içinde:
– Sizden sonra ben Toselli'yi hallettim. Hallettim ama benim iki tam günümü aldı. Öğretmen “Güzel!” deyince Mehmet Yelaldı bu kez de:
– Şimdi de Air!e başladım! dedi. Öğretmen:
– Ooo, sen işi iyice ciddiye aldın, buna sevindim. Darısı öbür arkadaşların başına! deyip bana baktı. İğneyi plağa bırakınca bende bir kuruntu başladı. Toselli, benim bildiğim bir keman parçası, bir serenad. Süheyla Öğretmen de onu çalıyordu. Öyleyse Mehmet Yelaldı iyi keman çalıyor. Şevki Aydın'la Kepirtepe'de konuşurken ona söylediğimde Şevki:
– Yok arkadaşım biz o denli gelişemedik, hele bir kaç yıl daha çalışalım, o dediğin serenadları ancak o zaman belki ele alabileceğiz! demişti.
Mehmet Yelaldı
– Yoksa Mehmet Yelaldı çok mu farklı? Sonunda bir başka Toselli parçası olabilir. Zaten onlar serenad demediler!deyip kuruntumdan kurtuldum. Gene de sormayı aklıma taktım. 5. plağın yarılarında yat kampanyası çaldı. Gecikmeli olarak dağıldık. Kadir'le Abdullah benimle kaldı, ortalığı toplayıp gittik.
Yatınca gene aklıma takıldı, Toselli Serenad, Süheyla Öğretmen, Mehmet Yelaldı. Konserler falan derken uyumuşum.
12 Kasım 1943 Cuma
Yatağımın yanından geçerken Kadir:
– Kalk abi, konsere gidiyoruz! Kadir'in takılmasını iyi anlıyorum, o da benim gibi girdiği bölüm için içinde bir kuşku taşıyor. Söylemiyor ama sanıyorum benim gibi düşünüyor. Bu bölümü okuyunca ne olacağız? Piyano ya da keman çalmak güzel ama bunu bir başka meslek tutup, fazladan yapsak daha güzel olmaz mı? Hasan Amcan ya da Ahmet Gürsel Öğretmen gibi canımız isteyince çalsak. Belki burada çok bilgi alascağız ama o bilgileri kime vereceğiz. Kepirtepe'ye öğretmen olarak gitsem oradaki öğrencilere senfoni mi öğreteceğim? Köye gittiğimde bana soracaklar:
– Sen ne öğretmenisin? “Müzik öğretmeni!” deyince Furtun Şerif Enişte, elini dizine vurup, her zamanki gibi doğrularak soracak:
– Hadi sen şimdi bize şu müzik öğretmeni nedir? Bunu bize bir güzel anlat, bunu biz de dosdoğru bilelim! diyecek. Şerif Enişte bunu iyi niyetle soracak ama ötekiler hemen saptırıp benim anlatacaklarımı akıllarınca düşük bir düzeye indirip her zamanki olumsuz etkilerini bu konuda da yayacaklardır. Örneğin Çançik Ali, çın çın sesiyle sözde Şerif Enişteye söylermiş gibi:
– Yapma be Şerif Ağa, sen müziği değer versen, yıllardır bu kahvede güzel şarkı plakları çaldı, içlerinden birini olsun merak edip öğrendin mi? Bu yaştan sonra şarkıcı mı olacaksın da bunları soruşturuyorsun! Arkasından büyük bir dinleyici kitlesi hemen onaylar :
– Çok doğru, Doğru söze ne denir? Ağzına sağlık. Söylediğin hepimize yeter. Gerçekten yıllardır gelir gider; gramofonu hep dinleriz ama hiç birimiz birini öğrenmemişizdir. Aralarından biri söz gelimi “Gençler öğreniyor!” diyecek olsa bu kez bir kaç kişi birden:
– Onlar mı? Ihhh, onlar da öğrendiklerinden değil, bir iki mırıldanıp çabucak geçerler. Ortam hazırlanmıştır, hemen bir ikisi, düğünlerde çalan zurnacıları örnek verirler.
– Kafirler (! )Usta anlamında övgü için)nasıl da çabuk kavrıyorlar. Cumhuriyetin Onuncu yılında daha biz duymadan onlar öğrenip çalmıştı. Konuşmalar, Temcit pilavı! deyimini tekrarlatacak bir düzeyde uzatılır. Gerçi sonunda Şerif Enişte gülerek:
– Hadi gene ayranlarının ekşi olmadığını söylemeye çalıştınız. Sizin gibiler hep; “Kadı kızı kusursuzdur!deyip kendinize pay çıkarırsınız ama ben öyle düşünmüyorum. Nice kusursuz sanılan kadı kızı, kusuru yüzünden kocasız kalıp baba evinde ömrünü tüketmiştir.
– Kahvaltıda, Yüksek Bölüm öğrencilerin akşam yemeğinden sonra yemekhanede toplanacağı söylendi. Daha önce duyurulmuş olan Öğrenci Başkanı ile birlikte genel iş konularını izleyecek ayrıca dört, aylık görevli seçilecekmiş. Biz, Kepirli arkadaşlar rahatız. Gene de çevremize bakıyoruz. Kalkmak üzereyken Kızılçullu grubundan bir arkadaş geldi. 2. Sınıflardan ama sanki tanıdığımız öteki 2. sınıflardan çok yaşlı. Bizim Kepirlilerin en yaşlısı benimle Mustafa Saatçı olarak görünüyoruz. Kayıtlarımızda doğum lar 1336 olarak gösteriliyor. Masamıza gelen arkadaşın yüzüne baktım kırış kırış . İçimden, “Kesinlikle bu arkadaş benden en az 5 yaş büyüktür!”dedim. Ben böyle düşünürken o, kendi hemşerisi olan, çok çalışkan birinden söz etti. Kendisi Denizli ilindenmiş. Denizli ilinden söz ederken seçilmesini istediği arkadaşın da Denizli ilkinin Çal ilçesinden olduğunu söyledi. Çal ilçesi deyince biz birden bizim eski, kavgalı müdürümüzü anımsadık. Yusuf Asıl, “Çallıların, eşek bağladığı ağaçların kesilip kesilmediğini sordu. Konuşmalar uzadı. Bizimle konuşanı öğrendik;Süleyman Adıyaman. Seçilmesini istediği ise Hüseyin Atmaca. Aracı arkadaş gidince bir süre güldük:
– Bize aracı gelmeseydi biz zaten Kızılçullu grubunun adayına oy verecektik. Oysa şimdi iş biraz karıştı. Kahvaltıdan sonra birlikte kitaplığa gittik. Sami Akıncı bize katıldı. Durumu anlatınca Sami gülerek:
– Pireye kızıp yorgan yakılmaz!O arkadaşın gelmediğini varsayalım. O zaten kendine istememiş. Esas Çallı arkadaş ise kendisi gelip söylemediğine göre biz onun nereli olduğunu bile sormayacaktık.
Yeni bir duyuru yapıldı. Bu kez ise duyuruyu Hüseyin Atmaca yaptı:
– Güzel Sanatlar Bölümü kendi binalarına, öteki bölümler işe gidecek. Bugünkü Türkçe-Edebiyat dersleri öğretmenleri gelmediği için haftaya başlayacak!
Biz sevinerek kendi binamıza gittik. Kapıdan girerken piyano sesi duydum. Oldukça güzel çalan biri, kim acaba diye düşünerek kapıdan girdim:
– Yoksa Mehmet Öztekin Öğretmen piyano da mı çalıyor? Piyano çalan 2. Sınıflardan Hüseyin Çakar'mış. Hüseyin Çakar'ın iyi çaldığını Şevki söylemişti. Ancak ben, piyano üstünde duran Beringer metodunda Hüseyin Çakar'ın son parça diye yazdığı yerin daha ortalarda olduğunu görünce bu denli çalacağını ummuyordum;oldukça şaşırdım. Hüseyin Çakar, beni görünce, piyanoya yan dönerek:
– Piyanoya ayrılışına çok sevindim; akordiyon çaldığını daha önce Şevki arkadaşım söylemişti ona ise derecesiz sevindim. Milli Oyuncular beni bıktırmıştı, umarım onda da bana yardımcı olursun! dedi. “Birlikte çalışmalarımız olacak!” derken Öztekin Öğretmen geldi. Hep birlikte öğretmene dönerek ayağa kalktık. Öztekin Öğretmen “Günaydın!dedikten sonra gülerek:
– İşte bakın, böyle beklenmedik olanaklar da önümüze çıkacak. Böyle zamanları değerlendirmeye çalışacağız. Kemancılar hemen hazırlığını yapsın;birlikte bir durum saptaması yapalım. Yeterli kemanımız var. Hüseyin Çakar'la yan yana duruyorduk. İkimize bakarak:
– Piyano için gösterdiğimiz dar ölçüyü keman için geniş tutuyoruz. Artık ülkemizde de nitelikli keman üretilmeye başlandı. Cumhurbaşkanlığı orkestra üyeleri ile Konservatuvar keman bölümleri keman ustalarını harekete geçirmiş bulunmaktadır. Bakın, piyano için bunu söyleyemiyorum. Umarım yakın zaman da kendi yurdumuzda yapılan piyanolarımızı çalmaya başlayacağız.
Öztekin Öğretmen Mehmet Yelaldı ile Şevki Aydın'ı görevlendirereek kemanlar dağıtıldı. Öğretmen Hüseyin Çakar'a benimle küçük odadaki piyanoda, uygulamadaki çalışma yöntemlerini bana anlatmasını söyledi. Hüseyin Çakar Beringer metodunu aldı, birlikte alt oda dedikleri piyano odasına gittik. Hüseyin Çakar, Hasanoğlan'a geldiği günden başlayarak geçen yılın bir özetini yaptı. Piyano çalışmalarına çok geç başladığını tekrarladıktan sonra metottaki yerini gösterdi. Numara sıralamasıyla 52, 53, 54. parçalarda iyice bunaldığını, bileklerinin tutukluluğundan, parmaklarının kısa, ona karşın kalın oluşu yüzünden başarılı olamadığından söz etti. Arkadaşı üzülerek dinledimse de metodun sayfalarını görünce Asım Öğretmenle çalıştığımız yerleri anımsayarak içimden sevindim. Tam da el çalışmaları bölümüne gelinmiş. El resimleriini görünce sevincim arttı. Çünkü Asım Öğretmen çalışırken hızlı hızlı “Bak bak, bak bak! diye uyararak el hareketlerini, bileklerin şeklini gösteriyordu. Benim düşüncelerimden habersiz Hüseyin Çakar, iyi niyetle:
- Anlattıklarımdan sakın yılma, çalışınca gene de başarılıyor. Bakıyorum, senin ellerin piyano çalmaya çok uygun! deyince toparlanıp ellerimi ovuşturdum. Sonra da az önce yukardaki piyanoda çalmış olduğu parça için; “Yukarda çaldığın parça çok güzeldi!” deyince onu kendisi armonize ettiğini, çok çalıştığı için de rahat çaldığını söyledi. Küçük okul şarkılarıyla düz halk türkülerinden bazılarını çok sesli yapma denemelerine girişmiş. O çaldığı da bu çalışmalardan biriymiş. Bana özel olarak bir daha çaldı. Daha sonra metottaki son dersini çaldı. Hüseyin Çakar'ın çok açık yürekli bir arkadaş olduğuna inandım. Bu kez ben de bir süre piyano çalıştığımı anlattım. Metodun başlarından başlayarak neredeyse ona yaklaşan bölüme kadar gelince. Hüseyin Çakar bana:
– Sen çok iyisin, bizim öteki arkadaş(Öteki arkadaş Mehmet Zeybek, o da 2. sınıf piyano öğrencisi-Bugün doktora gitmiş. ) daha yeni başlamış durumda! dedi. Sanırım benim durumumu öğrenmek için birlikte çalışmayı önererek piyanonun sağını bana gösterdi. Asım Öğretmenle yaptığımız gibi, Lehrer-Schüler ortak parçalarından denemeler yaptık. Öztekin Öğretmen biz çalışırken geldi. Gülerek:
– Ohoooo o, siz işi ilerletmişsiniz, buna çok sevindim;konservatuvar öğrencileri çoğunlukla böyle çalışır. Dedikten sonra özellikle müzik çalışmalşarının devamlılık istediğini, ara verilince;kesinlikle bıraktığın yerden başlayamayacağını, ara durumuna göre bunun sil yeni baştan başlamaya dek gidebileceğini, anlattı.
Yukarıya çıkınca Öztekin Öğretmen kemancı arkadaşlara bizi övdü, birlikte çalışmaların yararlarından söz etti.
Yemek zili çalınca neşemiz kaçar gibi oldu:
– Öğleden sonra inşaat!Bunu söyleyen 2. sınıflardan Abdullah Ön'dü. Sözü değil der ses tonu eleştirildi:
– Bari bunu bir tenor söylemeliydi. İnşaat sözü, bas sesine uygun değil. Hemen bir karşılık:
– Neyeymiş o? Tenorlar “İnşaatı” daha mı iyi söyler? türü sorulu-yanıtlı tartışmalar arasında yemeğe gittik. Öğleden sonra gene ya harç ya da tuğla taşınacağını yemekte öğrendik! Bekir Temuçin muştuyu verdi:
– Çalışacağız ama Yeni Yıl gelmeden önce de yatakhanemize kavuşacağız!Bir soru daha:
– Bu bizim, kaçıncı Yatakhanemiz olacak? Parmaklar sayılmaya başlandı:
– Edirne, Alpullu, Lüleburgaz, Kepirtepe, Hasanoğlan, Çadır. Çadır sözü Askerlik kamplarını anımsattı. Onlar yatakhane sayılır mı?
İşbaşı yapınca çalışma grubu başı 2. sınıflardan Ekrem Ula, bana:
– Gel Kepirli seni, benim çalışkan arkadaşımla eşleştireyim! diyerek ayırdı. Hemşerisi daha önce tanıştığım Kemal Karadeniz'di.
Kemal Karadeniz'le tuğla taşıdık. Karadeniz soyadının çağrıştırdığı bizim Mehmet Karadeniz'i anımsadım. Mehmet Karadeniz Ceylan köylüydü. Arkadaşlarıımız Mehmet Yücel'le Mehmet Başaran'ın köylüsü. Aynı köyden 3 Mehmet oluşuna da takılanlar oluyordu. Mehmet Karadeniz Ceylan Köylü ama ne de olsa Karadeniz'e yakın sayılır. Pınarhisar, Demirköy al sana İneada, yani Karadeniz. Kemal arkadaşın Muğlalı olduğunu, daha önce arkadaşım Ziya Fikri ile karşılıklı olarak “Hemşerim!” diye diye konuşmalarından anlamıştım. Bunu bildiğiimden sordum:
– Sen Muğlalı olduğuna göre Akdenizli sayılırsın, Karadeniz soyadın nereden geliyor? Kemal arkadaş az konuşan biri olmasına karşın oldukça şakacı:
– Akdenizli olanlar hep Akdenizli olacağını düşünerek bizim aile Karadenizi seçmiş! dedi. Dedi ama sonra kendisi düzeltme yaptı:
– Öyle dedim ama sonra gördüm ki yakınlarımdan hiç kimsenin soyadı Akdeniz değil. Bunu okulda da düşünmüştüm;600 öğrencili Kızılçullu'da tek Akdeniz soy adlı kimse yoktu. Konuşmamız öteki arkadaşların da ilgisini çekmiş, harççı arkadaşlar da bize takılmaya başladılar:
– Sizin başka derdiniz yok mu? Buna karşın ad ya da soyadı konusu etrafa dağıldı. Bizim kürekçimiz Zekeriya Kayhan, kepirden gelenler arasında adının olup olmasığını sordu. Zekeriya!Bu adı okulda değil başka yerde de duymamıştım. Bunu söyleyince hemen ekleyen oldu:
– Peygamber adı, nasıl duymazsın? Kısa, kesin bir yanıt verdim:Tek peygamber tanırım; Hazret-i Muhammet! “Biz de öyle!” diyenler oldu. Başka açıklamalar da yapıldı. Paydos kampanası çalınca konu kapanır gibi oldu.
Kitaplığa uğradım. karışık oturanlar olmakla birlikte çoğunluk kendi gruplarıyla öbekleşmiş. Yusuf Asıl'ın yanına gittim. Yusuf, Kepirtepe'de küçük sınıflarla en yakın ilgili olanlardan birimizdi. Onun hem yaşının küçük hem de öteki sınıflarda çok hemşerisi bulunması çevresini genişletmesine yardımcı oluyordu. Yusuf'a Kepirtepe'de Zekeriya adlı öğrenci olup olmadığını sordum. Yusuf olmadığını söyledi. Olmadığını söyledi ama kuşkulu bir tavır aldığı için öteki arkadaşlara da sormaya başladık. Bu kez az önce konuştuğumuz Zekeriya Kayhan arkadaş masamıza geldi. Söz sözü açtı, ağabeyinin Gazi Eğitim Enstitüsü'nde okuduğunu söyleyince ben de Asım Öğretmeni anımsadım. Ona gideceğime söz vermiştim. Zekeriya:
– Ben daha önce gittim, birlikte de gidebiliriz!” deyince Gazi Eğitim Enstitüsü'ne gitmeye kesin karar verdik. . Ancak ne zaman gidebilirim? Cumartesi sabahları Konservatuvarda ders yapılıyormuş. . Konserler saat 15'00 te. Konserden sonra olamaz. Öyleyse öğle paydosunda gidebilirim. Zekeriya ise:
– Ben Ankara'ya gidince başka işim olmaz, en önemli işim gidip ağabeyimi görmektir;ne zaman olsa giderim. Ancak ağabeyim de öğrencidir. Onun da zamanları sınırlı;en uygunu öğle paydosu bence. . Onların öğle paydosları 2 saattir;o kadarı da bize yetiyor zaten!Karar kesinleşti, işte buna sevindim. Asım Öğretmeni görmem günlük bir iş. Sıra geldi Süheyla Öğretmene. . . . .
Süheyla Öğretmeni anımsayınca kimi kez hiç etkilenmiyorum;sıradan biriymiş, görsem bile bakmayacakmışım gibi geliyor. Duygularım kütleşiyor. Öyle ki, böyle olunca biraz daha ileri giderek;kendimi biraz ağırdan satmamı bile kendime öneriyorum:
– Sen çalış, başarılı ol; Daha nice . . . . . . . 'lar görürsün!Üstelik bu sözleri Süheyla Öğretmen söylemişti. Gerçi o bunu, güzel keman parçaları için söylemişti ama ne farkeder? Sonuç olarak başarı, güzele ulaştırdığına göre!. . . .
– Kimi zaman ise görmek için can atıyorum, Şimdilerde de öyle oldum. Bunun nedenini bir türlü anlayamadım. Bir kez görsem belki bir daha görmek istemeyeceğim. Özellikle o, beni görünce umduğum ilgiyi göstermez o unutamadığım sıcak tavrı takınmazsa nasıl yaklaşabileceğim ki? Bu kez de bunu önemli bulup şöyle diyorum :
– Marifet, bunu önceden kestirip, durulabilecek yerde durmaktır. Böyle bir durumla karşılaşınca ortadan çekilmek, sonsuza dek sürecek bir acının nedeni olur. Öyle bir acı ki, duygularının örselenmesinden başka seni küçümsemiş olacak birinin anılarında görüntü izlerin olacak. Senin bu acıklı fotoğrafını birileri yaşadıkça görecek. Oysa, uz öngörülü bir tavır almada, öylesi talihsiz çekilişin acıklı görüntüleri bulunmayacak, kalsa kalsa etkisiz söz izleri kalacak ki kuşkusuz bunlar, ötekiler ölçüsünde acıklı anı niteliğini taşımayacaktır. Bu nedenle ayrılık süreci uzayıp gitmiş, ilişikler de tavsamaya dönüşmüşse o defteri kapatacaksın, ya da umudunu frenleyeceksin. Kısacası kendime diyorum ki; “Şu, Süheyla Öğretmen olayını pek eşeleme. Nasıl olsa onun unutulmuş bir yanı var;öbür yanını da ona ekleyip, tümünü bırak gitsin o da geçmişe gömülsün. . Bir gün karşılaşınca ondan (gerçekten) büyük bir ilgi görürsen; o ilgiyi değerlendirerek yepyeni bir durum takınırsın!”
Arkadaşlar konuşurken elimdeki kitabı okur gibi baktım ama derinliğine dalmışım yemek kampanası çalınca kendime geldim. Meğer arkadaşların çoğu ayrılıp gitmiş. Özellikle Kızıl çullu grubu yapılacak seçime çok önem veriyorlar. Onların okulunda seçimler çok önemseniyormuş. Özellikle onların kurucu müdürleri(Onlar ilk müdürleri Emin Soysal için genellikle böyle söylüyorlar. ) seçimleri titizlikle izleyip uygulamaları kendisi denetliyormuş. Bizim Kepirtepe'de seçim meçim yoktu. Arkadaşlarla bakışıp gülüştük:
– Sözgelimi, Kızılçullu gerçekten Köy Enstitüsü ise bizimki asla değildir. Tersini de söyleyebiliriz:
– Kepirtepe Köy Enstitüsü ise(Bu daha akla uygun, çünkü bir köy kırında) Kızılçullu farklı bir okul olmalı! (Bu açıdan)Çünkü Kepirtepe kurulalı beri tek bir seçim yapıldı. 1941 Ocak ayında kooperatif yönetimi için. O da Fikret Madaralı Öğretmenin çabalarıyla yapıldı. O seçimi benim içinde bulunduğum grup kazandı, kooperatifi kurup Hasanoğlan'a göç nedeniyle çalışmaları durduruldu. Başkanı olduğum o çalışma grubunda Harun Özçelik, Salih Baydemir, Cavit Kafkas, Fevzi Üner arkadaşlar vardı. Böylece Kepirtepe Köy Enstitüsü'nde 1938-1943( 1943 Ekim) sürecinde arkadaş oyuyla görev alma mutluluğunu yaşadık. Sanırım bu umursamazlık yüzünden burada da bizim arkadaşlar biraz duyarsız kalıyor. Arkadaşlara uymak kararıma karşın Kızılçullu adayını desteklediğimi duyurdum. Bu kararıma biraz da Çifteler grubundan kimi dengesiz tavırlar, kimi seviyesiz konuşmalar oldu. Örneğin Çifteler grubundan biri Kızılçullu çıkışlılar için İzmir yerine “Gavur İzmirli!” demiş. Bu söz büyük bir öfkeye neden oldu. Söyleyen bulunamadıysa da söylendiği kanısı kesinleşti, söylemler bu yönde yoğunlaştı. İzmir Gavur İzmir'se Konya ne Konya'sı? Hemen yanıt verildi:
– DELİBAŞLAR Konyası! Delibaşlar, Kurtuluş Savaşında isyan çıkaranlar. Konyalı bir çok arkadaş özür diledi, , üzüntülerini iletti. Ancak özür dilemeyenlerin de bulunduğu saptanınca olay kişi ya da sayılı kişilere yıkıldı. Bu sözlere kapılmayıp seçime sarılanlar sonuç almak için çalışırken sayılar üzerinde duruldu. Sayısal olarak eşite yakın olduğu saptanınca Kepirtepelilerin yardımı önemsendi. İki taraftan da gelenler oldu, topluca olduğu gibi ayrıca konuşmalar yapıldı. Böylece, neredeyse iki aydır yandan yandan bakıştığımız bir çok arkadaşla yüz yüze gelmiş olduk. Örneğin ben, Süleyman Alkan'ı, Ali Yücel'i, Burhan Güvenir'i, Süleyman Karagöz'ü, Mustafa Yüksel'i, Bekir Semerci'yi bu konuşmalar sürecinde daha ılımlı, uyumlu arkadaşlar olarak tanıdım. Ayrı ayrı hepsi çok değerli arkadaşlar. Konuşmalar arttıkça iki okul arasındaki çekişmenin yeni olmadığını, bunun daha buraya gelmeden önceleri başladığını üzülerek saptadım. Bir çok söylemin başlangıcının eskilere, tevatürlere dayandığını apaçık ortada gibi. Çatışma nedenlerinin ilk uçları ise doğrudan okul müdürlerinden kaynaklandığı besbelli.
Yemekten sonra duyuru yapıldı, Kitaplıkta toplandık. Bu duyurunun, seçimin yapılmayacağı anlamına geldiğini söyleyenler oldu. Çünkü daha önceki duyuru , seçimin yemekhanede yapılacağı üstüneydi. Türlü olasılıkları neredeyse zoraki dinleyerek Kitaplığın küçük küçük salonuna olabildiğince sıkıştık. Karşıma düşen Çiftelerli arkadaşlara baktım, oldukça suskunlar. Kızılçullu grubu daha neşeli ya da öyle görünmeye çalışıyorlar. Bizim Kepirtepe grubu sayı olarak onların yanında küçük bir küme. Ancak bekleme uzadıkça konuşmalar da arttı. Özellikle ortaya-salt güldürmek için- yeni inşaat planları ortaya sürülmeye başlayınca bizim arkadaşlar neredeyse tüm topluluğa egemen oldu. Önce Yusuf Asıl'ın:
– Seçim yok arkadaşlar, öğrenci başkanlığını Eğitimbaşı kendisi yapmaya karar verdi. Az sonra gelip, “Avucunuzu yalayın, size başkanlık falan kaptırmam!”diyecek! Sözü, tüm arkadaşları uzun uzun güldürdü. Bu gülüşten sonra benzer sözler tekrarlandı. Bir ara Kızılçullu grubundan Sabri Taşkın:
– Eğitimbaşı Çiftelerden gelmiş, seçimi bizim kazanmamızı istemediğinden oyalamak istiyor!deyince Sabri Taşkın, Çiftelerliler yanında kendi arkadaşlarınca da paylandı. Aralarında sürüp gelen tartışma tam başlamak üzereyken Eğitimbaşı Tahsin Türbay(2. Sınıflar ona Tahsin baba diyor)Eğitimbaşı önce yeni haberler muştuladı; tüm derslerin öğretmenleri tamamlanmış Ankara-Lalabel arası öğrenci pasoları imzalanmış. Arkadaşlardan konuşan oldu. Eğitimbaşı onların yanına gitti, her biriyle tek tek konuştu. Eğitimbaşı'nın çok sevdiğini söyledikleri 2. sınıflardan Rıza Dönmez, seçim konusunu açtı. Eğitimbaşı gülerek bir halk deyiminden söz etti. Ancak söylemedi, bir süre söylemediği söze kendisi güldü. Birbirimi dirsekleyerek fısıldaştık
– Belli ki “Ananızın karnında 9 ay nasıl durdunuz? diyecekti. Eğitişmbaşı bu kez de bizim tarafa bakarak güldü. Az durakladı, bizim tarafa dönüp:
– Ya, işte öyle!dedi. Bu sözünden sonra kesinlikle bir uyarı beklemeye başlamıştık. Oysa Eğitimbaşı seçimin bu gece neden yapılmadığını, yarın akşama niçin kaydırıldığını açıkladı. Okul Müdürü Hürrem Arman, bu ilk seçimde bulunmak istemiş. Ne var ki bu gece çok önemli bir işi çıkmış. İş, ertelenemeyecek türden bir görevmiş. Eğitimbaşı bu kez de:
– Ya, işte böyle. Bunu bir tabirle anlatırlar; “Ehem-mühim” gibi falan işte! Dersleriniz başladıktan sonra sizleri bu denli rahat toplamak zor olacak, bu olaydan yararlanıp biz bize konuşmak istedim!dedi. Çifteler grubundan Durmuş Ali adlı arkadaş ayağa kalkarak:
– Sizin sözünüz uzayabilir, ivedi olarak öğrenmek istiyoruz; Bize giysi verilecek mi? ” Soruya Eğitimbaşı ile birlikte büyük bir çoğunluk güldü. Azınlıkta kalan gülmeyenler arasında ben de vardım. Eğitimbaşı tam o sıra önümde durmuştu. Sanırım gülmediğim için üzgün olduğumu düşünüp beni neşelendirmeyi düşündü. Bana:
– Sen gülmedin ama arkadaşlarının neden güldüğünü bilirsin, değil mi? diyerek eliyle işaret etti. Ben gülmemiştim ama olayı dikkatle izliyordum. Giysi konusu benim, yıllardır üstünde durduğum bir önemli konuydu. Eğitimbaşı bu konuda doyurucu bir yanıt veremiyecekti biliyordum ama arkadaşlar üzerinde belki bir etkisi olur düşüncesiyle kendimi toplayarak:
– Arkadaşların niçin güldüğünü tam olarak bilemem ama sizin gülüş nedeninizi kesinlikle biliyorum!
Eğitimbaşının başı titrer gibi oldu, az öne eğilerek, kuru bir sesle:
– Nedennn? deyip tam olarak bana döndü . Beklemeden yanıtladım:
– Okula, yasal kurallara göre alındığımızı bilidirmelerine karşın verilen sözü tutmayan sorumlular, bu kez hiç bir söz vermeden topladıklar. Onlardan, geçmiş yıllarda yasal haklarımızı alamadık. Şimdi ise yasal hiç bir sorumlulukları yok, neden giysi versinler? Eğitimbaşı elini ağzına kapatarak güldükten sonra başını sallayarak gülen arkadaşları gösterdi:
– Ya bunlar neye güldü? Bu kez de ben:
– O yanıtı da benim gibi gülmeyen öteki arkadaşlar versin!dedim. Eğitimbaşı yanıma geldi.
– Sen yenilerdensin, anladım; saçlarına bakılırsa Trakya'lısın, Kepirte'den mi geldin? dedi. Arkasından da:
– Hep böyle kısa mı konuşursun? Öğretmen dediğin çok laf etmeli! deyince bu kez de Yusuf Asıl parmak kaldı. Eğitimbaşı işaret edince Yusuf, benim çok konuştuğumu , ancak büyüklere saygılı olduğumdan burada konuşmadığımı söyledi. Eğitimbaşı bu kez de:
– Eğer beni büyük sayıp konuşmazsanız üzülürüm. Ben yaşça büyüğüm ama sizinle arkadaş olarak çalışmak isterim. Yeniler bunu bilmeyebilirler ama beni eski arkadaşlarınızdan sorun, onlar size anlatırlar!dedikten sonra genel olarak sordu:
– Öyle değil mi arkadaşlar?
Konuyu değiştirmek için ikinci sınıflardan Şevket Hızal gazete haberlerinden söz etti:
– Almanya, Sovyetler Birliğinde iyice geriliyor, Malinowsky kuvvetleri Kief'i aldı. Başka bir Sovyet ordusu da Kırım'ı tümden Almanlardan arındırmış. Bu duruma göre Almanya , 1. Dünya Savaşı sonunda olduğu gibi küçülecek mi? Eğitimbaşı soru soran arkadaşa baktıktan sonra:
– Sen beni konuşturmak istiyorsun belli. Ancak ben savaşlardan anlamam. Savaşları savaşmasını bilenler kazanır. Hitler asker değil, öyleyken yönetimi eline aldı. Eğitimbaşı sözü kesecek gibi durunca, başka bir arkadaş:
– Stalin de asker değil!deyince, Eğitimbaşı biraz acımsı gülümsedikten sonra:
– Ha, onun için bir iki söz edebilirim! “Bu bir gerçek olay romantik bir öykü değil! Dikkatle dinleyin!diye de uyardı:
– Stalin, gençliğince isyancılara katılmış. Amansız bir anarşistmiş, sayısız baskına katılmış, anarşistler arasında paye kazanmış. Kendisi Kafkasyalı olduğu için özellikle o yörelerde çalışmış. İşte bu sürelerde, iki büyük kent arasında giden bir para taşıyan treni soyma , işini üslenmiş. Vurgun başarılırsa çok paraları olacakmış ama kalabalık grupların değil ancak yapsa yapsa iki insanın yapabileceği bir soygunmuş. Stalin bu işi bir arkadaşıyla üslenmiş. Planlar yapılıp uygulanmış, hazine trenden alınmış. Alınmış ama Stalin'in arkadaşı, bu olayda onu atlatmış. Planlarında, hazineyi alınca birinin hazineyle trenden atlaması, birinin de kuşku uyandırmamak üzere bir istasyon daha gitmesi gerekiyormuş. Arkadaşı atlamış, Stalin de bir süre ileri gidip dönmüş. Dönmüş ama arkadaşının hazineyle kaçtığını anlamış. Hazine çalındığı olayı ayyuka çıkınca Stalin ortalıktan sıvışmış. O zamanki Rusya oldukça karışıkmış, Stalin başka suçlardan tutuklanmış, yıllar geçmiş. Arkadaşı izini kaybettirip rahat yaşamını sürdürürken büyük Savaş çıkmış. 1917 İhtilali patlamış. Kanlı , ihtilalin bitiminde Stalin, Lenin yanında kendine bir yer bulup yıllarca çalışmış. Yıllar geçmiş, Stalin bu kez Sovyet Devletlerinin en yüksek çıkmış. Koca bir devletin binbir derdi içinde uğraşan Stalin'in eski defterleri karıştırmaz rahatlığı içinde yaşayan Kaçak arkadaşının kapısına Stalin gelip dayanmış, olayı baştan sona arkadaşına anımsattıktan sonra adamı köşkünde Stalin kendisi öldürmüş.
Eğitimbaşı bunu anlattıktan sonra Stalin için:
– Böylesi intikamcı bir insanla savaşanların, savaşı kaybedince başlarına ne geleceğini bilmek zor olmasa gerek! Oysa Hitler onun bu taraflarını hiç hesabetmemişe benziyor! deyip gözlerini üstümüzde bir süre gezdirdi.
Eğitimbaşı, kendisini dinlediğimiz için teşekkür etti, “Yarın gece yemekhanede toplanmak üzere, İyi, geceler!” dileyerek ayrıldı.
Stalin'in öyküsü çok arkadaşın ilgisini çekti, dağılırken, yolda olduğu gibi yatarken de o konuda sorular soruldu, olasılıklar öne sürüldü. Stalin'in arkadaşı vaktiyle paylaşmaya razı olsaydı, belki de Stalin olmayacak, o da öteki gibi parasını yiyecekti! Diyenlerin yanında bu kez de :
- Soygun belli bir amaç için yapıldığına göre o zaman da bir başkası onu öldürecekti! diyenler oldu. Yorumlar, giderek özünden iyice kaymaya başlamıştı. Son sözü söyleyene de ben takıldım:
-Arkadaşım, Olayı Eğitimbaşının niçin anlattığına dikkat etmedin sanırım. Soygun öyle paylaşma, cep doldurma soygunu değil, belli bir ortak amaç için!Öyle diyen Kızılçullulu Kemal Kızılelma imiş. Gülerek geldi özür diledi, şaka ettiğini söyledi. Böylece Kızılçullulu 2. Kemal'i de tanımış oldum. 2. Kemal deyişim bir başkasının ilgisini çekmiş yüksek sesle sordu:
-Kim o Kemalleri sıralayan, bana kaç numara vermiş? diyerek uzun boylu bir arkadaş geldi. O da Kemal Güngör'müş. Onlar gülüşürken birden ürperir gibi oldum. Neredeyse Fikret Madaralı Öğretmenim karşıma dikilmişti. Bir Türkçe dersimizde Falih Rıfkı Atay'ın Roman kitabını okuduğumu, ancak ortada dönen dalaverelere üzüldüğümü söyleyince F, ikret Madaralı Öğretmen gülümseyerek:
-İyi, iyi, dur bakalım daha; bu başlangıç. Umarım sen onu bir kaç yıl sonra bir daha okuyacaksın. Özellikle köylerde öğretmen olarak çalışmaya başlayınca da tekrar tekrar açıp bakacaksın. Bakman gerekecek. 600 yıllık saltanat kalıntıları öyle kolay kolay ortadan kalkmaz. Bakma şimdi herkes “Yaşasın Cumhuriyet!” diyor ama bunu gönülden mi diyor? bunu bilemiyoruz. Herkeste bir Atatürk sevgisi var gibi, ölüm yıl dönümlerinde göz yaşları dökülüyorsa da bunların kaçı içten geliyor? Falih Rıfkı Bey bu yaraya daha Atatürk günlerinde parmak basıyor. Bak okulumuzda Trakya'nın tüm köşe-bucağından gelmiş 300 arkadaşın var. Sizler hep Atatürk döneminde doğmuş gençlersiniz. Çocuklar doğunca anne-babalar onlara sevdiklerinin adları koyar. 300 öğrenci içinde bir tane olsun Kemal var mı? Bu bir gerçek ölçü olmamakla birlikte bu bölgenin Mustafa Kemal sevgisinin içtenlikli olmadığını gösterir!”demişti. Bunu anımsayınca tanıştığım 3. Kemal'e (Kemal Güngör) sordum “Ne çok adaşın var!”Kemal Güngör bana:
-Bunda şaşacak ne var? Biz İzmir'in, İzmir yöresi çocuklarıyız. Mustafa Kemal o yöreyi kurtarmasaydı bizler olmayacaktık. 3 Kemal ne ki? Ben okuldayken saymıştım, öğrenci olarak tam 12 Kemal vardı. Üçümüz buraya geldik, okulda daha dokuz Kemal var. Hiç bir yorum yapmadan ayrıldık. Ancak ben yatınca, Kemal Güngör'ün sözleriyle Fikret Madaralı Öğretmenin anlattıklarını hemen bir araya getirip bir fikir yumağı örmeye başladım. Kepirtepe'de 300 öğrenci arasında Kemal hiç yok. Kızılçullu'da ise 12 Kemal adlı öğrenci. İzmir, Kurtuluş Savaşı ilişkisi. Trakya da işgal edilmişti, orası da kurtuldu. İki yörenin kurtuluş biçimleri sanırım başka başka. İzmir yöresi işgale karşı durdu, kurtuluş kıvılcımın tüm yurda attı. Sonuç zafer! Trakya, aynı çabayı göstermedi. Türk Ordusunun İzmir'e girişiyle Trakya'ya girişi de çok farklı. Acaba bu ayrılık Trakya halkının özgürlük isteksizliğinden mi ileri geliyor. Yoksa halk, bu farkı tam kavrayamadığı için mi gerekli titizliği göstermiyor? Üzerinde durulacak bir konu. Bu kez de Çifteler grubundaki Kemal adlı öğrencileri düşündüm. Bu adda biriyle karşılaşmadım ama, bu yok anlamı taşımaz. Trakya'da Mustafa Kemal'in sevilmemesini düşünemiyorum. Ancak kendi köyümü anımsadım, ne akranlarımda, ne de daha sonrakilerde gerçekten Kemal adlı yok. Burada bir kahve konuşmasını anımsadım;askerlik öyküleri sürüp gider, çoğunlukla subaylar hakkında ileri geri sözler edilirken bir keresinde Furtun Şerif sinirlenerek karşısındakilere:
-Hadin oradan, sizin subay eleştirecek ne bilginiz var ne de hakkınız. Sizin, subaylarla bir ilişkiniz yok ki. Asker kaldığınız sürece bir onbaşıları, bir de çavuşları tanıyorsunuz. Bunu size kanıtlayabilirim. Köydeki çocukların adlarına bakın çoğu, çavuşların, onbaşıların adlarıdır. İçinizde oğluna bölük komutanının, tabur komutanın adını veren var mı? demişti. Bunu dinledikten sonra sahiden öyle olduğunu ben de düşünmüştüm. Örneğin Küçük Ablamın oğlu Saim, Ali Eniştemin çok sevdiği çavuşunun adıymış. Bektaş Ağabeyimin küçük oğlu Ekrem için de, Başçavuşun adı demişlerdi. Ancak benim bir başka anım bunlara ters düşmekle birlikte daha gerçekçi. Benimle ilgili olduğu için gerçekçi diyorum. Annem bana hamileyken an nemle babam konuşmuşlar; erkek olursam adımın bir kahramanın adı olmasına karar vermişler. O günlerin de yaşayan en ünlü kahramanlar da Enver Paşa, Cemal Paşa Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Paşaymış. Şarkılar, marşlar hep bu adları anıyormuş. Erkek doğunca sıra karar vermeye gelmiş. İsmet, Kemal ya da Enver, Cemal. Babam, İsmet'le Kemal'e, annem ise Enver ile Cemal'e yatkınmış. O sıra köye Bektaşi dedeleri gelmiş. Onların işe el atmaları sonucu (Trakya o yıl zorlu bir kıtlık geçirmiş) adımı koyan Dede, annemle babamın dediklerini duymazdan gelip:
– BEREKETİNLE GEL YA HALİL İBRAHİM! deyip sözü bağlamış. Burada babamın dediği olsaydı pekala adım Kemal olacaktı. Öyleyse Mustafa Kemal'e saygı daha o günlerde bizim köye dek gelmiş. Bunu kendi adıma sevindirici bulup, yukarda değindiğim olumsuzlukların dışında kaldığıma sevinerek uyudum.
13 Kasım 1943 Cumartesi
2. Sınıfların oralarda banyo sözü ediliyor. Mehmet Pekgirgin yanımdan geçerken durdu, “Günaydın!”dedikten sonra “Ne var ne yok!” diye sordu. Birşey söyleyeceğini anladım;ben de ona soruyormuş gibi gülerek:
– Ne var, ne yok! dedim. Bu kez o, “Var var, bir çok güzel şey oluyor daha da olacak! dedikten sonra, bizim Hasanoğlan köyünü bilmemize karşın aradan geçen zaman nedeniyle unuttuğumuz taraflar olabileceğini söyledi. Arkasından da:
– Bakın banyo sözü ediliyor, bizim çamaşırlarımızı(Gülerek, “Sözde topluca”) yıkıyorlar ama kimi zaman yıkandığı söylenemeyecek durumda geri geldiği de oluyor. Biz bu işi köyde özel birilerine yaptırıyoruz. Sana da aynı teyzeyi salık veririz. Dört arkadaşız, seni aramıza alabiliriz. Götürmesi bizden, getirmesi onlardan. Bir oğulları var, bu işi düzenli yapıyor! Birden duraksadım;bu konu, öteden beri benim çok önemsidiğim bir konuydu. Kepirtepe'de bunu Yenibedir'deki yengem düzenli yapmış beni rahatlatmıştı. Buraya geldiğim ilk günlerde oldukça kaygılanmıştım ama köyden birini ayarlamak aklımın kıyısından bile geçmemişti. Öneriye çok teşekkür ettim. Tek koşulları, kirlileri bir çıkına sarmakmış. Benim özel olarak kullandığım( Ablamın yaptığı) iki tane tobam var. Kepirttepe'de de onları kullanıyordum, gene onları kullanacağım. Mehmet Pekgirgin'le birlikte kahvaltıya gittik.
Kahvaltıda Başkan Hüseyin Atmaca, açıklayıcı duyurular yaptı:
1-2. Sınıflar öğleye dek haftalık temizlikleri için serbestirler.
2-1. Sınıflar, öğleye dek inşaatta çalışacaktır.
3-2. sınıflar öğleden sonra inşaatta çalışacak, yarım işleri sürdüreceklerdir.
4-1. Sınıflar, öğleden sonra haftalık temizlikleri için serbesttir.
5-1. Sınıflar pazartesi günü derslere başlayacaktır. Daha önce duyurulan haftalık ders dağıtımlarında değişmeler olmuştur. Pazartesi dersleri, Sosyoloji ile Psikoloji olacaktır. İlgililere duyurulur.
Başkana teşekkür edenler oldu. 2. Sınıflardan takılanlar çıktı:
– Bizi neden geriye attın Başkan?
Kahvaltıdan sonra inşaata gittik. 2. Sınıf duvarcılarından nöbetçiler varmış; İsmail Koralay, Enver Ötnü, Ekrem Ula. Ben Enver Ötnü grubuna düştüm. Enver Ötnü'yü uzaktan tanımıştım, şakacı bir arkadaş ama, yakından tanımıyordum. Kızılçullu grubundan çoğunluk bizim gruba düştü. Daha önce birlikte harç taşıdığımız Şükrü Koç da bu gruba düşmüş. Enver Ötnü ikişerli yaparken Şükrü beni önerince Enver Ötnü Şükrü'ye çıkıştı. Açıkgöz Aydın lı senin burada borun ötmez, bugün komutan benim, benim dediğim olacak! dedikten sonra Şükrü'nün yanında duran Halil Dere ile beni eş yaptı. Şükrü'nün karşı duracağını beklerken Şükrü'nün susmasına azıcık şaşırdım. Ben onlara bakarken Enver Ötnü Şükrü'ye göz attıktan sonra:
– Sen onlara göre Hafif sıkletsin Kuyucaklı dostum, ben onları güçlerine göre seçtim;al sana bir tüy sıklet!deyip Sami Akıncı'yı gösterdi. Bunu duyunca üzüldüm ama ses çıkarmadım. Halil Dere ile daha önce konuşmuştum. Uzaktan uzağa izlediğimde arkadaşlarla iyi geçinen bir arkadaş olduğunu sezmiştim. Enver Ötnü'nün öyle söylemesine karşın merdivenden yukarı çıkarken marangozluk öğretmeni görünce:
– Neredeysin Kepirli, gözlerim seni ararken inşaati bitirdik. Gel bari bugün şu kapıları takalım! dedi. Merdivenin öbür ucundaki Enver Ötnü'ye de:
– Bunlar benimle Enver Usta! diye seslendi. Üst kata çıktık. Yatakhane bölümünün sağ tarafındaki pencerelerin önüne çerçeveleri konmuş. Kasalar takılı, ilk alıştırmaları da yapılmış. Bize, kaldırıp yerine koymak düşüyor. Halil Dere sahiden güçlü, güçlü olduğu gibi dikkatli bir arkadaş, çerçeveleri tuttuğu gibi yerlerine koydu, bana da çakması kaldı. Halil Dere çok şakacı da; benim adımın birinin Halil olduğunu öğrenince tutturdu:
– Gel şu İbrahim'i bırak da Halil'i kullan, hem arkadaş hem de adaş olalım! Nerolacak öyle olunca? Halil Dere'nin yanıtı ilginç:
– Arkadaşlık bağları daha sağlam olur! Ben de fikrimi söyledim:
– Gerçek arkadaşlığın öyle adla, adaşlıkla ilgisi yoktur, arkadaşlık, karşılıklı güvene sevgiye bağlıdır. Benim en iyi arkadaşımın adı Hilmi. Hilmi'nin Halil İbrahim'le hiç bir yakınlığı yok. Bunu söyleyince Halil Dere, sanki ben onun arkadaşlığını istememişim gibi biraz bozuldu:
– Sen istersen arkadaş oluruz. Benim arkadaşım var, arkadaşsız değilim. Biz Muğlalılar, hep bir birimizi seviyoruz. Muğlalı deyince hemşerisi Ziya Fikri ile mektuplaşmamızı anlattım. Önce şaşırdı:
– Nasıl akıl ettin mektup yazmayı? diye sordu. Halil Dere, yaşça benden küçük buna karşın boyu benim boyumda, kilosu da benim kilomda. Onu biraz yeğenim İsmet'e benzetiyorum. Çok konuşuyor ama benim dediklerime de uyuyor. Yaşı nedeniyle olacak 1941 yılındaki yasa değişikliğinden o pek etkilenmemiş. Daha doğrusu onların kurucu müdürleri o denli kesin konuşmuş ki, çıkacak yasanın onların zararına olacağınına inanmamışlar. Kendilerinden önce bir sınıf oluşu da onları rahatlatmış. “Bizden önce ağabeylerimiz var, gerekeni onlar yapar!diye düşünmüşler. Oysa şimdi konuşurken Halil Dere, içinde bylunduğumuz durumdan benden çok yakındı. Özellikle giyim-kuşam konusunda Milli Eğitim Bakanlığı'nın vurdumduymazlığından üzülerek söz etti. Halil Dere de temiz giyimden yana bir arkadaş. Ankara'ya ilk inince bir pardesü alacakmış. Benim de böyle bir niyetim vardı, onu söyledim. Bu kez de aynı tip pardesü alalım! diye tutturdu. Halil Dere ile çok rahat bir çalışma yaptık, son çerçeveyi takarken paydos kampanası çaldı. İlhan Öğretmen, işin bitmiş olduğunu görünce gülerek:
– Siz iş yapmakta nasıl beceriliyseniz ben de usta seçmekte o denli deneyimliyimdir. Gördünüz, işi size bırakarak gözüm arkada kalmadan gidip öteki işimi de yoluna koydum! dedi. İlhan Öğretmeni bu kez, bizim Hasanoğlan'da çalıştığımız yılki öğretmenimiz Ali Yılmaz Demirbilek'e benzettim.
Yemeğe Halil Dere ile birlikte gittik. Ziya Fikri ile karşılaşınca , iki Muğlalı hemşeri benim için, senibenim tartışması yaptılar. Meğer onlar zaten, öteden beri bu tür tartışmaları yapıyormuş. İkisi de şakacı, biraz da çocuksu arkadaşlar. Beni masalarına çağırdılar. Yemekhanedeki yolu-yordamı pek bilmediğim için gitmedk istemedim . Ziya gidip bizim masadan tabakları alıp geldi. Böylece Muğlalılar arasında ilk yemeğimi yedim. Onların konuşmalarındaki sözcük kullanmalara dikkat ettim. Oökulda büyük düzeltmeler yapmışilar ama gene de bir başkalık var. Masalarında bir de Denizlili varmış(Mehmet Kocaefe) önce ona takıldılar. Kocaefe önce sustu, yer yer de söylenenlere güldü. Sonunda o da Muğlalıların kusurlarını saydı döktü. İşte o zaman, Muğlalıların düzgün konuşmalarının okulda kazanıldığını anladım. Mehmet Kocaefe bir ara hemşerisi Hüsryin Atmaca'yı tanık gösterdi:
– Hüseyin Atmaca da Denizli'nin Çal , ilçesindendir!" deyince duraksadım; bizim Çoban Mehmet Çal'lı olduğunu söylemişti. “Çallının eşek bağladığı ağacı kes” sözü bardağı taşırmıştı. Demek bizim başkan Hüseyin Atmaca bu eşek-ağaç üstüne söylenen sözü biliyordur.
Yemekten sonra Hasanoğlan köyüne tüm Kepirliler bir arada gittik. Yol boyunca anılar canlandı. Çeşmenin önceki durumu, yapılışı anlatıldı. Banyoya gidince eklemeler yapıldığını gördük. En ilginci de çeşme başında kimsenin oturmadığıydı. Eskiden, ban yoya girip çıkanlar, kimi aylak takımı tarafından göz altında tutuluyordu. Uzaktan muhtar Ahmet Çakır'ı gördüm. Hiç değişmemiş, gene lacivert giysili. Geçen defa konuştuğumuzda Yeni Bedir muhtarı Kamber Amcamdan söz etmiştik. Olayı ben sonra Kamber Amcama atlatmıştım. Kamber Amcam da Ahmet Çakır üstüne (Gıyabında) birşeyler söylemişti. Bu kez Hasanoğlan' gideceğimi duyunca amcam, eski sözlerini anımsayıp özellikle selamlarını iletmemi tembihledi. Amcama:
– Şimdi muhtar olmayabilir! Dediğimde Kamber Amcam gülerek:
– Ben değişmediğime göre o da yerinde duruyordur, bunu da ona sözle; bak sana neler diyecektir! demişti. Bunu söyleyeceğim ama, bunu öyle yol üstünde söylersem tam yerini bulmamış olur! Nasıl olsa bir gün, (Eskiden olduğu gibi) çalışırken ya da bir toplantıda buluşacağız. O zaman söylersem daha etkili olur. Köye inerken Abdullah Erçetin'le Hüseyin Orhan arkamızdan yetiştiler. Abdullah hemşerisi (Arkadaşımız) Yakup Tanrıkulu'dan mektup almış. Herkese selam varmış. Şaka olsun diye sordum:
– Bana da var mı? Abdullah bana dönerek:
– Sana hepsinden farklı başka birşey de var! deyince ürperdim. Ancak belli etmedim. Abdullah nasıl olsa bir açıklama yapacaktır. Açıklamayacak bir durum olsa böylesi bir söz söylemezdi! deyip sustum. Abdullah, cebinden bir fotoğraf çıkarıp verdi. Fotoğraf bende var, Yakup bana aylar önce bunun benzerini vermişti. Anımsadım ama baktım, üstünde bana yazılmış, tarih-imza var. Teşekkür ettim. Yakup durumu mektupta anlatmış. Tüm arkadaşlar bir birimize, imzalı fotoğraflar vermiştik. Nedense Yakup o zaman bana imzaladığını değil de imzasız fotografı vermiş. Ben bunu önemsememiştim. Ben de birilerine özellikle imzalamadan vermiştim. Oysa Yakup'unki böyle değilmiş;o, bana fotoğraf imzalamış ama o sırada karşılaşıp verememiş. (Bir ara izinli ayrılmıştım) Fotoğrafı bir kitap arasına koyup unutmuş. Ayrılırken ise bana fotoğraf vermediğini anımsayıp imzalamayı unuttuğu bir fotoğrafı vermiş(Belki de ben istemişimdir. )Bu kez köyde kitaplarını karıştırırken bana imzaladığı fotoğrafı görünce (Fotoğraf vermediğini düşünüp) özür dileyerek göndermiş.
Yakup arkadaşı anarak banyoya girdik. İçerde fazla bir değişiklik yok ya da bize öyle geldi. Gene geçmiş günleri anımsayarak banyomuzu yaptık. Çıkınca Yusuf Asıl, kolumdan tutarak beni oyun yerimiz olan küllüğe(Biz öyle diyorduk) götürdü. Bina orada ama kapatılmış. Yakınından geçip gene çeşmeye doğru yürüdük. Yusuf bir alanda durup ayağıyla yere vurarak:
– Tam burada, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'le konuştum;daha doğrusu o benimle konuştu. Biz konuşurken Mustafa Güneri Öğretmen resmimizi çekti. Dur dur, Mustafa Güneri Öğretmen hala burada o resimden bir tane alacağım. Bu benim hakkım değil mi? Diyerek sevinçten oynamaya başlayınca karşıdan gören arkadaşlar bir süre gülüp Yusuf''a takıldılar:
– Yusuf aşka geldi!
Konuyu değiştirip camiye dek yürüdük. Bir evin önünde toplanmış köylüler vardı, selam verip yürüdük. Meğer orası kahveymiş. Köyde kahve olmadığını biliyorduk, bunu duyunca anlamlı anlamlı bakıştık;kahve açılması iyi mi? En kestirme yanıtı Yusuf Asıl verdi;benim önüme çıkarak:
– Bize şimdiye dek sen kahveyi o denli övdün ki eksiklerimi kahvelerde tamamlayacağıma iyice inanmaya başladım. Bu nedenle olanak bulunca buraya gelip oturacağım!Öteki arkadaşlar da Yusuf'a katılacaklarını söylediler. Ancak bu gördüğümüz, gerçekten kahve ise, benim bildiğim kahvelerden biri olamaz. Benim, kahve dediklerimde kağıt oyunları, dominalar oynanır;yanlarında kızıştırıcılar bulunur. Onların gürültüsü gerçekte kahveyi şenlendirir. “Kahvede yoksa biz kendimiz alırız!”diyenler olunca, pek inanmamakla birlikte sustum. Dönüşte yokuşa tırmanırken sol tarafta kalan evleri gözlerimizle taradık. Önce Salih Baydemir sordu:
– O bizim iyi yürekli Delifişek Öğretmenimiz Ali Yılmaz Demirbilek şimdi nerede acaba? dedi. Delifişek sözü ile iyi yürekli sözlerini bağdaştıramadığını söyleyen Hasan Üner:
– Cangözüyle isteyen onu çok rahat bulur; öğretmen olduğuna göre bir yerde öğretmenliğini sürdürüyor, demektir. Öyleyse Milli Eğitim Bakanlığında bunun kaydı vardır. Ankara'ya inince bir gün Bakanlık binasına girip öğrenirsin. Hasan bu kez de Milli Eğitim Bakanlık binasının Ulus Meydanı'nda Atatürk Heykeli'nin hemen ardında olduğunu anlattı.
Arkamızdan yetişenler oldu; Çifteler grubundan üç arkadaş (Burhan Güvenir, Veli Demiröz, Mustafa Yüksel(konuşan Burhan Güvenir. ) bize:
– Kepirliler yorulmuş, yürüyemiyorlar, falan gibi sözler söyledi. Ötrkilr sesli sesli gülerek geçtiler. Onların hemen arkasından da Kızılçullu grubundan Hasan Özden, Zekeriya Kayhan, Muzaffer Kayhan, Mehmet Toydemir yetişti. Onlarsa selam verdi ama gelip geçmediler. Önce Mehmet Toydemir bizim kısa boylulara takıldı. (Kendisi oldukça uzun boylu)Yusuf Asıl'la Hasan Üner'e bakarak:
– Sizin üç adımınız benim iki adımım kadardır, isterseniz ölçelim!dedi. Hasan Özden karşı çıkarak:
– Onu öyle söylemezler Toydemir; matematik okudun, çevir şunu bir matematikçi sözleriyle söyle de “Boyunun ölçüsünü al!” dedi. Hasan Özden'in konuşması ilgimi çekti. Çok düzgün bir sesi var. Kimi sözleri az değişik söylemekle birlikte güzel konuşuyor. Ayrıca matematik bilgisinin olduğunu da hemen anladım. Zaten Mehmet Toydemir de Hasan Özden konuşunca sustu. Hasan Özden, hemen bir denklem kurdu:
– Buradan, gideceğimiz kitaplık , iki km. (Yusuf'u göstererek) Arkadaş, her iki metre için 3, sen 2 adım atıyorsun. Kitaplık kapısına dek sen kaç adım atacaksın, arkadaş kaç adım atacak? Bunun başka denklemi de var ama kağıt-kalem bahane edeceğin için böyle yaptım!Hasan Özden sözünü bitirirken Yusuf yanıtladı:
– Ben 3000, arkadaş 2000 adım atacak. Hasan Özden söze başlamadan araya ben girdim:
– Ölçüleriniz gerçeğe uymadı, matematik, gerçek ölçüler ister. İnsanların adımları için normal ölçü 75 cm. dir. Askerlikte, piyadelerin yürüyüşleri 75 cm. olarak benimsenmiştir. Denkleminizi ya bu ölçüleri esas alıp kurun ya da doğrudan metre üzerinden! Önce denklem kurucu Hasan Özden sonra da ötekiler, gülüşerek konuyu değiştirmek üzereyken. Bu kez de Zekeriya Kayhan:
– 2. Sınıfların anlattığına göre zehir gibi bir matematikçi varmış! Zehir gibi matematikçi sözü dikkatimi çekti;Zaten kitaplığın yakınına gelmiştik. Kitaplık, paydostan sonra ilk durağımız. Hepimizi almadığı için sıkılıp kaçılsa da önce bir uğramak neredeyse hepimizde (vazgeçilemeyecek) bir alışkanlık oluşturdu. Arkadaşımız Sami Akıncı, kitaplığın bekçisi gibi. Hangi işte çalışırsa çalışsın, paydos olunca kitaplıkta soluğu alan o oluyor. Artık yeri de belirginleşti; kapıdan girince sağ, en dipteki küçük masa. Kepirtepeli olmayan arkadaşlar da masayı gösterirken gülerek:
– Sami'nin masası! demeye başladılar. Yusuf Asıl, Sami'ye “ Sami Ağabey!” demeyi sürdürüyor. Bu kez:
– Sami Ağabey, kendisi tanınmadan önce masası tanındı!dedi. Sami böyle söylemlere karşı olduğu için tepki gösterdi:
– Yok be kardeşim, neden benim masam olsun, boş buldukça oturuyorum. Bak şimdi sen de oturuyorsun! Sami sözü değiştirerek bir mektup gösterdi:
– Bilin bakalım kimden?
Sami'nin yıllardır mektuplaştığını bildiğimiz Hüseyin Soysal vardı;İlk Tabiat Bilgisi öğretmenimiz Sabit Soysal'ın kardeşi. Onun adı söylendi. Sami başını kaldırarak:
– Başka başka? deyince adlar sıralandı. Hüseyin Serin, İsmet Yanar;bu arada eski sevgilisi Necmiye'nin de adı geçti. Sami Akıncı Necmiye adını duyunca duraksadı, rengi değişti;bir iki . çık çık çektikten sonra biraz acımsı bir tavırla:
– İnsaf be kardeşim, eski ya da yeni, sevgilimden mektup alınca onu, (Önce size dedikten sonra) sana mı açıklayacaktım? Sen böyle mi yapıyorsun?
Sami sözü uzatmadan mektubun, arkadaşımız Sefer Tunca'dan olduğunu söyledi. Sefer Tunca, hepimizin sevdiği bir arkadaş olduğundan herkes kulak kesildi. Sami bu kez gülümseyerek mektubun baş taraflarını ağız ucuyla, meme mı mı, me me, mı mı yaparak geçti. Bir yere gelince durdu, gülümsedi. Kısa bir açıklama yaptı:
– Hani, köye gidenlere hayvan verilecekti ya, işte arkadaşlara Lüleburgaz'dan birer inek alıp vermişler!deyince arkadaşlar birden:
– Aaaaaa! Çektiler. Bu kez de Yusuf Asıl sordu:
– Hani koşum hayvanı verilecekti? Arkasından Halil Basutçu:
– Yahu, hayvanları kendi ilçelerinden almayacaklar mıydı? deyince Sami gene sinirlendi:
– Yok be kardeşim, benim amacım sizi güldürmekti, sizin gülmeye niyetiniz yok!deyip mektubu kapattı. Mustafa Saatçı araya girerek:
– Sefer Tunca benim de arkadaşımdı, onun başından geçenleri öğrenmek istiyorum! deyince Sami, mektubu açıp okudu. Sami'nin okuduğu bölümde Sefer Tunca, Fettah Biricik, Ali Önol arkadaşların bir süre okulda bekledikten sonra Lüleburgaz'da kendilerine verilen inekleri alıp köylerine gidişleri anlatılıyordu. Özet olarak:
– Arkadaşlara, çift hayvanlarının biraz gecikerek verileceği söylenip birer inek teslim edilmiş. Üç arkadaş, üç ineği alıp Lüleburgaz tren istasyonuna gelmişler. Sefer burada üç arkadaş oluşlarının sevincini yaşadığını söylüyor:
– Tek tek olsaydık, çok daha zorluk çekecektik! diyor.
Uzunköprü'de trenden inince Meriç ilçesine dek üç arkadaş üç inekle güle oynaya gitmiş. Meriç'e varırken Fettah'ın ineğinde bir olağanüstülük sezmişler. Bir süre bunun korkusunu çektikten sonra ineğin yavru doğuracağı anlaşılmış. O sıra kendilerine bir yabancı yolcu katılmış. İlginç bir rastlantı, bu kişi daha önce Fettah Biricik'lerde çobanlık yapmış bir eski tanıdık çıkmış. Eski tanıdık, deneyimli bir çoban olduğu için, inekle yavru, sağ-salim olarak Fettah'ın köyüne ulaşmış. Böylece Fettah, tam anlamıyla bir yavrulu inek sahibi olmuş. Benim böyle özetlediğim olayı Sefer, yaşamış olarak daha canlı anlatmış. Arkadaşlar gene çık çıklamaya başladılar. Kadir Pekgöz, aynı olayı yaşayacakmış gibi, ikimiz adına:
– Bizim inekler buzağılasaydı, zahmetsizce akşam evde olacaktık! Derken değişik yanıtlar verildi:
– Dön geri, Lüleburgaz'da tüm inekler doğuruyormuş, birini de sana versinler!Kadir söylediğine pişman oldu, bir süre söylendi:
– Ben durumumdan hoşnudum, sıkılanlar dönsün! deyip konuşmanın yönünü değiştirdi. Besbelli herkes hoşnuttu.
Yemekte de aynı konu konuşuldu. Ancak bu kez, daha gerçekçi olarak olaya yaklaşılmaya çalışıldı:
– Köylere dağılan arkadaşlar, vadedildiği gibi yerlerine rahatça varamayacaklar. Önce de İsmet Yanar yazmıştı:
– At istedim, vermediler, koşum hayvanı işini de uzattılar! demişti.
Konu bir süre Fettah'ın doğuran ineği üstünde döndü durdu. Böylece 7 Fettah Biricik arkadaşımızın geçmişi inceden inceye irdelendi. Sevilen, sevilmeyen yanları sayılıp döküldü. Özellikle tembelliği, dedikoducu tarafı ağır basmakla birlikte şakacılığı öne çıktı. Konuşmaları dinledim ama katılmadım. Ben daha çok kimlerin ne dediğine dikkat etmeye çalıştım. Benim gibi susanlardan biri de Halil Basutçu arkadaştı o da sonunda:
– Kör ölünce badem gözlü olur!derler! Şimdi Fettah yok, ne söyleseniz duymayacak. Keşke bunları o varken söyleseydiniz, arkadaş, hakkında bunca güzel sözü duyamadan ayrıldı!dedi. Bekir Temuçin ise:
– Mektubu yazan Sefer Tunca, o kendisinden ya da yanlarındaki Ali Önol'dan bir şey yazmamış mı? diye sordu. Konu gene başa döndü:
– Sefer Tunca kendinden söz etmez, ancak o, Fettah'dan çok inekle uğraşmıştır! diyenler oldu. Mustafa Saatçı arkasını getirdi:
– Baba Ali de öteki ineklere bakmıştır.
Bizim konuşmalarımızı duyan öteki grup arkadaşları da ara ara söze karıştılar. Onlara gelen mektuplarda bu denli çabuk inek ya da başka bir nesne verilmeden söz edilmiyormuış. Onlar da bu habere, bu açıdan bakıp şaştılar. Geçen yıl bitirenlerin içinde bile hala birşey alamamışlar olduğundan söz ettiler.
– Yatakhanede de yer yer bu konu konuşuldu. Bizim , katıla katıla güldüğümüz “Fettah'ın ineğinin doğurması olayı” onlarca şanslı bir olay olarak algılandı. Doğal olarak hepsi, bir inek yerine bir buzağılı inek olarak düşünüyorlardı. Oysa bizim gülmemiz, arkadaşımız Fettah'ın, o her işte sorumluluk üslenmek istemeyen arkadaşın, düpedüz bir sorumlulukla karşılaşması olayıydı. Nitekim ondan da kurtulmuş gibi. Eski çobanın yolda onlara katılması, Fettah için büyük bir şans. Zaten o, bunları düşündüğü için Sefer Tunca ile Ali Önol'u hep kollamaktaydı. Başka hiç bir arkadaşa göstermediği özveriyi onlara göstermesi, bilinçsiz bir davranış olarak kesinlikle düşünülemez.
– Yatakta da bir süre buzağılı inek çağrıştırması nedeniyle köyde dolaştım. İneklerin doğurması sırasında ablamların ilgilenmediğini görüyordum. Doğum anı olmasa bile bir süre sonra buzağının sallanarak, düştü düşecek ayağa kalktığını görmüştüm. Hele koyunların doğum yapmalarını çok iyi biliyordum. Çocukluğumda çok gözlediğim bu olaya sonraları daha yakından tanıklıktan öte çok kez yardımcı da oldum. Ipıslak kuzunun düşe kalka ayaklanmasını şimdi bile görür gibiyim. Anne koyun yavrusunu kurutmak için dikkatlice(İtmeden, düşürmeden)yalarken o, titreyerek, ileri geri sallanarak kalkar, duramaz düşer, direnip kalkar. Az sonra da dimdik durmaya başlar. O sıra yakınına bir köpek yaklaşsa ki, köpekler yaşlıkları yalamak için sokulur. Kuzu köpeğe bakıp ayağını tıp tıp yere vurur. Bu onun ilk korku ya da savunma belirtisi olarak gözlenir. Yetişkin olduklarında da korkunca tüm koyunlar ön ayaklarını yere vururlar.
Uyumak üzereyken, kesinlikle bu gece rüyamda köye gideceğimi düşündüm. Neredeyse görmek istediklerimin bir listesini çıkaracaktım, yetiştiremedimmmmm (!). .
14 Kasım 1943 Pazar
“Hava rüzgarlı olunca bu meret şey, kulağımın dibinde gibi çalıyor!” dedi birisi. “Kulaklarını pamukla kapat!” uyarıları geldi. Bir başkası ise; “O ağzı açık uyuduğundan, pamuk değil harçla kapatsa gene duyar!” Açık ağızlılık söylemi bardağı taşırdı:
-Ne demek açık ağızlı uyumak? Bunun bir mecaz anlamı olmalı! Abdullah Ön araya girdi;hemşerisi olan Veli Demiröz'ü yatıştırmaya çalıştı. Veli Demiröz, nedense ağzı açık uyumaya değil de “Açık Ağız-açık ağızlı!” sözlerinin burada bir anlamı var mı? Sorusunu bir kaç kez tekrarladığına göre güçlü bir olasılıkla o, “Ağzı açık sözü ile “Açık ağızlı, öteki anlamıyla “Boşboğaz” deyimini örtüştürdüğü için bu denli sinirlenmiş olsa gerek. Kapıdan çıkarken:
- Kim vermiş şimdiye dek bana herhangi bir gizini de açıklamışım? Böyle biri varsa kalksın, söylesin! O gidince arkasından yorumlar yapıldı:
“Arkadaş, kendisine yöneltilen şakaları sevmez, ancak kendisi bol bol yapar! diyenler oldu. Bu kez de gene Çifteler grubundan Fahri Yücel; “Öteki Konyalılar gibi!”dedi. Fahri Yücel'in iyi arkadaşı olarak tanıdığımız Orhan Doğan da yüksek sesle-sözde ortaya söylermişçe- sordu:
– Başınıza Konya kadar taş düşsün mü? Nedir bu, sabah sabah bizim Konya'dan istediğiniz? Bir grup gülerek, insaf!Konya çok büyük, bari Karaman kadar olsun! Gülüşmeler arasında Bekir Semerci'nin sözü duyuldu:
– Siz galiba Karaman hakkında bilgi sahibi değilsiniz. Karaman ilçedir ama sizin bildiğiniz bir çok ilden daha büyüktür!Kısa bir sessizlikten sonra sorular başladı:
– Eskişehir'den büyük mü? Arkasından Kızılçulluların soruları geldi, İzmir, Manisa, Denizli, Muğla, Aydın illeri sıralandı. Bekir Semerci gülerek:
– Bırakın şimdi il saymayı da, tartışmayı nasıl durdurduğuma bakın!deyip kapıdan çıktı.
Kahvaltıda duyuru yapıldı;Yüksek Bölüm Öğretmenleri gelemediği için ders yapılmayacak. Tüm birinci sınıflar öğleye dek inşaatta çalışacak. Öğleden sonra ise dersi olan bölümler kendi bölümlerindeki çalışmalarını sürdürecek. Bizim bölümdekiler sevindi. Durum iyice anlaşıldı;bizim bölüm dışındakişler henüz hiç bir derse başlamamış. Takılanlar oldu:
– Güzel Sanatlar bölümünden değişmek isteyen varsa, hemen değişelim!Birkaç ses birden:
– Geç kaldın, “Atı alan Üsküdar'ı geçti!
Şevki Aydın bizim masanın yanından geçerken bana:
– Yaşar'dan mektup aldım. Son mektubumda senden söz etmiştim;seni anımsadığını yazmış, özel olarak selam söylüyor!Arkadaşlar biraz şaşırmış gibi, önce bakıştılar sonra da sordular:
– Kim bu Yaşar? Şevki açıkladı:
– Bizim Kızılçullu arkadaşlarımızdanYaşar Özgün. Geçen yıl buradaydı, öğretmenliği seçip ayrılmıştı. Oradan Yedek Subay Okuluna gitmiş, asteğmen çıkr çıkmaz buraya da gelecek. Asteğmen sözü, arkadaşları sevindirdi:
– Demek yedek subaylık sözü gerçekmiş. Bunu çok istiyorduk ama gerçekleşeceğinden kuşkuluyduk!dediler. Önce bizim nasada, giderek öteki masalarda büyük bir sevinç yaşandı. Köy Enstitülü ilk Yedek Subay!Arkasından da:
– Başka da vardır ama biz bilmiyoruz. Kahvaltıdan kalkınca bizim Kepirtepeliler benim çevremi sardı:
– Bu sevinci sana borçluyuz, nereden tanıyorsun sen o Yaşar'ı? Yaşar'ın akordiyon çaldığını, akordiyon nedeniyle tanıştığımızı, Şevki Aydın Kepirtepe'ye geldiğinde arkadaşı Yaşarın akordiyon çaldığını söylemişti. O zaman tuttuğum notlara baktım. Hasanoğlan'a gelenler içinde iki akordiyon çalan vardı:
– Kızılçullu'dan Yaşar Özgün, Arifiye'den Selahattin Odabaşı. . Şevki Aydın'a bunu söyleyince, doğrulamıştı. Daha sonra da unutmamış, Yaşar Özgün'e:
– Seni burada bir tanıyan var!demiş. Yaşar Özgün 'de sanırım tanınmış olmasını önemsemiş. Sonuç olarak Şevki Aydın'ın mektuplarıyla selamlaşmaya başladık. Bu güzel haber, böyle bir ilişkinin ürünüdür.
İşbaşı yapınca sevincimiz daha da arttı. Biz Kepirliler gibi Kızılçullu grubunda da bu durumu bilmeyenler varmış. Onlar bu kez:
– Başka kimler gitmiştir? Soruşturması yaptılar, sayısız olasılıkları öne sürdüler. Çifteler Grubu da bu konuda bizim gibi. Onlardan da köylerine dönenler var ama sanırım mektuplaşan olmamış. Olayı, suskun olarak karşıladılar. Ancak sevincimize yürekten katıldılar. Bir ara yanıma Kemal Karadeniz geldi. Geçen gün onunla eşleşmiştk. Bugün ben de kürekçi olduğum için tek olarak çalışıyorum. Kemal Karadeniz karşımdaki arkadaşı gösterdi:
– Arkadaşın “Davudi” sesi vardır, arada onun dinleyin!dedi. Sözünü ettiği Kızılçullu grubundan Faik Demir'di. Faik Demir sordu:
– Davudi ses ne demek? Bakalım arkadaş biliyor mu? Bilmediğimi söyledim. Kemal Karadeniz güldü.
– Zaten ben de bilmiyordum;dizi konuşturmak için söyledim. Bizim oralarda böyle bir sesten söz ederler. Sözde Davud Peygamberin sesi çok güzel, çok gürmüş. O haykırdığı zaman dağlarda yankılanır kurtlar, kuşlar kaçacak yer ararmış, Kemal bunu söyleyip gülünce sordum:
– Davud Peygamber şarkı söyler miymiş? Kemalden önce bizi dinleyen biri:
– Peygamber şarkı söyler mi? diye sordu. Onu da Faik Demir yanıtladı:
– İyi şarkı söylememiş, eğer söyleseydi bu kez de kurtlar, kuşlar çevresinde toplanırdı. Tam karşımızda bizi dinleyen 2. sınıflardan Rüstem Gündüz gülerek:
– Çok cahilce konuşuyorsunuz. O sizin dediğiniz Davut Peygamber değil Hazreti Süleyman deyince Faik karşılık verdi:
– Vay vay, hemşerim neler de öğrenmiş, bari oldu olacak o iki peygamberin baba oğul olduklarını da söyle de onu da öğrenelim. Karşılıklı gülüşmeler, takılmalara dönüştü. Kemal 'i çağıran oldu O gidince konuşmayı kendi aramızda sürdürdük. Söz, giderek akşam yapılacak seçime dayandı. Faik Demir önce; “Kızılçullu adayı kazanacak!”dedi. Ancak, Eğitimbaşı Tahsin Türkay'ın ilk başkanın Çiftelerden olmasını istediği yayıldığı için, konuya önem verdiklerini, bu nedenle bizim Kepirtelilerin de onların adayı Hüseyin Atmaca'yı desteklememizi önerdi. Faik Demir'e söz olarak söz vermedik ama başka seçeneğimiz yoktu, doğal olarak Hüseyin Atmaca'ya verecektik. Gerçekte Hüseyin Atmaca Kızılçullulu olduğundan değil, herkese karşı yumuşak davranışları nedeniyle ilgi çekiyor. Bir grup öğrenciyle okul müdürü karşılaşsa , aralarında Hüseyin Atmaca varsa kesinlikle onun adını söylüyor. Eğitimbaşı Tahsim Türkay ise bir çok yönetim işini zaten şimdiden ona bırakmış gibi. Yüksek Bölümle ilgili tüm duyuruları Hüseyin Atmaca'dan alıyoruz. Bizim Kepirtepe'deki Sami Akıncı'nın yaptığını burada Hüseyin Atmaca yapıyor. Bu, daha ilk günlerde sezildiği için bir gün Yusuf Asıl, Sami Akıncı'ya takılmıştı:
– Yazık, geç kaldın Sami Akıncı, senin işleri burada başkası kapmış!Sami'nin bu şakaya kızması beklenirken;o, gülerek:
– Öyle bir niyetim yok arkadaşım. Ben buraya gerçekten okumaya, daha doğrusu okuma yollarını açmaya geldim. İlk günlerdeki bu çalışmalara bakmayın. Geç de olsa bir gün burada da dersler başlayacak. İşte o zaman iş falan kalmayacak. Ben Kepirtepe'de (Sizin de çok söylediğiniz gibi) atölye çalışmalarını sevmediğim için değil, sağlık durumum nedeniyle tavsatıyordum. Siz, işin bu yanını bilmiyordunuz ama beni zaman zaman doktorlar uyarıyordu! demişti.
Sami böyle dedi ama, böyle olmasaydı bile işin içine seçim girdiğine göre sayısal üstünlük nedeniyle bizlerin şansı çok az. Belki 2. 3. sınıflarda söz konıusu olabilir;o da şimdiki gruplaşma zamanla ortadan kalkarsa gerçekleşir. Ne var ki, şimdilerde ufukta böyle bir belirti görülmüyor. Özellikle Çiftelerli arkadaşların ağzından düşmüyor;öğretmen ya da yöneticileri göstererek:
– Şu, buraya bizim okuldan geldi, bu da bizim okuldaydı! Sözlerini sık sık duyuyoruz. Geçen gün bizim dersliğe Enstitü bölümünden iki öğrenci gelince çocukların çevresini Çiftelerliler sardı. Ne konuştuklarını dinlemedim ama çocuklar gidince:
– Bunlar bizim okuldaydı, burası açılınca kendi istekleriyle buraya geldiler. Böylece burası, bizim okulun bir kolu sayılır!dendi. Dişlerimi sıkarak sustum. Hemşerim Kadir de duymuş:
– İşt, dur bakalım, hazır binalara dört öğrenci gönderdiğiniz için Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nün tümüne sahip çıkıyorsunuz. Burası kurulurken Çiftelerden gelen 20 arkadaşınız, başladığı binayı pencere altına dek ancak çıkarabildi. Kepirteli 300 öğrenci burada 8 ay çalıştı. içinde bulunduğumuz bina dahil daha dört bina ile iki atölyenin çatısını kapatarak başka daha beş binanın da çatıya dek duvarlarını tamamlayıp ayrıldı. Senin gönderdiğini söylediğin öğrenciler, hazıra kondu. Bari biz Kepirliler yanında böyle konuşmayın!Kadir'i dinleyen öteki Çiftelerli arkadaşlar bir süre bakıştıktan sonra içlerinden Muttalip Çardak:
– Doğru söze ne denir azizim, biz kendi bildiklerimize göre konuşuyoruz. Atalarımız; “Yiğidin hakkı, yiğide verilmeli!”O zaman hep duyduk, gelip gören arkadaşlarımız, öğretmenlerimiz bize anlattılar;Kepirtepeliler büyük özveri göstermişlerdi. O onur kuşkusuz sizindir. Onu paylaşmaya kalkmak ise onursuzluktur. Bizim sözümüz salt buranın ilk öğrencileri üstünedir. Muttalip'in konuşması ortalığı yatıştırmıştı.
Rüstem Gündüz'le bir süre eskilerden, İzmir güzellerinden, okullarındaki kızlardan söz ettiler. Faik'e göre tüm güzeller Rüstem Gündüz'ü soruyormuş. Söylenenlerin gerçek olmadığını bile bile Rüstem Gündüz gülerek dinledi. Bu arada bana da Kepirtepe kızlarını sordu. “Bizim okuldakilerin daha çok küçük olduklarını, boylarının senin boyunun yarısına gelemeyeceğini söyledim. Rüstem:
– Dur dur, benim kulaklarım delik, çok uzaklardaki sesleri duyarım, istihbaratım kuvvetlidir, M ısırdaki Sağır Sultan'dan önce ben duyarım!deyip güldü. “Mısırdaki Sağır Sultan!” söylemini bilerek yanlış kullandığını açıkladıktan sonra oradan geçen Mustafa Ersoy'u göstererek bana döndü:
– Ya bu hemşerim (O da benim gibi gerçek Aydınlıdır, soyadının Ersoy oluşuna bakmayın; Ersoy, Efesoy demektir) yalan söylüyor ya da sen kızlarınızı benden saklıyorsun! Bu kez de Mustafa Ersoy, Rüstem'in soyunu Zaloğlu Rüstem'e dayandırdıktan sonra işini yarım bırakmakla , kısacası kaytarmakla suçladı. İki Aydınlı hemşeri böylesi bir dırdırdan sonra birlikte gittiler. Onlar gidince üçüncü Aydınlı Faik Demir önce Rüstem Gündüz için ; “Hemşerim Zaloğlu Rüstem hiç değişmemiş yalnız boyu uzamış, Onu ilk tanıdığımda da bu tür konuşmalar yapıyordu. İyidir, açık yüreklidir;Aydın'a, Aydınlılara toz kondurmaz. Mustafa Ersoy hemşerim için çok söze gerek yok, onu siz Kepirliler de tanımışsınızdır. . . . .
Faik Demir sözünü tamamlamadan paydos kampanası çaldı. Kürekleri bırakmak üzereyken biz, özel olarak uyarıldık:
– Az bir yer kaldı, orası bitirilince paydos edilecek!Gerçekte az bir harç kalmıştı, kullanılmazsa bir , işe yaramayacaktı. Faik'le ikimiz kaldık. İşmiz uzun sürmedi, on dakikada bitirdik. Yemeğe de gecikmeli girilmiş, böylece arkadaşlara yetiştik.
Ellerimi dikkatle korumama karşın beyaz lekeler oluşmuş. Avuçlarımda yer yer yanmalar var. Böyle durumlarda akordiyon çalarken üzülüyordum. Şimdi de piyanoya oturacağım. Acaba piyanoda da bir aksama olacak mı?
Hüseyin Atmaca duyuru yaptı.
–Paydos zilinden sonra tüm arkadaşlar kitaplık salonunda toplanacak. Seçimden önce okul müdürü Hürrem Arman konuşacak. Müdür Beyin konuşmasından sonra Öğrenci başkanı seçimi yapılacak. Seçimi Okul Müdürümüz de izleyecek!
Yemekten sonra kendi salonumuzda toplandık.
Abdullah sızlanmaya başladı:
– Ben şimdi iki saat piyano, 2 saat keman mı çalışacağım? Kadir Pekgöz de ona öykünerek, sağ elini açıp kulağını yaslayarak:
– Ben şimdi dört saat keman mı uyutacağım? Soruları arasında salona girdik. Arkadaşlar hep gelmiş. Biz girerken Öztekin Öğretmen de geldi. Gülerek:
– Biz derslerimize başlamıştık ama genel derslerin gecikmesi bir eksiklikti. Ona da başladık, “Bir daha hayırlı, uğurlu olsun!” diyerek başlayalım! Dedikten sonra Genel derslerin olduğu günler kendi salonumuzda nasıl toplanılacağı üstüne ilkeler sıraladı. Olabildiğince birlikte dönmemizi, çok bireysel tavırlara kaçmamamızı önerdi. Benim ilk 2 saat çalışmam küçük odadaki piyanoda olduğu için Beringeri(Çalıştığım piyano metodu) alıp oraya gittim.
Abdullah gelince şaşırdım, “İki saat ne zaman oldu? “ diye Abdullah'a baktım. Abdullah gülerek kolumdaki, saati gösterdi. Abdullah 15 dakika geç bile kalmış. Yukarı çıkınca Öztekin Öğretmen akşam çalınacak plakları sordu:
– Yarın Faik Canselen Öğretmenin dersi var. O , bu geceden gelir, çalınan plaklardaki eserler, kullanılan çalgılar, eser türleri gerekince besteciler hakkında bilgiler verir!Plak listesi hazırdı, öğretmene gösterdim. Johan Sebastiyan Bach- Süit, Josef Haydn-Senfoni, Luigi Boccherini-Çello (Viyolensel) konçertosu. Öğretmen (kendi kendine) gülümseyerek:
– Faik , viyolenseli sevmez ama şansına ilk o çıktı!dedi.
Öğretmen bir ara salondan ayrıldı. Öğretmenin ayrılmasından sonra salondaki piyanonun boş olduğunu gördüm, hemen oturdum. Mehmet Zeybek'in sırasıydı, rahatsız olduğunu söyleyip ayrılmış. Mehmet Yelaldı geldi, la sesi aldı, bu arada da bana göz kırptı:
– Sen aldırma, kendi işine bak;müzik sürekli çalışmak ister!deyip gitti. Pek anlamadım ama, gülümsedim. Ancak Mehmet Yelaldı'nın içinde kötülük olacağını düşünmedim. İlk geldiğimizden bu yana onun başkalarıyla fazla ilgilenmediğini, kemanıyla uğraştığını, oldukça iyi keman çaldığını saptamıştım. Bunları düşünerek önümdeki parçayı tekrar tekrar çaldım. Bir ara salon sessizleşti, arkama dönüp bakltığımda salonda salt Mehmet Yelaldı kalmıştı. Az durup dinledim, Mehmet Yelaldı Toselli Serenadı çalışıyor.
Kalktım yanına gittim. Parçayı çok sevdiğimi, akordiyonla çalıştığımı söyledim. Buna o da sevindi. Parçayı o da çok seviyormuş, geçen yıl ünlü bir kemancıdan dinlemiş, onu anlattı. Sözü uzatınca ben de Süheyla Öğretmenden dinlediğimi, öğretmenin şimdi konservatuvarda olduğunu anlattım. Konservatuvar, konser derken paydos kampanası çaldı. Salonu kapatıp kitaplığa gittik. Kitaplıkta Mehmet Yelaldı'yı bekleyen varmış, ayrıldık.
Kitaplıkta müzikle ilgili kitap aradım, bula bula bir küçük kitap buldum;Balkanlarda Musiki. Onu karıştırırken Şevki Aydın yanıma geldi. Kitabı görünce, “Elindeki kitabın yazarıyla yakında birlikte konser izleyeceksin. Mahmut Ragıp, Konservatuvarda öğretmen, hiç bir konseri de kaçırmaz!”dedi. Şevki Aydın'la uzun uzun konserler üstüne konuştuk. Öyle ki, şimdi gitsem kimseye sormadan konser salonuna, piyano ya da keman çalışma odalarına rahatça girebileceğim duygusuna kapıldım. Her odada da Süheyla Öğretmenle karşılaşacağımı ummaya başladım. Mehmet Yelaldı'dan Toselli Serenadı duymam, üstüne Mahmut Ragıp'ın kitabı derken Şevki Aydın'ın verdiği bilgiler beni yeniden Süheyla Öğretmenle karşı karşıya getirdi. Yarın konservatuvara gitsem karşımda olacakmış gibi bir yanıltıcı algılama içine düştüm. Bölüm Başkanımız bir ara:
-Kesin olmamakla birlikte bu son pazar iş çalışmanız olacak! deyince arkadaşlar “Artık konserlere gidecek miyiz ? ”sorusunu yönelttiler, Öztekin Öğretmen güldü. Beni çok konuşturup yormayın. Yorulursam sizinle yararlı çalışma yapamam. Şimdi ben “ Pazar!” dedim. Bilinmez belki yarın da “Cumartesi!”derim. Bir süre bakıştık. Öğretmen, beni gene küçük odaya(pianolu odaya) gönderdi. Abdullah'a bakarak:
– Maalesef seni gönderemiyorum, çünkü şimdi söyleyeceklerim keman üzerini, onları senin de dinlemeni istiyorum. Ne yapalım “Bir koltuğa iki karpuz sığdırma” denemesini yapmayı sen istedin!
Küçük odada Beringer metodunun başlarında atlaya atlaya Tarla Faresi 'ne dek çalarken Hüseyin Çakar gelmşti. Gülerek:
– Arkadaşım, sen beni hemen yakalayacağa benziyorsun. Üstelik ben bu parçaları atlayarak şimdiki yerime geldim. Örneğin bu parçayı hiç önemsememiştim. Küçük ama ne güzel melodisi var!
Biz konuşurken Abdullah geldiğinde de. Abdullah'ın piyano başına yeni oturduğunu öğrenen Hüseyin Çakar, Abdullah'a isterse yardımcı olabileceğini söylemesi ilginçti. . Abdullah buna çok sevindi ama ben bu işlerin, öyle söylendiği gibi kolay olmayacağına inanıyorum.
Öztwkin Öretmenin öylediği plak plak hazırlık yaptım. Bir ara Mehmet Öztekin Öğretmen yanıma gelerek, çalınmadık plakların uzunluklarını not ettirdi. O ölçülere göre bir saat sürecek plakları eşleştirerek bir liste hazırladım. Öztekin Öğretmenin söylediğine göre ilk liste uygulaması başalarılı olursa; sonrakileri daha rahat eşleştirip uygulayabilecekmişiz. Öztekin Öğretmen :
– lak dinleme saatinde parça seçmek için geçirilen zaman hem boşa gidiyor, hem de değişik kişilerin bireysel isteklerini dengeli bir ölçüde seçme zorluğuyla karşılaşıyoruz. Özel bir isteği olan arkadaşımız bunu gündüzden duyurursa, bunu doğal olarak yapacağız. Kuralımız, zoraki dinletme değil, isteğe bağlı;ancak topluluklarda çoğunluğa uyma gibi bir de toplumsal gelenek vardır. Biz bu geleneğe saygı duyarak bir çalışma yöntemi uygulayacağız!
Öğretmen arkadaşlarla konuşurken ben de bu sıralamayı yaptım.
1. Liste: 1. Johan Sebastiyan Bach. Si Minör Süit no:1 3 plak
2. Jozef Haydn. Saat Senfonisi. 4 plak
3. Luigi Boccherini. Çello Konçertosu 3 plak
2. liste : 1. Wolfgang Amadeus Mozart. Jübiter Senfon. (No 41) 4 plak
2. Felix Mendelssohn. Bir Yaz Gecesi (Üvertür) 2 plak
3. Johannes Brahms. La Major Sonat. 2 plak
4. Edvard Grieg. Peer Gynt Süit No 1 2 plak
3. Liste: 1. Ludwig van Beethoven. Keman Konsertosu 5 plak
2. Modes Peter Mussorgsky Bir Sergiden Tablolar 4 plak
3. Bela Bartok Romen Dansları 1 plak
4. Liste: 1. Jozef Haydn Kuartet no:77 4 plak
2. Wolfgang Amadeus Mozart Re Majör Serenad 2 plak
3. Frederig Chopin Scherzo no:1-2-3-4- 4 plak
5. Liste: 1. Johannes Brahms 1. Senfoni 5 plak
2. Johan Sebastiyan Bach Si Minör Süit No. 2 3 plak
3. Serge Prokofieff Leutment Kije Süit 3 plak
6. Liste : 1. Peter Tchaikovsky Senfoni 4. Senfoni 5 plak
2. Felix Mendelssohn Keman konserosu no. 1 3 plak
3. Ludwig van Beethoven Leonora Üvertürü 2 plak
7. Liste: 1. Rimsky Korsakov Schehrazat 5 plak
2. Wolfgang Amadeus Mozart Klarnet Konçertosu 4 plak
3. Carl Maria von Weber Freischüts üvertürü 1 plak
8. Liste: 1. Johan Sebastiyan Bach Vedding Kantat 3 plak
2. İgor Strawinsky La Sacra Printamps 5 plak
3. Robert Schumann Buterflei 2 plak
9. Liste 1. Sergej Rachmaninoff Do Minör Konserto 5 plak
2. Edvard Grieg Peer Gynt süit no: 2 2 plak
3. Georges Bizet L'arlesiene süit 3 plak
10. Liste 1. Anton Dvorak Si Minör Konserto 5 plak
2. Cesar Franck La major Sonat 4 plak
3. Niccola Paganini Caprice(Kapris) 1 plak
-------------------------- ---------------------- ------------
20 Besteci 30
20 Besteci ile 30 yapıtı tanıtacak listeyi Mehmet Öztekin Öğretmen çok beğendi:
-Tam istediğim gibi olmuş, biz bu listedeki bestecilerle onların eserlerini tanıdıkça müzik bilgimiz gibi dinleme alışkanlığımızda gelişecektir. Özellikle konserlere gitme başlayınca başka eserler de dinleyerek dağarımızı genişleteceğiz.
Öğretmen daha sonra konserlere gitmeye başlayınca zaten hepimizin dinlenen eserleri not etmek zorunda olacağımızı, konserlerden önce Faik Canselen Öğretmenin o gün çalınacak eserler hakkında bize açıklama yapacağını, o konserlerde zaman zaman bu bizim listemizdeki eserlerin de olabileceğini, böylece bu tekrarların bizim işimizi kolaylaştıracağını sözlerine ekledi. Öğrermen ayrıca hazırlanacak öteki listelerde, buradaki özellikle senfonilerle konsertoların tekrarlanabileceğini, yanlarına da tek plak olan kısalarını eklenmesini istedi. Bir de örnek verdi.
Söz gelimi Johannes Brahms'ın 4. Senfonisi yanına, Beethoven'in Coriolanus, Rimsky Kortschakov'un(Korçakof) Rusland üvertürü gibi. . .
Akşam için sabırsızlanan arkadaşlar vardı. Kızılçullulu arkadaşlarda bu çok belli oluyordu. Özellikle Nihat Şengül'le Kamil Yıldırım sık sık yakın arkadaşlarına göz-kaş ediyordu. Öğretmen onları mı gördü yoksa onun da bu konuda bir bildiğimi vardı;ellerini şaplatarak:
– Bu günlük bu kadar, sizin bugün önemli bir işiniz olacak;onu, yüzünüze gözünüze bulaştırmadan sonuçlandırın!deyip akşam yemeğinden sonraya dek serbest bıraktı. Kızıçullulular hemen gitti. Çiftelerli arkadaşlardan Muttalip Çardak, Yusuf Demirçin, Mehmet Ünver, Talip Apaydın bir köşeye çekilip aralarında fısıldaştılar. Ayrılırken de bize(Abdullah'la ikimize) sordular:
– Siz kalıyor musunuz? Elimdeki listeyi gösterdim:
– Öğretmene bir an önce vermek istiyorum, geriye bırakırsam unutabilirim!Oysa benim esas amacım listeyi Abdullah'a güzel yazısıyla yazdırmaktı. Abdullah'la bir süre kaldık. Biz işimizi bitirip çıkmak üzereyken Hüseyin Çakar geldi. Çakar, Abdullah'a çalışıp çalışmadığını sordu. Çakar bizi yalnız görünce, hep böyle yalnız olduğumuzu düşünmüş;Abdullah'a takıldı:
– Olmaz dostum, piyano çok nankördür, sen ona uzak durursan o sana hiç yaklaşmaz!Durumu açıkladık. Hüseyin Çakar'ın staş süresi bugün bitmiş, ona sevindiğini söyledi. Stajda yaptıklarını anlattı. Hüseyin Çakar'ın gelmesi iyi oldu;konuşarak yemek vaktini doldurduk.
İyi etmişiz, birileri ağız dalaşı yapmış, birileri, birilerini suçlamış. Yemekte bunları dinledik.
Duyuru yapıldı:
– Paydos zili çalınca Kitaplık salonunda toplanılacak, Okul Müdürünün konuşmasından sonra Öğrenci Başkanı seçimi yapılacak. Tüm arkadaşların bulunması önemle duyurulur. ”
Toplantı saati yaklaşınca yer tutmak için kitaplığa gittik. Sigara tiryakilerinin ağırdan alması nedeniyle yer bulma kolay oldu. Okul Müdürü geldiğini duyurmak için yüksek sesle öksürdü. (Bu, onun taktiğiymiş)Ondan önce Eğitimbaşı Tahsin Türkay gelmişti, Müdür Bey kapıdan girince dikkat çekti. Tiryakilerden bir bölümü bundan sonra geldi. Son girenler ayakta kalınca Müdür Bey onlara takıldı:
– Siz, ayakta mı kaldınız? 2. Sınıftan Musa Çınar, Müdür Beye karşılık olarak:
– Bu salon bize küçük geliyor! dedi. Müdür Bey gülümseyerek:
– Evet Musa, biz de bunun için kendi binamızı bir an önce bitirmeye çalışıyoruz. İnşallah, elbirliğiyle bunu da yakın zamanda başaracağız!
Yakınımdaki masada konuşanlar oldu:
– Ne yaptın be Musa Çınar, adam şimdi en az on beş gün dersleri geri atıp bizi inşatta çalıştıracak!
Gerçekten Müdür Bey, kış tam basmadan, binanın dış kısmının bitmesi gerektiğini anlattı. Genel Müdür buna çok önem veriyormuş. Özellikle 2. sınıflardan bu fedakarlığı bekliyormuş. Yakın zamanda kendisi de gelip bu konuda konuşacakmış. Şimdilik herkesin gözlerinden öpüyormuş. İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç'un bir başka önem verdiği olay da Yüksek Köy Enstitüsünde demokratik kurallar içinde bir öğrenci birliği kurmasıymış. Bu nedenle bu gece yapılacak başkanlık seçiminin kardeşlik duyguları içinde bize yakışır bir şekilde yapılmasıymış. Müdür Bey bundan sonra tanıdığı kimi öğrencilere sorular sordu. Bu arada kitaplık dolaplarından birine bir kara tahta getirildi. Uzun boylu öğrencilerden biri(Süleyman Alkan) tahta başına geçti. Müdür Bey kısaca Öğrenci Başkan ının okul yönetimiyle ilişkisini anlattı. Onun anlattığına göre bu işi yapmak oldukça zordu. Ya da Müdür Bey yorgunu yokuşa sürdü. Aday istenince önce kimseden ses çıkmadı. Çiftelerli 2. sınıflardan Rahim Ünüvar, Kızılçullu grubundan Süleyman Adıyaman'ı aday gösterdi. Süleyman Adıyaman, sağlık durumunu öne sürüp adını sildirdi. Kalabalık bir grup:
– Hüseyin Atmaca!deyince alkışlayanlar oldu. Müdür Bey, olayı çok doğal bulmuş olacak Hüsyin Atmaca'ya sordu:
– Atmaca, sen bu işe ne diyorsun? Hüseyin Atmaca çok rahat olarak:
– Arkadaşların isteğine karşı olamam, seçerlerse onlara karşı mahcup olmamak için elimden geleni yapar, seçtiklerine onları pişman ettirmem!dedi. Müdür Bey sanırım durumdan çok hoşnuttu. Bir süre sessizce gülümseyerek durdu. Parmağıyla burnunu kaşır gibi yaptı. Yusuf Asıl hemen yanımdaydı, eğilip kulağıma:
– Adama bak parmağıyla burnunu ölçüyor, burnu parmağından uzun!dedi. Aramızda buna oldukça güldük. Eğitimbaşı Müdür Beye birşeyler söyledi. Müdür Bey Hüseyin Atmaca'yı seçenler el kaldırsın! Deyince salondakilerin büyük bir bölümü el kaldırdı. İş bitmiş gibiydi, birileri bir başka öneride bulundu:
– Konuşmalar bitmişse “Evet!” oyu kullananlar, tahtaya adını çizdirip çıksın!Müdür Bey gülerek:
– Buna “Malumu ilam!” ya da “ilan” derler ama olabilir! dedikten sonra Süleyman Alkan'a işaret etti. Kapı yanından başlamak üzere adını söyleyerek çizdirenler dışarı çıktı. Çizgi sayısı 80 olunca Müdür Bey güldü:
– 120 küsur oy kullanacak olanın 80'i “Evet” dediğine göre bu iş bitmiştir, hayırlı olsun!dedikten sonra Hüseyin Atmaca'ya başarılar diledi, hepimize teşekkür ederek ayrıldı.
Müdür Bey gidince, seçimden çok Musa Çınar'ın konuşması eleştirildi:
– Bundan sonraki inşaat çalışmaları senin yüzünden olacak!Musa Çınar şaşırdı:
– Yahu, ne söylüyorsunuz siz? Adam kararını vermişse daha önce vermiştir. Koskoca bir değil iki okulun müdürlüğünü yapan Hürrem Arman, benim sözümle iş yapar mı? Musa de dese kar etmedi, sözler arka arkaya sıralandı. Bizim gruptan karışanlar olmadı. Ancak Hasan Üner yavaşça:
– Havlamasını bilmeyen . . . . . sürüye kurt getirirmiş!Yakınındaki bizim Kepirli arkadaşlar, Hasan'ın ağzını kapattılar:
– Bu söz, senin için de geçerli. Duyulursa Çiftelerliler öfkelerini bizden almaya kalkarlar. Çünkü onlar bu gece büyük bir yenilgiye uğradılar. Kendi arkadaşları Musa Çınar'a çatmaları bundan. Dikkat edilirse Musa Çınar'a Kızılçullulardan kimse bir söz söylemedi. Nedense Hasan, söylediği sözün anlamını bilmiyormuşçasına sordu:
– Bu söz neden benim için de geçerliymiş? Soruyu yanıtlamak bana düştü:
– Sen istediğin kadar yerinde konuştuğunu san. O senin yerinde konuştuğunu sandığın sözden sonra gelecek olumlu olumsuz karşılıklar ortak olur. Bu nedenle ortak olanlardan birisi pekala sana dönerek:
– Durup dururken bizi de tartışmanıza kattın, buna hakkın yoktu. Sözlerini daha dikkatli seçseydin durum bu denli yaygınlaşmazdı. Atalarımız ne demişler? diyerek senin söylediğin o söz, sana karşı söylenecekti.
Yemekten sonra programlı müzik dinlemeye geçmek üzere salonda toplandık. Bölüm Başkanımız gelince benden listeyi istedi. Listeye bakarak:
– Her gün için 10 plak. Bunu aynen uygulamak zorunda değiliz. Amacımız, rastgele, o olsun, bu olsun çekişmelerini önlemek için böyle bir yöntem düşündük. Aynı zamanda elimizdeki plakları da bu yolla öğrenmiş oluruz. Ayrıca Armoni Öğretmenimiz Faik Canselen listeyi görürse konserlerde dinleyeceğimiz eserler arasında ilişki kurup açıklamalar yapar, böylece eserlerle bestecileri de yavaş yavaş tanımış oluruz. Öğretmen daha sonra liste başındaki besteci Johann Sebastian Bach için açıklamada bulundu.
Öztekin Öğretmen kısaca:
– Biz, bestecilerden çok besteleriyle ilgileneceğiz. Ancak beste ile bestecisi kolay ayrılamayan iki öge olduğu için istemesek de besteciyi öğreneceğiz. Ancak bizim öğreneceklerimiz, bestecinin öteki besteciler arasındaki durumu, ilişkisi, müzik sanatına katkısı açısından olacaktır. Besteci yaşamlarını fazla önemsemesek de yaşadığı çağla ilişkisini öğrenmek zorundayız. Her besteci, yaşadığı çağın Müzik akımı ya da akımları etkisinde kalmıştır. Biz bu akımları incelerken ister istemez akım işçinde etkili olmuş bestecilerle, o akım içindeki ürünleriyle sık sık karşılaşacağız. Bu nedenle biz zorunlu olarak önemli bestecileri tanıyacağız, bunları ileride öğrencilerimize de tanıtacağız. Ancak tüm bu bilgiler, genel tarihte olduğu gibi kesin bir tarihle zinciri ezberle şeklince olmayacaktır. Eserlerini çaldığımız ya da dinlediğimiz tüm bestecileri tanımamız olası değildir. Buna gerek de yoktur. Ancak yaşadığı çağın müzik alanında üst düzeyine çıkmış olanları tanıyacağız. Bunları, genel tarihin önemli olaylarıyla karşılaştırarak bellemeye çalışacağız. Örneğin bugünkü konumuz olan Johann Sebastiyan Bach 1684 yılında doğmuştur. Bunu kolayca bir tarih olayına bağlayıp belleğimize yerleştirebiliriz!Öğretmen az durduktan sonra; kendi kendine konuşarak:
– Durun bakalım, şimdi;önce kendimizi sınayalım sonra da bir örnek vermiş olalım!dedikten sonra yüzlerimize baktı. Öğretmenin söylediğini anladım, gerçekten 1684'e en yakın, özellikle bizim için hiç unutulmayacak olay; 1683 2. Viyana Bozgunu. Gene de sustum. Olayı yanlış anlayıp anlamadığımı düşünürken Ekrem Bilgin arkadaş parmak kaldırdı. Öğretmen, Ekrem'e söz vermeden:
– Bakın, bu yöntem, sanıldığı kadar zor değilmiş!dedikten sonra Ekrem Bilgin'e söz verdi. Ekrem Bilgin, “1683 2. Viyana bozgunu, Baltacı Mehmet Paşanın savaşı kaybettiği yıl!”dedi. Öztekin Öğretmen sanırım dalgınlık etti, gülümseyerek:
– Deyil mi ya, bizim en acıklı sonla biten savaşlarımız! deyince parmak kaldırdım. Öztekin Öğretmen birden:
– Ne o, yanlış mı söyledik yoksa? deyince ben:
– Olay yanlışı yok öğretmenim, sadece başkomutan Merzifonlu Karamustafa olacaktı!d edim.
Bu kez de öğretmen hayretle:
– Arkadaşınız ne demişti? diye sordu. Arkadaşların çoğu:
– Baltacı Mehmet Paşa! deyince Öztekin Öğretmen bu kez:
– Bakın benim demin söylediğime kendiliğinden bir örnek çıktı. Tarih, bu hatayı kabul etmez. Oysa biz burada tarih okumuyoruz. Tarihte olmuş olayların olduğu zamanda bizi ilgilendiren Müzik olaylarının saptamaya çalışıyoruz. Burada önemli Johan Sebastiyan Bach'ın 2. Viyan' a Kuşatmamız sıralarında doğmuş olmasıdır. Böylece Büyük besteci Johan Sebastiyan Bach'ın yaşadığı dönemi ortalama olarak bilmiş oluruz. Bir insan yaşamının uzunluğu yuvarlak olarak 50-60 yıldır. Öyleyse Johan Sebastiyan Bach, 1680-1750 yılları arasında dinleyeceğimiz eserlerini bestelemiştir!
Öztekin Öğretmen bundan sonra da Bach Ailesi üstüne konuştu:
– Bach Ailesi Müzik tarihimnde önemli bir yer tutar. Söylendiğine göre tam iki yüz yıl, aralıksız ünlü besteciler yetiştirmiş. Johan Sebastiyan Bach bu iki yüz yılın ortasında doğmuş, ancak ailenin en çok beste yapanı olduğu gibi en ünlüsü de sayılmaktadır. Bu nedenle Bach Ailesinin çok ünlenmiş 20 kadar Besteci Bach arasında da Büyük Bach olarak anılır. 1100 bestesi olduğu bilinmektedir. Öztekin Öğretmen gülerek:
– Bunlar öyle, şarkı-türkü ya da marş falan değil her biri saatlarca süren büyük bestelerdir. İçleri nde dört gece sürenleri olduğu da söylenmektedir. Bizim plaklar arasındaki 17 plak olan Messe ya da Kantat türü iki yüz bestesi olduğu söylenmektedir. Arkadaşlar hayretle bakıştılar. Orhan Doğan hesap çıkarıp yüksek sesle söyledi:
– 3400 plak. Her gece aralıksız dinlense 340 gün eder! “Tümünü hesapla!”diyenler doldu. Bu kez Mehmet Öztekin Öğretmen:
– Hepsi kantat değil! (Hazırladığımız süiti göstererek) Bakın, bu üç plak. Ancak bu başlı başına bir beste değil, dört bölümlü bir eserin bir bölümü olmasına karşın ayrı ayrı da çalınıp dinlenebilir. Biz öyle yapacağız. Değişik zamanlarda çalarak Johan Sebastiyan Bach müzik özelliklerini saptamaya çalışaceğız!
Öğretmen işaret edince plağı koydum.
Öğretmenin anlattıklarının etkisiyle olacak, arkadaşlar dikkatle dinlediler. Öğretmen :
– Bu gece çok konuştuk, bu nedenle öteki plaklara geçelim, aynı bestecilerin başka eserleri de var, o zaman gene konuşuruz!deyip aralıksız dinlememizi söyledi. Jozef Haydn'dan daha önce çalmıştık. Luigi Boccerini için değil de viyolonsel için kısa bir açıklama yaptı. Gülerek dört kardeşin ikinci büyüğü diyebilirsiniz! dedikten sonra 2. sınıflara dönerek:
– Kemancılar bu kardeşleri bilirler!deyince Mehmet Yelaldı öncelik kaparak sıraladı; “Kontrabas, Viyolonsen=Çello, Viyola-Viyolin”deyince Muttalip Çardaksordu:
– Hani keman nerede? Gülenler oldu. Muttalip ise ben bunları biliyorum, benim sorumu, bana gülenler anlamadı. Şimdi de onlara ben güleceğim. Arkadaş, viyolonselin öteki adını “ Çello!”diye ekledi. İkinci adlar eklenecekse hepsinde eklenmeli! Viyolonsel= çello olduğu gibi viyolin=keman denmesi gerekirdi. Öztekin Öğretmen güldü, saatine baktı. Elini kaldırın- ca iğneyi indirdim.
Viyolensel konçertosu yat kampanasından sonra bitti. Sessizce yatakhaneyi boyladık. Bizim sessiz olmamıza karşın yatakhanede yüksek sesle konuşanlar vardı. Abdullah Ön konuştu:
– Lütfen susalım, uyuyanlar var, onlara saygısızlık etmeyelim. Abdullah Ön'e yanıt veren oldu:
– Onlar uyumuş, sen uyanık olarak onları temsil edemezsin. Abdullah Ön bu kez:
– Ben uyanıkım ama güzel güzel müzikler dinledim , kulaklarımda hala güzel melodiler var, onlarla uyumak istiyorum;anladın mı? İstersen arkasını da söyleyeyim! “Söyleme!”sesleri geldi. Az sonra birisi:
– Anırmayın! diyecekti !Uzun bir sussssssss! Çekildi.
İçimden güldüm ;birisi öyle bir “Sus!” dedi ki, besbelli bu sus, sabaha dek sürecek;hiç değilse benim için. . . .
Yatınca bir süre düşündüm;Yüksek Bölümün ilk günleri de tıpkı bizim Edirne-Karaağaç Köy Öğretmen Okulundaki ilk günlerimiz gibi. Oldukça belirsizlik var. Kimi kez umutsuzlaşıyorum; kimi kez de sıkıntılarımın gelip geçici olacağını, Ankara'nın tüm yüksek okullarından gelen öğretmenlerin bize yararlı olacağından umutlanıp olumsuz düşünmemi kınıyorum. Bu akşamki seçimi düşündüm. Başka türlü yapılamaz mıydı? Bizim Kepirtepe'deki kooperatif seçimimiz bile bundan daha düzgün daha güven vericiydi. Yedişer kişilik iki grup aday gösterilmişti. Tahtaya çiziciler bile çoğunluğun oyuyla seçilmişti. Fikret Madaralı Öğretmen ayakta, dikkatle oy verenleri izlemişti. Oysa bu akşamki çoğunluk, önceden verilen kararı uygulamaya koyarak kendi adayını onaylattı. Gerçi nasıl seçim yapılırsa yapılsın Hüseyin Atmaca seçilecekti ama, seçim biçimi, bence gerçek seçim biçimi olmadı. Sanki Okul Müdürü Hürrem Arman da Hüseyin Atmaca'yı seçtirmek için gelmiş izlenimini verdi.
Herkesin dilinde seçim. Benim ranzanın yanından geçerken bir grup durdu. Bizim bölümdeki Abdullah Ön konuştu:
– Ben, rahatıma düşkün bir insanım, ne işim var başkanlıkta benim. Sabahları 2 dakika daha fazla yatmayı yeğlerim. Başkan olan Hüseyin arkadaş benim gibi düşünmüyor. Severek yapacağına inanıyorum! dedi. Çiftelerlilerdenden duyduğum en gerçekçi söz bu oldu. Abdullah Ön, bir kez daha bende olumlu etki bıraktı. Daha iyimser bir duyarlık içinde uyudum.
15 Kasım 1943 Pazartesi
Kampana sesiyle uyandım. Üst katta yatan Kadir eğilip baktı:
-Uyandın mı ağabey? deyip yanıma indi. Kadir, sanırım fazla düşünmeden bizim bölümü seçti. Çün kü, Kepirtepe'de müzik etkinliklerine hiç katılmadığı gibi resim çalışmalarında da kaytarıyordu. Hele oyunlara bakışı, şimdi girdiği bölümün amacına 180 derece ters düşüyordu. Böyleyken geldi bu bölüme girdi. Abdullah Erçetin, oldukça güzel mandolin çalıyor. Olağanüstü bir müzik kulağı var. Böyleyken keman çalışmalarında zorlanacağını söylerken Kadir:
-Ne var yani, insan çalışınca her zorluğu yener! diyordu. Dünkü çalışmalarda azıcık sıkışınca bu sabah yakınmaya başladı. Ben, dinledim ama bir yorum yapmadım. Onun iyi arkadaşı Hüseyin Orhan dayanamadı:
-Yol yakınken dön, arkadaşım. Bu ay sonuna dek Bölüm değiştirme hakkımız var! deyince Kadir bu kez direterek:
-Ne olursa olsun, anasını sattığım, “Ölürüm de dönmem geri!” dedi. Bu kez de ben:
-Buna sevindim; hadi öyleyse ben de düşüncemi söyleyeyim, “Bundan sonra senin sızlanmalarını kesinlikle dinlemeyeceğim!
Halil Basutçu görmüş, geldi:
-Bu Kepirliler gene ne fiskos ediyorlar? dedi.
Birlikte, önce kitaplığa, oradan da kahvaltıya gittik.
Kahvaltıda, Yüksek Bölüm Öğrencilerinin tümü pazar günü çalışacak. Daha önceki duyurularda 2. sınıfların cumartesi-pazar günleri çalışacağı duyurulmuşltu. Ben buna sevindim:
-Öyleyse bugün biz kendi bölümüzde çalışacağız!dedim. Olur-olmaz tartışması çıktı. Konuşulanlara aldırmadan kahvaltıdan kalkınca doğrudan bizim bölüme gittim. Az sonra Bölüm Başkanı geldi, gülerek:
-Bu okullarda biraz yırtık olacaksın, yoksa hakkını gaspediverirler!dedi. Önce anlamadım , duraksadım. Öğretmen bu kez de:
-Nerde arkadaşların, sen kahvaltıya gitmedin mi ? Bu sıra arkadaşlardan gelen oldu. Yapılan duyuru nedeniyle işe gidenler olduğu anlaşıldı. Öztekin Öğretmen bir süre söylendi:
-Bu ne perhis, bu ne lahana turşusu!Be birader, ben, siz bu işe uyum sağlayasınız diye izin koparmak için ter döküyorum;siz gönüllü olarak sizin olmayan işler arkasından gidiyorsunuz!deyince Muttalip Çardak:
-Yanlış anladık öğretmenim, gönüllü gitmiş değiliz! deyince Bölüm Başkanı beni göstererek:
-Bu arkadaş, ben geldiğimde buradaydı. Demek ki o, söyleneni doğru anlamış. Ne demek istediğimi şimdi anladın mı Muttalip Çardak? dedi. Bölüm Başkanı daha önce söylediğini tekrarladı:
-Ben size dün:
-Son pazar inşaat çalışmasını yaptınız, demiştim. Siz bundan bir anlam çıkarmadınız mı? diye sorduktan sonra gülerek:
-Yüksek öğrenim görmeye kalkışan gençler; “Leb demeden leblebi”yi anlamak zorundadır. Yoksa Treni -daha baştan- kaçırırlar. Haydi bakalım, şimdi kemanlara sarılalım!
Arkadaşlar, keman kutularına koştular. Ben , hazırladığımız plak listesini, öğretmene gösterdim. Öğretmen alıp baktıktan sonra:
-Bunu sen bana akşam verirsin İyi olur;bu arada arkadaşlarına birkaç söz söylememe vesile olur!dedi.
Öğretmen daha önce Hüseyin Çakar'dan bir piyano çalışma programı istemiş. Çakar elinde bir kağıtla geldi, Kağıtta dört ad vardı. Çakar, ben, Abdullah, Mehmet Zeybek. Hüseyin Çakar öğretmenden özür diledi:
– Öğretmenim ben bu bölüşme işini iyi yapamayacağımı anladım. Arkadaşlardan belki kendi istekleriyle iki ikiye ayrılmak isterler. Bunu siz yapsanız daha iyi olur! Bölüm Başı Çakarın dediğini iyi karşıladı. Ancak gülümseyerek:
– Topu bana atıyorsun öyle mi? diye sorduktan sonra benden bir kağıt istedi. Verdiğim kağıdı dört parçaya bölüp, her parçaya birşeyler yazdıktan sonra masanın üstüne ters kapatarak dördümüze de birer tane almamızı söyledi. Önce Mehmet Zeybek arkasından Abdullah, omndan sonra da ben aldım. Hüseyin Çakar:
– Ben kısmetime razıyım, arkadaşlar rashat olsunlar diyerek kağıdı aldı. Mehmet Zeybek biraz buruk bir sesle “Siyah Piyano!”dedi. Öğretmen Abdullah'a bakınca Abdullah da, “Siyah Piyano!” deyince, Bölüm Başkanı:
– İşte bu kadar, herkes kendi şansına çıkana razı olacaktır;olmalıdır da. dedikten sonra Hüseyin Çakarla benim kağıtları alıp arkadaşlara gösterdi. Böyle bir bölüşme olmasına karşın piyanoları hepten sahiplenme yok. Zaman zaman(Günlük çalışma çizelgeleri dışında) boş duran piyanoda çalışmak hepimizin hakkı olduğunu tekrarladı. Piyanolar arasında bir fark olmadığını, ancak siyah piyanonun küçük odada olması nedeniyle soğuk günlerde soba yakmak çok kez çalışanlara bakmaktadır. salondaki piyanoda bu sorun olmamakla birlikte onun da başka açıdan önemli bir olumsuz yanı var. Görüyorsunuz tak çalışma yerimiz bu salon. Buradaki piyanoda çalışacaklar, genellikle kulaklarını tıkamak zorundalar. Çünkü aynı salonda sürekli keman çalışması da olacaktır. Binamızın alt katında küçük çalışma odalarının yapımı için söz almış bulunuyoruz. Ancak bu işler öyle çabuk olmuyor. Sanırım bu yılı böyle geçireceğiz. Öğretmen daha sonra günlük çalışma zamanının sınırlı olduğunu ikişerli bölüşmeyi kendimiz yapmamız gerektiğini, ancak kendisinin de zaman zaman ilgileneceğini, bu nedenle bir listenin kendisine verilmesini istedi. Hüseyin Çakar:
– Geçen yılki deneyimlerine dayanarak bu listenin öteki Kültür Derslerinin belirlenmesinden sonra yapılması, (1. 2. sınıf derslerinin birleşik olanları var, onlar dikkate alınması)daha gerçekçi bir zaman bölüşmesi sağlanmış olur! dedi. Öztekin Öğretmen bu kez de:
– Öylerse kendiniz günlük anlaşmalarla çalışmalarınıza başlayın. Zaten, önümüzdeki iki gün için geçerli olacak. Salı günü piyano öğretmeni gelince bu konuyu o, kendi çalışma programına göre gözden geçirecektir. Öğretmen kemancılara dönüncebiz de piyanolarımıza dağıldık. Hüseyin Çakar, yaz tatili boyunca burada(Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde) kalmasına karşın dilediği gibi çalışamamasından söz etti. Bu arada bize düşen piyanonun sesinin ötekine göre dasha yumuşak olduğunu anlattı. Gülerek:
– Her şeye karşın bugün şansımız bize güldü!dedi.
Daha önce kısa da olsa üstünde durduğumuz Beringer metodunu açarak, kimi parçaları çaldı. Lehrer-Schuler parçalarını birlikte çalışmamızı önerdi. Hem konuştuk hem de bazı parçaları tekrarladık. Hüseyin Çakar'ın ilgisini benim ellerim çok çekmiş besbelli geçen gün söylediğini gene söyledi:
– Senin ellerin piyano çalmaya çok elverişli, sen çalışırsan kuşkusuz çok başarılı olursun! Bizim birlikte çalıştığımızı gören Bölüm Başkanı geldi:
– Sizi şimdiden kutlarım, müzik çalışmaları birlikte yürütülürse daha kazançlı çıkılır. Sanatçılar için “Kıskanç olurlar!”d erler. Siz sanatçı değil öğretmen olacaksınız. Kıskançlığa yer verilmeyen bir meslek varsa o da öğretmenliktir. Kıskanç öğretmen öğrencisine bilgi verebilir mi? diye sorduktan sonra bize başarılar diledi. Öğretmen ayrılınca ben de Hüseyin Çakar'ı rahat bıraktım. Yemekten sonra ilk iki saat ben çalışacağım. Çakar, kendisine ayrılan zamanı tam olarak dolduramayacağını, bu nedenle benim çalışma saatlerimin zaman zaman uzayacağını söyledi. Bunun nedenini pek anlayamadım ama gene de sevindim. Ben akşam için plak, iğne hazırlığı yaparken paydos kampanası çaldı.
Öğle yemeğinde arka masalarda Hasanoğlan Köy Enstitüsü kurulmadan önce buralarda neler olduğu konuşuluyordu. Bizim masadan arkadaşlar söze karıştılar:
– Hasanoğlan'a ilk Kepirtepe Köy Enstitüsü'nün geldiğini, öteki ekiplerin ilk üçünün bizden dört ay sonra geldiğini anımsattılar. Bu kez de ben:
– Sili Usta ile bu binaların kurulacağı kırlığı ilk dolaşanlardan biri de bendim. Köylüler o zaman buralara Hamurbasan kırı diyordu. Binaları yapmaya başlayınca bu kez de Enüstü Mektebi demeye başladılar. Daha sonra Hamurbasan unutuldu doğrudan Enstü, Enüstü gibi değişik söylemler başladı. Hamurbasan sözünü duymadığını söyleyen Kepirli arkadaş çıktı. Söz buraya dönüşünce ben açıkladım:
– Bunu o zaman duyunca ben bizim köydeki bir yöre adıyla karşılaştırdım. Bizim köyün de bir yöresinin adı Arışbasan'dır. Bu kez”Arış” sözüne takılanlar oldu. Önce arışı tanıttım. Arış:
–Çift hayvan koşmalarda, iki hayvanın arasına bir ağaçtan yapılmış ayırıcı konur. Bu ayırıcı arkadaki arabayı çektiği gibi arabanın doğru gitmesine de yardımcı olur. Atlı arabalarda bunu ok'da denir. Oklar yuvarlak olur;belki de onun için ok denmiştir. Öküz ya da manda arabalarında genellikle dört köşe, dik dörtgen kesitli olduğu gibi arabaya takılan uç çataldır. Çatal ucun arabayı daha sağlam tuttuğu söylenir.
Daha ilkokula giderken köydeki yöre adlarını sorar, niçin öyle dendiğini öğrenmeye çalışırdım. Örneğin Kanlı Geçit, ilk ilgimi çekmişti. Öğrendim ki, orası şimdi de büyük bir orman geçiti. Eskiden daha büyük bir ormanmış. O zamanlar birileri pusu kurar gelip geçenleri soyarmış. Karşı konulduğunda da silahlar çekilip canlara kıyılırmış. Bu nedenle o yorenin adı Kanlı Geçit olmuş. Bir başka yöre de Harman Gölü'dür. Gerçekten orada kışları büyük bir göl oluşur. Göl su dolduğunda, büyük bir düzgün daire oluşturur. Düzgün daireyi köyler Harmana benzettikleri için adı “ Harman gibi!” anlamında Harman Gölü olmuş. Bir başka yöre de Saya Dere'dir. Saya bizin taraflarda koyunların geceleri korunduğu yerlere denir. Koyunlarını köy dışında tutan köylülerin , köyün batı yönündeki dereye özel sürü barındırmaları yapmışlardır. Köyün kuruluşundan bu yana uygulanan bu olay, dereye bu adın yakıştırılmasına neden olmuştur. Saya Dere. Bir de Paşa Ağılı vardır. Bu da ilginçtir. Ağıl, şimdilerde köyde, çevresi çitle ya da kerpiç duvarla kapatılmış alanlara denir. Örneğin bizim evin ardındaki ağıl 6 dönümdür. Bu yer, karaçalı denilen dikenli, koruyucu çitle çevrilidir. Uzun yıllar pekiştirilerek yığılan dikenli çiti geçmek olanaksızdır. Oysa Paşa Ağıl'nda çit falan yoktur. Şimdi yoktur ama bir zaman varmış. Sık sık anlatıldığı gibi bizim köyün, köy kurulmadan önceki sahibi padişah 2. Abdülhamit'miş. Padişah, işlerini güvendiği adamlarıyla yönetiyormuş. İşte bizim köyün topraklarını yöneten padişahın adamı, büyük
Emlak Şahane içinden bir yer ayırmış. Böylece hem padişahın işlerini yürütüyor hem de kendisi yararlanıyormuş. Ancak kendi yerini çitle çevirtmiş. Köyü kurmak üzere ilk gelenler, bu ağılı görmüşler. Sahibi ise Kırklareli'de oturuyormuş. Gerçekte Kırklareli halkından biri olmasına karşın köylüler ona Paşa demişler. Padişah 2. Abdülhamit düşürüldükten sonra köylüler, padişahın çiftliği gibi onun da toprağına el koymuşlar. Ancak o yörenin ayrımı için Paşa Ağılı adı sürmüş gitmiş.
Beni dinleyenler arasında bulunan Yusuf Asıl gülerek:
– Çok uzattın, söyleyeceksen Hamurbasan'ı söyle' diye uyardı. Hamurbasan, sözünü ben okul kurulmadan önce Sili Usta ile arazi ölçümleri sırasında duymuştum. Sili Usta, (O zaman arkadaşlar öyle diyordu) Seyyar fotoğrak makinesini bana taşıtıyordu. Hamurbasan sözünü ben o zaman, kendi köyümdeki Arışbasan sözünden etkilenerek buraya da Hamutbasan, demiştim. Öyle ya, bizim köyde arış basılırsa burada da hamut basılmış olamaz mı. Daha sonra bir gün Hidayet Öğretmenle konuşurken bunu söyledim. Hidayet Öğretmen ilgiyle izledikten sonra bana:
– Güzel düşünüyorsun İbrahim ama bu doğru olamaz. Biliyorsun hamut araba çeken atlar için kotarılmış bir araç. Oysa buradaki insanlar, atlarını demeye dilim varmıyor, beygirlerine bile eğersiz biniyorlar. Bugün olmayan şey, onların geçmişinde nasıl olur?
Hidayet Öğretmenin bu uyarısından sonra ben de Hamurbasan sözünü, Hasanoğlan'a ilk geldiğimizde yediğimiz o elle inceltilmiş yufkalara yormuş, belki de o işi iyi yapan biri için verilmiş bir ad!deyip geçmiştim.
İşbaşı kampanası çalınca arkadaşlar şakalaşarak kalktılar. Topluca bizim bölüme geçeceklermiş. Yusuf'a çıkışır gibi:
– Geldin mi şimdi dediğime? Ben sana kaç kez mandolin hazırladım. Sen, “Bugün-yarın!diyerek savuşturdun. Yusuf, söz altında kalmak istemedi:
– Yok arkadaş, ben geçersem, şu inşaat işi için geçeceğim. Değişme hakkımızın son günü akşamüstü gene bölümüme döneceğim. Bizim amacımız sizi de işe getirtmek olacak. Öteki bölümlerde kimse kalmayınca ister istemez sizi de işe alacaklar. Hasan Üner, Yusuf'un kolundan çekerek:
– Haydi dostum, lafla peynir gemisi yürümez! demişler. Yusuf Bu kez de yüksek sesle:
– Ben öteki gemileri yürütüyorum! Gülüşerek ayrıldık.
Bizim sınıfın tüm kemancıları salonda gıygıylamaya başladı. Kadir Pekgöz, kemanı tutamıyor. Abdullah'a neredeyse yalvararak:
– Azıcık göster, ne olur? Abdullah dayanamadı, küçük odadaki piyanoda ilk iki saat onun sırasıymış, Kadir'i alıp oraya götürdü. Abdullah, Hasanoğlan'da kaldığımız yaz benim gibi o da keman çalışmıştı. Ayrıca çok güzel mandolin çaldığından kemana yatkın. Bu yanına güvenerek kemana fazla önem vermiyor. Gülerek:
– Bunlar bana yetişinceye dek zorda kalmazsam kemanı elime almam!diyor. Salondaki piyanoyu Hüseyin Çakar bugün bana bıraktı. O da :
– Acemi kemancıların cıyak cıyak sesleri arasında zevkle çalışamıyorum! deyip gitti.
Piyanoya oturdum. Önce çevremde insanlar varmış gibi duygusal bir duruma düştüm. Gerçekten şaşılası bir ses kargaşası başlamıştı. Az sonra Bölüm Başkanı geldi. Bazı adları söyleyerek yanına çağırdı. Birden sesler kesildi. Bu kez de ortalığa ben çıkmış oldum. Yan gözle baktım, kemancıların bir bölümü beni dinliyor. Bu, beni cesaretlendirdi;iyi çaldığıma inandığım parçaları tekrarladım. Bölüm Başkanı geldi, gülümseyerek:
– Faik Öğretmen titizdir, koyduğu kurallardan ödün vermez, akordiyon alışkanlığını sakın piyanoda sürdürme!dedi.
İki saate yakın salonda kalan Bölüm Başkanı ayrılınca kemancıların hepsi birer ikişer gitti. Onlar gidince piyanonun güzel sesini ancak duymaya başladım. Benim bildiğim piyanoya hiç benzemeyen bir ses ;tuşlar o denli yumuşak ki “Tüy gibi! diyesim geliyor. Çaldığım parçaların güzelliği de arttı. Saate baktım, oldukça geç olmuş. Kampana çalmış olacağını düşünerek kalktım. Gerçekten kampana çalmış. Kitaplığa uğradım, Kızılçullu grubu bir masaya oturmuş, beni de çağırdılar. Ekrem Bilgin, İbrahim Şen, Nihat Şengül, Kamil Yıldırım, Halil Yıdırım. O keman kargaşası içinde beni dinlemişler, beğendiklerini söylediklerinden başka, bir süre de övdüler. Bu arada gene Kızılçullu grubundan 2. sınıftaki piyano öğrencisi Mehmet Zeybek geldi. Mehmet Zeybek geçen yıl bir hastalık geçirmiş, o hastalıktan sonra hevesi kaçmış, şimdilerde de çalışmaktan sıkılıyormuş. Konu Mehmet Zeybek üstünde uzunca sürdü. Kapıya arkam dönük oturuyordum, arkadaşlar birden değişti;baktım yeni öğrenci Başkanımız yAtmaca geldi. Gülerek:
– Ne konuşuyor bakalım bizim Kızılçullular? diye sordu. Bu arada da benim omuzuma elini koydu. Halil Yıldırım beni göstererek:
– Arkadaşımız Kepirli deyince Hüseyin Atmaca:
– Biliyorum, biz arkadaşla daha 1941 yazında Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nü birlikte kurduk;o günlerden beri dostluğumuz sürüyor. Ayrıca aynı öğretmenelden dersler okuduk. Onların kurucu Müdürü Nejat İdil bizim de öğretmenimizdi. Yine onların Eğitimbaşıları, tarih öğretmeni Enver Kartekin, biliyorsunuz hepimizi okuttu.
Hüseyin Atmaca çok sakin, yumuşak yumuşak konuşurken 2. sınıflardan bir grup masalarına çağırdı. Çağıranlar tümüyle Çifteler grubundan 2. sınıflardı. Atmaca gittikten sonra konu Çifteler grubuna döndü. Çiftelerde olan olaylar, olay nedenleri, sonuçları irdelendi. Bizim bölümdeki iki arkadaşın da aralarında bulunan bir grubun ceza yiyeceğinden söz edildi. Dinledim ama etkilenmedim . Arkadaşların bildiğini okulu yönetenler de bilir. Arkadaşları buraya seçtiklerine göre, demek ki onlar bu söylentilere inanmıyorlar. Böyle düşündüm ama onlara söylemedim. Zaten konuşmalara katılmadım, soru da sormadım. Ancak derinliğine düşündüm:
– Bunlar bu kanıda oldukça o arkadaşlarla içli dışlı olamayacaklar. Kendileri olamayınca olanlara karşı durumları nasıl olacak? Bir an için ürperdim; “Al sana bir bela!”
Yemek kampanası çalınca, neredeyse sevindim; masalarına çağırılınca hoşuma gitmişti, konu değişince arkadaşların tavırları beni şaşırttı:
– Bunlar bu tavırları, burada kaldıkça sürdüreceğe benziyor. Hani bizi överken söylenen kardeşlik sözleri. Ladik Köy Enstitüsdü Müdürü Nurettin Biriz'in konuşmasını anımsadım:
– Salt Nurettin Biriz değil, tüm Köy Enstitüleri BİRİZ, bir olacağız, bir kalacağız!”demişti.
Yemekte Kadir salt öteki bölümlerdeki arkadaşları çalım olsun düşüncesiyle sordu:
–Abi, bu gece bize ne dinleteceksin? Mustafa Saatçı anlamazdan geldi:
– Ay ağabey size geceleri masal mı anlatıyor? Kadir bilgiç bilgiç:
– İnsanlar yalnız masal dinlemez, müzik de dinler! deyince iş iyice şakaya döndü:
– Edirne Köprüsü varsa biz de gelelim. Arkasından Alişim, İzmir'in Kavakları sıralandı.
16 Kasım 1943 Salı
Hemşerim Kadir Pekgöz, çok alıngan ya da duyarlı;çoğu kez de yapılan şakalardan kendisine bir pay çıkarıp karamsarlaşıyor. Bu sabahta öyle bir durumda yanıma geldi. Sözde, daha önce yapılan Bölümlere ayrılma esas ayrılma değilmiş, dersler başlayınca tüm ders öğretmenleri değerlendirme yapıp, bölümlerin gerçek öğrencilerini seçecekmiş. Bu olacaksa kendisi kesinlikle kazanamayacakmış. İçimden “Bu olursa iyi olur! dedimse de yüzüne, kesinlikle bunu yapılamayacağını tekrarladım:
-Böyle olursa oraya kimse seçilemez! deyip yürüdüm. Sonda da:
-Bugün ilk genel derslere başlıyoruz, öteki okullardan gelenlerle toplu derslerde karşılaşacağız, bunu düşünerek derslere girelim!dedim.
Kahvaltıda konu bugün gireceğimiz dersler:
-Sosyoloji, Psikoloji. Ders olarak hiç görmedik. Ancak söz olarak bildiğimiz dersler;liselerde okutuluyor. Bizim de Öğretmenlik Bi, lgisi altında okumamız gereken dersler. Kahvaltıda bunları konuşurken sinirlenenler oldu:
-Biz bunları gördük mü? Bu kez de Mustafa Saatçı karşıma çıktı. Mustafa Saatçı'ya doğrudan yanıt vermedim:
-bana sorulmasın, her konuda alışagelindiği gibi Sami Akıncı'ya sorulsun, o ne derse doğrudur. Ancak benim bildiğim kendime kadardır, ben de bunları kendime söylerim:
-Sosyolojiyi Toplumbilim;Psikolojiyi de Ruhbilim olarak geçtiğimiz yıl Öğretmenlik Bilgisi dersleri içinde bölüm bölüm gördük.
Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca duyuru yaptı:
Yüksek Bölüm 1. Sınıflar, geçici derslikte (Yakın binanın salonu) kahvaltıdan hemen sonra Okul Müdürünü beklemek üzere toplanacaktır.
Kahvaltıdan hemen sonra salonda toplandık. Okul Müdürü hemen geldi. Önce kolundaki saate baktı. Bize dönerek.
-Size söyleyecek çok sözüm var ama, söze ayıracak zamanımızın olduğunu da sanmıyorum. Ya da bu zamanı ben kullanmak istemiyorum. Her ne ise, bugün derslere başlıyorsunuz;Hayırlı, uğurlu olsun, diyerek sözün gerçeğini öğretmenlerinize, söylenenleri de doğruca anlayıp sahiplenmeniz için sizin gayretinize bırakıyorum. Umarım daha rahat günlerde, yarım kalan bilgilerimizi tamamlamış olarak karşı karşıya gelip söyleşeceğiz. Öğretmenleriniz için ben bir söz söylemiyorum, onlar kendilerini tanıtacaktır. Kendileri için topluca söyleyeceğim söz:
-Yararlanabilirseniz, yaşam boyu işinize yarayacak bilgileri onlardan almış olacaksınız. İyi bir ders yılı geçirmenizi dilerim!. Müdür Bey çıkarken daha karşıdan İlk Yüksek Bölüm Öğretmenimiz Doçent dr. İbrahim Yasa kapıda göründü. Elinde bir çanta, çanta üstünde kitap ya da notlar. Onları masa üstüne koyduktan sonra, gözlerini üstümüzde gezdirdi.
Arkadaşlar, Müdür Beyin çağrısına çok istekli uyduklarından salona biraz itişerek girmişti. Halil Basutçu ile bu durumlara bir kenera çekilip gülerdik. Genelde ben şu ünlü sözü söylerdim:
-Dabakhaneye be. o. ke mi yetiştiriyorsunuz? Aklımca gülerek gene o sözü söyledim. Halil bu kez bana katılmadı:
-Arkadaşlar haklı, rahat bir yer kapıp konuşulanları yakından dinlemek isterler;bu da onların seçimi!dedi. Biz kenarda konuşurken Müdür Bey gelince hemen salona girip gerilerde bir yere sıkışmıştık. Müdür Beyden hemen sonra ders öğretmeni gelince öylece, ilk oturduğumuz kıyıda kalmıştık. Halil az önümde, ben onun arkasına sıkışmış gibiydim. Öğretmenin söylediklerini duyuyordum. (Öğretmen tane tane konuştuğu gibi salonda da çıt çıkmıyordu)Öğretmen adını söyledi, öğrencilik yaşamından söz etti. O da bizim gibi öğretmen olmak üzere yola çıkmış. Öğretmen okulunu bitirince açılan sınavları kazanarak yüksek öğrenimini B. A. D. de yapmış Bir süre de A.B.D'nde öğretmen olarak çalıştığını sözlerine ekledi. Sıra dersin adına geldiğinde az durakladıktan sonra Sosyoloji sözünü duyup duymadığımızı sordu. Saymadım ama sanırım 20 kadar arkadaş parmak kaldırdı. Parmak kaldıranlar arasında Kepirtepeli tek Sami Akıncı vardı. Buna önce sevindim, giderek de üzüldüm. Öteki okullardan 5-10 kişi bizden tek Sami. Öğretmen sosyoloji sözünü birkaç arkadaşa tekrarlattıktan sonra, ders olarak okuyup okumadıklarını sordu. Gülümseyerek parmak kaldıranlar söz birliği etmişçe okumadıklarını tekrarladılar. Onlar, “ Okumadık!” dedikçe Sami Akıncı parmak kaldırdı. Ancak öğretmen ya görmedi ya da görmezden geldi. Okumadık diyenlere karşı Sami'nin parmak kaldırması beni cesaretlendirmişti; öğretmen bizim tarafa dönünce, dizimin üstüne yükselerek parmak kaldırdım. Öğretmen sanki beni bekliyormuş gibi gülümseyerek:
-Sen, okuduk diyeceksin galiba, öyle mi? deyince ben:
-Tam öyle değil ama öyleye yakın deyince öğretmen güldü:
-Bak bak, nasıl oluyor bu “Öyle değil ama öyleye yakın!” deyince ben hemen sosyoloji sözünü kullanmadan , Öğretmenlikbilgisi derslerinde Toplumbilim adı ile okuduk! deyince öğretmen:
-Evet ya, o sözünü ettiğin program yapılırken ben de katılmıştım. Öteki uzmanlar, değişik okullardan yetişmiş arkadaşlar bu adlar üzerinde titizlik gösterdiler. Önce onlara katılmamıştım. Ancak konuyu daha doğrusu sizin özel durumunuzu öğrenince onları haklı buldum. Sahiden sizler, liselerde olduğu gibi klasik anlamda sosyoloji okumayacaksınız. Sosyoloji, başlı başına bir bilimdir. Oysa sizler çoğunlukla sosyolojinin bir kolu olan toplumsal ilişkiler üzerinde duracaksınız. Bu nedenle toplumbilim denmişti.
Öğretmen bu kez bana:
-Sen hanki okuldan geldin, senden başka o okuldan gelen yok mu? deyince Sami gene parmak kaldırarak:
-Ben daha önce de parmak kaldırdım öğretmenim ama sizin yüzünüz öbür tarafa dönüktü, göremediniz!deyince öğretmen bu kez:
-Ay öyle mi? bak bak, bu bir kusurdur işte. İyi bir öğretmen dersanenin her köşesini her an görmelidir. Bunu size çok söylemişlerdir, bundan sonra söylenecekler de cabası!deyip güldü. Öğretmen bu kez tüm arkadaşlara soracakmış gibi yaparak:
-Bakalım kimler nerelerden gelmiş? deyip önce Kızılçullu, sonra da Çiftelerden gelenleri sayar gibi baktı. Sonra da sizler sayılarınızı bilirsiniz, yavaş yavaş ben de öğrenirim! Deyip yerine oturdu.
Öğretmen getirdiği kitaplardan birini karıştırı gibi yaptıktan sonra masanın yan tarafına doğru bacaklarını üstüste atıp.
-Bakın, görüyorsunuz, ben çok rahatım, siz de rahatsanız, konuşmamızı sürdürürüz'!deyince arkadaşlar rahat olduğunu söyledi. Öğretmen, gülümseyerek:
– Öyleyse konuşmamızı sürdürelim. Ancak bugün ben biraz fazla konuşacağım, bu hep böyle olmayacak, sizler de zaman zaman söz alıp benim yükümü paylaşacaksınız. Umarım karşılıklı konuşmalarla yararlı bir ders yılını arkada bırakırız!
Öğretmen bu kez hemen önünde oturan arkadaşlardan Kızılçulluların Küçük Hasan dedikleri Hasan Gülel'e nereden geldiğini, ilini, ilçesini, köyünü sordu. Hasan, önce okulu Kızılçullu'yu, sonra ili Denizli'yi anlattı. Hasan ayrıntılı olartak Denizli'yi anlatınca öğretmen Hasan'a :
– Denizli'de mi yaşıyorsun? diye sordu. Hasan, Denizli'nin bir köyünde yaşadığını söyleyince öğretmen gülümseyerek:
– Sen bizim dersin yarısını hazırlamışsın , öteki yarısı zaten ayrıntı olacaktır!deyip bu kez kendisi köy-kent topluluklarının özelliklerini anlattı.
Zil çaldığında öğretmen masasına dönüp kitaplarını toplarken bizim çıkmamıza izin verdi. Ancak kimse yerinden kalkmadı. Öğretmen gülerek teşekkür etti, ayrıldı. Öğretmen ayrılınca derslik birden boşaldı. Halil Basutçu ile önce boşalan yerlerden bir yer seçip sırayla tuvalete gittik. Ders zili çalınca bu kez çok rahat bir yerde oturduk. Ders Psikoloji. Kızılçullu grubundan Şükrü Koç, az önceki dersten ders almış olacak, arkadaşları uyardı:
– Biz bu dersi de ders olarak okumadık. Ancak bu ders, tıpkı sosyoloji gibi Öğretmenlik bilgisi dersleri içinde Ruhbilim olarak geçiyor! dedi. Az önümüzde bizim bölümden Mutallip Çardak oturuyordu. (Çiftelerli) Şükrü Koç için sinkaflı bir söz söyledi:
– . . . . . . . . çocuğu, şimdi bunun bir anlamı var mı? Şükrü Koç duymadı ama çok yakınımızdaki , iki kız, Fatma ile Dürriye duyup Mutallip'i ayıplarca baktılar. Duyulunca bir patırtı çıkacağını aramızda konuşurken elinde büyükçe bir çantayla Psikoloji öğretmeni geldi. Doçent dr. İbrahim Yasa'ya göre biraz daha yaşlı, sağlıklı, lacivert elbiseli, kırmızıya yakın, renkli kravatlı öğretmen çantasını masaya bıraktıktan sonra tebeşir alıp tahtaya adını yazdı. Öğretmen:Yunus Kazım Köni-ders, psikoloji. Bize dönünce kaşları çatık olarak, bir kaç kez:
– Psi, psi, psi, psikoloji! dedi. Böyle bir giriş yapmasına karşın öğretmen az sonra kendisinin öğretmen olduğunu, şimdilerde Milli Eğitim Bakanlığında bir tür uzman olarak çalıştığını anlattı. Şimdiki uzmanlığının Talim-Terbiye Dairesi üyeliği olduğunu söyledi. Talim-Terbiyenin ne olduğunu sordu. Şükrü Koç hazırlıklıymış, hemen parmak kaldırdı. Sahiden Şükrü bu konuda bilgiliymiş, bir süre konuştu. Şükrü konuşurken öğretmeni izledim, Şükrü'nün her sözünden sonra “Efendim!” ya da “Değil mi efendim? ” dediğini saptadım. Şükrü'den sonra öğretmen “Müfredat Programlarından söz etti. Bu kez de ben parmak kaldırıp Köy Enstitüleri Programının yapılışında bulundunuz mu? diye sordum. Öğretmen bana dönerek:
– Bulunmaz olur muyum efendim, öğretmenlik bölümünü hazırlayanlardan biriydim efendim. Ayrıca tümünün redaktesine de katkım oldu efendim! diyerek arkadaşlara uzun uzun açıkladı. Bu kez de Müfredat Proğramlarının işlevlerini sordu. Bizim Kepirtepelilerden Sami Akıncı dışında öteki, konuşmacılar hep Kızılçullu grubundan oldu. Çiftelerlilerin susuşu dikkatimi çekti. Sanki onlar bu konulara tümden yabancıymış gibi dinlediler. Uzun uzun müfredat programından söz edildi ama az önce Sosyoloji dersinde benim açıkladığım olaya gene kimse değinmedi. Öğretmenin yeni bir söze başlayacağı sırada parmak kaldırdım. Hemen hemen aynı sözlerle Köy Ernstitüleri Müfredat Prgramında Psikoloji sözü geçmediğini, onun yerine Ruhbilim dendiğini anımsattım. Bu kez de öğretmen:
– Bak onu unuttuk, bu da oldukça önemli, bizim dersimiz açısından da önemli. Biz sizinle klasik bir psikoloji öğrenimi yapmayacağız. Yapacağımız salt öğrenci öğretmen ilişkileri, okulun yakın çevresini ilgilendiren ruhsal olaylarla sınırlı kalacaktır. Öğretmen bana teşekkür etti. Geldiğim Köy Enstitüsünü sordu. Kepirtepe olduğunu söyleyince bu kez de hayıflanarak:
– Bak orasını göremedim, ilk gideceklerimden biri de orasıdır!
Öğretmen bundan sonra genel posikoloji biliminin tarihsel gelişimini özetledi. Bunlardan sorumlu olmadığımızı, bizim psikoloji alanlarımızın kendi çevremizle ilgili olacağı için hazırlanmış bir kitabı olmadığı, kendisinin vereceği notlarla yetineceğimizi, ilerde belki bir kitabımız olacağı umudunu taşıdığını söyledi. Bu kez de bana dönerek:
– Al işte Kepirtepeli sana bir ilk görev, Psikoloji sözü nereden geliyor? Bunu araştır, bir metin çıkar, arkadaşlarına oku, anlat. Zamanla sınırlı değil ama yıl sonuna da kalmasın, değil mi efendim! deyince güldüm.
– Böylece genel derslerin ilk gününde bir görev yüklenmiş oldum.
– Dersten sonra beni sevindirecek sözler söyleyenler oldu, onlardan mutluluk duydum. Çifteler grubundan, üstelik bizim bölümden Azmi Erdoğan adlı arkadaş yüzüme:
– Kendini ne sanıyorsun, böyle sürüp gideceğini mi sanıyorsun? Burası yüksek okul, senin Kepirtepe'n değil! Arkadaş bunu niçin söyledi?
Kızdım ama karşılık vermedim. Azmi Erdoğan'ın bu tavrına karşın, Halil Dere ile Kemal Karadeniz bana ödevimde yardımcı olacaklarını söylediler.
Kemal Karadeniz
Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca, olayı arkadaşlardan dinlemiş beni kutladı, üslendiğim ödev için de Milli Eğitim Bakanlı kitaplığını önerdi:
– Bakanlık Kitaplığı bize her zaman açık; cumartesi günleri saat 17 'oo ye dek kitap alıp verebileceğiz. Bu habere çok sevindim. Arayacağım her kitabı bulacak kitaplıkları hep düşlüyordum. Fikret Madaralı öğretmeni anımsadım. Madaralı Öğretmen sık sık:
– İnsanların en büyük imece ürünü Kitaplıklardır. Dünyada yazılmış kitapları bireylerin bulması olanaksızdır. ;İşte bunun için insanlar, kitaptan yararlanmak isteyen insanlara yardım düşüncesiyle kitaplık fikrini geliştirmiş, bu konuda bir temel oluşturmuştur. . Daha sonra gelen kuşakların katkısıyla büyük kitaplıklar günümüze dek sürmüştür!der arkasından da dünyaca ünlü kitaplıkları sayardı. Kitaplıkların ayrıca adlarını da sıralardı. Ben adlarını değilse bile bulunduğu kentleri bazılarını anımsıyorum. Başta Roma, Paris, Berlin, İskenderiye ile bizim yurdumuzdan da İstanbul'u sık sık anardı. Sevincim, üzüntümü süpürüp götürdü. Gene de, kendi bölümümde şimdiden iki pürüzle karşılaşacağımı sezer gibi oldum;Azmi Erdoğan-Mutallip Çardak.
Öğle yemeğinde kendimi Kepirtepe'de sanır gibi oldum. Karşımdaki arkadaşlar başka başka ama sanki aynı gözler bana bakıyormuş gibi geldi. Hilmi Altınsoy yok ama Hüseyin Orhan bir başka ses tonuyla:
– Abi, ilk derste Yunus Kazım Koni ile ahpab oldun!dedi. 4 Mehmet Aygün yok ama Hüsnü Yalçın:
– Abi bilir işini! deyip gülümsedi. . . Gerçekte sıradan sözler ama dillerinin altında neler var kim bilir? Neyse ki bu kez masamızda, umulmadık bir başka ses, Kadir Pekgöz:
– İşt, işt, ne diyorsunuz; bildiklerini söylemeyecek miydi? Baksanıza elin kızanları (Çocukları anlamında) bilmediklerini bile doğruymuş gibi yutturmaya çalışıyor!Kadir, arıya çomak sokmuş olacak; birileri bu kez:
– Biz onu demek istemedik, bunu demek istedik!dediler ama hiç üstünde durmadım. Atmaca'nın söylediği Milli Eğitim Bakanlığı kitaplığından söz ettim. “Cumartesi günleri gideceğimiz konserler saat 15'te başlamakta saat 17'de tren kalkıyor. Öyleyse kitaplığa konserden önce gitmek gerekecek. Sabahları saat 0 9'da kitaplığa uğrar sonra konservatuvara giderim. ”Konuşmalara katılmayan Halil Basutçu konuştu:
– Bakın abi, ona da çareyi şimdiden buldu. O gün gelince, yeni düşünmüş gibi sananlar yanılacak:
– Şimdi bunu nasıl düşünebildi? bile diyeceklerdir. Oysa o önceden hazırlanmış bir plandır. Halil'e, “Doğrucu başı, yeni binamıza ne zaman gireceğiz? sorusu soruldu. Halil Basutçu soruyu içtenlikle yanıtladı:
– Binanın girişindeki odalara bu hafta girilecek. Alt kat(Büyük salon) ay sonunda kullanılır duruma gelecek. Bizim yatakhane bölümü sıva kuruması nedeniyle aralık sonunu bulur.
Halil Basutçu!nun verdiği bilgiler yeni bir umut verdi. Arkadaşlar birden neşelendi. Ne var ki neşe çok sürmedi;Yusuf Asıl, “Gene ranzada mı yatacağız? diye sorunca Hasan Üner:
– Yok ranzada olur mu? Gümüş yaylı saray karyolaları gelecek. Tahir Amca (Hesap işlerine bakan Md. Yardımcısı Tahir Erdem)sipariş vermiş. Madenciler bizim için Balya'ya gitmiş taze gümüş çıkarılacakmış. Yanıt verenler oldu:
– Ölme eşeğim ölme, bahar gelecek!Bu ünlü söz yetmemiş olacak, yüksek sesle:
– Gelecek dediğiniz bahar. “Çıkmaz yılın gelmez baharıdır!” “Çıkmaz ayın son günü!” sözü bağlamında. . . . .
Yemekte arkadaşlar, gene arkadaş mektuplarından söz etti. Yusuf Asıl, en çok sevdiğini sandığı oyuncu arkadaşı Ahmet Güner'den mektup gelmemesini kuşkuyla karşıladığını, arkadaşın başına bir hal mi geldi yoksa! diyerek tasalandığını söyledi. Yusuf'a rahatlatıcı sözler söylemek isterken kendi ihmallerimi de sıraladım:
– Daha buraya geleli ne oldu ki, ben eve bir mektup yazdım;oysa yazacaklarım bir değil onun üstünde. Örneğin Kamber Amcama “Ankara'ya gider gitmez yazacağım!demiştim. Üstelik Hasanoğlan köy muhtarı Ahmet Çakır'a özel olarak selamını da getirmiştim. Neredeyse 2 ay oldu. Eve yazdığımda mektup değil, bir haber niteliğinde:
– Hasanoğlan'a geldik, iyiyim, derslerimize başlamak üzereyiz. Açıklayıcı mektubumu bekleyin! Arkadaşların kimisi güldü, kimisi de:
– Biz bunu da yapmadık! dediler.
Ankara'dan gelen öğretmenler yönetim binasındaki özel yerlerinde toplanıyor. Öğrenci Başkanının önemli görevlerinden biri de Yüksek Bölüm öğretmenlerini karşılamak, onlarla ilgili sorunları izlemekmiş. Hüseyin Atmaca'ya sorduk;Faik Canselen Öğretmen gelmiş. Yemekten sonra hemen Müzik salonuna gittim. Salonun büyük sobası sönmek üzereymiş pekiştirici odun atarken arkadaşlardan gelenler oldu. Tam bu sıra Mehmet Öztekin Öğretmen iki Orta Bölüm öğrencisiyle geldi. Çocukların ellerinde paketler vardı. Öztekin Öğretmen gülerek bana:
– İbrahim, sana gene bir iş çıktı. Biz zaman zaman İstanbul'a sipariş veririz. Arada böyle paketler gelir. Bu paketlerden çıkanlar bizim bölümün demirbaşlarıdır. Bunların kayıtlarını da sen yapacaksın;tıpkı plaklar gibi, tutulmuş defterleri var, sen onlara göre yazacaksın!Paketleri iç dolaplara koyduk. Hüseyin Çakar, Mehmet Yelaldı, Şevki Aydınla birlikte Faik Canselen Öğretmen geldi. Faik Canselen Öğretmen gülerek:
– Ohoooo!biz bir hayli çoğalmışız sanırım;yoksa bana mı öyle geldi? dedi. Birkaç arkadaş birşeyler söyler gibi kımıldadı ama ne söyledikleri anlaşılmadı. Abdullah Ön ise çok iyi anlaşılacak bir ses tonuyla:
– Biz gençler, sizlerin verdiği güçle gün dünden her yönümüzle gelişiyoruz. O nedenle bizi değişik görüyorsunuz!dedi. Faik Canselen Öğretmen gülümseyerek Abdullah'a baktıktan sonra:
– Umarım bir süre sonra “Yaşlanıyorsunuz öğretmenim, ondan böyle görüyorsunuz;biz hiç değişmedik!” demeyeceksin!Başta Öztekin Öğretmen tüm ikinci sınıflar “Estafurullah!dediler. Kısa bir gülüşmeden sonra Mehmet Öztekin Öğretmen Müzik Dinleme saatimiz için Faik Canselen Öğretmene bir açıklama yaptı:
– Biz, kendi aramızda müzik dinlemek için bir program yaptık. O programa uyarak grupladığımız plakları çalacağız. Ancak, plaklardaki eserlerin bestecileri ile çalınan eserlerin değerleri üstüne sizin fikirlerinizi de öğrenmek istiyoruz. Siz geldiğinizde size soracağız, bize katılacaksanız o programı bir daha sizinle tekrarlayıp sizden alacağımız bilgilerle bilgilerimizi pekiştireceğiz. Faik Öğretmen önce güldü, sonra da:
– Siz galiba beni sıkıştırmak istiyorsunuz. Önce bir hazırlık yapıp sonra beni konuşturacak, eksiklerimi bulup kıs kıs güleceksiniz!Ama olsun, yaşamımı, uğruna vermeye karar verdiğimi müzik için buna katlanırım. Böylece sizi de bu yarışa sokmuş olacağım için ayrıca mutluluk duyacağım!
Öztekin Öğretmen bana işaret verince gecenin plak adlarını Faik Canselen Öğretmene verdim. Öğretmenler kendi aralarında kısa bir konuşma yaptıktan sonra Johan Sebastiyan Bach'ın 2 no'lu Süitini pikaba koydum.
Süitin bitiminde Faik Canselen Öğretmen bir öneride bulundu. Özet olarak:
–Tarih derslerinde görüldüğü gibi, bestecilerin yaşamlarını öne çıkarıp gerçekten kavramamız yönleri geri plana atmayalım. Bu nedenle ben besteciler için birkaç yapıtını dinledikten sonra kısa bilgiler vereceğim. Johan Sebastiyan Bach büyük değil çok büyük bir besteci. Onun eserlerini her orkestra bir konser mevsiminde 4-5 kez çalar. Çalmak zorundadır çünkü, orkestranın tüm çalgıları için besteler yapmıştır. Bizim, konserlerini izleyeceğimiz Cumhur Başkanlığı orkestramız da Johan Sebastiyan Bach'sız mevsim kapatmaz. Bu nedenle bu besteci için ilerde daha çok çok konuşmalar yapacağız. Şimdilik bileceğiniz ilk bilgi, Johan Sebastiyan Bach büyük bir bestecidir. 1100 kadar beste yapmıştır. Zaten adı da tüm dünyada Büyük Bach olarak bilinir. 1685-1750 aralarında yaşamıştır. Almanya'da yaşamış, ülkesinden dışarı çıkmamıştır. Müzik çağı olarak Barok çağı bestecisidir. Barok Çağı için de ileride açıklayıcı konuşmalar yapacağız!”Josef Haydn'ın senfonisini koydum. Faik Öğretmen bir ara dikkat çekti, “Burada bir başka ses duyuyor musunuz? diye sordu. Ben duymadım ya da duyduğumu ayırt edemedim. Ancak arkadaşlar duyduklarını söylediler. Plak bitince konu üstünde bir süre konuşuldu. Faik Öğretmen Josef Haydn için:
– Bach müziğinden farklı bir ses dizisi vardır, Josef Haydn da büyük bir bestecidir. Ona da Senfoninin babası derler. Her besteci bir kaç senfoni bestelerken Haydn yüzün üstünde senfoni bestelemiştir.
Senfoni tanıtımını da geriye bırakan Faik Canselen Öğretmen 3. plaka baktıktan sonra:
– İşte bu ilginç, bunun üstünde hem önce hem de sonra durmalıyız, duracağız!deyip plağı gösterdi. Önce konçerto için kısa bir açıklama yaptı. Konçerto:
– Bir orkestra içinde, zaman zaman uyumlu zaman zaman da tek başına çalacak şekilde bir müzik aleti için bestelenmiş eserlere konçerto-konserto ya da Batı dillerinde olduğu gibi concerto denir. Keman, piyano, Klavsen, org, viyola, viyolonsel, harp, klarnet, Kontrobas, Flüt konçetoları vardır. Ayrıca tek tek olduğu gibi birden fazla çalgı için de konçertolar yazılmıştır. Johan Sebastiyan Bach'ın, 2, 3, 4 piyano için konçertoları yanında 2;3, 4 kemann için, keman piyano, piyanı-flüt için konçertoları vardır. Wolfgang Amedeus Mozart'ın da 2-3 piyano, piyano-keman, piyano-kema-viyola, Arp-flüt, Klarnet, Ludwig van Beethoven'in Keman-piyano-viyolonsel konçertosu ünlüdür.Dinleyeceğimiz Luigi Boccherini bir İtalyan bestecidir. Küçük yaşlarında ünlenmiş, Avrupa ülkelerinde konserler vermiş, çok besteler bırakmış bir bestecidir. Viyolenseli çok sevmiş olacak 10 kadar bu çalgı üstüne konçerto yazmış. Josef Haydn-Wolfgang Amadeus Mozart zamanlarında yaşamış, ( 1750-1800 arası)onlarla görüşmüş karşılıklı etkilenilmiştir. Bu nedenle müziklerinde bir yakınlık sezilebilir. Çello plağını başlattım, Yarılara doğru yat kampanası çaldı. Önce Faik Öğretmen gülerek sordu:Bu şimdi ne anlama geliyor;konserinizi kesin mi yoksa devam hakkımız var mı? Mehmet Öztekin Öğretmen hemen:
– Devam hakkımız var!dedi ise de konuşmalar giderek arttı. Konçertonun en güzel tarafında kulak zedelenmeleri oldu.
Gene de hepimiz hiç değilse görünüşte, mutlu olarak ayrıldık. Yatında olayları aklımdan geçirdim. Yeni öğrendiklerimin, öğrenmek istediklerimin çoğunu karşılar olduğunu görünce sevindim. Piyano, keman, klarnet, bildiğim çalgılar Arp, klavsen, flüt, viyola, viyolonsel, konturbas ise duyduğum çalgılar. Kendi kendime güldüm:
– Kimse söz etmiyor ama ben, davulla zurnayı da biliyorum. . . . . . . .
17 Kasım 1943 Çarşamba
Sağ olsun hemşerim Kadir Pekgöz beni gözetliyor. Kendisi de bunu saklamıyor:
-Uyanır uyanmaz gözüm sen de;kıpırdadığını görürsem yetişmek için koşarca hazırlanıyorum. Kalkmamışsan biraz savsaklayıp, bekliyorum.
Kadir'in bu içtenliğine inandığım için oldukça sevinç duyuyorum. Kadir'in ağabeyi benim ilkokul arkadaşımdı. Hüseyin Pekgöz. Öyle diyorum ama bizim okuduğumuz yıllar soyadı henüz uygulanmaya başlamamıştı. İnsanlar gibi öğrenciler de ya köydeki aile lakabı ya da özel sıfatla anılıyordu. Hüseyin'in lakabı Kara Hüseyin'di. Gerçekte Hüseyin kara falan değildi. Köyde babasına Kara Hafız dendiği için Hüseyin'e de kara sıfatı yapıştırmıştı. Babaları Kara Hafız Amca bizim köyün de İmamıydı. Biraz da bundan olacak Hüseyin bir bakıma onların köyüne gidince, benim koruyucum gibiydi. Çok çevik hareketleri vardı. Yolüstü itişmelerinde kendinden irileri bile ilk takışmada yuvarlıyordu. Ancak kavgacı değildi. Sanırım bu konuda Hafız Amcanın kesin tavrı vardı. Çünkü Hüseyin kavgalara karıştığı günlerde eve gitmeyi geçiktirirdi. Kimi kez salt bu amaçla benimle birlikte bizim köye gelirdi. Nedense Kadir'le bu denli yakınlık kuramadım. Her ne kadar Kadir bana sık sık:
– Ağabeyimin arkadaşı benim ağabeyim sayılır! demesine karşın ben, onunla, Hüseyin'in yerini tutacak bir yakınlık kuramadım. Bu kusurda, benim kadar Kadir'in de payı olduğuna ilk günlerden başlayan inancım hiç eksilmedi. Kadir'in bana göre yaşının küçüklüğüne yorup bağışladığım büyükçe kusurları da olmuştur. Umarım burada bu kusurlar tekrarlanmaz, bu günlerin iyi ilişkileri daha da iyiye giderek sürer.
Ben bunları aklımdan geçirirken Kadir, gördüğü rüyasını anlattı. Köylerimiz arasındaki tepenin güney tarafı, onların köylerinin üzüm bağlıdır. Sözde ben okula gidip gelirken o bağların yola yakın kütüklerinden üzüm salkımı araklarmışım. Bir iki derken birgün yakayı ele vermişim. Nasılsa bu olay Kadir'e duyurulmuş. Kadir koşup gelmiş, bana arka çıkarak, beladan kurtarmış. Kadir'e teşekkür edip rüyaların kimi kez er-geç doğru çıkacağına inandığımı söyledim. Yaşadığımız sürece ilişkilerimiz olacağını;köylerimize de döneceğimizi belki bu sıralar üzüm aşırma olmasa da bir başka olaya sokulabileceğim olasılığının bulunduğunu, işte o zaman arkadaşımın kendine düşeni yapacağının muştusu olabileceği yorumunu yaptım. Kadir benim rüya yorumumdan çok hoşlandı;iyi niyetimden söz etti. Giderek o da kendi yorumunu anlattı:
– Senin oradaki eski sevgilin melek gibi güzel abla köyün kraliçesi gibi. Biliyorum, sen ondan kolay kolay vazgeçmeyeceksin. Bildiğim kadarıyla sen vazgeçsen bile o seni unutmayacak. Köye gittiğimde beni görünce seni sorması bence bundandır. Belki de bir gün karşılaştığınızda sizin için yapılacak dedi kodu nedeniyle başına üzücü bir olay gelecek! Kadir'in yorumu benim için bir uyarı oldu. Teşekkür ettim. Ancak ben, onunla karşılaştım, Millet Vekilimiz Zühtü Akın'ın bahçesinde tüm arkadaşların gözleri önünde konuştuk. Üstelik kendi kuzeni de yanındaydı. Dedi kodu yapıldı mı? Sanmıyorum. Bundan sonra da herkesin yanında yapacağımız konuşmalar, saptırılmadan sürecektir. O artık bir eski arkadaşımın ailesi, eşi de benim okul arkadaşım. Bunca yıldan sonra benden neden bir kötülük beklesin? Kadir biraz anlamlıca yüzüme baktı. Üzüldüm, sözü çevirdim:
– Rüyalar kimi kez de hemen öyle, yorum yapılmayacak türden görülür. Ben rüyamda denize bile giriyorum. Oysa denize girmeyi ben okuduğum Çıplaklar Kampı adlı kitaptan öğrenmiştim. Kadir'in yüzündeki gerilme değişti. Gülümseyerek:
– Ben bazen rüyamda uçuyorum bile dedi. Bu sözü yanımızdan geçenler duydu. 2. sınıflardan Fahri Yücel:
– Aman arkadaş, bu sıralar sakın uçma Hitler'in pilotsuz uçakları yakalarsa sabun fırınlarına gidersin. Sabun fırını dediği, gazetelerin yazdığına göre Hitler, esirleri özel fırınlarda yaktırıp sabun yaptırırmış, o söylentilere dayalı bir şakaydı. Kadir'e dokunarak yanımızdan geçti. Bu arada Abdullah bize seslendi:
– Nerede kaldınız? “Geldik işte!” deyip salona geçtik. İlk iki saat Şan dersi. Öğretmen Hilmi Girginkoç. İki sınıfı birden derse aldı. Öğretmen kapıda Bölüm Başkanıyla konuşurken fısıldaşmalar oldu:
– Film yıldızı gibi öğretmen,
– Robert Taylor, Valentino, Clark Gable, Humphrey Bogarth, Steven Gringer, Grygori Peck adları sıralandı. Öğretmenler konuşmayı uzatınca arkadaşların çoğu artis sıralamasına katıldı. Söylenen adların hiç birini duymamıştım. Özellikle Kızılçullulu arkadaşlar aralarında ortak tanıdıklarını tekrarlarken Hilmi Girginkoç Öğretmen bize doğru dönüp yürürken o tarafa yakın ancak yüzü bize dönük Nihat Şengül arkadaş biraz yüksek sesle Moris Şövalye, Charles Boyer adlarını ekledi. Hilmi Girginkoç Öğretmen Nihat'a dönerek:
– Yok yahu, ben o kadar yaşlı mıyım? Üstelik onların ikisi de kısa boyludur: Charles Boyer 168, Şövalye ise 170 boyundadır. Ben 178'^im dedi. Nihat renkten renge girdi, özür diledi. Hilmi Girginkoç Öğretmen bu tür konuşmaların normal olduğunu, bu karşılaştırmaları hep yaptıklarını söyleyerek sinema üstüne kısa bir konuşma yaptı. Sinemanın, bizim meslek olarak seçtiğimiz müziğin gelişmesine çok yardımcı olduğunu anlattı. Piyanonun yanına giderek tek sıra olmamızı istedi. Geriye çekilerek ay şeklinde bir yarım halka oluştururken bir rastlantı olarak geldiğimiz okullara göre sıralanmışız. En uçta biz üç Kepirtepeli; bunun ayırdında bile değildik. 14 kişinin böyle bir şey düşünmeden ayrılması ilginçti. Meğer öğretmen, bizi tanımak için böyle bir sıra düşünmüş olacak:
– Ben size önceden söyleyemedim, Geldiğiniz enstitülere göre sıralanırsanız, sizi daha çabuk tanıyabilirim!deyince arkadaşlar bakışıp gülüştüler. Mutallip Çardak hemen:
– Bunu diyeceğinizi bildiğimiz için biz zaten öyle sıralanmıştık! dedi. Öğretmen teşekkür etti. Uçta biz üç Kepirtepeli, Abdullah, Kadir ben duruyorduk. Öğretmen önce Abdullah'ı bir adım öne alıp kendisi piyanoya oturdu. Önce birkaç sesi birden çıkararak, ellerini tuşlar üstünde gezdirdi, akorlara bastı, , arpejler yaptı ;sonununda da bir sese bir kaç kez tın, tın, tın. diye vurdu. Abdullah susunca öğretmen Abdullah'tan o ses uygun ses çıkarmasını istedi. Abdullah olayı kolay kavradı;bir iki kısık çıkıştan sonra çok düzgün bir sesle öğretmenin değiştirdiği seslere de uydu. Öğretmen Abdullah'a geldiği enstitüyü sordu, “Kepirtepe!” deyince öğretmen:
– Başka Kepirtepeli var mı? Deyince Kadir'le ikimiz, kendimizi tanıttık. Öğretmen bizi az ileriye alıp Çifteler grubunun ilk sırasındaki Yusuf Demirçin'i öne çıkardı. Yusuf Demirçin çok sakin bir arkadaş. Ancak, sakın olduğu kadar da kırılgan. Öğretmen nedense ona dikkatle bakıp:
– Görme zorluğun var mı? Yusuf soruyu anlamadı, sağa sola bakındı. Öğretmen bu kez de duyma zorluğu olup olmadığını sordu. Arkadaşları Yusuf'a yardımcı oldular:
– Arkadaşın böyle bir eksikliğini görmedik! Bu kez de öğretmen Müzik çalışmalarında bu iki organın önemi üstüne sözler söyledi. “Bunlarda olan en ufak aksaklıklar çalışmaları engeller!” dedi. Yusuf, Abdullah'ın gösterdiği başarıyı gösteremedi. Yusuf'u uyardı:
– Bu bölümde kalırsan, çok çok çalışman gerekecek' diye de bir uyarıda bulundu. Yusuf Demirçin'den sonra Çifteler grubu ardarda sıralandı. Sonunda öğretmen arkadaşilara sordu:
– Siz hiç müzik dersi görmediniz mi? Arkadaşlar gördüklerini söylediler. Azmi Erdoğan parmak kaldırarak:Bölüm Başkanı Mehmet Öztekin Öğretmenin de derslerine girdiğini anlattı. Hilmi Girginkoç öğretmen bu defa müzik derslerinde neler yaptıklarını sordu. Mandolin çaldıklarını, türkü söylediklerini anlattılar. Öğretmen gülümseyerek:
– Peki peki. . . deyip Kızılçulu grubundan Ekrem Bilgin'i öne aldı. Ekrem, piyano görmüş belki de bir süre piyano ile uğraşmış; öğretmen tuşlara dokununca eğilip baktı. (Ekrem uzun boylu) Öğretmen geri çekilmesi için uyarıda bulundu. Ancak Ekrem, tınılayan seslerin çoğunu hem doğru çıkardı hem de adlarını söyledi. Öğretmen Ekrem'e bu kez de okullarıyla ilkgili sorular sordu. Sorular Kızılçullu'da oldukça disiplinli, sürekli müzik dersleri yapıldığını açıklayacak türdendi. Ders zili çalınca öğretmen, konuşmadığı kaç kişi kaldığını sordu. Dört arkadaş kalmıştı. Onları da sonra yoklarız!deyip kalktı. İki ders aralıksız yapmıştık. Mahir Canova Öğretmen bunu duyunca, on dakika izin verdi. Çıkan arkadaşlar oldu. Mahir Canova Öğretmen plakların bulunduğu köşedeki masaya giderek bir şeyler yapıp oturdu. Orayla ilgili olduğumu göstermek isterce yanına gittim. Mahir Canova Öğretmen, ben yanına yaklaşınca:
– Burada yasak mı diyeceksin yoksa? deyip piposunu gösterince anladım, meğer o pipo içiyormuş. “Ne yapalım ayrı bir yeriniz yok. Bizim konservatuvarda bu olanakları rahat buluyoruz! dedi. Gerçekte, ne demek istediğini o saat için anlamadım ama her hangi bir tepki de göstermedim. Ben de, yakınındaki bağlı paketleri göstererek:
– Yeni kitaplarımız geldi, daha da gelecekmiş! dedim. Biz konuşurken arkadaşlar da geldi. Kalabalıklaşınca öğretmen kalktı, saatine bakarak:
– 15 dakikamız gitti! Deyip, ellerini şaplattı.
– Mahir Canova Öğretmenin ilk sorusu 2. sınıflarla dersimiz hakkında konuştunuz mu? oldu. Kimseden ses çıkmadı. Az düşündüm;ben Şevki Aydın'la çok konuşmuştum. O bunu biliyor. Öyleyken konuşmamış gibi susmayı kendime yediremedim. Parmak kaldırdım. Mahir Canova Öğretmen bana:
–Konuştuğun arkadaşın adını söylersen memnun olurum deyince Şevki Aydın'ın Kepirtepe'de staj yapışını, onuna bu bölüm için çok sorular sorduğumu, onun da usanmadan bana bu bölümü överek anlattığını söyledim. Mahir Canova Öğretmen gülümsedi:
– Ben övmeden gerçekleri söyleyeceğim, dikkat et bakalım, anlattıklarımız arasında fazla bir ayrılık bulacak mısın? dedi. Öğretmen kısaca tiyatro olayını anlattı. Yurdumuzda tiyatronun yeni olduğunu, halk arasında henüz değerlendirilemediğini oysa öteki ülkelerde tiyatronun tarih öncelerine dek uzandığını, Çin, Yunan, Roma tiyatrolarını örnek göstererek anlattı. Ancak bizim öylesi bir tiyatro programı izlemeyeceğimizi, salt tiyatro bilgisi edinerek yanlış tiyatro anlayışını ortadan kaldırmak için çaba göstereceğimizi anlattı. Bunun için de önce bizim bu konudaki bilgilerimizin sağlam temellere dayanması gerektiğini, işimizin en zor tarafının da, bu sağlam bilgiyi edinmek olduğunu tekrarladı. Mahir Canova Öğretmen bundan sonra geldiğimiz okullarda yapılan tiyatro-temsil olaylarını sordu. Ne ilginçtir anlatılan ya da adı verilen temsiller üstünde yalnız bizim Kepirtepe'deki Akın piyesi üzerinde durdu. Piyeste rol alıp almadığımızı sordu. Kadir'le Abdullah Akın temsili ile hiç ilgilenmemişti, tümden yabancı gibi durdular. Tersine, ben temsilde yoktum ama çok ilgilendiğim için oldukça sağlıklı bilgiler verdim. Mahir Canova öğretmen öğrenciliğinde Akın'da oynadığı gibi daha sonra da öğrencilerine oynatmış. Konusunu, tarihimiz açısından gerçek yanlarına da değindi. Tiyatro türü kitapları okuyup okumadığımızı sordu. Bu kez konuşanlar çoğaldı. Namık Kemal'den Vatan yahut Silistre, Reşat Nuri Güntekin'den İstiklal, çevirilerden Kral Oidipus, Antigone, Giyom Tel, Jül Sezar adları sıralandı. Öğretmen elini kaldırarak konuşanları durdurduktan sonra:
– Bu konuda oldukça ortak noktalarımız olacak, buna sevindim! dedi. Öğle paydosunu duyuran kampana çalınca Mahir Canova Öğretmen:
– Bir süre derslerimiz bu tür söyleşiler içinde geçecek, daha sonra uygulamalara başlayacağız, bir kitabımız da olacak, ara ara oradan okuyarak başkalarının çalışmalarını da öğreneceğiz! deyip ayrıldı.
Öğretmen ayrılınca arkadaşlar konuşmaya başladı, Mutallip Çardak:
– Vay anam, dört saat, ben bu sıkıntıya gelemem!
– Nihat Şengül, Hilmi Girginkoç Öğretmen için )Bu adam beni mimledi mi? karşılık olarak Kamil Yıldırım:
– Niçin mimlesin? Bilakis seni kendine yakın bulmuştur. Baksana adamların boylarını bile biliyor. Kadir Pekgöz bana dönerek:
– Bunlar ne konuşuyor hemşerim?
Gülüşerek topluca yemeğe gittik.
Yemekte konu bizim bölümdü. Öteki bölümler, bölüm derslerine başlamadılar, genel derslerden sonra topluca binanın eksikliklerini tamamlamaya gidiyorlar. Yaptıkları yorucu olmamakla birlikte derslerin gecikmesinden yakınıyorlar. Bu nedenle bizim bölüm, onlara göre, (Sözde) şanslı. Abdullah'ın başarısına tüm Kepirtepeli arkadaşlar sevindi. İlginçtir, bu sevinmeler arasında Kadir Pekgöz'le bana da pay ayrıldı:
– Hadi gene kazandınız (!) Dua edin Abdullah yanınızda! Kadir güldü, geçti. Bense sustum. Sustum ama beynim durmadı. Abdullah sahiden beni kurtardı mı? Yoksa gerçek durumumdan biraz geride bıraktı. Öğretmenin tınlattığı sesleri ayırt edemeyecek miydim? Bu, bana bir ders olsun; bundan böyle piyanoya her oturuşta ses temrinleri yapacağım.
Yemekten hemen sonra salona gittim. İlk iki saat Faik Canselen Öğretmen benimle olacak. Faik Canselen Öğretmen geldi, kapıdan beni çağırdı:
– Gel biz , öbür piyanoda çalışalım! Öbür piyano dediği, küçük odadaki piyano, orası salt piyano çalışma yeri. Öğretmen bana bir süre piyano çaldı. Bildiğim, sevdiğim piyano besteleri sordu. Schubert Serenad'la Türk Marşı aklıma geldi. Faik Öğretmen gülerek:
– Turnayı gözünden vurmak! diye buna derler. Bu sözü duyup duymadığımı sordu. Duymuştum, anlamını da biliyordum ama nedense duymadığımı söyledim. Faik Öğretmen öğrenmem için dikkatlice anlattı, örnekler de verdi. Özet olarak da:
– Seçme becerisi göstermektir! Deyip Önce serenadı çaldı. Serenad üstüne açıklamalar yaptı. Örnek göstermek içinde kitaplıkta bulunduğu bir kitabı almamı söyledi. Schubert Lied'ler. Kitaplıktan kitabı alıp getirdim. Bu kez de lied sözüne takıldı. Kitapta Schubert'in tüm liedleri varmış. Türk Marşı için onun salt radyoda çalınan bölümünü çalacağını söyledi:
– Zaten sen de orası duydun, orasını istiyorsun Ancak o büyük sayılacak bir bestenin sonudur. Tümünü ben bile çalmakta zorluk çekiyorum. Tümünü görmek istersen, sizin yukardaki nota kitapları arasında vardır. Büyükçe iki kitap;Üstünde Mozart-Piyano sonatları yazar. Onların birinin sonundadır. Başlında Marşalaturka yazar;orasını çalayım! deyip parçaya başladı. İnanamadım;Faik Öğretmenin parmakları ayırdedilemeyecek çabuklukta bir birine takılıp gidiyor. Parçanın sesinden çok öğretmenin parmaklarına baktım. Parça bitince öğretmen hiçbir şey demeden :
– Gel bakalım, şimdi de senin parmakları görelim! deyip güldü. Gülünce utandım:
– Acaba şaşkın şaşkın öğretmenin parmaklarına bakarken beni görüp ayıpladı mı? Yanlış düşünmüşüm. Öğretmen, derslere ilk başlayan piyano öğrencilerin parmaklarının, piyanoya uygun olup olmadığını gözlemek için ellerini gözden geçirirmiş. Benim ellerimi bilmesine karşın bu günü ilk ders günü olarak saydığından kendi alışkanlığını sürdürmek için öyle demişmiş. Bunu söyledikten sonra öğretmen uzun uzun güldü. Piyano metodu Beringeri açtı, sayfaları çevirerek el duruş resimlerini gösterdi, ellerimi uzattırdı. Öğretmenin ne yapmak istediğimi bilmediğimden durgun durgun bakarken bu kez öğretmen:
– Senin ellerini resmi var mı? Demiş gibi söz anladım. Şaşkınlıkla baktım. Öğretmen sözünü tekrarlamak gereğini duymuş olacak :
– Senin ellerini resmini çekmişler! değil mi? diye güldü. Sözü dikkatsizliğim yüzünden utandım. Bu kez öğretmen bir sayfa açtı. Sayfaya baktım 12. sayfa 9 nolu parçanın Schuler-pupil sırası, çok kolay. Sayfayı geçeceğini beklerken öğretmen birden 8 nolu parçaya döndü. Bu kez Schuler-pupil Fa anahtarıydı. Çabuk toparlandım on da doru çaldım. Öğretmen sayfalar çevirdi ileri baktı, geri döndü 13. parçada durdu. Önce kendi Lehrer bölümünü çaldı, Schuleri baba gösterdi. Önce ben çaldım. ikinci kez kendisi de katıldı.
Öğretmen kendi kendine konuşur gibi:
– En iyisi ben seni oyalamayayım, iki elinle birden çalışmaya başla!deyip 20. parça ild 21. parça arasındaki iki el çalışması sol-fa anahtarı çalışmayı verdi. Bu iki sayfa kadar bir parça. Ben buna Kepirtepe'de günlerce çalışmıştım. Hem sevindim hem de kaygılandım. Yapıyorum, deyip gevşetirsem ne olacak? Faik Öğretmene karşı boyun eğik çıkamam. O denli iyi davranıyor ki bu iyiliğe ancak sevinçle, güler yüzle karşılık verilir. Kapı vuruldu, Abdullah geldi. Ben izin alıp ayrıldım. Faik Canselen Öğretmen anımsattı:
– İbrahim, getirdiğin kitabı götür!deyip Schubert Liedleri uzattı. Kitabı alıp yukarı çıktım. Kemancılar serbest çalışmaya geçmiş. Sözde metot çalışması yapıyorlar ama, kemanlar tam anlamıyla gıcır gıcır gıcırdıyor. Öztekin Öğretmen kendi odasına geçmiş, onun yerine oturup Liedleri karıştırdım. Notaların hepsi piyano için olmasına karşın üçüncü bir sıra(Sol anahtarlı) sözlere ayrılmış. Sayfaları karıştırırken birden irkildim:
– A aaa! dedim, karşımda Röslein. Sözler Johan Wolfgang von Goethe/Beste Franz Schubert. Demek bu çok ünlü bir şiri ya da şarkıymış. Baş Müfettiş Hayrullah Örs öyle demişti. Bunun için demiş. Şiir şarkı olarak Schubert'in kitabında. Üstelik piyanoyla çalınacak notaları da var. Bendeki notalar salt ses ya da akordiyon içindi. Birden heyecanlandım ama kimseye bir söz edecek durumda da değilim. Kime ne söyleyebilirim ki? Gene de sanki söylemek için yerimde duramıyorum. Ben kendi kendimle didişirken Öztekin Öğretmen geldi. Elimde kitabı görünce:
– Aman ha, o kitap çok değerlidir, ortalıkta durmasın. Kaybolursa ikinci bir kitap bulup yerine koyamayız. Schubert'in tüm güzel şarkıları onda. Biliyorsun bu sıralar Almanya'dan kitap değil zırnık bile getirtmek olası değil. Bu sözler üzerine kitabı dolaba koydum. Koydum ama sanki gözlerim de orada kalmış gibi bir süre Röslein'ı notalar içinde görür gibi oldum. Mozart Sonatları anımsadım. Dolabı kapatırken hızla geri açtım. Açtığım sayfalarda karınca gibi notalar;işaretler, yay gibi çizgiler. Kitabın birini tekrar baştan sona çevirip baktım. Ötekini karıştırmaya takatim kalmadı:
– Yarın bakarım! deyip, Kitaplığa gittim. Arkadaşlar Kadir'in çevresinde toplanmış ilk günümüzün nasıl geçtiğini dinliyordu. Kadir her şeye karşın durumdan hoşnut. Olayları kendine göre değerlendiriyor. Kadir'in en candan arkadaşı olarak bildiğimiz Hüseyin Orhan bile Kadir'i dinledikten sonra:
– Anlaşıldı arkadaşım, seni oradan kovmazlarsa kendiliğinden ayrılmayacaksın! Kadir, güvenli bir tavırla yanıtladı::
– Ben çalışacağım arkadaşım, sen kaygılanma, çalışınca bana kimse dokunamayacak!Oturunca bana da sorular soruldu. Soruları yanıtlamaktan çok Kıkzılçullulu arkadaşların sinema tutkularını, film yıldızlarını nasıl tanıdıklarını anlattım. Bu kez de Abdullah , Hilmi Girginkoç Öğretmenin film yıldızlarının boylarını bile bildiğini söyledi. Arkadaşların bu sözlere gülüp geçeceğini sanıyordum. Tam tersi çıktı, hemen hemen hepsi içlerini çekerek bakıştılar. Durumlarına hayıflandıkları belliydi. Salih Baydemir ise:
– Ne bekliyordunuz? Allahı, kepirliğinde kuşkonmazdan başka ne gördük ki? Arkadaşlar bu söze acımsı gülüşlerle katılınca bende ters bir tepki uyandı. Sabahki şan dersinde Abdullah'ın başarısını anlattım. Abdullah'dan sonra Hilmi Girginkoç Öğretmen bize, Kadirle ikimize soru bile sormadı!Oysa öteki arkadaşları inceden inceye yokladı!dedim. Yemek ziline dek belli noktalarda zıtlaşarak konuştuk. Yemekte yeni bir durumla karşılaştık;masalar bölüm bölüm ayrılmış, Güzel Sanat Bölümüne 1. 2. Sınıflar birleştirilerek iki büyük masa ayrılmış. M asalar 10 kişilik. . Önce 2. sınıflar geçti. Onlar 9 kişi, en sondan giren Şevki Aydın elimden tutup çekti. Arkadaşlar öteki masaya doluştular. İki arkadaş ayakta kalır durumdayken. Bizim sınıf 12 kişi oturmaya karar verdi. Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca açıklama yaptı:
– Yüksek Bölüm öğrencileri, Ankara'daki derslerine başlayınca erken gidip geç gelmek zorunda kalacaklar. Her bölüm ayrı zamanlarda gelip gittiği için, masa ayırma işleri zorlaşacaktır. Bölüm bölüm ayrılınca izlemek kolaylaşacaktır. Kimseden ses çıkmadı. Ben içimden sevindim. Bizim arkadaşlarla birlikte olmak istiyorum, ancak her gün aynı konuları konuşup, aynı olayları tartışmak da sıkıcı oluyor. Bu nedenle biraz ayrı kalmayı hesaplıyordum. İstediğim kendiliğinden oldu. İçimden de Şevki'ye teşekkür ettim. Bu denli isabetli bir ayrılığı da aklımdan geçirmiyordum. Şevki Aydın Kızılçullular içinde çok sevildiği gibi Çiftelerli arkadaşları da ona karşı çok nazik davranıyorlar. Böylece bana karşı bir durum da görünürde olmadı. Yemekte Hüseyin Çakar Faik Canselen Öğretmeni nasıl bulduğumu sordu. Ben dalgınlıkla:
– Bana ne soruyorsun, o senin eski öğretmenin değil mi? yanıtını verdim. Oysa geçen yıl buraya başka bir piyano öğretmeni gelmiş. Bunu duymuştum ama üstünde durmamıştım. Hüseyin Çakar olayı anlattı. Geçen yıl gelen piyano öğretmeni ünlü bir Alman piyanistiymiş. Almanya'da yapılan Johann Sebastiyan Bach'ın eserlerini çalma yarışmasında 1. 'lik almış. Musevi asıllı olduğu öne sürülünce (Hitler'ler korkusundan) Almanya'yı terkedip memleketimize gelmiş. Şimdi de biz Almanya'ya karşı savaş durumuna girdiğimizden Kırşehir'de göz hapsine alınmış. (Ankara'daki tüm Almanlar gibi) O nedenle bu yıl derse gelemiyormuş. Hüseyin Çakar Prof. Zuckmayer'i bir süre övdü. Piyanonun tuşlarına bakmadan çalıyormuş. Kendi besteleri de varmış.
Yemekten sonra Kitaplıkta tüm Kepirliler bir araya geldik. Sami genellikle ayrı duruyordu. Bu kez o da aramıza katıldı. Nedense ilk yakınma ondan geldi:
– Eee, arkadaşlar gittikçe bizi birbirimizden uzaklaştırıyorlar. Neyse ki gen el derslerde kısa süre de olsa bakışacağız! dedi. “Bakışacağız!” sözü gülme konusu oldu. Yusuf Asıl, bir gözünü kırparak:
– Ben böyle bakacağım deyince Salih aydemir iki gözünü kapatarak:
– O zaman ben de sana böyle bakarım!yanıtını verince gene sen-ben tartışması başlandı. Halil Basutçu:
– İyi ki bizi ayırıyorlar, zaten biz bir birimize yakın değiliz, baksanıza Kızılçullu, Çifteler grupları nasıl da birbirine sarılmışlar! dedi. Bu kez de Mustafa Saatçı İbrahim Ertur'a, Kadir Pekgöz Abdullah Erçetin'e sarıldılar. Sami Akıncı gülerek:
– Siz benim dediğimi anlamıyorsanız, ben size ne diyebilirim be kuzum? diye sordu. Bizi topluca gören Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca gülümseyerek geldi:
– Kepirli kardeşlerimizi hep, topluca bir araya getirip konuşmak, dertleşmek istiyordum;dileğim kendiliğinden yerine geldi. Bir sakıncası yoksa aranıza oturayım!deyince hepimiz yerimizde kımıldayarak yer açtık. Hüseyin Atmaca önce bizim eski müdürümüz Nejat İdil'den söz etti. Sonra da Eğitimbaşı Enver Kartekin'i övüzü sözler söyledi. Konuşma yarınki derslere geçti. Dersler, Devrim Tarihi-Türkçe-Edebiyat. Türkçe-Edebiyat çifte söze takıldım. Hüseyin Atmaca açıkladı:
– Ders, genelinde Edebiyat ama, derse gelen Doçent Sabahattin Eyuboğlu, bildiğimiz gibi eski edebiyat yazılarını okutmuyor. O daha çok çeviri yazılarından metinler seçip inceletmeler yapıyor. Bir bakıma, hazır yazı okutma yerine okunan tazıyı doğru katmaya yöntemini uyguluyor. Edebiyat derslerindeki gibi yazarları falan sormuyor. O tür yazıları inceleyen bir başka dersimiz daha var. Ona başka bir öğretmen geliyor. O dersiniz perşembe güne konmuş. Onda, liselerde okutulan benzer parçaları okuyacaksınız. Hüseyin Atmaca, tüm dersler başlayınca Ankara'ya ders için gidenlerin durumlarını açıkladı. Gidiş-geliş için tren parasız;kart ya da paso denilen belge ile. Öğle yemekleri için kumanya alınıyor. Derslerden sonra Ankara'da kalabiliyoruz. Akşamları, Ankara -Kırıkkale arası trenle dönülüyor.
Yat ziline de aklımıza takılan tüm soruları sorunları sorduk. Hüseyin Atmaca da bildiklerini tatlı tatlı anlattı. Yatağıma girince de, geçmiş gecelerden daha rahat olduğumu duyumsayarak uyudum.
18 Kasım 1943 Perşembe
Devrim Tarihi fısıltıları arasında uyandım. Soru soruldu galiba birisi:
– Yok yok, yalnız Cumhuriyet dönemindeki olaylar geçiyor. Adam kendisi anlatıyor;doçentmiş, genç ama yaşlı gibi duruyor. Doçent doktor Halil Demircioğlu. Yataktan kalkarken yeni öğretmenimin birini daha öğrenmiş oldum. Ancak doçent nedir, , hele doktorluk nedir ? Tam olarak bilmiyorum. Kapıdan çıkarken Halil Basutçu beni bekle!diye seslendi. Onu beklerken Halil Dere yetişti. Halil Dere ile Halil Basutçu yan yana gelince:
– Haliller çoğaldı !dedim. Halil Basutçu Halil Dere ile konuşmamışmış, gülüşerek ikisi de:
– Adımı taşıyan öğretmenle ilk kez karşılaşıyorum, hem de Doçent doktor öğretmenle ! diyerek kahvaltıya gittik. Kahvaltıda aklıma takıldı, tüm öğretmenlerimi aklımdan geçirdim;sahiden benim de Halil adlı bir öğretmenim olmamış. Halil, ne anlama geliyor acaba? Fikret Madaralı Öğretmen; “ Her adın bir anlamı vardır ama, adlar çok eskilere dayandığı için sonra sonra onun anlamı başka sözcüklerle açıklanmaya başlayınca gerçek anlamı kapsamakta yetersiz kalmaya başlar;aradan uzun zamanlar geçince ise kimi sözlerin anlamları kaybolur!” gibisinden bir açıklama yapmış, kendi adı üstüne de bir örnek vermişti:
– Fikret; fikir et, daha açık olarak fikir yürüt!demektir. Fikir yürütmek, daha sonraları aklını kullanmak olarak söylenmeye başlanmıştır. Günümüzde de “Aklını kullan, aklında tut, aklını başına topla gibi sözlerle fikretmeyi gölgelemiştir. Giderek onun yerine de düşün, düşünmek, olumsuzu olarak da düşünmemek sözleri egemen olmuş, fikretmek, Fikret kısaltılmış biçimiyle ad olarak kalmıştır! demişti.
Devrim Tarihi Dersi.
İlk dersimiz. Oldukça sıkışarak oturduk. Gözlüklü, kısa boylu oldukça esmer renkli, kısarak saçlı, eli çantalı 2. doçent öğretmenimiz geldi. 1. Doçentimiz İbrahim Yasa, sarışın kıvırcık sarı saçlı, güler yüzlüydü. Doçent doktor Halil Demircioğlu, dikkatle bakan, ancak gülmeyen bir yüzle konuşmaya başladı:
- Dersimiz Devrim Tarihi. Şimdiye dek bu ders, İnkılap Tarihi adı altında okutuyorduk. Biz, bizim fakültede (Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi) bir süre daha bu ad altında sürdüreceğiz. Sonuç olarak arada pek far yok. Ancak devrim sözü açık açık bir değişimdir. Bu değişim, bir zaman dilimini de içerir. İnkılap ise daha yalın bir nesnenin değişmesi anlamak için de sıkışıp kalmıştır. Üstüne üslük, biz inkılap sözünü yıllardır doğru olarak öğrencilerimize söyletemedik. İnkılap sözü rahatlıkla inkilap yapılmaktadır. Oysa İnkilap inkılap sözünün tefessüh etmişi yani bozulmuşudur. Öğretmen tebeşiri alıp tahtaya oldukça iri olarak aralıklı harflerle İ N K I L A P---İ N K İ L A P yazdı bu kez sözleri göstererek Yenileşme, düzelme kısacası yaşanan çağın koşullarına uyma!dedikten sonra inkilap (öğretmen inkilab yazdı) sözünün gerçekte piyasadan kalktığını gülümseyerek söyledi. Sora da (Gene gülümseyerek) Devrimlerin sözü edilmese, o yurdumuzun bağımsızlık savaşı anılmasa bu sözlerin doğrusu gibi yanlışı da piyasadan çoktan kalkınmıştı. Zaten dilimizde bu sözler günümüz anlamında hiçbir zaman kullanılmamıştır. Tıpkı Hürriyet sözü gibi. gün hürriyet, insanın ya da insanlığın boyunduruktan kurtulması anlamını taşır, oysa Divan Edebiyatına bakın hürriyet, bülbülün kafesten çıkmak isteği dar sınırları içinde tutulmuştur. İnkılap da öyle. Açın bakın eski okul kitaplarına Tırtıl, istihale döneminden sonra kelebeğe inkılap eder. Ya da lahanayı, gerekli nesnelerle küpe koyarsan, bir kaç ay sonra o, turşuya inkılap eder. Arkadaşlardan gülenler oldu. Öğretmen de gülerek:
- Gülersiniz yaaaa! Dedikten sonra da:
- Dersimiz ilerledikçe daha çok gülecek, buna karşın da ağlanacak konularımız olacaktır.
Öğretmen bundan sonra dersin işlenişi, bizden isteyecekleri üzerinde durdu. İstedikleri de -çoğunlukla- dersi önemsemek, onun anlattıklarını dinlemek, anlattıklarıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş bağını saptamak, devrimlerin ruhunu kavramaya çalışmak olarak! Özetlenebilir.
Dersten sonra bir çok arkadaşın Doçent Doktor Halil Demircioğlu'ndan hoşnut kaldığını gördüm. Çok seyrek konuştuğum Çiftelerli Bekir Semerci, kırk yıllık arkadaş gibi koluma girerek:
- Görüyorsun ya Kepirli arkadaş, ne yaman insanlar var. Sizin bilmem ama ben, bizim okulda böyle bir öğretmen görmedim. “Hangi taşı kaldırsan, altından o çıkar!” Atasözü örneği adamın bilmediği yok. Yaşlı da değil. Gözlüklü olduğuna bakma, ben çok yakınındaydım, adam bizlerden bir kaç yaş ancak büyük.
Biz konuşurken arkadaşlar dersliğe yöneldiler. Kapılarda sıkışmaktan hoşlanmadığım için geri çekildim. Son girenlerden biri olduğum için bir yere sıkışmayı düşünürken sınıfımızın iki kızı Fatma ile Dürriye bana yer gösterdi. Meğer onlar uzun etekleri altına bir tabure saklayıp arkadaşlarına veriyormuş. Bu kez de piyango bana düşmüş. Bizim konışma yarım kaldı , bir Doçent öğretmenimiz daha geldi. Ancak bu doçent öğretmen ötekilerden farklı olarak kitaplarını öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca'ya taşıtarak geldi. Dersliğe girince de bize selam falan vermedi. Kürsüye oturunca Hüseyin Atmaca ile bir süre konuştu. Hüseyin Atmaca'ya teşekkür ettikten sonra bize döndü:
- Uzun bir süre beklediniz ama sonunda derslere başladınız! dedi. Bir süre gülümseyerek baktıktan sonra da:
- Teselli bile olsa biz insanlar, bu tür sözlere inanır, seviniriz. Teselli, sözünü severim, buna gereksinim duyunca bir arkadaş gözetir dururum. Bilirim o da benim bildiğimin dışında bir şey bilmez ama olsun, gene de onun konuşması bana güç verir. (Adını söyleyerek) “Aldırma Sabahattin, “Bu da geçer!” ya da “Yarın güzel olacak!” dese yeni bir durum olmuş gibi sevinirim. Kısacası olumlu küçük olayların sevinciyle yetinme alışkanlığımızı geliştirelim. Bu büyük mutluluklardan vazgeçelim gibi anlaşılmasın. Bilelim ki büyük mutlulukların, yaşamın neresinde geleceğini biz bilemeyiz. Belki çok önemli bulmayacaksınız ama ben böyle düşünüyorum. Bakın benim gibi düşünen biri daha varmış, hem de oldukça eski zamanlarda yaşamış, gelin bir kez de birlikte okuyalım onu!deyip bir kağıttan yazı okudu. Yazıyı öylesine okudu ki, bir ara; “Öğretmen kesinlikle yazı okumuyor; kendisi konuşuyor, kağıdı gözlerini kapatmak üzere tutuyor diye düşündüm. Yanılmışım, öğretmen kağıdı hemen önündeki bir arkadaşa verdi. Bize de açıklama yaptı:
- Benim gibi düşünen yazar bir yabancıdır. Onu kendi dilindeki adıyla öğrenmek isteyenler olur. O nedenle adının tahtaya yazılmasını istedim! Kitabı alan Mustafa Parlar arkadaşımız tahtaya MONTAİGNE yazdı. Öğretmen güldü. İçinizde Fransızca okumamış değil belki de hiç fransızca konuşma duymamış olanlar çok; o nedenle bu adı akılda tutmanız zor olacak, ben öteki adını da söyleyeyim, anımsamanızı kolaylaştırır! dedikten sonra kalktı tahtaya Michel de Montaigne-(Mişel dö Montein oku) yazdı.
Mustafa Parlar kağıdı verirken öğretmen sordu:
- Bir kez de sen okumak ister misin? Mustafa Parlar, hiç irkilmeden:
- Okurum öğretmenim! deyince öğretmen başıyla okumasını okumasına işaret etti. Mustafa Parlar'ı Kızılçullu grubundan biri olarak bilirdim ama sanırım yakın bir ilişkim olmamıştı. Meğer Mustafa Parlar güzel konuştuğu gibi güzel okuyan biriymiş; oldukça duru-gür bir sesle parçayı aksatmadan okudu. Dersten çık zili çaldı. Sabahattin Öğretmen kalkınca:
- Bizim derslerimiz, böyle okumaya değer bulacağımız metinleri inceleyerek geçecek. Zaman zaman bu metinleri sizler de seçeceksiniz;umarın seveceksiniz!deyip ayrıldı. Öğretmen çıkınca arkadaşların bir bölümü Mustafa Parlar'ı kutladı. Birileri ise, Mustafa Parlar'ın o parçayı daha önce okumuş olacağını öne sürdü. Sözde Hüseyin Atmaca, Sabahattin Eyuboğlu'dan bu yazıyı daha önce almış. (Geçen yıl da okunduğu varsayılarak) Hüseyin Atmaca'yı taraf tutmak ya da arkadaş kayırmakla suçlar gibi konuşuldu. Buna da ben kızdım:
- Öyle olsa bile burada önemli olan yazının önce ya da sonra alınması değil, o okuyan arkadaşın pürüzsüz okunması değil mi? O yazıyı bana, öyle önce mönce değil geçen yıl bile verselerdi bu denli güzel okuyamazdım!diye biraz dikçe bağırdım. Sabri Taşkın, Halil Ders, Şükrü Koç, Mehmet Kocaefe beni:
- Yaşa Kepirli! diye alkışladılar.
Yemekte 2. sınıflarla oturdum. 2. Sınıflarda 1. sınıflar kadar açık ayrılık(Bizim bölümde) sezilmiyor. Nitekim okuduğumuz metni söyleyince bizim masadakiler, bu tür metinler okuduklarını ancak bunu okumadıklarını söylediler. Orhan Doğan, Fahri Yücel, Abdullah Ön, bana karşı da Şevki Aydın ya da Mehmet Yelaldı'dan farkı davranmıyor. Abdullah Ön'ün bu ayrılık konusunda söylediği ise ilginç:
- Kızılçulu-Çiftelerli aralarında ne fark var sanki? Kızılçullular kardeşe kardeş, biz gardaş derik. (Deriz-diyoruz)Bu da pek önemli değil!Biz bir gün gelir Ege bölgesinde görev alırız, onlar gibi “Kardeş!” demeye başlarız. Onlar da Anadolu'nun kıyısında-köşesinde görev yüklenip oranın söylemlerine, istemeseler de dönecekler! deyip kahkahayla gülüyor.
2. Sınıflarla yemeğe oturduğuma sevinmiştim; ancak bugün onlara daha çok ısındım. İşin ilginci 2. sınıftaki Çiftelerli Orhan Doğan, Fahri Yücel, Abdullah Ön, giderek benim gözümde Kızılçullulardan farksız gibi görünmeye başladı.
Çarşamba günleri öğleden sonra 2 saat Bölüm Başkanımız Mehmet Öztekin Öğretmenin gözetiminde MÜZİK ÖĞRETMENLİĞİ ÜSTÜNE GENEL BİLGİLER çalışması var. Bu çalışmalar;öğretmenin bize verdiği notlara göre:
1- İşlenecek bir ders için, günlük program,
2. Dersine girilecek birden çok sınıflar için haftalık ders dağılım programı.
3. Çalışılan okulun (Sınıf sayısı) durumuna göre toplu çalışma programlarının hazırlanması.
4. Milli Bayramlarda okulların müzik etkinlikleri için yapılacak dış katkılar.
5. Müzik derslerinin daha etkili olması için okul dışı desteklerin kazanılması yolları üstüne çalışmalar.
6. Söylene gelen okul şarkılarının toplanması, korunup yayılması,
7. Okullarda Müzik kitaplığı kurulması,
8. Müzik enstümanlarının sağlanması, kullanılması, korunması;
9. Yakın Çevrede söylenen türküler, türkülerin derlenmesi,
10. Yurt genelinde beğeni kazanan şarkı, türkü, oyun türlerinden derlenmiş bir kaynak birikim sağlama yöntemlerini geliştirip uygulanması,
11. Türkü, masal, yöresel söylencelerin, halkın sürdürdüğü nitelikleriyle saptayıp toplanması,
12. Okul dışı yakın çevre gençleriyle müzik, eğlence, geleneksel oyunlar aracılıyla işbirliği yollarının irdelenmesi v. b gibi konular üstünde durulacak.
Öztekin Öğretmen salona girdiğinde tüm arkadaşlar keman çalışmaya başlamıştı. Öğretmen ellerini şaplatarak:
-Bugün yayları biraz dinlendirelim! deyip sıraları gösterdi. Otuz öğrencilik sıramız var, on dört kişi olarak sıralara teker teker serpilince öğretmen güldü:
-Bari boş olunca rahat oturalım mı? Diyorsunuz. Haklısınız belki ama ben de konuşacağımı düşünüyorum;otuz kişiye ses dağıtma yerine on dört kişiye seslenmeyi isterim!deyince arkadaşlar ikişer ikişer sıralandı. Mehmet Öztekin Öğretmen daha önce Eskişehir/Çifteler Köy Enstitüsü'nde çalışmış. Orada çalıştığı sürede yaptığı kimi çalışmalardan söz etti. Oradaki çalışmalara katılanları sordu. İlginçtir, aramızdaki arkadaşların hiç biri katılmamış. Öğretmen pek önemsemez gibi yaparak sözü, haftalık eğlencelere döndürdü. Çiftelerde her hafta toplanıldığını, ancak toplanma nedenlerinin başka amaçlara yönelik olduğu hemen anlaşıldı. “O haftanın önemli olaylarını tüm öğrencilere duyurmak, ayrıca yeni başlanan, bitirilen işleri muştulamak türünden haber nitelikli olduğu anlaşıldı. Kızılçullulu Ekrem Bilgin parmak kaldırarak öğretmene sordu:
-Biz, buradan özellikle Müzik Öğretmeni olarak çıkar da Köy Enstitülerinde çalışırsak her cumartesi böyle etkinlikleri mi hazırlayacağız? Öğretmen güldü, Ekrem'e dönerek:
-Dün bir bugün iki, ne o şimdiden kaçmayı mı düşünüyorsun yoksa? dedi. Ekrem, müziği çok sevdiğini, okulunu iyi dereceyle bitirdiğini, hangi bölüme girse başaracağını umduğunu, kendini buna hazırladığını ancak müzik sevgisinin ağır bastığını anlattı. Öztekin Öğretmenin Ekrem'e, ilk sözünde olduğu gibi ters sözler söyleyeceğini umarken çok değişik karşıladığını gördük. Öğretmen:
-Öyle dediğime bakma, ilanihaye insan okulun her saatinde etkin olamaz. Bu insanın tabiatine de uygun değildir. Kendini vatana adayan askerler bile belli sürelerde serbest kalır, dinlenir, gezer, eğlenir. Siz öğrenci bizler öğretmen olarak Köy Enstitüleri'nin ilk kurucularıyız. Bu nedenle ilk olmanın hem şanını hem de zahmetini bir arada yaşıyoruz. Bilelim ki, ilk günlerin sıkıntıları bir süre sonra kalmayacak. O nedenle geleceğimizi geçen günlerimize göre değil değişecek, daha rahatlanılacak günlere göre düşlemeye çalışalım. Bakın ben bu dediğimi bir bakıma yaptım. Çifteler'de arkadaşların anlattığı etkinliklere her cumartesi akşamı katılıyordum. Bu etkinlikler iki yıl bile sürmeden buraya atandım. Burada da bir görevim var, bu görevim de her saat burada olmak. Ancak burada olmak beni mutlu ediyor. Mademki kendimi müzik müzik tutkusuna kaptırdım, onun güzelliğini duyumsayarak burada yaşayıp gidiyorum. Sizler de böyle değişik görevleri yüklenip, gerçekten severek seçmişseniz, müzikli yaşamı sürdürebilirsiniz.
Öğretmen hepimize bakarak:
-Yaşamlarında insanlar, çok değişik olaylarla karşılaşıyor çocuklar. Görüyorsunuz büyük bir savaş sürüyor. Savaşan ülkelerin çocukları, o okullarında bir zaman güzel düşler kuran, anne-babalarına. öğretmenlerine naz eden gençler, şimdi ne durumdalar? Geçen Büyük Savaşı anlatan bir kitap vardır, onu okudunuz mu bilmem. Okumadınızsa hemen okumalısınız. “O bir kitap!” deyip geçmeyin! O yüreği yanan, acı çeken insanların haykırışıdır. Kendi tarihimize bakalım, biz de bugünler büyük bir yıkımın acılarını çekiyoruz. Bakın 1943 yılını bitiriyoruz. Cumhuriyeti kurduğumuz 1923 'ten bu yana 20 yıl geçti. 20 yıldır rahat oturup okuyacağımız okullarımızı bile kuramadık. Öğretmenin sesi giderek değişti, boğazının dolu dolu olduğunu duyumsadım. Biraz çekinerek de olsa yavaşça elimi kaldırdım. İyi anlamışım ;öğretmen, bana sormaya bile gerek görmeden:
- Bakın arkadaşınız o kitabı okumuş, isterseniz size anlatır! Sahiden de ben kitabı okuduğumu söyleyecektim. Okuduğunu söyleyen başka arkadaş da çıkınca konu tavsadı. Öğretmen, ayrılırken Ekrem de, “Erich Maria Remarque'ın (Erik Maria Römark) Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok!” adlı kitabını okumasını önerdi. Ancak önerisi azıcık zorlayıcı oldu. Çünkü Ekrem'e “Bir Çarşamba günü bu derste!” anlatma koşulunu koydu.
Öğretmen ayrılınca arkadaşlar kemanlarına sarıldı. Abdullah'la birer saat piyano çalışmamız var;Abdullah önce çalışmak istedi. Abdullah piyanoya oturunca dolaptan Mozart Piyano sonatlarını çıkardım. Dün birini taramıştım;dikkatle ikincisini çevirdim. Tüm dikkatime karşın onda da bulamadım. “Besbelli yanlış anlamışım!” deyip üzgün üzgün sayfa çevirirken bir sayfanın başında Alla turka yazısını okudum. Başına baktım,Klaviersonate A-dur, KV 331. Anımsadım, Faik Öğretmen bir uzun sonatın sonunda demişti. Hemen piyanonun yanına gittim. Abdullah izin verdi. Ezber olarak akordiyonda çok denediğim için sağ elimde bir alışkanlık var. Tam olmadı ama çıkan seslerden Abdullah hemen anladı:
-Onu da mı buldun? dedi. Abdullah çalışacağımı sandığı için kalktı. Ancak benim niyetim çalışmak değil, çalışacağım parçayı bulmaktı. Hemen kağıt keserek sayfa arasına koydum. Boş piyano bulduğum zaman aşağıdaki odada çalışmak üzere bir plan kurdum. Bu kez de başka parça seçme hevesim kabardı. Tek tek parçalar var. Ben bakarken Hüseyin Çakar geldi. Çakar geçen yaz burada kaldığı için buradaki kitapları karıştırmış. Özellikle tek parça baskılılartdan çalıştıkları da varmış. Beethoven'den iki partça önerdi, Für Elise, Menuette. Für Elise'nin baş tarafını azıcık çaldı. An cak Hüseyin Çakar beni uyarmak gereğini de duydu sanırım:
-Geçen yıl Prof. Zuckmayer bana böyle parçaları kesinlikle yasak etmişti. Bilmiyorum Faik Öğretmen bu yıl nasıl davranacak! İstersen önce bir danış, ondan sonra bunları çalışmaya başla. Hüseyin Çakar'a inandım;O, kendiliğinden böyle bir düzen düşünmez. Zaten notalara tekrar tekrar bakınca, istememe karşın çalmakta zorlanacağımız da görüyorum. Für Elise gibi Menuette'in de sonu bölümü kargacık burgacık notalarla dolu, dörtlük sekizlikler gibi 16'lık, 32'lik 64'lük notalar dizilmiş. Az düşündüm; şimdiye dek 32'lik , hele hele 64'lük nota gördüm mü? Ben bunlarla uğraşırken paydos oldu, arkadaşlar başıma üşüştüler:
-Akşam, neler dinleyeceğiz? Liste hazırdı, pikabın yan tarafına astım.
1. Wolfgang Amadeus Mozart, Jupiter Senfoni, No:41 4 plak.
2. Felix Mendesshon, Bir Yaz Gecesi Rüyası Üvertürü 2 plak
3. Johannes Brahms, La majör Sonat 2 plak
4. Edvard Grieg, Peer Gynt, Süit No:1 2 plak
Lİste asılınca sorular başladı;Sonat neydi? Süit şöyle değilmiydi. Neden Jübiter Senfoni denmiş_Jübiter mi yoksa Jupiter mi? Üvertürü öğrendik, onda kimse kuşkulu değil yan var. Örneğin oralardan önce çalınan üvertürler var. Örneğin bizdeki Don Juan Operfası'nın üvertürü bir opera öncesi üvertürü. Oysa dinleyeceğimiz Fwlix Mendelssohn’un Bir Yaz Gecesi Üvertürü öyle değil. Daha önce dinlediğimiz Beethoven'in Coriolanus Üvertürü de operasız üvertür.
Yemekte , çoğunlukla Hüseyin Çakar'la konuştuk. Geçen yılki Şan Öğretmeni Ruhi Su'dan söz edildi. Bağlama çalmaya başlamış. Fahri Yücel gülerek:
-Sahi yahu hiç sormadık, o Aleviydi galiba, bağlamayı en çok onlar çalar!”dedi. Bu kez de ben sordum:
-Hasanoğlan köyünde Aleviler çokmuş, bağlama çalan var mı? Abdullah Ön tartışmayı durdurdu. Müzik çalan insanların Alevisi, Sunnisi olur mu? Bu bir gönül işidir. Adam Operada oynuyor, üstelik keman çalan bir Müzik öğretmeni. 40 yaşına kadar Alevi değildi de şimdi mi oldu? Çiftelerde öğrencilerdenbağlama çalışanlar varmış, ileriki yıllarda onlardan kesinlikle gelecekler varmış. Hüseyin Çakar önceki konuşmaya yaslayarak:
- O zaman, bu sizin tartıştığınız konu daha da alevlenir? dedi. Orhan Doğan sözü değiştirdi:
-Bırakın şu saçma konuları, bu gece ne dinliyoruz arkadaş? diye sözü bana çevirdi. Mozart'la Brahms'ı söyleyebildim ötekileri anımsayamadım.
Mozart'ın senfonisi var, deyince Abdullah Ön bana senfoninin ne olduğunu sordu. Daha önce dinlediğim için uzun orkestra eseri olarak tanımladım. Başka başka? deyince Şevki Aydın söze karıştı:
-Başkası maşkası yok, arkadaş form konularını okuyunca o senin bildiklerini de ekleyecek!dedi. Abdullah Ön Şevki Aydın'a peki arkadaşım, bir birimize fazla çıkışmayalım. Biliyorsun bu konuda ben de biraz yayayım, konuyu açıp bir şeyler öğrenmek istiyordum. Konu geçen yıl okudukları kısa müzik formları ile armoni derslerine döndü. Bu konuda en etkin Hüseyin Çakar'mış onu konuşturdular. Ancak konuşma uzun sürmedi, kalkıp Müzik salonuna gittik. Mehmet Öztekin Öğretmen erken geldiği için erken başladık.
Mehmet Öztekin Öğretmen plak sırasında 1. ile 2 arasında yer değişikliği yaptırdı, böylece önce Felix Mendersshon'n Bir Yaz Gecesi Rüyası Üvertürü'nü pikaba koydum. 2. sınıflar çok dinlediklerinden seslerin akışına uyarak yüzlerini değiştiriyorlar. Yan gözle onları izledim. Mehmet Zeybek sürekli ellerine baktı, tırnaklarını temizler gibi ucuca getirdi durdu. Mehmet Yelaldı, fazla dikkat çekmeden elleriyle izledi. Eller, açık yere doğru yatık, ağır ağır inip kalkıyor. Bazı sert olarak kesilen yerlerde ellerini durdurdu. Abdullah Ön, uyur gibi hareketsiz dinledi. Uyudu mu? Tam kestiremedim ama, gene onun deyimiyle, “İçerek!” de dinlemiş olabilir. Hüseyin Çakar, kaşlarını çattı, öylece durdu. Mehmet Öztekin Öğretmenin bana baktığını sezince içime dönüp müziği dinledim. Çok değişken ama gerçekten hareketli bir müzik. Arada kalabalık insan konuşmalarını andıran (homurdanır gibi) yerler gidip geliyor.
2. Plak bitince, “Çok güzel, ya da güzelmiş!” sözlerini dinleyen Mehmet Öztekin Öğretmen:
-Beğenilerinizi biraz da içinize atın, orada tohumlayıp gelişmiş olarak yeri gelince dışarı çıksın. Böyle dinler dinlemez “Çok güzel!”deyip savuşturursanız işin gerçek zevkine varamazsınız!dedi.
Öğretmenin işareti üstüne Mozart 41 Nolu ( Kv:551 C dur) senfoniyi koydum. Nedense arkadaşlar daha dikkat kesildiler. Ben de öğretmenin az önceki uyarısını düşünerek sesleri içimde tutmak için pür dikkat kesildim. Yazık ki her gelen yeni sesler az öncekini süpürüp götürdü. Ilk plak bitince tüm ayrı ayrı duyduğum sesler gitti uzayan bir uğultu kulağımda kaldı. Neyse kimse konuşmayınca plağı çevirdim. Kulağımdaki uzun ses gene kesilerek ayni güzellikte gitti. 4. plağın sonunda konuşanlar seslerden çok senfoninin adı üstünde durdular:
-Niçin Jübiter? (Jupiter, diyen de var) Öztekin Öğretmen, bu ad konusunda kesin bir bilgi vermedi:
-Mozart'ın yazmalarında bu ad yokmuş, sonradan eklenmiş. Senfoni, kendisinden önce yazılanların hepsinden daha görkemli ses örgüsü içerdiği için “ Büyük-Görkemli” anlamında, Romalıların en büyük tanrısının adı yakıştırılmış! dedi. Senfoniden sonraki iki plak pek ilgi çekmedi. Sonat üstüne sorular soruldu. Tek çalgı üstüne sonatlarla iki çalgı için yazılan sonatlar arasındaki birlik-ayrılık konusu irdelendi. Süitlerin çok çeşitliliği tekrarlandı. Bu arada öğretmen, plak sıraların değişiklik yapıp senfonileri en sona getirmemizi önerdi. Hepimiz öneriye katıldık. Böylece Mehmet Öztekin Öğretmenin önerisiyle güzel müzikleri, beynimizde kuluçkaya yatırmak üzere, neşeli neşeli salondan çıkarken yarın ki derslere anımsatıldı Sanat tarihi-Resim. Resim dersi hakkında oldukça deneyimimiz var. Ömer Uzgil Öğretmenden iki, Talat Ayhan Öğretmenden de bir yıl ders gördük. Oysa Sanat Tarihi üstüne tek söz duymamıştık. Güzel müzik duygu doyumları ile Sanat Tarihi kuşku çatışması içinde yataklarımıza girdik.