Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

12 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Bugünkü Türkiye'yi Gezenler Birer Avuç Toprakla Yuvaya Döndüler

 

Bu birer avuç toprak, Hasanoğlan ikliminde karışıp özümlenerek geldiği yörelere dönecek, tüm Türkiye'ye serpilerek yeni bir toprak cevheri oluşturacaktır. Tıpkı taşıyanları gibi bu yeni toprak oluşumu da yurdun "Muasır Medeniyetler seviyesinde" özlenen yeri almasını kolaylaştıracaktır.

 

1 Ekim 1944 Pazar

 

Enver Ötnü bana"Enişte kalk!" deyince soranlar oldu :

-Ne çok ablan var herkese peşkeş çekiyorsun? Enver karşılık verdi: Deli misiniz, ablam olsa herkese enişte der miyim? Benim ablam yok. Ben sizinkileri peşkeş çekiyorum. Bir başka grup Enver'i alkışladı.

Enver'le koşarca oyun alanına gittik. Oyuna gelen sınıf değişmiş. Çakı Efe açıkladı:

-Oyun grubu Cumhuriyet Bayramı sonuna dek her sabah değişecek. Enver bozulur gibi oldu:

-Her gün değişince nasıl oyun öğreteceksin? Çakı Efe boynunu bükerce:

-Amirlerimiz öyle buyurdu. Enver bu kez de amiri sordu. Efe:

-Benim amirim Sıtkı Şanoğlu! deyince Enver duraksayarak baktı:

-O dediğin Beden Eğitimi Öğretmeni, onun amirliği var mı? diye sorunca Çakı Efe:

-Ben anlaşma yaparken okul müdürü bana ilk danışacağım kişi olarak Sıtkı Şanoğlu'nu gösterdi. (Beni göstererek) Sor bak, üç aydır bizimle ilgilenen o değil mi?

Enver, elini sallayarak:

-Özür dilerim, işinize karışıyorum; size söz verdim, yardımımı sürdüreceğim! deyip ortaya geçti. Bekleyenler son sınıflardı. Enver Efe'ye bakarak:

-Harmandalı mı? diye sordu. Efe başıyle işaret verince benimle birlikte Enver de başladı. Harmandalıyı oynayan bu grup, Enver'in hoşuna gitti, ara ara naralar attı. Az izledikten sonra Efe de ortada oynadı. Harmandalı arkasından Enver "Güvende!" dedi. Güvende yarıda kaldı.

Bu kez de Enver sordu:

-Şimdi bu oldu mu? Efe Enver'e sarıldı:

-Hemşerim, bu hep böyle değil, bayramdan sonra burada gene altı yüz zeybek olacak, hemşerin de daha üç ay burada! İki hemşeri sarılıştılar. Sorun çözülmedi ama sinir gerilimi geçiştirildi.

Kahvaltıda bir kaynaşma oldu. Hemşerim Kadir Pekgöz pür telaş geldi:

-Abi, Ankara'ya gidiyorum, bir isteğin var mı? Teşekkür ettim. Oldukça kalabalık bir grup neşeli neşeli tren durağına yöneldi. İçimden onları haklı buldum. Şimdilik ceplerinde paracıkları var, hem gezecekler hem de gereksinimlerini rahat rahat tamamlayacaklardır.

Salona gittiğimde tek Mehmet Ünver vardı. O da elini sarmış, keman çalışamıyormuş. Tırnağı altına küçük bir kıymık batmış, günlerdir çekiyormuş. Üzüldüm. Az sonda Mehmet Ünver de ayrıldı. İnanılacak gibi değil, salonda gene yalnızım. Uzun süre piyano çalıştım. Gelmeyeceğini bile bile Bella'yı bekledim. Gelmeyince kitaplığa gittim. Kitaplıkta demirbaşlar (!) oturuyordu. Ayrı masalarda başkası da vardı. Tahir Erdem'in odasına baktım, Bella orada, eliyle "Gel!" işareti verince gittim. Gülerek:

-Bugün pazar, bilmiyor musun? Tahir Bey gelmez. Bana çok yazı verdi, onları yazıyorum. Sevindim.

Kalkıp kapıyı aralık kalacak şekilde kapattı:

-Birileri gelip gelip bakıyor! Ablasını gördüğümü, söylememi istediklerini sıraladım. Bella, giderek rahatladığını, kaldığı yeri değiştirdiğini, bundan böyle Sabahattin Emmi'nin kardeşiyle kalacağı için daha mutlu olduğunu söyledi. Sabahattin Emmi'nin kardeşi dediği Mimar Mualla Eyuboğlu. Mimar Mualla, kızlar için ayrılan bölümde kendisi için özel bir yer yaptırmış, oradaki bir odayı Bella'ya vermiş. Bella neredeyse uçacak. Kızlar gelince onların içinde olacağına ayrıca seviniyor.

Bella'nın sevinci beni de rahatlattı. Hiçbir ilgimin olmadığını bilmeme karşın olaylar beni giderek Bella'ya yaklaştırdı. Bella'nın masasında yeni gelecek öğrencilerin listesi vardı, bir tanesini aldım. Daha önce kapılarda asılı, bakmıştım ama bu kez geleceklerini düşünerek, sanki bir an önce tanıyacakmışçasına listeyi elime aldım. Oysa listede Kepirtepe'den gelecek üç kişinin bile ancak ikisini tanır gibiyim. Doğan Güney büyük bir olasılıkla bizim bölüme gelecektir. Öteki tanıdığım Tevfik Uğurlu'yu kitap kurdu olarak biliyorum. Okuduğum kitapların büyük bir bölümünü önce ondan duymuştum. Tevfik kesinlikle bize gelmez. Üçüncü arkadaş hakkında hiç bir fikrim yok. Yüzden fazla öğrenci içinden onun seçilişine doğrusu şaştım. Demek onu hiç tanıyamamışım. İbrahim Öznal. Hem de adaşmışız. Nasıl oldu da nöbetlerde ya da iş yerlerinde birlikte olmadık? Bu da bir şans. Onun da bize gelmeyeceğini sanıyorum. Çünkü Kepirdeyken hiç bir müzik etkinliğine katılmamıştı. Gerçi geçen yıl, hemşerim Kadir Pekgöz, benim bu düşüncemi çürüttü. O da hiç bir etkinliğe katılmamasına karşın bizim bölüme girme cesaretini gösterdi. Gelen arkadaş böyle bir denemeye neden kalkışmasın?

Bella'ya teşekkür edip ayrıldım. Ayrılınca da kafama bir konu takıldı, Bella yemek işini nasıl çözümledi? Mualla Eyuboğlu ile olduğuna göre onu da düzene koymuştur! deyip yürüdüm.

Salona döndüğümde, keman sesleriyle karşılaştım, Fahri Yücel, Abdullah Ön, Şerif Yalman, Mehmet Yelaldı, birer köşeye çekilmiş gıygıylıyorlar. (Gıygıylama onların yakıştırmasıdır) Onlar çalışırken piyanoya oturmadım. Arkadaşlar akşam plâk dinlemek istedikleri için pikabı, iğneleri, hazırladım. Plâk listesini ortaya çıkardım. İşin ilginci arkadaşlar pikabın değiştiğini bile farketmediler. Oysa ben bunu farkedip sorduklarında, onu nasıl sağladığımızı anlatmak istiyordum. Tam bu sıra binanın yan tarafında bir araba durmuş, Şerif Yalman:

-Gelen var, beş altı kişi! deyince kemancılar ivedi olarak toplandılar. Arabadan inenler nedense bir süre arabanın yanında duraklayıp konuştular. Bizimkiler birer ikişer çıkıp gitti. Ben gene yalnız kaldım. Az sonra konuklar, Ali Kılıç Öğretmenle birlikte salona geldi. Gelenler daha önce gelmişti. Hemen tanıdım. Onlar da tanıdılar. Sivas Milletvekili Reşat Semsettin Sirer, şair Mehmet Necatin Öngay, Milletvekili, şair Ahmet Kutsi Tecer, iki de yabancı. Mehmet Necati Öngay'ın öğretmen şair olduğunu biliyordum. O aynı zamanda Faik Cansel Öğretmenin yakından tanıdığı biri, bunları Faik Canselen Öğretmenle bir kaç kez konuşmuştuk. Mehmet Necati Öngay tanımadıklarımdan oldukça gür, düzgün taranmış saçlı kişiyi göstererek "Halil Bedii Yönetken” deyince gülerek Ankara Marşı deyiverdim. Halil Bedii Yönetken bir kahkaha attı:

-Gene Ankara marşının gölgesinde kaldık! deyip elimi sıktı. Mehmet Necati Öngay bu kez de öteki zayıf yapılı kişiyi tanıttı. Bana:

-Namını duydun ama sanırım şahsını tanıyamadın Nadide Yurttan Sesler koromuzun Şefi Muzaffer Sarısözen! dedi. Muzaffer Sarısözen, başıyla selâm verdiği için ancak "Hoşgeldiniz!" diyebildim. Reşat Şemsettin Sirer, pikap için iğne sıkıntısı çekip çekmediğimizi sordu. Arkadaşların stajda olması nedeniyle plâk çalmamızın sınırlı olduğunu söyledim, “bu nedenle iğnelerimiz öylece duruyor!” dedim. Mehmet Necati Öngay Ahmet Kutsi Tecer'le Reşat Şemsettin Sirer'i göstererek:

-Mebus Beyefendileri tanıyorsun! dedi. Onlara tekrar "Hoşgeldiniz!" dedim. Oturacak Sandalyeler düzgün olarak duruyordu. Konuklar oturdu. Öztekin Öğretmene haber iletildiği için soluk soluğa geldi. Öztekin Öğretmen hepsiyle tanışıyormuş adlarını söyleyerek ellerini sıktı. Reşat Şemsettin Sirer pikap hediye ettiğinde Öztekin Öğretmen yoktu. Onu anımsayıp özel olarak teşekkür etti. Reşat Şemsettin Sirer beni göstererek “yardımcınızı iyi yetiştiriyorsunuz!” deyince Öztekin Öğretmen sözün piyano çalışım için söylendiğini anladı; bana dönerek:

- Son çalışmalarını dinlesinler! deyip piyanoyu işaret etti. Piyanoya oturup Johann Sebastian Bach deyip arka arkaya iki musetta ile Wachen auf'u çaldım. Konuklar alkışladılar. Halil Bedii Yönetken ayağa kalkıp bana dikkatle baktı, yaşımı sordu. 23 içinde olduğumu söyleyince, "İnanmıyorum, bunu sana kim söyledi?" diye sordu. Öteki konuklara dönerek:

-O söylediği yaşı göstermiyor değil mi? Arkasından da 17, hayır hayır olmaz, 17 yaşlar nüfus değişikliği yapamaz. Tamam, 18. Sen on sekiz yaşındasın, hemen nüfus Müdürlüğüne bir istida yaz, ben takip edeceğim. Bunu olmuş bil, sözlün varsa o da bir şeyler yapsın. Razı olmazsa değiştir onu, yenisini bul. Bulamazsan bana haber ver. Hem güldü hem de bunları söyledi. Öteki konuklar da dikkatle onu dinlediler. Tekrar konuklara dönerek:

-Şaka değil, kesinlikle 23 değil 20'yi bile göstermiyor. Bana dönüp gene :

-İstidayı bana verebilirsin. İstersen Ankara Marşını söyleyerek Nüfus Müdürüne birlikte gideriz. Konuklar hep güldü. Halil Bedii Yönetken bu kez gene bana dönerek “Bu şaka sözleri niçin söylediğimi bilmeni isterim. Bir yılda böylesi Bach çalman olağanüstü. Ben Müzik Öğretmeni yetiştiren bir okulda yıllardan beri öğretmenim, böylesini görmedim. Senden önde olanlar hep oldu ama 8-10 yılda kazanılan bir başarıydı onlarınki.” Doğrudan benimle olmasa da benzer konular üstüne bir süre konuştular.

                                     

 

Halil Bedii Yönetken                   Muzaffer Sarısözen

 

 

Öztekin Öğretmen gene beni göstererek:

-İbrahim'in başka meziyetleri de var. Bergamalı Çakı Efe ile öğrencilere Efe zeybeklerini öğretiyorlar. Şimdi sizinle gelecek, göreceksiniz Aşık Veysel'le çok iyi anlaşıyor. Ahmet Kutsi Tecer sordu bunu nasıl başardı? Öztekin Öğretmen gene beni göstererek:

-Kendisi söylesin! deyince konukların hepsi bana baktı. Ben de bunun bir rastlantı olduğunu, ilk geldiği günler Çakı Efe ile yakınlık gösterdiğimizi, konuşurken Cumhuriyet Öncesi Sivas yöresine sürgün gönderilen bir yakınımız, benim de kendisine "Dede!" dediğim kişiden söz ederken Aşık Veysel'in o kişiye ilgi duyması sonucu yakınlaştığımızı söyleyince Ahmet Kutsi Tecer:

- O kişi kimdi? Veysel'in çevresi sınırlıdır, bilirim, merak ettim! deyince. Vahit Lütfi Salcı, dedim. Vahit Lütfi Salcı adı geçince, hepsi "Aaaa!" dediler. Bu kez de konu Vahit Lütfi Salcı'ya döndü. Reşat Şemsettin Sirer Ahmet Kutsi Tecer'e sordu:

-Ne oldu, o da listeye girecekti hani? Ahmet Kutsi Tecer:

-Engele takıldı, dr. Fuat, Fuat Umay şerh koydu! dedi.

Hiç söze karışmayan Muzaffer Sarısözen Vahit Lütfi Salcı için, “İyi bir folklorcu, tuttuğunu koparır. Müzik konusundaki kavgalarını takip ediyorum, Sadi Yaver'i ettiği gibi Sadettin Nüzhet'i bile safdışına itti!” deyince ortaya konuşmalar oldu. "Doğrudan ayrılmadı bu yüzden de çok kişiyle çatıştı!" dendi. Halil Bedii Yönetken gülerek:

-Yakından tanırım; evet, biraz destursuzdur. Bizim toplantılarımıza gelir, yüreklidir. Bindiği dalı kesenlerle barışık değildir.

Öztekin Öğretmen bana:

-İbrahim, senin öğle çalışmanı ben yaptırayım, sen konuklarımızı Veysel'e götür! deyince konuklar kalktılar. Arabalarında yer yokmuş, şoförün soluna sıkıştım.

Veysel'in hiç bir şeyden haberi yokmuş. Küçük Veysel, uykuda olduğunu söyledi. Konuklar duraksadılar. İçerden ses geldi kim o? Ahmet Kutsi Tecer:

-Uykucu, biz geldik! deyince Veysel:

-Gelin gelin uyanıkım! diye seslendi. Konuklar evin önündeki kanepelere oturdular. Veysel elinde bastonu, başında takkesi kapıdan ağır ağır çıktı, görecekmiş gibi bakıp gülümsedi:

-Çoksunuz anladım, sağolun; konuşun ki birer birer, bileyim! deyince konuklar sıra ile, oldukça yüksek sesle "Merhaba!" dediler. Merhaba! dendikçe Veysel, elleriyle, bir ucu yere dayalı sopasının kendi elindeki ucunu yoklar gibi yaparak merhaba diyenlerin hepsini tanıdı. Ahmet Kutsi Tecer bana takıldı:

-Sen gizlenecek misin? Ben de "Merhaba!" dedim. Veysel güldü:

-Sen (Aşık Veysel "Sen!" sesini seyn gibi söyler) yaklaşsaydın nefesinden tanırdım, hoşgeldin! dedi.

Aşık Veysel merhabalaşmaktan sonra özenle tüm konuklarla konuştu. Reşat Şemsettin Sirer'e bol Beyefendili sözlerle sorular sordu. Sivas'taki ortak tanıdıklarını anlattı. Muzaffer Sarısözen'le ise söylettiği türküleri çok canlı bulduğunu, çok sevdiğini ancak onların temposuna uymakta zorluk çektiğini anlattı. Halil Bedii Yönetken içinse, onun radyoda çalması için gösterdiği gayrete teşekkür etti. Ahmet Kutsi Tecer'e hazırladığı iki yeni eserinden söz etti. Mehmet Necati Öngay'ın toplu şiirlerini okutmuş içlerinde çok beğendikleri olduğunu söyledi. Sıra bana gelince güldü:

-Biz İbrahim'le sazlarımızda ayrı tellerde çalıyoruz ama sohbetlerimizde birlikiz! Sizler sinemalarda Üç Ahpap çavuşlar görüyorsunuz. Biz de burada Üç Ahpap çavuşlarız. Bergamalı Efe, İbrahim, ben. Bana sık sık gelirler. Sağ olsunlar! dedi.

Konuklar, bana baktılar. Duygulandım mı utandım mı? Tam kestiremedim ama övülmeye değer bir şey yaptığımı da benimseyemedim. Karşılıklı konuşmalar sonunda Ahmet Kutsi Tecer Aşık Veysel'e geliş nedenleri anlattı. Konu:

-Muzaffer Sarısözen'in Yurttan Sesler proğramına özel olarak Aşık Veysel'in de katılması.

Aşık Veysel duraksar gibi oldu. Ahmet Kutsi Tecer, Reşat Şemsettin Sirer'le Halil Bedii Yönetken'i göstererek:

-Beyefendiler, bütün pürüzleri ortadan kaldırdı. Sana sazını çalıp söylemek kaldı, haydi birlikte gidiyoruz. Aşık Veysel, boynunu büker gibi yaptı. "Ne deyim, seyn, siyizler sağ olun! deyip kalktı. Aşık Veysel içeri girince konuklar bakıştı. "Ilımlı tarafına geldi, hayra alâmettir! dediler. Az sonra Veysel, giyinmiş olarak çıktı. Küçük Veysel de orta büyüklükte bir valizle Veysel'in sazı bir elinde öteki elinde Aşık Veysel, konukların karşısında durdular.

Konuklar, Veysel'in geleceğine kesin gözüyle bakmamışlar. Veysel razı olunca, konuklardan biri yerini yitirmiş oldu. Mehmet Necati Ongay, kalmak istediğini, burada arkadaşı olduğun söyleyip kenara çekildi. Aşık Veysel bana "Gel hele” deyip el edince yaklaştım, emrivaki karşısında kaldığını, muhterem zevatı kıramadığını, Okul Müdürü Rauf İnan'a hörmetlerini söylememi istedi. Konuklar Veysel'leri alıp gittiler. Şair Mehmet Necati Ongay'la konuşa konuşa bizim salona döndük. Meğer onun arkadaşı bizim Bölüm Başkanımız Mehmet Öztekin'miş. O da bizi bekliyormuş. Öztekin Öğretmen olanları dinledikten sonra bana teşekkür etti, Mehmet Necati Ongay'ı koluna takıp gitti.

Salonun boşluğuna gene şaştım. Yemeği kaçırmıştım ama aç da değildim. Bunca arkadaşın gelmesine karşın kimsenin olmamasına da şaşmıştım. Yatakhane açıldığına göre büyük salon da açılmıştır! deyip gittim. Bir de ne göreyim arkadaşların hepsi orada kümeleşmişler, görüp geçirdiklerini bir birlerine tekrar tekrar anlatıyorlar. Hemşerim Kadir görünce çağırdı. Bizim Kepirlilerden bir grup çevresini sarmış. Kadir dün Ankara'ya gitmişti. Köylüsü Milletvekili Zühtü Akın'ın evine gitmiş. Zühtü Akın'ın oğlu İsmet'le kız kardeşi Hamdiye benim ilkokul arkadaşlarımdı. İsmet'le pek yıldızlarımız barışık değildi. Onun yeğeni A'ya benim takıldığımı gördükçe bana kızıyordu. O sıra babası mebus olup Ankara'ya taşınınca babasıyla gitti. Böylece o da rahatlamıştı ben de. Kardeşi Hamdiye A'nın hem akrabası hem de arkadaşıydı. Hamdiye, ağabeyi gibi kızmaz tam tersi yakınlık gösterirdi. Kepirtepe Köy Enstitüsü son sınıfındayken Hamitabat gezisine gittiğimizde Milletvekili Zühtü Akın'ın Gül Bahçesinde bize çay verilmişti. Hamdiye ile yeğeni A'yı da ora da görmüş, onların çağrısıyla kapıda bir süre bakışıp geçmişten konuşmuştuk.

Kadir dün gitmiş, konuşmuş bana selâm getirmiş. Önce inanamadım. İsmet bana nasıl selâm yollar? Ancak Kadir, vallahlı-billâhlı konuşunca inanasım geldi. Öyle ki Kadir evlerinin kapı numarasını bile söyledi:

Yenişehir/Kızılay, Hasan Hadi Ap. kat 4. no 14-Ankara. . . . Gel de inanma! Tamam, tamam! deyip Kadir'e teşekkür ettim. Öteki arkadaşların soruları daha çok buradaki olan bitenler üstüne. Ben kolayını buldum:

-Ayrılıp giden sizsiniz, sizin gördükleriniz önemli, onları anlatın. Burası bildiğiniz gibi, bir değişiklik varsa onu görüyorsunuz, anlatmaya gerek var mı? Nihayet Abdullah da konuştu:

-Bol bol piyano çalıştın mı? Çalıştığımı söyledim. Konservatuvara gidip gitmediğimi, Süheyla Öğretmeni görüp görmediğimi sordu. Görmemiş olduğum için görmediğimi söyledim. Abdullah nedense:

-O kadın evlendi galiba dedi. Anımsayanlar oldu, güzelliği üstüne bir süre konuşuldu. Ben de Asım Kaveller'i gördüğümü söyledim. Asım Kaveller Öğretmen için kimse bir şey demeyince:

-Sizinki üzüm yemek değil, bekçi dövmek, Asım Kaveller de öğretmeninizdi hem de daha yakın, daha kalıcıydı. Süheyla Başokçu tatil sürecinde iki ay öğretmenininiz oldu. Asım Kaveller ise öğretim yılında size yedi ay ders okuttu. Ayrıca Süheyla Başokçu 1941, Asım Kaveller 1942/43 yılında bizimleydi. Gülenler oldu:

-Olaylara amma da ciddi bakıyorsun ha! diyenler oldu. Benim görevimin bitmediğini, ay sonuna dek süreceğini söyledim. Bunu da hem hayıra hem de hayırsızlığa yoran oldu. Abdullah Erçetin bu kez geçen yıl burada kalan Hüseyin Çakar'ın da görevinin uzadığını anımsattı. Abdullah'ın bunu anımsatması dikkatimi çekti. O bunu nereden biliyor acaba? Geçen yıl biz buraya geldikten bir buçuk ay sonra derslere başlamıştık. Yani 15 Kasım 1943 tarihinde. Hüseyin Çakar'ın görevi o tarihe kadar mı uzamıştı?

Öğle çalışmasını atlatmıştım, ne oldu? Ömer mi çalıştırdı yoksa gerçekten Öztekin Öğretmen mi? Kalkıp salona indim. Ömer de beni arıyormuş karşılaştık. Gerçekten Öztekin Öğretmen gelmiş. Ancak öğrencilere o denli övütler vermiş, o denli sözü uzatmış ki, çocuklar mandolin tellerine dokunmadan çalışma saatı bitmiş. Ömer şaşmış ama bana anlatırken bile rahatça gülemiyor. Akşam çalışmamız Sağlık Grubunaymış, konuşa konuşa gittik. Bu grup da kendi ölçülerinde çalışmaya koyuldular. Mandolin çalışmaları iyi denecek düzeyde. Şarkıları bireysel söylüyorlar da toplu söylerken ses uyumları istenilen düzeyde değil. Sevdikleri ortak türküleri, şarkıları saptamaya karar verdik. Ömer elindeki kağıda bakarak oldukça uzun bir listeyi tahtaya yazdı, söyleterek seçecek. Seçim işini Ömer'e bıraktım. Ömer, kendi seçtiklerini silmedi, söyletmeyecekleri gitti gitti sildi. Sonunda tahtada Tininam (Koyuna bak), Sarı kız, Meşeli, Giresun Kayıkları, Arpa-Buğday, Ziller, (Birini de Yavrum) Menekşeler, Çiçekler. Ömer bunlara İstiklâl Marşı, Ziraat Marşı, Ankara Marşını da ekleyip 11 sayılık bir şarkı demeti yaptı. Sağlık Grubu bunları birlikte söyleyecek. Türküler sıralandı. İstiklâl Marşı'nda duraklandı. Ömer bir kaç kez söyledi. Ben akordiyonla çaldım. İstediğimiz gibi olmasa da büyük bir değişme olduğu kanısındayız. Ömer uçacak gibi seviniyor. İkimizin de sevinci var. Farklı da olsa sevinçlerimiz bizi güleçleştiriyor.

Salona döndüğümde kemancıların değişik sesleri biraz acayibime gitti. Piyano boş, Mehmet Zeybek geldi ama besbelli piyanoyu özlememiş. Oturunca biraz gösteriş olsun diye Hanon sayfalarından seçtim. Pedal kullanmadan parmak egzersizleri yaptım. Bir yandan da kemanları dinledim. Sayıları azalmasına karşın direnenler oldu. Bu kez Hanon 51'e geçtim. Kemanlar kesildi. Kemanlar kesilince bu kez de pedal kullandım. Konuşmalar oldu. Duymazdan geldim. Giderek kromatik gamlara geçtim. bir de arkama baktım, kimseler yok. İçim cızladı, arkadaşlar, piyano çalışırken nasıl keman çalışacak? Geçen yıl piyano çalmıyor, sakına sakına tuşlara dokunuyordum. Ayırdında olmadığım gelişme bu olsa gerek. Dokununca tuşlar gerçek piyano sesi çıkarıyor. Sessizlikten yararlanayım, deyip Wachet auf'u çaldım. Mehmet Yelaldı, alt odadaymış, geldi. Sağ elinin parmaklarını topaç gibi yaparak salladı. Arkasından da "Bravo!"dedi.

Yelaldı da gidince gene yalnız kalmıştım. Kendi kendime iyimser olmayı öğütledim. "Sabreden derviş muradına ermiş!" Çalışmak için uygun olmayacak günler olacağı gibi uygunları da olacak, onları değerlendirmekle yetinmeye alışmak huzursuzluktan iyidir! diye düşünerek oktav çalışmalarını sürdürdüm.

Yemekhaneye gidince yeni gelenlerle karşılaştım, Muttalip Çardak, İbrahim Şen, Nihat Şengül, Kamil Yıldırım, Ekrem Bilgin, Azmi Erdoğan, Halil Yıldırım, Orhan Doğan. Şevki Aydın, Hüseyin Çakar da gelmiş ama yemeğe gelmemişler. Tamamlandık! diyenler oldu.

Yemekte, plâk dinleneceğini duyurdum. Öztekin Öğretmenin gelip gelmeyeceği soruldu. Anladım ki gelmek istemeyenler var. Öztekin Öğretmenin konuğu olduğunu, o nedenle gelmeyebileceğini sandığımı belirttim.

Yemekten bir grupla salona indik. Bugün gelenler haklı olarak katılmadı. Kimse sormadı ama bu kez ben söyledim:

-Pikabımız yenilendi, plâklarımız arttı!

Kimi arkadaşlar; "Aaa, sahiden!" deyip geçiştirdiler. Ben de uzun uzun açıklamaktan vazgeçtim. Weber, Dansa Davet'i ilk plâk olarak koydum. Talip Apaydın ayırt etti.

-Bu plâk yeni! diye dikkat çekti. 2. plâk için tartışıldı. Sonunda seçmeyi gene bana bıraktılar. Üsteğmen Kije, arkasından Tschaikovsky Keman Konçertosunu koydum. Kemancılar dikkat kesildiler.

Plâk bitince konsere gitme konusu açıldı. Konserlerin kasım ayında başlayacağı söylenmişti. Fahri Yücel'le gittiğimiz Mandolin konseri duyulmuş, onu sordular. Anlattım, gitmeye karar verdiler. Mandolin konserlerinin radyo için hazırlandığını, küçük salonda verildiği için çok az dinleyici aldıklarını anlattım. Üzülenler oldu.

Yatakhaneye gidince yakınımda yatan Adaşım İbrahim Şen'e uğradım. Adaşım Kayseri/Pazarören'den geldi, oldukça bilgi edindim ama Yusuf Asıl'ın hastalık olayını bir de ondan dinledim. Adaşımla konuşurken Yusuf Asıl sözleri geçince az ileride yatan Halil Basutçu duymuş, selendi:

-Ben de geldim! Ona da "Hoşgeldin!" dedim. Çevremdeki yataklara bakınca çoğunluğun geldiği anlaşılıyordu.

Yatınca karmaşık duygular içinde gözlerimi kapadım.

 

2 Ekim 1944 Pazartesi

 

Enstitülerden dönenler ayaklanmış, oysa müfettişler kıpırdanmadan yatıyorlar. Bergamalı 2. Efe Enver Ötnü seslendi:

 

-Uyanalım arkadaşlar, seferimiz başlıyor! Söylenenleri dinlemeden yürüyen Enver Ötnü beni de uyardı:

-Bekleniyoruz! Birlikte yürüdük. Çakı Efe erkenci. Günaydınlaşmadan sonra bana sitem etti:

-Veysel'i göndermişsin, bana haber verseydin? Olayı kısaca anlattım. Elini omuzuma koydu, sözünü geri aldığını söyledi.

Tek grup olduğu için Enver bu sabah araya girip Efe'den işaret bekledi. Efe, Enver'in istediğini bildiği için Kozak Zeybeğini işaret etti. Gruptan dökülenler oldu ama kendi hallerine bırakıldığı için uyarma yapılmadı. Bitiminde Harmandalı'ya geçilince bir coşku yaşandı. Az önce bozulan düzen çabuk kuruldu. Enver'in arada haykırışına Efe de karşılık verince oyun oldukça zevkli geçti. Çocuklar çok sevindi, Alkışladılar.

Oyundan sonra Çakı Efe'ye Aşık Veysel'in götürülüşünü anlattım. Enver de koluna girip kahvaltıya sürüklerce çekti. Biz bize oturacağımızı öğrenince Efe nazı bıraktı, üstelik sevindiğini de söyledi. Meğer onun çekinikliği bayanlardanmış. "Efe, mefe hikâye, köylüyüz; cici cici bayanlarla oturacak halim mi var? diye sordu. Bizim oturduğumuz yerin öğretmenler masalarından uzak olduğunu görünce de şaşarak:

-Neden böyle uzağa çekildiniz? Efe tatile çıkıştan sonra geldiği içine bizim gerçek yerlerimizi bilmiyordu. Biz konuşurken Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca geldi, Çakı Efe'yi azıcık pohpohladı. Çakıcıların, Kamalıların, Sökelilerin, Demirci Efelerin geleneğini sürdüren fedakâr hemşerimiz! dedi. Efeyi tanımayanlar da yabancı yabancı baktı. Gözlerim bizim Kepirlilere takıldı. Zeybek oyunlarını biz üç arkadaş, Ahmet Güner, Yusuf Asıl'la Kepirtepe'deki arkadaşlara öğretmek için yalvarırken onlar ; "Oyunu çingeneler oynar!" diyordu. Bu sözlerine karşı o zaman:

-Bu sözlerinizi yazıyorum, ilerde sizi mahcup edersem kusurumu şimdiden affetmenizi isterim! diyordum. Hemen hemen hepsi şimdi melûl mahsun bana bakıyor. Merak ediyorum, Halil Basutçu Pazarören Köy Enstitüsü sabah oyunlarında Müdür Şevket Gedikoğlu'nun elinden nasıl kurtuldu? Keşke Yusuf hasta olmasaydı, çıkıp ortaya oynayarak benim öcümü de alabilseydi. Hasan Üner, Hüseyin Orhan, Mustafa Saatçı, Mehmet Başaran, Kadir Pekgöz, Abdullah Erçetin hele de Mehmet Başaran, şairliğe soyunuyor. Ortaya çıkıp okumadan şair olacak. Oysa ortaya çıkmak kendine güvenenler için başlı başına bir şiirdir. Kişi kendi bedenini dilediği gibi kullanarak disiplinli bir beden sahibi olduğunu ortaya çıkarak kanıtlamaktadır. Otaya çıkan şair, titreyerek şiir okursa, o şiir güzel olur mu? Şairi bir yana bırakalım, öğretmenler için de bu kural geçerlidir. Derslikte rahat yürüyemeyen biri, duracağı, yürüyeceği yeri kestiremeyince öğrenci gözünde ne duruma düşer? Bunu hep birlikte gördük, hep birlikte birilerine bu beceriksizliği nedeniyle adlar bile taktık. Bunları burada da zaman zaman konuşuyoruz.

Akşam plâk dinlemeye gelmeyenler sordu:

-Öztekin Öğretmen geldi mi?

Kahvaltıdan birlikte kalkıp salona gittik. Son sınıflardan Halil Koçyiğit gelmemiş. Hasta olduğu söylendi. Hüseyin Çakar, Şevki Aydın, Mehmet Zeybek, Abdullah Ön, Orhan Doğan, Fahri Yücel, Mehmet Yelaldı, Şerif Yalman. Son sınıf tamamlandı. Bizim sınıf da tamam; Azmi Erdoğan, Muttalip Çardak, Talip Apaydın, Mehmet Ünver, Kadir Pekgöz, Abdullah Erçetin, İbrahim Şen, Halil Yıldırım, Kamil Yıldırım, Nihat Şengül, Ali Kuş, Yusuf Demirçin. Topu topu yirmi kişiyiz. Ancak bu yirmi kişi eline kemanları alıp bir arada çalmaya başlayınca ortalık ses kargaşasına dönüşüyor. Üstelik onlara bir de piyano katılınca tam anlamıyla ses kakafonisi oluşuyor. Bu ses kakafonisi sözünün anlamını tam bilmiyorum. Hilmi Girginkoç Öğretmen koro çalışmalarında ikide bir durdurup tekrarlatırdı. Bu arada "Gene ses kakafonisi oldu!" derdi. Sözün gelişine göre; "Ses kargaşası anlamını yakıştırıyorum!"

Kimse ne yapacağını bilmiyor. Eline kemanını alan akorda başladı. Mehmet Zeybek piyanoya oturdu. Bana da takılmadan edemedi:

-Sen çok çalıştın! Mehmet Zeybek sitem de etse aldırmam söz konusu değil; biliyorum ki o, az sonra kalkacak.

Arkadaşların, Öztekin Öğretmeni bekler bir hali var. Bense Öztekin Öğretmenin geleceğini beklemiyorum, Niçin gelsin?

Birinci sınıfa geleceklerin (bir bölümü geldi) tam listesini yazdım.

Kepirtepe: Doğan Güney, İbrahim Öznal, Tevfik Uğurlu.

Savaştepe: Nazife Tuncay, Arif Korkmaz, Eyup Tekin.

Arifiye: Necmiye Uçar, Yıldız Kırktepe, Ali Aslan, İbrahim Us, Mehmet Ulucan, Selahattin Odabaş, Hasan Ayas, Ahmet Yol, Rifat Ural, Muzaffer Dağlı, Kadriye Yücel

Çifteler: Tahsin Yücel, Mehmet Öcal, Perihan Bozkaya, Nevber Tarcan, Naci Ön, İbrahim Toprak, Abdullah Ertürk, Mehmet Tanrıkulu, Ahmet Savaş, Emin Kes, Niyazi Kayhan

Gönen: Süleyman Topçu, Ahmet Altın, Kemal Yılmaz, Fatma Dicle

Kızılçullu: Mahide Kiremitçi, Recep Akyüz, Haşim Kanar, Necip Ünlü, Mustafa Sarıkaya

Aksu: Cavit Oral, Fahri Özçelik, Pakize Yılmaz, Hüseyin Aşık

Haruniye: Saime Çetin, İbrahim Türk, Bekir Ural, Hüsnü Çelik, Osman Darıcı

Akçadağ: Arif Gelen, Cemal Yıldırım, Abdülkadir Arıç, Ahmet Aksoy

Cılavuz: Fahri Toplu, Mehmet Cıhangir, İsa Öztürk, Hayri Kızılyel, Halise Sarıkaya, Osman Nuri Alper

Beşikdüzü: Raşit Özdemir, Cesarettin Ateş

Pazarören: Mehmet Gökdemir, Naci Tataroğlu, Mehmet Ali Şengül, İbrahim Aytekin, Hatun Efe, Ali Dündar, Tufan Doğan, Veli Dalak, Turgut Kavraal

Gölköy: Cemal Türkmen, Bayram Bayrak, Mehmet Bayram Akkoç, Mehmet Öztürk, Hatice Uncu, Hasan Yılmaz, İsmail Sönmez, Rasim Köktürk, Mahir Erol

Yıldızeli: Süleyman Varlı-Refika Bıldırcın, Bekir Demirsoy, Zeki Siper, Niyazi Köse, Bekir Takçı

Ladik: Ziya Altıntaş, Yusuf Tuncel, Abdül Kadir Başara

Hasanoğlan: Galip Gürler, Turan Yiğit, Rıza Diken, Ömer Çiftçi

On üçü kız olmak üzere doksan arkadaş aramıza katıldı. Böylece iki yüz kişilik bir güç oluşturduk. Üç yıl sonra Köy Enstitüleri daha da şenlenecektir. On üç kız, iki de vardı on beş. Bella'ya gün doğdu. Bakalım kaçı bizim bölümü seçecek? Ya hiç seçmezlerse? Öztekin Öğretmenin düşlerine yazık olur.

Yemekte, Öztekin Öğretmenin salona uğramadığını öğrendim. Arkadaşlar bir süre sen ben dalaşına kalkışmış. Hiç de şaşmadım, dalaşmayı özlemişlerdir (!)

Ömer'le buluştuk. Ömer üzgün:

-Bugünden sonra öğle-akşam çalışmalarımız kaldırılmış! dedi. Biliyordum, açıkladım:

-Ekim başında dersler başlıyor. O nedenle yaz programı uygulaması bitti. Ömer sordu:

-Dersler başlayacak mı?

-Orasını bilemem, Okul Yönetiminin takdiri. İsterse başlatır, isterse bir süre işlerde çalıştırır. Başlanıp da tamamlanmamış bir yığın inşaat var. Onların hiç değilse bir kısmını bitirmek için öğrencileri çalıştırmak zorunda kalabilirler.

Konuşa konuşa Aysel Öğretmenin grubuna gittik. Aysel Öğretmen durumu öğrenmiş, numarasını yaptı:

-Ay size çok alışmıştık, arada gene gelin bari! Ekrem'in sözünü anımsadım; “Gözlüğünüz kirlenmiş verin sileyim!” demişti. O geçti içimden:

-Gözlüğünüz kirlenmiş, doğru göremiyorsunuz; dikkatli bakın karşınızda sandıklarınızdan biri yok! Düşündüm ama diyemedim. Gene de:

-Siz isterseniz her zaman gelebiliriz, yeter ki siz isteyin!

Bizden önce Aysel Öğretmen kendisi muştuladı:

-Dersler başlayacağı için bundan böyle çalışmalar müzik derslerinde yapılacak. Cumartesi, pazar mandolin çalışmaları için ayrıca duyuru yapılacaktır.

Ömer listesini tahtaya yazdı. İstiklâl Marşı, Ziraat Marşı, Ankara Marşı. Şarkıları, türküleri öğrencilerin seçimine bıraktık. İstekler tahtaya yazıldı. İlkbahar, Sonbahar, Gül şarkıları, Zekiyem, Sarı Kız, Yenice Yoları, Harman türküleri istendi. İsteklerin söylenmesinden sonra Ömer mandolin çalışması yaptırdı. Bize göre güzel bir bitiş oldu. Nedense bitişte Aysel Öğretmen de çalışmanın sonuna dek bizimle kaldı. O çocukları izlerken ben de onu izledim. Güzel bir yüzü var. Ekrem'e onu önerdiğimizde Hüsnü ile bana sinirlenerek:

-Beni ona mı lâyık görüyorsunuz? diye de büyük bir söz söylemişti. Bir daha alıcı gözüyle baktım, Aysel Öğretmen Pazarörenli'den güzel. Toplu konuşmalarda, şakalaşmalarda öne çıkma görüntüsü bence aldatıcı. İki ikiye ilişkilerde kesinlikle çok tutarlı. Bir kez çok zeki, çok çalışkan. Genel havasıyla havai gibi görünmesi, çevresindekilere uymasından ileri geliyor. Tıpkı, Nazif Balcıoğlu ya da Cemil Toygar Öğretmenler gibi genel havaya bakarak işi biraz kalenderliğe vuruyor. Böyle düşünmem, ne de olsa bir ayrılık söz konusu, belki o duyarlığa dayanıyor. Bu duyguya kendimi kaptırıp böyle konuşmuş olabilirim ama, ayrılırken yoğunlaşan duygular, tüm duyguların dökümü olacağından kendi gerçeğine en yakınıdır, bence.

Başka bir çalışma döneminde gene buluşmak üzere ayrıldık.

Nedense bugün Salona inmek istemiyorum. Kitaplığa giderken Bella'ya baktım, makineye eğilmiş yazıyor. Kapıya arkası dönük olduğu için beni görmedi. Kitaplıkta belli kişiler masaları tutmuş.

Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenin önemsediği Latin Edebiyatının kaynak kişilerini aramayı sürdürdüm.

Vergilius, Tertullianus, Terentius, Tacitus, Seneca, Propertius, Plinus, Plautus, Phaedrus, Pertronius,

Ovidus, Martialis, Lucanus, Livius, Juvnalis, Horatius, Cicero, Catullus, Boethius, Apuleius, Lucretius

Bunlardan, Plautus'un AMPHITRYON, Tacıtus'un AGRICOLA'nın HAYATI kitaplarını buldum.

Lucretius'un Evrenin Yaratılışı adlı şiirinden Giriş Bölümü:

 

Evren'in Yaratılışı
Aenes'in anası ve onun soyunun anası
İnsan ve tanrı sevinci, can dağıtan Venüs!
Gökyüzünde dönüp duran yıldızlar altında
Doğanın canlılarla dolup taşması senin,
Denizin gemilerimizi yüzdürmesi senin,
Toprağın bizi doyurması senin kayırışındandır.
Seninle oluşur canlılar, günışığını görürler.
Rüzgâr önün sıra koşar, bulutlar çekilir gelişinle,
Deniz güler, gök yatışır, doygun parıltıyla yanar
 
Gün, bahar kılığına kuşandığında, Favonius'un*
Dölleyici soluğu estiğinde, ey ulu tanrıça,
O zaman havanın kuşları muştular estiğini!
Çünkü yürekleri delen güç sendedir.
Ve deliye döner sürüler, sulak çayırlarda,
Tez akışlı ırmaklarda yüzerler, Delice
Gelirler ardından tılsımınla gözleri bağlı.
Denizde, dağda, coşkun çavlanlarda, yeşil otlakta
Kuşların yapraklı gölgeliklerinde, hepsinin,
Her birinin göğsüne akıtırsın usulca
Önüne durulmaz çiftleşme itisini ve onlar
Üretirler soylarını amansız bir tutkuyla.

 

Lucretius'un bu ikinci şiiri. Daha önce, Epiküros'ün Övgüsünü yazmıştım.

Yemeğe az geç gittim. Yemek masaları gene eski duruma gelmiş. Muttalip Çardak:

-Alışmışık, birbirimizden kopmak istemiyoruz. “Çifterlerliler ayrımcılık yapıyor” demeyin, bir Çiftelerde de böyle oturuyorduk! dedi. Kamil Yıldırım karşılık verdi:

-Biz, “Ayrılık yapıyorsunuz” demiyoruz, ayrılığı siz yapıyorsunuz. Sizin yaptığınızı bizim söylememize gerek var mı? Yağmur yağarken, "Yağmur yağıyor!" demek gibi bir şey olur bu! Azmi Erdoğan söze karıştı:

-Lâf cambazlığı yapmayalım! Halil Yıldırım karşılık verdi:

-Ateşe körükle gitmeyelim! Sus, pus!diyenler oldu. Konu değişti.

Yemekten sonra bizim Kepirliler gene bir araya geldi. Kimler eksik? Harun Özçelik'le Sami Akıncı yoktu. Harun Özçelik için hemen neden öne sürüldü:

-Kepirtepe'ye gitmiştir. Sami Akıncı? Halil Basutçu onun için de bir varsayım öne sürdü:

-Harun'un gittiği yere Sami gitmiş olamaz mı? Sami'nin bir ara bir kızla adı çıkmıştı, o dillendi. Mustafa Saatçı'ya takıldılar:

-Sen neden gitmedin? Mustafa Saatçı'nın SS'si okulu gelecek yıl bitirecekmiş. Mustafa Saatçı şanslı sayıldı. Çünkü gelecek yıl, zaten Teftiş stajı için Kepirtepe'de olacak! Arkadaşlar bunları konuşurken Röslein için de söz açılacağını ummuştum. Kimsenin ondan söz açmamasını şaştım. Oysa sözü edilecek asıl oydu. Yoksa ben yanılıyor muydum? Benim güzellik anlayışımda bir yanılgı mı var? kuşkusuna düşeyazdım. Az kalsın Halil Basutçu'ya Akın Piyesini anımsatacaktım. Piyeste Halil Basutçu İstemi Han, Röslein de kızı Suna'ydı. Arkadaşlar Yusuf Asıl için Halil Basutçu'dan soru sorunca şakalar, takılmalar kesildi. Halil Basutçu Yusuf'la birlikte gittiği için olayı ayrıntılarıyla anlattı. Böylece benim Yusuf Asıl'ın hastalığı konusunda bildiklerimi tüm Kepirli arkadaşlar öğrenmiş oldu. Yusuf için hepimiz üzülmüştük. Konuşunca üzüntülerimiz bir daha depreşti. Arkadaşımıza sağlıklar dileyerek yataklarımıza serildik. Gözlerimi kapayınca bir süre Yusuf'u görür gibi oldum. Kendini sevdiren bir arkadaştı. Kepirtepe'deyken benimle Yeni Bedir'e Kamber Amcamlara gelirdi. Yengem onu çok sevmişti. Öyle ki, kendi oğlu Mahmut'un yanında Yusuf'a "Oğlum!" der, evlendirmek için kız bulduğunu söylerdi. Annesi öyle konuşurken Mahmut'un Yusuf'a bakışı ilgimi çekerdi. Bizim gülmemize karşın o gülmez, yabancı gibi sessizce dururdu. Sanırım kıskanıyordu ama anne -baba çekingenliği onu susturuyordu. Mahmut. Babamın adı Mahmut. Mahmut Uzun, (Kamber Amcamın oğlu, soyadları Uzun) babamın ablasının torunu. Elfide Halam, torununa kardeşi olan babamın adını verdirmiş.

 

3 Ekim 1944 Salı

 

Enver Ötnü bana sordu:

-Bir hemşerimi getirebilir miyim, Zeybek öğrenmeyi çok istiyor. İnandım, bir de baktım Mehmet Gönül'e işaret etti. Mehmet Gönül'ü tanıyordum ama İzmirli olduğunu unutmuştum. Ayrıca onun çok güzel Zeybek oynadığı biliyorum, Enver Ötnü şakasını gene yaptı. Birlikte oyun alanına gittik. Çakı Efe Mahmet Gönül'ü de iyi tanıyormuş, "Hemşerim, hemşerim!" diyerek, neşeli neşeli konuştular. Enver'le Mehmet, Kozak Zeybeğini oynadı. Oyun sonunda öğrenciler alkışladı. Çakı Efe:

-Zeybeklerin, kalabalık tarafından oynanmadığını, burada öğretmek için o yola gidildiğini:

- Gönül ister ki, sizleri de böyle tek ya da hiç değilse 4-5 arkadaş oynamalıydınız. Bu koşullar içinde sizler, ancak fırsat yaratıp, ikişer üçer oynayabilirsiniz. Oyunlarda müzik önemli. Bu sizin için dert değil, müziğiniz hazır. İnanınız ki o zaman ağabeylerin oyunlarını siz de tutturacaksınız! dedi.

İşaret verilince oyun başladı. Mehmet Gönül, yeni bir yöntem uyguladı. Hem oynadı hem de ara ara oyun ritmini bozmadan koşup öndeki halkaya yaklaşarak bir süre onlarla birlik oldu. Öğrenciler buna çok ilgi gösterdi.

Oyun sonunda, Mehmet Gönül'ü sınıflarına çağırdılar. Mehmet Gönül dersler başlayana dek her zaman gelebileceğini söyleyince alkışlarla karşılandı. Oyun bitiminde Enver Ötnü şakasını gene yaptı:

-Kendin ettin, kendin buldun, bir Efeliğin vardı, ondan oldun! diye şarkı söyledi. Sonra da Mehmet Gönül'e sarılarak:

-Ne demişler? Boynuz kulağı geçermiş! Hemşerim, bunu bile bile sana bu oyunları öğrettim! Mehmet Gönül de:

-Sen öğrettinse ben de öğrenmişim hemşerim, eşitlik bozulmamış!

Kahvaltıya birlikte gittik. Yönetim binasının önünden yemekhaneye inerken Bella'yı gördüm. O beni görmedi. Dilerim bugün çıkıp gelmez; gelirse çekindiğiyle karşılaşabilir. Arkadaşlar, ayrılık, gene buluşma değişken duygularını atamadılar. Çok yabancı tavırlar alabilirler. Oysa Bella, iyi karşılanmayı, kendisine önem verilmesini bekler durumda olduğundan umduğunu bulamazsa çok kırılabilir.

Kahvaltıda, akşamki şamatadan iz kalmamış, karşılıklı şakalar yapıldı. Kamil Yıldırım, tiyatro derslerindeki rol arkadaşı Muttalip Çardak'a takıldı:

-Tosltoy'un Müfettiş'ini öğrencilerle oynamışsın (!) Muttalip hemen karşılık verdi:

-Sen, Gogol'un Werther'ini oynatırsın da biz armut mu toplayacaktık? Kadir Pekgöz, doğrucu, hemen düzetti:

-Müfettiş, Gogol'un! Kadir'in karşısında oturan Kamil, Kadir'e dönerek:

-Werther de Tolstoy'un! Kadir duraksayınca iki masa da kahkahayı bastı. Genellikle konuşmaları ağırdan alarak izleyen Ekrem Bilgin daha doğrucu olduğunu kanıtladı:

-Werther, Goethe'nin, Tolstoy'un eseri söylenmedi! Onu da sen söyle! denince Ekrem'in doğruculuğu gülme rekorunu kırdı.

Salonda toplandık.

Yirmi iki kişi olarak dağıldık, yirmi bir kişi olarak toplandı. Halil Koçyiğit rahatsızmış, bir yıl ara verecekmiş. Bizim arkadaşımız Yusuf Asıl gibi dedik, üzülerek. Çiftelerden gelecekler arasında Abdullah Ön'ün kardeşi varmış, Abdullah Ön'ü kutladılar.

Öztekin Öğretmen geldi. Şakalı sözler söyledi:

-Göz açıp kapayıncaya gittiniz geldiniz! Abdullah Ön hemen karşılık verdi:

-Size öyle gelmiş olabilir efendim, şahsen benim için olduğundan daha uzun bir zaman geçirdiğim duygusuna kapıldım. Saydım saydım günler bitmedi. Mehmet Yelaldı:

-Demek yanlış saymışsın, aynı gün geldiğimize göre, benim günlerim takvime uyarken seninkiler nasıl uymaz? Arabulucular konuştu:

-Sözün gelişi!. . .

Öztekin Öğretmen, alt odaları yaptıramadığından yakındı. Önümüzdeki bir ay için kendisine sorulmadan derslerin ertelenmesine sinirlenmiş, bir ölçüde sinirliliğini konuşurken de sürdürdü. Daha sonra sakinleşerek yeni gelenlerin dağılımını beklediğini, kız öğrenci beklediğini, kendi odasını kaldırıp çalışma yeri yapacağını muştuladı. Arkadaşlar, özellikle son sınıftaki arkadaşlar uygulama derslerini sordular. Öztekin Öğretmen gülerek:

-İyi ki hatırlattınız, (beni göstererek) İbrahim burada oldukça bunaldı. Sabah oyunlarından başka öğle, akşam olmak üzere iki nöbet çalıştı. Uygulama dediniz, uygulamayı hemen başlatalım. Son sınıfımız dokuz kişi, dokuz sınıfımız var. Aranızda kura çekip birer sınıfla hemen çalışmaya başlayın! Öztekin Öğretmen bana dönerek:

-Görevini başarıyla sona erdirdin sayılır, Sabah oyunlarını Çakı Efe ayrılıncaya dek sürdüreceksin. Efe bunu şart koştu! dedi.

Öğretmen gene yeni geleceklere sözü getirip:

-Yabancılık psikolojisi, gelecekler burasını seçmeden gelip tanımak isteyecektir. Karşılaşırsanız lütfen olumsuz bir tavır takınmayın. Bize katılıp da sürdüremeyeceği anlaşılanları biz, istediği zaman gitmesine engel olmuyoruz. O nedenle burasını seçenlerin sudan sebeplerle uzaklaşmanı istemiyoruz; belki, çalıştıkça ısınırlar. Özellikle kızlar! Kızlar, bedenleri gibi ruhlarıyla da zayıftır, küçük bir olumsuzluk, caymalarına yeter.

Öztekin Öğretmen, Okul Müdürünün Başkanlığında bugün toplanıp, önümüzdeki öğretim yılı çalışmaları hakkında bir genel görüşme yapacaklarını, sonucu en kısa zamanda bize söyleyeceğini belirttikten sonra ayrıldı.

Öğretmen gidince salonun birden boşalması dikkatimi çekti. Kalan bir kaç arkadaş da köşelere çekilip keman çalışmalarını sürdürdü. Ben de onlar yokmuşçasına oturup Chopin çalıştım. Faik Öğretmen'in inci dediği parça ne mene bir inciymiş? deyip çekiçledim. Parçayı çalarken birden eskilere uçtum. Babamın saatı çalmaya başladı. Altın sarısı kapaklı bir saat. Kurulduğu zaman bir dakika kadar çalıyor. Öyle güzel çalıyor ki, onu dinlemek için defalarca çaldırıyordum. Yeni yazıya geçildiğinde köyümüze öğretmen olarak gelip halka okuma yazma öğreten Fahri Öğretmen, sonraki yıllarda da sık sık gelir, bizde kalırdı. Bir konuşmasında çalan parça için Çobanın şarkısı demişmiş. Yıllarca ben de saat çaldıkça Çobanın şarkısı olarak dinliyordum. Bunu Müzik Öğretmenim Asım Kaveller'e anlatınca gülmüş, "O, çobanın değil Chopin'indir, Kapalı Çarşıda o saatlardan ben de gördüm!" demişti. Sonra da:

- Bizim köylülerimiz böyle yakıştırma yapıp sürdürürler. Doğrusunu araştırmak kimsenin aklından geçmez! diyerek gülmüştü.

Şimdi, babamın saatini dinlermişçesine Chopin'in valsini çalıyorum. Saatte çalan kesin olarak vals değildi. Röslein şarkısını bulduğum gibi onu da bir gün bulacağım. Örneğin Röslein'ın şarkısını ilk duyduğumun altıncı yılın da gerçek olarak öğrenmişim. Saatın şarkısı da bir gün ortaya çıkacaktır. İzinli gittiğimde saatte çalanı rahatça notaya alabileceğim. Schubert'in olduğu gibi Chopin'in de eserlerini toplayan kitaplar vardır, onları tarayınca o da ortaya çıkacaktır.

Kemanlar da sustu. Tek Mehmet Ünver kalmış, o da kitap okuyordu, zil çalınca beni uyardı:

-Yemek zili çaldı!

Birlikte gittik. Parmağını sordum, bir hafta zorunlu sargıda kalacakmış. Kıymık batmış; üzülerek anlattı:

-Kıymıkla falan oynasam ya da bir işte çalışsam bari; nasıl oldu bilmem, rüyada mı battı! deyip kederli kederli yüzüme baktı. Mehmet Ünver, az konuşan, böbürlenmeyi sevmeyen sakin bir arkadaş. Kimse ile bir sorunu yok. Öteki arkadaşların bazıları gibi taraf tutma huyu da yok.

Lalabel'den bir grup gelmiş, oldukça kalabalık. Oturunca öğrendim. Akçadağ, Pazarören, Yıldızeli, Haruniye, Cılavuz, Beşikdüzü, Ladik, Gölgöy adları sıralanınca, sonradan neden öyle dememe içerlememe karşın deyiverdim:

-Yarısı gelmiş sayılır. Hemşerim Kadir:

-Yarıdan çok! dedi. Hemşerimle tartışmak kimi kez zorunlu oluyor. Gene öyle oldu. Sordum, "Kaç Enstitüden öğrenci gelecek?” Hemşerim parmak sayarak cevapladı:

-Kepirtepe, Savaştepe, Kızılçullu, Aksu, Çifteler, Gönen, Arifiye, Hasanoğlan! Başka başka? Kadir, sevinerek:

-Sekize sekiz; denk! dedi. Başımı salladım:

-Hemşerim, gelenlerden, geleceklerden söz ediyoruz, Hasanoğlan Köy Enstitüsü öğrencileri, Lalahan'a gidip oradan mı dönecek?

Arkadaşlar güldü.

Abdullah Ön geldi, ilk kurayı o çekmiş, dersliğe birlikte gitmemizi söyledi. Birlikte çıktık. Ömer Çiftçi beni bekliyormuş, görünce geldi. Abdullah Ön'ü iyi tanıyor:

-Abi bize geçen yıl çok geldi dedi. Fatma Özbay Öğretmenin sınıfına gittik. Abdullah Ön güzel bir konuşma yaptı. Akordiyon aratmayacak gür sesi var, söyleyince dersliği titretiyor. Çocukların seçtiği şarkıları önce kendisi söyledi, sonra birlikte söylediler. Marşlarda bir yanlışlık oldu. Bu grupla İleri Marşını çalışmamıştık. Bir öğrenci onu istedi. Abdullah Yanlış anladı, hemen marşı söyletti. Öğrencilerin çoğu katılmayınca açıkladım. Bu grup bu marş üstünde çalışmadı. Öğrenci kalkıp özür diledi:

-Ben, o marşı öğrenmek istediğimizi söylemek istemiştim! deyince durum anlaşıldı. Abdullah Ön, gelecek çalışmada öğreteceğini vadetti.

Fatma Öğretmen, çalışma boyunca ayakta izledi. Bir nöbet değişimi olduğunu anladığı için ayrılırken bana çok teşekkür etti, sene içinde de gelmemi rica etti.

Çıkınca Abdullah'a Ömer'i tanıttım:

-Bizim Bölüme aday yeni arkadaşlarımızın ilk numarası! Abdullah tatlı dilli, hemen gönül alıcı sözler söyledi. Birlikte çalışmaktan mutluluk duyacağını tekrarladı. Böylece ilk üç aydır çalıştırdığım bir grubu usta bir çalıştırıcıya devretmiş oldum.

Salona dönünce akşam grubu yeni çalıştırıcısını öğrendim; benim de öğretmenim sayılan Şevki Aydın'a Sağlık Kolu grubumu teslim edeceğim.

Hüseyin Çakar geldi, gelir gelmez de:

-Özledim! deyip salondaki piyanoya oturdu. Biliyorum Çakar oturunca piyanodan kalkmaz. Hanon'u alıp alt kata indim. Gelen giden olmadı. Paydosa dek çalıştım. Paydosta Ömer geldi gene üçümüz Sağlık grubuna gittik. Şevki'nin yöntemi çok değişik. Çocukların bildiği Marşları, şarkıları, türküleri tahtaya yazdırdı. Önce bir öğrenciye söyleyip gruba tekrarlattı. Beğendiklerini işaretleyip çalışılmasına gerek duyduklarını ayırdı. Onlar üstünde çalışacaklarını söyleyip, defterlerine yazmalarını istedi. Ömer'in bu grupla özel çalışması olduğunu söyleyince Şevki sevindi, Ömer'den yardım istedi.

Böylece, grup devretme gününün birini geçmiş olduk.

Salona döndüğümüzde kimsecikler yoktu. Salondaki piyanoda Chopin'i birkaç kez tekrarladım. Şevki dinledi, güzel sözler söyledi. Birlikte yemeğe gittik.

Yemekte bir grup plâk dinlemek istedi. On kişi sınırı koyduk. On ikiden çok kişi isteyince doğrudan salona gittik. Kemancılar, keman konçertolarını sıraladılar. Önce Mendelsshon, arkasından Beethoven! Öyle yaptık. Arkadaşlar verdikleri sözü tuttular, geldiğimiz gibi müzik üstüne konuşarak yatakhaneye döndük.

Olur olmaz konularda gereksiz tartışarak birbirlerinin kalbini kıran arkadaşların müzik dinlerken sakin sakin bakışmaları, dinlenen parçanın ilgi çeken yerlerinde, aynı duyguları paylaştığını görünce ne denli sevindiğimi onlara anlatmayı düşledim. Ancak nasıl anlatacağım üstüne bir karar veremedim. Ya o olmayacak işlerden dolayı çatıştıkları psikolojik ortama rastlarsa sonuç ne olur? Bunun benim düşüncem olduğunu, bunu başkasına aşılamamın olanaksızlığını benimseyip gözlerimi kapadım.

 

4 Ekim 1944 Çarşamba

 

Mehmet Gönül, sordu; "Geleyim mi?" Sevineceğimizi söyledim. “Çakı Efe çok mutlu oluyor!” dedim. Bu kez de “Bir arkadaş getirebilir miyim?” diye sordu. Baktım yanında Zekeriya Kayhan. "Bekliyoruz, Çakı Efe sevinçten takla atacak!" dedim. Zekeriya Kayhan'la iyi konuşuyorduk. Daha sonraları Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümünde okuyan ağabeyinin Asım Öğretmenimle arkadaş olması, bizi daha da yakınlaştırmıştı. Ara ara da olsa candan yaklaşarak konuşuyorduk.

Birlikte oyun alanına gittik. Dediğim gibi Çakı Efe çok sevindi. Öyle ki, arkadaşları benim getirdiğimi sandığından takıldı:

-Oldu olacak, bir sabah tüm Kızılçullu grubunu getir, onlarla birlikte olmanın gururunu bir daha yaşayayım! dedi. Arkadaşlar bu söze çok sevindiler. Zekeriya Kayhan Çakı Efe'ye:

-Yeter ki sen iste, biz her zaman yanında oluruz! deyince Efe gerçekten duygulandı, dili dolaştı. Elini bağrına götürerek bir kaç kez "Sağolun, varolun!" dedi.

Enver kendisi gelmedi ama isteği gerçekleşti; Kozak Zeybeği iyice olgunlaştı.

Kahvaltıda dünkü yöneticiler toplantısı anımsatıldı:

-Neler konuşuldu acaba? Genellikle, yarı şaka yarı ciddi, "Hangi inşaatta çalışacağımız konuşulmuştur!" türü şakalar tekrarlandı. Ekrem Bilgin rahatlatıcı bir söz söyledi (!): “Ekim ayından iki gün kazandık, kaldı yirmi sekiz gün!” deyince gülenler oldu. Ekrem sordu:

-Ne gülüyorsunuz? Değişik karşılıklar verildi:

-Ekim ayı otuz bir gündür!

-İki günün ne önemi var? Yirmi sekiz gün harç taşımayı nasıl küçümsüyorsun? Bu kez Ekrem gönüllendi:

-Benim söylediklerime hep böyle karşılık veriyorsunuz! Ekrem'i yatıştıranlar oldu:

-Hep değil, ara ara, sen konuştukça (!)

Öztekin Öğretmenden yeni haber bekleyenler salona geldiler. Öztekin Öğretmenin gelmesi gecikince kitaplığa gittim, Latin şairlerinin şiir ya da yazılarından bir kaç cümle almayı sürdürmek istedim. Tahir Beyin kapısı açık, Bella'yı görürüm umuduyla kapıdan girmeden içeri baktım kimse yok. Tam dönerken Tahir Beyle karşılaştım. Günaydın! deyip çekilirken Tahir Bey günaydınıma karşılık verdikten sonra yavaş bir sesle :

-“Sen o kıza baktın galiba, o yok, Ankara'da, izinli ayrıldı” dedi. Teşekkür edip kitaplığa girdim. Nedense çok üzüldüm. Bella'nın gidişine değil, böylesi habersiz gidişine kızmak istedim, kızamadım. Garip bir sıkıntı bastı. Kendimi dizginlemeye çalıştım. Bana haber vermek zorunda değil. Haber vermek istese nasıl haber verir? Kendi kendime karşılık verip sakinleşmeye çalışıyorum ama, kökü çok derinden gelen bir sızı sanki beni dürtüklüyor.

Raftan aldığım kitapları bırakıp salona gittim. Salon kaynıyor. Mehmet Zeybek piyanoya oturmuş Beringer'in ilk parçalarını çalıyor. Hanon'la Chopin valsi alıp alt odaya indim. Gelen giden olmadı, kafamın içinde Bella, hem iyi hem de kötü duygular arasında gelip gidiyor. İzinli ayrılacağından hiç söz etmemesini affedemiyorum ama oradan öteye de geçemiyorum. Niçin bana haber versin? Cumartesi günü ablasının yanında görürsem neler diyeceğimi kuruyor, onu kızdıracak değil güldürecek, benim de üzüldüğümü anlatacak sözler seçiyorum. Ellerim piyanoda, kafamın içi Bella ile cebelleşerek yemek zilini çaldırdım.

Yemekte öğrendim, Öztekin Öğretmen salona gelmiş, toplantının çok tartışmalı geçtiğini söylemiş, yapılan eleştirileri okul müdürünün Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç'a iletilmesi kararlaştırılmış. Öztekin Öğretmen bizim bölümün inşaatta çalışmasını istemediğini söylemiş. Ayrıca bizlerin de makûl sebepler öne sürüp hakkımızı savunmamızı istemiş. Bir de örnek vermiş:

-Yapıcılık kolu mesleğini ilerletmek için çalışıyor. Bizimki tam tersine, bir ay betonda çalışan ellerin kaç ay sonra keman elleme melekesine kavuşacağı tartışılmalıdır! demiş.

Öğle çalışmasında Ziya Kaplan Öğretmenin grubunu Orhan Doğan'a teslim etim. Orhan teşekkür etti. Geçen yıl bu sınıf onun uygulama sınıfıymış, Çocuklar çok sevindiler. Ziya Kaplan öğretmen de daha başlangıçta bana teşekkür edince Orhan Doğan'a başarılar dileyip ayrıldım.

İstemeye istemeye gene kitaplığa gittim. Sabah ayırdığım kitaplar arasında Ankara Anıtı vardı. İnce bir kitap. Augustus yazmış. Bunun, benim uzun yıllar önce tanıdığım Ögüst olduğunu düşünememiştim. Okuyunca o olduğunu öğrendiğimde bir hoş oldum. Tamı tamına diyemem ama sanırım on yıl önce ilkokulda piyesimsi bir şarkılı oyun hazırlıyorduk. Sınıfın uzun boylusuydum. Sıra olmuştuk. Münevver Öğretmen hepimizi uyarmıştı; "Dik durun!" Ben dimdik dururken Münevver Öğretmenin sözlediği sözü duyamadım. Ya da sözün anlamını bilmiyordum. Bir Ö. K. Z sesi kulağıma çalınınca, yanlış bir davranışım oldu da paylandım, düşüncesiyle titredim. Beni gözetleyen iyi yürekli arkadaşım A. oyundan sonra beni uyardı:

-Sen o sözü yanlış duydun, Ogüst bir kral, büyük bir adam, Münevver Öğretmen seni övdü! demişti. Gerçekten ben sözü "Öküz!" olarak anlamıştım. Ondan sonra tarih derslerinde Roma tarihine değinildikçe Ogüst bana bu olayı anımsattı. Kitabın başlığı nedense kendi dilindeki harflerle yazılmış önce bana yabancı geldi, içini okuyunca anladım ki ben benim eski dostum Ogüst'un yazdığı kitabı okuyormuşum. Kitabı okuyunca bir başka anım da canlandı. Okulumuzun açıldığı yıl çok ilgili bir matematik öğretmenimiz vardı. Bize matematiğin kuru, sıkıcı tarafını değil, sevilecek tarafını gösterip çalıştırıyordu. Matematiği öyle sevdirmişti ki, Ortaokul, 2. 3. sınıflarda lise kitaplarının problemlerini çözüyordum. Notlarımın başlarında belirttiğim gibi, Ahmet Gürsel Öğretmen bizden ayrılmasaydı, kesinlikle matematik dalında okuyacaktım. Ondan sonraki öğretmenler arka arkaya ilkokullardan gelmişti. İşte anlatacağım olay da bu tür öğretmenlerin anılarıdır. Ahmet Gürsel Öğretmen bizim okuldan alındıktan sonra matematik dersleri yumurta hesaplarına dönmüştü. Gene de karşılıklı konuşulup sorular soruluyordu. Bu tür öğretmenlerden biri kitap başlarında ya da aralamalarda kullanılan Roma rakamlarını bize ezberletmişti. Sorduğu soruların en tumturaklısı Rama rakamları üstüne oluyordu. Doğru dürüst sayamamamıza karşılık birler, onlar, yüzler hatta binler hanelerini ezberlemiştik. Matematik bilgime güvenim olduğu için bir derste öğretmene milyon yazılışını sormuştum. Öğretmen bir süre yüzüme baktıktan sonra bana aynen bunları söylemişti:

-Benim akıllı (!) oğlum. Romalılar bundan iki bin yıl önce yaşamış, ne bilsinler milyonu? Onlara binler yetiyordu hatta artıyordu da!. . . .

O öğretmeni yermiyorum. Ancak öğretmenler arasında büyük bir bilgi uçurumu olmasına karşın hepsine birmişçesine öğretmen denmesi gibi onların bir de kendi hazırladıkları müfredat programlarındaki bilgi farklılığına karşın bunu umursamadan yüksek sınıflara girmelerine göz yumulması anlaşılır gibi değil . Bu vurdum duymaz anlayışı benimseyen yetkililere soruyorum. Ankara Anıtı kitabını ben o zaman okumuş olsaydım bana o karşılığı veren öğretmenin durumu ne olacaktı? Augustus iki bin yıl önce Roma'da nüfus sayımı yaptırmış, birinci sayımda dört milyon, ikinci sayımda dört milyon iki yüz bin, üçüncü sayımda dört milyon dokuz yüz bin Romalı vatandaşım var, diye sıralıyor.

Bu tür öğretmenler günümüzde de vardır. Küçük sınıfları okutmak için yetiştirilen öğretmenleri alıp büyük sınıflara sokmanın ne yararı oluyor? Onu yerinde bırak, o, orada yararlı olur. Onu alıp büyük sınıflara sokunca onun bilgisi yükselmiyor ki, girdiği sınıfın seviyesi düşürülmüş oluyor. Bu anlayışı yaygınlaştırıp, sürekli kılınınca yurttaşın bilgisi artmıyor tersine bilgi sınırlaması konuluyor. Bu söylediğim salt matematik öğretmenleri için değil öteki branşlar için de geçerli. Üzüm üzüme baka baka kararır demişler. Bu durum çalışkan öğretmenleri de olumsuz olarak etkilemektedir. Öğretmenlerin kendilerini bilgi açısından yükseltmek için kitap okumadığından yakınılıyor. İnsanın soracağı geliyor; "Neden okusun!" Küçük bir örnek! Küçük ama anlamlı:

-Yurdumuzun ünlü yazarlarından, ayrıca kişisel çabalarıyla erkekler gibi kurtuluş Savaşı süresince ön saflarda askerimize manevi güç katmış olan Halide Edip Adıvar, eşi Dr. Adnan Adıvar'la okulumuza geldiler, gördüler, okulun kenar köşelerini gezdiler. Özellikle bayan öğretmenlerle tanışmak istediler; karşılaşabildikleri öğretmenlerle konuştular, birilerinin evlerine bile gidip çaylarını içtiler. Onlar gittikten sonra yapılan konuşmalarda Halide Edip Adıvar'ın kitaplarından habersiz öğretmenler gördük. Bunlar başka branşlarda olabilir ama böylelerine Türkçe-Edebiyat dersi okutmak insafla bağdaşır mı?

Salt bunlar değil, Falih Rıfkı Atay, Reşat Nuri Güntekin, Baki Süha Edipoğlu, Ahmet Kutsi Tecer, Behçet Kemal Çağlar, Yaşar Nabi Nayır, Prof. Emin Onat gibi değerli insanlar da geldi gitti. Bunlarla ilgili bir konuşmaya tanık olmadım. Bunun tersini de çok düşündüm. Gazeteci Ahmet Emin Yalman geldi. Kendini tanıtmak için bir takım numaralar yapınca ona herkes kandı. Ne var ki onun numarası daha doğrusu foyası çıkınca herkes yutmamak için dilini tutar gibi yaptı da iki gün sonra olay unutuldu. Oysa, yemek masalarında kalemler çıkarılıp Ahmet Emin Yalman'ın kasasına Köy Enstitüleri'nden kaç lira, enstitülere bağlanan insanlardan kaç lira toplandığı ince ince hesaplanmıştı. Kazandığı sınırlı bilgisiyle ilkokullarda başarılı işler gören bir öğretmeni onurlandırmak için ortaöğretim sınıflarına girmesine izin vermek, orta öğretim müfredat programını ilkokul programı durumuna getirmekle eş anlamdadır. Bari tüm okulların Müfredat programları ilkokullarla birleştirilsin de gerçeği herkes görsün!

Oldukça geç salona indim; kemancılar yarış ederce yay çekiyor. Piyanoda kimse yok. Piyanoya otururken yakında çalışanlara sordum:

-Piyanoda çalışanları kovdunuz mu? Nihat Şengül, şen şen güldü:

-Onları kovduk ama seni kovmayız.

Teşekkür ettim, oturdum. Arkadaşlar üzerinde etkili olmak için plânladığım parçaları sıra ile çaldım. Gerçekten etkisi oldu; kemanlar birer ikişer sustu. Elinde yayla yakınıma gelip dinleyenler de çıktı.

Zil çalınca Fahri Yücel'le ona düşen mandolin grubuna gittik. Bedia Öğretmenin sınıfı. Tanışıyorlarmış, Bedia Öğretmen bir süre konuştu. Ömer listesini Fahri Yücel'e verdi. Fahri teşekkür etti, bizi azadetti. Doğrusu sevindim. Fahri bu konuda benden yetkili. Gür, güzel sesi var. Benim bildiğimden daha çok şarkı, türkü biliyor. Hem biliyor hem de söylüyor. Benin tek avantajım akordiyon.

Geçerken kitaplığa baktım, Sami Akıncı ile Harun Özçelik gelmiş. Dün, arkadaşlar konuşurken Sami'nin de Harun gibi Kepirtepe'ye gidebileceğinden söz etmişlerdi. Gerçekten Sami Kepirtepe'ye uğramış. Ancak Alibeyköylü için değil başka bir özel iş için gitmiş. Kardeşi Oktay'ın bir sorunu varmış, onu çözmüş. Oktay, okula giriş kaydına geç kalmış. Hakkının yanmaması için ilgililerle görüşmüş. Ancak seneye söz verilmiş. Sami kesin gözüyle baktığından sevinçli. Harun, olayı saklamıyor.

Böylece bizim Kepirtepe grubu bir eksik olarak tamamlandı. Harun, Yusuf Asıl için de iyi haberler verdi. Yusuf, gelecek yıl devam edebilecekmiş. Sağlık durumu düzelir gibi olmuş. Ancak çok titiz bir perhis yapması gerekiyormuş.

Yeni gelecek üç Kepirli için konuşanlar oldu. Arkadaşlara göre Doğan Güney, kesin bizim bölüme. Tevfik Uğurlu için de Ekonomi bölümü uygun görüldü. İbrahim Öznal için kimse bir olasılık öne süremedi. İçimden düşündüm. O arkadaşı salt ben değil bizim sınıftan kimse tanımamış. Bizim bir kusurumuz yok. Demek o bizden uzak durmuş.

Yemekte Batı tarafı öğrencilerini de geldiğini gördük. Doğan Güney'le Tevfik Uğurlu bizim masaya geldi. Tevfik bana takıldı:

-Abi yanına geleyim mi? Şaka olarak “Sakın ha!” dedim. Arkadaşlar sordu:

-Neden öyle dedin? Gelmeyeceğini adım gibi biliyorum. Bildiğimi o da biliyor. Beni öyle konuşturmak için numara yaptığını anlattım. Yemekten sonra arkadaşların yerlerini bulup yerleşmelerine yardım ettik. Eskilerden yenilerden, okuldan, öğretmenlerden söz ederek bir süre konuştuk. Arkadaşlara, dikkatli bölüm seçmeler, uğurlu çalışmalar dileyerek ayrıldık.

Yatınca bir süre gene Bella'ya takıldım. Neden gitti?

 

5 Ekim 1944 Perşembe

 

Uyanınca ilk duyduğum söz:

-Şu işe bak! Bizim sınıftan Süleyman Karagöz. Yanındakine anlatıyor:

-Bizim sınıftan iki kişi eksik. Yanındaki ekledi:

-Onlar da gelir yakında! Süleyman Karagöz düzeltme yaptı:

-Hayır, hayır gelmeyecekler. Biri bizim Durmuş Ali Uğur, okuldan kovulmuş. Öteki de Durmuş Ali'nin çaldığı paltoyu eşyaları arasına sıkıştırdığı arkadaş, kahrından hastalanmış, staj süresince Gülhane’de yatmış, öğrenimine bir yıl ara vermek zorunda kalmış. Karşısındaki Burhan Güvenir, basbariton sesiyle biraz yüksekçe:

-Vay be! Şu Durmuş Ali namussuzun yaptığına bak! Üçüncü bir ses, Ahmet Allı:

-Yok be, ne kovulması? Durmuş Ali ile konuştum. Kendi isteğiyle ayrılmış. Bana kendisi anlattı.

Süleyman Karagöz:

-Bilmiyorum, bana öyle söylediler. Burhan Güvenir Ahmet Allı'ya dönerek:

-Durmuş Ali'yi sen tanırsın, bir sözü ötekini tutmaz; ondan doğru sözü nasıl beklersin? Ali Bayrak geçerken duymuş:

-Bekleyin bekleyin! Durmuş Ali'den bunu hepimiz bekliyordu zaten! Beklediğimiz oldu, Gözünüz aydı(!) deyip, gülerek yürüyüp geçti.

Konuşmaları duydum. Doğru ile yanlışlar sarmaş dolaş. Bu zıt kardeşleri gene biz arada tutuyoruz. Ahmet Allı neyi savundu? Ben de onu düşündüm. Ahmet Allı, doğru düşünen, kimseyi incitmeyen bir arkadaş. Durmuş Ali gibisini savunması söz konusu değil. Öyleyken yakınında konuşulanlara, düşüncesiyle değil de duyduğu ile katılıp taraf olması neden? Bence bunun nedeni, düşünme mekanizmasının doğru çalışmadığından. Mantık süzgecinden geçirmeden hüküm verme alışkanlığından. Çevremizdeki insanların yerli yersiz küfürleri, Allah belânı versin! türü bedduaları hep bundan!

Bu sabah gene Çakı Efe ile ikimiz kaldık. Efe güldü. Bir şey diyecekti, demedi. Arkasından Aşık Veysel'in geleceği günü bilip bilmediğimi sordu. Bilmiyordum. Bilmiyorum, sanırım Radyoda konser vereceği nedeniyle gelmesi uzayacak!

Efe, Harmandalı işareti verdi. Arkasından Güvende, iki oyun tekrarlanınca zaman doluyor. Bu sabah da öyle oldu.

Kahvaltıya geciktiğim için kapıdan girerken oturanları süzdüm. Geniş bir alan. Yüksek Bölümde iki yüz öğrenci. Boylu boyunca uzanmış iki sıralı yirmi masa. Araya yeni gelenlerin masaları konduğu için bizim masa öğretmenlerden iyice uzaklaştı. İyi mi oldu, kötü mü? Bu soruyu kendime sordum. Karşılığını da kendim verdim:

-İyi tarafı da var, kötü diyemem ama iyi olmayan tarafı da var. İyi tarafı, elde olmayarak da olsa o tarafa bakmamak elde değildi. Şimdi bu iş zorlaştığı için o dertten kurtuldum. İnsan ilişkilerinde alışkanlıklar, anılardan beslenirmiş. Öyleyse anıları unutmamak gerekir; o nedenle uzaktan da olsa bakışmak bağları güçlendirir. İşte bu olasılık azalmış oldu. İnadına bir durum, arkadaşlar bana ters tarafta yer ayırmış, Nebahat'a uzaklık bir yana sırtımı çevirmiş oldum. Bakalım o bu durumu nasıl yorumlayacak!

Salonda toplandık. Bölüm Başkanımız, çalışma dönemlerindeki tavırları içinde geldi. Gülümseyerek:

-Resmen değilse bile kendi aramızda çalışmaya başlamış bulunuyoruz. Önümüzdeki iki gün yeni öğrencilerin bölüm ayrımları yapılacak. Bize gelecekler içinde birilerimizin tanıdıkları çıkacaktır. Onlara en güzel açıklamayı sizler yapacaksınız. O nedenle burada bulunmanız yararlı olacaktır. Benden duymuş olmayın ama 7 Ekim Pazartesi sabahı bir sürprizle karşılaşacaksınız. Yapılacak işin bizim bölümle ilgisi nedeniyle tümden karşı koyamadım. sizin de anlayış göstereceğinizi umuyorum. Saptanan çalışma süresi kesinkes yirmi gün, bu önemsenmeyebilinir. Gönül isterdi ki, inşaatta çalışılacaksa, bari kendi bölmelerimizi yapsaydık. Ancak, mimari planları ilgilendirdiğinden cefferkalem plân değişikliği yapılamıyormuş. Başvurumuzu yaptık. Yaza dek izin çıkarsa gelecek yıl çok rahat çalışmalar yapacağız.

Abdullah Ön, "Ölme eşeğim ölme, yaza çimen olacak!" dedi. Bölüm Başkanı:

-Sözü doğru söyledin ama farkında olmadan bize hakaret ettin. Bekleyen biz olduğumuza göre o söylediğin bize söylenmiş oldu!

Abdullah Ön özür diledi. Ancak söz üzerinde konuşmalar boyut değiştirerek sürdü. Abdullah Ön, gelecek yıl okulu bitireceğine göre kendini soyutlayarak bu sözü özellikle söylediği öne sürüldü. İki sınıf arasında bir gruplaşma belirdi. Gülüşerek konuşulduğu için sinirsel bir durum olmamakla birlikte konu söz yarışına dönüşünce Bölüm Başkanı, olayın içinde kendisinin de bulunduğundan söz konusu veciz sözü üslenmediğini belirterek yarım kalan konuya döndü:

-Geçen yılki öğretmenler değişmeden gelecek. Asker olan şan öğretmeni Hilmi Girginkoç yerine Aydın Gün adlı bir tenor atandı. Aydın Gün operamızın yıldızlarından sayılır. Onun gelişi bizim için büyük bir kazanç! dedi.

Arkadaşlar değişik konularda sorular sordular. Bölüm Başkanı da bu kez başka enstitülere giden arkadaşlara izlenimlerini sordu. Yapılan konuşmalardan iki Köy Enstitüsü'nde gerçek Müzik Öğretmeni olduğu ortaya çıktı. Kocaeli/Arifiye ile Kastamonu/Gölköy. Tüm Köy Enstitülerine giden arkadaşımız olmadığı için genelleştirilmedi ama çoğunlukla Köy Enstitülerinde müzik derslerinin ya boş ya da ehliyetsiz ellerde olduğu ortaya çıktı. Bölüm Başkanı bu durumu ele alıp övütler verdi. Salt Köy Enstitüleri'nin değil tüm yurdun müzik sorumluluğunu yükleneceğimizi öne sürerek çalışmamızı övütledi.

Bölüm Başkanı ayrılınca tüm arkadaşlar kemanlara sarıldılar. Hüseyin Çakar salondaki piyanoya oturunca ben sessizce notalarımı alıp alt odaya indim. Chopin incisi beni bekliyormuş, Babamın saatındaki Chopin tınılarını duyarca sakin sakin çalıştım. Parçayı çaldıkça sevdim.

Yemeğe giderken bu sevinci taşıyordum. Sabah ilgimi çeken kalabalık bu kez çok doğal geldi. Sabahki oturuş ortak bir karar oturuşuymuş. Öylece benimsedim. Kim ne söylediyse gülümseyerek karşılık verdim. Nihat Şengül tatil süresince gittiğim filmleri sordu. Sondan başa doğru aklıma gelenleri söyledim. Çoğunu görmüş. Operadaki Hayalet şimdilerde oynuyor! deyince sevindi. Hemşerim Kadir duramadı, sordu. Sinemaya nasıl gittin? Her cumartesi izinli olduğumu anlatınca tüm arkadaşlar dikkat kesildi:

-. Nasıl olur? diye soran da oldu. Olayı ayrıntılarıyla anlattım. Özellikle her cumartesi Faik Canselen Öğretmenle ders yaptığıma şaştılar. Sekizer, onar sayfalık iki Mozart sonatı, gene o uzunlukta iki Haydn sonatı, ayrıca on dolayında parçayı dinletip geçtiğimi anlatınca acayip acayip yüzüme baktılar.

Yemekten sonra kitaplığa gidip Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenin soracağını beklediğim Eski Yunan yazarlarını araştırdım.

Tiyatro eseri yazanlar, Tiyatro Tarihi kitabımızda var. Onların salt anlarını anıp geçeceğim. Aiskhilos(Aşil) (İ.Ö. 525-456)- Sophokles (Sofokles)(İ.Ö. 496-406)-Euripides (Öripides-Örip) (M. Ö. 480-406)- Pindaros (İ. Ö. 522-444) Bunların şiirleri var ama ağırlığı tiyatroya verdiğinden onları tiyatrocu olarak tanıyorum.

Şair olarak Anakreon (Yaşadığı tarih tam saptananamıştır) Alkman(İ.Ö. 7. yy. )Alkaios (İ.Ö. 8. yy. ), Melos (İ.Ö. 8. y. y), Mimnermos (İ.Ö. 7. yy. ), Homeros (İ.Ö. 9. yy. )

Bunlardan parçalar buldukça yazacağım. Homeros'un, Ömer Seyfettin tarafından çevrilmiş bir şiiri düz yazı olarak var ama şiir olmadığı için almadım. Aşil'le-Hektor kumda dövüşüyorlar. Onların dövüşü bana ilkokuldayken kahvemize gittikçe kimi hikaye dinlemeyi sevenler kitap getirip okuturlardı. O kitaplarda çoğunlukla kılıçlı kalkanlı dövüşler olurdu. Çoğunda Hazreti Ali bulunur, Zülfikar adlı kılıcını çekip karşısındakini dize getirirdi. Hazreti Hamza da çok güzel kılıç kullanırdı ama dövüşün birinde o arkasından hançerlenmişti. Hazreti Ali'nin atı Düldül'dü. Zülfikar'la Düldül adları geçtikçe kimileri, dua okur gibi içinden konuşurdu. Aşil'le Hektor da öyle bir kılıç savaşı yapmış. Hayber Kalesi Cengi türü kitaplarda okuduklarım tarih derslerimizde nedense hiç geçmedi. O kitaplardan biri de Pehlivan Koca Yusuf'la Amerikalı Cim Landos'un kıyasıya güreşini anlatmıştı. Bu güreşi yıllar sonra radyoda konuşan Sait Çelebi adlı birinden dinlemiştim. Sait Çelebi, şimdilerde futbol maçları anlatıyor.

Doğan Güney'le Abdullah Erçetin yanıma geldi. Onlar ikisi de Kepirtepe'de benden daha müzikçi olarak tanınıyordu. Gerçekte ikisi hemşeridir. Buluşması çok doğal. Doğan Havsalı, Abdullah ise İneceli. Tek ayrılıkları, Doğan, Edirne iline bağlı Havsalı, Abdullah ise Kırklareli iline bağlı İneceli. Havsa ile İnece, ayrı illere bağlı olmasına karşın bir birine çok yakın. Onları birbirine yaklaştıran gerçekte müzik tutkusu. Ancak Doğan'ın tutkuyla keman çalışmasına karşın Abdullah benzer bir çaba göstermemektedir. Onun kazancı, doğuştan güzel bir sese sahip olmasındandır. Özellikle kulakları çok duyarlı, duyduğu melodiyi hemen kapar.

Abdullah stajdan geldiğinden beri bana uzak durduğu için çok üzülüyordum. Doğan nedeniyle de olsa yanıma gelmesine çok sevindim. Çok da neşeli. Doğan, bizim bölümü kesin olarak seçmiş. Biz, Abdullah da ben de, Doğan’ın aramıza katılacağına kesin gözüyle bakıyoruz. Ne var ki Doğan kaygılanıyor. Onu teselli için hemşerim Kadir Pekgöz'ü örnek verdik:

-Kadir Pekgöz, Kepirtepe'de keman bir yana mandolin bile eline almamıştı. Çalışmayı göze aldı, girdi, sıkı bir çalışma sonunda sınıfını da geçti!

Abdullah da konuşmuş, Doğan oldukça umutlandı.

-Kepirtepe'den haberler aldık. Kızlardan istekli çıkmadı mı? Yoksa Öğretmenler kurulu onlardan kimseyi seçmedi mi? Amacım dolaylı olarak Röslein'ın durumunu öğrenmekti. Oradaki söylentilere göre, Öğretmenler kızlardan kimseyi seçmemişler. Öyle ki, önce on kadar aday gösterilmiş. O on kişi içinde bile kızlardan kimse yokmuş.

Durumu biliyordum, ancak konuşmamız iyi oldu. İçimden Namdar Rahmi Karatay'ın şiirini anımsadım:

"Selvi gibi umutlar, döndü birer iğdeye,

Geçti Bor'un pazarı sür eşeğini Niğde'ye"

Bizi gören başka Kepirli arkadaşlar geldi. Söz sözü açtı, yemek ziline dek konuştuk.

Yemekte önce kederli konuşmalar oldu. Biraz ileri gidilerek Bölüm Başkanımızın bizim haklarımızı korumadığı, ara ara da koruyamadığı söylendi. Gene de sağduyu egemen oldu. Tarla-Bahçe, Hayvan Bakımı Bölümleri yapı işlerinde çalışırken, bizim ayrı kalmamızın anlamı üstünde duruldu. Giderek yatıştırıcı sözler söylendi; sonuçta; “Olsun”lar, “aldırma”lar, “satayım anası”lar artarda söylenerek barışçıl bir hava estirildi. Arkasından da plâk dinlemeye karar verildi. Dinlenecek eserler de yemek masasında karara bağlandı. Mozart'ın Figaro'nun düğünü. Karar verilirken uyardım:

-Eser yirmi üç plâktır. Çoğunluk:

-İki geceye böleriz! deyince karar kesinleşti. Üçüncü sınıflara haber verildi. Onlar pek istekli görünmeyince Mehmet Yelaldı ile Şevki Aydın'ı özellikle çağırdım. Beni kırmadılar. Operadan önce Weber'in Dansa Davet'ini koydum. Olağanüstü bir keman girişi var, bizimkiler de çok sevdi.

Yemekteki sinir gerginliği uçtu gitti. Opera başlayınca anımsamalar yapıldı. Opera provalarına gittiğimiz için oldukça bilgiliydik. On dördüncü plâkta kestik.

Yatakhaneye giderken Ali Kuş:

-Anasını sattığım, ister misiniz her akşam plâk dinleyelim? Bir kaç arkadaş salt Ali Kuş'a takılmak için birkaç kez"Anasını sattığım!"deyip güldüler.

Yatışmış sinirlerimizin, güzel müziklerin verdiği duygusallık içinde yataklarımıza serildik. Weber'in Dansa Davet'ini ilk kez dinleyenlerin çok olumlu etkisine karşın bende yarattığı karamsar havayı düşündüm. Bella neden gitti? Bir gün sonra kendisini görürsem kendisinden, göremezsem ablasından öğreneceğimi bilmeme karşın sanki sonsuz bir ayrılıkmış gibi algılamama sinirlendim. Ancak, sinirlenme de yarar sağlamadı. Ansızın neden gitti? Ansızın gitmediyse gideceğini niçin sakladı?

 

6 Ekim 1944 Cuma

 

Enver geldi; Enişte kalk! Kaç gündür neden gelmediğini sordum. Enver Yapı Kolu'nun önde gelenlerinden. Mimar Muallâ Eyuboğlu ile yeni yapılacak inşaatın plânlarını detaylandırmışlar. Bu arada yapılacak inşaatın, bizim bölüm için açık hava tiyatrosu olduğunu da kesin olarak öğrenmiş oldum. Ancak Enver sıkı sıkı tembih etti:

-Kimseye söyleme, arkadaşlar işbaşı yapınca öğrensinler!

Çakı Efe, Enver'in gelmeyişini rahatsızlığa yormuş. Enver sordu:

-Ekrem geldi mi ki? O da gelmedi! deyince Enver bir "Yaaa!" çekti:

-İkimiz birlikte çalıştık, tabii ki gelemez!

Enver neşeli, Kozak! deyip sağ ayağını kaldırdı. Çakı Efe öğrenciler arasına girip halkada oynadı. Harmandalıya geçince Efe, gene ortaya çıktı. Mustafa Güneri ile Hidayet Gülen Öğretmen geldiler. Mustafa Güneri Enver'i oynarken görünce, Hidayet Gülen Öğretmene:

-Gençlik böyledir işte. Kaç gündür beraberiz. Ben yorgunluktan uyuyamadım. Benimle birlikte çalışan delikanlı zeybek oynuyor!  deyip güldü. Hidayet Gülen Öğretmen de gülümsedi. Çakı Efe, Mustafa Güneri'nin genç olduğunu, genç olarak ortaya atılanların çoğuna taş çıkartacağını söyledi. Hidayet Gülen Öğretmen:

-Bu söze katılırım! diyerek Mustafa Güneri’ye baktı. Mustafa Güneri:

-O sizlerin teveccühleri! dedi, arkasından da teşekkür etti. Hidayet Gülen Öğretmen Harun Özçelik arkadaşı sordu. "Geldiyse beni aramıştır, Ankara'ya gitmiştim, geldim!" dedi.

Hidayet Gülen Öğretmen Kepirtepe'den gelenleri sordu. Doğan Güney'i anımsadı, gülerek:

-Bak, bak, bak! Küçük kemancı büyüdü, senin bölüme al onu! dedi. Kendi seçiminin öyle olduğunu söyleyince Hidayet Öğretmen:

-Kepirtepe'ye ilk geldiğim yıl onların sınıfını okutmuştum, Güzel bir ahengimiz vardı, terbiyeli çocuklardı. Doğan'ı görmek isterim, al getir onu. Yabancıdır, kendi istese de gelemeyebilir! Söz verdim.

Kahvaltıda Doğan'la karşılaşınca durumu anlattım. Konuşurken Harun yanımızdan geçti, ona da söyledim. Harun hemen Doğan'a sahip çıktı, birlikte gitmeye karar verdiler.

Kahvaltıdan sonra salona ilk gidenlerden biri bendim. Gider gitmez piyanoya oturdum. Önce Mozart kv. 331 La major sonatı baştan sona çaldım. Hüseyin Çakar geç gelenler arasındaydı. Gelince dinledi. Bitişte alkışladı. Onun alkışlaması benim için büyük bir gururdu. Son sınıf olduğu için arkadaşlar, önce ondan piyano parçaları dinlemişti. O etki yıl sonuna dek sürdü. Oysa ben, yarı yıldan sonra onun çaldıklarının tümünü çaldım (Kendi armonize ettiği Sinsin hariç) Şimdi çaldığım Mozart sonatın o, yalnız sondaki Allaturka bölümünü çalıyor. Alkışları duymamış gibi Bach, Wacher auf'u çaldım. Bu kez de öteki arkadaşlar alkışladı. Piyanodan kalktığımda Çakar gitmişti. Benim, hiçbir kimseyle yarış ettiğim yok. Ancak kimi arkadaşların kasıtlı yapar gibi yanlış değerlendirmelerine bir tepki olmak üzere yapabildiklerimi görmeleri, yanlış sanılarını düzeltmeleri açısından bir şeyler yapmam da gerekliydi . Üç ay boyunca geceli gündüzlü çalıştım. Aksatmadan on iki hafta sonu derse gittim. Bunları arkadaşların görmesini istemeyi bir hak saydığımdan onların yokluğunda kazandıklarımı duymalarını, bana karşı bir hasedi olmayanlardan takdir bekliyorum.

Mehmet Zeybek gelince de piyanodan kalktım. Bu konuda da kararlıyım. İki piyanoda dört arkadaş çalışacak. Günün boş saatlarını iyi hesaplayıp bana düşen zamanı hakkıyla değerlendireceğim. Bunun dışında piyanolardan biri boşalırsa o boşluğu dolduracağım. Bu da benim hakkımdır.

Mehmet Zeybek, rahatsız denecek ölçüde sabırsız ya da zayıf iradeli. İki yıldır çalışıyor, çalıştığı parça Beethoven'in Tarla Faresi. Bir sayfalık bir parça. Kolay da. Bir iki üçleme ile sekizli, dörtlülerden oluşmuş altı sekizlik bir parça. Ne de olsa usta elinden çıktığından duyarlı bir seslendirme. Bu nedenle Faik Canselen Öğretmen, seslendirme belli bir düzeye çıkmayınca "Pişmiş!" demiyor. Mehmet Zeybek'in sorunu, verilen ödevlerin üstüne gitmemesidir. Mehmet Zeybek, sanki benim düşünceleri okumuş gibi bu kez piyanoya yapışmış gibi uzun oturdu. Benim de bugün, akşam grupla çalışmam yok. Kitaplığa gittim. Bu yılın Varlıklarını sıra ile karıştırdım. Dergide bir çok yazılar çıkıyor ama ben, çoğuna bakıp geçiyorum. Örneğin geçen günler gelen Halil Bedii Yönetken'in yazılarına bakıp geçmiştim. Konuşurken Vahit Dedemi tanıdığını söyleyince bir yakınlık duydum, Varlık'ta çıkan (bu yılki) yazılarını okumak için ayırdım. Meğer o da Folklorla ilgiliymiş. Gerçi o da bir nebze belirtmişti ama bu denli işin içinde olduğunu beklememiştim. Vahit Dede'min son yazısını da biraz üstünkörü okumuştum. Oysa önemli noktalara bu yazısında da değiniyor. Ayrıca İhsan Akay adlı yazar dikkatimi çekti. Tam benim istediğim konulara değiniyor. Örneğin Fantazya filmini anlatışı bana, yeni bilgiler kazandırdı. Filmi iki kez görmeme karşın onun söylediklerini ya kavrayamadım ya da görememiştim. Varlık Dergisini çıkaran Yaşar Nabi'nin Alfred de Musset'i tanıtması çok işime yaradı. Yazarın, Bir Zamane Çocuğunun İtirafları kitabını okumuştum. O kitaptaki kişilerden Frederic Chopin'le George Sand'ı öğrenmiştim. Daha sonra George Sand'ın Şeytanlı Göl kitabını okudum, Chopin'in de eserlerini dinlemiştim. Onlar hakkında bilgim, bunlarla sınırlı kalmıştı. Yazar bana daha fazlasını öğretmiş oldu. İhsan Akay'ın, arka arkaya bir kaç dergide çıkan müzik üstüne yazıları ise, okuyup geçmekle değil sık sık okuyarak yararlanacak türden bilgi kaynakları. O nedenle onların özetlerini alacağım. Varlık Dergisinde sürekli yazan Şinasi Özden'in kitabı çıkacakmış, (Yelken) tüm şiirlerini bir arada bulacağıma sevindim. Çünkü, okuduğum şiirlerinin çoğunu yazmamıştım.

Arkadaşım Hüsnü Yalçın'ın hoşuna gidecek bir de Bulgar yazar öğrendim Angel Karoliev. Onun Dönme Osman hikâyesini Hüsnü'ye okuyacağım.

Birçok bilgi ya da bilgi kaynağı öğrendiğim için sevindim. Başka zaman Varlık Dergisinin geçmiş yıl sayılarını da taramayı aklıma taktım. Kitaplığımızda 1942-43 yılları sayıları da var. Varlık 12 yıldır çıkıyormuş. Sanırım önceki sayıları Bakanlık Kitaplığında vardır. Vahit Dedemin onlarda yazısı varsa onları da alacağım. Yazıları ondan istesem, biliyorum veremez. Yazdıklarını saklayacağını sanmıyorum. Babam onun için sık sık "Sayruk!" der. Salt yazı konusu değil, başka eşya ya da benzeri konularda babam:

-Vahit konuşur, güzel lâf eder; "Tatlı diliyle yılanı deliğinden çıkarır!" sözü tam onun için edilmiştir. Ancak mal mülk edinme konusunda da:

-Har vurup, harman savurur!" sözü de tıpa tıp onun için söylenmiştir! deyip örnekler verir. Kışlık gocuğunu bir dilenciye verişini, eşinin boynundaki tek altını, koşum hayvanı bir ölen çiftçiye bağışlamasını, kayın pederi ölünce miras davası açanlara katılmayıp reddimiras edişini sık sık anlatır.

Yemekte Doğan Güney'e Hidayet Öğretmenin beklediğini söyledim. Geç kalmışım onlar Harun Özçelik'le gitmişler. Bu kez de bizim salona çağırdım. Doğan:

-Sıkılırım, iş sağlama bağlanmadan gelmeyeyim! dedi.

Salona gidince, Doğan'ın doğru bulmadığını yapanlar oldu, Kastamonu/Gölköy, Eskişehir/Çifteler çıkışlı iki aday gelmiş arkadaşlarla konuşuyordu. Gölköylü Bayram Bayrak, Çiftelerli Naci Ön. Abdullah Ön'ün kardeşiymiş. Beni görünce Abdullah Ön. kardeşini göstererek:

-Şuna biraz piyano çal da görsün piyano çalmanın zorluğunu, piyanoya geçeceğim, diye tutturdu! dedi. Piyano boştu, bahaneyle oturdum. Mozart Maman varyasyonu çaldım. Daha doğrusu şaka ettim. Başlangıcı çalınca herkes güldü. Talip Apaydın, keman elinde geldi, "Daha dün annemizin…” diyerek sözlerini söylerken devam edince afalladı, sustu. 5. varyasyona dek çalıp bıraktım. Abdullah Ön kardeşine:

-Ne haber Naci? Senin bildiğin piyano çalmak o baştaki çocuk şarkısı. Gerçek piyano ondan sonrası! dedi. Talip notaları açtı. Gülerek:

-Bu Mozart sahiden dahiymiş. Şuna bakın, bir çocuk şarkısını bile devleştirmiş! dedi. Biz konuşurken bir grup geldi. İçlerinde en uzun boylusu, Arifiyeli olduklarını söyledi. İçlerinde iki de kız vardı. Konuşanla iki kız bizim bölümü istiyormuş. Piyano açık duruyordu. Uzun boylu adını söyledi, Ahmet Yol. Arkadaşlar onlarla konuşurken Ahmet Emin Yalman'ın Yarınki Türkiye'ye Seyahat kitabında anlattıkları anımsadım. İyi bir müzik öğretmeni varmış. Ahmet Yol okullarında piyano olduğunu kendisinin piyano çaldığını söyledi. Piyanoyu gösterdim. Tek parmakla bir şarkı çaldı. Selahattin Odabaşı sordum. Ahmet Yol:

-O da geldi ama o başka bölüme gidecek! dedi. Nereden tanıdığımı sordu. 1941 yılı ekip olarak buraya geldiğini anlattım. Ahmet Yol benden bir parça çalmamı istedi. Für Elise'i çaldım. Öğretmenleri bunu çok çalıyormuş. Bach, Wachet auf çaldım. Kızlar, çok sakin dinlediler. İkisine de piyano seçmeleri söyledim. İkisi birden:

-Aman aman, biz böyle çalamayız! dediler. Onlar gidince bizim arkadaşlar:

-Şeytanın ayağı kırılıyor! dediler. Çok beklenen bir şey olmaya yüz tutunca böyle denirmiş. Bizim Bölüme kız geleceği anlaşıldı. Konuklar gidince sevinenler oldu. Ahmet Yol uzun boylu. Onun boyunun etkisinden mi yoksa gerçekten küçükler mi? Kızlar bende çok kısa boylular izlenimi bıraktı.

Arifiye grubu, örnek oldu, arkasından öteki gruplar sıralandı. Hiç umut etmediğimiz Kars/Clavuz'dan da bir kız, bizim bölümü istiyormuş. Gelirse üç bayan olacak.

Yemekte, konu kızlar. Tiyatro sevenler çok mutlular. Kamil Yıldırım:

-Şimdi gerçek bir piyes oynayabiliriz! diyor. Hemen yakıştırma yapıldı. Halil Yıldırım baba, Karslı kız (adı bile bilinmiyor) anne. Kamil oğul. Ötekilere söz geçemeden patırtı koptu. Halil Yıldırım:

-Ben baba olunca eşimi de, oğlumu da kendim seçerim. Seyirci karşısına zıpçıktılarla çıkmam! dedi. Halil Yıldırım'ın oyun bozanlığı, düş kuran arkadaşları yıldırmadı. Bu kez de beni baba seçtiler. Seçilişime sevindiğimi söyledim. Hemşerim Kadir Pekgöz karşı oldu:

-Yapma abi! Sen Karslıyı görmedin galiba, tıpkı Kepirtepe'deki Sırıklı! dedi. Bu kez Kamil sinirlendi:

-Oğlum siz, bu bölümde öğrenci misiniz; yoksa içimize fitnelik için mi girdiniz? Sus, pus uyarıları etkili oldu. Konu değişti. Yemekten sonra başladığımız operayı dinlemek için sakin olalım! Opera konusu tekrar edildi. Yeni Şan Öğretmenimiz Aydın Gün, Figaro'nun Düğünü'nde oynamıştı. Hangi roldeydi? Karşılıklı yakıştırmalar oldu. Çok konuşuldu ama sesleri bile bulduramadık. Plâktaki sesler oldukça kalın. Orhan Doğan, sesinin bariton olduğunu söyledi. Plâktaki erkek sesleri hep ya Orhan Doğan'ın sesine uygun ya da kalın. Tenor bir ses saptandı, o da çok az söyledi. Onu da aralıkla söyledi. Daha yüzünü bile görmediğimiz Şan Öğretmenimize koskoca operada az rolü yakıştıramadık. Ses tanımaya çalışırken opera bitti.

23 plâğı dinlemiş olmanın mutluluğunu duyarak salonu kapatarak yatakhaneye döndük. Çoğunluk uyumuş. Meğer yat zili çoktan çalmışmış. Suslar puslar arasında yataklarımıza dağıldık.

Yatınca insan seslerini düşündüm. Tenor, Bariton, Basbariton, Bas erkek sesleri. Soprano, Mezzo soprano, koleratur soprano, Alto olarak bayan seslerini ayırıyorum ama kâğıt üzerinde. Kulakla, ancak kalın, yani bas sesini ayıracağımı sanıyorum. Bir de bayanlarda ince sesi, sopranoyu. Onları da bilinçli değil. Bir arada söylenirse ancak seçebileceğim. Bu kez bir ölçü tasarladım. Abdullah Ön'ün sesi en kalın. Ona Bas, dedim. Orhan Doğan Bariton. Mehmet Yelaldı tenor. Bunlara göre öteki arkadaşları gruplara ayırırken uyumuşum.

 

7 Ekim 1944 Cumartesi

 

Günler sonra diyeceğim kadar uzak kalan Ekrem, özledim diyerek geldi. Arkamdan seslenmiş. Geç kalmış olma telaşından hızla yürümüştüm. Çakı Efe ile "Günaydınlaşırken" Ekrem de yetişti. Enver söylemiş, bir de ben anlatmayayım! deyip Bengi'ginin iki figürünü gösterdi. Bu sınıf, uzun zamandır Bengi oynamamıştı. Efe az duraksadı, ne düşündüyse o da önce kollarını kaldırıp Ekrem’in yaptığını yaptı. Öğrencilere dönerek, yerlerinde onların da kendilerini izlemelerini istedi. Ekrem ortada Efe halkada Bengi oynandı. Oyun sonunda:

-Yarın kesinlikle daha güzel olacak! deyip, Kozak Zeybeğine geçildi. Öğrenciler Kozak Zeybeğini yeni öğrenmişti, güzel oynadılar. Ekrem, Kozak Zeybeğini Enver'in sevdiğini biliyormuş, sitem etti. Kozaklı, kendini zeybek sanıyor, oysa kozakta zeybek olmaz, orada iyi çam yetişir! deyip güldü. Bunu duyan Çakı Efe bir zeybek adı söyledi, " Kır Osman Efe, Kozaklıdır!" Ekrem, güldü:

-Bırak şunu, Efelik ona mı kaldı? Hemşeri diye şımartmayın şunu!" dedi. Sanırım ikisinin de tanıdığı yaşayan bir kişiydi. Ekrem sordu:

-O şimdi ne yapıyor? Tam bu sıra Okul Müdürü Rauf İnan:

-Merhaba arkadaşlar! deyip yanımıza geldi. Heyecanlı heyecanlı:

-Bizi bu yıl da kabul etmediler, 19 Mayıs Stadı babalarının malı sanki. Ne kadar engel çıkarsalar sonunda boyun eğecekler; Hasanoğlan orada lâyık olduğu yeri tutacak! dedi. Arkasından da:

-Bu işe hepimizden çok Sıtkı Bey üzüldü, çok hevesle çalışıyordu. Bence emekleri boşa gitmedi, semeresini görecek ve de seneye yasakçılardan öcünü alacak! dedi. Müdür Rauf İnan'ın konuşmasından biz de bir sonuç çıkardık:

-Tüm öğrenciler yarın sabahtan başlayarak oyunlara katılacak!

Kahvaltıya giderken biz de yorumlar yaptık:

-Bizim okulu, 19 Mayıs Stadına almamaları doğru mu? Kim almıyor? Akıl yürüttük ama bir çözüm bulamadık. Ben bir örnek verdim:

-1938 Yılında Edirne/Karaağaç'da Okulumuz, Trakya Köy Öğretmen Okulu adıyla açılmıştı. Okul Yönetimi ilk iş olarak bize birer takım giysi diktirdi. Adımız Öğretmen Okulu olduğundan kasketlerimizin şeritleri, öteki Öğretmen okulları gibi eflâtun rengi olsun istedik. Bu isteğimiz yerine getirilmedi. Gerçekte getirilmedi değil, getirilemedi. Çünkü Edirne Öğretmen Okulu yönetimi buna karşı durmuş. Gerekçe de bizim okulun henüz ortaokul düzeyinde oluşumuzmuş. Bu karşı oluşu Milli Eğitim Bakanlığımız da haklı bulmuş. Biz Edirne'den ayrılınca okul yönetimi, daha bir yıl olmamasına karşın bu kez istediğimiz renkte kasketlerle bir takım giysi daha diktirdi. Öğretmen Okulu etkisi dışında olduğumuz için biz o kasketlerle yıllarca dolaştık. 1941 yılında Hasanoğlan'a geldiğimizde o kasketlerle Ankara'da da dolaştık, Milli Eğitim Bakanı, İlköğretim Genel Müdürü karşısına da çıktık. Bu konuda bize tek bir kişi sataştı, İlköğretim Şube Müdürü Ferit Oğuz Bayır. Ne ilginç bir rastlantı. Ferit Oğuz Bayır, Edirne/Karaağaç'da bizim okul açıldığında, aynı binada daha önce açılmış olan Eğitmen Kursu'nun müdürüydü. Eğitmen Kursu kapanmıştır ama yönetimi henüz dağılmamış, yöneticileri Edirne'deydi. Bizim kasket karşıtları arasında bunlardan biri olabilir mi? Daha açık bir deyimle, Ferik Oğuz Bayır'ın 1941 yılındaki tepkisi bu eski karşıtlığın sürdüğünün bir belirtisi olabilir mi?

Kahvaltıya gidince gözlerim Nebahat’ı aradı. Nebahat da Bella gibi ortalıkta görünmüyor. Karmaşık bir duygu içinde kahvaltı ettim. Nebahat ortalıkta olsa ne olacak? Nebahat Ankara'ya gelse ne olacak? gibi soruları kendime sordum. Boşta gezen bunca arkadaştan beşi onu Ankara'ya gidecektir. Nebahat'ın sakındığı da buydu. Aynı kaygı bende de var. Salona uğrayıp notalarımı aldım. Gidiyorum ama Faik Öğretmen'in de gelmeme olasılığı var. Faik Öğretmen geçen ders açık açık:

-Haftaya gel, ya da gelme diyemiyorum, benim gelememe ihtimalim var gibi. Gelip de bulamazsan, darılma! demişti. Arkasından da:

-“Bu sezon, son çalışmamız olur, inşallah”ı eklemişti. Bella'yı görmek ya da hiç değilse neden ansızın izin aldığını öğrenmek için gidiyormuş gibi tren durağına indim. Sandığımın tersine durakta bizden kimseler yoktu. Tren durağa inerken, az önce olumsuz duygular içinde babasını andığım öğretmenle Nebahat koşturarak geldiler. Üstelik benim bindiğim vagona bindiler. Günaydınlaştık. Nebahat, yanındakini umursamadan kaç gündür konuşmadığımızı, geleceğimi bildiği için yolda konuşabileceğimizi düşünüp rahatladığını, teyzelerinden dönünce Ulus'ta buluşabileceğimizi söyledi. Şaşırdım. Nebahat şimdiye dek kimsenin yanında böyle konuşmazdı. Bu kez ne oldu da böyle konuştu? Ben de Faik Öğretmeni bulamama olasılığından söz ettim. Nebahat arkadaşını da kendisiyle teyzelerine geleceğini, teyzesiyle tanış olduğunu anlattı. İçimden:

-Acabalar, nasıl olurlar, nedenler? arasında gidip gelirken Cebeci Durağında indim. Konservatuvar tıka basa insanla dolup boşalıyor. Henüz açılmamış ama tüm öğrenciler orada. Ayrıca anne-babalar kapılarda. Yeni öğrenciler durgun durgun bakışıyor, eski öğrencilerin kimileri yenilere yol gösteriyor. Kapıcıya Faik Öğretmeni sordum. Kapıcı yakındı:

-Kalabalıktan kapıya mukayyet olamadım ki! Şimdi rahatladım, Faik Bey gelmişse üst odadadır, biliyorsun bir bak! Merdivenden çıkıp bir baktım. Faik Öğretmen piyano başında, eğilip kalkar gibi başını gezdirerek piyano çalıyor. Girdiğimi anlayınca başını çevirip gülümseyerek selâm verdi. Parçayı bitirince de:

-Öğrenciliğimden beri çalmayı çok istediğim parçalar vardır. Onları buldukça oturur çalarım. Piyanoya dönerek, kısa bir bölüm çaldı. Sonra da:

-Bu bir piyano parçası değildir. Eski, ünlü bir kemancının, Fransız Jean Marie Lökler. Adı aramızda geçmedi sanırım. Ünlü bir kemancı ama eserleri konserlerde pek çalınmaz. Piyanoya uyarlanmış bir parçasını bulunca kökleri çok eskiye dayanan özlemimi bir nebze olsun giderdim! deyip piyanodan kalktı. Okul durumunu sordu. Derslerin, kasımda başlanacağı duyuruldu! dedim. Faik Öğretmen teselli ederce:

-Sağlık olsun, şunun şurasında yirmi gün kaldı. Bak bizimki açıldı sayılır, dersler başlamadı ama bizler geliyoruz. Tanıdık çocukları oluyor, bizlerden yardım isteniyor, elimizden geleni yapıyoruz. Bir bakıma iyi oluyor, bol bol piyano çalıyorum!

Faik Öğretmen birden:

-Hadi gel, çal şu Chopin'i bakalım! dedi. Çaldım, tekrarlattı. Gene Chopin çalmanın özelliklerini anlattı. Yüzüme bakarak:

-Chopin'i doğru çalmak için gene ondan yararlanmak gerekir. Onun güzel müzik parçaları gibi adeta kendi için yazdığı etütleri vardır. Etüt aslında çalışmadır. Gel bir de etüt deneyelim. O etüde çalıştıktan sonra bu valsi daha severek çalacaksın! deyip, piyano üstünden bir parça alıp piyanoya taktı. Faik Öğretmen etüt dedi ama çaldığı, benim çaldığımdan farksızdı. Bu sıra kapı açıldı, bir ses:

-Faik burada mısın? Arkadaşlar bekliyor! deyince Faik Öğretmen:

-Bak işte bu da var, buradayız ama burada olup olmadığımız da kontrol ediliyor! deyip güldü. Haftaya beklediğini söyledi. Faik Öğretmen bir yandaki yönetim odasına girerken ben de merdivenlerden inip Ulus'a yöneldim. Faik Öğretmen gibi piyano kaygılarım da sanki Konservatuvarda kalmıştı. Kendi kendimi kuruntulara kaptırdım; Bella ile karşılasırsam ne diyeceğim? Bella yoksa ablasına ne diyeceğim? Ya ikisi ile karşılaşırsam? Bu olasılık beni çok düşünürdü. Kesin bir sonuç alamadan kitaplığa girdim. Daha önceleri de gördüğüm şair Melih Cevdet Dora Ablanın masasında konuşuyor. Çoğunlukla konuşan Melih Cevdet. Bir yazı okuyorlar. İş oldukça uzadı. Dora abla geldiğimi gördü, gülümsedi. Ancak ben her zaman yaptığım gibi içeri geçip onlara göre kayboldum. Oysa onları dinliyordum. Konuşmalarına ilgisizdim ama, şairin kalkıp gitmesini bekliyordum. Adam, kekeme gibi ikide bir hık kık gibi sesler çıkarıyor, sık sık da burnundan bir şey atmak ister gibi "Fıh, fıh, fıh!" yapması dikkatimi çekti. Neredeyse sabrım tükendi, gidip "Bella nerede?" diye soracaktım. Ben böyle sabırsızca yerimde tepinirken Melih Cevdet, teşekkür edip ayrıldı, yanımdan geçerken de şaka ediyormuş gibi, burnunu daha çok fırt fırtlattı. O gidince ortaya çıkarken daha Dora Abla üzgün bir sesle:

-Bella İstanbul'a döndü, çok üzülmüş, teselli edemedik. O sözünü bitirmeden ben sordum: Neden? Bu kez de Dora Abla bana sordu:

-Sen biliyor musun? Bilmediğimi söyledim. Dora Abla sordu:

-Oradan ayrılmadan önce Bella sana söylemedi mi? Bizim oradaki durumu anlattım. Dora Abla:

-Bella oraya çok özel bir yoldan atanmıştı. Bizim bakanımız, her kolaylığı gösterdiği gibi Bella'nın oraya gidişine de ayrıca sevindi. Ancak bizim bakanlığın özel statüsüne engel olan Maliye bakanlığı, Bella'nın ücretini ödemedi. Maliye Bakanlığı ödemeyince bizim bakanlık çaresiz kaldı. Maliye bakanlığı, tüm bakanlıkların her yıl bildirdiği kadro türlerine göre ödenek veriyor. Bizim Bakanlığın geçen yıllar bildirdiği kadro türleri içinde Bella kategorisinde bir kadro yokmuş. Bu kategori Mali Yılbaşında eklenirse Bella ancak o zaman maaş alabilecekmiş. Bunun için de yeni yıl başını beklemesi gerekiyor. Bella'nın kadrosu dondurulmuş, yılbaşından sonra yeni atama yapılmadan görevine dönebilecek. Bu nedenle Bella, İstanbul'daki işine döndü. Benim kuşum çok üzüldü ama, elden gelecek başka bir çare olmayınca, duruma boyun eğdi. Olsun İstanbul'da da mutlu olacak. Zaten alışık, orada da çocuklarla uğraşıyor. Azınlık okulu çocuklarına dil öğretiyor. Yabancı çocuklarına Türkçe, bizim, Türk, Rum, Ermeni, Musevi çocuklarına da Fransızca, Almanca, İspanyolca dillerini öğretiyor. Dora Abla da duraksadı:

-İyi konuşuyordunuz, bunu sana neden anlatmadı acaba? diye sordu. Ben de okulun son durumunu anlattım. Yeni, eski tüm öğrencilerin geldiği karışık bir dönemdeyiz sanırım bundan konuşamadık. Bella durumu öğrenir öğrenmez gelmiş olabilir. Dora Abla:

-Öyle, Bella da maaşını alırken öğrenmiş, maaş veren son maaşın! deyince, elinden paraları atası gelmiş. Söyleyen yapıyor! diye önce ona kızmış, sonra toparlanıp ayrılmaya karar vermiş. Umarım durumu sana yazar. Bana söylediğine göre, sana karşı güvenli, onu sevdiğini de biliyor. Yazmaması için bir neden yok!

Dora Ablaya teşekkür edip ayrıldım. Kafam iyice karıştı. Bella beni nasıl seviyor? Sevse, habersiz ayrılır mı? Sorularım arka arkaya sıralandı:

-Sevse, içine düştüğü durumu bana söyleyebilir mi? Ya durumu onu, küçültmüş gibi algılıyorsa, bunu bana söyleyebilir mi? Mektup yazar mı? Ya aynı duygular içinde mektup yazmaktan da cayarsa?

Aile Çay Bahçesi'ne gittim. Nebahat'la arkadaşı oturuyordu. Ben gidince arkadaşı kalktı. Nebahat'ı yalnız bırakmamak için beklemiş. Oturunca sordum:

-Sen bunlardan sakınıyordun, ne oldu? Nebahat

-Ben bundan hiçbir zaman saklamadım. O da beni teşvik etti. O ötekiler gibi fitne ficur değil.

Şaşırdım. Ben, bu öğretmenle babasını sevemediğim için konuşmuyordum. Oysa o benim yakınıma dek gelmiş. Üzüldüm. Bir çıkış yolu bulup, ona yakınlaşmayı aklıma taktım.

Nebahat. eskisi gibi değil. Bana mı öyle geliyor? Sordum, arkadaşlar geldi. Şu anda burada kimse olmaması bir şans yoksa bir kaçının yanımıza dek sokulması her an beklenebilir. Nebahat hiç umursamadan:

-Olsun, bundan sana bir zarar gelir mi?

-Bana ne zarar gelecek? Sen sakınırsın diye kaygılanıyorum. Nebahat, kaygılanmamamı söyledi. Bizimkilerden bile saklayamadım, sordular ben de söyledim. Öyle tatlı söyledi ki, "Söyledim!" sözünü tekrarlattım.

Bizden biri ile karşılaşacağımı bile bile Nebahat'ı Tavukçu'ya götürdüm. Şu işe bak, bizden kimse yoktu. Ankara Sinemasında daha önce gördüğüm Vaterlo Köprüsü filmi oynuyor. Çok duygusal bir film. Vivien Leigh-Robert Taylor oynuyor. Nebahat görmemiş. Ağlayacağını bile bile götürmek istedim. Nebahat bugün olağanüstü uyumlu. Tersine ben de oldukça kuşku içindeyim. Ondan beklediğim yakınlığı gördükçe kendime "Neden?" sorusunu sormaya kalkışıyorum. Sonunda sordum:

-Sende bir değişiklik var, ben mi yanılıyorum yoksa sen düşünce mi değiştirdin? Nebahat, düşüncelerinde değişme olduğunu, kim duyarsa duysun, beni sevdiğini saklamadığını söyledi. Arkasından da sordu:

-Yanlış mı yapıyorum? diye sordu. Yanlışı olduğunu söyledim. Hayret ederce sordu, neden? Ben de:

-Sen beni değil ben seni seviyorum! deyince "Hııı!" çekip güldü. Bunları konuşarak, dura yürüye Ulus'tan Sıhhiye'ye dek konuştuk. Film başlamış. Vivien Leigh, Robert Taylor'un ünlü Amcasıyla dans ederken girdik. Buna da ayrıca sevindim. Dışarda gezmek yerine filmi bir daha izlemek için içerde kalabilecektik.

Sinema oldukça kalabalıktı. Karanlıkta girmemize karşın perde aralanınca yokuşlardaki karpuz tarlaları gibisine bir görüntü veriyor. Nebahat filmdeki kızı önce çok beğendi. Sonra sonra eleştirel bir tavır takındı. Askerlerin savaştan dönüşünde sevgililerin buluşacağını umuyordu. Buluşamadıklarını anlayınca kızın köprüden atlayışında içini çekti. Sanırım ağladı. Yavaşça, kendi kendine konuştu:

-Denize atlayacak ne var sanki? dedi. Ben de bile bile takıldım, yavaşça,

-Denize atlamadı, nehre düştü! dedim. Nebahat demek istediğimi tam anlamadı:

Ne fark eder? dedi. Ben de:

-Atladığına pişman olunca nehirden kolay çıkar! dedim. Nebahat dürtükledi:

Sen benimle dalgamı geçiyorsun? derken ışıklar açıldı. Ağlamasını önlemek için öyle konuştuğumu gerçekte ilk izlediğimde ağladığımı anlattım. Film bitince başından az bir bölüm kaçırdığımızı söyledim. Nebahat az düşündü:

Çıkmayalım! deyince kalkıp yer değiştirdik. Film başlangıcında, Şarlo, bastonlu adam çıktı. Gelecek filmlerden parçalar gösterdi. Nebahat'ın bunlara gelelim deyişi beni şaşırttı. Ben gelebilirim. sabah dersinden sonra konser saatine dek (Saat 15'oo) zamanım var. O nasıl gelecek? Ara ara buluşuruz ama sürekli olası değil. Bunu ona nasıl anlatacağımı düşünürken açıkladı:

-Gönlümden geçeni söylüyorum ama sanırım ben sık sık gelemeyeceğim. Çünkü sınıf öğretmenlerin sınıfları değişecek. Benim sınıfım 4. sınıf oldu. Bana yeni bir birinci sınıf verirlerse kolay kolay izin alamayabilirim. Nebahat bunu söyleyerek üzüldüğünü belirtirken içimden rahatladım:

-Ha şöyle söyle! Belli etmeden teselli ettim:

-Gelebildiğimiz kadarıyla yetiniriz. Okul yemekhanesi balkonu sinema makinesi için düzenlendi, okula da film gelecek! dedim. Dedim ama bunu niçin söylediğimi ben de anlamadım. Nebahat'ın sinemadan maksadı çok başka amaca yönelikti. Bunu bile bile söylemem azıcık soğuk kaçtı. Neyse film başladı. Filmin başlangıcı sonu gibi değil bir süre kendi içimize dönerek izledik. Nebahat dikkat etmiş, amca, gelin adayı dans ederken:

-Burada girmiştik! dedi. İsterse çıkabileceğimizi söyledim. Çıkmak istemedi. Bundan sonraki bölümleri bile bile izledi. Sonunda da ağlamaklı olmadı. Sinemadan çıkınca gene Ulus'a yürüdük. Hava, tam ekim havası, akşam serinliği. Ulus'a geçmeden Ziraat Bankası yanından Gençlik Parkına geçtik. Her zaman oturduğumuz kuytuya gittik. Bize çay getiren çocuk geldi. Artık biz onu o bizi tanıdı. Konuşmasından köylü olduğu belli. Nereli olduğunu sordum. "Haymanalı'yım!"dedi. O gidince kendi kendime konuştum, Haymana, ne anlama geliyor acaba? İçimden de bir "Ihh!" çektim. Kendi ilçem Lüleburgaz'ın anlamını biliyor musun sanki? Oysa yüz kez öğrenmeye kalkıştım ama lülesi dışında bana kimse doğru bir yanıt vermedi. Tek akla uygun yanıtı Fikret Madaralı Öğretmen vermişti. O da kesin değil akıl yürütmeyle verilmiş anlam, demişti. Burg, kale. Burg, burge, burgez, urguz biçiminde ses değişmesine uğramıştır. Tek Lüleburgaz değil, başka Burgazlar da var deyip Bulgaristan'daki Burgaz'la başlamış, Lüleburgaz, Kuleliburgaz, Kemerburgaz, Kumburgaz, Ahyolu Burgazı, Burgaz Adası gibi adlar sıraladıktan sonra, örneğin Fransa'da Burgez bulunduğu gibi burg adıyla tüm Avrupa'da kentler olduğunu anlatmış, Hamburg, Strasburg. Salzburg, Petersburg gibi büyük kentleri sıralamıştı

Nebahat, bize katılan kızları görmüş, “biri dışında hepsi küçükler!” dedi. O biri dediği bizim bölüme girecek olandır, diye düşündüğümden sormadım. Sadece “ötekiler de büyürler!” dedim. Sezinlediğime göre Nebahat onlar için söz açtı ama üstlerinde durmamızı da istememişti. Benim de birlikte geldikleri uzun boylu öğretmen aklımdan geçti. Ancak Nebahat kendisi onun sözünü etmedikçe benim kurcalamamı doğru bulmadım. Konuyu gene filme döndürüp, filme adı verilen "Vaterlo!" üstüne tarih bilgimi anlattım. Ancak anlatmadan önce sordum. Nebahat:

-Tarihte olmuş bir olaysa memnun olurum! deyince Napolyon Bonapart savaşlarından başlayıp sözü Vaterlo Meydan savaşına getirerek bu savaşı kazanan İngilizlerin o savaşın Zafer anısı olarak bu köprüye o adı verdiklerini anlattım.

Saat 19:00’a yaklaşırken trene yöneldik. Trende doktor Sapanlı ile eşi vardı. Eşi Nebahat'e sahip çıktı, yan yana oturup iki ikiye konuşmalarını Hasanoğlan'a dek sürdürdüler. Durakta, karşılıklı selâmlaşarak ayrıldık. Orta bölümden büyük bir kalabalık vardı. Nebahat onlardan da çekiniyor. O nedenle trenden inince ayrılıyoruz.

Yemeğe yetiştim. Benim durumumu bilmeyenler varmış, sordular. Piyano dersine gittiğimi bir kez daha anlattım. Daha önemli bir konu varmış, benim piyano dersim fazla ilgi çekmedi. Yarın Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç gelecekmiş. Sorular ona yöneldi:

-Ne konuşacak? Arkadaşların çoğu, "Yurt çapında dağılan bizlerin izlenimlerini dinleyecek! görüşünde birleşti. Ekrem Bilgin, tek olarak:

-Köy Enstitüsü Müdürlerinin bizler hakkında yaptığı şikayetler üzerinde duracak! Arkadaşlar Ekrem'in sözüne güldüler ama, bu görüş benim aklıma yattı. Genel Müdür Köy Enstitüleri üstüne her gün yeni yeni bilgiler alıyor. Kadir Pekgöz ya da Hasan Üner'in vereceği bilgiyi ne etsin? Bunlar konuşulurken Genel Müdürü görür gibi oldum. 1942 Eylülüne dek ona başka türlü bakardım. Lüleburgaz'a geldiğinde benimle konuşmuştu. Lüleburgazlı oluğumu söyleyince ailemi sormuş, bana “Ne mutlu, sen evinde okuyorsun, senin evine, köyüne çok yenilikler götüreceğine inanıyorum. O zaman da görüşmek isterim, ben de biraz Lüleburgazlıyım. Bunları ilerde gene konuşacağız!” demişti. 1941 yılında ise defalarca çağırmış, Sili Ustanın yanında beni övmüş güzel sözler söylemişti. Eylül 1942’de, Okul Müdürümüz Nejat İdil'e yazdığı mektubu okuyunca bendeki güzel duygular birden silindi. Buraya geldikten sonra da karşılaştık beni tanıdı, Lüleburgaz'ı, ailemi sordu ama bendeki güvensizliği silemedi. Bakanımızla birlikte geldiğinde piyano çalmıştım. O zaman da güzel sözler söylemişti. Bunlar, bendeki olumsuzlukları silemedi. Üstelik, bakanımızın söylediği:

-Bu bölümün açılmasında benim payım vardır, burasını ben eklettim! demesi beni düşündürdü. Demek Hasan Ali Yücel diretmeseydi Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünde bir Güzel Sanatlar Bölümü olmayacaktı. Bu duygu beni alıp başka yere götürdü. Beş yıl okuduğum Köy Enstitüsünde bir müzik öğretmeni yoktu. Cumhurbaşkanımız son yıl geldiğinde benim de içlerinde bulunduğum bir grup, Cumhurbaşkanımızdan özellikle Müzik Öğretmeni istemeseydi hiç müzik dersi okumadan okulu bitirecektik. Son yıl bir öğretmen atandı ama o da ilk okul öğretmeniydi. Sınava girdi, kazandı, gerçek Müzik Öğretmeni olmak için şimdi Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümünde okuyor. Bu yıl yaptığım soruşturmada da yeni bir gerçekle karşılaştım. Şu sıralar, açık olan on sekiz Köy Enstitüsü'nde beş gerçek müzik öğretmeni bulunmaktadır. Bunun sorumlusu kimdir?

Bunları düşününce ben, yarın yapılacak konuşmaların, geçtiğimiz ders yılında Ahmet Emin Yalman'ın yaptığı konuşmalardan farklı olacağını beklemiyorum.

Arkadaşlar bana sordu:

-Sen söze hiç karışmıyorsun! Ben,

-Hasanoğlan, herkesin bildiği bir yer, burası hakkında kime ne söyleyebilirim ki? Genel Müdür sizden sonra buraya beş kez geldi. Bizimle özel olarak konuştu, yattığımız yeri gördü, semaverimizden çayımızı içti, karıştırdığımız Yıldız dergisini bile alıp baktı. Sinema konusundaki fikirlerimizi sordu. Çıkacak dergide basılmak üzere bana sinema hakkında yazı yazmamı söyledi, söz verdim, yazıyı hazırlamaya bile başladım. Bir gece arabasını gönderip beni İhsan Atakurt'un Mandolin Orkestrası Radyo konserine bile götürdü. Bunu söyleyince arkadaşlar şaşırdı:

-Bu nasıl oldu? İyi ki, tanığım var. Hemen Fahri Yücel'i gösterdim, “Ona sorun, o daha iyi anlatır. O, buraya gelmişti, arkadaş olması için ondan rica etmiştim, birlikte gittik, geceyi de Genel Müdürün evinde geçirdik.”

Arkadaşlar iyice şaşkınlaştılar.

Kepirliler, yeni gelen arkadaşlarımızla toplanma kararı almışlar onlara katıldım. Geç vakte dek Kepirtepe'den, Müdür İhsan Kalabay, Eğitimbaşı Kemal Üstün'den, Selçuk Korol'dan Asaf Amca'dan, Besim İyitanır'dan söz ettik. Ben hep bu yıl okulu bitirenlerden, atanmalarından söz edileceğini bekledim. Amacım Röslein, acaba kendi köyüne mi gitti? Kendi köyüne gittiyse seneye kesinlikle benim bölgemde olacağı için yeni plânlar kurmayı düşlüyordum. Dereden tepeden, hiç ilgisi olmayan konular depreştirildi de beklediğim konu açılmadı. Her zamanki gibi kendime dert ettim:

-Röslein, nereye atandı? Kendi köyünü istemezse, yakın olarak bizim köye bile atanmış olacağını varsayarak kendime umut kapısı bile açtım. İşin ilginci yatınca da bir süre böyle bir sürprizin olması durumunda ne yapacağımı bile uzun uzun düşündüm. Bu arada Nebahat'ı anımsayınca düşlerim, durgun suya taş atılmış gibi dalgalanıp dağıldı.

 

8 Ekim 1944 Pazar

 

Kalkıp hazırlanmıştım. Birilerine “Gelecek misiniz?” diye sorayım mı sormayayım mı? diye düşünürken Enver, aradan beni görmüş:

-Enişte bekle! dedikten sonra birisiyle konuştu. Ekrem'le birlikte geleceğini anladım, çok da sevindim. Bu sabah tüm öğrenciler çıkacak, Efe yalnız bunalabilir. Nitekim, dediğim oldu. Ekrem'le Enver şakalaşarak geldiler. Oluşan büyük halkanın ortasında üç Efe olunca disiplin bozulmadı. Az sonra Sıtkı Şanoğlu Öğretmen de halka dışına gelip gözetler gibi durunca oyuncular, dürbün gibi açılmış sekiz gözün altında Harmandalı ile Güvende zeybeklerini oynadılar. Oyun sonunda Sıtkı Şanoğlu Çakı Efe'ye takıldı:

-Yeni yüz öğrenci aldık; bunları hemen bu halkaya katalım mı, yoksa bir süre ben yürüteyim mi? Çakı Efe ikircil bir durum takındı, duraksadı. Bu kez Enver Ötnü, özür dileyip kendi düşüncesini söyledi:

-Siz onları biraz yürütün! Sıtkı Şanoğlu:

-Ben de öyle düşünmüştüm, ay sonunda katalım! dedi. Çakı Efe biraz mahcup, teşekkür etti. Sıtkı Şanoğlu ayrılınca kendi kendine konuşur gibi:

-Yürümesini bilmeyen yüz kişiye ben nasıl zeybek oynatırım? Hem de yalnız onlar değil üç yüz kişiye karışacak!

Enver'le Ekrem Çakı Efe'yi teselli ettiler; “Sen kafandaki mükemmel Zeybek Öğretme fikrini çıkar at! O, Kızılçullu'da kaldı. Artık Kızılçullu da uçtu. Onun ardında Emin Soysal vardı!”

Bunları, Hasan Çakı da biliyordu. Biz aramızda sürekli bunu konuştuk. Gerçi Emin Soysal falan demedik ama biz, Rauf İnan'ı araya soktuk. Adam, mükemmeli değil olabildiğince kalabalıkla göz boyamayı yeğliyor. Karşılaştıkça sık sık söylediği:

-Ne olacak canım, şimdilik öyle oluversin! “Şimdilik” dediği, gelen giden konukları savuşturma sürecini kastediyordu. Böyle düşünen Salt Rauf İnan değil, bu bir zincir. Köy Enstitüleri'ne seçilen müdürlerle onları seçen, seçicilerin oluşturduğu Bakanlık bünyesinde oluşmuş bir koloni. İşte bunlar, Ahmet Emin türü gazetecileri de önlerine katıp Köy Davası'nı basite indirgiyorlar. Bu anlayış, biz öğrencilere de gevşeklik şırıngası oluyor. Çoğumuzdaki:

-Yaparım, ederim tavrı bunun bir sonucudur. Enver Ötnü'nün, Veli Demiröz'ün "Yarınki Türkiye'ye Seyahat'taki konuşmaları bunun birer aynasıdır. "Ne olacak canım, bu da öyle oluversin! Ne olacak canım, ilkokul öğretmeni Türkçe dersini okutuversin. Ne olacak canım, Mehmet Usta Marangozluk öğretiversin. Ne olacak canım, bir çalgı çalmadan Müzik Derslerini veriversin. Gerçek ortada, on sekiz Köy Enstitüsü'nde beş gerçek müzik öğretmeni var. Bize iki yıl önce müzik öğretmeni olarak atanan Asım Kaveller, şimdi Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik bölümü ikinci sınıfa geçti. Bize Müzik Öğretmeni olarak atanmıştı. Oysa o bu sıfatı benimsemedi, sınav verip üç yıl okumayı yeğledi. Bu bile, yapılagelen hataları, sürdürülmeye çalışılan yanlışları kanıtlamaktadır. Buna karşın bir yıl sonra doğru dürüst keman akordu yapamayan, piyanoda bir kromatik gamı beceremeyenler, yıllardır müzik öğretmensiz Köy Enstitülerine Müzik Öğretmeni olarak gönderilecektir. "Ne olacak canım, bu da böyle oluversin!"

Kahvaltıda, Genel Müdürün konuşma konusu gibi, geliş saati de konu edildi. Çoğunluk, "Akşamın geç saatleri!" olarak tahmin yürüttü. Gerekçe olarak da:

-Kendisi uzun uzun konuşup, sonra da:

-Geç oldu, devamını gelecek toplantıya! deyip ayrılacağı üstüneydi. Buna da ben karşı çıktım. Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç'un Fahri Yücel için yaptığını anlattım. Böylece:

-Milli Eğitim Bakanlığı başka Hasan Ali Yücel ya da İsmail Hakkı Tonguç başka! demek istedim. Hasan Ali Yücel için Ahmet Emin Yalman hakkında söylediklerini örnek verdim. Ayrıca bizim, mayıs ayında giysi için yaptığımız başvurudaki sözlerini anımsattım. Onlar böyle düşünürken bakanlıkta ayak işlerini yürütenlerin başka türlü düşündüğünü anlatmak istedim. Bella olayı da güzel bir örnek olabilirdi ama, onu anmadım. Kızcağız, atanıyor, üç dört ay maaş alıp, okula ısınıyor. Oysa bu atama tam olarak yasallaşmamış. Bunun Bakan ya da Genel Müdürle bir ilgisi yok. Bu doğrudan atama işlerini yürütenlerin hatası değil, vurdumduymazlığı. Bakan ya da Genel Müdür sorgulanacaksa, bunları orada neden tuttuğu için sorgulanabilir. Ancak, onların üstünde de yetkililer var, onların buyrukları daha önemli olduğundan hiç bir makam sahibi gönlünce temizlik yapamamaktadır. "Balık başkan kokar!" derler; bizim balık da ta baştan kokmaya başlamış sanırım.

Arkadaşlar söylediklerimi sakin sakin dinlediler. Kahvaltı bitmişti. Biri kımıldayınca hepsi birden kalktı. Doğrularım ya da yanlışlarım gene bende kaldı. Dilerim onlar Genel Müdürü dinleyince, benim dediklerimi de anımsayacaklar.

Kahvaltıdan sonra Doğan Güney geldi. Birlikte salona indik. Doğan'a plâkları, nota kitaplığımızı gösterdim. Bir de onun anısı vardı. Kepirtepe'de bana kendi el yazması bir nota vermişti. Keman için yazılmış Schubert'in la major d. 468 nolu rondo'dan bir bölüm. Onu gösterdim. Doğan kendi el yazmasını tanıdı ama parçanın kimin nesi olduğunu bilmiyormuş, söylediklerime şaşkın şaşkın baktıktan sonra benim bu bilgilerimi nasıl bulduğumu sordu. Ben de duyduğum müzik parçalarından beğendiklerimi hep böyle gerçek yerlerine koyduğumu anlattım. Doğan azıcık kaygılandı:

-Ben çok unutkanım, böyle şeyleri aklımda tutamam! deyince Alpullu'dan beri aramızda gülme konusu yaptığımız Efe şarkısının notalarını okudum. Si do miii re do sila, si do si la! deyince Doğan arkasını tamamladı. Güldü:

-Nedense bir bunu hiç unutmuyorum! deyince ben de:

-Çok tekrarladık da ondan unutmuyorsun. Burada da çok tekrarlayarak yeni yeni bilgiler öğreneceksin! dedim. Doğan, benimle birlikte olacağına sevindiğini söyledi. Buna ben de sevindim.

Arkadaşlar hep toplandı; ilk heves, hepsi kemanlara sarılınca salondan kaçtım.

Kitaplık oldukça tenhaydı, Varlık şubat sayısında çıkan Vahit Dede'min Sadettin Nüzhet'in Yeni Kitabı için yazdığı eleştiri yazısını yazdım.

(...)

Vahit Dedemin öfkeli yazısını ben de öfkelenerek yazdım. Yazdım ama bu konudaki tartışmalardan yararlanacağımı sanmıyorum. Bunları öğrencilere nasıl öğretiriz? Ancak benim işime bunlar köyde yarar. Abbas Amcam, öyle sanıyorum ki bunları bayılarak dinler. O zaten Vahit Dede hayranı. Vahit Dede Abbas Amcamın babası Mehmet Amcamın Dede arkadaşı olduğundan ayrıca bir saygı duyar. Kendisi de Bektaşi Dede adayı olduğundan tarikata yönelik yazıları özellikle okur, konuşmaları dinler. Vahit Dedem, Kırklareli'de çıkan Yeşilyurt gazetesinde sık sık yazar ama bu tür folklor-bilim karışımlı yazıları, yüksek bilim katmanındakilerin okuması için okuyucusu çok gazetelerde özellikle de Varlık gibi sanat içerikli dergilerde yazıyor. Ne ilginç, Vahit Dedem, beni 1938 yılında Edirne/Karaağaç Trakya Köy Öğretmen Okuluna yazdırdıktan sonra sürekli gelip yokladı. Edirne'de okula geldiğinde salt Türkçe Öğretmenimiz Fikret Madaralı Öğretmen sevgiyle sarılır, saatlerce konuşuyorlardı. Öteki öğretmenlerin yakınlık gösterdiğine hiç tanık olmamıştım. Daha sonra, önce Alpullu'ya sonra da Lüleburgaz'a geçtiğimizde de bir değişme olmadı. Fikret Madaralı Öğretmen Vahit Dede'me içtenlikle sarılırken öteki öğretmenler (Selçuk Koro dışında) hep yabancı kaldılar. Oysa buraya gelenler, onu adı geçtikçe sevgiyle, saygıyla andılar:

-Halide Edip Adıvar'la eşi dr. Adnan Adıvar, prof. Selâhattin Batu, Şair Behçet Kemal Çağlar, Ahmet Kutsi Tecer, Halil Bedi Yönetken, Reşat Semsettin Sirer, Yaşar Nabi Nayır, konserlerde sık sık konuştuğum Mahmut Ragıp Kösemihal, adını şimdi anımsayamadığım başka konuklar Vahit Lütfi Salcı adı anılınca hep ilgi gösterdiler.

Yazımı bitirdim. Eski Varlık'lardan Şinasi Özden'in şiirlerini seçmeye başlarken yemek zili çaldığından onları bir başka güne bıraktım.

Yemekteki konuşmalar gene Genel Müdür'ün gelişi üstüne oldu. Kadir, Halil Yıldırım, Genel Müdürü beklediklerini söyleyince güldüm:

-Beklemekle Genel Müdür gelmez. Onun geldiğinde yakınında olmak, söylediğini anlamak, övütlerini tutmak önemli. Kadir hemen karşılık verdi:

-Tutmayacağımızı kim söyledi? Ekrem Bilgin:

-Genel Müdürümüz bize nezaketi, dürüstlüğü, uyumlu olmayı övütlüyor. Bu sıfatlara sahip miyiz, değil miyiz? Herkes sustu. Bu kez de ben hemşerim Kadir'e sordum. Buna sen ne diyorsun? Kadir olayın dışında dolaşıyor, o da bana sordu:

-Neden bana soruyorsun? Açıkladım:

-Kim demiş? diye ortaya çıkmak, doğrudan Külhan Beylik söylemidir? “Çık karşıma!” tavrının bir başka şeklidir. Halide Edip Adıvar'ın Sinekli Bakkal romanında Sabitbey Ağabey tipi bir Külhanbey tiplemesidir. İlginçtir, o da sonunda bir bayanın karşısında boyun eğmiştir. Ben bunu deyince arkadaşlar tartışmayı önlemek için Kadir'e:

-Hadi gene kârlısın, hemşerin seni bir bayana teslim etti! dediler. Kadir kurnaz hemen:

-Tabii edecek, Ben de ona bizim köyün en güzel kızını lâyık gördüm.

Tartışarak sürdürdüğümüz kaşık yarışını neşeli neşeli gülerek tamamladık. Salona mı, yoksa toplantıya mı? sorusuna değişik yanıtlar verildi. Sonunda benimle bir kaç arkadaş salona indik. Ötekiler toplantıya gittiler. Bizim salon boş gibiydi. Piyanoya oturup önce Hanon 51 etüdü, sonra da Wachet auf'u çaldım. Arkama baktığımda kimse kalmamıştı. Telâşlandım. Toplantı salonuna gittiğimde tüm arkadaşlar, Genel Müdürü bekler durumdaydı. Ankara'dan gelmiş ama henüz Müdür odasındaymış. Halil Dere işaret etti, yanında bir yer varmış, geçip sıkıştım. Az sonra Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç, bir yanında Ferit Oğuz Bayır, bir yanında Okul Müdürümüz Rauf İnan, arkalarında Hürrem Arman geldiler.

Genel Müdür çok sakin,

-Sizinle görüşmek için geldim ama gezip gördüğünüz yerlerdeki intibalarını sormayacağım. İçinizde çok önemli on üç ilimizin okul durumunu inceleyenler var. Biliyorum onlar bir çok yeni müjdeler bir o kadar da kasvetli sözler söyleyecekler. Yine on sekiz Enstitümüzü yakından tanıyanlar da detaylı anılar anlatacaklar. Bunların dışında tüm yurt köşelerinden gelen yeni arkadaşlarınız, bize henüz muttali olmadığımız muştular verecektir. Tüm bunları dinleyip doğru algılamamız için biraz zaman gerekli. İstedim ki ben de bu geniş haber alanının özelliklerini bir daha gözden geçirip anlattıklarınızı doğru anlayayım. O nedenle ben bugün salt sizlere bir "Hoş geldiniz” deyip, gelmişken, hani bizim daha önce tasarladığımız bir dergi işi vardı, onu fiiliyata geçirmek için bir fitil atalım, diye düşündüm. Bu konuda yaptığımız konuşmalarda çok heyecanlanmıştım. Çok istekli arkadaşlarımız vardı. Sanırım onların iştiyakları sönmedi. Gelin şu dergi işini canlandıralım.

Genel Müdür bunları söyledikten sonra konuşmasını kesip gözlerini üstümüzde gezdirdi. 20 kadar arkadaş parmak kaldırdı. Söz verdikçe parmak kaldıranlar konuştu. Yeni gelenlerden bile konuşanlar oldu. Konuşanların genel dileği güzel bir derginin çıkması üstüneydi. Genel Müdür de bu güzel derginin içeriği üstüne konuştu, genel bir taslak çizer gibi örnekler verdi. Sonunda Dersler başlayınca bu konuda deneyimi olan Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenden destek alıp bir Dergi Sorumlu birimi kurulmasına sözsel olarak karar verildi. Genel Müdür Teşekkür edip ayrıldı. Bu kez de, Namdar Rahmi Karatay'in şiiri anımsandı:

"Selvi gibi umutlar, döndü birer iğdeye

Geçti Bor'un pazarı, sür eşşeğin Niğde'ye!"

Bu dizeleri duyan Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca birden parladı:

-Arkadaşların maneviyatını bozmaya kalkanları uyarıyorum. Dergi çıkarılmasına karar verilmiştir. Bu dergi çıkacaktır. Öğrenci Birliği Başkanı olarak bunun için canla başla çalışacağım!

Birileri bravo dedi birileri de alkışladı. Genel Müdür'ün konuşmasına uymayan bir durum ortaya çıkmıştı ama bunu ben tam olarak anlayamadım. Anlayamadığım bir başka olay da Hüseyin Atmaca'nın Başkanlığı bitmişti. Yeni seçim olacağına göre belki o seçilemeyecekti. Çünkü Kızılçullu grubu çoğunluğu kaybetmiş durumdaydı. Yeni gelenlerin içinde Kızılçullu oranı 1/10. Öteki doksan oy sonucu değiştirecekti. Böyle düşündüm ama çevremdekilere açılmadım. Yalnız arkadaşım Halil Dere, çocuksu yorumuyla aklımı karıştırdı:

-Atmaca numarasını gene yaptı!

-Ne yaptı?

-Görürsünüz! Halil Dere'nin sözünü önemseyenler oldu. Arkasından bir tartışma başladı. Olayı önemsemediğim için ayrıldım. Baktım, benim önemsediğim, geldiğine de çok sevindiğim Tevfik Uğurlu, beni gözlüyormuş, elinden tuttum, azıcık da zorlayarak bizim salona götürdüm. Baktım salon kalabalık, alt odada kimse yok, Tevfik'le indik. Önce Tevfik'e bir süre piyano çaldım. O, müzikle pek ilgili değildir ama kendi ölçüsünde değerlendirmesini bilir. Piyanoyu kesince geçmiş günleri, Tevfik'in Kitaplık nöbetlerinde kitap okumalarımızı konuştuk. Tevfik öteden beriden konuşurken birden bana:

-Abi, kusura bakma, hep aklımda, sen o kızı neden bıraktın? diye sordu. Şaşırdım:

-Hangi kızı? deyince Tevfik:

-Yapma abi, besbelli kız sana vurgundu. Sen konuşurken gözleri gülüyordu. Adın geçince de araya girip:

-Biz hemşeriyiz! derdi. Ayrıldıktan sonra da bu ilgisi sürdü. Aramızda bu konuda bir konuşma geçmediği için ben de burnumu sokamadım. Ancak senden hep bir işaret bekledim. Bir kaç kez de, benden habersiz ilişkiniz sürmüş olabilir düşüncesiyle, yokladım:

-Hemşerinden haber alıyor musun? dediğimde önceleri, almadığını sonraları da:

-Hangi hemşerimden? diye sorduğunu görünce konuyu kapattım. İnan ki üzüldüm. Abi, güzel kızdı, onun yengem olmasını çok istemiştim.

Tevfik'e teşekkür ettim. Kızı benim de beğendiğimi ancak evlenme konusundaki kararsızlığımı, ailelerimizin, yakın köylü olmasına karşın bizden önce anlaşamadıkları, geçmişteki köyler arası husumetin kırk yıldır sürdüğünü, onun bilmediğini, ancak ailesinin bildiğini anlattım. Bir de örnek verdim. Daha okula geldiği yıl, ilk tatiline dönerken birlikte gitmeyi plânlayınca bunu duyan ailesinin bizim plânımızı nasıl bozduğunu anlatım. Hamitabat Köyüne gittiğimizde, benim köyümü görmek istediğini söyleyince çok mutlu olmama karşın bunları düşünerek olayı geçiştirdiğimi, bundan da çok üzüntü duyduğumu, böylesi bir duygusal engel varken bunu görmezden gelemeyeceğimi düşünerek olayın üstüne düşemedim. Unutmuş da değildim. Buraya seçilince onun da gelmesini beklediğimi söylediğimde:

-Beni ailem kesinlikle göndermez, ben de onları kırarak gidemem deyince "Onlar!" ögesi benim için öne çıktığından susmayı yeğledim. Tevfik, kendi düşüncesini söylediğini, kararın bana ait olduğunu söyleyip konuyu değiştirdi. Gene de:

-O senin piyanonu dinlese bütün engelleri aşabilirdi. Çünkü müziği çok seviyor! dedi.

Piyano sesi yukardan duyuluyor. Ses gelmezse, piyano bekleyenler hemen aşağı odaya damlar. Biz konuşurken Mehmet Zeybek geldi. Pardon mardon dedi ama:

-Çalışmıyorsan oturayım! demekten de çekinmedi. O piyanoya oturunca biz de kalktık. Tevfik'i geçirip salona döndüm. Salondaki piyanoda da Hüseyin Çakar var. Benim işim çok. Notlarımı aralıksız yazıyorum. Not yazmadığım zamanlar da notlarıma neleri ekleyeceğimin notlarını yazıyorum. Hasanoğlan Köy Enstitüsü 1941 yılında kuruldu diye konuşuluyor ama gerçekte 1942 yılında kuruldu demek daha doğru. Örneğin kitaplıktaki kitapların özellikle de dergilerin en eski sayıları 1942 tarihini taşıyor. Örneğin, benim çok yararlandığım Varlık Dergileri 1942 yılında gelmeye başlamış. 1942-1943 yıllarını taradım, işime gelen yazıların kimi özetini kimi de tamamını aldım(Vahit Lütfi Salcı Dedemin) Ancak tamamını almak benim çok zamanımı alıyor. 1944 yılından başlayarak, tamamı ya da özetini alma yerine yazının konusun, yazarını, derginin sayısını-tarihini almayı yeğleyeceğim. Dergileri de kendim alıp biriktireceğim. Böylece gerekli olan yazı Varlık’ta varsa, onu bulup o zaman yararlanma yolunu tutacağım. Örneğin:

-Şubat 1944 sayısında Müzikoloji, Mahmut Ragıp Kösemihal. Müzik konusunda genel bilgi yanında önemli noktalar var. İstediğim zaman bu sayıyı açıp gereken notu alabilirim. Aynı sayıda sevdiğim Fransız şairi Alfred de Musset,Yaşar Nabi Nayır yazmış. Şair üstüne bilgi gerektiğinde buradan yararlanmam daha kolay olacaktır. Böylece dergileri çıkarıp çıkarıp karıştırma yerine notlarımdan gerekli dergiyi öğrenip kısa yoldan işimi görmeyi düşünüyorum. Çok sevdiğim Fantazya filmi için İhsan Akay güzel bir yazı yazmış. Yazı salt filmi değil, filmdeki eserleri olağanüstü tanıtıyor. O eserler, sık sık çalındığına göre, her çalınışta bir yanı konu olacaktır. İşte o zaman o yazıyı okumak sanırım çok işime yarayacaktır.

15 Şubat 1944 tarihli Varlık'taki Vahit Lütfi Salcı'nın yazısını özellikle aldım. Vahit Dedemin yazılarını almak gereğini duyuyorum. Biliyorum ki o, bu yazıları kitap olarak toplamayacak. Onun kitap olarak topladıkları, halka daha yakın menkıbeler, şiirler, anılar. O, bu tür yazılarda yanlış bulduklarını düzeltmek amacıyla yazmaktadır. Sözgelimi bu yazı, Sadettin Nüzhet'e zılgıt niteliğindedir. Aynı tarihli dergide Mahmut Ragıp Kösemihal'ın Donizetti ve oğlu da önemli bir belgedir. Donizetti yurdumuzda yaşamış önemli görevler yapmış bir kişidir.

Nisan sayısındaki Halil Bedii Yönetken'in Halk Türküleri ise doğrudan bizim ders konumuzdur. Bu yazı eksiğiyle fazlasıyla bizim öğretmenlik sürecimizde hep gündemde olacaktır.

Mayıs 1944 tarihli Varlık'ta İhsan Akay'ın Musikide mana yazısı da her dönemde okunacak türden bir yazıdır. İhsan Akay'ın arka arkaya bir dizi yazısı çıkmış, hepsi okumaya değer; örneğin:

-Değerli Eser Meselesi, Jean Jacques Rousseau ve Müzik, Musiki Nedir? başlıklı yazılar benim her zaman baş vuracağım türden yazılar. Ayrıca Halil Bedii Yönetken'in Tokat Vilâyeti ile Anadolu Türk Halk Oyunları birer başvuru kaynağı niteliğindedir.

Salon boşalınca piyanoya oturup bir süre Chopin Op:1, no, 10 do maj. Etüde başladım. Kolay geldi. Faik Öğretmenin dediğini anımsadım:

-Chopin, kolay gibi görünür, inci gibidir ama, iyi işlenmezse değeri bozulur, on para etmez. Hani La Fontaine'in incisi vardır ya, horoz bir inci bulup onu, bir avuç buğday karşılığı başkasına vermiş! deyip gülmüştü.

Yemek ziline dek çalıştım.

Yemekte gene Genel Müdürün gelişi, söyledikleri tekrarlandı. :

-Ne diyecekti?

-Ne demeliydi? soruları sorulup, tartışmaya kayıldı. Sonunda da sen ben dalaşına dönüşünce sakin kalabilen arkadaşlar tarafından heyecanlananlar, susturuldu.

Yemekten sonra boş olduğunu gördüğüm alt piyanoda Chopin Etüdü tekrar tekrar çaldım. Zaman zaman, beş para etmeyen bir çalışma parçası olarak görüyor:

-Faik Öğretmen bunu bana neden önerdi? diye kızıyorum. Çünkü, parmak çalıştırmasıysa Hanon bundan daha yararlı. Melodi güzelliği ise "Na tuka!"Bu "Na tuka1" sözünü söyleyişime güldüm. Bunu, Kepirtepe'de Mehmet Yücel arkadaşımız çok söylerdi. Birimiz yanlış bir şey söyler, ya da sorulana karşı "Bilmiyorum!" derse, Mehmet Yücel hemen:

-Na tuka kafa, na tuka mermer! derdi. Anlamı:

-Kafasız, cahil, taş kafa, mermer gibi bir şey! Bunları anımsayıp gülerken bir yandan da çalıştım. Yat zili, çalarken çalışma hevesim doruktaydı. Ayırdında olmadan hem eskileri anımsadım hem de parçayı düze çıkardım. Oldukça umutlu, kendime güvenim artmış olarak yattım. Yatınca da ödevlerimden başka bir şey düşünmemeye karar verdim . Verdim ama kararın o anda daha bozuldu. Bu Tevfik de nerden çıktı önüme? Sırası mıydı şimdi hemşeriliğin, falan filanın?

 

9 Ekim 1944 Pazartesi

 

Zilden önce konuşmalar ayyuka çıktı. Yeni gelenlerin sınavı var. Buna sınav denir mi bilmem! Gelenler bir bölüme adını yazdıracak. O bölüme alınacak öğrenci istenenden çok olursa Bölüm Başkanları bir eleme yapacak. Ancak, bunun aşılması için bir kolay yol bulunmuş. Başvuruların sayıları gözetilip, isteklileri ona göre yerleştirme yapabiliyorlar. Örneğin Güzel Sanatlar Bölümüne on öğrenci alınacaksa oraya kimse on birinci olarak başvurmuyor. Bunu bir kolay yolu var. Sene içinde bölüm değiştirme serbest. O zaman bölüm sayısına bakılmıyor. Bu nedenle sanırım, listelerdeki kimseler, bir iki saat içinde yazıldığı bölümün bir bireyi oluverecek.

Ekrem'le birlikte oyun alanına gittik. Efe daha önce gelmiş. Öğrenciler, ilk günler gibi küme öğretmenleri başlarında düzgün sıralarla geldiler. Öğrenciler halkaya girince küme öğretmenleri bir grup oluşturdu. Tam da karşımdalar. Bir an için onları değerlendirmeye çalıştım. Hepsi insan, kendi aralarında konuşurken havalarda uçuyorlar. Oysa şimdi, o konuşanlar değil, pısırmış insanlar sabahın bu saatinde ayakta bekliyorlar. Soruyu kendime yönelttim:

-Ya sen? sana karşıdan bakıp gülümseyenler, senin için ne düşünüyorlar? Zavallı, sabah sabah sırtına aldığı akordiyonla, "Çal!" işareti bekliyor!" demiyorlar mı?Bunu Nebahat da düşünürse kaç paralık olduğunu unutma!

Çakı Efe elini, kaldırıp Harmandalı deyince düşüncelerim dağıldı. Büyük bir halka birbirine uyarak görkemli bir görüntü veriyor. Bu görüntü durgun zamanlardaki asalak düşünceleri silip süpürüyor. Oyun bittiğinde başlamadan önceki durağan düşünceler dağıldığında çok daha iyimser olarak ikinci oyuna geçtim. Bengi. Bengi tümüyle Harmandalı kadar uyumlu olmamakla birlikte gene de oynanır düzeye çıkmış durumda. Ekrem, oyun sonunda bir iki figürü tekrarladı.

Oyundan sonra öğretmenler topluca bize teşekkür ettiler. Onların güleç yüzlerle teşekkür edişleri, beni içimden utandırdı. Demek onlar benim düşündüğüm olumsuz duyguların dışında yaşıyorlar. Önemli olan da bu. İnsanın, içinde bulunduğu durumdan memnun olması mutluluğun birinci koşulu. Bir gece bekçisi, işini severek yapmazsa, onun bekçiliğinden hayır gelir mi? Müzik Öğretmeni olmak için okuyorum. Sırtıma akordiyon almaktan hoşlanmıyorsam, sonum ne olacaktır? İşte ben bunu sık sık düşünüyorum. Bu düşünceye sapışım da kendimden çok arkadaşlarımızın bazıları yüzündendir. Benim, bir dakikalık zamanımı boş geçirmememe karşın onların ortalıkta boş dolaşması beni bu tür düşüncelere itiyor. Onları düşünürken elimde olmayarak işin içine kendimi de çekiveriyorum.

Kahvaltıda ileri sürülen sayısız varsayımlar, tartışıldı. Özellikle beş kızın geleceğine kesin gözüyle bakıldı. Gelen 13 kızın hepsi bize gelse! isteği bile konuşuldu. Bizim sınıf on bir kişi, artan iki kızın sorun yaratacağı öne sürüldü.

Gülüşerek Salona indik. Az sonra Bölüm Başkanımız Mehmet Öztekin Öğretmen geldi. On üç öğrenci seçtiğini söyledi. Beş kız, sekiz erkek. Seçilen öğrenciler, Eğitimbaşı Hürrem Arman'a adları yazdırıp topluca gelecekmiş. Hepimizde bir ilgi. Ben piyanoya ayrılacakları bekliyorum. Benim için önemli olan piyanoya çıkacak zaman ortakları.

Gerçekten az sonra on üç yeni arkadaş geldi. Öztekin Öğretmen onlarla özel olarak odasında konuşma yaptı. Daha sonra bizimle tanıştırdı. Daha önce öğrendiğimiz gibi Arifiye Köy Enstitüsü'nden iki kız bir erkek geldi. Öteki üç kız Lâdik'le Cılavuz Köy Enstitülerindendi.

Çalgı ayırımı için Öztekin Öğretmen yeni arkadaşlara iki gün düşünme zamanı tanıdı. Bu iki gün sonunda durum kesinlik kazanacaktı.

Bölüm Başkanı odasına çekilince karşılıklı konuşmalar başladı. Benim ilgim Arifiye'den gelenler üzerinde toplandı. Gelen kızlardan biri tanır gibi oldum. Kesin olmamakla birlikte bir yakın benzerlik kurdum. 1941 yılı Hasanoğlan’da kaldığımız sekiz ay sonunda Kepirtepe'ye dönerken Arifiye'de iki gece kalmıştık. O iki gecenin birinde Okul Müdürü Süleyman Edip Balkır on kişilik bir öğrenci grubunu evine yemeğe çağırmıştı. Okul Müdürü çağrısına katılanlar arasında ben de vardım. Başımızdaki öğretmenler Namık Ergin'le Mustafa Güneri'ydi. İki öğretmenin de o yıl gözdesi durumundaydım. Özellikle Sili Usta'nın beni çok önemli noktalarda tutması, öğretmenlerin de olumlu duyumlarını perçinlemişti. O geceki yemekte de sanırım olumlu bir iz bıraktım. Müdür Süleyman Edip Balkır da benimle ilgilendi. Ayrıca o cıvarda askerliğini yapan Salim Amcam, (yakındaki bir askeri birliğin komutanı) okuldakilerle daha önce tanışmış, bizim geldiğimizi duyunca da beni görmeye gelmişti. Tüm bu ilişkiler okuldaki öteki kişilerin gözünden kaçmamıştı. Örneğin Okul Müdür Süleyman Edip Balkır'ın, özel hizmetçisi olduğunu söyleyen bir bayan benimle ilgilenmişti. Onunla konuştuğumda yanında bir de öğrenci vardı; cici bir kız öğrenci. O bayan, okulda bulunuşunu, o cici kızı göstererek:

-Kızım burada okuyor, onun için buradayım, onu yalnız bırakamıyorum! demişti. O öğrencinin görüntüsünü unuttum ama, nedense gelenlerin biri bana bunu anımsattı. Olay çok karışık olduğu için birden sormam olası değil. Ancak bir varsayım yürüttüm. Kız oldukça konuşkan. Arkadaşından yaşça küçük olmasına karşın konuşan o. Alt odada piyano çalışırken iki kız geldi. Piyanoya ayrılmayı düşünmüşler. Çok yakından konuştuk. Piyano durumumuzu anlattım. Dört piyano öğrencisi olduğunu, bunların ikisinin biraz piyano çaldığını, bunların birinin ben olduğumu ancak ben bu başarıyı, daha önce akordiyon çalıştırma, burada da yüzsüzce piyanolara sarılarak aralıksız çalışmamla sağladığımı anlattım. Yaz stajında her cumartesi Ankara'ya gittiğimi, ders veren öğretmenin de çalıştığımı görmesi nedeniyle kahrımı çektiğini ayrıntılarıyla anlattım. İkisi de anlayışlıymış hemen piyanodan vazgeçtiler. Bunları anlatırken kıza biraz daha ısındım, neredeyse soracaktım. Onlar ayrılınca başka gelenler de oldu. Özellikle erkeklere cevap vermedim. Benim sözlerim kızlar içindi. Biliyorum ki onlar erkekler gibi direnerek vakitli vakitsiz alt oda üst oda arasında dolaşamazlar. O nedenle erkeklerden soranlar olunca kestirip attım. Piyano bölümünde dört arkadaş var, Onlar piyano çalarken izin isteyip dinleyin. Kim nerelerde bakın sebebini düşünün, sonra da kendinize sorun:

-Ben olsaydım nerede olurdum? Bu sorunuza vereceğiniz karşılık size doğruyu seçtirir.

Öğle yemeğinde, sabahki ya da dünkü konuşmalar olmadı. Bizim bölüme ayrılan kızlar göz doldurmamış. Arkadaşların kimisi doğru tanı yapmış. Gerçekten çok istenen tiyatro rollerine uyacak görünüşte beklenen kimse yok. Hiç değilse görünüşe göre biz öyle düşünüyoruz. Konservatuvarda gördüğümüz boylu poslu o güzel kızlardan sonra bunları sahnede düşünmek kolay değil. Gene de Mahir Canova Öğretmenin sevineceğini düşünüp olaya olumlu bakmaya başladık.

Yemekten sonra bizim salon iyice salona döndü (!) Kısa bir süre kemanı alanlar, bir iki gıygıydan sonra elinde keman konuşmaya başlıyor. Piyanoya oturmayan Mehmet Zeybek salondaki piyanoya yapışmış gibi ara ara tımbırdatıp arkaya dönerek konuşmalara katılıyor. Piyano için kesin karar verdiğini söyleyen Abdullah Ön'ün kardeşi Naci Ön de alt piyanoya oturmuş, tek parmakla çekiçliyor. Alışmadığım bir durum. Oldukça sıkıldım.

Kalkıp, kitaplığa gittim. Hamdi Keskin Öğretmen de, ödev niteliğinde önerilerde bulunmuştu. Yaşayan Edebiyatçılarımızı, özellikle genç şairlerimizi tanıyalım! demişti. Örnek olarak da Baki Süha Edipoğlu'nun şiir kitabından şiirler okuyarak sözü üç şaire, Orhan Veli, Oktay Rıfat, Melih Cevdet'e getirip benzerlerini de tanımamızı önermişti. O tip şairlerden başkalarının şiirlerini Varlık Dergisini karıştırırken çok gördüm. Bunlardan bazı örnekleri de notlarıma aldım. Ancak derli toplu bir küme oluşturmadım. Bu nedenle elimi atınca kolay bulacağım toplu bir seçme yapmakta yarar olacağını düşünerek Varlık, Tercüme, Aile, Yarımay, Yedigün dergilerini karıştırmayı düşündüm.

Kitaplık oldukça tenhaydı, önce Tercümelerle ötekileri karıştırdım. Tercümelerde işime yarayacaklar vardı, onları ayırdım. Asıl umudum Varlık'taydı. Zaman zaman karıştırırken bir çok şiirle karşılaşıyordum. O umutla onları sıraladım. Zaten daha önce dağınık olarak Ahmet Muhip Dıranas, Ahmet Necati, Şinasi Özden, İbrahim Zeki, Ziya Osman, Cahit Sıtkı, Orhan Veli, Melih Cevdet'le Oktay Rifat'tan ayrı ayrı zamanlarda şiirler almıştım. Daha önceleri de Faruk Nafiz Çamlıbel, Kemalettin Kamu, Ömer Bedrettin Uşaklı, Behçet Kemal Çağlar'dan aldığım şiirler vardı. Ancak bunlar ayrı ayrı defterlerde olduğu için bir arada bulundurmam oldukça zor. Oysa bana belki bir derste birkaçı bir arada gerekli olacaktır. Bu nedenle söz konusu şairlerden, hiç değilse yeni şair olarak anılanlardan bir arada bir şiir demedi yapacağım. Örneğin radyoda okuduğu zaman çok sevdiğim Behçet Kemal Çağlar'ın Güzellemesi'ni yazacağım.

 

Behçet Kemal Çağlar: Erzincan 1908. Maden Yüksek Mühendisi

 

GÜZELLEME
 
(Kaç oyuksuz mihrabı kaya sanıp geçmişim
Kaç zemzemi serince bir su diye içmişim
Mimber sahanlığını yayla sanıp kaygısız
Seccadeyı ot diye çığnemişim kaygısız
Gözüm birden açıldı hem düne, hem bugüne
Dayayınca alnımı Ağrı'nın karlarına
Hidayetin ışığı erişti gören köre;
Gözlerimin önünde belirdi birdenbire
Üç yanını diz çökmüş, el açmış sular saran
Dağ dağ minberleriyle bir yandan Hakka varan,
Üstüne gök kubenin çakıldığı tapınak
Eski boy boy göçlere bağrını açan konak
Yiğitliğin kulesi, güzelliğin kurnası
İnsan yaratılışının tarih boyu potası
Harcı insan kanıydı, tozları insan külü
İçi dışı ütsülü, suyu seli büyülü. . .
Ya taş kesilip onu dinlemek istiyorum,
Ya taş kesilip onu ünlemek istiyorum:)
Ey yıldızlı fistanlar, ey topraklı mintanlar,
Ey bire on başaklar, otlar, dağlar, bostanlar
Ve daha sık boy atan destanlar diyarı hey!
Ey ilk büyük insanı doğuran ilk ananın
Ey çilenin, cefanın, güvenişin, insanın,
İnce minarelerle Sinan'ın diyarı hey!
En uysal barışların, en çetin hamlelerin,
Oyalı sütunların, âbide cümlelerin,
Nef'i'nin, Mevlâna'nın, Homer'in diyarı hey!
Ey şehrayin geceler, İrem bağı sabahlar,
Yunuslar, Köroğlular, Seyraniler, Emrahlar,
Eşsiz cevaplar, eşsiz günahlar diyarı hey?
Ey sebiller, kubbeler, hanlar, kervansaraylar,
Yola düşen gölgesi zafer olan alaylar,
Ey sinsinler, halaylar, horanlar diyarı hey!
Halılar, telkenariler, çiniler, kadifeler,
Keloğlanlar, adsızlar, Alperenler, efeler,
Gönlünün koltuğunda kafalar diyarı hey!
Ot görmemiş bozkırlar, kat kat yeşil yamaçlar,
Anadan doğma keller, topukta sırma saçlar,
Keskin dertler, kestirme ilâçlar diyarı hey!
Ey ciritler, kalemler, oraklar, yatağanlar,
Ey turnalar, şahinler, ibibikler, doğanlar,
Selce taşıp rahmetçe yağanlar diyarı hey!
Ey mısır koçanından kırılan inci dişler,
Ey en derin bilgiye taş çıkartan sezişler
Ey dile gelmiş kurtlar ve kuşlar diyarı hey!
Tanrı yeşili zeytin, çoban yeşili söğüt,
Halk türküsünde isyan, atasözünde övüt,
Ey gümüş, demir, ve kükürt diyarı hey!
Kız gibi ceylanların, ceylan gibi kızların,
Ötmez olmuş kuşların, ötüp duran sazların,
Ve sözün kısası:Bizlerin diyarı hey!

Behçet Kemal Çağlar 1937-Doğubeyazıt

 

Ahmet Muhip Dıranas: Sinop:1909

 

Serenad
 
Yeşil pencerenden bir gül at bana,
Işıklarla dolsun kalbimin içi,
Geldim işte mevsim gibi kapına,
Gözlerimde bulut saçlarımda çiğ.
 
Açılan bir gülsün sen, yaprak yaprak
Ben aşkımla bahar getirdim sana,
Tozlu yollarından geçtiğim uzak
İklimlerden şarkılar getirdim sana,
 
Şeffaf damlalarla titreyen ağır,
Goncanın altında bükülmüş her sak.
Seninçin dallardan dökülen ıtır,
Seninçin karanfil, yasemin, zambak.
 
Bir kuş sesi gelir dudaklarından;
Gözlerin, gönlümde açan nergisler.
Düşen öpüşlerdir dudakların
Mor akasyalarda ürperen seher.
 
Pencerenden bir gül attığın zaman
Işıklarla dolacak kalbimin içi.
Geçiyorum mevsim gibi kapından
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.

Ahmet Muhip Dıranas

 

Ziya Osman Saba: İstanbul-1910, Hukukçu

 

Yağmurlu Bir Gün
 
O kadar istedi ki bir şeyi bugün içim,
Dedim kendi kendimde:Bari çocuk olaydım.
Bana bir camdan yine seyrettirseydi dadım
Yağmurun yağdığını bahçeden, sicim sicim.
 
Üşümezdi bu yağmur gününde böyle içim
Kulağıma öpüşle fısıldansaydı adım.
Artık döne bilseydim geriye adım adım
Benim işte önümde kalmamış bir sevincim.
 
Dünler, evvelki günler, geçen aylar ve yıllar
Beni götürseydiler doğduğum eve kadar
O evin taşlığında sevinçten ağlasaydım.
 
Son günümde olsaydım, ufak o kadar ufak,
Ki yavaşça en tatlı bir masala dalarak,
Ve bir anne dizinde büsbütün uyusaydım.

Ziya Osman Saba-Varlık

 

Orhan Veli Kanık, Yeni şiirlerinden Örnekler.

 

Sevdaya mı tutuldum?
 
Benim de mi düşüncelerim olacaktı,
Ben de mi böyle uykusuz kalacaktım,
Sessiz sedasız mı olacaktım böyle?
Çok sevdiğim salatayı bile
Aramaz mı olacaktım?
Ben böyle mi olacaktım?

 

Quantitatif
 
Güzel kadınları severim,
İşçi kadınları da severim
Güzel işçi kadınları
Daha çok severim.

 

Sokakta giderken
 
Sokakta giderken kendi kendime
Gülümsediğimin farkına vardığım zaman
Beni deli zannedeceklerini düşünüp
Gülümsüyorum.

 

Kitabei Sengi Mezar
 
Mesele falan değildi öyle
To be or nat to be kendisi için,
Bir akşam uyudu,
Uyanmayıverdi.
Aldılar, götürdüler;
Yıkandı, namazı kılındı, gömüldü.
Duyarlarsa öldüğünü alacaklılar
Haklarını helâl ederler elbet,
Borçlusu da yoktu zaten rahmetlinin.

Orhan Veli Kanık-Varlık

 

Orhan Veli Kanık'ın ilk şiirlerinden bir örnek.

 

Gün Doğuyor
 
Dili çözülüyor gecelerin.
Gölgeler kaçışıyor derine.
Alıp sihrini bilmeceleri:
Gün doğuyor şehrin üzerine.
 
Korkarak şekl'alıyor bacalar,
Gün doğuyor şehrin üzerine.
Bakıyorlar şehrin üzerine
Gözleri uykuda atmacalar.
 
Sallayarak dallarını kavak
Yükseliyor her günkü yerine,
Gün doğuyor şehrin üzerine,
Mavi bir ışıkla ağararak.
 
Gün doğuyor şehrin üzerine.
Renk renk hacimle doluyor her yer.
Dalıyor dağınık yüzlü evler
Halâ yanan sokak fenerine.
 
Toprak kımıldıyor yavaş yavaş
Gün doğuyor şehrin üzerine
Bembeyaz gece çiçeklerine
Sabahla düşüyor bir damla yaş.
 
Ve bir deniz hücumu halinde
Gün doğuyor şehrin üzerine.

Orhan Veli Kanık-Varlık, 1937

 

Orhan Veli Kanık'ın, Pierre de Ronsard çevirilerinden bir örnek:

 

Sonnet
 
Bir çiçek demeti gönderiyorum size
Kendi elimle kopardım bu çiçekleri
Yarına kadar hepsi döküleceklerdi
Biri çıkıp onları akşamdan dermese
 
Size güzel bir ders olmalı bu hadise
İstediğiniz kadar güzel olun şimdi,
Kaybedeceksiniz elbet bir gün güzelliği
Bu çiçekler gibi solacaksınız siz de.
 
Zaman geçiyor sultanım, geçiyor zaman
Zaman değil geçen, en güzel çağı ömrün;
O büyük dalga bizi de alacak bir gün.
 
Geçip gittiğimiz gün biz de bu dünyadan
Unutulur sevdiğimiz, sevildiğimiz.
Sevmeye bakın geçmeden güzelliğiniz.

Orhan Veli Kanık-Çeviri

 

Cahit Sıtkı Tarancı'dan.

 

Sadri Ertem'i Düşünürken
 
İnanamıyorum öldüğüne!
Her zaman seyahat ederdi;
Gözümüzü yolda bırakmaz,
Haftasına kalmadan döner,
Şenlendirirdi soframızı;
Türkü, fıkralar naklederek. .
Halâ dönmediğine göre
Bu seferki seyahatinden
Kabahat yollarda olmalı;
Ona kalsa böyle gecikmez,
Sözünün üstüne gelirdi;
Ne de olsa iyi adamdı!

Cahit Sıtkı Tarancı

 

Uğurlanırken
 
Nereye bu gece vakti,
Güzel tiren, garip tiren ?
Düdüğün pek acı geldi
Hatıra neler getiren!
Çok mudur mendil sallamam?
 
Her yolcu az çok âşinam,
Haydi, yolun açık olsun;
Geçtiğin köprüler sağlam!

Cahit Sıtkı Tarancı-Varlık, 1944

 

Behçet Necatigil: Edebiyat Öğretmeni.

 

Emniyet
 
Köşe başındaki ev
Bir kız şarkı söyler.
Durur genç öğretmen
Durur bekâr subay,
Şarkı dinler.
Ümide düşer ikisi de-
Halbuki mesele,
Benim bildiğim şekilde!

Behçet Necatigil, Varlık-1944

 

Birkaç şairden daha önce yazdığım örneklere birkaç şairin şiirini daha katacağım.

Yazar Sadri Ertem’in öldüğünü şiirden öğrenmem tuhafıma gitti. Sözde sık sık radyo dinlemiştik. Önemsenip, üzerinde çok durulmadı herhalde. ÇIKRIKLAR DURUNCA kitabını Türkçe dersimizde Fikret Madaralı Öğretmen okumuştu. Anlayarak tanıdığım ilk kitap sanırım oydu. Daha sonra başka hikâyelerini de okudum. Silindir Şapka Giyen Köylü hikâyesini belleğime çakıyla kazımış gibiyim, silinmesi söz konusu olamaz. Çevremde, yerli yersiz bir çok konuşanlar oluyor, (Akıllarınca!) ağalar, beyler. Paşalar (!) Hemen hemen hepsi nişangâhsız atıyor. Önemli olan, o silindir şapkaları satanların elinden köylülerin kurtarılması. Ne haber? Sadri Ertem ölmüş, kimsenin umurunda değil. Bunu sormayı ya da söylememeyi bile düşünüyorum. Biliyorum ki, beklediğim ilgi doğmayacak.

Yemekte, arkadaşlar:

-Konserleri özledik, bari plâk dinleyerek özlem giderelim! dediler. Ben plâk çalmaya dünden razıyım. Yemekten sonra yeni tanıdıklarıyla gelen arkadaşlar oldukça kalabalıklaştı. Kalabalık oluş önemli değil de plâk seçme sorun oldu. Keman Konçertosu istendi. Ancak Mendelsshon mu, Beethoven mi, Tschaikowsky mi? tartışması işi karıştırdı. Kura çekildi. Mendelsshon. İkinci olarak da ben, sormadan Bach, Süit koydum. Biraz tepeden inme oldu ama kimse ses çıkarmadı. Yeni arkadaşların etkisiyle olacak plâk bitmeden kimse kalkmadı. Öğretmensiz plâk dinlemelerde ender rastlanan bir olay, birileri son plâkları koyar koymaz sıvışırdı. Bu geceki yeni arkadaşlara güzel bir örnek oldu.

Doğan Güney, yanımdan ayrılmıyor. Benim, plâk konusunda yönetici durumunda oluşum dikkatini çekmiş:

-Nasıl oldu da son sınıflar varken bu iş sana verildi? diye sordu. Olayı başından başlayarak anlattım:

-Ben, gramofon kullanmayı okula gelmeden biliyordum. Buraya gelince gördüm ki, pikabı yalnız öğretmen kullanıyor. Arkadaşlara sordum. Bölüm Başkanının pikabı kimseye emanet etmediğini söylediler. Bunun bir nedeni varmış. Sanırım birkaç kez bırakmış, iyi sonuç alınmamış. Biz plâk dinlemeye başlayınca öğretmene yardım etmek amacıyla yaklaştım. Bir iki denemeden sonra öğretmen pikabı da plâkları da bana teslim etti. Staja da burada kalınca tüm Bölüm demirbaşlarını bana devretti. Şimdiki pikap da hemen hemen benim sayılır. Arkadaşlar staja çıkınca Bölüm Başkanı da izinli ayrılmıştı. Buraya gelen konuklardan biri, onları karşılayışımdan memnun kalmış, on plâkla bu pikabı gönderdi. Okulun pikabı oldukça yıpranmıştı. Gerçekte arkadaşların bir bölümü bu konulara çok ilgisizdir. Geçen yılki pikabın değiştiğini farketmeyenler bile vardır.

Doğan Güney beni dikkatle dinledi. Sanırım azıcık kaygılandı. Ne de olsa Kepirtepe'den kalma bir takım duygusal titreşimler oldu. Doğan, henüz müzik çalışmalarına geçilmediği bir dönemde "Keman Çalıyor!" söylemiyle ortaya çıkarılmıştı. Bir süre bu tuttu da. Ancak ben akordiyon alıp beklenmedik bir hızla ortaya çıkınca Doğan'ın kemanı ikinci plânda kaldı. Akordiyon nedeniyle Bayrak Törenlerini benim yönetmem Doğan'ın kemanını oldukça silmişti. Müzik öğretmeni olmadığı için zaten o da kemanı ilerletemedi. Yeni gelen Müzik Öğretmenimiz de akordiyon çaldığından benim yıldızım daha da parladı. Okulun iki akordiyonundan biri bana verildi. Doğan bir ara akordiyona merak sardı ama akordiyonu ben sürekli kullandığımdan isteği karşılıksız kalmıştı. Sanırım o sıralar bizim sınıftan bana kızan birileri Doğan'ı yönlendirmeye kalkıştı:

-Onun kendi akordiyonu var, okulun akordiyonu senin hakkın! Bu mantıksız öneriyi Asım Öğretmen duymuş, bizim derslikte, bunu söyleyenlerle alay etmişti:

-Senin evinde bir kılıcın daha vardır, ver elindekini de ben kullanayım, ya da; "Senin evinde bir ekmeğin daha var, elindekini ver de ben yiyeyim!" deyip gülmüştü. Ben böyle kuruntuladım ama bilmem Doğan bunları düşündü mü? Gerçekte o çok temiz yüreklidir, günahını da almak istemem.

Yatınca da bunları bir süre düşündüm. Zaten Tevfik kafamı iyice karıştırmıştı. Araya bunları sokarak Kepirtepe kurgularımın pek öyle ahım şahım olmadığını kendime anlatmaya çalıştım. Düşler güzeldir ama, aradaki kılçıkları unutmadan ayıklayarak kurulan duru düşler daha güzeldir!

 

10 Ekim 1944 Salı

 

Doğan Güney Sabah oyunlarını merak etmiş, benimle gelmek istediğini söyledi. Birlikte gittik. Ekrem'le Enver de geldi. Üç usta oyuncunun gözetiminde öğrenciler pür dikkat oynadılar. Doğan'ın dikkatını çekmiş:

-Oyun alanına yöneticiler gelmiyor mu?

-Yöneticinin ne işi olacak? Doğan hemen Kepirtepe'ki durumu anlattı. Eğitimbaşı Kemal Üstün çıkıp bir süre konuşurmuş. Kimi kez bizde de gelen olur ama, gelenler bizimle konuşur. Oyun saatinde öğrencilerle tek oynatanlar konuşur. Grup öğretmenleri gelirse kenarda durur, oyun bitince öğrencilerini alır gider. Doğan'la birlikte kahvaltıya inince hemşerim Kadir hemen, benim kuruntularımı tazeleyecek sorular sordu:

-Hemşerim, yerine Doğan'ı mı geçireceksin? Dilimin ucuna geldi:

-Evet, bu seçimi Kepirtepe'de, senin de içinde bulunduğun bir grup yapmayı çok istemişti ama başaramamıştı. Burada ben bu işi kendim yapıyorum! Ben böyle düşünürken Ekrem Bilgin hemşerime karşılık verdi:

-Onun yerine geçecek olanın akordiyon çalması hem de Ege Zeybeklerini çalacak tekniği kavraması gerekir! deyince Kadir duramadı:

-Doğan, akordiyon da çalar, mandolin de! Abdullah Erçetin ekledi:

-Keman'ı unuttunuz. Nihat Şengül "Tıs!" diye güldü:

-Siz ne konuşuyorsunuz Allah aşkına. Mandolinle, kemanla meydanlarda Zeybek havaları çalınıp Zeybek oynanır mı? Siz hiç mi Zeybek oyunu oynayanları görmediniz! Ayrıca siz, akordiyon çalmayı da küçümsüyorsunuz. Akordiyonun tuşuna basınca onun sesi çıkar. Küçük bir çocuk bile akordiyona dokununca ses çıkar. Buna akordiyon çalmak diyorsanız, konuşun konuşun, dinleyen bulursunuz! Bir yıldır keman çalışıyoruz. Size sorsalar keman çalıyorum diyebilir misiniz? Bunu derseniz, arkasında hemen şunu çal! deyiverirler! İnsanlar, radyoda duyduğu müzikleri dile dolayıp ezberliyorlar. Keman çalıştığımı bilen bir köylüm bana:

-Gelecek defa kemanını getir de Boccherini Menueti bize çal dedi. Çünkü radyo Boccherini’nin menuetini aylardır çalıyor. Sıkıysa de, keman çalıyorum! diye. Nihat arkadaşımız, hepimiz için konuşmuştu. Ben piyano çalıyorum. Oysa benim çaldığım parçaları, Prof. Zückmayer'in sekiz-dokuz yaşındaki kızı çok daha duyarlı çalıyor.

Salona indiğimizden az sonra Bölüm Başkanımız geldi, yeni arkadaşlarımızı odasına alarak bir süre konuştu. Gelenler içinde Doğan'dan başka keman çalan yokmuş. Hepsi mandolin çaldığını söylüyor. Oysa mandolin çalmanın da bir ölçüsü var. "Çalıyorum!" diyenler, arkadaşımız Nihat Şengül'ün deyişiyle, “Telleri tıngırdatanlar” çaldığını sanıyor. Mandolin çalmak da önüne konan notayı seslendirmekle gerçekleşir. Bunu yapamayanın mandolin çalması da ciddiye alınamaz. Bunu ancak alaturkacılar yapar. Öğretmenlikte alaturkacılık yok!

Kemancı arkadaşlar, meraklılara, metotları, çaldığı parçaları gösteriyorlar. Alt odadan ses gelmeyince indim. Notalarımı açıp çalışmaya başladım. İki gündür haybeye geçen zamanımı değerlendirmek zorundayım. Yeni piyano meraklısı geldi. Sanırım ağabeyine güvenerek, sanki yabancılık çekmiyormuş havası içinde. Ben çalışırken geldi. Az durduktan sonra elini uzatıp, kenar tuşlara dokundu. Elimi uzatıp elini çektim. Yüzüme bakınca:

-Sakın kendini alıştırma, benim çalışma saatimde bu kapıdan girmeyeceğini şimdiden öğren! Ayrıca şunu da öğren, senin çalışma nöbetinde ben de buraya gelemeyeceğim. Bunu yapmazsak ne sen ne de bir başkası piyano çalmayı başaramaz.

Arkadaş, bir süre piyano çaldığını söyledi. Güldüm:

-İşte bunu bana söylememeliydin, ona piyano çalmak denmez, piyano çalmak bununla başlar deyip, önce olabildiğince hızlı gam, arkasından kronometriklerı sıralayıp sonrada kronometrik sıraya göre gamları tekrarladım. Arkasından da Mozart Maman varyasyonu çaldım. İlk girişte azıcık sırıtır gibi oldu. Sordum;

-Bunu biliyorsun galiba! Başını oynatınca arkasını çaldım. Çalarken sordum:

-Bunları da biliyorsundur. Meraklı, parça bitmeden gitti. Önce kendi kendime sordum:

-Yaptığım doğru mu? Cevabını verdim:

-Doğru. Kavuncuya kelek satmak sözü niçin söylenmiş? Eliyle dokunduğu piyanoyu, çaldım! diye bana söylüyor. Ağabeyi varsa var. Ağabeyine önce bunu sorsun. Abdullah Ön, bir yıldır tek bir kez bile ben çalışırken gelip piyano tuşlarına dokunmamıştır. Kardeşi sorsaydı kesinlikle Abdullah bunu söylerdi. Piyano çalışırken gidip tuşlara dokunmakla keman çalanın yayına dokunmak aynı anlama gelir ki bu çok ayıptır! derdi.

Kendi kendime hem konuştum hem çalıştım. İyi de oldu, sanki bu yaptığımı başkalarına yapmışım gibi gelen giden olmadı. Yukarıya çıktığımda salon boşalmıştı. Yemek zilini duymamışım, gittiğimde arkadaşlar kalkmak üzereydi. Bekleyenler oldu, hızlı hızlı atıştırıp onları fazla bağlamadım.

Toplantı salonuna uğradım, küme küme toplananlar var. Halil Dere seslendi:

-Neredesin Müzikçi? İyice şımardın sen, gel hemşerilerimle tanıştırayım! Hemşerim dedikleri, Kızılçullu'dan gelenlerdi, Haşim Kanar, Mustafa Sarıkaya, Necip Ünlü. Tek Muğlalı Mustafa Sarıkaya. Kızılçullu'yu bitirenler hep hemşeri onlar için. Haşim Kanar, içlerinde en konuşkan. Necip Ünlü oldukça gösterişli olmasına karşın sakin görünüşlü. Mustafa Sarıkaya'ya Halil Dere'den söz düşmedi. O da bana sorular yönelterek bir bakıma, iyi arkadaşlığımızı hatırlattı. Muğla'dan, Manisa'dan, Aydın'dan çoğunlukla da İzmir'den söz edildi. Herkes bir süre kendi ilinden söz ettikten sonra ortak sevgili İzmir baştacı edildi. İstanbul'u herkes seviyor, biliyorum ama gerçek bir İstanbullu ile pek konuşmadım. Ankaralı arkadaşlarla bir yıldır beraberiz, onların içinde de Ankara'yı övenler oluyor ama, İzmir'i sevenler gibi içten bağlı olanlarını görmedim. Kızılçullu'dan gelenlerin, yanıp yakıldığı yer İzmir. Manisalı arkadaşlar, Manisalı olmakla övünse de "İzmir!" denince bir "Ah!" çekiyor. Aydınlısı da, Muğlalısı da, Manisalısı da, Denizlisi de böyle. Bunu ben, Kızılçullulu arkadaşların İzmir'de rahat dolaştıklarına yoruyorum. Kendimizden pay biçiyorum; Edirne/Karaağaç'ta kaldığımız süreçte biz de Edirne'de çok rahat dolaşıyorduk. 25 krş. verince ver elini Edirne. Bu nedenle Edirne bizim benliğimize işledi. Çoğumuz, Edirne'yi halâ, öteki bulunduğumuz yerlerden üstün tutarız.

Başkan Hüseyin Atmaca duyuru yaptı, 10 Ekim Perşembe günü saat 10:00’ da topluca İnşaat mahallinde olacağız. Yoklama sonunda İş bölümü yapılacak! "Ah işte! Al sana Yüksek Okul Öğrenciliği! Diplomalı hammallar işbaşı!” sözleri tekrarlandı. En yüksek sesli konuşanlardan biri İhsan Güvenç'ti. Ancak İhsan Güvenç nedense duyuruyu yapan Hüseyin Atmaca'ya söz atmıştı:

-Sen ancak böyle haberleri getirirsin. Rüstem Güngüz dikeldi:

-Sen de insanların arkasından söylenirsin, Atmaca buradayken söyleseydin ya! İhsan Güvenç:

-Ne yani, yüzüne söyleyemem mi? Tam bu sıra Hüseyin Atmaca geri döndü. Konuşmaları duymuş ellerini kaldırarak:

-İhsan arkadaş arkamdan söylemiş sayılmaz, ben kapı önündeydim o da beni görüyordu. Gülenler oldu. Hüseyin Atmaca'nın olay çıkmasını önlemeye çalıştığı belliydi. Bir bakıma iyi oldu. İhsan'ın çevresinde bir grup, Rüstem'in çevresinde de bir grup oluştu. Konuştuğumuz yeni arkadaşlar biraz tedirgin tedirgin bakıştılar. Halil Dere bizim konserlere katıldığından söz ederek konuyu değiştirmeye çalıştı ama arkadaşların kulakları karşıki iki masada öbeklenmişlerin konuşmalarındaydı. Çalışma saatim olduğunu söyleyip izin istedim.

Alt odadaki piyano gene boştu. İçimden :

-Bir bugünle yarının var İbrahim! deyip Chopin Etüdü piyanoya yerleştirdim. Gelenler piyanonun boş olmadığı duysunlar düşüncesiyle de tuşları olabildiğince çekiçledim. Uzunca bir aradan sonra yeni meraklı arkadaş geldi. Gülümseyerek beni dinlemek içi izin istedi; dinleyecekmiş!

Onda bir değişiklik olduğunu anladım. Piyanodan kalkmadan sordum:

-Sen, bizim bölümün değişmez kurallarını öğrendin mi? Onlardan biri; "Her öğrenci, iki çalgı çalmak zorundadır. Keman, piyano. Bir üçüncü çalgı söz konusu olursa, onu çalan öğrenci sınava tabi tutulur!" Ağlamaklı bir sesle:

-Biliyorum, yeni öğrendim, kemana da çalışacakmışım! dedi. Keman çalıp çalmadığını sordum. Çalmamış. Keman çalmak istemiyormuş. Üzüldüm, kendi canının istediği yönde gitmek için kurallara karşı duracak biri ile daha karşı karşıya kalacağım. Bu tür düşüncede olanlar, çalışma programlarına da saygı duymaz. Piyanoya oturunca kaldırabilirsen kaldır!

Piyanoya dönüp Etüdü olgunlaştırmak için tekrar tekrar çaldım. Konuğum uslu uslu durup dinledi. Çok çekinik bir sesle:

-Abi bir zil çaldı! dedi. Duymuştum ama aldırmamıştım:

-Yemek zili olmalı! dedim. Ayaklandı ama gitmedi. Benimle konuşmak istediği belliydi. Ağabeyi Abdullah Ön'den söz ettim. Çok sevip saydığımız bir ağabey, salt senin değil bu bölümde hepimizin ağabeyidir. Hem bu ağabeylik yaş ağabeyliği değil, tavır, saygı ağabeyliğidir. Öncelikle ağır başlıdır, kimseyi incitmek istemez, görevini yapar, kimsenin işine karışmaz. Ayrıca kendi değerini de korur, yapmacık tavırlara tenezzül etmez. Konuğum:

-Biliyorum! dedi. Bu kez de ben:

-Neyi biliyorsun, ağabeyinin bu özelliklerin mi, yoksa bu saydığım özelliklerin bir insanı saygınlaştırdığını mı? Anlayamadığını söyleyince, sözü değiştirdim:

-Erken kalkıyorsan, sabah oyun alanına gel. Bizim günlük çalışmamız orada başlıyor! deyince:

-Hı, onu Çifteler'de biz de yapardık! deyince, sözlerimin boşa gittiğini iyice anladım. Yemekhaneye girerken selâm verir gibi başımı sallayıp ayrıldım.

Masadakiler konuşarak geldiğimizi görmüşler, Ekrem Bilgin, sabırsız hemen:

-Yeni gelenlerle aran iyi, piyano ortağını bulmuşsun! dedi. Ne demek istediğini anladığım için:

-Yanılıyorsun o, aynı zamanda sizinle keman ortağıdır! Ötekiler sordu:

-O bunu biliyor mu? Bildiğini söyledim, hepsi güldü. "Şımarık, görgüsüz! diyenler oldu. İçimden onlara katılmadım ama, söylediklerine de karşılık vermedim. Onun yerinde ben olsaydım nasıl davranırdım? Ağabeyler, kardeşleri için sınırsız özveride bulunur. Benim ağabeylerim öyledir. Çocukluğumda ağabeylerimin korumacılığı altında köyde Efeler gibi dolaşıyordum. Kaç kez:

-Ağabeylerinden korkmasam senin canına okurdum! diyen olmuştur. Bunu diyenlere ağabeylerimin bir zarar vermiş olduğunu sanmıyorum. Onların varlıkları, karşımdakileri sindirmiş olabilir. Abdullah Ön gibi bir ağabeyin kardeşi de bencileyin neden onun gölgesinde böbürlenmesin?

Yarından sonra iş, inşaat sözleri arasında kalktık. Nedense salona gitmek istemedim. Hamdi Keskin Öğretmen için tasarladığım ödevim yarım kalmıştı. Baki Süha Edipoğlu'nun kitabından, Varlık Dergisinden şiirler seçerek tamamlamaya karar verdim. Öğretmen; "Yeni Şairler!" demişti ama Faruk Nafiz Çamlıbel'i görünce geçemedim, ondan Benimle Yürüyene başlıklı şiiri aldım.

 

Faruk Nafiz Çamlıbel. 1898-İstanbul

 

Benimle Yürüyene
 
 
Yolcu, keder çekme ki bu diyara düşenin
Yolunda otlar biter, mezarında çiçekler!
Karaltılar belirir başında her köşenin,
Her köşenin ucunda bir gözü kanlı bekler.
 
Gökten imdat isteme, güvenme gözyaşına,
Bakma düşman gözüyle bir sürü yoldaşına:
Murada ereceksin yarın sen tek başına,
Onlarsa yarı yoldan geriye dönecekler. . .
 
Varsın tan ağarmadan kumral saçın ağarsın,
Sen sonu cennet olan yolundan dönme! Varsın,
Önünü kesmek için zincirini koparsın
Dokuz yol artığınla beslediğin köpekler.

 

Faruk Nafiz Çamlıbel-Türk Şiirinden Örnekler. 1944

 

Nazım Hikmet Ran-1902, Selânik. İki şiir, Bahri Hazer, Orkestra

 

Bahri Hazer
Ufuklardan ufuklara
Ordu ordu köpüklü mor dalgalar koşuyordu
Hazer rüzgarların dilini konuşuyor balam
Konuşup coşuyordu
Kim demiş "çört vazmi!"
Hazer ölü bir göle benzer!
Uçsuz budaksız başıboş tuzlu bir sudur Hazer!
Hazerde dost gezer, e. . . y!. .
düşman gezer!
Dalga bir dağdır
kayık bir geyik!
Dalga bir kuyu
kayık bir kova
Çıkıyor kayık
iniyor kayık
devrilen
bir atın
sırtından inip
şahlanan
bir ata
biniyor kayık!
Ve türkmen kayıkçı
dümenin yanında bağdaş kurup oturmuş.
Başında kocaman kara bir papak;
bu papak değil:
tüylü bir koyunun karnından yarıp
geçirmiş başıma!
Koyunun tüyleri düşmüş başına!
çıkıyor kayık
iniyor kayık
Ve kayıkçı
"Türkmenistanlı bir buda heykeli" gibi
dümenin yanına bağdaş kurup oturmuş,
fakat, sanma ki Hazerin karşısında elpençe divan durmuş!
O bir Buda heykelinin
taştan sükûnu gibi kendinden emin.
Bakmıyor
kayığa
yarılan
sulara!
Bakmıyor
çatlayıp
yarılan
sulara
Çıkıyor kayık
iniyor kayı
devrilen
bir atın
sırtından inip
şahlanan
bir ata
biniyor kayık!
. . . . Yaman esiyor be karayel yaman. . .
Sakın özünü Hazer'in hilesinden aman. .
Aman oyun oynamasın sana rüzgâr.
-Aldırma anam ne çıkar,
Ne çıkar
Kudurtsun
Karayel
Suları,
Hazer'de doğanın
Hazer'dir mezarı. . .
Çıkıyor kayık
İniyor kayık
Çıkıyor ka. . .
İniyor ka. . .
Çık. .
İn. .
Çık. . .

 

Şairin İlk şiirlerinden, tarihi 1921.

 

Orkestra
 
Bana bak!
Hey!
Avanak!
Elinden o zırıltıyı bıraksana!
Sana,
üç telinde üç sıska bülbül öten
üç telli saz
yaramaz!
Bana bak!
Hey!
Avanak!
Üç telinde üç sıska bülbül öten
üç telli saz
dağlarla dalgalarla kütleleri
ileri
atlatamaz!
Üç telli saz
yatağını değiştirmek isteyen
nehirlerden:
köylerden, şehirlerden
aldığı hızla
milyonlarla ağzı
bir tek
ağızla
güldüremez!
Ağlatamaz!
hey!
hey!
üç telli sazın
üç telinde öten üç sıska bülbül öldü acından.
onu attım
köşeye!
hey!
hey!
üç telli sazın
ağacından
teli tiryakilere
içi afyon lüleli
bir çubuk
yaptılar!
Hey!
Hey!
Dağlarla dalgalarla, dağ gibi dalgalarla dalga gibi
dağ-lar-la
başladı orkestram!
Hey!
Hey!
Ağır sesli çekiçler
sağır
örslerin kulağına
Hay-kır-dı!
Sabanlar güleşiyor tarlalarla,
tarlalarla!
Coştu çalgıcı başı,
esiyor orkestram
dağlarla dalgalarla, dağ gibi dalgalarla, dalga gibi
dağ-lar-la!. .

Nazım Hikmet Ran

 

Necip Fazıl Kısakürek; İstanbul-1905

 

Andante
Evet herşey bende bir gizli düğüm,
Ne ölüm terleri döktüm. . . Nelerden!
Dibi yok göklerden yeter ürktüğüm.
Yetişir çektiğim mesafelerden!
 
Ufak bir tilkidir, kaçak ve kurnaz.
Yollar bir yumaktır, uzun, dolaşık.
Her gece rüyamı yazan sihirbaz,
Tutuyor önümde bir mavi ışık.
 
Büyücü, büyücü ne bana hıncın,
Bu kapkara duman nedir inimde?
Camdan ince, kılıçtan keskin kılıcın,
Bir zehirli kıymık gibi beynimde.
 
Lûgat, bir isim ver bana halimden,
Herkesin bildiği dilden bir isim!
Eski esvaplarım tutun elimden!
Aynalar söyleyin bana, ben kimim?
 
Söyleyin, söyleyin, ben miyim yoksa,
Arzı boynuzunda taşıyan öküz?
Belâ mimarının seçtiği arsa,
Hayattan muhacir, eşyadan öksüz?
 
Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim,
Ufacık gövdeme yüklü Kaf dağı.
Bir zerreciğim ki arza gebeyim,
Dev sancılarımın budur kaynağı.
 
Ne yalanlarda var ne hakikatta,
özümü yumdukça gördüğüm nakış.
Boşuna gezmişim yok tabiatta,
İçimdeki kadar iniş ve çıkış.

Necip Fazıl Kısakürek. Türk Şiirinden Örnekler-1944

 

Not. Şiirin başlığındaki Andante sözüne takıldığım için şiiri okudum. Okuyunca da hoşuma gitti. Ne var ki, andante söz anlamıyla bir ilişkisi yok. Andante bir müzik terimi, Şair, ağır okunmasını mı istiyor acaba? Yoksa şiirin oldukça ağır bir havası var, o nedenle bu adı mı vermiş? Belki de şairin müzikle de ilgisi vardır; soruşturacağım…

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ