Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

28 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Ekip Çalışma Ruhunu Pekiştireceği Umulan Köy Enstitüleri Dergisi Çıkıyor

 

26 Aralık 1944 Salı

 

Ali Bayrak’ın sesine uyandım. Zil çalmış, Ali Bayrak Ankaralılara sesleniyor:

-Yarın Ankara’nın bayramı, tüm Ankaralılar bayram edecek. Biz de Ankaralıyız, izin alıp biz de katılalım. Hüseyin Yücel Ahmet Allı, tüm Ankaralılara çağrı yaptılar:

-Toplanıp Rauf Bey’e gidelim.

Geçen yıl böyle bir olay olup olmadığını anımsamaya çalıştım. Sanırım olmadı. Belleğimde bir iz bulamadım.

Kahvaltıda da söz edildi. Abdullah Erçetin yavaş bir sesle Hüseyin Çakar’ın çok sesli yaptığı bir melodiyi mırıldandı. O denli çok dinledik ki anımsamamak söz konusu olamaz. Abdullah’a baktım, Abdullah anımsamadığımı sanarak:

-Sinsin, Ankara Oyunu, Hüseyin Çakar da gider. Çakar çalıyor ama doğrusu ben doğru algılayamıyorum sanırım, çok ritmik ama gene de oyun havası etkisi bırakmıyor bende. Belki de zeybeklerin etkisinde kaldığım için Sinsin bana biraz vıdı vıdı geliyor. Adı da öyle; Sinsin ne demek? Sin, sin, saklan, görünme anlamına geliyor. Oysa oyunlar ortaya çıkarak oynanır.

Kahvaltıda bir süre bunu konuştuk. Oyunun oynaşını da görmediğimiz için biraz havadan konuştuk ama gene de yararlı oldu. Arkadaşlar belli başlı oyunları anımsayıp beğendiklerini beğenmediklerini söylediler. Kızılçullu çıkışlı arkadaşların beğenileri, kendi yörelerinin oyunları, Nihat Şengül İzmirli, hemen İzmir- Kordon, Ekrem de İzmirli ama o daha çok Ödemişli oluşuyla övünüyor. ”Ödemiş!” dedi. En yakın arkadaşı İbrahim Şen Ekrem’e “Oyun bozanlığı etme, İzmir olmasa Ödemiş kaç para eder?” diye sordu. Oyunlar bir yana itildi, İzmir-Ödemiş tartışması başladı. Hemşerim Kadir, ellerini şaplatarak:

-Bakın biz bu bakımdan rahatız, oyunumuz da yok, sorunumuz da! Nihat Şengül bu kez Kadir’e:

-Oğlum biz varlarımız için tartışıyoruz, sense yokluktan mutluluk duyduğunu söylüyorsun, bu nasıl anlayış? Yoksa sen Hamdi Keskin Öğretmenin anlattığı o dedelerden misin? Ekrem ekledi:

-Pîr- i mûgân! Kadir şaşırdı. Bana bakınca ben de Abdullah’ı gösterdim. Geçen yıl Hamdi Keskin Öğretmen Abdullah’a ödev vermişti. Ahmet Yesevî. Abdullah ellerini kaldırarak:

-Bana o acı olayı anımsatmayın! deyince açıklamak zorunda kaldım. O derste Hamdi Keskin Öğretmen:

-Yesevî’den sonra yol gösterici dervişler arasından bu türleri çıkmış. Bunlar tüm Asya’ya dağıldıkları gibi Anadolu’ya da gelerek değişik kollar oluşturmuşlar. Bunlardan bir bölümüne bu ad verişmiş. İki anlam taşıyormuş; olumlusu, ermiş, bilgin, bol gönüllü yaşlı, olumsuzu, meyhanede içki dağıtan, dahası sürekli içki içen, anlamında kullanılıyormuş. Ben bilgin deyince Kadir, Ekrem’e takıldı:

-Bak, soyadın Pîr-i mugan anlamına geliyormuş! Ekrem karşılık verdi:

-Benim ailemde din işleriyle, daha doğrusu dine dayanarak geçim sağlama diye bir anlayışa yer yoktur. Onu, dini geçim vasıtası yapıp Dünyalığını sağlayanlara sorun! deyince konuşmalar kesildi. (Kadir’in babası Hafız Amca’dan daha önce söz edilmişti) Arkadaşlar, böyle bir sert karşılık beklemediğinden, suskun suskun bakıştılar.

Bu suskunluk Kitaplığa dek sürdü.

Sabahattin Öğretmen gülümseyerek geldi. 1944 yılının son dersini mi yapıyoruz? diye sordu. Bunu niçin söylediğini düşündüm. Çok değişik düşünenler olmuş besbelli:

-Gelecek yılın ilk günü de bizim dersimiz olduğunu söyleyen oldu. Sabahattin Öğretmen bir süre baktı. Sanırım içinden yeni yılın ilk gününü düşündü. Nitekim gülümseyerek:

-İlk günü değil ikinci günü bizim dersimiz, gene de o gün ders yapmayabiliriz. Yılbaşını burada mı geçireceksiniz? diye soranlar oldu. Sabahattin Öğretmenin yüzü değişti, yerine oturdu. Durdun bir sesle:

-Geçen yıl burada geçirmiştik değil mi? deyip baktı. Arkasından da açıklama yaptı:

-Geçen yıl Hakkı Beyle öyle bir karar almıştık; bence iyi de olmuştu. Siz ne diyorsunuz bilmem ama ben memnun olmuştum. Yer sorunu olduğu için siz hepiniz katılamadınız sanırım, ancak katılanlar hoşnut olmuştu. Bence bu tür toplantılar yapılmalı, okul yönetimi için büyük bir külfet, buna onların karar vermesi gerekir. Bu yıl yapılmadığına göre demek ki böyle bir karar verilmemiş!

Sabahattin Öğretmen elindeki kitabı göstererek:

-1944 ders yılımızı hemen hemen bütünüyle Montaigne ile doldurduk. Son dersimizi de onunla bitirelim. Belki öteki öğretmenlerimiz onu kıskanır, bir daha ona yer ayırmazlar! deyip gülümsedi. Kitabın arasından bir kağıt çıkarıp sordu:

-Montaigne, denemelerinde bol denecek kadar kaynak kişileri anıyordu. Onlardan bir çoğunun kitapları dilimize çevrildi ,görenleriniz olmuştur. Onların üstünde duralım. Yanlış anımsamıyorsam size söylemiştim; söz konusu kaynak kişilerden bir kaçını araştıracaktınız.

Derslikte bir sessizlik oldu.

Derslere başladığımız ilk günlerde bir üstümüzdeki sınıf arkadaşlarımızdan öğretmenleri soruyorduk. Benim sorduğum, Mehmet Pekgirgin’le Şevki Aydın, ikisi de ayrı zamanlarda, Sabahattin Öğretmen için:

-Derste söylediklerini hiç unutmaz, unutmuş gibi konuşur ama kesinlikle karşısındakini yoklamak için öyle davranır. İlk kusurları affeder de tekrarlanan ihmalleri affetmez!

Bunları bildiğim için öğretmen ödev verdiğinde kitabı tarayıp tüm adları çıkarmış, Çiçero’ dan çevrilmiş yazı, Lucianus’tan çevrilmiş şiir, Plautus’tan çevrilmiş kitap bulmuştum. Ampitruo (Amphitriyon) Amphitriyon bir savaşçıdır. Karısı Alkmene ise dünyalar güzelidir, eşinden başkasına bakmaz. Bu dünya güzeline Tanrı Zeus göz koyar. Ancak, güzel Alkmene’ye Zeus olarak değil bir insan olarak yaklaşmayı plânlar. Amphitriyon savaşa gidince Zeus onun kılığına girerek savaştan dönmüş gibi Alkmene’ye yaklaşır. Ne var ki tam bu sıra Amphitriyon savaştan döner. Ortada iki Amphitriyon olur. Salt bu da değil uşakları Sosius da ikileşir. Gerçek Amphitriyon karşısındakini, karşısındaki de gerçek Amphitriyon’u sahteci olarak öne sürer. Bir ayırıcı çağırılır, gemi kaptanı Blepharon. Benzer kişilerin gerçeğini, sahtesini o da ayıramaz. Sonuç olarak güzel Alkmene bir süre sonra nur topu gibi ikiz bebek doğurur.

Olayı anımsayınca rahatlayıp arkama yaslandım. Sabahattin Öğretmen yüzlerimize bakarak hemen hemen hepimizi süzdü. Parmak kaldıranlar, Mustafa Parlar başta olmak üzere bir çok arkadaş söz aldı. Konuşanları hep dinledi Ancak “Hı, hııı!” deyip kimseye bir söz söylemeden geçti. Bunlar, Sami Akıncı, Muhittin Bilgin, Mustafa Yüksel, Kemal Karadeniz, Süleyman karagöz, Süleyman Koyuncu, Mehmet Kocaefe, Mehmet Toydemir, Hasan Gülün, Faik Demir, Halil Dere, Şükrü Koç, Hasan Özden olmak üzere saptayabildiğim, sınıfımızın çalışkan arkadaşlarıydı… Konuşan çok olunca bana sıra gelmeyeceğini anladığımı sanarak. hem sevindim hem de üzüldüm. Ben de parmak kaldırsaydım! diye içimden geçirirken, Sabahattin Öğretmen bana:

-Bir şey söyleyecektin galiba! deyiverdi. Plautus’tan kimse söz etmedi, o da Montaigne Öğretmenin kaynaklarından! deyince Sabahattin Öğretmen:

-Değil mi ya, günümüze kalan eserleri bakımından belki de en önemli bir kaynak. Özellikle günümüz tiyatro eserleri açısından önemli bir yol gösterici. Onu okumadan günümüz tiyatrosu ile Eski Yunan Tiyatrosu arasında bağ kuramayız. O nedenle Plautus’u anmadan geçmememiz gerekir, iyi ki anımsattın; dinliyoruz!

Kısaca Plautus’un yaşadığı çağı anlattım: İ. Ö. 251-154 yılları arasında yaşamış Romalı bir yazar. Yüzün üstünde eser yazdığı söylenmekte ise de günümüze yirmi kadarı kalmıştır. Eserlerinin konularını özellikle Eski Yunan kaynaklarından almıştır. Kendisinden sonra yetişen tiyatro yazarlarını etkilediği söylenmektedir. Nurullah Ataç tarafından Türkçe’leştirilen Ampitrio (Amphitryon) kitabını, yukarda özetini verdiğim gibi tekrarladım. Buna, “Tuttuğum notu okudum!” da diyebilirim.

Sabahattin Öğretmen gülümseyerek:

-Bu bir komedidir! değil mi? diye sordu. Ben de:

- Çok Tanrılı dönemlerde insanların Tanrıları, yanlış algıladığı üstüne bir komedi! deyince, Öğretmen:

-İşte bu kadar, benim istediğim de bu! deyip ayrıldı.

Öğretmen çıkar çıkmaz Kadir Aytekin oldukça zevzekimsi bir tavırla sordu:

-Montaigne Denemeleri’nde böyle biri var mıydı? Faik Demir karşılık verdi:

-Olanları bir sırala da yeri gelince söyleyeyim. Kadir, kafasını sallayarak:

-Ne yani oradaki isimleri mi sıralayacağım? Mehmet Kocaefe yetişti:

-Bizim oralarda böyle “Ne yani?” diye soru soranlara “Baban Yani!” derler. Yani, Rum ismi, karışmış,dönme anlamın gelir! “Hop,hop! Yavaş olalım!” uyarıları arasında Kitaplığı boşaltıp çok gecikmemek için koşuşarak salona geçtik. Yerlerimize oturmuştuk ki Yunus Kazım Öğretmen geldi.

Yunus Kazım Öğretmen de:

-1944 Yılının son dersi! diyerek söze başladı. Bir süre kendi gençliğinde Yılbaşı olayının, niçinleri, nedenleri üzerinde durduğunu anlattı. Bize de sordu:

-Sizlerde de böyle bir sorgulama oldu mu? Yeni yıl başlıyor, eski yıl bitiyor. Bu başlama neyin başlaması, neyin bitmesidir? Önce soruyu anlayamadık, öğretmen açıkladı:

-Kış biter, bahar başlar, bahar biter yaz başlar. Bu değişimlerde doğada değişen bir şeyler olur, biz bunları yaşarız. Yılbaşında bu tür bir değişim oluyor mu?

Bir süre bakıştık: Bunun arkasından bir yeni durumla karşılaşacağımız belli olmuştu.

Öğretmen gülümseyerek, böyleyken her yıl sonunda, Ankara Garının dolup taştığını, özellikle İstanbul’a kalkan trenlerin çokluğunu, oysa Mart 1 ya da Haziran 1 olduğunda bir fark göremediğini anlattı. Arkasından da Yılbaşı olayına insanların başka bir nedenle sarıldığını söyledi. Arkasından da:

-Alın size bir psikolojik bir sosyolojik olay; isterseniz buna Psiko-sosyal olay da diyebiliriz,bu işi biraz da böyle düşünelim! dedi. Arkasından da bireysel psikoloji, toplumsal psikoloji ayırımı ya da ilişkisine geçti. Öğretmen:

-Özellikle bireysel psikolojik olayları akıl yordamıyla çözemeyiz ya da çözmekte zorluk çekeriz, oysa toplumsal olaylarda daha kolayıma geldiğini sanıp bol bol yorumlar yaparız. Atatürk Kurtuluş Savaşını bitirme raddelerine getirince: “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir ileri!” dediğinde nasıl bir amaç güdülmüştür, askerler o emri nasıl algılamıştır, bunu düşünelim!

Ali Bayrak parmak kaldırdı. Öğretmen görmesine karşın başını çevirerek konuşmasını sürdürürken Ali Yücel, öğretmene:

-Parmak kaldıran arkadaşımız var efendim! dedi. Öğretmen, başıyla işaret etti. Ali Bayrak özür diledikten sonra, “Daha önce psikoloji yani psikolojinin alfabesini okumadığımız için konuları kavramakta zorluk çekiyoruz!” deyince öğretmen:

-Öyle mi efendim? deyip durdu, gülümseyerek Ali Bayrak’a baktıktan sonra:

-Siz buraya gelmeden önce psikoloji okumadığınız için biz şimdi, ona değgin konulara değinmeyecek miyiz efendim? diye sordu. Az düşündükten sonra:

-Size psikoloji okutsaydılar, kuşkusuz idraki öğreteceklerdi, o da öğretebilirlerse! Biz burada idraki (algılamayı) kuru kuru ezberletmiyoruz ama idrakin kendisini irdeletiyoruz. Genç bir insansınız, tenhada gezen iki yaşdaş bay-bayan arkadaşı uzaktan görseniz aklınızdan ilk geçen ne olabilir? Bir de anne- babanızı düşünün akşam sabah beraberler. Aklınızdan geçenler nelerse farklıdır. İşte bu farklı duygular belleğimizde izler bırakır, bunlara idrak ya da sizin dediğiniz gibi algılama diyoruz. Kuru kuruya bir söz öğrenmekten daha kapsamlı değil mi?

Öğretmen bundan sonra çarşılarda, pazarlarda yapılan satış abartılarının toplum psikolojisine örnek olduğunu, yıkıcı olduğu gibi yapıcı tarafları da bulunduğunu, Cumhuriyet Devrimlerimizin yapıcı olmasına karşın savaş söylentilerinin yıkıcılığına örnekler verdi. Bunu değerlendirmeyi düşünerek parmak kaldırdım. Öğretmen bunu bekliyormuşçasına:

-Bakın! diye dikkat çektikten sonra, “Buyurun, efendim!” deyince 1940 yılında Trakya’da kargaşayı, Kepirtepe Köy Enstitüsü’nün Hasanoğlan’a naklini anlattım. Öğretmen teşekkür etti, bu kez de kendini eleştirdi. Kepirtepe’nin göçünü anımsadığını, ancak o öğrencilerin bir gün gelip karşısında oturabileceğini hiç aklından geçirmediğini işte bunun da bir idrak kusuru sayılabileceğini anlattı. Ali Bayrak’ın kaşıklı konuşmasını anlamlı bulan öğretmen bu kez Ali Bayrak’a:

-Bakın, bundan sonra, (beni göstererek) konuşan bu arkadaşınıza baktıkça bu konuşma aklımdan geçecek, onun yüzü bana Trakya insanının o günkü acılarını anımsatacak, işte sana, daha önceki okulunda öğretilmemiş bir psikoloji terimi, Çağrışım. Çağrışımı o zaman sana yaşamadığın bir örnekle anlatacaklardı, ötekiler gibi unutacaktın. Oysa şimdi yaşayarak öğrendin, unutman söz konusu olamaz. Özellikle sen, ben, arkadaşınız bir araya geldiğimizde. Senin beyin mekanizman hemen gerekli tedaiyi (çağrışımı) yapıp bu olayı ortaya çıkaracaktır. Gelin şimdi bir de tanım yapalım; Tedai (Çağrışım) kişinin başından geçen olaylar arasında kurulmuş bağ yoluyla bilgilerin bilince çıkmasıdır. Örümcek ağını düşünelim. Örümcek bir uçta bekler, ağa düşen nesne ağı sallayınca örümcek haber alıp oraya koşar. Bakın, olaylar birbirini izliyor. Şimdi de karşımıza şuur ((Bilinç) çıktı. İşte size okuduğunuz dersin sorusu, Sigmund Freud Psikolojisi, bilinç, bilinç altı, Psikanaliz görüş yöntemleri.

Öğretmen ne düşündüyse:

-Şöyle de diyebiliriz. Tüm bilimleri bulanlar, onları daha önce okumamıştır. Psikoloji Biliminin kurucusu Wilhelm Wundt okullarda Psikoloji okumadıysa da psişik olaylar üzerinde çalışanları izledi. Archimedes (Arşimet) öncesi Fizik Bilimi yoktu ama doğada fizik olaylar oluyor, deryalarda gemiler yüzüyordu. O sadece geminin su üstünde duruş nedenini kanıtladı.

Ders bitince öğretmen gülümseyerek:

-Geçmişi az da olsa kurcaladık, yeni yılda daha güzel konularda tartışacağımızı umuyorum. Hepimiz birer yaş daha alacağız, olgunluğumuz daha da artacak! deyip ayrıldı.

Öğretmen çıkınca Ali Bayrak:

-Ne olgunlaşması be, bu adam çiğ! deyince büyük bir gürültü koptu. Dikkat ettim, çıkışanların çoğu Çifteler grubundandı. Ancak gene o gruptan Mustafa Aydoğan, Fakı Yörük, Süleyman Karagöz, Mustafa Yüksel, Muittin Bilgin. Ahmet Allı, Talip Apaydın, Yusuf Demirçin araya girip konuşanları susturdular.

Yemekte gene konu psikoloji dersi oldu. Kadir Pekgöz:

-Anlayamıyorum, biz ders mi yapıyoruz, yoksa birilerinin konuşmalarını mı dinliyoruz? deyince bu kez de Yüksek Okul Öğrenciliğimiz anımsatıldı. Nihat Şengül sordu:

-Biz sahiden yüksek okulda mıyız? Arkasından da ekledi:

-Kendimizi küçük gördüğümüz için böyleyiz. Oysa öteki yüksek okullardaki insanlar çok farklı, kampta gördük, onlar bireysel olarak tavır takınıyor, bizse toplu olarak. Birbirimizden ayrılıp tek kalınca pısırıyoruz.

Nihat’ın pısırma sözüne hepimiz güldük. Pısırmak ne demek?

     ***

Öztekin Öğretmen 3. sınıflarla uygulama dersi için Hasanoğlan Köy okuluna gitmiş, serbest çalışma yaptık.

Alt odadaki piyanoda uzun süre çalıştım. Daha doğrusu çaldıklarımın tümünü tekrarladım. Mozart Kv. 545 son bölümü çalarken kendi kendime güldüm. Sahiden, Faik Öğretmenin dediği gibi sonatın bu bölümünde ben tuşları fazla çekiçliyorum. Bana mı öyle geliyor, yoksa sonatın kendi düzeninde mi bir fark var. Oraya dek tatlı tatlı giden sonat oraya geçince cakcaklamaya başlıyor. Bir süre surdin -pedal kullandım. Biraz da bu piyanonun sesi metalimsi çıkıyor. Rostov, Rus yapısıymış. Mithat Kurfalı Öğretmene göre pek makbul bir piyano değilmiş. Ruslar için:

-Onlar, kaliteden çok sayı düşünürler, ucuz olsun ama sayısı çok olsun! Fakir halka inmek için bir bakıma doğru! demişti. Sovyet Rusya’da müzik çok önemseniyormuş. On yıl kadar önce Avrupa’da her yıl yapılan bir yarışmaya katılmışlar. Belçika Krallık Müzik yarışması. (Gençler için) İlk 1. 3. 4. 5. dereceleri onlar alınca Avrupalılar şaşırmış. O, 1. 3. 4. 5. dereceyi tutturanlar şimdilerde tüm dünyada konser veriyormuş. Bunları anımsayınca gene kendimi kınadım:

-Kim bunlar? diye sorabilirdim. Sovyetlerden bir Prokofiev duyduk yaşayan besteci olarak. Onu da Üsteğmen Kije süit plâkı nedeniyle öğrendik. Bir de ben Rahmaninov’u öğrendim. Rahmaninov Sovyet Rusya’nın yaşayan en ünlü piyanistiymiş. Bunu da Salcı Dede’nin bir yazısında adı geçince Mahmut Ragıp Öğretmene sordum. Mahmut Ragıp Öğretmen çok övgüyle anlattı. Bizde plâkları olduğundan hemen dinledim. Biraz Schumann’ı andırmakla birlikte Salcı Dede’nin etkisinde kalarak yer yer bizim uzun havalarımızı sezer gibi oldum. “Havada uçan turna sesi kanadı burma! Ağzı dolu yem getirir şekerle hurma!”. . . .

Mahmut Ağabeyim sık sık söyler. . . Burma da burma duman tüter, dağın belinden, Bunu yazan yanlış yazmış, uyku şerinden. . . . . Türkünün sözlerini tam olarak anımsayamadım. Rahmaninov, sanki yer yer onu çalıyor gibi algıladım. Bu, benim yanılgım da olabilir. Salcı Dede, Rahmaninov için:

-Türk kökenlidir, melodilerinde bizim melodilerimiz seziliyor! diye yazmıştı. Belki de bunun etkisinde kalarak hemen bir yakıştırma yapmışımdır. Odun kesicinin, hık deyicisi!... Kendi kendime gülerken Doğan geldi:

-Yemeğe gitmiyor musun? Gitmez olur muyum, hemen toparlandım. Yolda Doğan’a da anlattım. Meğer Doğan o türküyü çok dinlemiş, birlikte Rahmaninov dinlemeye karar verdik.

Yemeğe oturunca anımsattılar:

-Bu gece ne plâkları dinliyoruz? Sanki bunu bekliyormuşum gibi önce Rahmaninov’u söyledim. Bunu da bir şans saydım. Rahmaninov’un arkasından çalınacakları arkadaşlar seçtiler. Mendelsshon Mi Minör Keman Konçertosu. . . . . Gerekirse 3. eseri öteki arkadaşlara bıraktık.

Bölüm Başkanı oldukça geç geldi, konukları varmış, biraz söylendi, evliliğin olumsuz tarafları olduğunu söyledi. Sanırım söylediğine pişman oldu, besbelli dönüş yaparak, iyi taraflarını uzun uzun anlattı. Ancak kendinin geç evlenmesi nedeniyle henüz ayak uydurmakta zorluk çektiğini söyleyerek konuyu bizim üstümüze attı. Doğum tarihlerimizi sordu. Muttalip Çardak kestirip attı:

-Siz, gönlünüzce bir yere gelmiş, ölçülerinizi ona göre kullanıyorsunuz. Bizler burada çalışmayacağız ki, Kars/Cilavuz’u düşünün, oradaki koşullar buraya uyar mı? Oradaki insanlar, yalnızlıktan bıktığı için konuk gelmesini dört gözle bekler, gelen olunca bırakmak istemezler!

Bölüm Başkanı kahkahayla güldü, Muttalip Çardak’a dönerek:

-Muttalip, daha çok şakacı sözlerine alıştık. Böyle ciddi konulara girince sana değişik gözle bakmak zorunda kalıyoruz. Gel bunu da şakaya çevirelim! Abdullah Ön araya girerek:

-Kars/Cilavuz iyi bir örnek değil, üç devletin sınır komşusu, oradakiler radyolarını açık yararlanabilirler. İvriz’dekiler ne yapsın? Muttalip Çardak’a dönerek:

-Hemşerim, “Gözündeki çöpü görmezden gelip elin gözünde mertek arıyorsun!” Muttalip özür diledi:

-Bir art niyetim yok, orası aklıma geldi. Ne demek istediğimi hepiniz anladınız, bu bana yeter! Mendelsshon’u pikaba koyunca konuşmalar kesildi.

Ancak benim dikkatim dağıldığından Rahmaninov hemen hemen boş yere döndü. Doğan’la bakıştık:

-Havada uçan turna sesi kanadı burma! Doğan gülümsedi. Düş mü gördük yoksa? Ben, daha önce dinlediğimde böyle bir karara vardığım göre bir benzerlik olmalı! diye düşünüp Menuhin’i dinledim.

Konçertodan sonra yine Mendelsshon’dan Bir Yaz Gecesi Rüyası’nı çaldık. Bunun melodisi ezberlenmiş durumda birileri mırıldanarak ayrıldılar.

Yatınca bir süre gene “Havada uçan turna sesi kanadı burma! dedim durdum.

Havada uçan turna sesi, kanadı burma. . . . Demek turnaların bir türünün kanadı burmalıymış. Tıpkı güvercinlerin palas ayaklıları ya da tepelileri gibi… Güvercinler gözümün önüne geldi. Onlar için türkü yakılmamış mı acaba? Var da ben mi duymadım ya da duydum da unuttum mu? Bunları düşünürken Ankara Gençlik Parkında gördüğüm güvercini anımsadım. Adam kafesi üç ayaklı bir sehpa üstüne oturmuş, Kafesin kapağı açık. Güvercin girip çıkıyor. Bununla da kalmıyor. Birileri para verip şans deniyor. Adam işaret verince güvercin kutu içindeki kağıtlardan biri alıp veriyor. Adam kağıdı açıp okuyor. Kağıtta yazılı bir şey varsa adam yanındaki torbadan onu veriyor. Güvercin, insanların bu alışverişine hiç bakmadan kafesine girip tünüyor. Adam eliyle işaret ettiğinde ise hemen gagasına bir kağıt alıp veriyor. Ak pak güzel bir güvercin. Tekrar görmüş gibi şaştım, sonra sonra da onun adına üzüldüm. Tek başına, bir kafeste tutuklu gibi. Belki de bizimkiler gibi gugurtu falan da yapmıyor. Yazar Süleyman Nazif’in Esir Aslan’ını, Dostoyevsky’nin Esir Kartal’ını, Alphonse Daudet’nin Mösyö Seguin’in Keçisi öykülerini anımsadım. Sanki tüm hayvanlar öyle değilmiş gibi deyip gözlerimi yumdum, gene de evdeki atlar, koşum hayvanları gözümün önünden geldi geçti. Hepsi tutuklu birer canlı, sahiplerinin istediklerine uyarak yaşıyorlar!. . . .

 

27 Aralık 1944 Çarşamba

 

Doç! seslerinden uyandım. Burhan Güvenir “Oğlum” sözünü çok kullanıyor. Kim sorarsa:

-Bana neden soruyorsun oğlum? Burhan, görünüşüne göre oldukça yaşlı. Sanırım benden bir yaş fazla. Şimdiki durumda en yaşlımız Hüseyin Atmaca. O, yaşını gizlemiyor. Üstelik biraz da övünerek:

-Atatürk’le arkadaşları Samsun’a ayak basar basmaz ben de dünyaya çıktım! deyip gülüyor. Ancak Hüseyin Atmaca görüntü olarak söylediği yaşı göstermiyor. Atmaca’ya göre daha yaşlı görünenler var:

-Süleyman Adıyaman, Rahim Ünüvar, Abdullah Ön, Abdullah Özkucur, Musa Çınar, Musa Eroğlu, Süleyman Alkan, Hüseyin Yücel, bizim sınıftan Burhan Güvenir, Ahmet Özkan. Benim ölçülerime göre Hüseyin Atmaca’dan önce doğmuş olmaları gerekir. Yüzlerdeki, özellikle de boyunlardaki kırışıklıklar bunu gösteriyor.

Kahvaltıda da bu yaş konusu üstünde duruldu. Köy Enstitülerine niçin yaşlı öğrenci alıyorlar? Kamil Yıldırım’a göre “Çalıştırmak için!” Hemen karşılık verildi:

-Çalıştırmak için olsa hepsini yaşlı alırlardı; Eğitmenler gibi. . . Eğitmenler gibi sözüne elimizde olmayarak hep güldük. Sonra da birbirimize neden güldüğümüzü sorduk:

-Farkımız mı var, onlar askerliğini yapmış, o kadar bir fark olacak! Biz kendimizi ayrı görsek bile halk bizim gibi düşünmüyor. Ekrem Bilgin bir olay anlattı. Bir Ödemişli sormuş:

-Eğitmenler için askerliğini çavuş olarak yapmış, diyorlar, sen nasıl oldu da çocuk olarak girdin onların arasına?

Ekrem bunu önce o Ödemişlinin cehaletine yormuş, benzer sorular çoğalınca işin gerçeğini anlamış. Orası İzmir, büyük bir kent, çok geniş bir çevresi var. Ya bizim Lüleburgazlılara ne demeli? Alpullu’dan Lüleburgaz’a göç edince sekiz ay Lüleburgaz’ın ortasında Atatürk İlkokulu’nda kaldık. Sınıfımız otuz kişiydi. Okul, Pazartesi pazarının karşısındaydı. Halkevi ile aramızda bir yol vardı. Halkevi Bahçesi, yazları tüm insanların çıktığı tek eğlence yeriydi. Cumartesi öğle, Pazar akşam Bayrak Törenlerinde parkta oturanların ayağa kalktığını görüyorduk. Ayrıca otuz kişilik sınıfımızda altı kişisi Lüleburgaz köylerindendi. Üstüne üslük, çok güzel denecek ölçüde kumaş giysiler verilmiş, kasketlerimiz de öğretmen okulları gibi eflâtun şeritliydi. Edirne Öğretmen okulunda okuyan, Lüleburgaz içinden olduğu gibi köylerinden de sayısız Öğretmen Okulu öğrencisi vardı. Lüleburgazlıların Öğretmen Okulu öğrencilerine yabancı sayılmazdı. Böyleyken insanlar bize öğrenci olarak bakmıyordu. Nedeni, ne kılığımızdan ne de okulumuzun adındandı. (O zaman okulun adı Trakya Köy Öğretmen Okulu idi) Okulda iş oluşunu halk bir türlü benimsememişti. Bir başka önemli nokta da Lüleburgaz’da o sıralarda Eğitmen Kursu da yoktu. (Eğitmen Kursu, Lüleburgaz’a 30 km. uzaktaki Evrensekiz Köyündeydi) Lüleburgaz halkının Eğitmenlik konusunda kulaktan duyma bilgileri vardı. Böyleyken bize Eğitmen sıfatını yapıştırdılar. Okulun adı değişene dek, olumlu bir ad kazanmak için Lüleburgaz’da çok titiz davrandık. Bir derece başarmıştık, dükkânlara uğradığımızda bunu seziyorduk. 3803 sayılı yasa çıkınca yapılan ad değişikliği bu kez iyiden iyiye durumu bozdu. Lüleburgaz’daki tanıdıklar bana:

-Orada daha neden duruyorsun, bunca okuduktan sonra eğitmenliğe neden razı oluyorsun? türü sorular sorulmaya başlandı. 1939-1943 yılları arasında okul doktorumuz Dr. Sezai Feray’dı. Okul Müdürümüzün çok yakın arkadaşıydı. Bizlere de çok iyi davranıyordu. Sekreteri bayanın bizim okul öğrencilerinin kayıtlarını yaptığı defterin üstünde “Eğitmen talebeler defteri!” yazıyormuş. 1942 yılında bunu gören arkadaş olmuş duyulunca çılgına dönmüştük. . . . .

Dr. İbrahim Yasa gelmediği için dersimizin boş olduğunu sanarak ağırdan alarak kahvaltıdan geç kalktık. Dersimizin boş olduğunu bilen Dr. Halil Demircioğlu dersini öne almak istemiş. Bunu duyunca koşuşturarak salona gittik. Öğretmen konuşmaya başlamıştı, özür dileyip bir yerlere sıkıştık. Öğretmen sözünü tekrarladı:

-İnkîlâp (Devrim) Tarihi bir bütündür. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunu, Cumhuriyet Yönetim mekanizmasını, Türkiye’nin Geleceğine yönelik çalışma yöntemleri olarak başlıca üç bölümde incelenir. Geçmiş derslerimizde birinci bölümü yani kuruluşu, çekilen zorlukları, aşılan engelleri unutmamak kaydıyla gözden geçirdik. Bugün de ikinci safha olan yönetim mekanizmasına başlayacağız. Bu iki bölümde bizler hazırlanmış yönetim düzenini tanımış olacağız. Üçüncü aşamada ise görev alacağımız devlet mekanizmasının sağlıklı çalışması üstüne yapılması gereken yöntemleri gözden geçireceğiz. Kısacası üçüncü dönemde olaylara fikirlerimizle katılacağız.

Öğretmen bundan sonra Cumhurbaşkanı seçimini anlattı. Sorular sordu. Müntehib- i Evvel, (1. Seçmen) Müntehip-i Saniler (2. Seçmen) üzerinde durdu. Seçme yaşına giren her Türk vatandaşı Müntehib-i Evvel’dir. (1. Seçmen) Onlar Müntehib-i Sanileri (2. Seçmen) seçer. Müntehib-i Saniler de Mebusları (Milletvekillerini) seçer. 63 İlden 450 Milletvekili seçilir. Her Milletvekilinin 40.000 rey (Oy) aldığı varsayılır. Milletvekilleri kendi aralarından bir başkan seçerler. Meclis Başkanı, Cumhurbaşkanı’ndan sonra en yetkili kişidir. Cumhurbaşkanı Milletvekilleri arasından bir başbakan seçer. Böylece 1. Cumhurbaşkanlığı, 2. Meclis Başkanlığı olmak üzere devlet erki iki güce ayrılır. Meclis Başkanı tüm Milletvekillerinin başıdır. Büyük Millet Meclisi toplantılarını o yönetir. Seçilmiş olan Başbakan, milletvekilleri arasından Bakanları seçer. Günümüzde, Adalet, İçişleri, Dışişleri, Millîsavunma, Sağlık, Maliye, Bayındırlık, Ekonomi, Millî Eğitim, Ulaştırma, Ticaret bakanlıkları vardır. Bunların başına seçilenler bu bakanlıkların üst görevleri yüklenirler. Başbakan adayı, Bakanlar kurulu listesini T.B.M.M’e sunup onaylatır. T.B.M. Meclisi’nin icra kolu Cumhurbaşkanı’nın onayından geçerek çalışmaya başlar. Böylece, seçimle ayrı koldan oluşan iki güç bir noktada birleşip işleri yürütecek gerçek gücü oluştururlar. T. C. Cumhurbaşkanlığı makamı ile T.B.M.M. Başkanlığı makamı. Cumhurbaşkanlığı en üst makam sayıldığından Protokol sıralamasına girmez, özel bir simgesi vardır, buna Cumhurbaşkanlığı forsu denir. Cumhurbaşkanının bulunduğu yerde bu fors asılır. Onun bindiği araçlarda bu vardır. Meclis Başkanının ise 1. anlamında simgesi 1 sayısıdır, bindiği araba 1 numaradır. Başbakan dahil tüm bakanlar, bir sıraya konmuştur. Başbakanlık, T.B.M.M. Başkanından sonra 2. numara ile gösterilir. Bunları en rahat olarak Bakanların bindiği arabalardan izleyebiliriz. 3 numara Adalet Bakanlığını, 4 numara İçişleri, 5 numara Dışişlerini, 6 numara Millî Savunma, 7 numara Sağlık Bakanlığını, 8 numara Ekonomi bakanlığını, 9 numara Milli Eğitim Bakanlığını,10 numara Ziraat Bakanlığını, 11 numara Ulaştırma Bakanlığını, 12 Numara Ticaret Bakanlığını simgeler. Bakanlıkların sıralamasında değişiklik olabilir, bunları siz inceleyebilirsiniz. Sizin bilmeniz gereken numara 9’dur. 9 No.lu bir araba görürseniz bilin ki içinde Hasan Ali Yücel oturur.

Öğretmen gülümseyince sorular soruldu:

-Bu numaralar nasıl bir değerlendirmeye göre yapılmış olabilir? Öğretmen bunu bilmediğini, bunu da deminden beri anlatmaya çalıştığı büyük organizeyi yapanların yaptığını, öyleyse bunu da olduğu gibi benimsememiz gerektiğini söyledi. Ancak, Adalet bakanlığının bir özelliği olduğunu, T. B. M. M. in de bile “Adalet, Mülkün Temelidir!” yazıldığını, bunun çok özel bir anlamı olduğunu, uzun uzun üzerinde durduğumuz, Büyük Osmanlı İmparatorluğu’nun adaletsizlikler yüzünden yok olduğunu, kardeşlerini, kendi babaları, oğullarını, torunlarını, başbakan durumundaki yardımcılarını acımasızca boğduran yönetimlerin bir daha geri gelmemesi buna bağlı! dedikten sonra:

-Bu sıralamayı, benden sormayın yeri gelince bunu ben sizden sorayım! Ne dersiniz! deyip yüzlerimize bakarken zil çaldı. Konumuzu sürdüreceğiz! dedikten sonra “İyi, yeni yıllar!” dileyip ayrıldı.

Ders sonunda öteki bölümlerden çoğu kalkıp ayrıldı. Bizim bölümdekiler söz birliği etmiş gibi yerinden kalkmadı. “Gidersek, Bölüm Başkanı başımıza tebelleş olur!” Hep güldük. Ancak ben biraz kem küm ettim. Beni bekleyen varmış, onlar da mırın kırın edince karar bozuldu. Ben alt odaya gidip piyano çalıştım. Meğer Bölüm Başkanı gelmemişmiş.

Yemekte, Bakanlıkların araba numaraları çok önemsendi, kimler hangi numaraya binmek istediğini anlattılar. Nedense 9 numaraya binmek isteyen çıkmadı.

Öğleden sonra Öztekin Öğretmen, Yılbaşı gecesi Orta Bölümün programına katılacağımızı söyledi. Söylenecek marş, şarkı, türküleri, solo olarak neler söyleneceğini saptamamızı istedi. Önce tek söyleyecekler konuşuldu. Ahmet Yol, Georg Bizet’nin İnci Avcıları’ndan Nadir’in Aryasını seslendirdi. Gerçekten güzel, Ahmet de güzel söylüyor. Arya deyince aklıma takıldı, bizim Kepirtepe’de öğrendiğimiz Weber’in Avcılar Marşı vardı. Adı marş olmasına karşın biz onu şarkı olarak söylemiştik. Abdullah da güzel söylüyordu. Onu anımsattım, Abdullah biraz ekşidi ama Öztekin Öğretmen ağır basınca “Peki!” demek zorunda kaldı. Türkü olarak da Abdullah Ön, değişmez Türkücü, Koca Bey ile Köroğlu’yu seçti. Koro olarak dört marş, dört şarkı dörtte türkü seçtik. Şarkı olarak:

Barkarol, Müzik için, Bir Pazar Günü, Efem’i, Türkü olarak: Giresun Kayıkları, Manastır, İzmir’in Kavakları, Köy Yolu, Marş olarak: Ziraat Marşı, İleri Marşı, Öğretmenlik Marşı ile Mülkiye Marşı seçildi. Marşlar iki sesli söylenecek. Türküleri: Yusuf Demirçin, Şarkıları: Fahri Yücel, Marşları: Mehmet Yelaldı yönetecek. Seçimden sonra Mehmet Öztekin yönetiminde uzun süre çalıştık. Abdullah Erçetin zaman istedi. Birlikte çalışmaya karar verdik. Uzun zamandan beri böylesi aralıksız çalışmamıştık. Öztekin Öğretmen ültimatom verdi:

-Program olduğu gibi uygulanacak. Bu bizim aynı zamanda Güzel Sanatlar Bölümü’nün bir iç sınavı olacak. Hasanoğlan Köy Enstitüsü büyük bir aile. Orta, Yüksek ayırımı yok. Önce kendimizi kendimize beğendirmeliyiz.

Akşam yemeğinde konu sürekli çalışma üstüne oldu. Konservatuvardaki öğrenciler nasıl çalışıyor? Biz yakınıp duruyoruz ana 2. yılda hâlâ Seybold 1. Metottayız. Arthur Seybold denilen adam bizi düşünmeden 6 sayılık metot yazmış. Bir yılda bitirsek daha beş yıl çalışmamız gerekecek! Halil Yıldırım güldü:

-Vallahi ben emekli olana dek onları bitiremem! İbrahim Şen, geçen yaz stajını Kayseri/Pazarören’de yapmış:

-Köy Enstitülerinde öğretmenlerin keman çalışacağını hiç düşünemiyorum; ben geçen yaz üç ay içinde kemanı ya bir ya da iki kez elime alabildim. Önümüzde bir de askerlik var. Biz ne kazanırsak gene burada kazanacağız!

Kemancıların umutsuzluğuna katıldım:

-Alın benden de o kadar! Gittiğim yerde piyano olmayacağı kesin gibi. Şimdiki duruma göre dört Köy Enstitüsünde piyano bulunmaktadır. Kepirtepe, Arifiye, Kızılçullu, Hasanoğlan. Bunlara atanmak da şans işi.

Arkadaşlar karşı durdu:

-Sen numara yapma, kesinlikle burada kalacaksın! Ya, ma! dedim ama arkadaşların öne sürdüğü olasılıktan da mutlu oldum.

Hüseyin Çakar, özel olarak izin alıp Ankara’ya gitmiş. Bakanlık stajındaki arkadaşları ile birlikte Ankara’nın Başkent oluşunun kutlamalarına katılmışlar.

Meğer bugün tüm Ankara bayram yapıyormuş. Hüseyin Çakar, sınıf arkadaşları buluşup Dikmen Sırtlarına çıkmış. Dikmen, bizim kamp yaptığımızın yokuşların doruğu. Halk oraya toplanmış. Çeşitli oyunlar arasında Sinsin de oynanmış. Arkadaşlardan birileri:

-Sen çalsaydın! diye takılınca Hüseyin Çakar:

-Yok arkadaşım onların oyunları çok farklı, davul-zurna işi. Benimki, ölçülü biçimli. Uyum sağlamak olası değil. Gene de gittiğim iyi oldu, halktan kimseler oynadığına göre, farklı bir ritim beklenmemeli. Bizim Zeybekler de öyledir. Bizim Aydın zeybeğini ben çalınca halktan oynayanlar katılmaz. Melodi aynıdır ancak ritim farkı vardır. Zeybek melodilerini halktan alan Ahmet Yekta Madran, belli ses budamaları yaparak bizim çaldığımız şekle sokmuş. Mezun olan arkadaşlar kendi köylerinde bizim çaldığımız havalarla genç efeleri alıştırmaya çalışıyorlar.

Hüseyin Çakar ayrılınca ben de kalktım. Kitaplığa geçip 27 Aralık tarihinin aynı zamanda İstiklâl Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy’un ölüm tarihi oluşunu anımsayıp Ansiklopediye baktım. (Cumhuriyet/Hayat Ansiklopedisi) Mehmet Akif Ersoy 1873 yılında doğmuş, 1937 yılında ölmüştür. Babamdan 6 yaş küçük. (Doğum tarihlerini unutmamak işin sevdiğim yazarların doğumlarını babamın doğumuyla karşılaştırıyorum. Örneğin Rıza Tevfik babamdan 2 yaş küçük, Tevfik Fikret ise babamla aynı yılda, 1867 tarihinde doğmuştur.

Mehmet Akif Veteriner öğretimi görmüş, bu meslekte bir süre çalışmış, ancak kendini şiire vermiş, dinsel konuları işlemeyi yeğlemiştir. Aruz veznini Türkçe sözlere uydurmada büyük ustalık göstermiştir. Şiirlerinde dinsel konulara önem vermekle birlikte daha çok, dine saygılıymış gibi davranıp da dinin yaptırımlarını giderek gerçekten uzaklaştıranları uyarmaya çalışmıştır. Mehmet Akif Ersoy için dindar bir şairdir diyenler, Onu tam olarak anlatmamaktadırlar. Mehmet Akif dinin, gerçeğine uygun uygulanmasını istemektedir. 7 ciltten oluşan büyük eseri Safahat’ta bunu yılmadan anlatmıştır. Mehmet Akif için, salt dindar bir şair olarak bakanlara:

-Böyle olsaydı sayısız dindar geçinen kimseler, Kurtuluş Savaşı’na sırt çevirirken Mehmet Akif neden gönüllü olarak katılmıştır? Neden özel olarak İstiklâl Marşı’nı yazmıştır. Sorularını sormak gerekir. Mehmet Akif, Cumhuriyet’in ilk yıllarında T.B.M.M üyesi olarak katılmıştır. Ancak politikaya öteden beri sıcak bakmadığı için çekilmiş, dinsel konularda halkı uyandırmayı sürdürmüştür. Bir örnek:

 

    Mahalle Kahvesi

 

   “Mahalle kahvesi!” Osmanlılar bilir ne demek?

  Tasavvur etme sakın “Görmedim nedir?” diyecek.

  Dilenci şekline girmiş bu sinsi câniler,

  Bu, gündüzün bile yol vermeyen, haramiler,

  Adımda bir dikilir, azminin gelir önüne. . . .

  Zavallı yolcunun artık kıyar bütün gününe!

  Evet, dilenci sanır seyreden kıyafetini,

  Fakat bir onluğa âgûş açan sefaletini.

  Görüp de rikkate şâyan, biraz sokulsa hemen,

  Vurur şikârını tâ kalbinin samîminden!

 

   Mahalle kahvesi hâlâ niçin kapanmamalı?

   Kapansın elverir artık bu perde pek kanlı!

   Hayır, bu yerde, bu şaşkın bakılmayan yarası,

   Bu, çehresindeki levsiyle yurda yüz karası

   Hayatımızda gediktir “gedikli” namile,

   Açık durur koca bir kavmin ihtimamile!

   Sakın frengiye benzetmeyin fecaatini:

   Bu karha milletin emmekte ruh-i gayretini.

 

   Mahalle kahvesi Şark’ın/harim-i kaatilidir,

   Tamam o eski batakhaneler mukabilidir.

   Zavallı ümmet-i merhume ölmeden gömülür

   Söner bu hufrede idraki, sonra da kendisi ölür. . .

   Muhit-i levsine dolmuş ki öyle manzaralar:

   Girince nûr-ı nazar simsiyah olur da çıkar.

      Mehmet Akif Ersoy

Ölçü: Aruz.

   Ma hal le kah ve si Şar kın ha rî mi kâ ti li dir

   Ta mam o es ki ba tak hâ ne ler mu kâ bi li dir

  . - . - . . - - . - . - . . -

   Me fa i lün fe i lâ tün me fa i lün fe i lün

Günümüzde kullanılmayan sözler: Agûş, Kucak, bağır, göğüs. Şayan: Dikkat çekici, seçkin, değer. Şikâr: Av, gözlenen, aranan. Samim: Kalb, tam orta, merkez. Levsi: Kirli, pislik, kokuşmuşluk. İhtimam: Dikkat, dikkatlilik, önem verme, özen gösterme, çekili düzenli. Hufre: Bozuk, yaralı, gelişmemiş. Eski terkibler (İsim tamlamaları)

Harim -i katil: Kendine kötülük etme, kendine kıyma. Ümmet-i merhume: Yaşamayı sevmeyen, inançsız yaşayan. Muhit-i levis: Pislik bölgesi, kokuşmuş çevre. Nur-ı nazar: İçtenlikli bakış, inançlı davranış, doğru yolda olmak. . . .

Yatınca da Mehmet Akif Ersoy’u düşünüm. Tevfik Fikret’le ikisi düşüncelerini manzum olarak anlatmışlar. Ancak Tevfik Fikret, çok şekil denemiş. Hatta yeni denemeler yapmış. Bu nedenle daha zor anlaşılıyor. Ayrıca, sanki daha çok Türkçe olmayan sözler, terkipler kullanmış. Oysa yaşıtlar. Tevfik Fikret için daha usta şair denmekte ise de halkın okuyup anlaması olanaksız. Mehmet Akif Ersoy’un daha yaygın tanınması biraz da bundan olsa gerek. Bunu İstiklâl Marşı’na bağlayanlar varsa da, bunlar, onu okuyor sayılmaz. Ben kitaplarının basılmasına bakarak böyle söylüyorum. Safahat adı altında toplanan 7 kitap defalarca basılmış. Oysa Tevfik Fikret’in şiirleri bir araya getirilmemiş. Benim bir de vezin değerlendirmem var. Belki yanılıyorum ama Mehmet Akif Ersoy’un vezin kalıplarını daha kolay buluyorum. Zannımca Mehmet Akif Ersoy, halkın anlamasını göz önünde bulundurmuştur. Eleştirileri de öyle, insanları eleştiriyor. ”İnsanlar, Müslümanlar, aklınızı başınıza toplayın!” diyor. Tevfik Fikret ise Devlet Yönetimini hedef olarak seçmiş. Yer yer kişileri de uyarmakla birlikte ünlü şiirleri hep yönetimler, yöneticiler hedefte. Bu bakımdan Tevfik Fikret, daha çok Namık Kemal izinde yürümüş izlenimini veriyor.

Mehmet Akif Ersoy’da dikkatimi çeken en büyük çelişki, Safahat ciltlerinde aralıklı olarak övdüğü Batı uluslarının temizliği, çalışkanlığı, saygınlığı, kısacası onların medenî olduklarını, Doğu insanının, tembelliğini, adam sendeciliğini, pisliğini kısacası yaşama, yaşamak için bağlanmadığını, geri kalmışlığını anlatmasına karşın,

İstiklâl Marşı’nda:

   “Ulusun, korkma, nasıl böyle, bir imanı boğar,

   Medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar? deyişini büyük bir çelişki olarak düşünüyorum. . . . . . .

Fikret Madaralı Öğretmeni anımsadım, İstiklâl Marşı için:

-Kırk bir mısradır. Siz her hafta sekizini söylüyorsunuz. Küçük bir gayretle kırk bir mısraı da ezberleyebilirsiniz demişti. Bir hafta sonra otuz arkadaş içinden yalnız benimle Sami Akıncı okuyabilmişti. . . . Sami ile birer aferin almıştık. Sami’cik gene hastalanmış, üzüldüm. . .

 

28 Aralık 1944 Perşembe

 

Çoktandır çıktı çıkacak diye söyleniyordu, nihayet “Çıktı!” duyurusu ortalıkta gezmeye başlandı. İlk sayı, Ocak 1945, ikinci sayı Nisan 1945,üçüncü sayı Ağustos 1945, dördüncü sayı Kasım 1945 olarak hesaplanmış. Böylece yılda dört sayı tekrarlanacakmış. Dergi Kolu sözcüsü Bekir Semerci, ileri geri konuşanlara gerçek durumu açıkladı. İlk sayı, Yüksek Bölümdeki tüm arkadaşlara parasız verilecekmiş. Sabri Taşkın sordu:

-Parasız dağıtırsanız masrafı nasıl karşılayacaksınız? Gülenler oldu. İhsan Güvenç:

-Onu bilmeyecek ne var? 2. sayıyı iki katına satarlar! Islık çalanlar oldu. Bekir Semerci sakin sakin açıkladı:

-Genel Müdürümüz, bir süre için yardım sözü verdi. Tüm Köy Enstitülerini kapsayacağı için satışının çok olacağını umuyoruz. Dergiye yazı seçerken de bunları düşünerek olabildiğince yaygın kesimden yazı seçeceğiz! Bu kez de:

-Öyleyse bizden çok az yazı çıkacak!

-Durun bakalım, fol yok yumurta yok, nedir bu sabırsızlık! Bunu kim söyledi? sorusu dolaştı. Enver Ötnü:

-Sabırlı olalım, çocuğumuz doğmadan. . . . . Rüstem Gündüz ekledi:

-Görmediğin bir oğlu olmuş, sevinçten . . . . . . koparmış!

Kahvaltıda da dergi sözü edildi. Bizim masadan yazı veren yok. Ben verdim ama söylemedim. Benim yazımın ilk sayılık olmadığını ben biliyorum. Gene de tam umutsuz değilim.

Büyük salona geçtiğimizde gene dergi sözleriyle karşılaştık. Harun Özçelik Mehmet Başaran’a takıldı:

-Yıllardır yazdığını bildiğimiz şiirlerini sonunda dergide göreceğiz! Mehmet Başaran biraz renklenen bir yüzle:

-Şiir vereceğimi nereden biliyorsun? Harun bu kez:

-Şiir vermeyecek olsan o gruba girer misin? Altı yıldır bir birimizi tanımadık mı? Sen ne zaman bir çıkarın olmayınca hangi işe katıldın? Harun biraz yüksek sesle konuşmuştu; çevreden:

-Kepirliler kavga ediyor! diyenler oldu. Bir an bütün gözler bize çevrildi.

Gülüşerek, önemli bir olay olmadığını çevremizdekilere anlatmaya çalışırken öğretmen kapıdan girdi.

Hamdi Keskin Öğretmen, alıştığımız yumuşak sesiyle “Günaydın!” dedikten sonra :

-Bir yılı aşkın bir zamandır şiirden söz ettik. Bizim tarihimizde şiir birinci derecede sayıldığından bol bol şair yetişmiş. Oysa Edebiyat salt şiir demek değildir. Olayın bir de nasir tarafı vardır. Nesir Edebiyatımızı da bir nebze kurcalayalım. Geçen yıl Namık Kemal’i konuşurken değinmiştik, bizde nesir, şiir gibi gelişmemiştir. 1440 yıllarında Avrupa’da kullanılmaya başlayan matbaa bizde ancak 18. y. y ortalarında azınlıkların desteğiyle, Macar asıllı (Sonradan tebâ değiştirmiş) İbrahim Müteferrika tarafından kullanılmaya başlamıştır. Ancak bildiğimiz basın işleri, Tanzimat dönemine dek düzenli sürmemiştir. Tanzimattan sonra Şinasi ile başlayan gazetecilik,Namık Kemal, onun ardından Ahmet Mithat Efendi bilahare 2. Meşrutiyet döneminde günümüze benzeyen bir basın olayı doğmuştur. Nasirlerimiz de buna paralel olarak çoğalmıştır. Halk arasındaki anlatılar, masal havasında sözsel olarak sürüp gidiyordu. Denemeler hiç yapılmamış değildi. Örneğin Evliya çelebi 10 kitaplık bir seyahatname yazmıştır. Ancak bunlar, masalla gerçek arasında gelgit türündendir. Öğretmen Evliya Çelebiden parça okuyanları sordu. 10 kadar arkadaş parmak kaldırdı. Ben de kaldırmıştım. Ortaokul kitabından okuduğum bir olayı anlattım. Öğretmen güldü:

-O okuduğun parça, Evliya Çelebinin anlattığı değil, onun anlattığı olayı bir başkası senin anlayacağın şekle sokmuş, ondan anlamışsındır! dedi. Öğretmen bundan sonra Ahmet Mithat Efendiden, Sami Paşazade Sezai’den, Recaizade Ekrem’den, Halit Ziya Uşaklıgil’den, Hüseyin Cahit Yalçın’dan. Ahmet Hikmet Müftüoğlu’ndan, Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan Ömer Seyfettin’den söz edip Reşat Nuri Güntekin’de durdu. Reşat Nuri Güntekin’i tanıyıp tanımadığımızı sordu. Tanımayı yanlış anlamışım, geçen yaz buraya geldiğini söyledim. Hamdi Keskin Öğretmen güldü. Reşat Nuri Güntekin’in bizce önemli bir tarafı var, dedikten sonra yüzlerimize bakarak:

-Kendisi de bizden olduğu için bizden çok söz ettiğini söyledi. Çalı Kuşu fısıltıları oldu. Öğretmen:

-Evet, Feride Öğretmen! deyip Fatma ile Düriye’ye baktı. İkisi de okuduklarını söyleyince öğretmen:

-Başka türlüsünü beklemiyorum! dedi. Öğretmen gene yüzlerimize bakarak:

-Sadece Feride Öğretmen mi? diye sordu. Bir sessizlik oldu, fırsatı kaçırmadım:

-Yeşil Gece! dedim. Öğretmen birden gerilerek:

-Feride’nin idealine karşılık Yeşil Gece’de Şahin Öğretmen sizlere, çevrenizle ilişkiler açıdan rehberlik edecektir! dedi. Arkadaşlara bakarak:

-Okuyan, okuyan, okuyan! dedikten sonra bana dönüp:

-Kısa bir özet yapalım! deyince ben:

-Öğretmen Şahin, Medreseden yetişmesine karşın öğretmen okulu sınavlarını verir. Öğretmen olunca o da tıpkı Feride gibi Anadolu’nun herhangi bir yerinde görev ister. Tüm arkadaşları İstanbul’da kalmak için kapı kapı dolaşırken onun bu hareketi bir çoğunu şaşırtır. Ege bölgesinde hiç duymadığı bir yere (Sarıova) atanır. Öğretmen Şahin, okuduğu medrese öğretmenlerinin bir çoğunu eleştirir, onları çıkarcı, yurtseverlikten yoksun bulur. Gideceği yerlerde onlardan uzak, daha vatansever insanlarla işbirliği yapacağını umar. Ne var ki umduğunu bulamaz. Bir Üsküplü Medreseli yobaz, Hacı Emin adlı bir çirkin münafıkla karşı karşıya kalır. Gene de yılmadan çalışır. Başarıları, kendi meslektaşları tarafından da gölgelenir. Görünüşte, engelleyenler din adamlarıdır. Ancak din adamları gerçek dindar değil dalavereci takımıdır. Savaş başlamıştır, Sarıova da Yunanlılarca işgal edilir. Hacı Emin hemen Yunanlılarla işbirliği sağlamıştır. Her Yurtsever gibi Şahin Öğretmen de savaşa katılır. Büyük Savaş sonunda Ege Bölge’nin karmaşık durumundan Şahin Öğretmen de payını almıştır(!) Yıllarca Yunanistan’da tutuklu kalır. Kurtulur kurtulmaz görevine dönmek ister. Ne var ki, Hacı Emin’le çevresindekiler, yapacakları yapmıştır; onlara göre Şahin Öğretmen, bir Yunan İşbirlikçisidir, ayrıca savaş kaçağıdır. Hacı Emin’le çevresi gerçekte ne ise, o sıfatlar Şahin Öğretmene yüklenmiştir. Kısacası Şahin Öğretmen’in Sarıova’da kuyusunu kazmışlardır. Din bezirgânlarının oyuncağı durumunda olan Maarif Müdürü de sırtını çevirir. İdeallerini gerçekleştirmek için yıllarını verdiği Sarıova’ dan ayrılan Şahin Öğretmen, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde idealini gerçekleştirme sevinciyle Ankara’ya gitmek üzere Sarıova’dan ayrılır.

Hamdi Keskin Öğretmen teşekkür etti. Arkadaşlara dönerek bir de Çalıkuşu’nu hatırlayalım mı? diye sordu. On dolayında arkadaş parmak kaldırdı. Parmak kaldıranlar arasında Fatma Ersin’le Düriye Aran da vardı. Öğretmen gülümseyerek:

-Onu da geleceğin Feride’lerinden dinleyelim! Fatma ile Düriye birbirleriyle kısa bir bakışmadan sonra Düriye söz aldı. Düriye, Feride’nin Kozyatağı’ ındaki çocukluğundan başlayıp ilk öğretmenliğine dek yaşamını ayrıntılarıyla anlattı. Hamdi keskin Öğretmen çenesini bir elinin başparmağı ile işaret parmağına dayayarak dikkatle dinledi. Ders bitince öğretmen:

-O kadar güzel anlattın ki Feride gözümün önünde canlandı. Ben Çalıkuşu’nu 3 kez okudum. 2 kez kendim, 3. kez de öğrencilerimle okumuştum! Hamdi Keskin Öğretmen Düriye’ye sordu:

-Kaç kez okudun? Düriye, iki kez okuduğunu söyleyince öğretmen:

-3. ’yü sen de öğrencilerine mi bıraktın yoksa? dedikten sonra “Devam edeceğiz, bundan sonrasını da sürdürelim, emi? deyip Fatma’ya baktı.

Öğretmen çıkınca Kadir Aytekin, biraz garipsi bir tavırla:

-Bu Feride’ler merideler bize model olacaksa vay halimize! der demez bir gürültü koptu. Benzer bir ses tonuyla Mehmet Kocaefe:

-Ne o beğenmedin mi? Hacı Vakvak’tan Cinci Hoca’ya kadar modeller var önünde, seç biri git arkasından! Bu kez de kalabalıkça bir grup:

-Ne oluyoruz? diye sordu. Biz Kitaplığa koşarken tartışma sürüyordu.

Doç. Niyazi Çitakoğlu, kapıdan girer girmez Sami Akıncı’yı sordu. Sami’nin sık sık rahatsızlığını hayra yormadığını söyledi. Sağlık konusunda hepimize öğütler verdi. Kendisi de bir ara sağlık sorunları yaşamış. Ancak o doktor gözetiminde olduğundan ucuz atlatmış. Okulun sağlık durumunu sordu. Mehmet Başaran söz alarak, okulun bu konuda duyarsızlığından dem vurdu. 1941 yılında Hasanoğlan Koy Enstitüsü’nün kuruluş aşamasında tanık olduğu bir olaydan söz etti. Konuşmaya hiç niyetim yokken gerçeği söylemek zorunluluğunu duydum. Hasanoğlan Köy Enstitüsü çatısı altında bir Sağlık Bölümü olduğunu, bir kaç hemşire yanında 3 de gerçek doktor olduğunu, ayrıca Sami Akıncı’nın özel bir sorunu olduğundan sık sık Numune Hastanesine gittiğini anlattım. Mehmet Başaran’ı savunmak için de arkadaşımız Yusuf Asıl’ın Kayseri/ Pazarören Köy Enstitüsü’nde başından geçeni, buna çok üzüldüğümüzü, arkadaşın bu üzüntü nedeniyle olumsuz tavır almış olabileceğini söyledim. Doç. Niyazi Çitakoğlu benim konuşmamı takdir etti:

-Arkadaşlık budur işte, yanılanı, ”Yanıldın!” diye karşılamak yerine niçin yanıldığını irdelemek, onun nefsini korumaya yönelik nedenler aramak onurlu bir tavırdır! dedi. Ben konuşmaya başlayınca yüzü renklenen Mehmet Başaran’ın bakışı yumuşadı. Olaya ben de sevindim. Oysa kendilerini tanıdığım doktorların adlarını sıralamaya hazırlanmıştım. Biz Sami’den söz ederken Sami, gülümseyerek geldi. Öğretmen, sevinçle Sami’yi karşıladı. Önce derse geldiğini sandı:

-Senden söz ediyorduk, sensiz dersin pek tadı olmuyor! gibilerde konuştu. Ancak Sami:

-Ders hep aklımda, sizleri çok özledim ama Numune Hastanesinde son bir kontrolden geçmem gerekirmiş, yarın oraya gideceğim. Okul müdürüne evrak imzalatmam gerekiyor o nedenle geldim. Gerçekte ise aklım fikrim hep sizlerde, dersi de çok özledim! Sami, evrakları imzalatmış, ders sonuna dek kalabileceğini söyledi. Oturunca öğretmen kalkıp paltosunu Sami’nin omuzlarına koydu. Ders başından beri konu edilen Sami bu kez, içinde bulunduğu olayı kendisi anlattı. Kendisinde, akciğer zaafı varmış. Kendisi de güldü:

-Neyse bu zaaf, çekiyorum ama ben de öğrenemedim! dedi. Doç. Niyazi Çitakoğlu, belli ki teselli babında konuştu; yakın akrabalarından birine de böyle bir teşhis konmuş, akraba o teşhise göre tavır uydurarak kısa zamanda eski gücüne kavuşmuş. Sami’nin omuzuna dokunarak:

-Sen iradeli bir gençsin yakın zamanda seni gene aramızda göreceğiz! deyip bize dönerek:

-Değil mi arkadaşlar! Hepimiz bu dileğe katıldık.

Sami’nin hastalığı tüm Kepirtepeli arkadaşları kaygılandırıyordu. Staja gittiği Enstitüde rahatsız olmuş, geçiştirmiş ama sık sık ateşleniyormuş. Yusuf Asıl arkadaşımız da stajda hastalandı.

Yemekte Kadir Pekgöz konu etti:

-Bizim Kepirliler mi çürük, öteki Enstitülülerden hastalanan yok! deyince Kızılçullulu arkadaşlar karşı çıktı:

-Var ama sen duymamış olabilirsin! Ekrem Bilgin daha ileri gitti:

-Duymuşsundur ama “Bana ne?” deyip geçmişsindir. Arkasından da Mustafa Top’un, Mestan Yapıcı’nın, Ahmet Özkan’ın, Niyazi Başkaya’nın Yusuf İçli’nin rahatsızlık geçirdikleri anlattılar. Geçen yılki stajlarda da Süleyman Adıyaman ile Rıza Dönmez’in, Nuri Özyıldız’ın hastalandığını anımsattılar.

    ***

Öztekin Öğretmen gecikmeli geldi. Önceki konuşmalara göre Yılbaşı için hazırlanan program bir kez daha tekrarlanacaktı. Biz bunu beklerken öğretmen gelince programda bir değişiklik düşündüğünü anlattı:

-Biz varlığımızı önce yakın muhitimize anlatmalıyız. Yıl olarak üçüncü yıla giriyoruz. Çevremizdekiler bizim kaman çalıştığımızı duyuyor, gelin onlara bu yıl başında bir sürpriz yapalım. Çalıştığımız metottan bile seçsek, güzel çalınca olumlu etki yaparız.

Arkadaşlar da olumlu karşıladı. Kemancılar kemanlarına sarıldılar. Ben rahat kaldım. Notalarımı alıp alt piyanoya indim. İlk piyanoya başladığım Beringer’deki sevdiğim parçaları tekrarladım. Faik Canselen Öğretmenle birlikte çalıştığımız Mozart sonatın notasını buldum. (Mozart’ın 18 piyano sonatları iki kitap olarak var) Bir süre onu çalıştım. Oldukça zorlandım. Meğer, Beringer’e sadeleştirilerek alınmış. Köhel dizisi 331-545 ile Maman Varyasyonu biraz tökezleyerek tekrarladım. Öteki okullara Yılbaşı Tatili veriliyormuş, Malik Aksel-Veysel Erüstün Öğretmenleri beklemiyoruz. Gene de Malik Öğretmenin son ders notlarını gözden geçirmeyi düşündüm. Her zaman olduğu gibi Doğan Güney uğradı:

-Haydi yemeğe!

Yemekte kemancılar ateş püskürdüler:

-Madem keman çalınacak, bunu baştan düşünseydin ya! Ekrem Bilgin önsezili:

-Cumartesi konseri de suya düşebilir! Kamil Yıldırım:

-Ne olur kuzum, bir konseri kaçırsak “Kıyamet mi kopar!” Bu söz, hangi eserde geçiyor? Ben, Namık Kemal’in Vatan Yahut Silistre’sinde! dedim. Başka bir eserde de varmış. Bu tartışıldı. Gerçekte ise bu sözü bir çok insan sık sık söyler. Sonucu pek önemli olmayan olaylar için insanlar bir birini bir işe yönlendirirken söyleyiverirler:

-Yapıver canım, bunun sonunda kıyamet kopmaz!

Yemekten sonra Kitaplığa gidip Hayat Ansiklopedisinden padişahlar adına yaptırılan Süleymaniye, Sultan Ahmet camileri ile adını yeni öğrendiğim Güvercinli Cami’yi okudum. (Yeni Cami) Nedense Güvercinli Cami’nin adı gibi yapılışı da karışık. Beş altı padişah zamanında yapıldığı için ad seçememişler. 74 yılda yapıldığını okuyunca iyice şaşırdım. Cami’nin yapımına 3. Murat zamanında başlanmış. (12589) 3. Mehmet, 1. Ahmet,1. Mustafa, 2. Osman,4. Murat, Deli İbrahim, olmak üzere 6 padişah zamanında tam 70 yıl yarım olarak beklemiş, sonunda 7. Padişah 4. Mehmet 1663 yılında tamamlatmış. Sanırım bunun için o güzel camiyi bir padişaha layık görmeyip Yeni Cami olarak adlandırmışlar. Gerçekte caminin yapılmasını başlatan 3. Murat’ın Eşi, 3. Mehmet’in annesi Safiye Sultan’mış. Bitişine de gene bir bir padişah annesi (4. Mehmet) Turhan Sultan olmuş.

Ansiklopedide Süleymaniye ile Sultan Ahmet Camileri de anlatılıyor ama, onları okuyup geçtim. Malik Aksel Öğretmen anlattıktan sonra gerekirse onları da özet olarak yazacağım.

Yapı Kolu bölümüne uğradım. Halil Basutçu elinde koca bir cetvelle plan çiziyor. Bir yatılı bölge okulu için plan hazırlıyormuş. Sili Usta’nın ısrarıyla az kalsın Yapı Koluna geçecektim, geçmediğime sevindim. Plan çizmek, sanırım sevmeyeceğim bir iş olacaktı. Piyano çalışmak ondan kat kat zevkli. Gene de arkadaşa övücü sözler söyledim. Halil arkadaş seçiminden hoşnut. Ayrılmak üzereyken hoşuma gitmeyen bir soru sordu:

-Sen Mehmet Başaran’ı neden sevmiyorsun? Doğrusu bunu beklemiyordum. Sorusuna bir soruyla karşılık verdim:

-Sen bunu bana niçin sordun? Şundan, şundan dolayı sevmiyorum dersem, nasıl karşılayacaksın? Onlar için de birer soru sormaya niyetli misin? Mehmet Başaran’ı sevmediğim hakkında o sana bir şey dedi mi? Onunla senli benli isen önce onu sevilecek bir duruma getirmeyi dene. Onu sevmeyen tek ben isem, hemen özür dileyip boynuna sarılacağım.

Arkadaş, yumuşak bir tavırla, hemen öyle sorduğunu, arkadaşın eskiden beri sevimsiz çıkışları olduğunu, sınıf arkadaşlarınca pek sevilmediğini tekrarladı. Ben de eskiden farklı bir tarafını göremediğimi söyledim:

-Sen yeni meziyetlerini saptamışsan onları bana da anlat ki yeni bir tavır takınayım! Arkadaş konuyu değiştirdi, birlikte yatakhaneye döndük ama yatınca uzun uzun düşündüm. Arkadaş, sessiz sakin plan çizerken böylesi olayları mı kurcalıyor acaba?

Altı yıllık arkadaşlarım, Halil Basutçu ile Mehmet Başaran. İkisini bir arada hiç düşünmemiştim! Apayrı yaratılışta insanlar! Halil Basutçu’yu çok iyi tanıdığımı sanıyordum, şu anda da fikrim değişmiş değil. Belki de hemen öyle sordu da, ben sert karşılayınca duraksadı. Arkadaşın son sınıfta geçirdiği hastalığı anımsadım. “Yarım baş ağrısı!” deyip duruyordu. Oysa bizim köydeki Şehri Teyze:

-Arkadaşın sırılsıklam aşık, sevdiğini söyleyemediği için boşalamıyor, sıkıntısı başına vuruyor! demişti. Bunu ona söyleyemedim ama hastalığının gelip geçici olduğu konusunda oldukça diretmiş, onu yatıştırmıştım.

 

29 Aralık 1944 Cuma

 

Benim gibi Halil Basutçu da akşamki konuşmamızdan rahatsız olmuş, Uyandın mı? deyip yanıma oturdu. İlk sözü:

-Akşam biz neyi tartıştık? O arkadaş için fikrimizi değiştirecek bir gelişme olmadı ki! Eskiden neyse gene o. Senden ayrılınca bir daha düşündüm. Sen onu önemsiyor gibi görünüyorsun. Oysa, Almanca dersi dışında hiç bir ilişkiniz yok. O Tarla-Bahçe Bölümünde sen Güzel Sanatlar’ da. . .

Konuşa konuşa kahvaltıya gittik.

Kahvaltıda konu, öteki bölümlerin öğretmenleri gelmemiş, bizimkiler neden geliyor? “Bizimkiler arada gelmedi, eksiklerini tamamlayacaklar!” diyecek oldum birden çıkışanlar oldu. Söylenenlere aldırmadan:

-Bugün, İstanbul’daki Güvercinli Cami’yi okuyacağız, 76 yılda yapılmış! deyince kimse inanmadı. Gene de anlattım. Üstelik Kadir’in köylüsü Sadık Amcanın hikâyesini de ekledim. Sadık Amca güzel seslidir. Şarkı söyler. Bizim plâklardan şarkılar aldığını ekledim. İstanbul’da (Sirkeci) arkadaşlarıyla gezerken bir ezan vakti camiye girmişler. Görevli, konukları iyi karşılamış. Gerçekte o da Edirne köylerinden gelmeymiş. Arkadaşları, Sadık Amca’nın ezan okuduğunu söyleyince, görevli dinlemek istemiş. Camide öteki görevliler de Sadık Amca’nın sesini çok beğenmişler, bir öneride bulunmuşlar:

-Gel yarın oku! Sadık Amca için bir macera olmuş, ertesi gün çıkıp ezan okumuş. Caminin sürekli gelenleri o denli beğenmişler ki, sürekli kalmasını önermişler. Olur- olmaz derken Sadık Amca düşünmek için zaman istemiş. Köye döndüklerinde bu büyük bir olay olmuş. Bir süre sonra İstanbul Müftülüğünden kendisine sınava girmesi için yazılı öneride bulunulmuş ama Sadık Amca köydeki düzenini bozmak istememiş. Ancak köyde birden yıldızı parlamış. 20 yıldır muhtarlığı bırakmayan Tıkanık Ali Ağa, ilk seçimde muhtarlığı Sadık Amca’ya kaptırmış.

Sadık Amca dediğimi Kadir Pekgöz bildiği için ona da soran oldu. Kadir pek ender olarak yaptığı tanıklığı bu kez canıgönülden yaptı. Çünkü ilkokulu, Sadık Amcanın oğlu ile birlikte okumuştu.

Konu bu kez insan sesi üstüne kaydı:

-Kimi insanların sesi neden çok güzel oluyor? Nihat Şengül, güzel sesi, düzgün sese çevirtti.

Düzgün ses, güçlü ses, akıcı ses! diyerek salona gittik. Az sonra da öğretmenler geldi.

Malik Aksel Öğretmen “Günaydın!” deyip hemen sobayı yokladı. “İyi!” deyip gülümseyerek oturdu. Gözlüğünü sildikten sonra kaldırıp bir de kontrol etti. Oldukça etkili bir sesle:

-Bir yılı daha geride bırakıyoruz, gençler bir yaş kazanıyor, yaşlıların ne yaptığı pek bilinmiyor! deyip güldü. Arkadaşlar:

-Onlar da kazanıyor efendim! deyince Malik Aksel Öğretmen bu kez:

-Öğrenciler ne yapıyor ben aslında onu merak ederim! deyip gene güldü. Bu kez hepimizi göz altına alarak dik dik baktıktan sonra:

-Geçen bu bir yılda neler öğrendik, bir tekrarlayalım mı? diye sordu. “Tekrarlayalım”, “Siz bilirsiniz!” karşılıkları verildi. Öğretmen önündeki dosyaya bakarak:

-Ben notlarımı açıyorum, konuştuklarımızı yazdıysanız siz de açabilirsiniz! diyerek gene yüzlerimize baktı. Sınav şeklinde soru sormayacağı anlaşılmıştı, arkadaşların yüzleri biraz yumuşadı. Öğretmen Sanat Tarihi konusunda uzunca bir özet yaptı. Sanatın doğuşunu, gelişmesini, sanatı geliştiren toplumların giderek ötekilerden öne geçtiğini anlattı. İlk dönemlerde avcılıkla sanat arasındaki ilişkiyi sonraları savaşla bağlantıladıktan sonra günümüzde zanaat dediğimiz kaba sanatın başlangıcı olarak niteledi. Günümüzde moda olarak önemsenen giyim eşyalarının başlangıçta havanın etkisinden korunma olarak başladığını oysa bugün, korunma ikinci plâna itilerek göze güzel görünme amaçlandığını, öyle ki uygar ülkelerde bunun çılgınlığa yöneldiğini söyleyerek gülümsedi. Sanatın, zanaattan doğduğunu, bunu anlatmak için en güzel örneğin giyim kuşam gelişmesiyle örneklenebileceğini tekrarladı. Bundan sonra mimari eserlerden örnekler verdi. Soğuktan, yağmurdan korunmak için yapılan en ilken barınakların gelişe gelişe Ayasofya ya da Dolmabahçe gibi muhteşem yapılara dönüşmesi sanatın gelişmesini anlatan bir altın zincirdir! dedi. Bu altın zincire halka takan uluslar vardır, henüz bu zincire bir halkacık olsun takamayan uluslar vardır, biz bu açıdan ulusları değerlendiriyoruz; Geri kalmış uluslar, Uygar uluslar. Buradaki geri kalmışlığı, sanat yönünden ele aldığını, yoksa geri kalmışlık devletin iriliği-ufaklığı anlamında olmadığını. Koskoca Met İmparatorluğu yanında Eski yunan bir avuç insandı. Ancak Eski Yunanlı uygardı, Metler ise geri kalmıştı. Metler savaşıyordu ama savaşları yakıp yıkmaktı. Buna karşın Eski Yunanlı yaratıcı idi, geliştirdiği yenilikler sonunda Met İmparatorluğunu ortadan kaldırdı. Bir de Roma örneği vardır. Romalılar da yakıp yıktı, ancak girdikleri ülkelerin sanatlarını yok etme yerine geliştirip Romalılaştırdılar. Örneğin bir kaç yüz kişilik Yunan tiyatrolarını binlere, hatta on binlere çıkardılar. İyonya denilen Ege bölgesinde eski Yunan tiyatroları vardı, ancak Romalılar onları Romalı yaptı. Aynı bölgeye yüz yıllar sonra biz de geldik. Ne oldu? Ne olacak? Söküldü atıldı, kalıntıları günümüze kaldı. İşte söz konusu altın zincire Romalılar bir halka taktı ama bizim takamadığımız söyleniyor. Size bu konuda bir başka örnek verebilirim. Kristof Kolomb 1492 yılında Amerika kıtasına çıkınca orada insanlarla karşılaştı. O insanlar kendilerine göre bir düzen kurmuş yaşayıp gidiyordu. Ancak yaşayış şekilleri çok başka olduğundan gelenlerle uyuşamadılar. Yüzyıllar süren bir didişmeden sonra onlar yok oldular. Soyları mı kazındı? Olur mu? İnadına da olsa büyük topluma sığınıp uydular. Bizim atalarımız da muhteşem Roma tiyatrolarına “Tü kaka!” deyip bakmışlar ama, bakın sizler tiyatro dersi görüyorsunuz. Gelecekte kuşkusuz o harap Roma tiyatroları onarılıp kullanılacaktır. Acı ama gerçek, atalarımız büyük bir yanlış yapmıştır. Bu nedenle Batılılar bizi uygar ülkeler arasına almamakta direniyor. Osmanlı döneminde hiç saymıyorlardı. Atatürk’ün işaretiyle Batı’ya yönelince günümüzde o eski katı tavırlar değişti. Gençlerimiz gidip Batı okullarında okuyabiliyor, Kızlarımız yarışmalara katılıp, derece alıyor. Sporcularımız, kendilerini saydırıyor. Kılık kıyafetimizle onlardan farksızız. İnsanlığın dizdiği sanat zincirinin bir halkası kesinlikle bizim olacak. İşte sizler bu yolun emekçileri. Okuduğunuz dersler, herhangi bir Batı okulundan farksız. Yabancı dillere biraz daha candan sarılırsanız, Batı denilen, gerçekte günümüz değerlerini daha yakından tanıyıp kendinizi ona göre yönlendireceksiniz. Hele güzel Sanatlardan birine yaslanırsanız, Batılıların çoğu size gıpta edecektir. Uygarlık demek hattı zatında, kişilerin Güzel Sanatlarla olan ilişkileriyle ölçülmektedir. Bir söz vardır, sık sık tekrarlanır:

-Sanat altın bileziktir! O altın bileziği koluna takan Uygarlık Alanı’nda serbestçe dolaşmaktadır.

Malik Aksel Öğretmen gülümseyerek sordu:

-Derslerde konuştuğumuz yerler, ele aldığımız konular tekrarlanmadan da Sanat üstüne konuşulabiliyor. Dinlediniz, ne ad andım ne de mekândan söz ettim. Umarım, benim dediklerimin, bir yıllık bir ders programının özeti olduğunu anlamışsınızdır! Öğretmen çantasını toplarken parmak kaldırdım. Öğretmen başını kaldırmadan:

-Sor bakalım! dedi. Soru sormayacağımı, yıllardır sormak istediğim bir sorunun cevabını sizi dinleyince kendim buldum! deyince öğretmen başını kaldırarak sordu:

-Neymiş o? Anlattım:

-Orta Okul 1. Sınıf tarih dersinde Eski Yunanistan anlatılırken, Yunan Yarımadasına kuzeyden göçler gelir, gelenler bir öncekilerin yaptıklarını yıkıp kendileri yeni bir düzen kurarlar. Ancak, İyonlar, kendilerini rahatsız eden göçleri önler, uzunca bir zaman yaşadıkları gibi oldukça da uygarlaşırlar. İyon tarzı denilen sütün başlıklı taş ya da mermer sütunlu binalar yaparlar. Gene bir göç dalgası gelir, İyonların saltanatı son bulur, gelenler Dorlardır. İyonlar çaresiz Dor’ların egemenliği altına girer. Göçebe olan Dorlar bir süre sonra yeni bir mimari tarz oluşturmuştur. Sütun başlıkları İyonlardan farklıdır. Bu yeni mimari eserlerin biçimi Dor usulü adını alır. Ben, vahşi Dorların, İyonları geride bırakacak ölçüde binalar yapmasına şaşıyordum. Bunu, o zamanlar öğretmenlere de sormuştum, ancak aklıma uygun karşılık bulamamıştım. Şimdi siz, Romalıları örnek verince düşündüm ki, Dorlar da Romalılar gibi öncekilerin yaptıklarını benimseyip onları geliştirerek daha güzelini yapmışlardır. İyonlar, sütün başlarına köşeli başlıklar koyarken Dorlar bu başlıkları süsleyerek yeni bir sütun başlığı ortaya getirmişlerdir.

Malik Aksel Öğretmen gülümseyerek:

-Daha yeni örnekler beklerdim; niçin çok eskilere gittin? Buna Selçuk Mimarisi ile Osmanlı mimarisini de örnek gösterebilirdin. Edirne’yi gördüğünü söylüyordun, orada bunun çok güzel örnekleri vardır. Eski Cami ile Selimiye’yi karşılaştırman yeterliydi! dedikten sonra teselli etti; bir başka zaman da onu söylersin, önemli olan sanatta gelişimi kavramak, her zaman, her alanda örnekler vardır. Sizin müziğinizde de bol bol örnekler bulabilirsiniz, önemli olan olayı uygun yerine koyabilmektir. (Malik Öğretmen “Teşmil etmektir! ) deyip ayrıldı. Arkadaşlar “Teşmil!” sözünü tekrarlarken Veysel Öğretmen geldi. Ekrem Bilgin, dayanamadı, hemen sordu:

-Teşmil etmek ne demek? Veysel Öğretmen gülümseyerek:

-Bunu Malik Öğretmenden sorsaydın ya, o bunu çok kullanır! deyince olayı anlattılar. Veysel Öğretmen, sözün bir çok anlamda kullanıldığını, benzetmek, yerine koymak, uygun bulmak, uygulamak anlamlarında kullanıldığını söyledi.

Veysel Öğretmen köşeleri işaretli kağıtlar dağıttı. Konu serbest, istediğimiz konuda bir resim yapmamızı söyledi. “Buna, bellek model çalışması da diyebilirsiniz!” dedi. Birden aklıma bizim Kahve geldi. Önü asmalı, çatıda güvercinler. ilginç buldum. Binanın ön görünüşü çok kolay, yola karşı, alçak bir çit girişi, ortada kapı, iki yanda iki pencere, iki köşe de kırık çatı. Güney tarafında bir dut ağacı. Sandığım kadar kolay olmadı ama gene de bizim kahveye benzedi. Verince öğretmen sordu:

-Fotoğraftan mı baktın? Fotoğraf olmadığını ancak tüm çocukluğun o kahvede geçtiği için fotoğraf gibi aklımda olduğunu söyledim. Serbestçe oturduğumuz için ben piyanonun taburesine ayrılmıştım. Arkadaşlardan azıcık uzaktım. Kimin ne yaptığı ile ilgilenmemiştim. Meğer arkadaşlar hep hayvan modeli seçmişler. Doğal olarak da hayvanlar, gerçeklerine hiç benzemiyordu. Veysel Öğretmen benim resmi göstererek:

-Modeline en uygun olarak benim resmi gösterdi. Birden çok gururlandım. Ne var ki sevincim kısa sürdü; öğretmen ayrılınca köşeye çekilip fotoğraftan yararlandığım öne sürüldü.

Yemekte de benim resim konuşuldu. Nihat Şengül, kestirip attı:

-Ne tartışıyoruz arkadaşlar, biz, hayvandan başka bir şey düşünemezken arkadaş, evini ya da kahvesini düşündüğüne göre aramızda bir fark var, demektir. Resmi var da yararlanmışsa “Helâl olsun!”; hangimizin cebinde evimizin resmi var? Kamil Yıldırım hemen babasından evin resmini isteyeceğini söyleyince herkes güldü:

-Geçmiş ola, telaşa gerek yok yazın kendin çektirirsin, 1945 Aralık ayı sonunda işine yarar! Biz şamata ederken duyuru yapıldı:

-Yüksek Bölüm 1. 2. sınıflar, Askerlik dersi için saat 14:00’te Büyük salonda toplanacak!

Yemekten sonra bizim salonda bir süre çalıştık. Bölüm Başkanı askerlik dersi olayını duyunca alnını kırıştırarak:

-Bu alaturkalıktan kurtulamadık gitti. Askerlik dersi bir dersse neden bunu belli bir güne, bir saate koymuyorlar? diye söylendi. Bize dönerek:

-Olanlar size oluyor, bakın ben şimdi yapmayı düşündüğüm çalışmayı pazar gününe kaydıracağım. İsterseniz yarınki konseri feda edelim! deyince arkadaşlar:

-Pazar günü çalışalım! dediler. Öğretmen bir süre alaturkalık üstüne konuştu. “Alaturkalık”ı bilgisiz insanların, önlerine bir problem çıktığında ilk aklına gelen şekliyle çözüm yapmaya çalışma olarak tanımladı: “Böylesi insanlar için “acaba?” tereddüdü olmaz. Hele şöyle yapsam, böyle yapsam deneme fikirleri de yoktur. Böylesi komutanları düşünün, ”Düşman geliyor!” uyarısı üzerine saldırı emri verir. Bittabii savaşı kaybeder. Koskoca İmparatorluğu bu tur alaturka davranışlar nedeniyle yok ettik. Yazık ki hastalığın yer yer sürdüğünü üzülerek görüyoruz!”

Oldukça kalabalık (180 öğrenci) olarak salonda toplandık. Yüzbaşı Sıtkı Ulay yanında bir Üsteğmenle geldi. Üsteğmeni tanıttı:

-Nazif Üstün, Topçu Üsteğmen. O şimdi size topçu sınıfını tanıtacak. Yeni bir uygulama yapacağız. Her sınıfın uzmanları gelip sizlere sınıflarının (detaylarını) ayrıntılarını anlatacak.

Üsteğmen yakasındaki rengi göstererek söze başladı. Normal zamanlarda piyadelerin bir buçuk yıl askerlik süresine karşın topçuların neden iki yıl askerlik yaptığını anlattı. Topların, piyade tüfeğine göre faikiyeti olduğunu söyledi. Sıtkı Ulay açıkladı:

-Toplar, göründüğünden daha karmaşıktır, onun ayrıntılarını öğrenmek zaman alır! dedi. Haşim Kanar parmak kaldırdı. Yüzbaşı Sıtkı Ulay sert bir tavırla sordu:

-Sorun bana mı? Haşim Kanar duraladı, “İkinize de!” deyiverdi. Üsteğmen gülümsedi. Yüzbaşı Sıtkı Ulay:

-Acemi erat, kafasına takılanı sormadan önce nasıl soracağını düşünmelidir. Askerlikle sivillik arasında en büyük fark budur. Sen yeni gelenlerdensin, eskilere sor onlar neden soru sormuyorlar? Soru sormak, o sorunun cevabını almaktan daha önemlidir. Bunu öğrenelim! deyip Üsteğmene başıyla (devam etmesi için) işaret etti. Üsteğmen 1770 yıllarında başlayan Osmanlı ordusundaki ıslahatların önce topçuluk sınıfında olduğunu, haytalığa alışmış olan Yeniçerililerin en çok topları öğrenmekten kaçmak için ihtilâllere baş vurduğunu anlatırken Yüzbaşı Sıtkı Ulay söze karıştı:

-Etme bulma dünyası, sonunda da onların fitne yuvalarını o sevmedikleri toplar yıktı! Ya!. . . deyip gülümsedi. Üsteğmen topçu sınıfının öteki sınıflardan çok şeyler öğrendiğini, o nedenle topçuluğun, piyade artı süvari sınıflarına eşdeğer sayıldığını anlattı. Topların atlarla çekilmesi nedeniyle, süvarilik yaptıklarını, öte yandan topları karada yerleştirip kullandıklarından piyadelik ettiklerini söyledi. Topçu sınıfı subaylarının da öteki sınıflara göre daha iyi yetiştiğini, Kurmay sınavlarında onların daha başarılı olduğunu, generalliğe geçişte de topçuların sayısal üstünlüğünden söz etti. Yüzbaşı Sıtkı Ulay, başını döndürünce Üsteğmen Haşim Kanar’a bakarak:

-Senin sorunu hep sorarlar, yalnız topçular için değil tüm sınıflara yönelik haksızlıklardan söz edilir. Askerlikte en dûn (düşük) görev sakalıktır. Kimler saka olur? Öteki işlerde başarılı olamayanlar! Ordu, merhamet yuvası değildir.

Yüzbaşı Sıtkı Ulay kalkarak konuştu:

-Siz sivilsiniz, olaylara o zaviyeden (açıdan) bakmakta haklısınız. Üstelik öğretmen olacaksınız, teraziniz sürekli merhametten tarafa dönecek. Bunu unutmayın, sizin terazinizle yurt savunulmaz! Askerler gerçekte gaddar değildir ama gaddar görünmek zorundadır. Düşmanla ölüm kalım savaşı verirken acımadan öldürdüğü düşmanın yaralısını görünce sırtına alıp, tedavisi için saatlerce taşır.

Yüzbaşı Sıtkı Ulay Üsteğmen Nazif Üstün’e teşekkür etti. Çizmelerini sertçe vurarak selâm verip ayrıldı.

Bir süre kimse yerinden kımıldamadan oturdu. Haşim Kanar’a takılanlar oldu:

-Sen zaten topçu sınıfına ayrılamazsın, boyun uygun değil, (Haşim’in boyu kısa) neden o soruyu sordun? Haşim konuşmayı seven biri herkese cevap vermeye kalkıştı. Kahkahayla gülenlerin yanında ona destek olanlar da çıktı.

Bir grup da kızların Askerlik dersine niçin girdiğini tartıştı. Kızlar, öteki yüksek okullarda da askerlik derslerine giriyormuş, ancak kamplara katılmıyormuş. İleri geri konuşulmaya başlayınca kızlar kalkıp ayrıldı. Kızları, topluca gözleyebildim. Tam karşımda topluca oturmuşlardı. Yüzlerini bakınca, içlerinde en şirinlerinin bizim bölümdeki Yıldız olduğu kanısına vardım. Kızılçullu’dan gelme Mahide Kiremitçi de mavi gözlü, güzel yüzlü ama çok solgun, hasta gibi renksiz. İçlerinde en göze batan Pakize Yılmaz. Kendisine bakıldığını anlayınca yüzü kızarıveriyor. İki kez göz göze geldik, ikisinde de başını çevirdi. Bunun bir anlamı var mı? Oysa bizim salona geldiğinde çok rahat konuşmuştuk.

Arkadaşlar kalkınca ben de onlara katıldım. Oldukça rahatım; pazartesi ders yok. Bana göre ders, piyano saatini geçirmek oluyor. Faik Canselen Öğretmen gelip hoşnut ayrılırsa sanki hafta geçmiş gibi hafifliyorum.

Arkadaşların çoğu gelmemiş, salon oldukça tenha, salondaki piyanoya oturdum. Doğan gelip yanıma oturdu; “Beni sadık bir dinleyicin olarak say, kemanı çok seviyorum ama seni dinledikçe piyanoya karşı da büyük bir istek duymaya başladım!” Salonda az da olsa keman çalışanlar olduğundan alt piyanoya geçtik. Geçmiş parçaları birer birer tekrarladım. Doğan, Bach-Wachet auf’u dinleyince iyice değişti:

-Bunu ne zaman çaldın, ben hiç mi dinlemedim? diye sordu. Oysa, onların geldiği günler akşam sabah onu tekrarlıyordum. Parçanın sol anahtar partisini tek ses görünce kemanla çalmak için istedi. Parçayı ezber çaldığım için notayı verdim. Doğan gitti. Bir süre sonra sevinerek geldi:

-Parça kolaymış be yahu, ben böyle parçaları çalabiliyormuşum, neden şimdiye kadar bunu denemedim?

Birlikte yemeğe gittik.

Yemekte konu yarınki konser, kimlerden neler çalınabilir? Her arkadaş kendi açısından olasılıklar öne sürüyor. Tahminlerle istekler genellikle karışıyor. Kemancılar genellikle keman konçertolarını beklediklerinden, onları sıralıyorlar. Mendelsshon mi, minör konçerto, Beethoven, Brahms, Tschaikovsky. . . Burada bitmiyor, Johann Sebastian Bach, Josef Haydn, Mozart, Max Bruch, Antonin Dvor’ak, Edvard Lalo v.b. daha nice bestecinin konçertoları var. Johann Sebastian Bach’ın keman konçertolarının sayısını bilmiyorum ama Josef Haydn’ın 4, Wolfgang Amadeus Mozart’ın yedi keman konçertosu olduğunu biliyorum. (7. . Konçerto, Keman-Piyano için) Bu kez de sorular başladı:

-Biz bunların hangisini dinledik? Mendelsshon, Beethoven, Dvor’ak sayıldı. Eduard Lalo’yu ekledim. “Sahi be!”ler tekrarlandı.

Yemekten sonra Kitaplığa uğradım,15 Aralık tarihli Varlık gelmemişse yarın almayı düşünmüştüm. Bizim Kepirlilerin bir bölümü toplanmış sinirli sinirli konuşuyorlardı. Halil Basutçu:

-Neredesin arkadaş, sana ihtiyacımız var, gel! dedi. Sami Akıncı’yı anımsadım, iki gün önce konuşmuştuk, yoksa beklenmedik bir durum mu oldu? Meğer olay bambaşka bir nedenden kaynaklanıyormuş. Çıktı çıkacak diye söylenegelen dergi nihayet çıkmış. Bunda ne var, beklenen oldu işte diyecek oldum; elimden çekip oturttular. Dergi çıkmış ama, dergiye alınan yazılar, üzücüymüş. Açıklanmasını istedim. Derginin ilk sayısında bu yapılmamalıydı! diyenler oldu. Harun Özçelik öfkeli öfkeli olayı anlattı:

-Yaptığı kimbilir kaçıncı hırsızlığı arkadaşımız Yusuf Asıl’a yamamaya kalkışan hırsız Durmuş Ali Uğur, sözde okuldan kovulmuştu. Buna inanmayanlardan biri de sendin. “O kovulmadı, korundu!” dediğini anımsıyorum. İşte o korunan hırsızın yazısını ilk sayıya koymuşlar. Yusuf benden dergi bekliyor. Bu dergiyi ona göndermek küfür yerine geçecek. Arkadaşın sinirini bile bile nasıl bozabilirim?

Dergi Kolu’ndaki arkadaşımız Mehmet Başaran’ı sordum; o buna ne diyor? Acımsı acımsı gülenler oldu:

-O bencil yaratık, arkadaş düşünür mü? Kendi yazılarını sokuşturmaya bakar. O kola girmek için bu nedenle çırpınmıştı. Dergiyi henüz gören yok. Harun’un bölümündeki arkadaşları söylemiş. Harun da sıcağı sıcağına Dergi Kolu sorumlusu Bekir Semerci’ye sormuş. Bekir Semerci, bir iki kem küm etmiş, arkasından da; “Arkadaşın suçlu olduğuna dair elinizde bir belge var mı?” diye sormuş. Salih Baydemir birden:

-Vay komünist vay! deyiverdi. Salih’in söyleyişi ilginçti; çünkü Salih Baydemir oldum olası bu tür dedikodulara girmez kimseye de sataşmazdı. Halil Basutçu Salih Baydemir’e sordu:

-Komünist ne demek? Salih biraz sertçe:

-Rusya yanlısı, ben öyle biliyorum; yanlış mı? Başka gelenler olunca kalktık.

Yatınca olayı bir daha düşündüm; Bekir Semerci’yi iyi tanırdım, Çifteler’deki olayı o anlatmıştı. Mahkemeye verilenlerin adlarını da ondan duymuştum. Ayrıca Dergi Kolu sorumlusu olarak Bekir Semerci’yi Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’un seçtiği biliniyordu. Şimdi neden böyle konuşmuş olabilir? Durmuş Ali Uğur, uğursuzun korunduğunu biliyorduk. Ceza almadan ayrıldı. Yazıyı ne zaman yazmış, kimin eliyle Dergi Koluna iletmiş? Bir süre düşünüp olayı çözmeye çalıştım. Acaba yeterince yazı verilmedi de çaresiz kaldıklarından mı o yazıyı aldılar? Ayrıca yazının konusu nedir? Yoksa, hırsız yalanlar uydurup kendini haklı mı çıkarmaya çalışıyor?

Salih Baydemir’in çıkışına güldüm:

-Komünistlik, Rus yanlılığı! dedi. Rus, sözü babamı anımsattı. Babam, Rus demez, Moskof der. Onu da başka sözlerle donatır:

-Moskof, kalabalık, büyük Gâvur, Sırpları, Bulgarları, Tatarları, Çerkezleri, Rumenleri kullanıyor. Özellikle Tatarlar, Moskof’un köpeğidir! der, sözü Plevne savaşına getirir.

 

30 Aralık 1944 Cumartesi

 

Halil Dere geldi:

-Onu çok özledim, dersimiz yok; geliyorum! Yılın son konserinde o güzeli görmek istiyorum. Sevindim. Halil Dere, geniş yürekli, neşeli arkadaş, konu bulup beni konuşturarak rahatlatıyor. Akşamki sıkıntım birden dağıldı. Hiç değilse bugün başka konularla avunacağım. Geçen hafta sürünerek yanımızdan geçmesine karşın yüzünü tam olarak göremediğimiz Kınalı Saçlı bu kez bize bakarak geçer, gülümser, al yanaklar çukurlaşır. (Gamzeler)

***

Kahvaltıda, az önceki kuruntularım kaygıya dönüştü. Geçen hafta Yıldız’lar, kendi arkadaşlarıyla gezdiği için Halil Dere ile ikimiz baş başa kalmıştık. Bu hafta kızlar gene bizimle gelirse, Halil Dere nasıl bir durum takınır?

Arkadaşlar gene çıkan dergiden söz ettiler. Ekrem Bilgin konuştu:

-Benim kimseye güvenim yok, Genel Müdür, “Dergiye şiir konursa sınırlı konur, bizim dergimiz sanat dergisi değil!” demesine karşın dergi şiir doluymuş; bu doğruysa o dergiyi okumam!

Ekrem bana da sordu:

-Sen ne diyorsun? Şiir sevdiğimi, iki defter dolusu şiir topladığımı, şiir tutkumun daha ilkokulda başladığını anlattım. İlk şiir okuyuşumu ayrıntılarıyla tekrarlayınca arkadaşlar hep güldü. Nihat Şengül dokunmadan edemedi:

-Sen anadan doğma kıskançmışsın be birader! dedi. Trakya Genel Valisi Abidin Özmen’in dersliğimize geldiğinde Yahya Kemal Beyatlı’nın Mahurdan Gazel’ini okuyuşumu anlatınca ise cesaretimi alkışladılar. Ancak hemşerim Kadir olayı anımsamadığını söyleyince azıcık sinirlendim. Hemşerim hep böyle yapar. Halil Yıldırım “o şiiri şimdi okusana!” deyince Mahurdan Gazel’i okudum.

 

    Mahûrdan Gazel

   Gördüm ol mehdüşuna bir şal atım Lâhûr’dan

   Gül yanaklar üstüne yaşmak tutunmuş nûrdan

 

   Nerdübanlar bûsiş-i nermîn-i dâmânıyle mest,

   İndi bin işveyle bir kâşâne-i fafûrdan

 

   Atladı dâmen tutup üç çifte bir zevrakçeye

   Geçti sandım mah-ı nev âyine-yi billûrdan

 

   Halk_ı Sa’âdabâd iki sâhil boyunca fevcfvc fevc

   Vade-yi teşrîfine alkış tutarken dûrdan

 

   Cedvel_-i Sîm’in kenârından bu avâzın Kemâl

   Koptu bir fevvâre-yi zerrin gibi mâhûrdan

   

     Yahya Kemâl Beyatlı

 

Şiiri okuyunca bir suskunluk oldu. Adaş olarak konuştuğumuz İbrahim Şen:

-Adaşım sen bizlerden yaşça büyük olduğun gibi çok da bilgilisin, bizim aramızdan olmaktan üzüntü duymuyor musun? diye sordu. Hemşerim Kadir gene bir yolunu bulup taşı gediğine koydu:

-Ağabey benim Hüseyin ağabeyimin yaşıtı, ilkokulu birlikte bitirdiler. Bu kez de Kamil Yıldırım:

 

-Öğleyse sen bu şiiri Hüseyin ağabeyinden çok dinlemişsindir? Kadir, duraksadı, bir şeyler söylemeye hazırlanırken Halil Dere yetişti:

-Treni kaçıracaksınız! Biraz hızlı yürüyerek durağa indik.

Durakta kızların gelmediğini görünce Doğan’a sordum. Doğan:

- Onlar bugün görevli, Yılbaşı hazırlığı yapacaklarmış. Birden sevindim,:

-İşte bu güzel oldu!. . . Nedense Halil Dere ile onları bir arada bir türlü düşünemiyorum. Halise hiç konuşmuyor. Necmiye zaten doğuştan suskun. Yıldız’ın konuşmaları da hep çocuksu. . . .

Halil Yıldırım, Halil Dere’ye takıldı:

-Adaşım, aramızda hiç Muğlalı yok, iyi ki ara sıra bize katılıyorsun! Halil Dere, ciddi ciddi karşılık verdi:

-Müzik benim için çalışılacak bir yaşam uğraşı değil, çalışıldıktan sonra dinlendirici bir olay. O nedenle ben sizlere salt dinleme olayında katılıyorum. Nihat Şengül ise Halil Dere’yi eski Avrupa soylularına benzetti, onlar da kendileri müzik bilmez ama iyi birer dinleyici imişler. Ancak onların, farklı bir tarafı varmış, bestecilere eser ısmarlayıp onların geçimine katkıda bulundukları gibi ısmarladıkları eserleri ünlü kitaplıklara hediye edip dünyada müzik sanatının zenginleşmesine yardım etmişler. Halil Dere numarasını yaptı:

-İyi işte, senin ilk besteni almak için şimdiden talibim.

Konservatuvara girince Halil Dere Bekleme odasına girdi. Faik Öğretmen gelmiş üst katı işaret etti. Yerlerimize otururken Faik Öğretmen:

-Hani nerdeler? Bayanlar, toptan ayrıldı mı yoksa? Arkasından da güldü:

-Ağzın hayıra! diye bir söz vardır, Neden öyle düşündüm? Böyle konuştuğumu sakın söylemeyin onlara, gücenirler.

Öğretmen hemen konsere döndü:

-1944 yılının son konseri, Şef, Prof. Ne de olsa Avrupalı, önemli günlerde daha daha titiz program yapıyor. Müzik Tarihi’ inde 3 B’ler diye anılan Bach, Beethoven, Brahms. Bugün bunları dinleyeceğiz.

Önce Brahms uvertür. Adı da Akademik Uvertür. Herkes, opera perdelerini açmak için uvertür bestelerken bakın Johannes Brahms Akademi (Okul) açmak için uvertür bestelemiş. Müzik Tarihi’nde böyle hikâyeler çoktur. Bu da onlardan biri olabilir. Ama bu, güzel bir yakıştırma, inanmamak için bir neden aramayalım. Açılacak bir Akademi töreni için bestelenmiş. Adı da Akademik Uvertür. Gene de başka rivayetler duyacaksınız. Sözde uvertür akademi açılması falan değil, bir festival için yazılmış. Festivalin akademi ile ilgisi olduğundan bu ad ortaya çıkmış.

Faik Öğretmen böyle deyince, geçen yaz eski bir dergide okuduğum (Müzik Dergisi-Musiki Mecmuası) bu tür fıkraları anımsayıp parmak kaldırdım. Faik Öğretmen bana söz vermeden ortaya konuştu:

-İbrahim bize orijinal bir şeyler söyleyecek! deyip konuşmamı işaret etti.

Anlatanın adını tam olarak açıklayamadım ama bir Alman, Prof. Kalauer, bu tür şakalar üstüne bir kitap yazmış. Zaten bu kişinin adı da Şakacı anlamına geliyormuş. Onun anlattığına göre Johann Sebastian Bach 1685-1750 yılları arasında yaşamıştır. 19. yy.da yaşayan bir Fransız besteci olan Gounod Bach’ın ünlü Air keman parçasına ses eklemiş (Ave Maria). Sözde Bach’ı büyük yapan Fransız besteci Gounod’un bu ek notası olmuş. O bunu yapmasaymış Bach çoktan unutulacakmış. Ludwig van Beethoven’in ünlü Kreutzer Sonatı’nın ünlü olmasını Rus yazar Tolstoy yüz yıl sonra yazdığı aynı adlı romanıyla sağlamışmış. Ayrıca, Ludwig van Beethoven gençliğinde, o dönem çok ünlü bir viyolonist olan Kreutzer’i dinlemiş. Bundan çok etkilenen Genç Beethoven,onun adına ünlü Kreutzer Sonatı yazıp violonist Kreutzer’e sunmuş. Büyük violonist’ten teşekkür beklerken, viyolonist kendisine:

  

Şakacı Prof. Kalauer’in aynı dergiden alınan bir çizi-resmi

 

-Benim şöhretimden faydalanmak istiyorsun değil mi diye sorup, kendisine sunulan sonatı reddetmiş. İşte Beethoven bu söz üzerine ünlenmiş. Bu sözü söyleyen Kreutzer ise, ancak Beethoven’in Kreutzer adlı Keman-Piyano sonatıyla anılır olmuş.

Faik Öğretmen sesli sesli güldü:

-Başka varsa onu da söyle! deyince ben:

-Johannes Brahms, sizin de az önce belirttiğiniz gibi büyük romantik bestecilerden biri sayılır,4 büyük senfoni yanında keman, piyano, keman piyano konçertoları yazmış, özellikle Bir Alman Requiemi ile zirveye tırmanmış bir bestecidir. Ancak Viyana ya da Budapeşte’de gezilere çıktıkça ünlü kahvelere (Kaffehaus) uğrar, halk arasına girermiş. Girdiği yerlerde dinledikleri müzikleri biraz küçümsediğinden halk için dans parçaları, bu arada Macar Danslarını (21 adet) bestelemiştir. Sözde Brahms’ın tüm eserleri unutulmuş, onun adı Macar Danslarıyla anılır olmuş!...

Faik Öğretmen teşekkür ettikten sonra:

-Büyük Alman bestecilerinden biri olan Brahms, nedense opera bestelememiş. İbrahim de anımsattı, güzel şarkıları yanında muhteşem Bir Alman Requiemi’ni bestelemiş. Opera bestelemediğine göre neden uvertür bestelemiş? demeyin, bakın işte o da Akademi açmak ya da festival için uvertür bestelemiş.

Brahms için, Romantik Çağda yaşamış en klâsik besteci olduğu gibi, klâsik besteciler içinde de en romantik besteci olarak anılır. Johannes Brahms 1833-1897 yılları arasında yaşamıştır. Romantik Çağın en ateşli dönemlerinde doğmuş, o dönemi ömür boyu yaşamıştır. Üstelik Romantik Müziğin Victor Hugo’su(*) sayılan Robert Schumann’ın öğrencisidir. Böyleyken Brahms’ın bestelerindeki armoni örgüsü klâsiklere yaklaşıktır. İşte bu nedenle ilk senfonisini dinleyen eleştirmenler, senfoniye, Beethoven’in 10. Senfonisi yakıştırması yapmışlardır. Uvertür, bir senfonik parça olarak kısadır. Şeflerin tutturduğu tempolara göre değişmiş olsa da genelde 10 dakikalık bir eser olarak anılır. Siz de bugün bu eseri, gümbür gümbür bir armoni akımı dinleyeceksiniz.

 

Not: Büyük Fransız yazarı, bir kitabının ön sözünde ”Edebiyat alanında bir başka çağa giriyoruz, eski alışkanlıkları bırakıp yeniliklere ayak uydurmak zorundayız!” gibilerde bir çağrıda bulunmuş. Gerçekten dediği doğru çıkınca Romantik Dönemin müjdecisi olarak Victor Hugo anılır. (Hernani Dramı’nın önsözü, yıl, 1830)

 

Johann Sebastiyan Bach’ın bugün çalınacak eserlerine yabancı değilsiniz. Sizde plâkları var, dinlediğinizi biliyorum. Brandenburg konçertoları olarak anılan altı konçerto şöyle sıralanmıştır:

 

  No 1 BWV 1046 Fa Major

  No 2 BWV 1047 Fa Majör

  No 3 BWV 1048 Sol Majör

  No 4 BWV 1049 Sol Majör

  No 5 BWV 1050 Re Majör

  No 6 BWV 1051 Si bemol Majör.

 

Şekil olarak Barok Çağın Konserto Grosso’larını andırır. 5. Konçertoda klavsen ya da piyano egemen olur,bu biraz piyano konçertosunu andırır. Zaten dinleyince anlayacaksınız her konçertoda belli çalgılar zaman zaman öne çıkar. Söylendiğine göre Brandenburg Kontu bir sipariş vermiş, besteci de isteneni böyle yorumlayarak 6 konçerto bestelemiş. 6 parça da ayrı ayrı bir bütün olduğu için tek tek çalındığı gibi ikişer üçer ya da altısı birden bir bütün olarak çalınır. Konçertolarda çalgı farklılıkları vardır. Orkestra şefleri onları bu farklarına göre birleştirerek çaldırırlar. Biz bugün 1. 2. 3. konçertoları dinleyeceğiz.

3. Dinleyeceğimiz eser de yabancınız değil, Beethoven’in tek keman konçertosu. Onu da genç kemancılarımızdan Sedat Ediz çalacak. Siz geçen yıl Sedat Ediz’i dinlediniz. Unuttu iseniz, bugün dinleyince bir daha unutmayacaksınız sanırım. Çünkü iyi bir viyolonisttir.

Faik Canselen Öğretmen yerinden kalkınca duraklayarak:

-Bir şeyi unuttuk galiba, bu dersimiz geçen yılın son dersi, konserimiz de son konser. Öyleyse gelecek yıl için daha iyi konserler dileyelim. “Güle güle 1944,hoş geldin 1945!” dedikten sonra da sordu:

-Becerebildim mi? Ben oldum olasıya böyle sosyetik lâfları yerinde söyleyemem! Biz de:

- Sağolun! dileklerimizle Faik Öğretmeni uğurladık.

Halil Dere’nin sabrı tükenmiş, bir süre söylendi. Bekleme odasına bir sürü yaşlı kadın gelmiş gitmiş. Halil Dere:

-Yoksa ben geldim diye genç bayanlara Konservatuvarı yasakladılar mı? Halil Dere’ye kapıcıyı gösterdim. Kapıcı oldukça şişman, aynı zamanda yaşlı:

- İşte o seni kıskandığı için gençleri bugün içeri almamıştır. “Gıdıkla da güleyim!”

Hava oldukça soğuk, Halil Dere, bizim bölüm arkadaşlarıyla pek senli benli olmuyor. Nihat Şengül’le, Kamil Yıldırım’la şakalaşıyor ama ötekilere biraz sırt çevirir gibi. Bana da sık sık soruyor:

-Yahu arkadaş, sen bunlarla nasıl anlaşıyorsun? Benim de verdiğim karşılık hep:

-Anlaştığım falan yok, zaten sürekli tartışma durumundayız. Halil Dere, koyu Çızılçullu savunucusu. Çifteler çıkışlı arkadaşlardan pek azıyla konuşuyormuş. Süleyman Alkan. Süleyman Karagöz, Fakı Yörük, Ali Yılmaz, Abdullah Ön, İsmail Koralay, Mustafa Barış olmak üzere belli kimseleri sıralıyor.

Konuşarak gidiyoruz ama arkadaşı kısa bir süre atlatmayı kurdum. Kızılırmak’ta arkadaşlar olacak, Halil Dere’yi onlara dolayıp Dora Abla’ya görünmek. Bella Yılbaşı için geleceğini söylemişti, gelecek mi? Gelecekse, beni de çağıracağını söylemişti. Sözünde duruyor mu? Çağırsa bile gelmeyi düşünmediğimi daha doğrusu gelmeye cesaretim olmadığını bile bile bunları aklımdan geçiriyorum. Kızılırmak’a girer girmez Musa Eloğlu ile karşılaştık. Musa Eloğlu, Muğlalı; Halil’i görünce:

-Nerdesin hemşerim, özledim! deyince Halil Dere yanına gitti. Bunu fırsat sayıp Bakanlık yolunu tuttum. Kapıdan titreyerek girdim. Dora Abla yalnızdı. Beni görür görmez gülümsedi:

-Merak ettin değil mi? Gelmiyormuş, arkadaşlarıyla olacakmış. Haklı, o orada yetişti. Zaten şıpsevdidir, oraya gidince burasını unutur, buraya gelince de orasını!

Dora Ablanın beni savuşturacağını hiç düşünmediğim için teşekkür edip ayrıldım. Onun bekledikleri varmış onlarla kapıda karşılaştım, kalabalık bir bayan gurubu. Aralarında, Bella yaşında olanlar da vardı, irkilir gibi oldum:

-Bella aralarındaysa? Olmadığını görünce nedense çok sevindim. Koşarca Kızılırmak’a gittim.

Musa ile Halil Dere iki, ikiye konuşuyorlardı. Musa bir aydır Bakanlıkta görevliydi, izlenimlerini ayrıntılı olarak anlatmış. Yanlarına oturdum. Baktım konu eski müdürleri Emin Soysal. Konu Emin Soysal olunca söz giderek Emin Soysal’ın Genel Müdürümüzle yanındakileri eleştirmeleri ortaya geliyor. Emin Soysal hakkında en sağlıklı dayanağım, İlk müdürümüz Nejat İdil’in onun yanından gelmesi, onu saygıyla anmasından ibaretti. Dikkatle dinledim. Musa Eroğlu, Emin Soysal’ın salt sözlerinden değil yazdığı yazılardan söz etti, yeni bir de kitap yazmış. İlgiyle dinledim. Anladım ki, bizim okuldaki Kızılçullu-Çifteler takışması eskilere, Köy Öğretmen Okulları-Köy Enstitüleri tartışmasını su yüzüne çıkarıyor. Birden kendimi bu iki kanattan birinin, Emin Soysal’ın eleştirilerinin yakınında bulur gibi oldum. Genel Müdürün Müdürümüz Nejat İdil’e yazdığı mektubu anımsadım. Düpedüz aşağılayıcı ifadeler var. Göçebeler gibi dört yer değiştiren bir okulu, ayakta tutmuş, yetiştirdiği öğrenciler bir değil iki okul kurmuş. Tam azıcık rahatlayıp eksiklikleri tamamlayacağı sırada, yetkileri alınıp bir de koşul konmuş, gittiğin yerde başarılı olursan seni gene bir göreve atarım!

Remzi Özyürek, Nurettin Biriz, Sabri Kolçak, Ahmet Korkut, Emin Soysal böyle atıldıysa ilgi çekici başka bir durum var demektir. Bir de bunların yerine gelenlere bakalım, İhsan Kalabay, Enver Kartekin, Şevket Gedikoğlu, Hamdi Akman, Rauf İnan. İhsan Kalabay, Nejat İdil’in yerine geldi. İyi bir insan, insanlığına diyecek yok ama, öğrencilere yaklaşımı amirce, Nejat İdil’deki sıcak yaklaşımdan eser yok. Nejat İdil, okulda kalacak yer olmadığı için Lüleburgaz’a gidip-geliyordu. Sabahları erkenden geldiği zamanlar hep görüyorduk, yük kamyonlardan iniyordu. Oysa İhsan Kalabay, gelir gelmez okula yaylı bir atlı araba aldı, onunla gidip gelmeye başladı. Okullar açılınca da kızlarını o araba ile Lüleburgaz’a götürüp-getirdi. Hele ilk göreve başlar başlamaz okuldan dört beş öğrenciyi kovdurmasını bir türlü anlamadık. Son sınıftaki arkadaşımız Ali Güleren’in suçuna üzülerek gülümsedik:

-Tarım deposundan, mendil içinde Lüleburgaz’a fasulye aşırmış (!) Olacak iş değildi.

Nurettin Biriz,Samsun /Lâdik Köy Enstitüsü Müdürü olduğu zaman Hasanoğlan’a gelmiş, biz Kepirtepelilerle konuşma yapmıştı. Kepirtepe’den, daha doğrusu evlerimizden çok uzağa gittiğimiz için tüm arkadaşlar hepimizin ruhsal durumlarımız sarsılmıştı. Dört yılda 4. yere taşınmıştık. Durumumuzu bilen yetkililer, başta Bakanımız Hasan Ali Yücel, Genel Müdürümüz İsmail Hakkı Tonguç olmak üzere bir çok yetkili gelip bizlerle konuşmuştu. O zaman bunun üstünde çok konuşuldu; bu konuşanların hiç birisi bizi Nurettin Biriz kadar etkilememişti. Nurettin Biriz müdürlükten alınıp yerine bizim Eğitimbaşımız Enver Kartekin’in verildiğini duyunca çok üzülmüştüm. Enver Kartekin, kesinlikle iyi bir yönetici değildi. Öğrencilik halimle onun yöneticiliğini beğenmemiştim. Çünkü, öğrenciden her an suç bekleyen bir kuşkulu durumu vardı. Sınıfımda seçkin öğrencilerden biriydim; kültür derslerinde birinci değilsem kesinlikle 2. durumda idim. Sanat derslerinde birinci olduğum kesindi. Ben alkışlayanlar olduğu gibi kıskananlar da vardı. Özellikle günlük tutuşumdan hoşlanmayanlar vardı. Çünkü ara ara günlüklerimden, onların geçmişlerde söylediklerini ya da yaptıklarını okuyup yüzlerine vuruyordum. Çok şakacı arkadaşlarımız vardı. Bunlar bizlere ad taktıkları gibi öğretmenlere de zaman zaman sıfatlar yakıştırıyordu. Bergüzar Öğretmene Zarife, Nazan Öğretmene Pabuç, Hikmet Öğretmene Kılkuyruk, Besim Öğretmene Çapkın, diyorlardı. Arkadaşlardan biri, bunları imzasız bir kağıtla benim söylediğimi Okul Müdürüne muştulamış. Okul Müdürü beni çağırdı; bana:

-Senin bu söylenenleri yapmadığını biliyorum. Bu fitneci de bunu bir başkasından duyup ihbarını yapmış. İmzasız olduğu için işleme koymuyorum. Ancak fitne fitnedir, kalkıp bir gün üst makamlara da fitneliğini yapabilir. Bu nedenle ben bu ihbarı işleme koyuyorum. Günlük yazıyormuşsun, son bir aylık yazdıklarını Fikret Madaralı Öğretmene ver, okusun; ben Fikret öğretmenle konuşur bir karar veririz. Sen rahat ol, bundan böyle yazdıklarını daha dikkatli yaz, yazdıklarını da sakın kimseye okuma! demişti. Fikret Madaralı Öğretmen yazılarımı aldı, bir süre sonra ise yazdıklarımı Müdür Beye bir yazıyla birlikte verdiğini söyledi, “yazılarını Müdür Bey kendisi verecek, sanırım sana nasihati olacak!” demişti. Olay böylece kapanmıştı. Müdürümüz gibi tüm öğretmenlerimiz başka yerlere gönderilince okul yeni gelenlerin yönetimine geçti. Enver Kartekin de Eğitimbaşı olarak göreve başladı. Son sınıf olduğumuz için sık sık dersliğimize geliyordu. Şakacı tavırları içinde her birimizle konuşup bizi daha yakından tanımaya çalışıyordu. Bize derse gelmiyordu ama Tarih Öğretmeni olduğu için genellikle konuşma konuları Tarih konuları oluyordu. Tarihi çok sevdiğim için bildiğim konularda çekinmeden konuşuyordum. Gene böyle bir akşam söz aldığımda bana:

-Demokles'in Kılıcı! sözünü duydun mu? diye sordu. Duymuştum ama doğrusu tarihte önemli olayla ilişkisini bilmiyordum. Böyle söyleyince bu kez:

-İşte bunu iyi öğren de ona göre ortaya çık! dedi. Üzüldüm, araştırdım, Selçuk Korol Öğretmenden sordum, olayı öğrendim. Konu açılınca olayı anlatırım diye düşlerken bir gün beni odasına çağırdı, dosyamı gösterdi, imzasız pusulayı okudu, niçin işleme konmamış olabileceğini sordu. Olayı anlattım, yazdıklarımın defterlerde olduğunu istedikleri anda getirebileceğimi söyledim. Beni dinlememiş gibi gülümseyerek:

-Ben seni iyi tanıyorum. Ancak herkes benim gibi toleranslı değildir, bakarsın bir başkası daha şikâyetçi olur; işte o zaman bu iki ihbar birleştirilir. Bu nedenle sana ayağını denk al! demek istedim.

Bu bana, bir uyarı değil bir korku verme numarası etkisi yaptı. Birden gözümde küçüldü, bir daha da hiç büyümedi. Müdür olduğunu duyunca sevinenler arasında ben de vardım ama onlar başka ben başka nedenle sevinmiştim. Müdür olarak geçen ders yılında okulunu tanıtmak için konuşurken hep bunları düşündüm. Güzel konuştu, iyi çalışmış ama bu kez Demokles’in Kılıcı değil benim terazimdi ölçü. Eşi Sabahat Öğretmeni hatta oğlu Alpay’ı da katarak beni, Samsun/Lâdik Köy Enstitüsü’ne evcek beklediklerini söylediğinde bile bunları düşündüm. Arkadaşımız, Ali Güleren’i “Hırsızlık yaptı!” deyip kovdular. Ya Ali Ergin’le Musa Güner niçin kovuldu? Onlarınki ise iyice zırvalıktı. Bu iki arkadaşı çok yakından tanıyordum, her eğlencede benimle birlikte olurlar, ikili olarak olağanüstü türkü, şarkı söylüyorlardı. Temiz giyinip dolaşmaktan hoşlanıyorlardı. Açıkçası kızların gönüllerini kıpırdatıyorlardı. Sanat çalışmalarında da çok başarılıydılar. Ne oldu ne gitti, bir gün bu iki arkadaşın okuldan atıldığını duyduk. Bunu duyan öğrencilerin neden öğrenmek için bana gelmeleri ayrıca beni üzmüştü. Uzun süre düşününce kafamdan bir neden yarattım:

-Yöneticiler, öğrenciler üzerinde korku yaratarak disiplin sağlamaya çalışıyorlar. Benim Demokles Kılıcı olayım da benim için bir işaretti ama buna cesaret edemediler. Çünkü çok başarılı bir öğrenciydim, üstüne üstlük ben doğuş olarak Kepirtepeliydim. Okulun toprakları üstüne kurulduğu Yenibedir köyü benim köyüm sayılırdı. Kardeş çocukları olduğumuz Kamber Uzun köyün kurucusu olduğu gibi ömür boyu da değişmez muhtarıydı. Köyle okul arası 4 km. Ben her cumartesi köydeyim. Hafta sonları köyde kalmam için yıllardır süren izinim var. Kamber Uzun, sorusuz sualsiz okula gelip gidiyordu. Böyle bir işe kalkıştıklarında başlarına neler geleceğini düşünmüş olacaklar, Demokles memokles diyerek beni sindirmeye çalıştılar.

Bunları düşünerek öteki yöneticileri de değerlendirmeye çalışıyorum, Emin Soysal direnmekte niçin haklı olmasın? Nejat İdil, neden dört yıl kimseyi incitmeden yetiştirdiği 200 öğrencisiyle bir ayrılış konuşması yapmasındı?

Ben düş kurarken uzun uzun konuşan arkadaşlar bana:

-Seni yalnız bıraktık! deyince kendilerini dinlediğimi, haklı bulduğumu, ben de deminden beri Kurucu Müdürümüz Nejat İdil’i düşündüğümü, konuştuğukları konuya yabancı olmadığımı söyledim. Musa Kalkınca Halil Dere’ye:

-Birlikte gidebileceğini, benim için ayrılmamasını rica ettim. Halil Dere:

-Onlar belli arkadaşlar aralarında anlaşmışlar, benim katılmam söz konusu değil! deyince birlikte kalktık, ancak Musa gideceği yere, biz de karar verdiğimiz gibi sinemaya girdik. Bu kez film seçen Halil Dere oldu. Canı gülmek istiyormuş.

Rio Rita

 

Afişe dikkatli bakmamıştım:

-Bu salaklara gülerek rahatlayacağını mı sanıyorsun? derken afişin altındaki Kathryn Grayson adını gördüm. Bülbül sesli kız. Bunlarla nasıl bir uyum sağlayacağını düşünerek salona girdim. Film ilerledikçe ikimiz de sevindik. Önce Halil Dere doya doya güldü. Ben de adamların yaptıklarından çok Halil Dere’nin gülüşüne güldüm. Sonunda benim beklediğim de oldu Kathryn Grayson bülbül gibi öttü. Kathryn Grayson’u daha çok askerli filmlerde görmüştüm. Bu biraz farklı ama sesi gene onun sesi. Yazık ki söylediklerini anlamadan salt ses olarak dinledim.

Filmden çıkınca Muhallebiciye uğradık. Oturduğumuz yerden yol görünüyordu, bizden bir grup geçti, Çiftelerliler. Halil Dere kılıklarını eleştirdi:

-Yahu bunlar, ne biçim adamlar? Geçen yıl paraları yoktu anladık, yazın para almadı mı bunlar? Almamış olabileceklerini, ya da alıp da anne-babalarına gönderdiklerini söyledim. Sinkaflı söz söyleyerek “Bendderesi’nden çıkmıyorlar ama! dedi.

Çıkınca ikinci bir grupla karşılaştık, Ahmet Yol, Abdülkadir Ariç, Doğan Güney, birlikte Konservatuvar’a döndük.

Arkadaşlar,balkonun değişik yerlerine alışmış, oralarda boş bulunca oturuyorlar. Benim bahanem sürüyor: Mahmut Ragıp Öğretmenle konuşmak. “Ne konuşuyorsun?” diye soranlara cevabım hazır, önce günün konseri hakkında bilgi. Konçerto çalınacaksa solisti tanımak! Oysa iki, yıldır bu tür konuşmamız ya bir ya da iki kez olmuştur.

Mahmut Ragıp Öğretmen yerindeydi, selâmlayıp arkaya yerleştik. Halil Dere fısıldadı:

-Bugün de gelmezse bir daha beni göremez! İnan ki gelmeyeceğim! Biz fısıldaşırken Kınalı Saçlı güzel geldi. Sağına soluna bakmadan yerine geçip oturdu. Ragıp Öğretmen:

-Bu konseri kaçırmak istemedin değil mi? Bir eliyle alnına düşen saçını kaldırarak karşılık verdi:

-Prova için zaten gelmiştim. Çok yoruldum, dinlenmek istedim! Mahmut Ragıp Öğretmen soru sordu, sorusunu tam anlayamadım, karşılığı çok netti:

-Bırak Allahaşkına, Orhan’la anlaşmak kolay olmuyor. Hilmi de soğuk tavırlı ama, efendiydi canım! Orhan kalıbının adamı değil. İyi bariton olmak yeterli değil.

Mahmut Ragıp “Orhan Günek! derken konser başladı. Dan da da dan, da da dan,da da dannn. . . . gene de düşündüm, konu bariton Orhan Günek olduğuna göre “Hilmi!” dediği de bizim öğretmenimiz Hilmi Girginkoç olmalıydı çünkü o da baritondu. . .

Hilmi Girginkoç, bir dersimize soprano Rabia Erler ile gelmişti. Bariton, soprano seslerini canlı canlı onlardan dinlemiştik. Beringer piyano metodumda Mozart’ın Don Juan Opera’sından iki arya notası vardı, Don Juan’ın söylediği Mandolinli Serenad’la Zerlina’nın aryası. Onları istediğimde arkadaşlar gibi Rabia Erler’le Hilmi Girginkoç Öğremen de şaşırmıştı:

-Sen bunları nereden öğrendin?

Nasıl mutlu olmuştum o zaman! Bunları düşlerken alkışlar başladı. Halil Dere yavaşça sordu:

-Uyudun mu? Sustum ama içimden:

-Ne uyuması? Tam tersine, gözlerim apaçıktı. Ancak, kulaklarım sanki gözlerimin yerine kapanmıştı.

Dalgalı su akışı gibi Brandenburg’lar başladı. Çok denecek kadar dinlemem karşın başlangıçlarını pek fark edemiyorum. Bunu, Faik Öğretmene sorduğumda:

-Barok müzik, su akışını andırır, akar gider ama düz yerde aktığından çok farklı dalgalanmalar yapmaz. Bunun yerine nehrin tabanına göre şekil alır. Çok dinlenirse, dinleyenlerde kesinlikle izler bırakır.

Tüm dikkatimle dinledim, sanki renkler değişti ama ritim hiç değişmeden sürdü. 2. bölümde değişik bir giriş beklerken sanki 1. Parça devam ediyor duygusuna kapıldım. Az dikkat edince fark sezer gibi olsam da birinciden belleğimde bir şey kalmamıştı. Sanki ben birinciyi dinlememiştim. 3. Bölüm girişinde bir fark mı oldu yoksa ben mi öyle olmasını istediğim için mi bir değişiklik, bir canlılık sezer gibi oldum. Üflemeli çalgılarla yaylılar sürekli yarış etti.

Alkışlar başlayınca kendime geldim. Ne birinci ne de üçüncü Brandenburg ortada kaldı. Brandenburg, bildiğim kadarıyla Berlin’de ya da Berlin yakınlarında bir saray. Bizim Topkapı Sarayı gibi, eski Alman krallıklarının saraylarından biri. Sabahleyin Faik Canselen Öğretmenin anlattığından da bunu anlamıştım. Ayrıca Almanca öğretmenimiz Doç. Niyazi Çitakoğlu, Johann Sebastian Bach ile Büyük Friedrich’in 1747 yılında karşılaşmalarıyla ilgili bir Almanca yazıyı çevirirken, yer belirtilmemesine karşın öğretmen karşılaşma yerinin Brandenburg Şatosu olduğunu söylemişti. Ortaokullar 3. Sınıf Almanca kitabında bu yazı vardır.

Arada Halil Dere, bunaldığını söyledi. Çıkmak istedi, elinden tutup beklettim. İyi ki bekletmişim, kınalı Saçlı güzel dönerek bize:

-Siz de bu köşeyi seviyorsunuz, sizi hep burada görüyorum! deyince Mahmut Ragıp Öğretmen gülümseyerek:

-Onlar benim Köşe dostum, beni koruyorlar. Kendim konuşurum ama konserlerde başkalarının konuşmasına tahammülüm yoktur. O nedenle yıllardır bu köşeyi seçerim. Bu Gençler de sağ olsunlar, uslu uslu gelip beni korurlar! Kınalı Saçlı bize dönük gülümsedi, iki yanağının çizgileri hemen belirdi. Ben hemen söze karıştım:

-Zaman zaman bilgiler alıyoruz, sağ olsunlar! deyince Kınalı Saçlı Mahmut Ragıp Öğretmeni göstererek:

-Hocam, müzik konusunda üstattır. Ondan hepimiz nûrlanıyoruz!

Mahmut Ragıp Öğretmen sağ olsun, söze karıştı, beni göstererek:

- Onun müzik konusunda hepimizin fevkinde bir hocası var, onun, istikbâli parlak, yeter ki müziğe sadık kalsın! Halil Dere hiç beklemediğim bir yumuşaklık içinde söze karıştı:

-Arkadaşım, piyano başından kalkmıyor. Kalkınca da konuştukları hep müzik üstüne!

Kınalı Saçlı güzelle senli benli oluverdik, sanısına kapıldım. İçimden:

- Ne kadar da kolaymış! derken alkışlar başladı. Aklım takıldı kaldı, başka bir şeyler söylememiz gerekir miydi? Sedat Ediz yay çekerken ben de:

-Onu deseydim, yok yok, bunu deseydim! diyerek kendimi avutmaya çalıştım. Tek umut konser sonundaki ayrılışa kaldı. Acaba nasıl ayrılacak? Ya gene arkasını dönüp çıkarsa? Neyse konçertonun güzel sonun sakin sakin dinledim. İçimden:

-Ne olursa olsun, bu kadar bile konuşmamız başarı. . . .

Konser sonunda her zamanki gibi hemen kalkmadı ,gene arkaya dönüp sordu:

-Operaları izliyor musunuz? Hemen sıraladım:

-Aydın Gün şan öğretmenimiz. Geçen yıl Hilmi Girginkoç gelmişti. Satılmış Nişanlı, Toska, Figaro’nun Düğünü operalarını gördük deyince güldü:

-Ayol, ben onlarda oynadım! Arkadaşlarla değişerek oynuyoruz, karşılaşmamış olabiliriz.

Hemen, Rabia Erler’le Muazzez Ünal’ı tanıdığımı, Muazzez Ünal’la selâmlaştığımızı söyleyince gülümseyerek:

-Bundan sonra biz de selâmlaşırız! deyip kalktı. Halil Dere yüzüme uzun uzun baktıktan sonra sordu:

-Yahu sen ne yaptın? Daha önce konuşun mu sen bununla? Omuzlarımı oynatarak:

-Senin sayende ancak şimdi konuşabildim. Halil Dere elini yumruk edip kaldırdı:

-Hadi sen de!. . .

Konservatuvardan çıkınca sert bir rüzgârla karşılaştık. Kızılırmak Kıraathanesine dek koşuşurca yürüdük.

Bizim, Haymana’lı yeni çaycı çay getirdi, sıcak sıcak içtik. Olayı, hem konuşmak istiyoruz hem de neresinden nasıl konuşacağımızı kestiremiyoruz. Biz bakışırken sabah anlattığım besteci şakalarını hangi kitaptan okuduğumu soranlar oldu. Bakanlık Kitaplığında bulunan Musiki Mecmuası’nın adını verdim. Böylece konu değiştirerek bir türlü anlamlaştıramadığımız olayı benimseme olanağı bulduk. İki yıldır hakkında türlü varsayımlar kurduğumuz Kınalı Saçlı Güzel, birden bizim yakınımıza gelmiş oldu. Halil Dere’ye şaka olarak:

-Senin sayende onunla konuştum diyorum ama içimden bunu bir türlü benimsemiyorum. O da açık açık:

-Kız seninle konuştu benimle değil. Ben konuşsaydım ne söyleyecektim ki? Sen öğretmenlerini araya sıkıştırıverdin, ben Halit Ziya Kalkancı’dan mı yoksa Dr. Celâl Tarıman’dan mı söz edecektim? diye sorup gülüyor. Gerçekte ortalıkta bir değişiklik olmadığını, değişikliğin bizim kendi kuruntularımız olduğunu bile bile sevinerek Hasanoğlan’a döndük.

Yemekte konserden çok görülen filmlerden söz edildi. Nihat Şengül Tyrone Power filmi görmüş, ballandıra ballandıra anlattı. Charles Boyer Nihat bundan böyle Tyrone Power olarak anılırsa şaşmam. Yemekten sonra doğru Müzik Salonuna gittim,opera aryası sözü ediyoruz ama tek çaldığım iki kısa Mozart, Don Juan aryalarından başka bir bildiğim yok. Onlar da sözsüz,kısaltılmış piyano parçaları. Gene de oturup tekrar tekrar çaldım. Bir daha konuşabilirsem, bunları çok sevdiğimi söylemeyi düşledim. Gelen olmadı. Kimse ile konuışmadan geldiğimi, düşünerek, toplantıdan habersiz kalabileceğimi düşünerek. Muzaffer Kayhan, oldukça heyecanla (Heyecanlanınca kesik kesik konuşur) birisine çıkışıyordu. Mehmet Kocaefe ile Zekeriya Kayhan, Muzaffer’i susturmaya çalışordu. Karşılarında öbeklenmiş bir Çifteler grubu ellerinde kitapları göstererek gülüşüyordu. Bizim Kepirlilerden kimseyi göremeyince Kitaplık’a geçtim. Bizimkiler beni görünce, biraz acaipçe bakarak:

-Gel bakalım Kepirli! dediler. Baktım masa üzerinde bir kitap. Salondaki kitapları anımsayıp sordum:

-Ne o bu akşam konu kitap mı? Halil Basutçu güldü:

-Dikkatlı bak bakalım kitap mı yoksa çok candan beklediğin Dergi mi? Eğilip baktım:

-Köy Enstitüleri Dergisi! Doğrusu sevindim. Ama arkadaşların tavırlarından da huylanmıştım. “Ne var, beğenmediniz mi yoksa? İlk sayıda olacak kusurlar öteki sayılarda düzelir. Kadı kızında bile kusur olurmuş!” falan derken Harun Özçelik çıkışırca:

-Anlayıp dinlemeden konuşuyorsun ama az sonra ayaklarını yere vuracaksın! dedi. Eğilip dergiyi aldı, bir sayfa açıp bana gösterdi. Ada baktım, Durmuş Ali Uğur, Hasanoğlan,Yüksek Köy Enstitüsü Öğrencilerinden. Ne var bunda diyecekken ayaklarım suya değdi. Birden “Bu,Yusuf’un…” derken “Ya… ”lar uzadı. “Bunun öğrenciliği sürüyor o halde!” diyebildim. Dedim ama “olmaz öyle şey!” tepkim içimden geçti. Arkadaşlar benden önceki konuşmalarını bir daha tekrarladılar. Çevremdekilere baktım ,dergici arkadaşımız Mehmet Başaran ortada yok, onu sordum; o, buna ne diyor? Hasan Üner dergiyi açıp son sayfalardan şiirler göstererek:

-Ne diyecek, arkadaş demiş diyeceğini, tencere, tava, halı, kilim, gönlünce doldurmuş, keyfi yerinde çağırsak da gelmez! Tarlada yağmur, teknede hamur, ver Allahım ver, sellice yağmur, çocuk tekerlemelerini sıkıştırmış sayfalara. Gelse bile ağlayıp işin içinden sıyrılmaya kalkışır.

Dergiyi alıp karıştırdım. Sami Akıncı’nın biliğimiz yazısını görünce rahatlar gibi oldum. İlyas Özcan’ın şiirini bilmiyordum, sevindim. Bir süre sustum. Halil Basutçu sustuğumu görünce sordu:

-Hiç bir sözün yok mu? Birden öfkelendiğimi, ne söylesem sonradan cayabileceğimi, en iyisi bunu daha etraflı düşünüp çözmemiz gerekeceğini önerdim. Halil, kendilerinin daha önce konuştuklarını tekrarladı:

- O hırsızın sayfalarını yırtmak! Ancak dergi büyük bir çoğunluğa dağıtılmış. Ayrıca, bir çok Enstitüye paketlenip gönderilmiş. Gelecek sayıya bu yazıyı karartacak bir yazı yazmayı önerdim. Onlar onu da konuşmuş Ancak, derginin ilkinde böyle bir tersliğin olmasını güvensizlik sayıp vazgeçmişler. “Dergi Kolundakilerin değişmesini isteyelim!” Tekrar toplanıp doğru karar vermeyi uygun bulup dağıldık.

                                    

              İsmail Hakkı Tonguç gözetiminde 4 sayısı yayınlanan derginin ilk sayı kapağı

 

Yatınca kafam allak bullak oldu. Oysa bugün çok mutlu olmuştum. Dergi beni neden böylesi karamsarlaştırdı? Yusuf Asıl gözümün önüne geldi; neşeli bir arkadaştı. Şimdi burada olsaydı, şu tartıştığımız konunun bir yanından girip neşeli bir öneri öne sürerek sinirleri yatıştırırdı. Konu kendisiyle ilgili olmasına karşın sanırım böylesi tepki göstermezdi! Böyle dedim ama kendi sözüme karşı duraksadım:

-Neden tepki göstermesin? Ortada önemli bir konu var, az-buz değil ölüm-kalım sorunu. Arkadaş yıllarını kaybediyor. Niçin? Bir hastanın, tedavisi olası bulunmayan bir ruh hastasının (Kriptoman) bile bile ortalıkta dolaşması yüzünden. Bu hasta, tedavi bile edilmeden bir köye öğretmen gönderildi. Üstelik, çıkacak ilk dergide yazısı çıkıyor. İçim sızladı. Halil Dere’yi anımsadım; Kızıl Saçlı Güzel’i görür gibi oldum, ancak sinirlerim yatışmadı. Yıldız aklıma takıldı. Bu kız Dergi Kolunda ne yapıyor? Doğal olarak bunlardan habersiz. Tevfik Uğurlu ile zaman zaman konuştuk, arkadaş açık açık Mehmet Başaran’ın çıkarcı davranışlarından yüksündüğü için Dergi Kolundan ayrıldı. Gene de Tevfik’le konuşmaya karar verdim. Yıldız’dan başka ara ara konuştuğum Ali Dündar var, onunla da konuşabilirim. Azıcık rahatlayıp gözlerimi yumdum.

 

31 Aralık 1944 Pazar

 

Doğan geldi. Akşam bizim toplantımızda yokmuş. Ancak o da bir başka grupta dergi üstüne söylenenleri dinlemiş. Doğan:

-Kafam karıştı, ben olayları çok çabuk unuturum. Ancak unutmadıklarım da oluyor. Behire Bil ile Süheyla Başokçu öğretmenler Kepirtepe’ye gelmemişti. Ayrıca, Faik Bakır, Lâtif Yurtçu Öğretmenler de bizimle birlikte Hasanoğlan’a gelmemişti. Ben öyle biliyordum. Halbuki gelmiş onlar be yahu! Bizim dergi öyle yazıyor. Doğan’a takıldım:

-Bizim Dergi doğruları yazacaktı, bize öyle söylemişlerdi. Çalışanları bizzat Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç seçti ya da seçilenleri o gözden geçirdi demişlerdi, onlar yanılmaz (!) dedim ama dediğimi ben de beğenmedim.

Kahvaltıda dergi yedik, dergi içtik. Ancak, şakalı sözlerle ciddiler birbirine girdi, sonuç olarak iş güldürüye dönüştü.

Öğrenci Başkanı duyuru yaptı: Dergisini almayanlar, Dergi Kolu’ndan dergisini alsın, Yeni Yıl’a hepimiz yeni bir hamlemizin belgesiyle girmiş olalım!

Daha önce verdiğimiz karara göre akşamki şölen için son çalışmaları yapacaktık. Karıştırmaya zamanım olmayacağını düşünerek Dergi Kolu’na gitmedim. Adımın açık olduğunu gören Yıldız benim dergimi alıp gelmiş. Salonda verirken görenler takıldılar:

-Bu ne kayıtsızlık! deyince Abdullah Ön, bir şarkıyı anımsatarak:

-Kayıtsızlık değil buna “ Bigânelik!” denir, deyip Atatürk’ün çok sevdiği Giriftzen Asım’ın şarkısını söyledi:

-Bigânelerle, ünsiyet etme, bana cihanı zindan edersin! Arkadaşlardan gülenler olduğu gibi alkışlayanlar da çıktı. Öztekin Öğretmen gelince olay kapandı.

Öztekin Öğretmen önce tembihatta bulundu:

-Karşımızdakileri, bizden bilgili değiller diye küçümsemeyeceğiz. Önemli olan biz, kendimize göre verebileceğimizin en iyisini vermek olmalı! Mehmet Yelaldı konuştu:

-O konuda oldukça deneyimliyiz! Öztekin Öğretmen gülümseyerek:

-Kendi fikirlerimizi kendimize saklayalım. Sorulunca söylersek daha işe yarar. Aramızda deneyimsizler de olabileceğini unutmayalım! deyince Mehmet Yelaldı özür diledi.

Önce Marşlar söylenecek. Marşları yönetecek olan Mehmet Yelaldı azıcık gergin olarak ortaya çıktı. Bunu sezen Öztekin Öğretmen takıldı:

-Şefler neşeli olursa orkestra ya da koro da neşeli olur! Mehmet Yelaldı gülümsedi. Elindeki kağıda bakıp dikkat çekti:

-Ziraat Marşı! Arkasından İleri, Öğretmen Okulları ile Mülkiye Marşlarını ikişer sesli söyledik. Marşların daha yaygın tanınması için bestecilerin adlarının söylenmesi önerildi. Öztekin Öğretmen, öneriyi yerinde buldu ancak, bunu başka programlarda yapmamızı, biz bizeyken tekrara gerek olmadığını söyledi. Gene de aramızda tekrarladık:

-Ziraat Marşı-Ahmet Adnan Saygun, İleri Marşı-Faik Canselen, Öğretmen Okulları Marşı-Cevat Fehmi Altar, Mülkiye Marşı-Musa Süreyya. . . .

Yusuf Demirçin, Giresun Kayıkları, Manastır, İzmir’in Kavakları ile Köy Yolu’nu söyletti.

Fahri Yücel gülümseyerek çıkınca :

-Neşeli Şef! diyen oldu. Fahri Yücel karşılık verdi:

-Atarım dışarı ha! Deyince Öztekin Öğretmen sesli sesli güldü, bir de “Aferin!” dedi.

Barcarol (Offenbach) Bir Pazar Günü (Johannes Brahms) An die Musik (To Music-Franz Schubert, Efem (Ali Rıza Kaptanzade)

Efem şarkısının radyoda türkü olarak okunduğunu söyleyen oldu. Öztekin Öğretmen gülümseyerek:

-Biz alaturka bestelere karşı değiliz, eğer sesler notaya geçmişse orada bir ölçü var demektir. Biz o ölçülere uyarak seslendirmemizi yaparız. İlerde belki Çin ya da Japon şarkılarıyla karşılaşacağız. Onların müziğin pentatonik dizilerdir. Daha doğrusu beş tam ses üzerine kurulan müziklerdir. gerektiğinde biz onları da notasına göre çalacağız. Biz çalınca, çalınan alaturka değil notaların seslerine uyum olacak. Aman olayı yanlış anlamayalım! Efem şarkısını radyoda bir alaturka şarkıcı gönlüne göre uzatıp kısaltarak söylerse alaturka söylemiş olur. Adamları keyfine göre bırakırsan İstiklâl Marşı’nı bile alaturka söyler. Nitekim askerliğimde ben bunu yaşadım. Acemi erata başlangıçta söylettiğim İstiklâl Marşı düpedüz alaturka söyleniyordu. Yorucu bir çalışmadan sonra ancak marş havasına yaklaştırabildik. Şu alaturka sözünü de etraflıca konuşup bir noktada birleşmeliyiz. Alaturka, Türk işi, Türk usülü anlamına geliyormuş. Bunu duyunca gülesim geliyor. Arkadaşlar, bizim yani Türk Ulusu’nun alaturka ile ne ilişkisi var? Halkımızın mis gibi doğanın sesinden, güzelliklerinden esinlenerek oluşturduğu türkülerimiz var. Sizler halkın içinden geldiniz, halk türkülerini rahat rahat söylüyorsunuz. Bir de “Bakmıyor çeşmi siyah feryada” ya da “Her yer karanlık” türü şarkıları deneyin bakalım, sizi dinleyen olacak mı? Şu işe bakın Türk Halkı’nın benimsemediği bir etiketi onun yakasına yapıştırmışlar. O, alaturka değil belki alaosmana ya da ala Osmani olabilir. Arkadaşlardan “Mozart!” diyen oldu. Öğretmen gülerek:

-Ben de onu diyecektim, hepimizin severek dinlediğimiz bir sonatın finaline Mozart güzel bir marş eklemiş. Eklemiş ama eğer kendisi bu adı vererek eklediyse bilgisizce eklemiş. Çünkü o tür bir müzik o çağlarda bizde kesinlikle yoktur. Yapılan incelemelere göre Mozart’ın yetiştiği ortamda Türk müziğinden söz ediliyordu. babası da, eniştesi de hatta daha sonra Beethoven de Türk adı taşıyan besteler yapmıştır. Ancak bunlar bir bakıma hüsnü kuruntu kabilinden yakıştırmalardır. Mozart bunlara uyarak bize güzel bir marş kazandırmıştır. Kimi kendini bilmez zevzekler Mozart için:

-Mozart, Mehter Marşlarını dinlemiş, çok etkisinde kaldığından sözde o marşı takliden bestelemiştir. Hem de takliden! Vah, vah ,vah! Kaç tane Mehter Marşı varmış, bunu kim söyleyecek? Mehter Marşı notası olarak elde tek bir nota dolaşmaktadır. Onu da Bir Polonyalı subay yazmış. O subay kimdir, nedir, müzikle ilgisi bilinmiyor. Eğer Mehter Marşı notası olsaydı, Yeniçeri Ocağı kaldırılınca yerine kurulan ordu için Avrupa’dan getirtilen besteciler onları hemen notaya geçirirlerdi. Bunlar içinde İtalya’nın en ünlü bestecilerinden sayılan Büyük Donizetti’nin kardeşi de (Bizim, Donizetti Paşa olarak tanıdığımız) tanınmış bir besteciydi. Bakın onun yüzlerce denecek kadar bestelenmiş marşı vardır. Sizin anlayacağınız o bildiğiniz Büyük Mozart gençliğinde bir kuyuya taş atmış, o taşı bir türlü çıkaramıyoruz. Ancak Mozart’ın suçu yok. Taşı biz çıkarmak istemiyoruz. Mozart’ın besteleri günü gününe yazılmıştır. İbrahim’in çaldığı sonatın numarası vardır. O numaraya bakarak tarihini bulabilirsiniz. Kesin bilmiyorum ama Mozart o sonatı 20’li yaşlarında yazmış olmalıdır. Zaten adamcağız topu topu 35 yıl yaşadı. 30 dolayında opera, 20 dolayında dinsel mess, Kilise müziği,50 dolayında konçerto,50 dolayında senfoni yazdı. Bu büyük eserleri ömrünün sonuna doğru yazdığı biliniyor.

Öğretmen sonatın, sonat sıra numarasının 11, Kv. Numarasını 331 olduğunu söyledi. Yuvarlak olarak sonat 1770-1780 dolaylarında bestelenmiş olsa, o tarihleri düşünelim, bizim Avrupa ile nasıl bir ilişkimiz vardı ki? 1683 yılındaki 2. Viyana Kuşatmasından sonraki yıkılmış Osmanlı’nın Avrupa üstünde herhangi bir etkisi olacağı düşünülebilir mi ki? Her on yılda bir Rusya’nın saldırısına uğranıldı, her saldırıda yenilip toprak kaybedildi. Mozart, çok gezen bir besteciydi doğru, ancak Viyana’dan doğuya gittiği söylenemez!

 Öğretmen iç çekerek:

-İşte görüyorsunuz arkadaşlar, nereden baksak bize çok iş düşecek!

Öğretmen dikkatimizi kendi programımıza çektikten sonra tek söyleyecek arkadaşları dinledik. Abdullah Ön, Ahmet Yol. Abdullah Erçetin söyleyecekti. Ancak Abdullah Erçetin’in sesinde bir kısıklık oldu. Abdullah’a:

- Korkudan olmuştur, çıkarsan sesin açılır! dediler. Öğretmen çok doğal karşılayarak:

-Opera sanatçılarında da böylesi kısılmalar sık sık olur. Bir başka zaman için Abdullah bize borçlandı, önemli olan o! deyip güldü. Yemekten sonra salonun bir köşesinde toplu oturmamız kararlaştırdıktan sonra dağıldık.

Akordiyonu hazırlayıp piyanoya oturdum. Piyanoya oturunca da geçen yılki yılbaşını anımsadım. Hiç böyle hazırlıklar yapılmamıştı ya da ben algılayamamıştım. Öğrenci Başkanı Hüseyin Atma görevli olduğumu söyledi, yerim Kitaplıktı. Önce bunu kitaplık nöbeti olarak sanmıştım oysa tam da ne olacaksa o olacak yermiş, ne olduysa olanları bir çok arkadaşa bakarak ben gördüm. Hiç unutamayacağım Namdar Rahmi Karatay’ın şiir okuması:

-Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye!. . . .

-Yaşadık Keşiş’in eteğinde Keşiş gibi!. . .

-S. . . . . nene gerek senin telli zurna!. . . .

Yanındaki, Kuyucaklı Yusuf Romanı nedeniyle adını çok duyduğum Sabahattin Ali’nin çocuksu tavırları. Gerçekten bir büyük adam görüntüsünde Milletvekili Cevat Dursunoğlu, onun karşısındaymış gibi konuşan ama dostça karşılık veren öğretmenimiz Sabahattin Eğuboğlu; gözümün önünden geldi geçti. Nebahat’ın öğrencileri gelecekmiş onu Ömer Çiftçi’ den öğrendim, Nebahat kesinlikle gelir. Arkadaşları yanında gidip konuşayım mı? Ekrem Ulay’a verdiğim boş boş öğütleri anımsayıp kendi kendime güldüm:

-İnsanlar nasıl ölçüsüz, boş boş sözler söylüyor! Ekrem, sevdiği Saliha’sından yakınırdı:

-Söylediklerimi ters anlıyor, sonra da “Nuh! deyip geri dönmüyor!” dediğinde ben:

-Şöyle şöyle dersin hatta canın isterse! deyip arkanı dönersin! Dediğimde Ekrem:

-Ihık, çok yaparsın! Bir gün seni de göreceğiz! derdi. Hem bunları düşündüm hem de Mozart Maman Varyasyonu tekrarladım. Doğan’la Abdülkadir geldi. İkisi de çocuksu hareketleri bırakamamışlar. Beni överken hemen karar veriyorlar:

-Piyanoya geçsek başarabilir miyiz? Düşünmüyorlar ki, piyanoya geçerlerse benim piyanoya oturma zamanımı çalacaklar. Onların gelmesini ister miyim? Onlara karşılık verirken zorlandığımdan yapmacık, kaçamak karşılıklar veriyorum. Kimi kez de düpedüz duygularımı saklamakta zorluk çekiyorum. Bu kez de öyle oldu. Doğan’a:

-Yedi yıllık emek verdiğin kemanı nasıl bırakacaksın? Abdülkadir’e ise:

-Sen piyano değil akordiyona çalış, Köy Enstitüleri’nde akordiyon daha geçerli bir çalgı! diyerek olaya ciddî bakmalarını işaretledim.

Toplantı Yemekhane’de yapılacağı için bu akşam yemek erken verildi. Daha kestirme olduğu için ikinci kapıdan girdik. Kapının hemen girişinde Nebahat’ın Rahmiye Öğretmenle konuştuğunu gördüm, yaklaşıp konuştum. Kaygılanacak bir durum sezmedim. İlk Cumartesi beni beklediğini söyledi, Eniştesi Demiryolları Müfettişi olmuş, teftişe çıkınca aylarca dönmüyormuş. Birden rahatladım; yoksa ben Nebahat’e ayırdında olmadan tutuldum mu? Röslein, Bella, Yıldız’ın Müjde Ablası birer anı fotoğrafım mı olacak?

Masaya oturunca Ekrem Bilgin sordu:

-Senden önce ben de o kapıdan girdim, konuştuğum o iki öğretmen oradaydı benimle konuşmadılar, seninle neden konuştular? Onların benimle değil benim onlarla konuştuğumu anlattım. Nebahat’ı tarif ederek geçici olarak Etimesgut’ta kaldığını, onunla yazın birlikte çalıştığımızı, Yılbaşı nedeniyle geldiğini ayrıntılarıyla anlatınca kimseden bir soru gelmedi.

Eğlence üstüne varsayımlar öne sürüldü. Müdür Rauf İnan:

-En az bir saat konuşur!

-Yok yahu o kadar uzatmaz!

-Neden uzatmasın? Adam, sessizce dinleyecek bir kalabalık bulmuş, neden istediği kadar övünmesin! Halil Yıldırım sordu.

-Okulun Rauf İnan’dan sonra gelen ikinci büyüğü kimdir? Yüksek Bölüm Eğitimbaşı Hürrem Arman adı verildi. Hayır anlamında “Hıhı!” diye başkaldıranlar oldu. Md. Yardımcısı Tahir Erdem’in adı geçti. Ona yarım saatlik zaman ayırdılar. Daha sonra bir öğretmen arandı. Ben, Nazif Balcıoğlu’nu öne sürdüm. Arkadaşlar onu tanımıyor. Okulun teşrifatçısı Ali Kılıç önerildi. 15 dakikalık bir sürede okula gelen konuklara verilen yiyeceklerle yapılan harcamaları anlatacak (!) Böylece 15 dakikalık bir zaman kalacak ki, onda da çocuklar oyun oynayacak. Kendimiz kurgulayıp kendimiz güldük ama önce İbrahim Şen:

-Siz şaka olarak böyle bir plân yaptınız ama ben bunu aynen bu yaz Kayseri/Pazarören Köy Enstitüsü’nde iki kez yaşadım. Biri 30 Ağustos Zafer Bayramı, öteki de Ramazan bayramında. İkisinde de Okul Müdürü Şevket Gedikoğlu birer saat Köy Enstitülerinin niçin kurulduğunu, Öğretmen okullarının işe yaramadığını anlattı. Arkasından bir öğretmen benzer sözler söyledi. Arkasından arkadaşımız Zekeriya Kayhan efe kılığıyla ortaya çıktı, tüm öğrencilerle on dakika oynadılar.

Masada 8 arkadaşız, benim dışımdaki öteki altı arkadaş da gülerek biz de de öyle oldu! dediler. İşin ilginci çok yakındığımız Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ndeki törenler bu denli tekdüze olmamıştı. Çünkü ortada bir Bedeneğitimi, gerçekten bedeneğitimi almış bir öğretmen Sıtkı Şanoğlu vardı, bir Hidayet Gülen, ne söylediğini bilen bir Nazif Balcıoğlu vardı. Mustafa Güneri, Mehmet Öztekin, Ziya Kaplan, onlar gibi başka öğretmenlerin olması olayları farklı duruma döndürüyor.

Gene de arkadaşlar:

-Hadi bakalım, göreceğiz! deyip kuşkulu olduklarını belirttiler.

Yemekten sonra büyük salona gittiğimizde Halil Dere dergi elinde geldi. Dergiyi göstererek:

-1941 yılında Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nü ben kurdum diye övünüyordun. Bak burada yazıyor, ancak senin adın bile yok! diye takıldı. İstemeyerek dergiyi alıp baktım. Gerçekten bir yazı var. Yazıyı da benim de tanıdığım, Halil Dere’nin hemşerisi Rıza Dönmez yazmış. İstemeyerek de olsa gözlerimi gezdirdim. Olaylar benim bildiğimden farklı anlatılıyor. Olabilir! deyip süzerken öğretmenler listesine gözüm takıldı. Kepirtepe’de kalan öğretmenler Hasanoğlan’a tam kadro geliyor. Oysa yok öyle birşey. Çünkü, Kepirtepe öğrencileri nakledildi ama gerçekte onlar Hasanoğlan Köy Enstitüsü öğrencisi olarak öğrenimlerini sürdürecekti. Kısacası Kepirtepe kapanmamış, müdürü başta olmak üzere öğretmen kadrosu orada kalmıştı. Öğrenci alınacak süreçte Kepirtepe’ye yeni öğrenci alınacaktı. Ancak olaylar başka bir yöne dönünce Kepirtepeli öğrenciler belki tüm Milli Eğitim Bakanlığını değil ama İlköğretim Genel Müdürlüğünü sarstı. O nedenle Kepirtepeli öğrenciler zorunlu olarak geri gönderildi. Bu nedenlerle Kepirtepe’de gerçek öğretmen kadrosu kalmıştı. İşte Rıza Dönmez bunları bilmeden, nereden almışsa Kepirtepe öğretmenlerini tam kadro Hasanoğlan’a getirmiş. İşin gülünç tarafı, Hasanoğlan’a atanıp iki ay gibi kısa süre çalışan öğretmenleri de Kepirtepe kadrosuna eklemiş. Önemsiz gibi görünen bu yanlış özellikle benim için önemliydi. Ben müzik çalıyorsam, kendi kendime çalışarak bu başarıyı kazandım; çünkü okuluma Müzik öğretmeni gelmemişti derken, Hasanoğlan’a gelip iki ay kalan iki müzik öğretmenini Kepirtepe öğretmen kadrosunda gösterilerek beni yalancı çıkarıyor. Rıza Dönmez’i öfkeli bir tavırla aramaya başladım. Aramam uzun sürmedi, kendisi çıktı geldi. İlk sözü şu oldu:

-Vallahi ben yazdım ama bilerek yazmış değilim. Dergi Kolundaki arkadaşlardan bilgi aldım. Kepirtepe bilgilerini Dergi kolundaki Kepirli Mehmet Başaran yazılı olarak verdi. Yazdığı yazıyı size gösterebilirim.

İnandım. Mehmet Başaran’dan bu beklenir. Ancak, benim bunu ona söyleyip dırdıra girmem fazla bir önem taşımaz zaten aramız hiç bir zaman iyi olmadı. Arkadaşlar gene ona bağlayabilirler:

-Zaten anlaşamıyorlardı, bu da bir bahaneleri! deyip olayı küçümserler. İyisi mi konuyu tüm arkadaşlara anlatıp dergide bir düzeltme yolu aramayı yeğledim. Başaran Maşaran karıştırmadan, yanlış yazılmış, gelecek sayıda düzeltilmesi konusunda tüm Kepirli arkadaşların ortak bir ricada bulunması nedeniyle düzeltilmesi yoluna gidilmesi. . . Rıza Dönmez de buna benzer bir durum önermişti. Yalnız yazının kendisine verilip onun yardımıyla düzeltilmesi yolunu önermişti. Yollar önemli değil, önemli olan yanlışın düzeltilmesi! Dedim ama birden sıkılır gibi oldum. Burada daha önemli bir durum var. Arkadaş, kimseye danışmadan Kepirtepe için önemli haberleri kendi süzgecinden geçirip dergiye mi aktaracak? O orada kimin adına çalışıyor? Arkadaşların (Hasan Üner’le Harun Özçelik’in) kendi yüzüne söylediği gibi salt şiirlerini çıkartmak için mi Dergi Koluna girdi? Kendi kendimi içten içe kışkırttım.

-Saat geldi! diyenler oldu, birlikte Yemekhane salonuna indik. Yüksek Bölüm için konuk yeri hazırlanmış. Geçen yıldan bize seçilen Ömer Çiftçi, Galip Gürler bize yer gösterdi. Ömer Çiftçi aynı zamanda benim yardımcım, akordiyonu hazırlatmış. Giderek salon doldu. Bir rastlantı Rıza Dönmez hemen yakınıma oturdu. Bir yakınlık belirtisi olarak da elini uzatıp elimi tuttuktan sonra arkaya dönerek birine seslendi:

-Senin verdiğin bilgiler hep yanlışmış! Dönüp baktım, konuştuğu Mehmet Başaran. Bir daha üzüldüm; birden elimi çektim. Rıza Dönmez ne anladıysa eğilerek:

-Ona söylemeyecek mi idim?

-Sırası değildi! diyebildim. . . .

Okul Müdürü, yanındakilerle gelince ayağa kalkıldı, yer değişmeler oldu. Bizim bölüm yerine çağırıldı. Derken sinirlerim yatıştı, toplantının havasına kısmen uydum. Bu kez de bizim arkadaşların varsayımları aklıma takıldı, Müdür Rauf İnan gerçekten uzun mu konuşacak? Derdemez Müdür kalktı. Neredeyse saate bakarak tam bir saat konuştu. Köy Enstitüleri projesini ne zaman düşündüklerini, nasıl şekillendirdiklerini anlatmasına karşın üç yıl okuduğumuz Köy Öğretmen okullarını hiç anmadı. Köy Öğretmen okulları sürecinde yapılanları 1940 sonrası yapılmış gibi anlattı. Buna çok sinirlendim. Lüleburgazlılar duysa bunu katıla katıla gülerler mi yoksa:

-Hadi be kalçan ağızlı (Kalçan ağızlı, ağızı doğru dürüst lâf etmeyen ya da doğru konuşmayan, anlamında kullanılır) Kepirtepe’deki binaları Trakya Köy Öğretmen Okulu bebelerinin gıdım gıdım çalışarak yaptığını hep biliyoruz! der mi? Bir de dünyada benzeri olmayan okul sıfatını takmasına şaştım. Oysa 3803 sayılı yasa çıktığı günlerde Yaşar Nabi Nayır Yunanistan’da benzer okulların olduğunu, Dr. Halil Fikret Kanad ise Pedagoji Tarihi kitabında Almanya’da benzer okulların (Odenwald) olduğundan başka A.B.D. Alabama Eyaletindeki Booker Washington’un Tuskegee okulunu anlatmaktadır. Bunlar hep işi de kapsayan programlar uygulayan okullardır.

Dr. Halil Fikret Kanad, Pedagoji Tarihi kitabında, A.B.D’de okullara işin 1879 yılında girdiğini, bu iş okullarına Manual Training High School dendiğini yazar. aşağıya resimlerini aldığım çalışma görüntüleri bizim çalışmalarımızın tıpkısı. Altında yazılar olmasa nerede ise içlerinde kendimi arayacağım. Doğrusu 2. Resimde aradım diyebilirim. Söz konusu okul, kırk yıldır öğrenci yetiştiriyormuş. Okul Müdürümüz bundan habersiz olur mu? Haberli ise neden bizim okullarımız benzersiz olsun? Çatıda çalışırken Mustafa Güneri Öğretmenin çektiği resmimin benzerini internette görünce özellikle alıp notlarıma ekledim.

 

 

Tuskegee Öğrencileri bir çatı çalışmasında,

 

 

   Tuskegee Öğrencileri bir temel çalışmasında

 

   Tuskegee öğrencileri derste

 

Ayrıca bizim ülkemizde öğrenimlerini sürdüren Erkek, kız sanat Enstitüleri gibi ziraat okulları da işle kültürü birlikte vermiyor mu? Hele Öğretmen Okulu çıkışlı öğretmenlerin köylerdeki başarısızlıklarını öylesine küçümseyerek anlattı ki gözlerim, Ziya Kaplan’ı, Abdülrezzak Tığlı’yı, Nazif Balcıoğlu’yu, Cemil Toygar’ı, Mustafa Güneri’yi, Hidayet Gülen’i, Sıtkı Şanoğlu’nu aradı. Bunları düşünürken konuşmanın arkasını duymaz olmuştum ki alkışlar başlayınca kendimi toparladım. Bir kız öğrenci Yeni Yıl diye bir şiir okudu, kendi yazmış. ”Hepimiz bir yeni yaşa giriyoruz” gibi sözler söyledi. Çocuk ya yanlış anlaşıldı ya da gerçekten yeni Yılı doğru öğrenememiş, gülüşmelere neden oldu. Arkadaşımız Muttalip Çardak duramadı:

-Tuh yahu, geçen gün yeni yaşıma girmiştim, bir yaş daha mı ekleyeceğim şimdi? Türü şaka sözler söyledi.

Neyse ki benim mandolin gruplarımdan seçilen mandolin takımı güzel parçalar çaldı. Öztekin Öğretmen beni kutladı, ancak arkadaşlardan gene kimse tınmadı. Belki de duyamadılar (!) Programda bir değişiklik oldu, oyunlar en sondayken, bizim bölüm konserinin önüne aldılar. Böylece ben, oyunların müziğini çalmak için ayrılınca oyun grubuyla birlikte kalarak konseri, salonun öteki ucunda izledim. Gayretkeşlik edip geri dönmedim. Arkadaşlardan ayrı düştüm ama bir bakıma iyi oldu; onları dışardan biri gibiymişçesine dikkatle dinledim. Şarkılar, türküler güzel de grup görüntüsünü gözüm tutmadı. Orta bölümden farksız bir görüntü veriliyor. Mehmet Yelaldı yönetirken dikkat ettim, ellerini çok güzel kullanıyor. Belki de Marşları söylettiğinden olacak ellerini kullanışı bana Salcı Dede’yi anımsattı. O da Bandoyu yönetirken bu tür el sallıyordu. Kesik kesik, sert sert kol hareketleri… Kol dirsekleri yaylı gibi açılıp kapanıyordu.

Toplantı sonunda akordiyonu yerine koyup yatakhaneye gittim. Azmi Erdoğan şakasını yaptı:

-Öztekin Öğretmen sana kızdı!

-Niçin?

-Korodan kaçtın! İnanmadım ama gene de etkisinde kaldım. Yatınca düşünecek bir yığın sorunum varken Öztekin Öğretmenin neden kızmayacağını sıraladım:

-Koroda önemli bir rolüm yok. Oyun grubu ile öteki kapıdan çıkmak zorundaydım. O kapıdan geri dönemezdim. Öteki kapıdan gelmek istesem herkesin önünden geçmek zorunda kalacaktım! Bunları düşünürken uyumuşum.

 

1 Ocak 1945 Pazartesi

 

Enver Ötnü için takılmalar duyuldu:

-Ötnü yaşlandı, yaşlandıııı! Enver Ötnü tam önümden geçerken durdu:

-Enişte bak, sana yaşlandığını söylüyorlar, ben de yaşlandım mı? Başımı sallayarak “Hayır!” işareti verince bana:

-Yaşa, böyle demeseydin ablamı vermeyecektim bilesin! deyip yürüdü, O gitti ama enişte, abla sözleri uzadı:

-Ne çok ablası var? Söze karışanlar oldu:

-Ötnü gitti, sözü dedikoduya dökmeyelim! Pek yapmadığım bir deneme yaptım, uyanık uyanık yattım. Geçenler içinde takılanlar oldu:

-Rahatsız mısın?

-Yılın ilk günü geç kalkanlar o yıl hep geç kalkarmış! Abdullah Ön ise çıkıştı:

-İbrahim kalk ,yoksa gider piyanoya otururum! Yakındaki Orhan Doğan da ona takıldı:

-Yılın ilk günü piyanoya oturanlar sonra her gün oturur! Ranzanın çevresinde toplananlar olunca kalktım:

-Hasta falan değilim! Abdullah Erçetin, Hasan Üner konuşmaları duyunca geldiler. Bir şeyim olmadığını söyleyip kalktım. Bu tür bir deneyimim de oldu. Böyle söyleyince Abdullah güldü:

-Onu biz her sabah yaşıyoruz!

Kahvaltıda akşamki toplantı, arkasından da konser (Kendi programımız) konuşuldu. Beğendiğimi söyleyince arkadaşlar sevindiler. (Görüntüden söz etmedim.)

Öteki okulların Yılbaşı Tatilleri de varmış, onlardan söz açıldı. Verilecek bir haftalık tatil için Lüleburgaz’a gidip gelmeyi düşünerek, tatil beklemediğimi söyleyip o görüşe katılmadım. Hemşerim Kadir bana karşı oldu:

-Verseler benden önce gidersin! Kendi köyümün onun köyünden 4 km daha uzak olduğu için önde gitmek isteyeceğimi söyleyince arkadaşlar hep güldü. . .

Konuşmalara katılmayan Ekrem Bilgin sordu:

-Sizin köyleriniz o kadar yakın mı? Bu kez de ötekiler güldüler:

-Günaydın! Bir yıldır bunları dinliyoruz, bir de senin için anlatsınlar! diyenler oldu. Söz giderek, Pazartesi günü derslerine sonra da öğretmenlere geçti:

 

-Mahir Canova Yılbaşını nasıl geçirdi? Söz, giderek Hirmi Girginkoç’ a dek gitti. Girginkoç denince Kınalı Saçlı Güzel’in ondan söz ettiğini söyledim. Arkadaşlar pür dikkat kesildiler; Nihat Şengül:

-Vay kurnaz vay, sen o kızın yanına bunları dinlemek için mi sokuluyorsun? Böylece herkesin ilgisini çekmesine karşın şimdiye dek değinilmeyen güzel bizim yemek masasına geldi. Geçen yıl bir ara opera sanatçılarının birinden söz edilirken:

-Şimdi çok ünlü bir soprano ama, öğrenciliğinde arkadaşları ona “Mi’ci Ayhan!” derdi, gibilerde söz edilmişti. Sonunda onun bu Ayhan olduğunu kararı kesinleşti. Sözde, şan derslerinde öğretmen ses denemesi yaparken hangi tuşa bassa o, “Mi!” dermiş. Sonra da arkadaşları ona “Mi’ci” adını yakıştırmış.

   ** *

Bir süre piyano çalıştım. Çoktandır Hanon’u bırakmıştım. Ta başlardan başlayarak, yemeğe dek sürdürdüm.

Yemekte konu gene çıkan dergi. Dergideki şiir çokluğu özellikle konu edildi:

-Şiirler şiir olsa bari! Ben de aynı düşüncede olmama karşın onlara katılmadım. Varlık Dergisinde çıkan şiirleri okumalarını salık verdim. Hemşerim Kadir başta olmak üzere çoğunun Varlık Dergisi’nden haberleri olmadığı anlaşıldı. Bu kez de onlara Varlık Dergisi’ni tanıtma hevesine kapıldım. Böylece Vahit Dede’nin müzik üstüne yazılarını okutarak kendime bir pay çıkarmayı düşledim. Ayrıca Mahmut Ragıp Kösemihal’i kişi olarak hep tanıdılar ama onun müzik konusunda değerli bir kaynak olduğunu anlatmayı bir görev saydım. Nihat Şengül, bunu bekliyormuş:

-Arkadaş, ilk konserde benim elimden tut götür o adama, elini öpeyim! dedi. Bu söz çok etkili oldu. Salona dönünce, Mahmut Ragıp’ın Balkanlarda Musiki kitabını çıkarıp gösterdim.

Halil Dere geldi, hemşerisi Rıza Dönmez benimle konuşmak istemiş, birlikte kitaplığa gittik. Rıza Dönmez’in önünde yeni çıkan dergi. Kepirtepe Köy Enstitüsü’nün Hasanoğlan’a göçü, Hasanoğlan Köy Enstitüsü kuruluşu yazısını birlikte okuduk. Karşı olduğum noktaları işaretledi, gelecek sayıda özür dileyip bu noktaları aynen yazacağını söyledi. Mehmet Başaran’ın yazı verdiğini söylemişti, nedense sözünü geri aldı, benim de bu konunun üstünde durmamamı rica etti. Biz konuşurken Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca geldi, önce sıradan bir merhabaymış havasını verdiyse de direterek konuştuğumuz konuyu açtırdıktan sonra, işi tatlıya bağladığımıza sevindiğini, arkasından da bu tür dırıltıların (çözülmesi elde olan konuların) çıkmaza itilmesinin Sabahattin Eyuboğlu Öğretmeni çok üzeceğini söyleyip ayrıldı. Hüseyin Atmaca’nın iyi niyetinden bir kuşkum yok, Sabahattin Öğretmen’in de kırılgan olduğunu kestiriyorum. Bu gelen giden öğretmenler konusu da çok önemli değil. Ancak Mehmet Başaran’dan beklenen bir başka olay, arkadaşımız Yusuf Asıl’ın üstüne iftira atan, sonra da suçlu olduğu kanıtlanınca okuldan uzaklaşan suçlunun yazısına Mehmet Başaran karşı duramaz mı idi? Arkadaşlara bunu anlatmak zor olacak. Bu konu irdelenince benim hoş görmeye razı olduğum konu da ortaya çıkacak. Bunu benim örtbas etmeye kalkışmam arkadaşlar üzerinde nasıl bir etki bırakacak? Bunları düşünmeye başladım:

-Keşke daha önce hiç kurcalamasaydım da olay ortaya çıkınca ortak bir tavır koysaydık! şeklinde hayıflanırken herkese dergi dağıtıldı. Böylece arkadaşlar duyma sözler yerine kendileri okuyarak konuşmaya başladılar. Başkalarını dinleme yerine dergiyi alıp önce bir karıştırdım. Cumhurbaşkanımızın yazısını geçen yaz okumuş özetlerini de yazmıştım. Milli Eğitim Bakanımız Hasan Ali Yücel’in de yazısına bir diyeceğim yok. Bu değerli insanların yazılarının hemen ardına o hırsızın yazısı nasıl konur? Üstelik yeni çıkan bir derginin ilk sayısına konulacak bir yazı mı? Bölgedeki bitkiler! O bunları tek başına nasıl araştırmış? Böylesinin yazdıklarına inanılır mı?

Kepirli arkadaşlarımızdan Hüseyin Orhan, bu sözüme takıldı:

-Olaya bu açıdan bakınca, amaç saptırmalara yol açarız. O arkadaş bizim bölümdeydi. Yazdıkları da bizim bölümün önemsediği bir konu. Tarla-Bahçe Kolu’nun varoluş nedeni bu konular. İlk derslere başladığımız günlerde bile tarımın yarı yarıya (özellikle çekirge, kımıl türü) böceklerle savaşıdır şeklinde tanımlar yapıldı. Salt böcekler de değil kuşların bile çoğu bizim açımızdan tahıl düşmanıdır. O nedenle yazının içeriğini öne sürmeyelim.

Orhan Arkadaşı haklı buldum. Zaten ben birey olarak öne çıkıp tek başıma direnecek değilim. Hüseyin Orhan’a teşekkür ettim. Sıcağı sıcağına Rıza Dönmez’ e yazacağımı yazdım. Yazıda, Hasanoğlan’e ekip olarak gelen Köy Enstitüleri sıralamasında da değişiklik olmuş ama ben bunu önemsemedim. Gelen gelmiş, ha 20 gün önce gelmiş ha 20 gün sonra! Ancak kaldığı süre 20 gündür. 20 günde 20 öğrenci (üstelik henüz bir yılını bile doldurmadan iki sınıf atlatılmış öğrenciler) söylenen binaları nasıl tamamlayıp da okullarına dönmüştür? Buna güldüm. Konunun burasına ayrı bir yazıda açıklık getireceğim. Şimdilik salt yazının:

“1941 yazında gelen bu ekiplerle ilk olarak bedeni ve fikri ile çalışıp, ter döken; bu eserlere büyük ölçüde emeklerini katan Müdür vekili Ali Rıza Tümer, Müdür vekili Mehmet Tuğrul, Sanaatbaşı Mustafa Güneri, Eğitimbaşı Sıtkı Şanoğlu, Yapıcı Sili Gaspar, Mehmet Yurtkuran olmuştur. Yine bu eserlerde emekleri olan Kepirtepe Köy Enstitüsü öğretmenleri şunlardır:

-Namık Ergin, Lâtif Yurdçu, İrfan Evren, Naci İnan, Selçuk Korol, Hidayet Gülen, Faik Bakır, Bergüzar Güvenç, Hüsnü Baykoca, Reşat Tekinay, Ali Yılmaz Demirbilek, Süheyla Başokçu, Behire Bil, Nahide Akalın, Naci Birkök, Nazmi Aybar, Selâhattin Tolunay.

2. Müdür vekili Mehmet Tuğrul 2.X.1941 tarihinde enstitüden ayrılmış,başka bir ödeve tayin edilmiştir. Müdür Mustafa Lutfi Engin’in ödeve başlayış tarihi olan 4/ İkincikânun 1942’ye kadar Mustafa Güneri Müdür vekilliği yapmıştır. Mustafa Güneri bugün Enstitü Sanatbaşı olarak bulunmaktadır.

Kepirtepe Köy Enstitüsü öğrencileri, ufaklı büyüklü, bir çok işlerden başka 6 bina yaptıktan sonra eser bırakmanın büyük zevki içinde 7 Birincikânun 1941’de Hasanoğlandan ayrıldılar”

 

Dergiden tırnak içine aldığım yazının içinde sınırlı birkaç isim dışındakiler tümüyle yanlış olarak olaya katılmıştır. Niçini ya da nedeni üzerinde durmadan doğruyu yazmayı yararlı buldum:

 

Kepirtepe Köy Enstitüsü, 18 ile 30 Nisan 1941 tarihleri arasında grup grup olarak Hasanoğlan’a gelmişir. İlk gelen grup o zaman okulun son sınıfı (Orta 3. Sınıf) 30 kişidir. Bu ilk grup köyün camisinin, arka üst katında 20 gün konuk olarak kalmıştır. Bu süreçte gelecek gruplara çadırlar hazırlamış, gelen grupların köyle ya da cami ile bir ilgisi olmamıştır. İlk grup Namık Ergin, Hidayet Gülen öğretmenler gözetiminde gelmiştir. İlk iki gün içinde yeni atanan bir üçüncü öğretmen Mustafa Güneri, Resim Dersleri Öğretmeni olarak bize katılmış, ancak başladığımız işlerde bizimle birlikte çalışmıştır. Bir hafta sonra gelen grupla Kepirtepe Köy Enstitüsü Md. Yardımcısı Hüsnü Baykoca, yönetici olarak gelmiş o gelince de öğrenciler yönetici olarak onu tanımıştır. Öteki guplarla da Selçuk Korol, Nazmi Aybar, Nafıa-Nahide Akalın kardeşler, Ali Yılmaz Demirbilek bize katılmıştır. Mayıs ayı başında bir de yeni öğretmen Reşat Tekinay. Kepirtepe’den öğrencilerle gelen öğretmenler bunlardır. Bir süre sonra Selahattin Tolunay Öğretmen de bize katılmıştır. Böylece Kepirtepe’den Hasanoğlan’a gelen öğretmenler nedense sınırlı tutulmuş, yukarda geldiği yazılan öğretmenlerden Bergüzar Güvenç, Naci Birkök, Lâtif Yurdçu, Faik Bakır, İrfan Evren, Naci İnan Öğretmenlerle nedense adları sayılmaya bile gerek görülmemiş (!) Okul Müdürü Nejat İdil, Fikret Madaralı, Ahmet Gürsel, Salih Ziya Büyükaksoy, Besim İyitanır öğretmenler Kepirtepe’de kalmıştır. 6 Haziran 1941 günü bizimle görüşen Bakanımız Hasan Ali Yücel’e:

-Okulumuz açıldığından beri müzik Öğretmeni görmedik! şeklindeki yakınmalarımız üstüne hemen bir müzik öğretmeni, Behire Bil atanmıştır. Behire Öğretmen özel bir neden öne sürerek kısa zamanda ayrılmış yerine bu kez Süheylâ Başokçu gelmiştir. Süheylâ öğretmen de Konservatuvar öğrenimine gidince bu iki öğretmenin, Kepirtepe ile kesinlikle bir olmamıştır.

Anlatılan karmaşık yönetici olayına gelince:

-Kepirtepe Köy Enstitüsü Öğrencileri Okul Müdürü Nejat İdil’i çok sevmişti. Hasanoğlan’a, kendilerine çok yabancı gelen bir ortama gittiklerinin üzüntüsünden çok, Okul müdüründen ayrı düşmelerine yakınıyorlardı. Hasanoğlan’a uğrayan yetkililere hep bunu anlattılar. “Müdürümüzü İstiyoruz! ” Yıllar sonra öğrendikleri bir gerçekten (!) ötürü Nejat İdil Kepirtepe’de bırakıldı. Onun yerine Gölköy Köy Enstitüsü’nden Mehmet Tuğrul (Söylendiği gibi vekil falan değil resmen) Müdür olarak atandı. Yeni Müdür Mehmet Tuğrul, öğrencileri toplayıp:

-Size Müdür olarak atandım, bundan sonra müdürünüz benim! türü uzun bir konuşma yaptı. Sanırım bu konuşmada terazinin dengesi azıcık bozulmuştu. Yapılan konuşmada kimi sözler öğrencileri incitmişti ya da yanlış yorumlanmıştı. Giderek kurcalanan sözler yüzünden öğrenciler işleri bıraktı. Tatlı dilli yeni Resim Öğretmeni Mustafa Güneri, Öğrenci psikolojisini iyi bilen Namık Ergin, Hidayet Gülen Öğretmenler önlemese idi tüm öğrenciler Bakanlığın kapısına dayanacaktı. Durum Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’a yansıtıldı. Gelen yeni müdür Mehmet Tuğrul ortalıktan çekildi, Mustafa Güneri Sanatbaşı sıfatı altında Müdür Vekili oldu. Mustafa Güneri Ağustos 1941 ayından, 10 Aralık 1941 gününe dek Hasanoğlan’da konuk olan Kepirtepelilerin Müdür vekiydi. İlk göreve başlarken şöyle demişti:

-Sizin o çok sevdiğiniz Nejat İdil benim candan arkadaşım, alın size mektuplarını vereyim, salt şimdi değil uzun yıllar ötesinden, aramızdaki karşılıklı sevgiyi görün. . . Uyum içinde çalışıp bize verilen işleri bitirince hep birlikte onu da çok sevindireceğiz. Günü gelince de sizi götürüp elimle ona teslim edeceğim!. .

Gerçekten dediği gibi oldu, Mustafa Güneri Müdürvekili olarak bizimle Kepirtepe’ye geldi, bizi söz verdiği gibi arkadaşına teslim etti, arkadaşı Nejat İdil’le konuştu, Hasanoğlan’a döndü. Hidayet Gülen, Nafıa Akalın, Hüsnü Baykoca, Ali Yılmaz Demirbilek, Reşat Tekinay Öğretmenler Hasanoğlan’da kaldı. Namık Ergin, Selçuk Korol, Nahide Akalın öğretmenler Kepirtepe’ye döndü.

 

Rıza Dönmez’in yazısında çok uydurma bir bilgi de Hasanoğlan Kurulurken Eğitimbaşı, özellikle de Eğitimbaşı olarak Sıtkı Şanoğlu’nun gösterilmesidir. İyice havadan katılmış bir yanıltıcılık oyunu (!) Sıtkı Şanoğlu’nu burada tanıdım, saygı duyuyorum, ancak 1941 yılında onu tanımak gibi bir mutluluk yaşamadık (!) O buraya çok sonra gelmiş. Eğitimbaşı sözü ile de biz Kepirtepeliler, 1942 yılının kasım ayında atanan Enver Kartekin göreve başlayınca duyduk.

Rıza Dönmez’in, Kepirtepe’yi de içine katarak yapıldığını yazdığı atamalar, hele müdür atamaları, eğer gerçekten yapıldıysa kağıt üzerinde kalmıştır. Öğrenci olarak bizim karşımıza öylesi kimseler çıkmadı, çekilen resimlerde bu tür kimseler yoktur.

Rıza Dönmez’in yazısında değinilen “20 kişilik ekipler geldi, 20 günde bina yapıp gittiler!” türü konuşmaları yeni gelen arkadaşlar da söylüyor. Geçen yıl biz geldiğimizde de özellikle Çifteler çıkışlı arkadaşlar bu tür konuşmalar yapıyordu. Oysa 1941 yazında yapılan binalar üstünde ekiplerin adları vardır. Bir kaçına sormuştum: 2 Kepirtepe, Akçadağ, Akpınar, Pazarören, Gölköy, Cılavuz Köy Enstitüleri dışındakiler de geldi, onların binaları nerede? (Kızılçullu, Çifteler, Savaştepe, Arifiye, Aksu, Gönen, Haruniye, Akçadağ, Cilâvuz, Beşikdüzü, Akpınar, Gölköy)

-Hangi binayı yapmıştınız? Karşılıklar, hep sustu…

Rıza Dönmez gene de çok doğru bir olayı yazmış:

-Kepirtepeliler 6 binayı tamamlayıp gittiler! İşte bu en doğru söz bence!

Biz Kepirtepeliler olarak temelden çatıya 6 bina yapmadık. Temelden iki bina ile, depo, yemekhane türü parçalarla ekiplerin yarım bıraktığı binaları tamamlayıp çatılarını kapattık. Bunların sayısı 11-12’yi bulur. Köy Okulu eklemelerimiz bunların dışındadır.

Notumu tamamlayıp tam piyanoya otururken Abdullah Ön:

-Haydaaaa! diye basbariton sesiyle salonu doldurdu. Meğer o da dergiye yazı yazmış. Kendi yazısında yanlış bulunca şaşırmış. Okuldaki müzik aletlerinin sayıları verilirken iki akordiyon, 8 akordiyon olarak çıkmış. Arkadaşlardan bazıları hemen bana takıldı:

-Akordiyonları bizden neden saklıyorsun? Sekiz akordiyon! Daha neler? Bu kez de arkadaşlardan bazıları:

-Kadir Pekgöz, Abdullah Erçetin, Talip Apaydın, Muttalip Çardak, İbrahim Şen, Kamil Yıldırım, Nihat Şengül, staja gittikleri Köy Enstitülerinde akordiyon olmadığını söylediler. Böylece tüm Köy Enstitülerindeki akordiyonlar toplansa sekiz sayısı tutmaz! deyip güldüler. (Akordiyon olan Köy Enstitüleri de sayıldı, Çifteler, 1, Kızılçullu,1, Arifiye 1, Kepirtepe 2, Hasanoğlan 2. toplam 7 akordiyon sayıldı. )

Söylenenler oldu:

-Dergi kolunda bizden neden biri yok? Yıldız var ama o sıra anımsatmak istemedim. Ancak sordum:

-Arkadaş olunca yazı yazan yazısını ona mı verecek? Şöyle yapsın, böyle yapsın derken olay derginin tümünü ortaya getirdi. Dergi beklenilen dikkatle çıkmadı. Şiir olayı anımsatıldı: Hani şiir yazılmayacaktı? Talip Apaydın karşı çıktı:

-Bir öğrenci dergisinde şiir çıkmaz mı?

-Çıkar ama kardeşim, bir sayıda on beş şiir olur mu? On beş şiir var mı yok mu tartışması sonunda şiirler sayıldı. Gerçekten şiir olarak 11 şiir var ama düz yazılar içinde de tam dört sayfa şiir nitelikli halk şiiri ya da mani türü söylemler var. Talip Apaydın’ın şiir tutkunu olduğunu biliyorum, onun niçin vermediğini sordum. Talip güldü:

-Sonucun böyle tatsız konuşmalara dayanacağını anladığımdan vermedim! deyince bu kez arkadaşlar Talip’i sıkıştırdılar:

-Eller abur cubur şeyler sokuşturmuş, onlar gibi ikişer üçer vereceğine bir tane vermelisin!

Şiire karşı olanların şiir istemesi beni de yanlarına çekti, Talip’i sıkıştıranlara katıldım.

Piyano çalışacaktım, akordiyon, şiir derken yemek saatini getirdik. Yemekten sonra sıkı bir Hanon çalışması kurarken Öztekin Öğretmen’den haber geldi:

-Plâk dinleyelim!

Yemekten sonra üç takım hazırladım.

 

Bir barok, bir Viyana Klâsiği, bir romantik.

Üç Barok,

Üç Romantik.

 

Birinci gruba, Haendel, Haydn, Weber.

İkinci gruba, Bach, Haendel, Vivaldi.

Üçüncü gruba, Schubert, Mendelsshon, Brahms.

 

Birinci grupta Haendell- Su Müzikleri-Haydn-Klavsen Konçertosu, Weber-Dansa Davet. . . .

 

İkinci grupta,Bach-4. 5. 6. Brandenburglar, Haendell- Arp Konçertosu, Vivaldi-Le quattro Stagioni (4 Mevsim, İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış)

 

Üçüncü grupta, Schubert-Bitmemiş Senfoni, Mendelsshon-Bir Yaz Gecesi Müziği, Johannes Brahms -Keman konçertosu. . . . .

 

Plâkları seçtim, yan yana sıraladım. Arkadaşlar gelince listeyi okudum. ”Her kafadan bir ses çıkar!” örneği bir kargaşa başladı. Öztekin Öğretmen yetişti, olayı sordu. Bir kaç arkadaşı dinledikten sonra bana dönerek:

-İbrahim, bunların hangisini daha az dinledikse onları çalalım! deyince ben:

-Haendell, Arp Konçertosu ile Brahms, Keman Konçertosunu deyip duraksadım. Mehmet Yelaldı:

-Dansa Davet! deyiverdi. Öztekin Öğretmen gülerek:

-Tamam işte, var mı bir diyeceğiniz?

Üç eseri sessizlik içinde dinledik. Sonunda da bunu, 1945 Yılı’nın ilk konseri sayıp dinleyeceğimiz tüm konserlerin böyle zevkli geçmesini dileyerek dağıldık.

Yatınca bir süre gene gerilere gittim. Aklıma Bella takıldı; bir gün, 20 yaşına girdiğini sevinerek söylemişti. 20 yaşından önce bir çok şeyler öğrenmiş, dans öğretmenliği yapıyor. Ablasının dediğine göre, Yılbaşlarını İstanbul’da geçirmeye alıştığından bu kez de oradan ayrılamamış! Ben de o yaşları yaşadım; 20. yaşımın hangi yılbaşını nasıl geçirmiştim? 1941 Aralık başında Hasanoğlan’dan Kepirtepe’ye dönüşte bizi izinli bıraktıklarından, o yılbaşını hep köylerimizde geçirmiştik. Oysa bizim köyde yılbaşının sözü bile edilmez. Ben Yılbaşı olayını 1938 sonuyla 1939 başı gecesi geçirme değil, sadece söz olarak duymuştum. Ortaokullara gitmiş arkadaşlarım anlata anlata bitiremiyordu. Ne anlattıklarını pek anımsamıyorum ama ortada bir Yılbaşı sözü sık sık dolaşıyordu. 1940 Yılbaşını ilk Yılbaşım sayabilirim. Bella ise benim ilk Yılbaşıyla tanışma yaşımda alışageldiği Yılbaşlarının birini geçirmek için istediği yerde olabiliyor. Belli ki yıl başılar, geçen yıl ucundan ucundan gördüğüm türden eğlenilerek geçiriliyor. Geçen yılın daha güzelini umarken bu yıl geri dönüş pek hoş olmadı gibime geliyor. Neden olmadı? Sanırım bu, Okul Müdürü Rauf İnan’in düşüncesi. Ben buna da inanmak istemiyorum. Rauf İnan böyle düşünmüş olabilir. Onun çevresinde kendisine yardımcı bir çok insan var, onlar uyaramaz mı? Rauf İnan her konuda fikrini söyleyen bir insan, ancak karşısının önerilerine de katılıyor. Ben bunun doğruluğunu yaşadım. Millî Oyunlarda davul çalınmasını istedi, hatta davulcuları getirtmiş, oyun alanında yanıma geldiler. O gün gerek olmadığını söyleyip geçiştirdim; arkasından da Bölüm Başkanımıza düşüncemi söyledim. Bölüm Başkanımız beni haklı buldu, aracı olunca, davul olayı ortadan kalktı. Geçtiğimiz yaz üç ay boyunca sabah oyunlarını davulsuz sürdürdük. Müdür Rauf İnan sık sık gelip izledi, teşekkür edip ayrıldı. Öteki yardımcıları, bizim bölüm Başkanımız kadar direnemiyor mu? Öyleyse suçu ya da ihmali onlarda aramalı!. . .

Amacım Müdür Rauf İnan’ı savunmak değil, niçin biraz daha dikkatli gözlemler yapıp gerçeğe yaklaşmak zahmetine girmiyoruz?

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ