Mektuplarla Matematik Öğrenme Çabaları
21 Ocak 1941 Salı
Bugünkü tek dersimiz tarih. Selçuk Öğretmen sözlü yoklama yapacağını söylemişti. Beni kaldırmaz, biliyorum ama gene de hazırlıklı olmalıyım. Arkadaşların bilemediği soruları, ”Kim söyleyecek?“diyerek her zaman sorular yöneltebiliyor. Önem verdiği soruları iyi saptamış b yorum;daha çok tarihteki ünlü kişilerle savaşlar, anlaşmalar, bunların tarihleri. Bir de ünlü kişilerle, belli tarihlerin bize ne anımsattıklarını:Sözgelimi Cezzar Ahmet Paşa ya da Mimar Sinan sana neleri anımsatıyor?İşte ben de bu tür soruları çok seviyorum. O nedenle de tarihleri, ünlü kişileri iyi belliyorum. Bunlar gerçekte çok değil ya da Selçuk Öğretmen sınırlı kişileri soruyor. Bunları ben seviyorum ama arkadaşların çoğu bu tür sorulardan korkuyor. Benimse bunlar hoşuma gidiyor. Bu tür sorulardan bu yıl defterime yazdıklarım bana göre bellekte tutulmayacak ölçüde çok değil, belli başlı 30 tarih, 60 ünlü kişi…1453-İstanbul’un fethi-1492 Amerika’nın keşfi-1514 Çaldıran zaferi-1521 Belgrat’ın fethi-1526 Mohaç zaferi-1566 Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümü-1571 İnebahtı deniz savaşı-!639 Kasr-ı Şirin antlaşması-1683 2. arşılığını görüyorum. . Çünkü benzer olayların kesinlikle birini çok iyi bilmiş oluyorum. Öğretmen de bunu sezince sorusunu genişleterek, bilinenleri anlatma olanağı vererek, suskun suskun boyun büküp yerine oturmaktan kurtarmış oluyor. Selçuk Öğretmenin not değerlendirmesi de çok açık, çok ölçülü oluyor. İlk sorduğu soruyu esas alıyor, soruyu kaydırarak başka bilgiler verildiğinde o bilgiler doğru ise öğretmen “Aferin! “diyerek onurlandırmakla birlikte notu verirken “Güzel anlattın, bundan mutlu oldum ama benim sorum şu ölçüler içinde yanıtlanmalıydı, Anlattıklarını unutmazsan, bir başka yoklamada sanırım daha iyi değerlendireceksin!”deyip, not terazisini kullanırken kesinlikle hak çizgisinden şaşmamaktadır. Bu denli ölçülü olmasına karşın Selçuk Öğretmen arkadaşların çoğu tarafından sevilmiyor. Bence açık konuştuğu için konuşmalarından alınanlar var. Örneğin tembellere açık açık söylüyor. ”Al sana bir tembel daha!”deyip oturttukları oluyor. ”Sen geçen defa da bir şeyler söylememiştin değil mi ?” diye soruşu, özellikle de “Evet!”dedirtinceye dek tekrarlaması tembel taifesini çatlatıyor. Selçuk Öğretmenin sevdiğim bir yanı da Sami Akıncı’yı önemsememesi. Parmak kaldırdığı zaman gülerek, ”Senin bileceğini tahmin etmiştim!”deyip kaldırmıyor. Buna karşın parmak kaldırmasa bile İsmet’e sık sık soru soruyor, onu cesaretlendirerek konuşturuyor. Tarih dersi ile Selçuk Korol Öğretmeni uzun uzun anlattım ama bugünkü ders anlattıklarıma hiç uymadı. Ders zili çalınca öğretmen geldi, ”Günaydın!”dedikten sonra öğretmen masasına oturdu. Gülümseyerek bize baktı, ”Balkan Savaşı’yla ilgili bir kitap okudum, bu kitaptaki bilgileri daha önce de başka kitaplardan toplamıştım ama bu kez aklıma bir başka konu takıldı. Balkan Savaşı’nı biz kaybettik. Bulgaristan’la oturup anlaşma bile yaptık. Bu anlaşmaya göre Bulgaristan, - Karadeniz kıyısındaki Midye ile Ege kıyısındaki Enez’e çekilen bir hattın ötesini, bizden almıştı. Bu sözü söyler dururdum. Enez-Midye hattı. Bu kez elime bir cetvel alıp çizdim. Bizim Kepirtepe’nin kurtarılmış topraklarımızdan olduğunu gördüm. Bugün bizim, bununla övünüyoruz ama kaybedilmiş durumunu düşününce de üzülmemek elde değil. Düşünelim bir kere Lüleburgaz Bulgaristan’ın Çorlu bizim sınır kentimiz olacakmış!”dedi. Elindeki kitabı okumaya başladı. Kitap, Bulgar Prensliğinin kurulmasını, bir süre sonra da oradaki Türklerin göçe zorlanmalarını anlatıyordu. Selçuk Öğretmen ağır ağır okudu. Ara arada da okur gibi konuşarak açıklamalar yaptı. Ders zili çalınca da “Devam edeceğiz!”deyip ayrıldı. Balkan Savaşı üstüne derslerin dışında da çok olay dinlemiştim. Enez-Midye hattı hep söylenirdi. Ancak Kepirtepe’nin iki nokta arasındaki çizgi üstünde oluşu beni de yeni bir olay gibi etkiledi. Selçuk Öğretmenin her derste ortalıkta dolaşmasına karşın bu derste oturması, kitap okuması bir çok arkadaşça yadırgandı. Niçin?Neden soruları ortaya atıldı. Halil Basutçu ise uyardı:Fikret Madaralı Öğretmen derslere başladığımız sıralarda okulun yeni dönemde daha çok çevre konularının işlenmesi, öğrencilerin bu konularda araştırma yapması isteniyordu. Selçuk Öğretmen de bu yörenin önemli olaylarından Balkan Savaşı’nı ayrıntılarıyla anlatıp bizden bunları bilmemizi isteyecektir!”dedi. Bunun üzerine gelecek derste daha dikkatli dinlememizi önerenler çıktı. Konuştukça iş, gene saptırılmaya başlandı:”Öğretmenin okuduğu kitaptan birer tane alırız!”. Ben bu tür konuşmalara katılmadım. Balkan Savaşı üstüne babamdan dinlediklerim bile bana yetecek kadar çok, deyip geçtim….
Öğle yemeği gene gecikti, ekmek gelmemiş…Derslikte yeni bir konu “Ekmeği okulda yapmak!” “Yaparız!” diyen arkadaşlar anlatıyor. ”Un alınır, üstüne su dökülür, karıştırılır, fırına atılır!” O denli kolay anlatanlar oldu ki sonunda arkadaşların kimileri konuşanlara karşı durdu. Mehmet Yücel, ”Siz analarınızın yaptığı tek ekmekten söz ediyorsunuz, okula günde 200 ekmek geliyor!”deyince şaşıranlar oldu. Sonunda cumartesi günü Lüleburgaz’a gidip fırın incelemesi yapmaya karar verildi. Bu kez ben, gideceklere “Sizi arkadaşıma götürürüm, yıllardır fırında çalışıyor, yardımcı olur!”Şaka ettiğimi sananlar oldu, Kadir Pekgöz’ü tanık gösterdim, ”Arkadaşım Hasan, onun köyündendir. Hasan’ın ağabeyi Şahin ile Kadir’in ağabeyi Hüseyin okul arkadaşımdır. diyerek ben verilen kararı önemsediğimi kanıtlamaya çalıştım. Öğle yemeğini iki saat gecikmeyle yedik. Yemekte de konu fırın yapmak üstüne oldu. Fırın hemen yapılacak, fırıncı olarak da arkadaşım Hasan getirilecek. Olay önce Namık Ergin Öğretmene söylenecek…Karar alındıktan az sonra ortaya gene bir fit atıldı:Unu nereden, kim alacak?”Un işi kolay!” dedim. Herkes yüzüme baktı, , Nasıl, nereden der gibi yanıtımı bekliyorlardı. ”Sarımsaklı Çiftliği’nden!”dedim. Önce gülenler oldu. Sonra sonra konuşmalar değişti. ”Köy Enstitüleri de öyle tarım yaparsa;ekmeği de kendi pişirir!”diyenler oldu. Uzun süre Sarımsaklı Çiftliği’nde gördüklerimiz üstünde konuşuldu. .
Yemekten sonra atölyede kısa bir süre çalıştık. Bir grup arkadaş rendelerin, planyaların bıçaklarını çıkardı topluca bileyi yapılacakmış. Salih Baydemir İrfan Öğretmene öneride bulundu, ”Öğretmenim bir bileyi çarkı alalım, biley işini ben yaparım!”İrfan Öğretmen Salih’e azarlayacakmış gibi baktı ama hiç de beklediğimiz gibi olmadı. İrfan Öğretmen, ”Onu ben de düşündüm ama arkadaşlarla bunu bir türlü konuşmadık. Gelecek günlerde bunu yapalım!”dedi. Naci İnan Öğretmen, kolunun altında bir çok kitapla geldi. Onları tezgah üstüne koyduktan sonra bize, ”Gelin bakalım, size biraz kendimi öveyim!”dedi Önce bir şey anlamadık ama tezgahın çevresine dizildik. Naci Öğretmen büyük ölçekte kalın bir defter açtı. El çizimleri var. Öğretmen, defterin açılan tarafından yaprakları sayar gibi çevirdi. ”Bakın bu defter çizimle dolu, bunları hep ben çizdim. Sizin pratiğiniz gelişiyor ama çizime yaklaşmıyorsunuz. Örnek olsun diye getirdim!”dedi. Sonra da , ilk sayfalardan başlayarak birer birer inceledik. Ancak ortalara gelmiştik, paydos zili çaldı. Naci Öğretmen sonra devam ederiz!”deyip kesti. Hepimiz şaşırdık, kaldık. Elle çizilmiş ama kitap çizimi gibi düzgün. Arkadaşlar, hayret sözleri söyleye söyleye dersliğe gittiler. Naci Öğretmen defteri bana verdi, akordiyonun yanına koydum. Hava çok soğuk değil, iyice üşüyene dek çalıştım. Dersliğe gittiğimde bir grup arkadaş Naci Öğretmenin çizimlerini konuşuyordu. Sonunda, bizim yeterince çalışmadığımız dile getirildi. ”Hemen hemen hiç birimiz başkasına örnek olacak bir beceri kazanamadık!” diyerek konuşmayı kestik. Yarın Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen gelecek. 2 saat Tarım. Öğretmen, Tabiat Bilgisini de o gün yaparız!”demişti. Böylece dört saat Salih Ziya Öğretmenle karşı karşıyayız. . Başta Fettah Biricik olmak üzere bir çok arkadaş sızlanmaya başladılar. Halil Basutçu gülerek “Az önce, kendi kendimizi eleştirip, yeterince çalışmıyoruz, diyorduk, şimdi de dört saat dersten yakınıyoruz. Öğretmenlerimiz tamam olsaydı o dersler hep dolacaktı!”deyince Halil’e sataşanlar oldu:”Doğrucu başı sen misin?”Birkaç kişi birden konuşunca bu kez ben de, ”Bu kadar eğrici kıçına bir doğrucu başı gereklidir!”yanıtını verdim. Konuşmalar birden kesildi. Sözü ben söylememiş gibi: “Bu söze şaşmayalım, başın olduğu yerde, baş söylendiği zamanlar hep o vardır, biz bunu anlarız da kullanmaktan çekiniriz!”. Kısa bir sessizlik oldu.
Salih Öğretmenin geçen derste anlattıklarının özetini okudum, yaptığım ödevimi bir kez daha gözden geçirdim. Üst üste esnemeye başladım. Hüsnü Yalçın esnediğimi görünce güldü, ”Ne iyi, esniyorsun, uyuyorsun, ben de uyumak istiyorum ama çoğu kez geç vakitlere dek uyuyamıyorum!”deyip güldü. Güldü ama gülüşünde bir başkalık vardı. Birden esnemelerim yok oldu. Yatağa girince de bir süre Hüsnü arkadaşı düşündüm. Ben ona göre çok rahatım. Salt ona göre değil benim sınıfımdakilerin hepsinden rahat bir durumdayım. Yalnızlık denilen bir duygum yok. Köyüm yakın, istediğim zaman gidebiliyorum. Okulun bitişiğinde Kamber Amcam var, her hafta görüşebiliyoruz. Lüleburgaz’ da tanıdık dolu. İsmet’le iki kardeş çocuğuyuz, bir birimize nazımız geçiyor. Çalışıyorum, başarılarımı öğretmenlerim görüyor, daha ne isteyebilirim ki?”Viyana kuşatması-1699 Karlofça antlaşması-1711 Prut Savaşıi, 1730Lale Devri’nin sonu-1774 Küçük Kaynarca antlaşması-1789 Fransız İhtilali-1792 Yaş antlaşması-!808 Kabakçı Mustafa İsyanı-1826n Yeni Çeri Ocağı’nın kaldırılması-1853 Kırım Savaşı-1877 Plevne Savaşı-1908 2. Meşrutiyetin ilanı-1909 “31 Mart Ayaklanması-1911 Trablusgarp Savaşı-1913 Balkan Savaşı-1914 1. Dünya Savaşı-1918 Mondros Ateşkes antlaşması. 1919 Atatürk’ün Samsun’dan Kurtuluş Savaşını başlatması-1920 Sevr antlaşması-Türkiye Büyük Miller Meclisi’nin açılması. 1923 Lozan Barış Antlaşması- Cumhuriyet’in ilanı-1938 Atatürk’ün ölümü-1939 2. Dünya Savaşı’nın başlaması. . . Kesin olmamakla birlikte Selçuk Öğretmen, önce bu tarihleri soruyor;bunlarla ilgili olayları anımsatarak konuya girdikçe ek sorular da sorarak istediği tarihsel olayı bulduruyor. . Tıpkı bu tarihler gibi bir de ünlü kişilerin adlarını önemsemekte. Bu nedenle ben uzunca bir de ad listesi yazdım:Teoman-Mete-Bilge Han-Gültekin-Tonyukuk-Hz. Muhammet-Hz. Ebubekir-Hz. Osman-Hz. Ömer-Hz. Ali-Muaviye-Ebül Abbas(Seffah)-Harun Reşit-Alp Aslan-Kılıç Aslan-Melikşah-Nizam-ül Mülk-Selahattin Eyubi-Osman Bey-Orhan Bey-1. Murat (Hüdaverdi)-Yıldırım Beyazıt-1. Mehmet-2. Murat- 2. Mehmet(Fatih)-Yavuz Selim-Şah İsmail-Kanuni Sultan Süleyman-4. Murat-3. Selim-2. Mahmut-Alemdar Mustafa Paşa-Kavalalı Mehmet Ali Paşa-Osman Paşa-Mithat Paşa…. Kral Menes-Sargon-1. Murşil-Şuphulilim11. Ramses-Midas-Gidas-Kresusu-Kurus-Perikles-İskender-Hannibal-Sezar-Oktavyus-Jüstinyen-Şarlman-1. Fransuva-14. Lüi-Büyük Friedrich-Napolyon Bonapart- Homeros-Herodot-Shakespeare-Goethe, Friedrich Schiller-Nevton-Washington-Edison-Atatürk……Bu tarihlerin 26 tanesi doğrudan bizimle ilgili, diğer dördü başka ulusların. Kişilerinse. 26’sı bizim, 34’ü öteki ulusların ünlüleri. Selçuk Öğretmen bunlardan birini sorduğu zaman, o kişinin yaptıklarından çok yaşadığı zamanki durumları irdeletir. Sorduğu kimse biraz bir şeyler söyleyince öğretmen ip uçları vererek öteki bilgilere gidilir. Örneğin 3. Selim sorulunca, sorduğu kişi Nizam-ı Cedit demişse, öğretmen nizam sözünü de, cedit sözünü de (yardım ederek) açıklatır; benzer olayları da anımsatır. ”Aralarındaki benzerlikleri, nedenleri, sonuçları karşılaştır!”diyerek Lale Devrini kapatan Patrona isyanı ile Vak’ayi Hayriye dediğimiz Yeni Çeri Ocağı’nın kaldırılmasını çağrıştırarak hem bilgileri tazeletir hem de olaylar arasındaki düşünce zincirinin nasıl gelişip serpildiğini anlatmış olur. Arkasından da Cumhuriyet olgusunun geçmişle bağlantıların niçin kopardığını tekrarlayarak daha önce yapılmış bulunan kesin uyarıyı perçinlemiş olur…. Selçuk Öğretmenin bu tür soru sorduğunu sezdikten sonra tarih dersini daha çok sevmeye başladım. Ne denli çok çalışırsam çalışayım, sözlüye kalkınca çalıştığımın k
22 Ocak 1941 Çarşamba. .
Akşam yatarken düşündüklerimi sanki gece boyu düşünmüşüm gibi uyanınca gene aklıma geldi. Ben rahatım ama Hüsnü şimdi ne düşünüyor?Ben bugün belki Kamber Amcam uğrar!”diye umutlanıyorum. Oysa Hüsnü’de böyle bir umut yok. İşte bu umutsuzluk arkadaşın uykusunu kaçırıyor…. . Ne yapabilirim?Oldukça düşünceli kalktım. Düşünceliyim ama ne yapacağımı da bilemiyorum. ”Sanki ona acıyormuşum gibi bir tavırla yaklaşınca bu kez Hüsnü kırılıyor. Bunu Halil’le birkaç kez denedik, iyi bir sonuç alamadık…. Dersliğe gittiğimde Hüsnü oradaydı. Hiç aldırmadan sırama oturdum. Bekledim, ilk sözü Hüsnü söylesin. Hayret bir durum, Hüsnü Yusuf Asıl’la tartışıyor, ona söz yetiştirme yarışında…Aldırmadım, hiç bir şey demeden yanından geçtim gittim ama içim rahatladı. Demek arkadaş zaman zaman kederleniyor, sürekli değil. Kahvaltıda sıcak çay vardı, bu da iyi geldi. Hilmi Altınsoy bir süre kendisinden söz etti. Çok unutkanmış, arkadaşların anlattıkları bir çok olayı o anımsamıyormuş:Ancak onun da unutamadığı bir takım anılar varmış. Hilmi bunları anlatırken Mehmet Aygün birden parladı:”Eee, uzattın be arkadaşım, ne söyleyeceğini anladık!”deyip güldü. Hilmi kızdı:”Ben sözümü bitirmedim ki, sen neyi anladın?”deyince bu kez Mehmet Aygün’le Hasan Üner ikşisi birden:”Bu çay perselen bardakta içilir, hani bizim porselen bardaklarımız?Kendi okulumuza geçince çıkarılacaktı, işte kendi okulumuzdayız, bardaklarımız, tabaklarımız nerede?”Hilmi bir süre durdu, güldü:”İkinizde yanılıyorsunuz, ben o kadar uzatmayacaktım, ”Bu çay, porselen bardakta içilir!”diyecektim!”dedi. Bu kez de “Yalancı:”Çevir gazı yanmasın!” yapmaya kalkışma, onu hiç beceremezsin!”
Derslikte gene bugünkü dersler;Salih Öğretmen dört saat ne yapacak?Mehmet Yücel bilgiç bilgiç gülüp konuştu:Sabredin, öğretmen gelince öğreneceksiniz. Az sonra öğretmen geldi. Gülerek: “Günaydın!”dedi. Arkasından:”Nasılsınız, uykunuzu alıyor musunuz, karnınız doyuyor mu?diye arka arkaya sordu. Hasan Üner’le Bekir Temuçin’e, biraz yüksek sesle, elini yukarıya doğru yükselterek:”Siz ne yapıyorsunuz böyle?Yerinizden hiç kımıldamıyorsunuz. Bakın arkadaşınız en az beş santim uzadı!”deyip Yusuf Asıl’ı gösterdi. Arkasından da sizler bolca besin almalısınız, meyve yemelisiniz!”dedikten sonra kaşlarını kaldırarak sordu, ”Ama nerde?”İsmet sözü yapıştırdı:”Öğretmenim yaza meyvemiz çok olacak!”Öğretmen, ”Ne yani, olacak mevvelerin hepsini onlara mı verelim, diyorsun, daha geride 300 can var!” deyince İsmet gene duramadı, bu kez gülerek, “Onları Meyve Bahçesi’ne bekçi yapalım!”Öğretmen bu kez İsmet’e, ” Amma da akıllısın ha, bak bunu ben düşünmemiştim, sözüne uyuyorum, onları şimdiden meyveleri korumak için koruyucu, yani Korucu yapıyorum!”dedi. Öğretmen bu söze mi yoksa başka bir şey düşünde masasına güderken başını sallayarak kendi kendine güldü. Masa üstündeki kağıtları karıştırdıktan sonra bana, ”Sen galiba daha önce Tarım İşliğimizde görevliydin, Naci Öğretmen seni bekliyor yanına bir arkadaş al, oraya gidin. Konuştuklarımızı arkadaşlarınızın notlarından öğrenirsin!”dedi. İsmet’e baktım, İsmet hazırlanırken öğretmen bu kez, ”Yo İsmet bana burada yardımcı oluyor, sen bir başkasını al!”dedi. İsmet biraz buruk olarak yerine oturdu. Arif Kalkan’a başımla gelmesini işaret ettim Arif kalktı, ayrıldık. Arif arkadaş da çabuk sıkılanlardan biridir; çağırılışına önce çok sevindi, sonra da İsmet’e üzüldü: “İsmet, benden daha dar canlı!” dedi. Tarım İşliğinde Naci Birkök Öğretmen yoktu. Gelir diye bir süre bekledik, gelmeyince öğretmen odasına baktık, Naci Öğretmen bizi görünce, ”Siz mi geldiniz, hadi öyleyse işbaşı!”dedi. Tarım işliğinin depo bölümünde kiremitler açılmış, akıntı oluyormuş. Saçakların ilk sıraları telle bağlanmış, o sıralarda bozukluk yok, üst sıra kiremitleri yerinden oynamış. Belli ki burası çok rüzgar tutuyor. Biz çalışırken Ali Yilmaz Öğretmen geldi, ”En az üç sırayı telleyin!” dedi. Onun gösterdiği gibi, alttan bidonlarla iskele yapıp birimiz alttan birimiz üsten kiremitleri sıralayıp telle bağladık. Naci Öğretmen çalışmamıza karışmadı ama yanımızda durdu, ayrılırken, ”Henüz akmıyor ama eli kulağında!”diyerek güney yönünde de kalkık kiremit vardı, onları gösterdi. ”Salih Öğretmen izin verirse, öğleden sonra da gelip o tarafını yapın!”dedi. Ders zili çalınca dersliğe gittik, arkadaşların yüzleri asık, beşer sayfa not yazmışlar. İsmet, fena sinirlenmiş, arkadaşları uyardı;bizi göstererek:”Bunlara, hiç kimse yazmak için, bugünkü notları vermesin!”dedi. . . Arkadaşlardan gülenler oldu, ”Seni mi dinleyeceğiz?”Öğleden sonra tarım bahçesinde temizlik yapılacakmış, çukur açılacakmış. Bizim işimizin daha zor olduğunu anlattık . Öğleden sonraki işimiz kısa sürdü. Naci Öğretmen geldi, ”Kolay gelsin!”dedi, az durdu gitti. O gidince bir işi ağırlaştırıp paydosu beklemeye başladık Gevşek gevşek çalışırken Arif, çalıştığımız yerin tam karşısında da kalkan kiremit olduğunu görmüş. Orasını da yapmaya kalkıştık. Ancak oraya iskele kurmak. zor oldu. İşe başlamış bulunduğumuzdan bitirmeden bırakamadık. Paydostan sonra bir süre çalıştık. Öğretmenler geldi, bize, ”Zili duymadınız mı?” diye sordular. Arif, ”Burasını sonradan gördük, başlamışken bitirelim, dedik!” deyince Naci Öğretmen tok sesiyle bize “Aferin!” çekti. . Salih Öğretmen, yavaş bir sesle “Bunlar iyi çocuklar, yapabilecekleri işleri severek yaparlar!”dedi. Ben yukardaydım ama konuşmaları duydum. Çarpık kiremitleri düzeltip telledikten sonra indim. . Öğretmenler bizi beklediler birlikte okula döndük. Dersliğe geç geldiğimizi görünce arkadaşlar bize acır gibi baktılar. Arif “İşimiz hem çoktu, hem de zordu haftaya bırakmamak için zorlandık!”dedi. Arif Kalkan arkadaşımız az konuşur ama öz konuşur. Bu kez bu kuralı bozdu. Ancak onu, doğrucu olarak bildiklerinden sözüne inandılar. Yan gözle İsmet’e baktım, sabahki tavrını unutnuş gibi, ya da bana öyle geliyor. Akıllı yeğenim, zor işlere pek yanaşmak istemiyor. Arif, yaptığımız işin zorluğundan söz edince gitmediğine sevindiği belli. Bu nedenle daha önce söylediği sözden bir yolunu bulup cayacaktır. . …. .
Halil okuma kitabını açmış şiir ezberliyor. Süvariler. ”Daha ezberlemedin mi?”diye sordum. O da bana, ”Sen ezberledin mi?”deyimnce, ezber okudum. Şaşırdı, nasıl ezberlediğimi sordu. Yatınca sık sık tekrarladığımı söyledim. Halil güldü:”Sen erken uyumak için yatağa gittiğini söylüyorsun, yatınca şiir mi okuyorsun?”diye sordu. ”Her zaman değil, uyuyamadığım zamanlar şiir okuyorum!”
Yemekten sonra kooperatifte toplantı yaptık. Toplantıda yaptığımız konuşmaları Harun Özçelik yazdı. Fikret Madaralı Öğretmen bu kararlara çok önem veriyor. “Ortak işler böyle yürütülür!”diyor.
23 Ocak 1941 Perşembe
Uyandığımda yazılı sözü duydum, Kadir Orhan’ın yanına çıkmış olasılıktan söz ediyor. Uyur numarası yapıyorum ama Kadir yutmadı, benim için, ”Kurnaz tilki, durmadan çalışıyor. Bunun için de yazılıdan mazılıdan korkmuyor!”Orhan bana, Kadir için:”Bu sana kurnaz tilki!”dedi, duydun mu?”diye sordu. Duymadığımı ancak hemşerim bana Almanca tilki derse duyarım!”deyince Kadir Almancasını anımsayamadı, oralarda dolaşanlardan sordu. Sami Akıncı söyledi:Fuchs. Kadir doğru anlamadı;fış gibi bir şey söyledi. Orhan düzeltti:Der Fuchs. Kadir doğrusunu söyleyince gözlerimi açtım “Gutentag!”dedim. Orhan güldü, Kadir’e bu senin için!”dedi. Kadir oldukça kuşkucu bir arkadaş, Orhan’a takıldı, ”Niçin benim içinmiş?”Bu kez İkimiz birden “Niçinini sen düşün?Kadir soruları uzatınca Orhan açıkladı, ”Biz Almanca konuşurken aramıza katılmak isteyen sendin, tek neden bu!” Konuşa konuşa dersliğe gittik. İsmet bizi görünce Kadir’e “Dayım seni kandırır, sakın notlarını verme!”dedi. Olayı unutmuştum:”Ne notu, ne kandırması?”diye sordum. Kadir de anlamadı, o da ne notu? diye sordu. Meğer İsmet hala dünkü tarım olayını düşünüyormuş. Mehmet Yücel İsmet’e “Seni çıkarcı seni, dayın notları senden istesin diye başkalarını ayartıyorsun, notlar karşılığı da dayından kimbilir neler tırtıklamayı planlıyorsun!”dedi. Kahvaltıya dek bu not işi sürdü. Benim not falan düşündüğüm yoktu, bunun üstünde de hiç durmuyordum. Konuşmaları Sami Akıncı duymuş, sahiden not aradığımı sanarak, bizim masa önünden geçerken, notlarını bana verebileceğini söyledi. O bugün nöbetçiymiş. Bizim masadakiler güldüler. Neden güldüklerini anlamadım, ”Ne var yani arkadaş bana iyilik için not verecek, bunda gülecek ne var ki?”Hasan Üner yavaş bir sesle, anlamazdan gel ya da sen öyle bil;işin içinde ne iş olduğunu biz biliyoruz. Fikret Madaralı Öğretmenin kahvaltıya geldiğini görünce konuyu değiştirdik. O, kahvaltılara gelmezdi, neden geldi?Hilmi Altınsoy, ”Ah yazık, hanımı bugün ona kahvaltı hazırlamamış!”dedi. Mehmet Aygün, ”Bize verilen kahvaltıları gözlemek için gelmiştir!”diyerek konuyu değiştirdi. . Mehmet Aygün’ün söylediği benim de aklıma yattı. Ancak ben, ”Eğer böyleyse, kesinlikle derste kahvaltı ya da yemek konusuna değinecektir!”dedim. Değinip değinmeyeceği olasılığını konuşarak kahvaltıdan çıkarken Fikret Madaralı Öğretmen beni çağırdı, bir Yeşil Yurt gazetesi uzattı, ”Vahit Dede’nin şiiri var, yaz gazeteyi sonra bana verirsin!”Gazeteyi aldım ama içime bir kuşku düştü;derse geleceğine göre gazeteyi burada neden verdi?Besbelli yazılı yapacak, derslikte oyalanmamak için bu yolu seçti”Kendimi toparladım, dersliğe giderek Türkçe defterime sarıldım. Arkadaşlar, kardan, yağmurdan, verilen acımsı pekmezli sıcak sudan söz ederken defteri baştan sona dikkatle gözden geçirdim. Öğretmen her zaman olduğu gibi gülerek geldi, ”Oldukça ara verdik, gelin bu gün bir yazılı yoklama yapalım!”dedi. Arkadaşlar kağıt hışırtısı içinde hazırlık yaparken ben kağıdımı önüme koyup beklemeye başladım. Öğretmen gülerek, ”Seni kurnaz seni, gazeteyi verişimden durumu sezdin, değil mi?” deyip güldü;sonda da ben de seni denemek için gazeteyi özellikle verdim. ”Leb deyince leblebi anlamak!” buna denir!”diyerek arkadaşlara açıklama yaptı. Bu kez bilgi sorusu sormayacağını, kazandığımız birikimleri nasıl kullandığımızı öğrenmek istediğini söyleyerek soruları yazdırdı. İki soru yazdık, 1-Okuduğumuz bir öyküyü özetlemeyin, beğendiğimiz, beğenmediğimiz birer yanını belirtin 2-Bir iş dersi gününüzde olan bir olayı, uzağınızda bulunan bir arkadaşımıza mektupla anlatın!. Arkadaşlar güleç yüzlerle bakıştılar;herkeste bir sevinme bir rahatlık gözleniyordu. Bense şaşırdım, şimdiye dek karşılaştığımız en zor Türkçe dersi yazılı gibi geldi bana. Sanırım önce biraz yanlış algıladım:İki soru da sınırsız ya da belli bir ölçüsü yok:Mektup, nasıl olsa yazılır. Öğretmenin beklediği nedir?Öyküyü anlatmak kolay da beğenip beğenmemenin ölçüsünü nasıl saptayacağım?……Bir süre düşününce Ömer Seyfettin’den Deve öyküsünü anımsayıp yazdım. Mektupla da İzmir-Kızılçullu’daki arkadaşıma Lüleburgaz’da okul kapılarını, pencerelerini hazırlarken gelmiş olan Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in bizimle konuşmasını anlattım. Tam bitirdiğimde zil çaldı. Arkadaşların çoğu hafif seslerle “Eyvah meyvah diyerek bakındı kaldı. Öğretmenin öbür sınıflara dersi olduğundan zamanı uzatmadı;kağıtları toplayıp gitti. Öğretmen gidince arkadaşlardan bana sataşanlar oldu, ”Yazılıyı biliyordun da neden söylemedin?”Benim konuşmama gerek kalmadan beni savunanlar çıktı, özellikle Bekir Temuçin ”Yazılıyı duysaydınız bu soruların nesine çalışacaktınız?”diye ortalığa sordu. Soru yanıtsız kaldı ancak tartışmalar kesildi. Ben zaten üzerime alınmadım, Vahit Dede’nin şiirini defterime yazdım:
Sevgili…
“Şarap mı dökülmüş yanaklarına-
Neden böyle benek benek kırmızı?
Baktıkça o kıvrak dudaklarına-
Duyarım içimde ince bir sızı.
Baksam senin doya doya yüzüne
Kansam senin tatlı dilli sözüne-
Yatsam senin bir akşamcık dizine-
Saysam gökte yedi kardeş yıldızı”…………. .
Şiirin öteki kıtaların mürekkebi baskıda biraz dağılmış olduğundan tam olarak okuyamadım, daha düzgününü bulacağımı düşünerek arkasını yazmadım. Boş dersimizde bir süre yazılı üstüne olasılıklar öne sürüldü. ”Sami Akıncı nöbetçi, bakalım 10 numarayı kim alacak?Sami Akıncı’nın nöbeti söylenince kahvaltıdaki konuşmayı anımsayıp Hilmi Altınsoy’a sordum:Sami, “Tarım notlarımı veririm!”, deyince neden güldünüz?Hasan Üner, Mehmet Aygün, Bekir Temuçin üçü birden bakıp, gene güldüler. Sonra da benim dikkatsizliğimi öne sürdüler. Nöbet listelerini gene Sami yapıyormuş, özellikle kızları belli gruplara serpiştiriyormuş. Kendi nöbet grubuna ise nedense kızların birini, İstanbulluyu özellikle seçiyormuş. Bunu, bir çok arkadaşın eleştirisine karşın aldırmadan sürdürüyormuş. Benim de bu eleştiri gurubuna katılıp olayı büyütmemek düşüncesiyle bana hoş görünmeye çalışıyormuş. Anlayamadım, ”Neden derslikte böyle bir şey düşünmüyor da yemekhanede gelip öneride bulunuyor?Arkadaşlar gene güldüler, ”Saflık numarası yapma, kızı orada gördün, gördüğünü o da gördü. Bu nedenle, yapılacak dedikodulara katılmanı önlemek istedi!”Güldüm, ama arkasından biraz düşünür gibi oldum. ”Ancak karşı olsam ne olacak?Ömer Uzgil Öğretmen zamanında nöbetleri Sami Akıncı yapardı. O zaman karşı çıkıldı. Aradan geçen zamanda Hüsnü Baykoca Öğretmen bir süre bu işleri başka sınıflarla sürdürdü, sonraları gene Sami Akıncı’ya bıraktı. Ben karşı olsam ne değişecek?Bu işi bana devretseler kesinlikle yapmak istemem, açıkçası yapamam da. Bütün kızları nöbetime koysalar ne fark edecek?. . Ben bu dalaşmalarda yokum, kızlarla da hiçbir ilişkim yok, hepsi bana ağabey diyor. Onlar bana ağabey dedikçe hepsi kardeşimdir!”deyip kestim. Konuyu değiştirip Hasan Üner’den Deve öyküsünün Ömer Seyfattin’in hangi kitabında olduğunu sordum, o kitabı bana getirmesini söyledim. Ben, Ömer Seyfettin’in öykülerini okudum ama hangi öyküsü hangi kitabındadır, bunları Hasan Üner ölçüsünde bilmiyorum. Ayrıca Hasan Üner’in bir ayağı kitaplıkta. Gerçi kitaplık görevlileri 7. sınıflardan ama, onların da çoğu benim gibi Hasan Üner’den bilgi alıyorlar. Atölye çalışmalarında da çoğunlukla Hasan benim yanımda çalıştığı için benim nazımı çekiyor. Öğle yemeğinde gözüm Sami Akıncı’nın nöbet grubundaki kıza takıldı. Az konuştuğum biri. Sanki yeni görmüş gibiyim. Bizim ad takıcılar da onu hiç dile dolamamışlar herhalde adı pek geçmedi ya da geçti de ben duymadım. Adı N. İstanbullu olarak anılıyormuş.
Atölyede çatı çizimlerine başladık. İrfan Öğretmen bizimle çalışıyor. Öğretmenler kendi aralarında sınıfları bölüşmüşler. 6. Sınıflar atölyeye sabahları gelmeye başlamış. Şimdiye dek on bina çatısı yapmışız, ben öyle saydım. İrfan Öğretmen, ”İrili ufaklı 12 çatı, hatta 13 !”dedi. Birlikte saydık;gerçekten 13. Okul binasının tuvalet-öğretmenler odası bölümünü ayrı saymamıştım. Ayrıca elektrik santralını da unuttum. Bu kez, 12 çatı deyip direttim. Öğretmen gülerek ilk çatımız Alpulla’da deyince mahcup oldum. Orasını gerçekten unutmuştum. Bir daha sıraladık: 2 okul binası, 3 atölye yatakhane, banyo, tuvaletler, revir, yemekhane, mutfak, tarım, santral, Alpullu-banyo…. Bina çatılarının genişliği, dikliği oranlarını yazdık. İklimlere göre değişen oranlar. Öğretmen yüzlerce örnek getirmiş, matematik dersi yapar gibi onları ölçtük. Öğretmen, köydeki evlerinizi sordu. Ben bizim kahvenin çatı genişliğini, yüksekliğini söyleyince öğretmen güldü, ”Doğru ölçememişsin ya da unutmuşsun, 10 metre ene 1 metre yükseklik olamaz!”dedi. Çatının oluklu çinko olduğunu söyleyince öğretmen”O zaman tamam, o olabilir. Önemli olan suyun akmasıdır!”deyip, ilk sözünü geri aldığını söyledi. Bir süre sonra da öğretmen bana “Senin köyün nasıl bir köy ki, oluklu saçtan çatı kullanılıyor. Anadolu boydan boya toprak damken, Trakya’nın büyük bir bölümü sapla örtülüyken senin köyde oluklu saç, çok ilginç!”dedi. Gülerek”Bari, aydınlatmayı da elektrikle yapıyoruz!”de de tamam olsun! “dedikten sonra “Aydınlatmayı neyle yapıyorsunuz?diye sordu. ”Karpit lambası!”deyince bu kez de”Vallahi çok iyi, bir gidip görelim, şu senin köyü!”Öğretmenin konuşmasından arkadaşların bazıları değişik anlamlar çıkardılar. Bir süre fısıldaşanlar oldu. Sanırım öğretmen bu konuşmalardan benim alınacağımı düşünerek ”Köyüne, senin sözlerinin doğruluğundan kuşkulandığımız için değil karpit ışığı, saç çatı, başka ne vardı?”diye sorunca arkadaşlar”Gramofon, güvercinler!”diye ekleme yaptılar.
Gramofon, Sahibinin Sesi
Öğretmen bu kez, ”Anlaşıldı anlaşıldı, senin akordiyonun daha önce bir başlangıcı varmış. O, buranın duyurduğu bir gereksinim değilmiş!” Konuşmaların üstüne Hamdi Bağ Öğretmen gelince verdikleri kararı ona da söylediler. Hamdi Bağ Öğretmen, ”Kesinlikle ben gitmem, karpit lambası değil deniz feneri yaksa gitmem. O kadar sözünü ettiği karpuzlardan bir tane bile yedirmediğine göre lambasına mambasına bakmaya gitmem!”İrfan Öğretmen”Öyleyse biz de karpuz zamanında gideriz, o zaman bize katılırsın değil mi?”deyince, Hamdi Öğretmen, ”Bunlar şaka şaka, ”Abi, bizden esirgemez, biz bir birimizi öğrendik. Bu sözler birer şaka!”dedi, elini omzuma koydu. Bu kez bana, ”Bunlar nereden çıkardılar bu köye baskın yapma işini?”Benden önce İrfan Öğretmen anlattı. Hamdi Öğretmen: “Şaşmam, gelen gidenlerden anladığım kadarıyla ailesi oldukça kalabalık!”dedikten sonra kaç kardeş olduğumuzu sordu. Söz ağabeylerimin askerliğine gelince, Hamdi Öğretmen “Yaaaa, içim sızladı, yeni haberler de hiç iyi değil, kapatalım bu konuyu!”derken zil çaldı. ”Biz kapatmasak da paydos kestirecekmiş zaten !”deyip ayrıldı.
Arkadaşlar da ayrılınca bir süre sol el çalışması yaptım. Sol elle gam yapıyorum. Bir oktav içinde basit melodileri rahatça çıkarıyorum. ”Manastır, (Manastırın ortasında var bir çeşme). . ya da Daha Dün Annemizin, Yalancı, türünden melodileri sol elle rahatça çalıyorum. Dersliğe gittiğimde gene sabahki yazılı konuşuluyordu. Zaman içinde arkadaşların çoğu iyimser tavırlar takınmış, açık açık iyi notlar beklediklerini söylüyorlardı. Onları böyle iyimse görünce bu kez ben kaygılanmaya başladım. Yoksa ben mi gereksiz şeyler yazdım?Cuma günleri Müdür Bey geleceğini söylemişti, gelirse yarın bir saat onun dersini dinleyeceğiz. Yönetim basamaklarını, özellikle Milli Eğitim Bakanlığı örgütlerini çok önemsiyor. Bir köy öğretmeni kimlerle ilişki kuracak, kimlere karşı sorumlu olacak, bunları ayrıntılı olarak anlatıyor. İllerde
Valilerle Milli Eğitim Mdürlerinin, ilçelerden Kaymakamlarla Milli Eğitim Memurlarının ilişkilerini tam anlayamadım, arkadaşlardan biri öğretmene sorar diye düşündüğümden kalkıp sormadım ama soran çıkmayınca kuşkulu kaldım. Valilerin illerde, Kaymakamların ilçelerde en yetkili görevliler olduğunu iyi biliyorum;ancak yapılan işlem yollarını tam kavramış değilim. Örneğin gereğinde öğretmen önce hangisine gidecek?Müfettişler ne yapıyorlar? Ben bunları düşünürken çoktandır bizim dersliğe gelmeyen Cavit Kafkas çıktı geldi. Kooperatif seçimlerinde arkadaşların kimileriyle tartıştığından, sanırım bizim dersliğe gelmeye biraz çekiniyordu. Gülümseyerek gelince, önce Mustafa Saatçı, arkasından Bekir Temuçin, Abdullah Erçetin “Ne o kooperatif seçimi mi var?dediler. Cavit, ”Kooperatif seçimini siz yapacaksınız, ben, kooperatifte çalışıyorum, neden ben seçim yapayım?dedi. Öteki arkadaşlar güldüler. kooperatif seçiminin ne zaman olacağını sordular. Cavit, ”Kooperatif başkanı, yardımcıları sizin arkadaşlarınız, onlardan sorun!”yanıtını verince herkes sustu. Bu kez ben, ”Siz şakadan sordunuz ama ben gerçeğini söyleyeyim:Bizim kooperatif nöbetimiz nisan ayında tamamlanacak. Sanırım mart ayında bu konuda duyuru yapılacak. İsmet, ”Buna ben karşı çıkıyorum!”diyerek güldü. Arkasından da “Dayım da en az Sami Akıncı kadar kooperatifte kalmalı!”Halil Basutçu İsmet’e yanıt verdi:Dayın, seçildiğinden beri bile kooperatifte kalmıyor, kooperatifi arkadaşları imeceyle çalıştırıyor. Uzun zaman kalmasının ne yararı olacak ki?”Tam bu sıra Sami Akıncı gülerek kapıdan girdi. Cavit Kafkası görünce, ”Cavit vallahi sana da senin sınıfındaki arkadaşlarına da üzüldüm. Yeni gelen Enstitülüler 7. sınıf oldu. Şubat-mart-nisan sonunda da 8. sınıf olacaklar!”İşin böyle olduğunu hep biliyorduk ama birden yeni duymuşça tepki gösterdik. Ancak tepkimiz, ”Bu, doğru mu?Böyle haksızlık olur mu!”gibisinden sözler düzeyinde kaldı. Harun Özçelik geldi, Cavit Kafkas’la fısıldaştı, birlikte gittiler. Arkalarından ben de gittim. Durum anlaşıldı, Salih Baydemir, Fevzi Üner’e biraz kırıcı davranmış. Fevzi de “Size kolay gelsin!”deyip gitmiş. Cavit Kafkas da, ”Fevzi giderse ben de gelmem. İlerde bana da böyle davranılacağından kuşkuluyum;böyle bir duruma düşmeden önleminin alınmasını istiyorum!”diye kestirip atmış. Fevzi Üner’in akrabası Hasan Üner’i araya koyup geri getirttik. Konuşmalarımız uzadıkça uzadı, akşam yemeğinden olduğumuz gibi yat zilini de azıcık aştık. Sonuç iyi oldu:Salih kabahatini anladı, sözünü geri aldı, öpüşerek barış yapılmış oldu. Gecikmeli olarak yataklarımıza sevinçli girdik…. Yatınca olayı bir daha düşündüm:Kooperatif işimiz sanırım çok sağlıklı gitmiyor:”Başarısız oldular!” dedirtmemek için büyük çaba harcanmasına karşın işleri yürütürken bencil tavırlar sık sık ortaya çıkıyor. Çok istekli işe başlamasına karşın Cavit giderek soğumuş durumda. Fevzi , başlangıçta iyi bir bakkal gibi hevesle çalışıyordu, giderek yorulmuş gibi bir duraksama dönemine girmiş bulunuyor. Harun Özçelik, sessiz sakin çalışıyor ama sanırım onun da açıklamadığı üzüntüleri var. En iyisi Fikret Madaralı Öğretmene durumu yansıtıp onun önerilerini almak ya da yapacağı uyarılara göre yeniden bir işbölümü yapmak olacak…. Bilmem kaçıncı esnemeden sonra biraz gecikmeli olarak inşaat yerine gittim, herkes çalışıyor. . Yeni bina kooperatif için yapılıyormuş. Bana hiç haber vermeden başlamışlar. Namık Öğretmen gülüyor:”Sana haber verseydik bu kadar büyük yapılmasına engel olurdun!”diyor. Uzun uzun düşünüyorum:Ben nasıl engel olurum?Tanımadığım bir çok insan birden bağırıyor;olursun olursun!”Birden sinirlenip oradan uzaklaşmak istiyorum. Çevreme bakarken Kamber Amcamı görüyorum:Ben de seni arıyordum;yengenle kavga ettik, evi terk edip kaçmış, sizin okula gelmiş. Kamber Amcamdan utanıyorum. Ona bir türlü “Ben de okuldan kaçtım!”diyemiyorum. ”Kaçtım!”desem babama duyuracak, evdekiler hep üzülecek. Okuldan kaçmış olamam. Öyleyse neden kaçtım diye yalan söyledim?”deyip dövünürken uyandım. Sıkıntıdan terlemişim. Yerimde oluşumun sevinci içinde gene uyudum…. .
24 Ocak 1941 Cuma…. .
Uyandığımda gene rüyamı anımsadım. Kooperatif binası, Namık Öğretmen, Kamber Amcamın yengemi araması…Bunları düşününce kafam karıştı. Orhan uyanmış ama kalkmamış. ”Guten Morgan herr Orhan. Wie geht es ihnen?Heute ist das wetter schön…Orhan’ın alt komşusu kıskanç Kadir, duyar duymaz başını yukarıya kaldırdı”Siz bana numara yapıyorsunuz, söyledikleriniz de Almanca falan değil, kafadan atıyorsunuz!”dedi. Orhan güldü ama karşılık vermedi. Bize kulak misafiri olan biri daha varmış, az ilerideki yan sırada Sami Akıncı, Kadir’i uyardı, ”Doğru söylüyorlar!”deyince Kadir Sami’ye de dikelerek”Ya, doğruymuş, pekiyi ne dediler?Sami, ”Günaydın, Orhan nasılsın?Bugün hava güzel!”Kadir, dişlerini sıkarak Orhan’a”Sen benim yanımda otururken kitap bile açmıyorsun, ne zaman öğreniyorsun bunları? diyerek çimdiklemeye başladı. Bu kez Halil Basutçu Kadir’e “Sen önündekilerle saatlerce laklaka yapıyorsun, Orhan’ıun çalıştığını nerede göreceksin?”. Kadir yalnız kaldığını anlayınca dönüş yaparak Orhan’a “Benim çalışkan arkadaşım, önce sen öğren sonra da bana öğret!”deyip boynuna sarıldı. Bu kez de Orhan Kadir’e Sen konuşmalara dikkat etmeden ortaya atılıyorsun; az önce ben ağzımı bile açmadım, konuşan senin hemşerindi, ona neden bir şey demiyorsun?”Kadir, ”O çalışkan ben onunla aşık atamam, o benim ağabeyimin arkadaşı. Ben kendi ağabeyimin bile yanında bir şey söyleyemem. Sen benim arkadaşımsın, sana nazım geçer, diye sataşıyorum!”Ben yanlarından uzaklaştım. Kapıdan çıkarken “Nöbetçi öğretmeni geliyor!”diye bir ses duyuldu, ikişerli sıra olarak herkes dışarıya çıktı. Birileri, sanki aldatılmış gibi, ”Nöbetçi öğretmeni falan yok, kim yapar bu balonları!”diyerek yürürken kahvaltı zili çaldı. Az sonra Kadir sanırım gönlümü almak istedi:”Hava gerçekten güzel, sen dışarı çıkmamıştın, nereden bildin havanın güzel olduğunu?” diye sordu. Ben de, o cümleleri akşam ezberlediğimi, kar yağsa bile aynı sözleri söyleyeceğimi anlattım. ”Bir başka gün, gün-güneşlikken kar yağıyor diyebilirim!”deyince Kadir, ”Adım gibi inanıyorum, sen bu Almanca’yı da öğreneceksin!”diyerek ayrıldı. Kadir ayrılınca düşündüm, ”Ben sahiden bu Almanca’yı öğrenecek miyim?Öğrenmiş gibi gösterdiklerimi biliyor muyum ki?Akusativ bir sözün Türkçe’deki durumunu ya da Genitiv ad durumlarını tam kavramış değilim. Ben, beni, bana, bende ya da ben, beni, seni, benim, senin onun gibi Türkçe zamirlerin karşılıklarını bir türlü kavrayamadım. Kimi kez olayı kavradığımı sanıyorum. Sürekli çalışmadığım için, öğrendiğimi sandığım kuralı tümden unutuyorum. Oysa Kadir, benden umutlu. Demek ona öyle görünüyorum.
Adaşım İbrahim Ertur nöbetçi ağabeyinden mektup almış, bana da selam varmış, buna sevindim, ”Teğmen Ertur beni unutmadı!”dedim. Böyle dedim ama ben onu çoktan unuttum:Öyle ki, adını bile toparlayamadım da Teğmen Ertur diyerek geçiştirdim. Yakında buralara gelecekmiş. Arkadaşlar bu habere gülerek “Bize derse gelsin!”dediler. Mehmet Yücel, eski konuşmaları anımsattı:Bakın bakın, Tospacılar bizi adam etmek için, başımıza dikilecekler. Ağabeyi kesin olarak kardeşini sınıf çavuşu yapar. Bana dönerek, ”Dayı, senin saltanatın sona erecektir!”Halil Basutçu sabredemedi, konuştu:”Breh breh breh, fol yok, yumurta yok her işi yeni baştan düzenlediniz. Ortada olan bir mektup, bir de selam!”Arkadaşlar, Salih Ziya Öğretmenin, kahvaltıya geldiğini görünce bozuldular. Salih Ziya Öğretmen bundan böyle Tabiat Bilgisi derslerine girecek. Bunu daha önce kendisi söylemişti ama, söylediğinden bu yana ara verildiği için bu işten vazgeçildiği sanılıyordu. Fısıldaşmalar başladı. ”Müdür Bey de gelecek, oldu olacak bir de Beden Eğitimi dersi doldurulsun da arka arkaya dört ders nasıl olur görelim!”En çok bozulanlardan biri Hilmi Altınsoy. Bana dönerek “Abey, sen bari gidip Müdür Beye ders mers anımsatma, kendisi gelirse gelsin!””Olur!”diyerek gönlünü aldım. Hilmi, bana inanmamakla birlikte öyle deyişime sevindi. Kahvaltıdan kalkmamı bekledi, birlikte dersliğe yöneldik. Öğretmen masalarını yanından geçerken Salih Ziya Öğretmen bana “66, bana bir Tabiat Bilgisi kitabı getiriver, derse gelince geri veririm!”dedi. Hilmi’ye, ”Ya Müdür Bey de böyle yapıp bana görev verirse ne yaparım?”dedim. Hilmi, bu kez, ağabey sen benim sözüme bakma, öğretmenlerimiz tamam olduğu günler nasıl yapıyorsak derslerimizi gene öyle sürdüreceğiz. Bazen boş boş konuşuyoruz, işte!”Derslikte herkes, Milli Eğitim Bakanlığı örgütünü, bakanlıkların araba numaralarını konuşuyor. No:1 T. B. M. M başkanının, 2 no başbakanın, 3 no. Adalet , 4 no İçişleri, 5 no. Dışişleri, 6 no Milli Savunma, 7 no:Maliye, 8 no:Bayındırlık, 9 no:Milli Eğitim Bakanlığı. 9 numaralı arabayı hepimiz gördük. Hasan Ali Yücel geldi. Arabası hem Lüleburgaz’daki okulumuza hem de yeni yapılmakta olan Kepirtepe’deki okul inşaatına gelmişti. Cumhur Başkanı İnönü’nün arabasını da gördük, geçen yıl okul önünde durdu. Onun arabası numarasız biliyoruz ama, onun plakasında ne olduğunu tam kestiremiyoruz. Ben arabanın çok yakınında durdum da plakaya bakmak aklımdan bile geçmedi. Müdür Beye gitmeye hazırlanırken, kendisi geldi. Elinde bir dergi var;beyaz kağıt üstüne yazılmış yazılar. Önce birkaç başlık okudu. Çubuk Barajında yapılacak genişletme işleri. Arjantin elçiliğinin büyük elçiliğe çevrilmesi, Çiftçilerin tarım ürünlerini ikinci bir emre dek yalnız Toprak Ürünleri Ofisine satılması, Yeri değişen Valiler v. b. Müdür Bey, dersliğin ortasında durdu, dergiyi gazete gibi açarak, ”İşte size devletin gazetesi!”dedikten sonra bir de yasa başlığı okudu, ”Depremlerde zarar görenlerin vergilerini üç yıl geriye atıldığına dair 39 63 numaralı yasa!”Devlet parasıyla yapılacak işler, yüksek makamlara atanacaklar bu gazete ile ilan edilir!”dedi. Okula düzenli geldiğini, okul yönetiminin bu gazeteyi dosyalayıp sakladığını anlattı. Sami Akıncı parmak kaldırdı, sordu”3803 sayılı yasayı alıp okuyabilir miyiz?”Müdür Bey, ”Tabi tabi, Hüsnü Baykoca’dan isteyin, geri getirmeniz kaydı ile o size verir!”dedi. Fettah Biricik parmak kaldırdı, ”Kendi paramızla alabilir miyiz?”Müdür Bey duraksadı, ”Be oğul, kendi paranla hangi gazeteyi aldın ki, devletin resmi gazetesini alacaksın?Siz beni dinlemediniz galiba, bu okunacak haber gazetesi değil, yapılan devlet işlerinin belgelerini saptayan bir devlet belgesidir. Devlet işleri, kafadan atılan palavralarla yürümez. Her yapılan belgelere dayandırılır. Bu belgeler sorumlular, görevliler tarafından incelenir. Sami arkadaşınızın dediği gibi, sizi ilgilendiren bir yasa arayınca ilgili dairelerden aranıp sorulabilir. Parayla da almak olanak dahilindedir. Ancak her çıkan dergi yerine dergilerde çıkmış olan yasalar kitap olarak basılır. Kitap olarak çıkan yasalar kitapçılarda satılır!”. Müdür Bey bu kez Fettah’a dönerek, ”Merak etme, yarın öğretmen olunca sen, sana yarayacak yasaları çaresiz alacaksın. İlgili yasaları bilmeden görev yapmak olanaksız!” Bu kez de Sami Akıncı’ya sordu, ”Sami 3803 sayılı yasayı neden okumak istedin?”Sami önce bir iki kem küm etti. Müdür Beyin ilgiyle dinlediğini görünce gerçek düşüncesini söyledi. ”Köy öğretmenliğinde kalmak istemiyorum, sınavlara girerek yüksek öğrenime geçmek istiyorum. Yasada bunu engelliyor mu?”dedi. Konu daha önce de konuşulmuştu. Gene Müdür Bey yanıtlamıştı, onu anımsadı”Bunu bir kez daha konuştuk, herhalde sen unuttun. Yasada bunu önleyen bir madde yok. Engelleyen madde olmadığına göre gidilebilir anlamını çıkarmak için kahin olmaya gerek yok. Ancak yasa köye öğretmen yetiştirmeyi amaçladığından bunun dışındaki ayrıntılara yer vermemiştir. Ne var ki zaman içinde senin gibi istekliler çıkınca onları yönlendirecek önlemler alınacaktır. Örneğin senin gibi düşünen kaç arkadaşın olacaktır. Önce bunu bir soruştur. Yasada zorunlu çalışma koşulu vardır. Bu oldukça da en gelleyicidir. Örneğin burada kaldığı sürenin harcamaları faiziyle alınır. Bunu verenler her zaman ayrılabilecektir. Bu bir vatandaşlık hakkıdır. Öteki okullarda okuyanlar da harcamaları ödeyince ayrılabilmektedirler. Mamafih, sen gene de Hüsnü Baykoca’dan iste, al oku!”Zil çaldı Müdür Bey, ”Devam edeceğiz deyip ayrıldı. Müdür Beyin bu sözünden az sonra gene geleceği anlamını çıkaranlar oldu. Hemen tartışma başladı. Ancak ders zilinin sesi biter bitmez Salih Ziya Öğretmen kapıda göründü. ”Günaydın, yerinize oturun!”dedikten sonra ”Dersimiz Tabiat Bilgisi, birisi çıkıp da bana şu tabiat bilgisi sözünü açıklasa mutlu olacağım!”dedi, yüzlerimize baktı. Yüzü gülümser gibiydi. Sami Akıncı, hızla parmağını kaldırdı. Öğretmen, ”Sen mi açıklayacaksın?Ben sorumu aslında size sormamıştım ama, ziyanı yok, hadi sen açıkla bakalım!”dedi. Sami’nın sırası yanına gitti. Sami, bildiğimiz dersi, ders konularından bazılarını sıraladı. Öğretmen gene gülümsedi, Sami’ye “Bu kadar mı? diye sordu. Öğretmen gene, ”Bu Tabiat Bilgisi dersini değil de sözünü, sözcüklerin anlamını açıklasın istiyorum. Bunu size değil aslında bu derse bu adı takanlara yıllardır bunu soruyorum. Gelin bir de beraber araştırtalım bakalım, tabiat bilgisi deyince ne anlaşılırmış, görelim!” dedikten sonra tabiatın ne olduğunu uzun uzun örnekler vererek anlattı. Başımız üstünde uçan sinekten, köşedeki örümcekten başlayarak tüm canlıları, kepirde çok biten kuşkonmazlardan, sakız otundan çam, gürgen, meşe ormanlarına, içtiğimiz sularda, kokladığımız havadan tüm yiyeceklerimizi kapsayan toprak ürünü maddeleri sıraladıktan sonra”İşte burada azıcık duralım, bizim Tarım dersimiz de işin burasında kendini göstermektedir. Yukarda saydığımız tüm varlıkların içinden bir bölümünü, insanların işine yarayacak olanların çoğaltılıp daha işe yarar duruma getirilmesi bizim Tarım dersimizin konusudur. İlerideki sınıflarda şimdi Tabiat Dersdi içinde gördüğünüz konular hallaç pamuğu gibi dağılacak, hepsi birer bilim dersi olacaktır. Biyoloji, Fizyoloji, zooloji v. b. Böylece biz Tabiat Bilgisi dersini apayrı bir dersmiş gibi görmemeliyiz. Tarım Dersleri de bir anlamda Tabiat bilgisi dersidir hem de tabiatın içine tanıyarak girilir, denemeler yapılır, gözlemlenir, gereğinde değişiklikler bile yapılır. Örneğin meyve aşıcılığı, tabiatın yapmadığını yapmaktır. Örneğin evinin önündeki dut ağacın beyaz meyve veriyorsa aşılayıp yarısını siya yapabilirsin;al sana Karadut!. Tarlandaki yabani ahlattan bir kaç yıl içinde nefis armutlar alabilirsin. !”Öğretmen zilin sesini duyunca gülerek, ”Tamam, burada duralım, nefis armutların tadıyla teneffüsümüzü yapalım!”diyerek çıktı. Öğretmen ikinci derse kaldığı yerden başladı. ”Öğretmeni yok diye, Tabiat Bilgisi kitabını bir yana atmamamızı, hatta öğretmen olmamasını bir daha kazançlı sayıp kitabı rahatlık içinde okuyarak, içine gireceğimiz yaşamda, çevremizi olduracak canlı, cansız varlıkları iyi tanımamızı özellikle önerdi. Tabiat Bilgisi kitabından bitkilerle ilgili bir bölüm okuduktan sonra ektiğimiz fidanları, ağaç türlerini, ektiğimiz sebzeleri anımsattı. Geçen yıl okumadığımız konular da kısa kısa değineceğimizi söyleyerek, geçen yılki kitaplarınızı elden çıkarmışsanız, 7. arkadaşlarınızdan zaman zaman alıp konuları gözden geçirin!” önerinde bulundu. ”Bu derste konuştuklarımızın bir özetini çıkaralım!”deyip ilk numarayı, 4 Mehmet Aygün’ü kaldırdı. Mehmet Aygun anlatırken kestirip son numara 79 Ahmet Güner’i kaldırdı. Ahmet başladığı sözleri tamamlayamadan, öğretmen, ”Bir de orta numara dinleyelim!”diyerek 50 Abdullah Erçetin’i kaldırdı. Abdullah, arkadaşları hiç dinlememiş gibi, az duraksadıktan sonra “Soruyu anlayamadım öğretmenim!”deyince, öğretmen, ”Sen soruyu değil baştan sona dersi anlamadın, dersin de havasına giremedin. Önce ben, soru sormadım. İki derstir anlattıklarımızın bir özetini istedim. Arkadaşların kalktı, anladıkları kadarıyla konuştu. Sen onları da dinlememiş olacaksın ki, şimdi benden soruyu soruyorsun. Pek iyi beklediğin soruyu ben sana sorayım:Öğretmenler derslere niçin gelir, öğrenciler onları niçin dinler, niçin dinlemek zorundadır?Bunları düşün, yanıtını da kendine ver!”Öğretmen, derslerinde nelere dikkat edilmesi gerektiğini anlattı. ”Öğrenci anlatılan konuları anlamayabilir, anlamadığı konuları da haklı olarak anlatamayabilir. Bunlara kesinlikle sinirlenmem. ancak anlatılanları hiç duymayacak ölçüde kendini konu dışa itenlere gücenirim, bunu yapmamaya çalışmanızı rica ediyorum!”dedi. Abdullah’a bakarak “Bu son olsun!”deyip ayrıldı. Salih Ziya Öğretmeni hep neşeli görmeye alışan arkadaşlar, bu kez üzüldüğünü görünce önce şaşkın şaşkın bakıştılar sonra da Abdullah’a çıkıştılar. Bekir Temuçin, yakın arkadaşı olmasına karşın Abdullah’ı kınadı. Bu arada 6 Ali Güleren de Abdullah’a söz attı. Abdullah 6 Ali’ye önce küfretti, arkasından “Kaz Ali!”diye bağırdı. Bu kez de Ali sinirlenerek Abdullah’ın üstüne yürüdü, ”Gebeş!”diye bağırdı. Kavga büyümek üzereyken kapı yanındakiler “Öğretmen geliyor!”deyince ortalık yatıştı. Sahiden öğretmen geldi ama ders öğretmeni değil, Ali Dinçer, Muratlı’da eğitmen. Bizim köydeki eğitmen Mustafa Güvener’in arkadaşı. Aynı zamanda Furtun Şerif eniştelerin akrabası. Oğlu da 7. sınıfta öğrenci Vehbi Dinçer. Hüsnü Baykoca Öğretmenle iyi tanışıyormuş. Bizim köye çok sık geldiğinden beni de tanıyordu. ”Gelmişken göreyim!”demiş. Hüsnü Baykoca Öğretmen de dersimiz boş olduğu için getirmiş. Kapıda görünce ben koştum, çıktık. Eğitmen Ali Dinçer yemeğe kaldı. Öğleden sonra da bana izin aldı, hem okulu gezdik hem de konuştuk. Tüm köydekileri bildiği için rahat konuştuk. Atölyeleri, Tarım bölümünü, reviri, yatakhaneleri gördü. Otobüs saatinde Vehbi ile birlikte uğurladık. Vehbi’yi tanıyordum ama pek konuşmuşluğum yoktu. Babasının yakınlık göstermesi birden onu da sevdirdi. Sanırım bundan sonra sık sık konuşacağız. Paydos ziline dek derslikte oturdum, atölyeye gitmedim. Atölyede çalışma varken, nöbetlerim dışında ilk kez derslikte oturuyorum. Hiç de iyi değilmiş, suçlu gibi azıcık oturup kalkıp kooperatife gittim. Fevzi Üner çalışıyordu. Öğleden sonra ders yapanlar var, onlar gelip gidiyorlar. Cavit’le Fevzi iyi anlaştıkları gibi iyi de çalışıyorlar. Yarın yapılacak alış listelerini hazırlamışlar. Onların çalıştığını gören Fikret Madaralı Öğretmen onlara çok güveniyor. Yarın, ikisinin de alış verişe gelmesini istemiş. Buna da sevindim. Bir yandan da paydos zilini bekliyorum. Sonunda zil çaldı, rahatladım. Dersliğe gidince öğrendim:Arkadaşlar çizim yapmışlar, İrfan Öğretmen kalem dağıtmış. Kendisi sürekli kullanıyordu, kırmızı renkli köşeli, yassı kalem. Biz ona öğretmen kalemi diyorduk. Çok dayanıklı bir kalem. İrfan Öğretmeni tanıdığımızdan beri hep onu kullanıyordu. Benim kalemi ayırmış, ”Yarın kendisine veririm!”demiş. Uzun zaman ayrı kalmış gibi arkadaşların ağzına baktım kaldım. Sonra da atö lyeye gidip bir süre akordiyon çalıştım. Kromatik gamları tekrarlıyorum. İki oktavı rahat yapmaya başladım. İnceden kalına daha rahat yapışıma şaşıyorum. Çıkışta dördüncü parmak nedense bir türlü alışmıyor. Akordiyonu bırakmak üzereyken Vehbi ile İrfan geldi. Vehbi akordiyonu çok seviyormuş, babasına söylemiş, o da alırız, demiş. Alırsa nasıl çalışacağını sordu. Sorusuna İrfan yanıt verdi:Ağabey nasıl çalışıyorsa sen de öyle çalışırsın, başkası gelip senin elini tutacak değil ya uğraşa uğraşa bir gün çalmaya başlayacaksın. İrfan haklı, bana kimse göstermedi ama çok çalıştım. Ancak ben önce armonikayla sesleri kolay öğrendim. Notaları da birinci sınıfta zoraki ezberlemiştim. Bunları anlattım. Akordiyonun fiyatı ise Vehbi’yı şaşırttı:Yüz yirmi beş lira deyince hayretle yüzüme baktı, üzgün üzgün, ”Benim babam bu kadar para vermez!”dedi. İrfan çok rahat, ”Vermezse sen de akordiyon çalmaktan vazgeçer benim gibi mandolinle yetinirsin!”dedi. İrfan, tıpkı babası Pehlivan Amca gibi konuşuyor. Çevresindekilere o da böyle, kestirme yoldan öğütler verir, olayları gülerek karşılar. Bizim kahveye son geldiğinde Pehlivan Amcanın komşularla konuşmalarını anımsıyorum;”Bu yıl pancar iyi olmadı!”dendiğinde “Üzülme be ağa, seneye olacaktır, sene dediğin çok uzakta değil;sayılı gündür bir de bakmışsın gelmiş!”. Ya da “Yağmurlar gecikti!”diyen olunca Pehlivan Amca, ”Yağmurlar gecikmedi biz acele ediyoruz, yağmur yağana dek bekleyebilsek;onun üzüntüsünden kurtuluruz!”deyip, arkasından da kahkahaları atmıştı. İrfan’da da benzer bir tavır olduğu besbelli. Onlarla konuşurken vakti geçirmişim, zil çalınca dersliğe gittim. Derslikte konu yarınki Askerlik Dersi;Binbaşı mı gelir Üsteğmen mi?Kapıdan girince İdris Destan “İşte geldi ondan soralım! “deyince, az önce benim için konuşulduğunu anladım. İsmet’e baktım yüzü gülüyordu, bu, konuşmaların aleyhimde yapılmadığının belirtisiydi:Rahatladım. Ne soracaksınız?derken Mehmet Yücel, ”Ona sormayın o, Binbaşının gelmesini ister, çoktandır gelmediğine göre hepimizden çok o özlemiştir(!)”diyerek hem kendisi güldü, hem de arkadaşları güldürdü. İdris Destan düzeltme yaptı, ”Arkadaşın onu sevmediğini biliyorum. Onun için soruyorum, o ilgilenip öğrenmiş olabilir, diye düşünmüştüm. Mehmet Yücel gülerek İdris’e baktı, ”Onun ayrıca telefonu mu var?Nereden öğrenecek?”Benim yüzümden tartışıldığına üzüldüm, söze karıştım:”Kendinizi hiç yormayın yarın hiç birisi gelmeyecek!” Sahi mi, bilerek mi söylüyorsun;yoksa öyle mi tahmin ediyorsun?”Bu kez de ben, gülerek:”Öyle istiyorum!”dedim. Arkadaşların çoğu ilgileniyormuş büyük bir çoğunluk;üzülürmüşçe “Aaaaa!”sesi çıkardılar. Yemekten sonra Halil’le Orhan yer değiştirdi. Daha doğrusu Orhan benim yanıma sıkışınca Halil kitabını alıp onun yerine gitti. Orhan’la Almanca çalıştık. Orhan sordu:”Wie gross sind sie?”yanıtım:İch bin 168 m gross. . ”Wieviel kilo wiegen Sie?” yanıtım:İch bin 68 kilo…. Hüsnü arkaya döndü. Yakup, Arif başımıza üşüştüler. Kadir geldi Orhan’ın kolundan tutup sırasına götürdü. Bu kez de Halil yerine döndü. ”Bu insanlar Almanya’ya düşman, onların diline de düşman kesildiler!”dedi. Bizim Almanca çalışmamız sonunda sözü savaşa getirip dayadı. Almanya tüm Balkan yarımadasını almış durumda, Girit adasına çıkan İngilizleri geri püskürtmüşler, İzmir yakınlarında Alman gemileri dolaşıyormuş…. ”Bunlar çoktandır söyleniyor. Eskiden de İngiliz gemileri, Yunan gemileri dolaşıyordu, onlarla savaş mı yapıldı?”diyecek oldum, arkadaşlar karşı çıktılar:”O zaman barış vardı, şimdi savaş!”. Aslında ben savaştan korktuğum için öyle söyledim ama arkadaşlar söylemek istediğimi doğru anlamadılar. Sustum…Bu kez arkadaşlara söylediğim, Askerlik dersine kimsenin gelmeyeceği savı aklıma takıldı;ya gelirse?Ya gelirsesi yok, elbette biri gelecektir:Ben neden böyle söyledim?Yaptığıma pişmanlık duyarak kendimi kınadım. Boşboğazlık diye buna derler. Babam her zaman derdi:Boşboğazlık insanın başına dert getirir!”İşte başıma sardığım bir dert!Sıkıntıdan bir süre esnerdim. . Yat zilini saatin saniyelerini izleyerek bekledim. Çalınca da koşarak gidip yattım. Yarın için hiçbir şey düşünmemeye kararlıyım.
25 Ocak 1941 Cumartesi….
Mehmet Yücel’in sesiyle uyandım. ”Kalkın arkadaşlar, kar kürümeye gidiyoruz!””Bu şaka da yapılır mı?Bıktık bu kar sözünden!” diyenler oldu. Şaka değilmiş, kar yağmaya başlamış. Sıkılarak dışarı çıktım, gerçekten lapa lapa kar yağıyor. Lüleburgaz’a alışverişe gidecektik, belki de kalacak, diyerek dersliğe gittim. Harun’la Salih hazırlar:Kamyon giderse biz neden gitmeyelim?” dediler. Kahvaltıya kar altında girdik, çıktığımızda azaldığını gördük. Derslikte pencere yakınındaki arkadaşlar muştuladı:Kar yağması durdu!”Sevinenler oldu. Az sonra elinde dosyalarla Hüsnü Baykoca Öğretmen geldi, köy adreslerimizi bir daha kontrol etti. İlk yazıldığı ile örtüşmeyen adresleri düzeltti, aile sorumlularını bir daha saptadı. Ayrıca okul, öğretmenler, yemekler üstüne konuşmalar yaptı. Yemekleri eleştiren arkadaşlara katıldığını söylemekle birlikte uzun uzun savunma yaptı. Zil çalarken, hazırlana arkadaşları görünce, ”Telaşlanmayın, nasıl olsa öğretmeniniz gelmeyecek!” bir arkadaş, ”Üsteğmen!”deyiverdi. Hüsnü Baykoca Öğretmen gülerek”Evet Üsteğmen, biliyorum, Üsteğmen bugün gelemeyecek!”diye tekrarladı. Bu kez de Bekir Temuçin, ”Gelmeyeceğini biliyoruz, akşam İbrahim söylemişti!”dedi. Bu kez Hüsnü Baykoca Öğretmen bana, ”Sen nereden biliyorsun, hem de akşam öğrenmişsin, ben bile az önce öğrendim, senin gizli telefonun mu var?”deyip güldü. Arkadaşlar gülerek, o Binbaşının yardımcısı, ondan haber almıştır!”diye takıldılar. Bu konuşmalar hepimizi rahatlattı. Hüsnü Baykoca bir çok konuda bize yardımcı olacağını söyleyerek ayrıldı. Özellikle radyo yayınlarını düzenli açtıracak. Bunun için de Mustafa Saatçı’ya görev verdi. Radyo programlarına göre belli saatlerde öğrencilere düzenli açılacak. Kar kesildiği gibi hava da oldukça açıldı. Bayrak töreninde ben akordiyonla önce ses verip sonra da çalarak katıldım. Hidayet Öğretmen beğendi:Bak bak bak!Nisana kalmadı bu iş, yakında benim yakamı da bırak!”dedi. Hasan Gülümser bayrak çekmekte az gecikişti, . Hidayet Öğretmen onu uyardı.
Saat 14’de Lüleburgaz’a gittik. Bugün Salih katılmadı. Öğretmen bizi eczanede beklemiş, kolay buluştuk. Fikret Madaralı Öğretmen yeni bir konu ortaya getirdi:Simit!”Parası olan çocuk taze bir simit alıp neden yemesin?Ancak simiti kooperatif sağlayamaz. Küçük bir arabası olsa kesinlikle kooperatif bunu yapar ama şimdilik bu olanaktan yoksun. İlerde bu kesinlikle olacaktır. Şimdilik bir başkasıyla anlaşıp bunu sağlamaz mıyız?Fırıncıları, ilgili dükkanları dolaştık, bu işi üslenen olmadı. Öğretmen, Lüleburgazlıların uyuşukluğundan söz etti. Bunu bize değil her girdiğimiz dükkanda yüzlerine söyledi. Belediyenin Kepirtepe’ye suyu, elektriği götürmemesini, Kepirtepe Köy Enstitüsü’nün Lüleburgaz için bir kazanç olduğunu anlayamadıklarını tekrarladı. Dinleyenler, hep haklı buldular, karşı duranlar da çıktıysa bile doğru dürüst bir savunma yapamadılar. Hele faytoncuların o yola “Gitmeyiz!”deyip, istasyon önlerinde gün boyu beklediklerini söyleyince kahkahalarla gülüp” Tümüyle haklısın!”dediler. Öğretmen konuştukça daha da sinirlendi. Eczaneye geldiğimizde konuşarak içeri girince eczacı Neşet Çal, ”Fikret Madaralı fena halde sinirli!”dedi. Fikret Öğretmen de “Nasıl sinirlenmeyeyim kuzum, adamlara iş öneriyoruz, bin bir dereden su getirip kendilerini haklı çıkarmaya çalışıyorlar. Sonra da işsizlikten, fakirlikten yakınıyorlar!”dedi. Bu kez eczacı Neşet Çal, ”Lüleburgaz halkının çoğu göçmendir, göçmenlik psikolojisi onları çekingen yapmış, elindekini de kaybetme korkusu içindedirler. Bu nedenle onlar kolay kolay yeni girişimlere kalkışmazlar! “diyerek Fikret Öğretmeni destekledi. Kamyon gelince biz aldıklarımızı kamyona yükleyip ayıldık. Kapıdan çıkarken öğretmenin, ”Okulun Lüleburgaz’da kurulanacağını duyunca sevinmiştim. Ben buradan gelip geçerken bura halkını daha canlı daha girişken olarak algılıyordum. Meğer yanılmışım, Kepirtepe Köy Enstitüsü onlara Yemen kadar uzakmış gibi geliyor. Yetkim olsa topunu, birkaç kez Lüleburgaz-Kepirtepe arasındaki 5 km. yolu yürütüp, bunun kısalığını onlara öğretirim!”deyip güldü. Öğretmenin sözlerini Neşet Çal’la birlikte biz de güldük. ……
Hava giderek açtı, hafif bir rüzgar esiyor ama yağış yok. Rüzgar soğuğuna razıyız, ”Kar yağmasın!”diyoruz. Cavit, Fevzi çok sevinçliler. Fikret Madaralı Öğretmen onlara, ”Yazın, yolun karşısına kooperatif için özel bina yapılacak!”demiş. Yeni yapılan okul planında Konukevi ile Kooperatif binaları varmış. Kendilerinin orada çalışacaklarını düşünüyorlar. Benim öyle bir niyetimm olmadığından üzerinde durmuyorum. Ancak Konukevi yapılışına sevineceğim, gelen anne- babalar rahatça kalabilecekler. İnsanların gelince, kenarda köşede oturmaları, yanlış bir iş yapmış gibi gelenden geçenden sakınmalarını gördükçe kendi yakınlarımmış gibi üzülüyorum. Benim yakınlarım gelip kalmıyor, uzun kalmak gerekince de Kamber Amcamlara geçiyor ama öteki 280 insan için gelenler sıkıntı çekiyorlar. Ben bunları söyleyince arkadaşlar da bana katılıyorlar. Genellikle”Okulu bitirince biz de geleceğiz, herhalde konukevinde kalırız!”Bu söylenince takılmalar başlıyor:”Konukevi paralı otel değil, gelen ya bir gün kalır ya da iki gün, Arkasından sepet havası yapılır!”Bu daha çok Mehmet Yücel arkadaşımızın sözü. O, bunu söyledikten sonra, ”Hınzırlar, sizin çoğunuz buraya kızlar için geleceksiniz, Hüsnü Baykoca bunu yutar mı?Nöbetçileri gönderip o saat postalatacaktır!”Her zaman susan Sami Akıncı yanıtta geçikmedi”Dervişin fikri neyse zikri de odur!”Mehmet Yücel fırsatı kaçırmadı:Benim öyle bir sorunum yok ama Hafız Mustafa ile seni buralarda dolanırken göreceğimi sanıyorum. Bu sözlerim zaten sizin için!”Sami Akıncı hafifçe renklendi, sustu. Mustafa Saatçı, motosikletle geleceğini, kimseyi rahatsız etmeden döneceğini söyledi. Bu kez İsmet Mustafa’ya, ”Senin motosiklet sesini duyunca herkes kaçar, boşuna gaz yakmış olursun!”dedi. Mustafa Saatçı az düşündü:”Motosikler gazla çalışmaz, benzinle çalışır, gazla ne ilgisi var?”Bir kahkaha koptu, ”İmam sözü kıvırtıyor!”Lüleburgaz’da uzunca dolaşmamız, tartışmalar, konuşmalar, kar, soğuk derken bu günü de geçirdik. Askerlik dersinin boş geçmesine de sevindim. Ancak düzenli çalışamadığımı da giderek duyumsuyorum. Kış aylarında çalışamazsam, baharda, yazda hiç çalışamayacağım. Şimdi de bunun kaygısı başladı. Sırada oturup esnerken Hasan Üner karşıdan bir kitap gösterdi, Genç Verter’in Istırapları”Çok seveceksin!”dedi. Aldım, okumaya başladım. Adını daha önce çok duyduğum, Almanca kitabında da şiirlerini okuyup birini ezberlediğim (EİDEROSLEİN) Alman yazarı Johann Wolfgang von Goethe’nin kitabı Werther. Üç Silahşörler, Cihan Şampiyonları, Monte Kristo türü kitaplardaki insanların yaşamını andıran kişilerin yaşadığı bir ortam. Kadınlar, kızlar, ne iş yaptığı anlaşılamayan erkekler. Kolayca aşık oluyorlar. Aşık olduklarını da uzun süre saklayabiliyorlar. Bu kitapta ise bu durum daha kalın çizgilerle belirtilmektedir. Genç Werther bulunduğu kentten bir başka kente iş için gitmiştir. O kentte bir konakta kalmaktadır. Konak yanında çalışacağı kontundur. Kontun eşi ölmüş dokuz çocuğu annesiz kalmıştır. Werther çocukları sever, onlarla iyi ilişkiler kurar. Kendi kentinden ayrılmadan önce. Arkadaşına söz verdiği üzere izlenimleri arkadaşına yazar. Romanda olup bitenler bu mektuplarda anlatılmaktadır. İlk mektuplarda arkadaşına anımsattığına göre, Werther sanata eğilimli olmakla birlikte gerçek aşkı da aramaktadır. Geldiği kentte olayları bu açıdan değerlendirir. Resim yapmaya niyetlenir, kitap okur. Özellikle de Homeros(Homeros bir şair. uzun şiirler yazmış. Ömer Seyfettin’in çevirdiği bir savaş parçasını Lise 1. sınıf Edebiyat kitabından okumuştum) tutkunudur. Kadınlara ilgi duyar ancak seveceğini iyi seçmek istyemektedir. Tanıştığı bir gencin anlattığı bir maceraya hemen kapılır ama bunun sonu gelmez:Çünkü o genç, ele verdiği kadınla ilişkisini sürdürmeye kararlıdır. (Bu arada Homeros aklıma takıldı:Homeros kimdi?Ne yapmıştı?Az duraksadım. Hayat Ansiklopedisine bakacağım)Werther’ se bu tür ilişkilere saygılıdır, verdiği karardan cayar. . İşi dışındaki zamanlarını, incelemeler, gözlemler yaparak geçirir. Doğaya karşı aşırı bir tutkusu vardır. Çağının olaylarını doğru algılamaya özen gösterir. Kısacası Werther, çevresine uyup çağının gereksinimlerini donanarak bilinçli yaşamak ister. Bunun için de o günlerin geçerli değerlerini bir bir dağarına katmaya çalışır. Bu tür bir etkinleri kitapta yoksa da o, arkadaşına bu eğilimini mektuplarında anlatır. . Özellikle de çocuklara büyük bir yakınlık duyar. Çalışma dışındaki zamanının bir bölümünü çocuklarla geçirir. Çevresiyle iyi ilişkilerini geliştirdikçe dostları artar. O dönemin moda etkinlerinin başında gelen danslı toplantılara, (balo v. b. ) Katılmaya başlar. Sonradan çıldırasıya sevdiği Scharlotte ile böyle tanışır. Yanında bulunğuğu kontun adamları, tanıştığı öteki yeni dostları bir gün çevrede önemlice sayılan geleneksel bir baloya Werther’i de davet ederler. Hazırlanıp yola çıkılırken o çevredeki baloların koşullarından söz edilir. Özet olarak:Tek bekarlar baloda yabancı durumda kalırlar. Dans edip eğlenmek için dans edeceği damı, damsa kavelyeyi önceden seçmesi gerekir. . Bunlar konuşurken Werther için de biri peydahlanır. Konuşmalar sürerken, birileri, az sonra uğrayacakları bir köşkten söz edilir. O köşkten de gelecekler vardır. Ancak Werther’in ne köşk ne de gelecekler üstüne bir bilgisi vardır. Yakınında oturan bir bayan, ”Şimdi bize katılacak bayan Scharlotte S. Güzel bir dam olabilirdi ama, sakın yanılıp da dansa kaldırmaya girişme, kalkmaz!”deyince Werther sorar, ”Neden Kalkmaz?”Çünkü sözlüsü vardır!”yanıtı verilir. Az sonra Scharlotte onlara katılır. Balo söylendiği gibi görkemli olmuştur. Avrupa sosyetesinin o günkü dansları sıra ile yapılır. Werther, tembihleri kular ardı edip Scharlotte ile dans eder. Werther. gorür görmez vurulmuştur ama Scharlotte de sanki Werther’e vurulmuş gibi yakınlık gösterir, bakışlarıyla anlaşmışlardır, değişik danslarda ayrılıp ayrılıp bir araya gelirler. Werther duygularını saklayamaz. Ne var ki Scharlotte karşısında başkasıyla danseden birini gösterir. Albert, benim nişanlım, çok iyi bir insan, onu seviyorum!”der. Werther sanki bunları duymamıştır. Ayrılırlar. Scharlotte Albert’le dans eder. Dam kavelye değişmelerinde Werher’le Scharlotte gene karşılaşırlar. Daha doğrusu Werther numaralar yaparak kişileri atlayıp Scharlotte’u yakalar. Werther, Scharlotte ile görüşmek ister. Scharlotte arkadaş olduklarını, her zaman gelebileceğini söyler. Scharlotte, kontun büyük kızıdır, anneleri ölünce kardeşlerine o bakar. Köşkte güzel bir düzen kurulmuştur, Scharlotte bu düzeni çok ustalıkla yürütür. Çocuk sever Werther, Scharlotte’in kardeşlerince de benimsenir. Gelip gitmeler doğal bir anlayış içinde sürer. Ancak zaman Werther’in zararına gelişmektedir. İç dünyasını, yürek yanıklığını arkadaşına anlatarak birkaç yıl oyalanır. Scharlotte ile Albert evlenirler. Werther onlar için bir dosttur. Werther’in derdini bilirler ama, kendilerinden kuşkuları olmadığı için dostlukları sürer. Ne var ki Werther içten içe kendini kemirmektedir. Bu yaşamı sürdüremeyeceğini anlayınca kendini vurur. Werther’in yazdığı mektuplar, bu tür sevgi seline kapılanlar için örnek mektuplardır. Kitap üstüne yazı yazanlara göre, Werther, kitabın yazarı Johann Wolfgang von Goethe’nin kendisidir. Mektupları Werther adına yazmış ama Scharlot’u seven de kendisidir. Ancak kendisi Werther’i intiharla ortadan kaldırıp, sessizce doğduğu kente dönmüştür. Kimi yazarlara göre de büyük yazar Goethe, böyle bir olay kurgulayarak, bu tür aşklar üstüne o güne dek söylenmemiş sözleri yazarak, hem bu konuda duyarlığını kanıtlamış hem de insanların aşk konusunda iradelerini kullanabildikleri ölçüde başarılı olacaklarına örneklemiştir. İradesiz Werher’e intihar, iradeli Scharlot ya da Goethe’ye yaşama şansı tanımıştır. Kitabı Hasan’ın dediği gibi sevdim bir solukta okudum ama içimde bir burkulma oldu. Ben çok mu yanlış düşünüyorum yoksa bilmediğim bir durum mu var?Bunu başka kitapları okunca da düşünmüştüm. İnsanlar bir birini seviyor. Bu kimi zaman karşılıksız da oluyor. Ben de A’yı ya da C’yi sevmiştim. İkisiyle de konuşuyordum. İkisiyle de ayrıldım. Ayrılınca üzüldüm ama çaresiz olduğunu bildiğim için, unutma yolunu seçtim. İkisi de evlendiler. Onların evlenmelerini de doğal saydım. C ile köyde karşılaşıp konuşuyorum. C benimle konuşmak istediğini söylediği için, ben de buna kolayca uydum. Ancak, C’ye eski yakınlığımın verdiği rahatlık dışında hiçbir başkalık tanıyamıyorum. ”Bana mektup yaz!”dese, şaşırıp kalırım. Hatta, geçen yıl köye karşılaşınca o durup konuşmasaydı, konuşmayı bile düşünemiyordum. Bence o evlendiğine göre benim söyleyecek bir sözüm kalmamıştır. . Söylemeye kalktığımda olumsuz bir tavır görsem utancımdan yerin dibine girerim. Geçen Lüleburgaz panayırında A’yı gördüm, gidip konuşabilirdim. Üstelik A gelip ablamla konuşmuş, bunun ayırdındayım. Gene de yanına gidemedim:”Ya memnun olmadığını gösteren bir tavır takınırsa?”deyip yerime oturdum. Böyle bir durumda, şimdi az da olsa güzel bir geçmişimiz var, onunla yetinmek de güzel. Oysa öyle bir durumda tüm geçmiş, çocukluğumun güzel izleri çizilip gidecek. İşte ben bu durumu düşünerek karşılaşmaktan çekiniyorum. Oysa kitaplardaki kişiler, dolaylı olarak da yazarlar bu tür duyguları bir yana itip aşıkları burun buruna getiriyorlar, kadını seven erkek, kadının sevdiği erkekle arkadaş oluyor, Werther’de olduğu gibi Scharlotte’un nişanlısı, sevgilisini sevene yardım ediyor, onun için üzüntü bile duyuyor. Werther bu tür bir yaklaşımı nasıl içine sindiriyor, anlayamadım. Gerçi sonunda olay patlıyor ama, başka romanlarda da böylesi durumlar çok var. C’nin eşi M’nin, benim C’den ayrıldığıma üzüldüğünü söylese ona “Kafadan çatlak!”derim. Bu, A için de geçerli, okul arkadaşım O, ”Yazık, A’dan ayrıl diyesi bir tavır takındığını görsem, Fikret Madaralı Öğretmenin çok kullandığı “Sarsak!”sözünü yapıştırırım. Bu tür sözleri, eşlerini yeterince sevip saymayan insanların yapabileceğine inandığım için söylerim. Gerçekten sevip sayıyorlarsa böyle bir varsayımı kafalarında canlandırmazlar. Sevgi olayı böyle bitmişse, yamama düşüncelerle, yakıştırmalarla yer değiştirmeye kalkılırsa duyguların tavsadığı görülür. Motor vidalarında görüldüğü üzere düşünce vidalarında da yalamalaşmalar giderek insan ilişkilerini olumsuzluğa götürür. …Yatınca Scharlotte’la Rado’yu, Nadin’i(Cihan Şampiyonlarındaki güzeller) karşılaştırdım:Üçü de güzel. Ancak Nado-Radin, ikilisi Scharlotte’un çok gerilerinde kalıyorlar. Kitaplardaki insanlar da filmlerdekiler gibi salt süslü taraflarıyla görünüyorlar. Gerçekte öyle midirler acaba?
26 Ocak 1941 Pazar…
Yeni Bedir’e Kamber Amcama gitmeye karar verdim. Hava soğuk değil. Namık Öğretmen nöbetçi, izin verdi, arkasından takıldı, ”Kurt murt çıkar yanına bir nöbetçi verelim!”dedi. ”Vereceğiniz nöbetçiden korkacak kurdu ben kurt bile saymam, yürür giderim!”dedim. Öğretmen güldü, haklısın, onların çoğu tavşana bile yaklaşamaz, yolun açık olsun, yolun kenarından git, kamyonlarda kaymalar olur!”uyarsında bulundu. Ağır ağır yürüyerek fazla üşümeden gittim. Amcam gelişime sevindi. Konukları varmış, Deveçatak köyünden Helvacı Ahmet;oldukça iri bedenli, pehlivan gibi görüntüsü var. . Bizim de yabancımız sayılmaz. , onlara, özellikle ablamlarla çok gittiğimi anımsıyorum. Gitmek üzere kalkmıştı çok konuşamadık. Kamber Amcam onu uğurladıktan sonra döndü, ”İyi ki geldin, seninle akrabalıklar üstüne konuşalım, bildiklerimi sana anlatayım!”dedi. Amcam benim çok ilgiyle dinleyeceğim bir konu açmıştı. İki yıl önce Sofuali köyündeki büyük halamın özlerini anımsadım. Büyük halam, ”Bizim aile giderek dağıldı, gençler unutkan oldu. Uzaklardan geçtik burunları dibindekileri bile aramıyorlar!”diye yakınmıştı. Bu arada Kamber Amcamın da adını vererek kınamıştı. Lüleburgaz’a geldiğimde Kamber Amcama bunu söylediğimde, amcam, ”Gerçekten öyle, iki adım yerde koca teyzemi gidip görmüyorum, ilk fırsatta gideceğim!”demişti. Sonradan öğrendiğime göre gitmemiş, onun koca teyzesi, benim de koca halam olan babamın ablası geçen yıl “Geniş ailem!”dediği insanların çoğuna özlem duyarak aramızdan ayrılmıştı. Kamber Amcama göre ölen halamdan sonra ailenin en yaşlısı babam, Kamber Amca geçmişi bir yana bırakıp bundan böyle birbirimizi tanıyalım, diyerek konuşmasını sürdürdü. Anlatıklarının çoğu babamın anlattıklarıyla örtüştüğünden söyledikleri bana pek yabancı değildi. Tek fark, Kamber Amcam akrabaların dağıldığı köyleri daha iyi biliyor, köylerdeki dağılımı ayrıntılarıyla sayıyor. Belenören, Karaabalılar(Karaballar)Ahmatlar(Ahmetler)Kızılcıkdere, Karınca, Deveçatağı, Çeşmekolu, Sofuali, Arzulu, Omurca, Yeni Bedir, Kılavuzlu diye saydı. Akrabaların bulunduğu 22 köyden söz etti. Biz konuşurken yengem arada söze karışıyor, bildiğini ekliyor ya da o, o mu, bu, bu mu gibi sorular soruyordu. Yengem soru sorunca birden geçen akşam gördüğüm rüyayı anımsadım. Yengem amcamı evden kovmuş. Konuşmaları, bir birlerine seslen işleri bu açıdan değerlendirmeye başladım. İzlediğim kadarıyla yengem bu evden amcamı kovamaz. Konuşmalar öyle bir noktaya geliyor ki, yengemim patlaması gereken yerde, birden susuyor, ”Peki, sen öyle istiyorsan öyle olsun!”deyip gülümsüyor. Arkasından konuşmalar gene aksamadan sürüyor. İçimden içimden sorunu çözmüş gibi sevinirken söz nasıl oldu bilmem birden babama geldi. Kamber Amcam, ”Geçmiş geçmiştir, bundan böyle sevgimizi saygımızı büyüğümüz olan (babam için=Mahmut Dayım üzerinde toplayıp bu dağınıklığı önlemeyiyiz!”dedi. Benim için sevindirici bir söz, söz konusu olan benim babam. Söylene sözün arkasını beklerken yengem, ”Kim yapacak bunu?Bunu yapacak biri gerekli, bunu sen mi yapacaksın?diye sorup Kamber Amcamın yüzüne bir baktı ki, yengem deminki sessiz sakın insandan başkası gibiydi. Amcam birden sustu. Ancak yengem susmadı ”Sen Mahmut Dayım, deyip duruyorsun ama önce sen Mahmut Dayımı sevmiyorsun. Senin onu sevmediğini bildiği için o da seni sevmiyor. Bunu ikiniz de biliyorsunuz. Birbirini sevmeyen insan nasıl yakınlaşır?”Yengem sinirli falan değil çok doğal olarak yumuşak yumuşak bunları söyledi, kalkıp mutfağa gitti. Amcam sustu, ortada yokmuş gibi bir süre öylece kaldı, ben gene rüyamı anımsadım ama ayrıntılar aklımdan çıktı. Tek aklımda kalan amcamın gelip, ”Yengen beni evden kovdu!”demesi kaldı. O sözle bu konuşmayı bir birine yaklaştırmaya çalıştım, olmadı, anlam kurmaya çalıştım, gene bir bağlantı oluşturamadım. ”Ben artık gideyim!”deyip kalkarken amcam oturttu, içerden yengem seslendi, ”Bir şeyler yemeden gidemezsin!”Yengem elinde tepsiyle geldi. Kabak tatlısı, süt, gözleme. Benim köyde çok sevdiğim yiyecekler. Bu kez konu köy yemekleri üzerine döndü. Okul yemeklerini eskisi gibi olmadığını anlattım. azar azar da olsa kendi paramla bir şeyler ekleyerek aç kalmamaya çalıştığımı anlattım. Yemekten sonra da uzun süre beni bırakmadılar. Ben de, ben ayrılırsam kavga edecekler kaygısına kapılarak, onlar kal dedikçe oturmayı yeğledim. . Sonunda Bayrak Töreni için izin alıp ayrıldım. Törene yetiştim ama aklım hep onlarda kaldı. Daha doğrusu konunun babamla ilgili olması beni hem üzdü hem de yakından ilgilendirdi:Babam, Kamber Amcamı niçin sevmiyor?Ayrıca Kamber Amca babamı niçin sevmiyor?Aralarında ne olup geçti de böyle bir soğukluk oldu. Ayrıca ne babam, ne de Kamber Amcam bu konuda bana bir durum sezdirmediler. İkisi de benimle saygı dolu sevgi dolu selamlarını gönderiyorlar. Bu nasıl olur?Düşünceli düşünceli dersliğe girdim. Herkes kendi havasında. Sıradan Werther’i çekip okur gibi bakmaya başladım. Sayfaları okumadan çeviriken az önceki konuşmaları düşündüm. En ufak bir geçimsizlik nedeni de bulamadım. Babam Kamber Amcamın öz annesinin kardeşi. Kardeşler, bildiğim kadarıyla olabildiğince sık görüştüler. Kamber Amcamların eski köyü olan Ahmatlar’a babamın sık sık gittiğini anımsıyorum. Buraya, Yeni Bedir’e taşınınca da bir kaç kez gelmişti. Babam, halamın vefatından sonra da Y eni Bedir’e iki kez geldi. Kamber Amcamı sevmeseydi gelir miydi?diye düşündüm. Öte yandan “Ortada bir durum olmasa, bir şeyler bilmese ya da sezinlemese yengem böyle konuşmazdı!”deyip ikircilikli bir duruma düştum. Bir ara İsmet geldi, ”Dayı, düşüncelisin, hoşuna gitmeyen bir durum mu var, iyi olmayan haberler mi aldın!”dedi. Yanında oturan Mehmet Yücel, ”Dayını askere çağırmışlar, sınıf çavuşluğunu sana bırakacak!”İsmet, ”Herkes askere gidiyor, dayımın iki ağabeyi askerde, o da giderse ne olacak?Dayım ona üzülmez!”deyince Mehmet Yücel gülerek, ”Dayın askere gittiğine değil çavuşluğu sana bırakacağı için üzülüyor!”deyince arkadaşlar kahkahayı bastı. İdris Destan, ”Ceylan Mehmet nereden buluyorsun bu lafları?” diye sordu. Mustafa Saatçı ise İdris Destan’a”Komşu köylüne iskeletliği yakıştıranıyorsun anladık bari ceylan falan deyip onu şımartma, yoksa başalarım sana da ……. demeye. İdris sinirlendi, Mustafa Saatçı’ya;İmam, hafız, fitneci, Çöpköylü gibi bir dizi sıfat söyledi. Mehmet Aygün, Hilmi Altınsoy, Mehmet Başaran İdris Destan’ı yatıştırdılar. İsmet Mustafa Saatçı’ya çıkıştı”İdris’in de senin gibi bir adı var, onu söylemeye cesaret edemeyip nokta nokta demenin bir anlamı yok. Bu düpedüz küfürdür. Bunu bana da yapsan kızarım!” deyince bu kez Mustafa Saatçı”Kızsan ne olacak?diye karşı koydu. İsmet birden kalkıp Mustafa Saatçı’nın üstüne yürüdü. Sami Akıncı araya girerek kapışmayı durdurarak, ”Yiğitler burası Er Meydanı değil, derslik, şimdi de yatma zamanı. Kavganızı sabaha bırakın!”dedi. Bu kez arkadaşlar Sami Akıncı’ya takıldılar:Özellikle Hilmi Altınsoy, Sami Ağabey tam cazgır, Güreş meydanlarına yakışacak!”deyince Mehmet Yücel sordu, ”Hangi pehlivanlara?Baş mı, Baş altı mı, Orta mı, Deste mi yoksa Sinek sıkletlere mi?”deyince birkaç kişi birden “Sinek sıklet!”deyince Sami Akıncı başta olmak üzere herkes güldü. İsmet duramadı”Yani bir şimdi sinek sıklet miyiz?Mehmet Yücel yanıtladı:Ya ne sandın?Hem de b. o. k sineği…. Sinirli durum gülüşmelere döndü. . Yat zili çalınca oldukça neşeli bir durumda yataklara girildi. Yatınca hemen uyuyacağımı sanıyordum. Arka arkaya esneyince böyle bir sanıya kapılmıştım. Ancak, kısa sürede yengemin konuşması, amcamın susması derken derslikteki tartışmalara dek tüm günlük olaylar beynimde sıralandı. İşin ilginci, gündüz üzerinde hiç durmadığım arkadaş şakaları bile gelip birer birer karşıma dikildi. O ne demişti?Bunu niçin söylemişti?Sonunda gene kendime sordum:”Neden bunları önemsiyorum?”Kendi soruma inandırıcı bir yanıt buldum mu, bulamadım mı?Sanırım uzun süre bunu düşündüm. Bunun yorgunluğu, gündüzünkilere eklenince direnemeyip kurtuluşu uykuda buldum!
27 Ocak 1941 Pazartesi. . . .
Türkçe sınavı sonuçlarından söz edilirken uyandım. Uyandığımda duyduğum sözleri, uyanmadan önce de duyduğumun ayırdına vardım. ”Bu nasıl olur, arkadaşlar gece boyu bunu mu konuştular?diye düşündüm. Orhan uyanmış, kalkmamış durumdaydı;ona sordum:”Bu konuşmalar ne zaman başladı?diye sordum. Az önce zil çalmış, nöbetçi Mustafa Saatçı:Kalkın, Türkçe yazılı notlarını getirdim, kim hemen kalkarsa iyileri onlara vereceğim!”demiş. Buna gülen arkadaşlar, ”Kalkanlara iyileri dağıtacağına göre pekiyiyi kendine saklıyorsun!”diye takılmışlar. Arkadaşlardan kimileri de Mustafa Saatçı’ya “Sakın aklından geçirme, köselerin sakalı çıkmadıkça sen Fikret Madaralı Öğretmenden pekiyi değil, iyi bile alamazsın!”gibilerde konuşmalar olmuş. :İşte ben, uyanmadan önce bu konuşmaları bölük börçük duymuşum. Uyanınca da konuşmalar aynı konuda sürünce şaşırdım. Türkçe yazılımdan bir bakıma kuşkuluysam da Fikret Madaralı Öğretmenin not terazisinin şaşmayacağını umuyorum. Kadir, başını kaldırıp Orhan’la ikimize takıldı, ”Siz çalışkan çocuklarsınız, not mot düşünmüyorsunuz!”dedi. Orhan gülerek Kadir’e yanıt verdi:Not düşünmezdik ama şimdi”Mot” düşünmeye başlayacağız!”dedi. Kadir sinirlendi, Orhan’a, ”Sen burada saldırgan oluyorsun, sırada ne kadar uslusun. Seni bir kışkırtan mı var?”diye bana baktı. Bu söz üzerine Kadir’e:”Saldıranlar durup dururken saldırgan olmaz, Karşılarındakiler saldırı isteyen bir durum takınırsa o zaman saldırırlar!”dedim. Kadir, bana yanıt vermedi, gene Orhan’a, ”Senin arkanda kim olduğu belli!deyip gitti. Orhan’a Şimdi ne olacak?dedim. Orhan omuz silkti:Kendi gelip bulaşıyor, derslikte sıraya oturunca barışırız. . Sıradaki arkadaşlığımız iyidir!”dedi. Ben aşağıya indiğimde Kadir’in geri döndüğünü gördüm. Eğilip öbür taraftan baktım, Orhan’la sarmaş dolaş, ortak konularından birini konuşuyorlar. Kadir sık sık, Sen nasıl istersen öyle olsun arkadaşım!deyip duruyor. Derslikten sonra kahvaltıya gittiğimde, ikisini birlikte kahvaltı ederken görünce sevindim. Kadir’in köylüsü Mehmet Özalp nöbetçi, ben 5. sınıftayken o 2. sınıftaydı. Hamitabat’ın 9 Mehmet’i, ailelerimiz tanıştığı için aramız bizim de iyidir. Bana geldi, ”Abi çay ister misin?”diye sordu. Kadır bu kez buna da tepki gösterdi, Mehmet’e, Ben senin hem köylün hem de okul arkadaşınım, bana değil de Çeşmekollu’ya çay getiriyorsun!”dedi. 9 Mehmet, sözünün altında kalmadı, Kimin selamı benim içimi ısıtıyorsa ben onun selamını candan karşılarım, babam Osman Özalp bana bunu öğretti!”deyince masadaki arkadaşlar hep güldüler. İçimden, ”Kadir bu sabah iyi haşlanıyor, bakalım sonu ne olacak?”dedim. Kadir oralı olmadı Mehmet’e her zaman söylediği sözleri söyledi. Demir kafa!”9 Mehmet’in ünü kafasından ileri gelmektedir. Okula ilk başladığında, arkadaşlarına takılır, onlar da ona vururlarmış. Mehmet giderek arkadaşlarına, Vuracaksanız kafama vurun!”deyip tos yaparmış. Bu nedenle başlangıçta ona koç falan demişler. sonraları 9 Mehmet’in kafası demirden denmeye başlanmış. İlkokul sürecinde salt Hamitabat değil çevre köylerde bile 9 Mehmet, kafası nedeniyle Mehmet Özalp olarak değil 9 Mehmet olarak ad yaptı. Geçen yıl o bizim okula gelmeden önce arkadaşlar onu tanımıştı. Babası Osman Özalp Lüleburgaz’ın tek hamamının sahibidir. Hamama gittikçe görürsek konuşurduk. Osman Amca oğlundan söz ederken 9 Mehmet dedikçe bizim arkadaşlar gülerdi. Geçen yıl 9 Mehmet bizim okula geldi, yeni numarası nedeniyle 9 numara geriye itildi. Şimdilerde benim gibi, eski durumu bilenler, biraz da sevdiklerinden 9 Mehmet demeyi sürdürüyor. Bir bayrak töreninde Mehmet’i konuşurken gören Hidayet Gülen Öğretmenin “9 Mehmet!” deyişine hepimiz gülmüştük. Kadir, sesini yükselterek konuşmasına karşın 9 Mehmet boynuna sarılıp, Sen çay iste arkadaşım, şimdi sana kendi payımı getiririm!”diyerek ayrıldı. Kadir, arkadaşların kendisine gülmelerini içine yediremedi bu kez Hilmi Altınsoy’a takıldı. Hilmi Altınsoy, tembel ama zeki arkadaşlarımızdandır, durumu , ilginç bir konuya kolay çevirdi. Sen beni bağışla arkadaşım, az sonra Fikret Madaralı Öğretmen bana, Bu denli kolay sorulara karşın neden kırık not aldın?”diye sorunca ne diyeceğimi düşünüyorum!” Arkadaşların havası değişti:”Sahi, öğretmene ne yanıt vereceğiz?”denmeye başlandı. . . Topluca kalkıp dersliğe gittik. Öğretmenler geldi, kamyondan önce Fikret Madaralı Öğretmen indi. . Oradan geçen bir 7. sınıf öğrncisine bir şeyler söyledi. Konuştuğu öğrenci bizim eski öğrencilerden Necdet Şıpka’ydı. Arkadaşları çağırdılar, Öğretmen sana ne söyledi?”Necdet, Öğretmen sizin sınıftan Halil Basutçu’yu öğretmen odasına çağırdı!”deyince, olasılıklar sıralanmaya başlandı. ”Yazılıyı yenileyecek!Derse gelmeyecek, notları Halil’le gönderecek, Kağıtlarınızı okuyamadım, bugün şu yazıları okuyalım, diyecek. . . . Tedirgin bir durumda dersliğe girdik. Halil koştu, biz ayakta beklerken geri döndü, elindeki kağıtta benim, kendisinin, Hasan Üner’le Mehmet Başaran’ın numaraları var. Bunlar, kitaplığa gelsin. Koşarak gittik. Tüm kitaplar elden geçirilecekmiş. Yıl başlarında bunlar her yerde yapılıyormuş. Salt kitaplar değil, tüm okul demirbaşları elden geçiriliyormuş. Geç bile kalınmış. Öğretmen dersten sonra gelip yardımcı olacağı da söyleyerek ayrıldı. Hep sevindik ama notlarımızı öğrenemedik. Bir süre sonra Hasan Üner’le Mehmet Başaran duramadılar, gidip kapıdan dinleyecekler:Notlar söyleniyorsa daha bitmemiştir. Gerçekten gittiler. Az sonra da tedirgin bir yüzle döndüler. Notlar okunuyormuş ama daha başlardaymış, 11 Recep Kocaman iyi almış. Öğretmen “Dört kişi de biri kurtarıyor. Bu başarısızlıktır!”deyip sinirli sinirli konuşuyormuş. Kendimiz için varsayımlarda bulunduk:”Kurtarmasaydık bizi ayırmazdı!”Bir yandan kitapları toplayım masa üstüne sıralıyoruz, bir yandan da yazıp değişik yerlere yeniden diziyoruz. İşe koyulduğumuz bir sırada öğretmen geldi. Yaptıklarımızı beğendi, Halil Basutçu ile Mehmet Başaran okunaklı yazılarıyla listeleri tutuyor, biz, Hasan’la kitap taşıyoruz. Öğretmen gülerek geldi, ”Barı, kitapları taşırken karıştırın, adlarını bile öğrenseniz yararı okur!”dedi. Oturmadan geri döndü, ”Siz Okul Müdüründen izinlisiniz, bugün burada hapissiniz, yalnız yemeğe çıkacaksınız!”deyip döndü. Öğretmen gidince sevincimizden daha hızlı çalışmaya başladık. Öğretmenin tavırlarından notlarımızın kötü olmadığını anlamıştık. Öğretmen gidince Mehmet Başaran, Abiler, gelin şunu bugün bitirmeyelim!”dedikten sonra bir kitap açıp okumaya başladı. Kitaba baktım uzun bir adı var:Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok. Hasan okumuş, çok acıklı sahneler varmış. Bizim Çanakkale savaşlarımız, Kurtuluş Savaşımız gibi ölüm kalım savaşlarını, askerlerin parçalanıp öldüklerini anlatıyormuş. ”Kesinlikle okumam!”deyip karşı sıraya gittim. Halil Basutçu yöneticimiz. Öğretmen onu çağırıp onurlandığı için doğal olarak ona uymayı benimsiyoruz. Halil buna “Olur!”demekle birlikte kendisi yazmayı sürdürüyor. Hiç oralı değilmişim gibi davranıyorum ama aklım fikrim Türkçe notlarında. Öğretmen gene gelirse söyler belki umudumu sürdürüyorum. Arkadaşlar benim kadar not üstüne düşmediler:Bir iki sözü edildi ama Halil Basutçu kestirip atınca susuldu. Halil, ”Kaç olursa olsun, bizim dördümüzün de notu geçerli olmasa öğretmen buraya seçmezdi!”Öğleyi yaptık, yemek zili çaldı;az gecikmeli olarak yemekhaneye gidince başta Hilmi Altınsoy olmak üzere beni kutladılar;Tam numara almışım, diğer üç arkadaşın da numaraları iyi imiş. Hasan’la bakıştık. Hasan kurnaz, ”Biz numarada falan değiliz, akşama dek tüm kitapları sayıp yeniden deftere çekiyoruz. Öğretmen, ”Bu iş bugün bitirilmeli!”deyip gitti. Raflara bakarken boynum tutuldu!”deyip boynunu sağa sola çevirdi. Hilmi, Öğretmen size notlarınızı söylemedi mi?diye hayretle sordu. Hasan ne notu?Öğretmen fena bozuktu, ilk sözünü bile azarla başlattı!”Hilmi, atlamıştı, ”Sen derslikte görecektin, Kırık alanların ne salaklığı kaldı ne de sarsaklığı. Sizinle daha birkaç arkadaşın dışında herkes payını aldı!”dedi. Gülmemek için kendimi zor tuttum. Hasan’a bakarak, ”Daha kurtulmuş sayılmayız, akşam paydosunda gelip işi bitiremediğimizi görürse bize de aynı sözleri söyler!”dedim. Hilmi, ”Yok abi, sen korkma, adam tek sana tam numara vermiş, üstelik numaranı söyleyince durup, ”Çalışan nasıl başarıyor!”diyerek seni örnek gösterdi, övdü!”dedi. İnanmadığımı söyleyince de 4 Mehmet Aygün’ü tanık gösterdi. 4 Mehmet tanıklıktan çok bana çattı. ”Siz çok çalışıp not yükseltiyorsunuz. , biz sizin yüzünüzden çok gerilerde kalıyoruz. Bence, Sami Akıncı’yla ikinizin bizim arkadaşlara çok zararınız oluyor!”Mehmet Aygün 4 almış. Benden sonra en büyük numarayı Bekir Temuçin’le İsmet almış:8. Ben 10 almasaymışım öğretmen onlara 10 verecekmiş. Böylece numaralar 2’şer yükselmiş olacakmış. Mehmet Aygün’le birlikte 7 arkadaşın aldığı not 4’müş. O zaman bu 7 arkadaş 6 alıp paçayı kurtaracakmış. Arkadaşlar hep güldü. O zaman Sami Akıncı hepimize ta baştan beri kötülük yapıyor, onu sınıftan atalım!”dediler. Burada söze karıştım, ”İlk yıl Sami tüm kültür derslerinden tam numara alırken ben tüm derslerden kırık alıyordum. Ahmet Gürsel Sabit Soysal, Adem Gürçağlayan , Fikret Madaralı Öğretmenlerin beni nasıl payladığını unutmamışsınızdır. O zaman Sami Akıncı vardı, şimdi de var. Sami Akıncı o zaman bana zarar verdiyse şimdi hiçbir zararı olmuyor. Siz de bu zarardan kurtulabilirsiniz!”Hilmi Altınsoy, ”Yok be abi, sen bakma bunların mantıksız sözlerine, tembeller yararlansın diye çalışkanlar gayretlerini keserler mi?Yavaş yürüyenler var diye adam hızlı yürümeyi bırakır mı?O zaman açları düşünüp yemek yememek, fakirleri düşünüp para sahibi olmamak, cahilleri düşünüp okumamak gerekir!”Hepimiz Hilmi Altınsoy’a Aferin!”çektik. Özellik ben, Beni çok güzel savundun, teşekkür ederim!”deyince, Mehmet Aygün Hilmi’ye Sahtekar, sana yaranmak için kendi inanmadığı sözleri söylüyor!”dedi. Bu kez ben ”Sahtekar” sözünün anlamını sordum: Mehmet bunu beklemiyordu, azıcık bocaları. ”Sahtekarlıkta da bir iş, bir çaba vardır. Ancak sahtekar, çabalarını kendi çıkarları doğrultusunda, özellikle de başkalarını zararına kullanır. Ama bir emeği vardır. Tembellikte ise hiçbir uğraş yoktur. Sen tembelliği savunuyorsun. Hilmi , çalışkanlığı övüyor. Tembelliği savunduğun halde ona sahtekar, diyorsun. !”deyince Mehmet Aygün sözünü geri aldı, canı sıkıldığı için böyle konuştuğunu, aslında kimsenin zararını istemediğini söyleyerek ayrıldı. Hep birlikte kalktık Arkadaşlar atölyelere gitmek üzere bizden ayrıldılar. Biz önce dersliğe uğrayıp ders zili çalınca kitaplığa girdik. . Az sonra muhasebeci Hikmet Bey’le Ahmet Gökay Ağabey geldi. Bize teşekkür ettiler, demirbaş olarak kitaplar onları da ilgilendiriyormuş. Kullanılamayacak duruma gelmiş eski kitapları sordular. Kendileri de bir süre rafları karıştırdılar. Demirbaştan düşecek denli yıpranmış kitap olmadığını söyleyerek ayrıldılar. Onlar gidince bir süre çalıştık, giderek de ağırlaştık. Çok eskiyen kitapları Hasan alıp alıp gösterdi. Bunların çoğunu kızlar okuyor!dedi. Çalı Kuşu, İki Yeni Gelinin Hatıraları, Werther, Yakılacak Kitap, Hıçkırık, Homongolos, Dağları Bekleyen Kız, Çölde Bir İstanbul Kızı, Ana, Bizim Deniz, Lili Marlin, Mata Hari v. b. Paydos zilinden önce işimizi bitirdik. Halil listeleri toparladı, öğretmene vermek üzere hazırladı. Ben, atölyeye gittim. İrfan Öğretmen gülümseyerek, ”Hasan’la ikinizin payını ayırdık, pazar günü çizeceksiniz!”dedi. ”Olur öğretmenim!”deyince de Şaka söylüyorum, yok öyle bir şey, bir süre daha genel planların çizimlerini incelemeye devam edeceğiz. Ödenek durumlarına göre ilk ele alınacak işleri saptamadan çalışmak yok!”deyip yürüdü. Arkadaşlar öğretmenin konuştuğunu görünce ilgiyle sordular, İrfan Öğretmen sana ne söyledi? Biraz da böbürlenerek, ”Çalışmaya ne zaman başlayacağımızı sordum, yeni yıl ödeneklerini bekliyoruz, gelir gelmez başlayacakmışız. !”Yusuf Asıl, yaşlı olduğun için seni kırmıyorlar, sorduklarını yanıtlıyorlar, biz sorsak gülüp geçerler!”dedi. Harun Özçelik düzeltme yaptı, Yaşlılıktan değil, akıllı akıllı konuştuğu için onun sözünü dinliyorlar. Senin sulu şakalarından bıktıkları için ne söylesen, ciddiye almıyorlar. Yusuf, Sen kendine bak seninkileri dinliyorlar mı sanki?”deyip çıktı. Arkadaşlar gidince oldukça sevinçli bir hava içinde çalıştım. Macar Dansının tamamını çalıyorum. . Çabuk bölümlerde biraz ağırlaşmakla birlikte tempoyu bozmuyorum. Komparsite’nin de solo bölümünü yarı yarıya tamamladım. . Giderek çabuk çalmaya karşı hevesim artıyor. . Birden aklıma geldi, derslikte kesinlikle tartışma yapılıyordur, karışmamak üzere gidip dinlemeyi düşündüm. Gerçekten tahminim doğru çıktı; kapıdan girerken daha İsmet, :”Dayı, günün kahramanısın, hepimizi ektin!”dedi. Anlamazdan geldim, ”Anlamadım, fidan ektim, tohum ektim ama insan ekmek şöyle dursun, insan ekildiğini bile duymamıştım, o ne demek?” diye sordum. İsmet’ten önce Kadir yapıştırdı, Türkçe’den tam numarayı yalnız sen aldın. Gülerek, Sami Akıncı o gün yoktu, ondan böyle olmuştur!”dedim. Gözüm Sami Akıncı’ya takıldı, yüzü gülümser gibi oldu. Yerime oturdum. Birileri karşılıklı oturmuş yazılıda neler yazdıklarını bir birlerine anlatıyordu. GençWerther’in Iztırapları kitabını okuduğumu söyledim. Hasan Üner dışında bizimkilerden hiç kimse okumamış:Bakıştılar. İdris Destan sordu:”Sen nereden buluyorsun böyle şeyleri?”deyince, bu kez ben sordum:”Neleri, şey dediğin nedir?”İdris yutkundu. Sami Akıncı gülerek. ”Kitapları diyecekti!”diyerek aramıza girdi. Ben gene anlamazdan gelerek, ”Hasan Üner’den aldımi, o güzel kitap seçiyor!”dedim. Hasan Üner geldi. Kitaplıktaki yeni düzen lemeler için birkaç gün kitap verilmediğini anlattı. Mustafa Saatçı, ”Tuh be, tam kitap alıp okuyacaktım, şimdi de kitap vermiyorlar!”deyince takılmalar başladı. ”İmamlar kitap okumazlar, onlar tüm söylediklerini kendi akıllarından söylerler!”Mustafa Saatçı da Türkçe yazılısından kırık almış. Mehmet Aygün, İmam, Koca Ali yerine Tekirdağlı Hüseyin Pehlivanı anlatmış !”diyor. Bu yakıştırmaya en çok Mustafa Saatçı güldü. ”Şimdiye dek hep duydum ama Tekirdağlı Hüseyin pehlivan sözünü hiç etmemiştim, bundan sonra dilimden düşmeyecek!”diyerek Mehmet Aygün’e teşekkür etti. Sonra da sordu, Öteki kimdi, ne Ali’ydi o? deyince, birden “6 Ali, yani Ali Aga!”sesleri yükseldi. Mehmet Yücel düzeltme yaptı, ”Koca Ali, 6 Ali ya da Ali Aga olmuyor. En iyisi, Koca Ali, Baba Ali!”deyince gülmeler iki kat arttı. Ancak Baba Ali yani 53 Ali Önol çok sinirlendi titrek bir sesle(Sinirlenince kekemeleşir)Mehmet Yücel’e ağır sözler söyledi. Arkadaşların çoğu Ali Önol’u ayıpladılar. ”Yapılan şakalara en çok sen katılıyorsun, kendine dokunulunca da böyle kızıp köpürüyorsun!”diyenler oldu. Ali Önol, kendisine “Baba Ali”denilemeyeceğini söyleyip yerine oturunca, ”Öyleyse biz de Ali Baba!”deriz diyenler oldu. Yemek zili tartışmaları kesti. Yemekte konu yemeklere dönü, özllikle akşam yemekleri, mercimek, bulgur pilavı, mercimek, makarna, fasulye, makarna, makarna mercimek tekrarlamasına dönüştü. Muhasebeci Hikmet Bey, ”Yakında düzelecek!” demesine karşın, o yakında dediği günler de çok uzaklarda kaldı. Tatlılar haftada bire düştü. Yemekten sonra kar yağmaya başladığını görünce konumuz bu kez kara dönüştü. Kar yağarsa en az 10-15 gün karla uğraşacağız. Kimi arkadaşlar, ”Az kaldı, kışı atlatıyoruz dediler. Ne azı, daha ocak ayını bitiremedik. Şubat şiddetli kış, mart ayı da yarı yarıya kış sayılır. Kısaca daha 45 gün kışımız var. Bunları söyleyince arkadaşlardan bazıları “Vay canına, amma uzun kış geçiriyoruz!”diyenlere oldu. Bir yandan da pencereye yakın oturan arkadaşlara soruyoruz”Kar devam ediyor mu?Kar haberi, yemekleri geri plana itti. . Yatakhaneye giderken karın lapa lapa yağması tüm öğrencileri üzdü, küçük sınıflardan ağlayanlar bile olmuş. Yatınca bir süre karlı günleri düşündüm: “Neyse ki bu yıl, geçen yıllardaki gibi karda kıyamette çatılarda çalışmıyoruz. Yakınmamız, gezmemiz kısıtlanıyor, kürüme gibi ağır işler günlerimizi alıyor, ondan. Sevinerek başlayan gün gene kederli bitti!”deyip yorganı başıma çektim. Güzel bir rüya görürsem içim rahatlayacak. Derken Werther aklıma takıldı. Onun uykusu nasıldı acaba?Belki de hiç uyuyamıyordu. Düşünceleri uykusunu kesti, uykusuzluk onu iyice yıprattı. İyi düşünememeye başladı, sonunda da silahına sarıldı. . . Werther’i okumakla iyi mi ettim?Bir bakıma iyi ettim. Werther bana daha önce okuduklarımı bir daha düşünmeme yardımcı oldu. Yabancı dillerden çevrilmiş romanlar, bizim romanlarımızdan farklı olaylar anlatıyor. O insanlar, daha değişik düşünüyor. Werher’in mektupları Louise de Chaulieu’nun ya da Renee de Maucombe’nin mektuplarına çok yakın: karşılıklı konuşanların gelecekleri, olması gereken şeyler, tüm insanların değer verdiği tavırlar, eylemler. Eğlenceleri de öyle. Örneğin Louise de Chaulieu:”Onbeş günden beri, kardeşçiğim, kibar dünyası yaşamını yaşıyorum:Bir akşam İtalyan tiyatrosuna, ertesi akşam büyük operaya. Oralardan da hep baloya gidiyorum. Bu dünya periler dünyası gibi bir şey!İtalyan tiyatrosunun müziğine bayılıyorum;bir yandan ruhum ilahi bir zevk içinde yüzerken bir yandan da dürbünler beni inceliyor, yürekler bana hayran oluyor. Benimse bir tek bakışım, en gözü pek delikanlının bile başını öne indirmeye yetiyor!”diye içinde bulunduğu ortamı anlatıyor(İki Yeni Gelinin hatıraları-Balzac)Başka bir ülkenin insanı olan Werther’de:Scharlotte ile ilk dansını anlatırken;”Menüetlerde bir birimize sarıldık, birini bırakıp öbürünü dansa kaldırdım. Schrlotte ile dansçısı bir İngiliz dansına başladılar…Scharlotte’den ikinci kontradansı rica ettim…. . Scharlotte: “Burada moda Alman dansı…Sizin İngiliz dansında iyi olduğunuzu gördüm!”der…. Scharlotte ile Werther, uzayıp giden baloda daha kim bilir kaç ulusun dansını etmişlerdir. Oysa onlar düpedüz Almanya’dadır, ikisi de Alman’dır. Bunları düşünürken anımsadım:Akordiyonla çaldığım parçalar arasında en sevdiklerimden birinin adı Macar dansı. Dinleyen arkadaşlar sık sık soruyor. ”Bu ne şarkısı?”Bu şarkı değil Macar dansı deyince, arkasından başka sorular geliyor. ”Ne demek Macar dansı, dansın macarı mucarı mı olurmuş ?” gibilerde…. Werther’den öğrendiğime göre dansın Macar’ olduğu gibi Alman’ı, İngiliz’i Fransız’ı gibi bekli de Yahudi’si bile vardır. Ben dans sözünü çok duydum, Hasan amcamın kızları, daha doğrusu çocukları, amcam klarnet çalınca kalkıp bir birine sarılarak ortalarda gezindiklerini gördüm. Ayrıca ilkokulda bir kız grubu değişik kılıklar içinde hoplayıp zıplamıştı. O zamanlardan aklımda kaldığına göre insanlar dans ediyor, biliyorum. Ancak bu dans konusunun insanlar için çok önemsenen bir yaşam gereksinimi olduğunu okuduğum romanlardan öğrenmeye başladım. Bizim romanlarda da zaman zaman değinilip geçiliyorsa da tüm roman kişilerini sarmalamıyor. Werther’den ayrıca benim yazdığım gibi her günün notu tutulduğunu da öğrendim. Ben uzun uzun anlatıyorum. Oysa Werther kimi kez kısaca yazıyor. O kısa notları daha sonra mektuplarında kullanıyor. Bir süre ben de olabildiğince kısa yazmayı deneyeceğim. Örneğin boş geçen derslerdeki arkadaş konuşmalarını, çok önemli bir durum olmadıkça yazmayacağım. Aynı kişiler hep bilinen sözlerini tekrarlarsa, duymazdan gelip öteki işlerimi sürdüreceğim. Böyle dedim ama buna kendim bile güldüm:Öyle yazarsan, ilerde okuyunca onlardan ne anlayacağım ki?Örneğin yemekler için, ”Bugün mercimek, makarna yedik. Yarın, fasulye bulgur pilavı yiyeceğiz……Dur bakalım, nasıl bir yöntem uygulayacağım. Fikret Madaralı Öğretmenin dediğini unutmadım, unutmayacağım. Ne demişti:”Ben yedi yıl her günümü yazdım, sonunda bıraktım. Şimdi yazdığıma değil bıraktığıma pişmanın:Sen sakın bırakma, hiç değilse evleninceye dek yaz!”demişti. Evlenmek!”Evlenince neden yazılmıyor acaba?”Yavaş!”dedim kendi kendime, şimdi de buna takılma!”
28 Ocak 1941 Salı. .
Orhan’ın sessizce kalkıp indiğini gördüm. O çekinerek kalkıp gittiğine göre bir nedeni vardır. Uyanmıştım ama sessiz ayrılınca bir anlam veremedim;ben de sustum. Arkasından da indim. Kapıya çıkarken zil çaldı. Dışarısı diz boyu kar. Söz gelişi diz boyu diyorum kar çoktan diz üstü çıkmış, lapa lapa da yağıyor. Rüzgar yok, sessizlik, göz açılmayacak gibi sık yağan bir kar. Dersliğe gidince anladım, Orhan soba nöbetçisiymiş. Soba nöbetleri yemekhane nöbetlerinin tersine son numaradan başa doğru sürüyor. Böylece bir gün sonra soba nöbetçisi olduğumu da anımsamış oldum. Orhan bir yandan soba yakıyor bir yandan da Soba, yakmak, kül, kömür sözlerinin Almanca’sın ı soruyor. Almanca lügatı açıp arıyorum. Gelen arkadaşlar bizi görünce şaşırdılar:”Siz deli misiniz, dünya kardan yıkılıyor, siz Almanca’yla uğraşıyorsunuz!”Özellikle Kadir Pekgöz’ü bekliyoruz . Daha doğrusu Kadir Pekgöz ile Sami Akıncı’yı. . Kadir’i şaka için Sami’yi ise bizim oyunumuzu bozacak diye gelmemesini istiyoruz. Ben elimde Ragıp Rıfkı Özgürel’in Karakaplı koca Almanca-Türkçe lügatı, bakıp bakıp Orhan’a, ”Der Ofer wörmen, ardından da der Feruer kalt deyip devam ediyorum, Der Mantel Kadir Pekgöz draussen heiss der schnee …. . Kadir yanımızda durdu, bir şey söyleyecek gibi baktı, söylemeden gitti. Bekir Temuçin’e “Bunlar, gece gündüz Almanca çalışıyorlar, bak nasıl da ilerlettiler!”dedi. Bekir yanımıza gelince Orhan sinirlenmiş gibi yaparak:”İş yaparken şurada iki ikiye birkaç cümle Almanca konuşalım, dedik;gelip gelip başımıza dikildiniz!”diye Bekir’e çıkışı. Bekir benim elimdeki lügata bakınca inandı. ”Kadir’e dönere:”Bırak çalışanlar, bize ne zararları oluyor ki?” deyip yerine oturdu. Kadir de yerine gitti ama gözleri hep bizde kaldı. Duramadı gene geldi, kendisi dün sobayı nasıl yaktığını anlatmaya başladı. Kadir, ”Soba!”deyince ben, ”Biz konuşurken arada şuna soba deme, onun adı der Ofen’dir, Herr Kadir, Bitte sprechen sie!”dedim. Kadir, sinirlenerek”Size iyilik yaramaz!”deyip, derslikten çıktı. Orhan, ”Bu kez tam kızdı, daha üstüne varmayalım sonra benimle kavga eder!”gülüşerek. Kahvaltıya ayrı ayrı gittik. Yemekte konu kardı. Kadir, ” Bizim köy ormanlık olduğundan daha çok kar tutuyor, şimdilerde kar derinliği bir metre olmuştur!”dedi. Arkasından da bana, “Sizin de öyle değil mi? diye sordu. ”O yörenin, Istrancalara dek hep öyle olabileceğini söyleyerek onu destekledim. Az önceki sinir ortadan kalkmış oldu. .
Selçuk Korol Öğretmen kahvaltıya geldi. Onu görünce arkadaşlarda ekşimeler oldu:”Sözlü mü yapacak, konu mu anlatacak?”Ne onu ne de bunu, verdiği ödevleri anlattıracak!”dedim. Hilmi Altınsoy, ”Ne ödevi, ödev verdi mi ki?”Hasan Üner, ”Verdi tabi, hem de iki ödev birden verdi. Balkan Savaşı ile savaş sonrası yapılan sınır değişiklikleri. Hilmi sevindi “A, kolaymış, onlara çalıştım!”dedi. Bu kez de Hasan, ”Yavaş ol, çalışma değil harita üzerinde çizilerek göstereceksin!”Hilmi gene bozuldu, ”Siz hep yaptınız mı?” diye sordu. Herkes”Yaptık!” deyince Hilmi, ”O zaman hapı tuttum sayılır!”deyip oldukça kederlendi. Dersliğe gidince ilk işi öteki arkadaşlara da sormak oldu. . Çoğu yapmadığını söyleyince Hilmi rahatladı. Selçuk Öğretmen derse gülümseyerek geldi. Bu yıl çok kar düştüğüne göre çiftçilerimiz bol ürün alacaktır, öyle derler!”dedi. Pencerenin önüne geçerek dışarıdaki duruma baktı, ”Allah, yola çıkmak zorunda kalanlara sabır versin, yollarını açık etsin!”dedi. Not defterini çıkarıp baktı “44, 66, 77 nuralılar kalksın!”dedi. Ben , İsmet, Emrullah kalktık. Bana baktı, İsmet’e baktı, ”Siz oturun!”dedi. Emruyllah’ı tahtaya çağırdı. Önce ders dışı sorular sordu. Memleketini, bölgesini sorarak oralar hakkında bilgi istedi. Sonra tarih dersi konularına geçti. 1402-1453-1517-1566-1579-1622-1639-1648-1683-1699 tarihlerini tahtaya yazdırıp sıra ile sordu. Emrullah, 1453’le 1699 yanıtlayıp sustu. Bu kez de, ”Tarihini bildiğin olayları tarih dersine yakışır bir şekilde usturupla anlat!”dedi. Emrullah sustu. . Az önce oturan İsmet ayağa kalkarak parmak kaldırdı. Öğretmenin dikkatini çekmiş. İsmet’e “Az önce kaldırıp oturttum, istekliymişsin, hadi gel bakalım!”dedi. İsmet, sırayla anlatacağını sanarak, ”1402 Ankara!”diye söze başlayınca öğretmen durdurdu. ”Yo, yo, yo, öyle değil, 1402 bir tarih olayının geçtiği yıldır. Sen bu yılın içinde geçen olayı anlatacaksın, neden başladı, nerede oldu, nasıl bitti?”İsmet, 2. Kosova savaşıyla Varna şavaşını karıştırarak söze başladı. Tarih 1387-90 yılları olarak doğru verildi ama Varna sözünü edince Sami Akıncı parmak kaldırdı. Öğretmen Sami Akıncı’ya bakarken ben de parmak kaldırdım. Bu kez öğretmen gülerek bana döndü, siz benim içime doğmuşsunuz, keşke oturtmasaydım. Gel bakalım sen ne söyleyeceksin?Bir birinizi destekleyerek bu işin içinden çıkın!”dedi. ”Ben tek bir söz söylemek istedim, İsmet, Kosova yerine Varna dedi. Varna savaşı Ankara savaşından 42 yıl sonradır!”dedim. Öğretmen, ”Bu kadar mı?diye sordu, yanıt beklemeden Sami Akıncı’ya sen de bunları mı söyleyecektin?deyince Sami “Evet!”yanıtını verince bize oturmamızı, İsmet’e de devam etmesini söyledi. İsmet, sorunun bundan sonraki bölümünü doğru olarak anlattı. Ancak öğretmen İsmet’e “Kendin ettin, kendin bulacaksın, seni bırakmayacağım, hiç değilse bir tarih daha anlat!”dedi. Tarih olarak da 1622’yi seçti. Genç Osman’ın tahttan indirilişi. Genç Osman olayını tarih dersinde ayrıntılı işlememiştik. Fikret Madaralı Öğretmen “Bu bir tarih olayı değil, iğrenç bir cinayettir. Gepegenç padişah işkencelerle öldürülmüştür. İsterseniz bunu yazan kitaplar vardır okuyun!”demişti. Bu övüde uyarak İsmet okumuş. Ayrıntılı olarak anlattı. Öğretmen İsmet!e teşekkür etti, oturmasını söyledi. Bu kez öğretmen bana, ”Hadi sen de kalk bize 1699’ anlat derken zil çaldı. Öğretmen, haftaya bunu sormam, başka tarihler gelebilir deyip güldü. Bundan sonra tarihte çok geçen adları da böyle saptayıp, onun çevresinde oluşan tarih olaylarını soracağını söyleyip ayrıldı. Buna çok sevindim. Benim sevdiğim tarih çalışması da bu türlüsü idi. Arkadaşların çoğu buna da karşı oldular. Dersten donra dışarı çıkan arkadaşlar geri geldi, hava çok soğumuş. Asfalta baktık, Lüleburgaz yönüne giden bir dizi araba durmuş, yol kayganmış. Şarampol oluyormuş. Şarampol nedir?Arabaların sağ ya da sola doğru yoldan kalması…Bir grup arkadaş, çıkıp yardım etmeyi konuştular. Mustafa Saatçı izin almak için Hüsnü Baykoca Öğretmene gitti. İzin alamamış, ”Yoldakilerden bir istek gelirse birlikte gideriz, kendiliğimizden gitmek olmaz, başımıza bir kaza gelirse bundan sorumlu oluruz!”demiş. ”Ne sorumluluğu, nasıl bir kaza, kime karşı sorumluluk?Bunları aramızda uzun uzun tartıştık. Bir yandan da yardıma koşacakmış gibi ön bahçeye çıktık. Tam bu sıra bizim okulun kamyonu Scania Vabis karları yara yara geldi. Kazım Usta, bu taraftaki yollar açık, bizim yokuş dik olduğundan arabaları zorluyor, merak etmeyin hepsi kendini kurtaracak!”dedi. Üstümüzü silkerek geri döndük. Kazım Ustanın söylediği gibi, yoldaki araçlar tepeye doğru ilerledi. Biz pencerelerden onlara bakarken onlar yokuşu tırmandılar. Arkadan gelen iki kamyon duraksamadan geçti. Mustafa Saatçı açıklama yaptı. ”Deminki arabaların duruş nedeni, öndeki otobüsün motoru zayıf, çekemiyor. Arkadakiler de onu bırakıp gitmek istemediklerinden onunla birlikte oldular!” Arkadaşlar, ”Bravo, usta şoför!”dediler. İsmet, İmamdan şoför olduğunu hiç duymadım!”deyince. Mehmet Yücel Mustafa Saatçı’ya arka çıkarmış gibi, ”İmamlar insan değil mi?Neden şoför olmasın?Ben bir imam tanırım şoförlüğü yanında sırılsıklam aşıktır!”Mustafa Saatçı dikkatle dinlerken birden sıçradı, ”Ben bir iskelet bilirim, arada bir konuşur, konuşur ama hep yalan söyler!”Bu kez Mehmet Yücel, ”Yalan mı?Sen o kızdan vazgeçtin mi?Öyleyse ben ona talibim!”deyince Mustafa Saatçı duramadı, dişlerini sıkıp ellerini bir birine, parmakları açık olarak yaklaştırarak;”Seni boğarım!”diye bağırdı. Halil Basutçu, Saatçı’nın tarih okuduğu besbelli, tarihteki adam boğmalarını iyi bellemiş!”deyince, Sami Akıncı, ”Tarihteki adam boğucular hep dilsizdi, Musatafa durmadan konuşan biri, adam boğamaz, ayrıca tarihteki ünlü kementçilerde Mustafa adı geçmez, onlar çoğunlukla Ali, Kara Ali, sağır Ali olarak anılırlar!”Mehmet Yücel gülerek, ”Bak İmam, yapamayacağın işe kalkışma, aşıklığın gibi bunu da yüzüne gözüne bulaştırırsın!”Mustafa Saatçı içini çeker gibi yaptı, “Ah, anwrtete das Pfert!”dedi. Bu söz ilk Almanca derimizden beri sık sık söylenen bir sözdü. Mustafa sözü söyledi ama sanırım anlamını unutmuştu. Mehmet Yücel, Pferd değil Der Esel, olacaktı deyince o da, Ah, antwortete der Esel !”diye tekrarladı. Bu kez arkadaşlar gülerek “İmam kandırıldı!”diyerek gülüştüler. Kar, yoldaki arabalar unutulmuştu. Zil çalınca merdivenlerin kar dolduğunu görünce bir kez daha şaşırdık;bu kez kar daha yoğun düşüyordu. ”Elim gibi kar düşüyor!”diyen oldu. Yusuf Asıl”Atıyorsun, senin elin kadar olamaz, belki Bekir Temuçin’in eli! “derken arkasından itildi. Yusuf kara yuvarlandı. Kaldırıp, üstünü silkeleyip gülerek yemeğe gittik. Yusuf’un gözleri Bekir Temuçin’de. Bekir itti, sanıyormuş. Oysa Bekir daha önce gitmiş. 4 Mehmet duramadı, ”Yusuf’tan özür diledi, ”Düşeceğini aklıma getiremedim, Bekir’e takılma, üzülüyor!”düşüncesiyle, uyarmak için dokundum, tekrar özür dilerim!”dedi. Arkadaşlar içinde Yusuf Asıl’la Hasan Üner yaş olarak en küçüklerimiz. Bekir Temuçin de onlar boyunda ama doğumu onlardan önce. Bu nedenle Yusuf’a küçüksün denince o, Bekir benden daha küçük, gibilerde savunma yapıyor. Bekir, bunu sataşma sayıp tartışmaya kalkışıyor. Sorun kapandı ama, Yusuf oldukça büyük bir tehlike atlattı. Merdivenin az ilersinden düşseydi derin bir çukura inecekti. İçimden bunu düşündüm, ”Yusuf Asıl’ın şansı varmış, sonucu çok kötü olabilecek bir tehlikeyi zararsız atlattı!”deyip geçtim. Yusuf sanırım bu tür olasılıkları düşünmedi, Mehmet Aygün’ün özür dilemesini bile gereksiz görerek, nasıl yuvarlandığını anlatıp geçti. Yemekten sonra dersliklerde toplanmamızı, atölye çalışması yapılmayacağı söylendi. . Öğretmenler dersliklere gelecekmiş. Yusuf Asıl, ”Hamdi Bağ Öğretmen gelecek bize şiir okuyacak!”dedi. Harun Özçelik, ”Naci İnan Öretmen gelecek , resim çizdirecek!”Salih Baydemir, “İrfan Öğretmen gelecek!”derken Hüsnü Baykoca Öğretmen yanında Demircilik atölyesi öğretmeni ile çıktı geldi. Ayağa kalktık, bizi oturttuktan sonra bize, ”Hüsamettin öğretmenle çalışacak birkaç arkadaş istiyorum, önce beş kişi, bunlar sıra ile değişecekler!”dedi. Söylenen sözleri duydum ama, Hüsamettin Öğretmenle şimdiye dek hiç çalışmadığım hatta adının bile Hüsamettin olduğunu tam bilmiyordum, benimle ilgisi olamaz düşüncesiyle rahat rahat otururken;Hüsbü Baykoca Öğretmen “Çeşmekollu, gel!”dedi. Şaşırdım ama kalktım. Ayakta kalkık dururken bu kez beni kapının yanına çağırdı. Ağırdan alınca arkadaşlar güldüler. Hüsnü Baykoca Öğretmen, ”Ne o, pek nazlı yürüyorsun, rahatsız mısın?””dedi. Toparlandım, ”Özür dilerim, anlayamadım!”deyince Hüsnü Baykoca Öğretmen anlarsın anlarsın, Hüsamettin Öğretmen size açıklama tapacak!”dedi. Arkadaşlara döndü, kendi kendine konuşur gibi, dur bakayım diye diye, benden sonra Sefer Tunca’yı, Halil Basutçu’yu, Hüseyin Serin’i, İsmet Yanar’ı kaldırdı. Yeter mi? dedikten sonra bakışıp işaretleştiler, bize:Buyurun gidelim!”dediler. Hüsnü Baykoca Öğretmenin odası önünde beklememizi söylediler. Biz ne olacağını kestirmeye çalışırken onlar 7. sınıfları dolaşıp 5 öğrenciyle döndüler. Hasan Gülümser, İbrahim Özdal, Süleyman Gege, İsmet Özcan, Mehmet Aydemir. Hepsi güçlü çocuklar. Kimse bir şey demeden biz, olayı anladığımızı birbirimize bakışlarımızla anlattık:”Zorlu bir işe gidiyoruz. !”Hüsamettin Öğretmen, kısa etekli olmasına karşın sırtındaki kalın paltonun yakalarını kaldırıp, ”Beni izleyin!” deyip Tarım binasına doğruldu. Oldukça hızlı yürüdü. Biz fısıldaşarak, kürek almaya gidiyoruz, ama nerede çalışacağız?Gerçekten birer kürek alıp aynı hızla gene okula döndük. Hüsamettin Öğretmen bize küsmüş gibi Tarım binasına gidince “Birer kürek alalım!”deyip okula yürüdü, arkasından geldik. Okulun önüne çıkınca da Merdivenlerle yol arasını açacağız!”dedikten sonra benden küreği alıp kürümeye başladı. Bizim dersliğin pencerelerine baktık, kimseler yok. Arkadaşların da bir yerlere gittiğini düşünerek kürümeye başladık. . Öğretmen sıra ile her birimizin elinden kürek alarak, çalışanlara katıldı, birimizi dinlendirdi. Ders yapan sınıflar için ziller çaldığından gözlerimiz bizim sınıfa takılınca arkadaşların bize el salladıklarını gördük. Anladık ki onlarda zillere uyuyor. Biz “Neler oluyor, atölyelere gidilmemiş!”derken, Emrullah Öztürk, Fettah Biricik, Mustafa Saatçı, Arif Kalkan, İbrahim Ertur geldi bizden kürekleri alarak kürümeye başladı. Öteki arkadaşlar da değiştiler. Önce üşümüştük ama sonra sonra alışmış olacağız, dersliğe titreşmeden girdik. Derslikte Latif Yurtçu Öğretmen oturuyordu. Durum anlaşıldı:Okul yönetimi, atölye çalışmalarını durdurmuş, sıra ile çalışmalar sürerken, dersi olmayan öğretmenler dersliklerde gözetmen olarak oturmuş. Biz gittikten biraz sonra Faik Öğretmen geldi. Açtı elindeki kitabı okudu. Kitap kaplandığı için adını göremedim ama ilgimi çekti, ”Acaba Faik Öğretmen hangi kitabı okuyor?”Bir süre sonra, kitabı kapattı, gülümseyerek bize baktı, kitabı eline alıp kaldırarak, ”Güzel bir kitap okuyanınız var mı? 80 Günde Devr-i alem, yani dünyayı gezmek, dolaşmak, Jüles Verne. Okumadınızsa mutlaka okuyun!”deyince benimle birlikte on arkadaş okuduğumuzu söyledik. Faik Öğretmen gülerek, ”Çok güzel, anlatın, özendirin ki öteki arkadaşlarınız da okusun!”dedi. Faik Öğretmen gidince arkadaşlar, kar kürürken yorulup yorulmadığımızı sordular. ”Ne soruyorsunuz?Biz, bizden sonrakiler tüm alanı kürüyüp bitirdik, size ne kaldı ki tasalanıyorsunuz?”dedim. Meğer, Okul Müdürünün konuşması duyulmuş, ”Kar içinde boğulacak mıyız?Bir süre olağan işler bırakılsın, işse iş işte, yollar temizlensin!”demiş. Bu konuşma duyulup yayılınca herkes kar temizleme nöbetine çıkmayı beklemeye başlamış. Biz konuşurken bizden sonrakiler de geldi. Emrullah’ın dışında kimse sızlanmadı. Emrullah da soğuktan çok küreğin sapı elini acıtmış. Emrullah bunu söylediğine pişman oldu. ”Hamlamışsın, muhallebici çocuğu, hanım evladı!”gibi sıfatlarla karşıladılar. Emrullah sustu ama, bu sözlere Emrullah’dan çok Hüsnü gücendi. ”Konuşmuyor, diye zaman zaman takılıyorlar. oysa konuştuğu zaman en küçük kusurunu abartarak başına kakıyorlar, bu durum da arkadaş nasıl konuşsun? “deyip durdu. Önce Hüsnü ile arkasından da Emrullah ile konuştuk. İki arkadaş, kendileri gibi Bulgarisdtan’dan gelmiş olan Fikret Madaralı Öğretmeni severler. Benim de çok sevdiğimi bilirler. Arkadaşlarla konuşmk istediğimde bir yolunu bulup Fikret Madaralı Öğretmenden söz ederim, konuşma böylece başlamış olur. Bu yöntemi Halil Basutçu arkadaşla bulup uygulamaya koyduk. Bu kez işimizi bir şiir kolaylaştırdı. Geçmiş günlerden söz ederken Fikret Madaralı Öğretmenin okuduğu bir şiirden bir dize anımsadım. Arkadaşların şiirle ilgilenmediğini bildiğim için salt bir yoklama olsun diye şiirin anımsadığım ilk iki dizesini “Kör adam kör gözleriyle, Gelecekleri görür gibi bakardı. ” deyip kestim, , ”Bunu, Fikret Madaralı Öğretmen okumuştu, anımsadınız mı?”deyince, . arkadaşların ikisi de gülümsedi. Ben bir daha aynı dizeleri tekrarladığımda ise, Hüsnü Yalçın şiirin geri kalan bölümünü hiç takılmadan okudu. Halil’le ben şaştık. Bu şaşkınlığımız iki bakımdan oldu, hem şaştık hem de çok sevindik. Arkadaşların o kederli durumları kayboldu, üstelik hiç beklemediğimiz bir taraflarını öğrenmiş olduk. Ben o şiiri, öğretmenin önerisi üzerine yazmıştım ama sonuna dek ezberimde tutmayı başaramamıştım, Halil’se, söylediğine göre o şiir olayını tümden unutmuşmuş. Hüsnü Yalçın’ın ezber okuması, Emrullah’ın ona katılması, hep istememize karşın o an ummadığımız bir iyimserlik, bir yaklaşım muştusu oldu. Birlikteki geçmişimizi kurcalayarak konuşmaları sürdürdük. Alpullu’da kaldığımız süreler Fikret Madaralı Öğretmen bizi evine çağırmıştı, onları andık. Konuşmaları yemekten sonra da sürdürerek, hem arkadaşların:”Yarın ne yapacağız, kimler nerede kar kürüyecek gibi anlamsız sorularından uzak kaldık hem de iki kişilik küçük birimleri içinde sıkışmış kalmış arkadaşları aramıza, geçici de olsa çekmiş olmanın mutluluğunu yaşadık. Yatmaya giderken Halil’le karşılıklı olarak teşekkürleştik. O bana, şiiri anımsayıp ortaya getirdiğim için, ben de ona bu fırsatı değerlendirmede yaptığı yardım için sevinçlerimizi paylaştık. Bu ilişkilerimiz hep böyle gitmese bile ara ara da olsa gönül almaların yararı olacağını düşünerek yattım.
29 Ocak 1941 Çarşamba…
Halil Basutçu soba nöbetçisi, ranzayı sallayınca uyandım. Arkadaş özür diledi. Oysa ben uykumu almış olarak kalkmak istemiştim. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen derse gelirse, kesinlikle sorular soracaktır. Bense onun son dersinde bulunmadığım gibi yazdırdığı notları da almamıştım. Kalkışımı fırsat bilip arkadaşla dersliğe giderek. onun notlarını gözden geçirmeyi tasarlamıştım. Benim dememe gerek kalmadı arkadaş defterini çıkardı. Defteri temiz, yazısı kitap yazısı gibi rahat okuyup, defterime aktardım. Arkadaşlar geldikçe varsayımlar çoğaldı. Tepelere dek kar kürümeden söz edildi. Not yazdığımı görenlerden, ”Bugün ders yapılmaz, neden acele ediyorsun!”diyenler oldu. Ben Halil’in tuttuğu notları aynen yazıp bir de okudum. Notlar gerçekte bildiğim konuların özetleriydi ama “Olsun, öğretmenin önemsediği tanımlar yapılmış, çok önemli saydığı konular vurgulanmış. Arkadaşların varsayımları havada kaldı, ders zili çalınca Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen, elinde kocaman çantasıyla çıktı geldi. ”Günaydııııııınn!”diye uzattıktan sonra gülerek bize sordu”Önce Tarım mı olsun yoksa Tabiat Bilgisi mi? “Kimseden ses çıkmayınca öğretmenin gözü Fettah Biricik’e takıldı. Ben duymadım ama galiba o ara Fettah konuştu. Bu kez öğretmen, Fettah’ın yakınına giderek “Sen ne diyorsun Hacı Fettah?”dedi. Fettah çok rahat olarak, ”Siz bilirsiniz öğretmenim, bize göre ikisi de birdir. !”deyince, ”Pekala öyleyse, önce Tabiat Ana!dan başlayıp sonra kendi bahçelerimize inelim!”deyip masaya gitti, çantasından kitaplarını çıkardı. Eski yazı ile yazılmış bir kitap gösterdi;oldukça kalın bir kitap. Elinde sallayarak:, ”Benim doğduğum yıl yazılmış, maruldan kavağa, çama dek ekimleri anlatıyor. Köy içlerinde insan eliyle ekilmiş meyve ağaçları, kentlerde gördüğünüz koca gövdeli çamlar, çınarlar;özellikle parklardaki süs bitkileri bir bilen tarafından ya ekilmiş ya da onun uyarılarına göre dikilmiştir. Sanmayın ki, kitaptan öğrenerek dikimi siz yapıyorsunuz. Yabancı ülkeler bunu yüz yıllardır böyle yapmış. Biz bu konuda da biraz geç kalmışız ama, şükürler olsun uyanarak bundan böyle bu işleri çok bilinçli yapacağız. Sizlere bunu anlatmaya çalışıyoruz:Batı insanlarının yüz yıllardan beri yaptığını bundan böyle sizler onlar derecesinde kitabına uygun yapacaksınız. Bir Atasözümüz vardır:”Gülünü seven dikenine katlanır!”bunun anlamını bilirsiniz:Güzel bir sonuç almak için biraz ter dökmek gerekmektedir. Kepirtepe bahçelerinin meyve fidanlığına dönüşmesi, tepelerinin çam ormanı olması için ekeceğimiz her fidanı salt tutsun diye değil, tutacağına kesin kez inanıp, ”Sakın bir özrü olmasın!”diyerek dikeceğiz. !”Öğretmen kitabı elinden bıraktıktan sonra Yeni Adam dergisi alıp bir yazı okudu. Ben Yeni Adam alıyorum ama o yazıyı anımsamadım, sanırım eski sayılardan biriydi. Yazı, Okul bahçelerinin öğrencilerin katılımı olmadan üstünkörü hazırlandığını, değişen öğretmenlere göre şekil aldığını, sonuç olarak herhangi bir köy evi bahçesine döndüğünü anlatıyordu. . Öğretmeni dinlerken içimden, ”Bu yazıyı yazan, bizim köy okulunun bahçesini görmemiş, görseydi, kesinlikle böyle yazmazdı!”diye düşündüm. Öğretmen, ”Bu yazıyı yazan, bu işleri çok iyi bilen biri, eski bir üniversite profesörü!”dedi. İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu olduğunu anladım, fısıltıyla adını söyledim. Öğretmen duydu, ”Evet o, İsmail Hakkı Baltacıoğlu!”dedi. Öğretmenin İsmayıl’ı İsmail olarak söylemesi ilgimi çekti. Bilerek mi yaptı yoksa öyle mi okunuyor?” sorusu kafama takıldı. Sordum:Öğretmen hiç üzerinde durmadı, ”Dilim öyle alışmış, ondan olabilir!”deyip geçti. Öğretmen, ”Okulumuz yeni olduğu için, az önce okuduğumuz yazıdaki anlatılan okullardan farksız, sizinle bahçe ağaçlarını konuşsak ne bir dal ne de bir resim inceleyemeyeceğiz. Oysa benim okuduğum okulda bulunan Tabiat müzesinde bunlar hep vardı. Önümüzdeki yaz biz de bir Tabiat Müzesi hazırlayıp ileriki yılların derslerini kolaylaştıracağız!”öğretmen Tabiat müzesinin ne olduğunu, içinde neler bulunduğunu, biz yaparsak neler bulundurabileceğimizi anlattı. Öğretmen gidince arkadaşlar, av hayvanlarının nasıl sağlanıp korunacağı üstüne tartışma başlattılar. Yüksek sesle yapılan konuşmaları duyan öğretmen girer girmez konuya açıklık getirdi. Müzeye konulacak türlerin kimileri satın alınacağını anlattı. ”Özellikle hayvanları kendimiz hem bulamayız hem de uzun süre kullanacak duruma getiremeyiz!’”diyerek, konuya ilerde tekrar dönmek üzere Tarım çalışmalarımız üstüne bilgiler verdi. Fidan almak için mart ayında Edirne’ye gidileceğini söyleyince hepimizde bir sevinç başladı. Arkadaşların gülümsemelerinden, fısıltılarından durumu anlayan öğretmen gülerek, ”Ohooo, hepiniz değil tabii, her halde izinizden bir bölümü gider;kalanlar, öteki seferi bekleyecektir!”Okulun çam ormanı olacak yerlerini gösteren çizimler var, onlar tahtaya yerleştirildi. Öğretmen tahtaya ayrıca bir kroki çizerek, çam dikilecek yerleri tebeşirle beyazlattı. Okul, etrafındaki binalar beyazlaşmış geniş alan içinde küçücük kalınca, Yakup Tanrıkulu gülerek, (sanırım öğretmeni konuşturmak için)”Okulumuz ne kadar küçükmüş!”dedi. Öğretmen arkadaşı hemen yanıtladı, ”Bay Yakup, okulun küçüklüğünü değil, çam ormanın büyüklüğünü algılamaya çalış!”dedi. Gerçekten tebeşirlenmiş çok büyük bir alan görünüyordu:Okul önünden Lüleburgaz yönüne, tepe arkalarına dek, yine asfalttan başlayarak futbol sahalarını içleyen büyük bir alan çam ormanı olarak gösterilmişti. ”Çok büyük!”sesleri edilince öğretmen, ”Havalar düzelince çıkıp oraları bir bir ölçeceğiz, bunların hesapları var, kaç fidan dikileceğini saptayacağız. Bunların yapılmış hesapları var, göreceksiniz, öğreneceksiniz çamları siz dikeceksiniz, bahara hazır olun!”dedi. Ders içinde öğretmen konuştukça sevinen arkadaşların bir bölümü öğretmenden sonra somurtuk yüzlerle bir süre konuştular:”Bu söylenenleri biz mi yapacağız?Binayı yaptık, sonradan gelenler tepe tepe oturuyor, şimdi de onlara gölgelik yapıp serinlemelerini sağlayacağız!”diyenlere Mustafa Saatçı bir de suyu ekledi:Artezyen açıp bol suya kavuşturacağız!”Halil Basutçu sordu:İlköğrenci olmasaydınız, bir iki yıl daha bekleseydiniz, aceleniz neydi?”deyince Mehmet Yücel gülerek parmağını kaldırdı, ”Bu sorunuzu ben yanıtlayabilir miyim öğretmenim?”deyince yüksek sesle, ”Sakın konuşturma, kavga çıkaracak bir söz söyleyecek!”diyenler oldu. Halil, duraksayınca Mehmet Yücel sözünü söyledi, ”Tabakhaneye şey taşımaya alışmışlar, buraya da o hızla geldiler!”dedi. Neyse ki sözü doğrudan üstüne alan çıkmadı. Çam ormanlarını konuşarak öğle yemeğini yedik. Biz ders yaparken 7. sınıfların bir bölümü okul çevresini temizlemiş, yollar kar kalkmışçasına açık. Arkadaşlar, bakınarak, 7. sınıfların bizden daha çok iş yaptıklarını söyledi. Bunu sayılarının çokluğuna yoranlar oldu:Sayıları çok, 200;biz 30 kişiyiz…… Yemekten sonra tüm arkadaşlar Tarım binasına gittik. Salih Ziya Öğretmen gelmedi, bizi Naci Birkök Öğretmen karşıladı. Çatı aralarından rüzgar üfürmesi olmuş, bir çok yerde kar hatta buz kümeleri var, onları saptayıp kaldırdık. Arkadaşların bir bölümü karda kullanılmış kürekleri temizleyip yerlerine koydu. Biz dört arkadaş Halil, Arif, Sefer, ben çatıya çıktık, kar deliklerini saptamaya çalıştık. Kar sızıntılarının kiremitler arasından, kağıt girecek darlıkta aralardan girdiğini şaşkınlıkla saptadık. Bunu öğretmene yansıtınca öğretmen, o zaman buraya tavan yaptırma zorunluluğu doğdu, yaza bunu yapmalıyız!”diyerek konuyu kapattı. Arkadaşlar bizden önce gitmişti, arkalarından biz de dersliğe döndük. Derslikte konu gene tarım dersleri:Yapmadık yapmadık, sonunda tüm bir gün tarım dersi yapmaya başladık!”gibi sözler edildi. Bu tür sözler edilince Kızılçullu ya da Çifteler’deki arkadaşların haftalarca ahırlarda, tarlalarda çalıştığını anımsattım. Fettah Biricik gene sinirlendi, ”Sen çalış!”dedi. Onun sinirlenmesine karşın ben sinirlenmeden, ”Ben çalışıyorum zaten, ayrıca başka çalışanların da bulunduğunu biliyorum, onları anımsattım!”deyip yerime oturdum. Ben oturdum ama bu kez Arif Kalkan sakin sakin konuşarak Fettah’a çıkıştı. ”Sen, nerede olduğunu düşünmüyor musun?”diye sordu. Okulu bitirince bir köyde öğretmen olacağını, bağ, bahçe yetiştirmek zorunda kalacağını anımsattıktan sonra, ”Bunları burada öğrenmezsen nasıl yapacaksın?”dedi. Fettah yanıt vermeye hazırlanırken Sami Akıncı Arif Kalkan’ı destekledi. Arkasından da Fettah’a “Ya bu deveyi güdeceksin ya bu diyardan gideceksin!”dedi. Fettah biraz şaşkınlaştı, ”Ben ne yaptım ki benim üstüme geliyorsunuz?Ben de sizin kadar bağda bahçede çalışıyorum, aramızda ne fark var?”diye sordu. Sami Akıncı gülerek, ”Fark işte burada, sen de çalışıyorsun ama konuşurken çalışmanın karşısına duruyorsun, çalışan, işten söz eden arkadaşlarla boyuna sorun yaratıyorsun!”Fettah Sami Akıncı’ya karşı diretemedi, ”Haklısın, bundan sonra daha dikkatli konuşmaya çalışacağım!”deyip sustu. Konuşmaları dikkatle izlerken beni gören Halil, söze karışacağımı sanarak, daha doğrusu karışmamı önlemek için olacak, yüksek sesle 66 yarın sobayı sen yakacaksın, senin atölyede çıran vardır:şimdiden hazırla!”dedi. Gerçekten atölyede öğretmenlerin daha önce” Alabilirsiniz!” dediği bir yığın küçük parçalar var, şimdiye dek gidip alan olmadı ama ben alabilirim, diye düşünerek, öneriye sevindim. Atölyeye zaten gidecektim. , kalkıp soba yanındaki kutuyu alıp çıktım. Atölyede küçük takoz parçalarını ince ince ayırarak kutuyu doldurdum. Akordiyon kutusunu çıkarırken isteksiz olduğumu anladım, vazgeçtim, notaları alıp sıraladım. Hiç çalışmadığım notaları görünce şaşırdım. Akordiyonu alırken dükkan sahibinin, ”Al bunlardan da elinde bulunsun !”dediği küçük notalı, Saz semaisi birden aklıma takıldı, hiç değilse bir denemek istedim. Kutuyu açık akordiyonu çıkardım. . Çok yavaş seslendirmeye çalıştım. Bir kaç kez denedim ama belli bir melodi oluşturamadım. Hele tempo tutmayı hiç tutturamadım. Üzülerek gene bıraktım. Notanın bir köşesinde Yusuf Paşa yazıyor. ”Demek paşalar da beste yapıyormuş!”deyip, kutuyu kucaklayarak dersliğe gittim. İsmet”Dayı çok üşüdüm, birazını yakalım!”diye takıldı. Şaka da olsa alır yakar diye kutuyu sıramın altına sıkıştırdım. Yemekten sonra yakın sıra arkadaşları, yarınki Türkçe dersini konuşurken, Fikret Madaralı Öğretmenin er çok üstünde durduğu yazarları tartışıp sıraladılar. Onları dinlerken, anımsadığım yazarları ben de sıraladım. Okuduğuymuz parçaları yanında kitaplarını da anımsayarak Halil’ le bir liste çıkardık. Halit Ziya Uşaklıgil, Tevfik Fikret, Reşat Nuri Güntekin, Faruk Nafis Çamlıbel, Ahmet Haşim, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ömer Seyfettin, Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Enis Behiç Koryürek, Süleyman Nazif, Mehmet Akif Ersoy, Kemalettin Kami Kamu, Falih Rıfkı Atay, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ahmet Rasim. , Sadri Ertem, Aka Gündüz. Ebubekir Hazım Tepeyran. Bunlardan okuduğumuz kitaplar:Bu Toprağın Kızları, Çalı Kuşu, Yaban, Çıkrıklar durunca, Küçük Paşa(Öğretmen okudu-eski yazı)Kuyucaklı Yusuf. (Yazarı okuma kitabında yok Halit Ziya Uşaklıgil’in Ahmet Cemil’in çalışmalarını anlatan bir parçasını okumuştuk. Öğretmen üzerinde çok durup, “Mai(Mavi) ile Siyah’okuyun !”demişti. Bunu söyleyeli hayli zaman geçmesine karşın şimdiye dek okumamış olmama üzüldüm. Şimdi de kitaplıktan kitap alamıyoruz. ”Ya yarın okudunuz mu?”diye sorarsa?”Arkadaşlar konuşmaları gene gürültüye döndürünce muştucu Bekir Temuçin “Gelen var!”dedi. Elinde cetvel, Hidayet Öğretmen geldi. . Hidayet Öğretmen genellikle konuşmasına şakamsı sözlerle başlar. Gülerek, ”Siz sınıfları büyüttükçe konuşmalarınızdaki ses tonlarınızı da mı yükseltiyorsunuz. Bu tür konuşmalara yüksek tondan konuşma da derler;anladığım kadarıyla ses tonlarınızı bu nedenle yükseltiyorsunuz!”diyerek dersliğin ortasına dek geldi. Bizim tarafa bakarak, bana, ”Ses tonları hakkında bilgin vardır, bilmeyenlere anlat. Gereksiz ses harcamak zararlıdır, öğrensinler!”dedi. İzin isteyip “Ses tonunun ne olduğunu, bilmediğimi söyledim. Öğretmen gülerek, ”A, a, a müzikçiye bak nasıl olur bilmezsin?”Akordiyon körüğünü hızlı yavaş basmıyor musun?Sesin azalması çoğalması konuşulurken bu söz kullanılır!”Az durduktan sonra, ”Öyle ya, nereden bileceksiniz?Çalışıp çabalıyorsunuz ama bir müzik öğretmeninden yoksunsunuz!”dedi, dediğine pişman olmuş gibi sözü değiştirerek, ”Sen şimdi boş ver bunlara, akordiyon nasıl gidiyor?”dedi. Çalıştığımı söyledim, aklıma geldi, ”Bir parçam var, çok çalışmadım ama galiba zor çalacağım galiba Yusuf Paşa’nın değince “Oho, sen işi alaturkaya dökmüşsün, güzel parçadır!”dedi, yavaş bir sesle, Lay lay lay layyyyyy lay lay lay laay lay lay lay lay lay lay lay layyy!”diye gider, çok severim, arada sıra da ben de çalarım;yardımcı olmaya çalışırım!”dedi. Çok sevindim. Az sonra da “Ama, akordiyon parçası değildir, çalıştıkların arasında bir değişiklik olsun diye çalış!”dedi. Mandolin çaldığını anımsadığı İdris Destan’ın sırası önünde durdu. ”Ne oldu, mızrabını mı kaybettin? Mandolin grupları arasında seni görmez oldum. Mustafa Saatçı, duramadı, ”Arkadaşımız davul grubuna girecek!”dedi. Öğretmen, ”A, ne güzel, sen düşünmüşsündür onu, iyi olur köy düğünlerinde parsa toplarsınız!”dedi. Mustafa Saatçı, beklediği karşılığı bulamadı, sustu. Bu kez öğretmen, ”Siz müzik çalışmalarına heves etmediniz ama öteki sınıflar çok iddialı, yakında toplu bir konser verecekler, içlerinde 20 kadar çocuk şimdiden güzel çalıyorlar, ilerde onlardan çok yaralanacağız!”dedi. Gene bana döndü, ”Ağabey olarak sen de onlarla birlikte olacaksın, Akordiyon sesi onlara destek olacak!”dedi. Fettah Biricik salt konuşmak için, ”Üzgünüz öğretmenim biz katılamıyoruz!”diyerek gönül almayı denedi. Öğretmen, hiç oralı olmamış gibi, ”Yok canım, niye katılamıyormuşsunuz?siz de katılacaksınız. Onlar bunca çalışmayı sizin gibi dinleyiciler için yapıyor. Siz de karşılarına oturup dinleyeceksiniz. Tiyatrolar da öyle değil mi?Sanatçılar rol yapar, izleyiciler de onların yaptıklarına bakar!”Öğretmen son sözü, ”Bakar” oldu. Bu arkadaşlara geçmiş günlerdeki bir olayı anımsattı. Önce tıs pıs gülmeler giderek sesliye dönüştü. Öğretmen, gülüşmelerin kimin için olduğunu anladı, ”Sizin aranızda bir şeyler var, aman beni bunlara katmayın deyip çıktı. Arkasında da yat zili çaldı. Arkadaşların gülmeleri oldukça uzadı, olay ortaya bir daha döküldü. Geçmiş dönemde Fikret Madaralı Öğretmen Kör Adam diye bir şiir okumuş, ”İsterseniz defterlerinize yazın!”demişti. Sanırım öğretmen, şiiri de bizim şiire karşı ilgimizi de çok önemsemedi. Ancak kimi arkadaşlar şiiri defterlerine yazdı, şairini sordu, başka şiirle de beklediklerini öğretmene duyurdular. Öğretmen, gösterilen ilgi karşısında güler yüzle, ”Siz isterseniz ben size her zaman sevebileceğiniz şiirler seçmeye çalışırım!”diyerek kapıya yöneldi, çıkmak üzereyken durdu. Neden durduğunu bilemediğimiz için, dikkatle öğretmene baktık. Öğretmen ne düşündüyse söyleyeceği sözü söylemekten vazgeçti, dönmek üzereyken Fettah Biricik arkadaşımız, öğretmenim, ”Bakar nedir?” diye sordu. Öğretmen gülümseyerek”Öküz!”deyip yürüdü. Fettah Biricik arkadaşımız kıpkırmızı kesildi. Olayı tam kavrayamadık, kimi arkadaşlar Fettah’a hak ettin, öğretmen kapıdan çıkarken soru sorulur mu?”diyenler oldu. Konu uzun süre irdelenince bir başka yanlış ortaya çıktı:Fettah’ın bakar dediği gerçekte, Kör Adam şiirinde geçen “Bakardı!”sözünün eksik okunmasından ileri geliyormuş. Durum açıklandı ama , bu kez “Öküz!”sözü iyice Fettah’ın üstünde kaldı. Daha sonra da bakar sözünün öküz demek olduğu öğrenilince Fettah rahatlamıştı. Gene de Fettah’a kızan arkadaşlar zaman zaman:” Fettah gene bakarlaştı!”türü tepki gösterdi. Bu kez de Fettah gene bir soru sordu, söz döndü dolaştı, hiç ilgisi yokken gitti “Bakar” sözünde durakladı. . Öğretmen gittikten sonra bir süre tartışanlar oldu. Ben her zamanki gibi tartışmalara teğet geçip yattım. Orhan arkamdan geldi, ”Gute Nacht!”dedi. ”Gute Nacht!”Kadir konuşmamızı duydu, başını kaldırdı, benim arkamın dönük olduğunu görünce, ”Şimdi konuşuyordu ne zaman uyudu?diye sordu. Orhan, ” O, hep öyle uyur!”deyip Kadir’i savuşturdu. Sabah nöbetimi düşünerek, gerçekten erken uyumak istemiştim. . Bir süre Türkçe dersimizde olabilecekleri tasarladım:Bir terslik olmazsa, öğretmen beni kaldırmaz, soru moru sormazsam. Dersi zararsız atlatabilirim….
30 Ocak 1941 Perşembe…
Zili duydum, arkasından Halil Basutçu, ”Kalk ateşçi, uyuma dersliği ısıt, üşümeyelim!”dedi. Hemen toparlanıp çıktım. Hava açık, yollar iyice küründüğünden karsız, yaş ama oldukça temiz. Soba yakmaya gittim ama, hiç aklıma gelmemişti, derslikte anımsadım:Ben nasıl yakacağım, kibritim yok. Yakup Tanrıkulu yetişti, kibriti varmış, çaktı, yaktık. Getirdiğim tahtalar işe yaradı, soba çabuk yandı. Benden sonra nöbetçi olacak Hilmi Altınsoy, geldi, ”Ağabey, ben bunları alayım, deyip kalan tahtaları topladı. . ”Senin marangoz atölyen var, benim yok!”deyip teneke kutuyu sırasının altına sakladı. Sobanın kolay yakılmış olmasına sevindim. Halil, ”İyi yakılınca kolay kolay sönmüyor!”diyerek bana cesaret verdi. Kahvaltıdan dönerken, Halil güzel bir uyarıda daha bulundu, ”Fikret Madaralı Öğretmen dersliğe girince önce sobanın çevresine bakıyor, kirli ise yüzü asılıyor, paylanmak istemiyorsan o gelmeden, bir bak!”Dersliğe koşarak dönüp, önce soba başındakileri uzaklaştırdım. Altının silinmesi gerekiyordu, silecek bir şey bulamayınca yepis yeni mendilimi çıkarıp sildim. Mendilimin bir ucu işlemeliydi. Elimde mendili gören Sefer Tunca zengin arkadaş, mendiliyle siliyor!”dedi. İsmet gördü: ”Ay dayı, bende eski bez vardı, isteseydin!”dedi. Mehmet Yücel, ”Dayı bilir işini, görmüyor musunuz, işlemeli mendili kullanıyor. Siz nereden bileceksiniz, o mendili veren dayıyı ektiği için dayı onu gözden çıkardı. Siz çocuksunuz, böyle şeylere aklınız ermez. !”Arkadaşlar gülüşürken öğretmen geldi, beni soba başında görünce, ”Ne o, üşüdün mü?”diye sordu. Nöbetçi olduğumu söyleyince, ”Bask işte buna sevindim, aferin, sobanın çevresi tertemiz. Ben böyle işlere çok dikkat ederim. Pek bir şey söylemem ama içimden sinirlenirim. Nöbetçi olan kimse üslendiği işi hakkıyla yapmalıdır. !”bana dönerek, ”Aferin, senden böylesini bekliyordum!”dedi. Yerine oturdu. Hüsnü Yalçın’a “Hüsnü, bu yakınlarda mektup alabildin mi?”diye sordu, Hüsnu kısa bir mektup aldığını, iyi oldukları öğrendiğini söyledi. ”Gelmiş olması da güzel, Bulgaristan da haritadan silindi, orası artık Almanya oldu dedi. Hüsnü Yalçın arkadaş, ”Orası zaten biraz Almanya idi, kralları için kendileri bile Alman, diyordu!”deyince öğretmen, ”Evet evet, Bulgaristan bir kral bile çıkaramadı da bir Alman prensini ülkesine kral yaptı. O az geldi şimdi de Adolf Hitler, krallarının kralı oldu. !”Masadan kalkıp bize döndü, ”Size zaman zaman ödev veriyorum, umarım bunları yapıyorsunuzdur. Yapmayanınız varsa aman ha tamamlasın. Unuttuğumu sanmayın, verdiğim ödevler defterimde yazılır. Nöbet günlerimin birinde defterlerinizi toplayıp bakacağım!”Sami Akıncı kendisine verilen bir ödevi anımsattı. Dilbilgisi ödevi. Fiil çekimlerinin zamana, kişiye göre değişimi tablosu. , tekil zamanlar, bileşik zamanlar. Öğretmen iyi ki anımsattın, onu ders yılı başında konuştuk, neredeyse yılı yarıladık. Konuyu bir daha tekrarlayalım!”deyip, masaya bıraktığı kitabı aldı, cümleler okudu. ”Geçen yıl, bu kadar kar yağmadı-Yağdıysa bile kısa sürede eriyordu-Sanırım bir kez yağmıştı ama o da birkaç dün içinde erimişti-Bu yıl çok kar yağmasına karşın don olayı olmadı. Geçen yıl sık sık don oluyordu. Bu yıl, geçen yıla bakarak çok üşümedik. Ayırdında mısınız bilmem, geçen yıl daha çok üşümüştük!”Öğretmen önce yazdığı tümceleri kendisi okudu . Arkasından bir kez de Harun Özçelik’e okuttu. Tümcelerde geçen fiilleri sordu. Çok kişi parmak kaldırdı. Arif Kalkan, Mehmet Aygün sıra ile ikişer üçer fiil söylediler. Hüseyin Orhan sayıyı ona çıkardı. Öğretmen Hüseyin Orhan’ı tahtaya çağırıp yazmasını söyledi. Orhan sıra ile:Yağmadı-eriyordu-üşümedik, yağdıysa-bilmem_üşümüştük-Olmadı-oluyordu-yazdığı-sanırım yazdıktan sonra geç…te durdu. Öğretmen gülerek “Onu da yaz bakalım!”dedi. Orhan yazdı ama, kuşkulu kuşkulu duraksadı. Bu kez Orhan’a yazdıklarının sırasını izlemek yok, istediğinden başla!”dedi. Orhan hepsini süzdükten sonra yağmadı fiilini aldı. Önce olumlu sonra da olumsuzluk çekini yaptı. Öğretmen Orhan’ın zorlandığını anladı,
“Sen otur!”dedi. Sami Akıncı, İsmet Yanar, Bekir Temuçin parmak kaldırdı. Öğretmen İsmet’i çağırdı. İsmet biraz çok bilmişlik havası içinde kalktı. Öğretmen “Son sözcükten başlayalım!”dedi. İsmet, geçen sözüne bakıp, geçen-geçmeyen diye bir iki kez tekrarladı. ”Bunlar çekilmez, fiil değildir!”dedi. Sami parmak kaldırdı, oturduğu yerden, ”Fiildir!”diye İsmet’i yalanladı. Öğretmen Sami Akıncı’yı çağırdı. Sami birkaç örnek verdi, tamlamalar yaptı ama, anlattıklarını hiç birimiz anlamadık. ”Geçen arabalar, uçan kuşlar üşüyen çocuklar, akan sular, doğan yıldızlar dedi ama, beklediğimiz çekimlerle ilgi kuramadı. Öğretmen, Sami Akıncı’yı oturttu. İsmet’e Eriyordu fiilinin yalın çekimini sordu. İsmet, sanırım dalgınlıkla “eridi dedi, hemen düzeltti, ”Eriyor”, dedi öğretmen gülerek, ”Dikkat et İsmet, sabrım taşmaya başladı. Bunlar çok kolay, çoktandır bilmeniz gerekli bilgiler, nasıl unutursunuz? diyerek dolaylı olarak hepimizi payladı. Daha sonra öteki fiille teker teker kalkanlar oldu, öğretmen çoğunu yardımla yaptırdı. Sonunda da okullardan Dilbilgisi dersinin kaldırılmış olmasının yanlışlığını tekrarladı. ”Kitabımız yok diye umursamazlık etmeyin, öğretmen olacaksınız, bu konular bir gün önünüze gelecektir. O zaman öğrenmeniz daha da zorlaşacak!”dedi. Daha önce yapığımız çekim tablolarını çıkarıp, tekrar tekrar okuduk. Öğretmen, ”Bunları bilmeden benden geçerli not almanız zor olacak!“dedi. Gülümsedim. Öğretmen gördü, bana, ”Haydi bakalım, senin de payına “Olacak” düştü, zamanını şahısını söyle!”dedi. Gelecek zaman, 3. şahıs. deyince bu kadar açıklamalardan sonra elbette bileceksin!”deyince arkadaşlar güldü. Hiç düşünmeden, bunları ben biliyorum, üstelik bu derste gelecek zaman geçmedi!”dedim. Öğretmen gülerek, geçti geçti, sen dinlememişsin!”dedikten sonra arkadaşlara dönerek, ”Geçti değil mi çocuklar?diye sordu. Arkadaşlar hep bir ağızdan, “Geçti öğretmenim!” öğretmen çıkınca arkadaşlara bakarak ben de “Yalancılar!” dedim. Dedim ama, öğretmenin işi şakaya getirdiğini, notum iyi olduğu için öyle konuştuğunun. bilincinde olduğum için olayı, kızma yerine gülerek karşıladım. Arkadaşlar genel olarak bu derste paylandılar, korkutuldular ama bu dersten gene de hoşnut oldular. Ne denli yürütülür kestirilemez ama dilbilgisi çalışmaları için gruplar oluşturup boş derslerde konu tekrarları yapacaklarına karşılıklı sözler verdiler. Halil’le konuştuk:”Bu kaçıncı karar, ;daha önce matematik öğretmenine, gene böyle bir Türkçe dersi sonunda Türkçe için nice kararlar verildi. Hele Almanca için ayrılmadan önce Ömer Uzgil Öğretmene verilen sözler, üstelik yeminli billahlı sesler kulaklarımızdan gitmedi!”. Ben konuşmayı sürdürmeye kalkışınca Halil durdurdu:”Sen derslerini sağlama almışsın, genelde benim de fazla bir korkum yok, en iyisi biz karışmayalım, söyleyeceklerimize karşılık verip üzülecek sözler duyma yerine susup kendi işlerimize bakalım!”dedi. Arkadaşlar Türkçe grupları oluşturmaya çalışırken kimi arkadaşlar da başka dersler için de gruplar oluşturup çalışmaya karar verdiler. Harun Özçelik, Yusuf Asıl, Recep Kocaman, Salih Baydemir, Abdullah Erçetin, Bekir Temuçin, Hüseyin Orhan Resim çalışması için sözleştiler. Harun Özçelik’le Salih Baydemir her türlü resim gereksinimlerini kooperatife getirecekler. Bu arada Halil Basutçu da onlara katılacağını söyledi. . Bugün bir çalışma yapılmadı ama çalışma üzerine konuşmalar bitmeden öğle yemeğini bulduk. Yazdığım sayfaları saydım, ben dört sayfa fiil çekimi doldurmuşum. ”Almamız” sözcüğünü fiil olarak kendim seçtim buna karşın çekimini bir türlü bulduramadım. Almam, alman, alma…almamız, almanız almaları…. bir süre kara kara düşündüm. Sami Akıncı’dan başka soracak kimse yok, ona da sormaya gönlüm razı olmuyor. Kafama takıldı, öğle yemeğinde, daha sonra da atölyede çalışırken, bunu düşündüm.
Atölyede akordiyon çalarken “Benim almam, senin alman, onun alması, bizim almamız, sizin almanız, onların alması olarak kafamdan çekimler yaparken, sorum yanıtlanmış oldu. Kendi kendime buldum, kendi kendime sevindim. Öğretmenin verdiklerinden başka kendim de 12 fiili kişi-zaman ek alışlarına göre tamamladım. Uçan kuşlar, yağan kar, eriyen buz, ağlayan çocuk, duran otobüs, , yazmayan tebeşir, , çalışmayan öğrenci, gülmeyen yüz, durmayan ağrı, çalmayan zil tamlamalarını düşünecektik. Sevinç içinde onları düşünmeye başladım. Bunlara Halil de ilgi duydu, ”Ben de onları tam anlamış değilim!”dedi. O tam anlamamış, bense hiç üstünde durmadım. Halil neden böyle söyledi bunu da anlayamadım:Öğretmen bunlar üzerinde hiç durmamıştı. Yakınlarda bir gün “Fiilleri incelerken bunlar geçecek, o zaman inceleyeceğiz!”demişti. Kitaplıktan kitap verilmeye başlanmış. Hüsnü Werther’i almış. Kitabı görünce anlatmaya başladım, Hüsnü biraz ekşiyerek, ”Anlatırsan okuyamam, kitabı bitirince konuşalım!”dedi, biraz mahcup olarak, beni uyardı. Haklıydı…. Daha önce bir parçasını, Ahmet Cemil’in matbaada çalışmasını okuduğumuz Halit Ziya Uşaklıgil’in Mai ile Siyah’ını okuyacağım. Öğretmen gene, okumamızı anımsattı. Hasan söz vermişti, kitabı bana alacaktı, umarım getirir. Harun söyledi, Fikret Madaralı Öğretmen Kooperatifin 3 aylık dökümünü istemiş, önümüzdeki cumartesi toplanıp konuşalım!”demiş. Harun “En uygun çalışma zamanı akşam yemeklerinden sonra!”dedi. Pazar gününden başlayarak, 3 aylık hesaplarımızın dökümünü çıkaracağız. Ondan sonra bir üç aylık daha kalıyor. Harun seviniyor. Kendisi söylemiyor ama bıkmış bir durum seziliyor. Biz konuşurken Hasan geldi, ”Abi, kitap biraz eski ama, okunuyor. Fikret Madaralı Öğretmen 7. sınıflara ödev vermiş, çocuklar göz açtırmadan bunu istiyorlar, çok bekletme!”dedi. Bekletmeyeceğime söz verdim…. . Kitaba başlayayım mı başlamayayım mı? Kararsızım. Baştan iki sayfa okudum. Benim okuma kitabında okuduğum gibi değil buradaki Ahmet Cemil. Orada matbaada çalışıyor, gazetelerle kitaplarla uğraşıyordu. Oysa burada şair Ahmet Cemil, şiir hayalleri peşinde, büyük ülküler kovuşturan ya da kovuşturmak için hazırlıklar yapan insanlarla tartışıyor, yol arıyor, yol gösteriyor. Çevresinden de hiç hoşnut değil. Çevresinde çoğunluk varsıl ama tembel, hazıra konmuş beyzadeler. Kendisi küçük ailesinin geçimini kendisi sürdürecek, ancak bunu yapabilmek için de çok çalışacak. Bir yandan da bunu düşünüp işini yoluna koyma yollarını tasarlıyor. Okulunda az da olsa kendinin gibi düşünen arkadaşları var. Ali Şekip, Hüseyin Nazmi, Raci yakınlaştığı arkadaşları. Gerçi Raci onu acımasızca eleştiriyor ama bu eleştiriler, Ahmet Cemil’in kusurlarından değil Raci’nin kıskançlığından ileri gelmektedir. Kitabın sayfalarını atlayarak üçte birine dek üstünkörü bilgiler edindim. Ahmet Cemil, yabancı dil bilmekte, öğrencilerine ders vermektedir. Öğrencilerinden çoğu varlıklı konak, köşk çocuklarıdır. Dil dersi alırlar ama amaçları öğrenmek değil ağızlarına, istedikleri dili yiyecek gibi dökülmesini beklerler. Oysa Ahmet Cemil, öğretmeye çalıştığı dili terleyerek öğrenmiştir. Kendisinden ders alan öğrencilerinin vurdum duymaz tavırları Ahmet Cemil’in düşlediği yaşamı neredeyse engellemektedir. Kapı kapı dolaşmak da bir yandan umduğu gibi çıkmamıştır. Oysa o, çalışacak ama umduğu gibi bol para kazanacak, güzel bir düzen kurup çok sevdiği kız kardeşi ile biricik annesine mutlu bir yaşam sürdürecekti. Kendisi için de düşleri vardı. Arkadaşı Hüseyin Nazmi’nin kız kardeşi Lamia, ’yı peylemiş içinden içinden yanmaya başlamıştı. Ne var ki işleri umduğu gibi gelişmiyordu. Çevresindekilerin yaşamları, içinde bulundukları sürecin geçerli toplumsal değerleri hep varsıllardan yana gelişiyordu. Annesi Ahmet Cemil’e karşı durmamakla birlikte oğlunun, içine düştüğü sıkıntıları görüp üzülüyordu. Kızı İkbal evlenme çağına gelmiştir, günün geçerli toplumsal anlayışı içinde İkbal’i isteyen varlıklı, Mir’at-ı Şüun gazetesi sahibinin oğlu Vehbi efendiyle evlendirilir. Ahmet Cemil tedirgin olduğu kapı dolaşmaktan kurtulur. O artık, bir gazetecidir, dünürünün basımevinde huzurlu çalışmaya başlamıştır. Düşlerindeki yazıları, özellikle şiirleri yazacak, dilediği gibi bastıracaktır. Ancak Vehbi efendi ile İkbal eski geleneklere göre bir birini tanımadan evlendirilmelerinin acı sonucuna kısa zamanda varmışlardır. Kaba Vehbi efendi narin İkbali öldüresiye döver, aşağılar. Evlilikleri, acıklı bir duruma dönüşmüştür……Atlayarak buraya dek geldim. Kitabı kapatıp, zorla da olsa bir daha satır satır okumaya karar verdim. Ancak kitabın çok uzun karışık olan tümcelerini en az iki kez okumadan anlayamadığım da ilgimi çekti. Düşündüm:Fikret Madaralı Öğretmen bize bu kitabı okumamızı neden önerdi. Okuma kitabındaki parçayı kitapta buldum, aralarında dağlar kadar fark var……Başka kitapları okurken yatınca düşünüp okuduğum yerleri anımsamaya çalışırdım. Mai ve Siyah kitabı için böyle bir düşleme yapamadım. Ahmet Cemil’i tanıdığım birine benzetemediğim gibi, İkbal için de ancak dövülmüş insanı düşler gibi oldum….
31 Ocak 1941 Cuma…
Soba nöbetçisi Hilmi Altınsoy ranzayı sallayınca uyandım. Hilmi, kasıtlı kaldırmış gibi, ”Abi, çıra verdin, oldu olacak bari kibrit de ver de başkasına yüz sürmeyeyim!”dedi. Yakup Tanrıkulu’nu gösterdim. Yakup Az ileride, kalkmış gidiyordu. Hava açık ama azıcık ayaz. Dersliğe gittim. Hilmi oldukça beceriksiz, etrafa döküp saçtı. Halil Basutçu Hilmiye çıkıştı, ”E çocuk senin evinde soba yok muydu?Anan baban sana hiç yaktırmadı mı?dedi. Hilmi konuşmaya gelince dillenir, ”Abi, benim annem babam soba yakmayı çok severler, anların sevdasından bana hiç sıra gelmedi!”6 Ali, gülerek “Yalan söylüyor, ben biliyorum, onun evinde soba yoktur. !”Hilmi Altınsoy sinirlendi, ”Oğlum Kaz Ali, sen benim evimi nereden biliyorsun, ne zaman gördün?”diye çıkışınca Ali, ”İkimizde Tekirdağlıyız, neden bilmeyeyim, hemşeriler bir birini bilir!”Hilmi dişlerini sıktı. kötü bir söz söylemeye hazırlanırken Yusuf Asıl Ali Güleren’e bağırdı, ”Ben de Tekirdağlıyım, onların evinde soba var. Sen gittiğinde seni sobasız yere almışlar!”arkadaşlar güldü. İsmet ekledi, ”Ali Agayı ahıra almışlardır. Ali dinlemedi, dışarı çıktı. Kahvaltıya gülüşerek gittik. Hava iyice açıldı. ”Güneş göreceğiz!”diyenler oldu. Hilmi Altınsoy kahvaltıya bizden sonra geldi, çok sinirlenmiş, ”Ali Güleren’e elleriyle işaret yaptı, ”Seni boğacağım!”Arkadaşlar, yatıştırmak için:”Ali Aga’nın şakası böyle olur!”dediler. Az sonra Yusuf Asıl konuyu bir başka açıdan gene geri getirdi, Hilmi’ye “Sahih sizin evde soba yok mu?” Hilmi gene sinirlendi, ”Yusuf’a “Yavrum, benim evimdeki soba sizi ne alakadar ediyor?Ben sizin evinizin bir şeyini soruyor muyum?Hilmi konuşurken Mehmet Yücel masamızın yanından geçiyordu, durdu:”Bu, bu sabah neye ötüp duruyor?”diye sordu. . Hilmi, ”Ben horozum öterim, senin gibi tavuk değilim!”Mehmet Yücel, aldırmadı, ”Bari erken ötme!”dedi, yürüdü. Öğretmenler topluca kahvaltıya geldiler. Atölye öğretmenlerinin gelişi arkadaşları kuşkulandırdı:Üç dersimiz boş, işe mi gideceğiz? Hasan düzeltme yaptı;ne üç dersi dört dördü de boş:Müdür Bey, Ankara’ya gitmiş. !’Yeni bir konu, ”Müdür Bey Ankara’ya neden gitti?”İşe çıkma korkusu içinde dersliğe dönüldü. Az sonra Hüsnü Baykoca Öğretmen elinde bir dosya ile geldi, numaralar okudu. 20 arkadaş ayağa kalktı. Bunların dosyalarında eksikler varmış, bu eksikler en kısa zamanda tamamlanacakmış. Benim numaram okunmadı, buna sevindim. Ancak sevincim içimde kaldı:Hüsnü Baykoca Öğretmen, arkadaşların numaralarını yazan kağıdı bana vererek, ”Bunları sen izleyeceksin, önümüzdeki ayın sonuna dek tamamlanacak!”dedi. Numaraları alıp defterime yazdım, kağıdı gene Hüsnü Baykoca Öğretmene verdim. Mustafa Saatçı arkadaşları uyardı, kimsenin gelmemesini istiyorsanız sessiz duralım!”dedi. Derslikte sessizlik başladı. Öyle ki, öksürenlere bile “Yavaş, elini ağzına tut!”uyarıları sıralandı. Sessizlik içinde derslik kapısı açıldı, Namık Ergin Öğretmen içeri girdi, gülerek “Bak bak bak!, ben gelmeyeli neler olmuş burada?Bu sessizliği neye borçluyuz?”diye sordu. Başta İdris Destan, Yusuf Asıl, Abdullah Erçetin önce kıs kıs, giderek ellerini ağızlarına kapatarak güldüler. Namık Ergin Öğretmen, ”Nedenini ben sormayacağım, onu siz nasıl olsa söyleyeceksiniz. İnsanlar, içlerinde saklamaya kalktıkları kurnazlıkları açıklamak zorunluluğunu duyarlar, bu onları rahatsız eder. Bu sizinki ise beni hiç ilgilendirmez. Sizinle bugün bir süre çalışacağız. Aslında ben de bugün dinlenecektim ama yukardan aldığımız buyruk gereği çalışacağım!”deyince fısıltılar, pısıltılar durdu. Öğretmeni, dinledik. Öğretmen. Önce marangozlar atölyelerine gitsinler, bizim grup burada kalsın, beni beklesinler!” deyip çıktı. Biz atölyeye gittik. Öğretmenlerin dördü de atölyedeydi. Ali Yılmaz Demirbilek çoktandır gelmiyordu. Daha doğrusu 7. sınıflarla değişik zamanlarda atölyede oluyordu. Kendi aralarında uzun uzun konuştular. Ne konuştular hiç anlamadık. Biri bir söz söyledi ötekiler karşı durdular. Bu kez öteki bir şey söyledi, gene tartışıldı. . Sonunda Hamdi Bağ Öğretmen, ”Çocuklar biz kendi aramızda yapacağımız işi bir başka güne erteledik. Bunu belki yarın öğleden sonra ya da bir başka cumartesi yapacağız!”dedi bizi serbest bıraktı. İşin ne olduğunu biz soramadık. Ancak okulla ilgili olmayan bir iş olduğunu sezer gibi olduk. Çünkü arada kamyon, gidecek araç-gereç sözleri geçmişti. Dersliğe döndük. Derslikte kimse yoktu. ”Yapıcılar çalışmayı sürdürüyor!”diye düşündük. Bir süre sonra onlar da geldi. Onlar gerçekten çalışmışlar. Bizi derslikte oturur görünce birileri söylendi: Açıkgözler hep marangozluğu seçmiş!”Öğle yemeğine dek maramgozluk-yapıcılık şansı-şanssızlığı konuşuldu.
Öğleden sonra atölye de çizimler üzerinde durduk. Planlarları inceledik. Önümüzdeki yaz yapılacak iki katlı yatakhane binasına şaştık. Yatakhaneyi yeni yapmıştık. Genel planda iki katlıymış, daha çok öğrenci yerleştirilmesi için öylesi gerekliymiş. Okul, bin dolayında öğrenci için genişletilecekmiş. Şimdikinin dört katı. Şimdiki yatakhane üstüne bir kat çıksak bile yeterli olmayacak. Arkadaşilar binanın büyüklüğü için “ay may” deyince İrfan Öğretmen “Bize ne kuzum, 5 katlı da olsa çatı büyüklüğü aynı, iş aynı, bina yükseleceği için belki biraz başımız dönecek o kadar!”Dilerim çatı işi kışa kalmaz, okul binasında olduğu gibi soğuklarda üşümeyiz. Onun inşaatına haziranda başlanmıştı, bunu daha öne alırız!”Ne düşündüyse, ”Ben alırız malırız diyorum ama benim elimde değil, Milli Eğitim Bakanlığı ne zaman emir verirse biz ona uyarız!”diyerek düzeltme yaptı. Paydos olunca doğru dersliğe gittim, kitabı okumaya başladım. Kitabı hiç sevmedim ama inadıma okudum. Ahmet Cemil şanssız bir insan, ya da o kendini öyle sayıyor, tavırları da hep o çizgilerde gidiyor. Sanki yaşamının öyle olmasını istiyormuş gibi davranıyor, karamsar karamsar konuşuyor. Vehbi efendi sonunda karısı İ İkbal’i çok döver, kadın hem hastadır hem de doğum yapacak durumdadır. Dayak yüzünden çocuğunu düşürür. Hasta olur. Ağabey, para tedarik etmek için çareler arar, kıymetli neyi varsa emanete verip doktor harcamalarını sağlamaya çalışır. Emekler boşa gider, kardeşi İkbal ölür. Ahmet Cemil çok üzülür, yaşamaktan bıkmış gibi bir duruma girmiştir. Arkadaşı Hüseyin Nazmi ile konuşurken, onun görevli olarak İstanbul’dan uzaklaşacağını öğrenir. Tüm olumsuzluklara karşın Ahmet Cemil’de gene de bir yaşama isteği vardır. Çok sevdiği, Hüseyin Nazmi’nin kız kardeşini unutmamıştır. Ekonomik durumunu düzeltebilse onunla evlenmeyi isteyecektır. Arkadaşından kardeşi Lamia’yı soramaz ama aklından da çıkarmamıştır. Ne var ki arkadaşı Hüseyin Nazmi Ahmet Cemil için en acı haberi bilmeden verir:Lamia evlenmek üzeredir. Ahmet Cemil birden çok sarsılır. Yıllardır iki yakasını bir araya getirip onunla evlenmeyi düşlemiştir. Bunu yapmadan Lamia’yı istemek onuruna dokunmuştur. Bu fakir durumu ile Lamia’yı nasıl geçindirecektir. ?Lamia’yı aklından geçirir. Ne güzel düşler kurmuştur. Lamia ile evlenecek, Kitaplar yazıp bastıracak. Kısacası insana mutluluk veren her güzelliğe ulaşmak için didinecek, zor da olsa istediğine kavuşacaktı. Oysa bunların hiç birisi olmamış üstelik kız kardeşi İkbal’i kaybetmiş, şimdi de düşlerini dolduran Lamia gitmektedir. Büyük bir iç sarsıntıdan sonra kararını verir, o da Hüseyin Nazmi gibi İstanbul’dan ayrılacaktır. Bundan sonra onun İstanbul’da kalması söz konusu değildir. Son kez, severek gezdiği yerleri düşler, Taksim bahçesinde arkadaşına kararını anlatır:Bundan böyle onu İstanbul’ bağlayan bir bağ kalmamıştır. Yazdığı şiirler tuttuğu notların da bir anlamı kalmamıştır. Onlar, gençliğinin heves ürünleridir ama, karşılaşılan olaylara, istenilen hedeflere ulaşmaya bir yararı olmamıştır. Ne yazmış, ne toplamışsa hepsini yakar. Bu Ahmet Cemil, o Ahmet Cemil değildir. İlgili makamlara baş vurup, Anadolu’da bir görev alır. Görev yerine vapurla gider. Yaşlı annesi yanında olur. Vapur boğazdan geçerken Ahmet Cemil çok sevdiği Cihangir tarafına bakar. Hava karanlıktır. Ya da ona öyle gelmektedir. Çok iyi bildiği İstanbul’un ışıklarını görmez olur. Renk olarak gözü gecenin kara rengini görür. Sanırım bu kara renk, kitaba da ad olmuştur. Deniz, mai(Su) ya da renk, mavi. gece ise kara. Mai ile Kara…Kitabı neden sevmediğimi anladım. Kitapta olanlar anlatılıyor. Anlatmalar çok uzun oluyor. Ahmet Cemil konuşmadığı zamanlar da bile birileri onu anlatıyor. Onun aklından geçenleri, ilerde yapmak istediklerini hep birileri anlatır. Kitabı bitirip Hasan’a verdim. Kitabın yazıları da küçükmüş gözlerim yoruldu. Esnemeye başladım. Yarın askerlik dersimiz var, dilerim Üsteğmen gelir. 6 Ali Güleren’le 7 Fettah Biricik tartışıyorlar. . Üsteğmen sınıf tekmilini sıraya koydu. 4 Mehmet sırasını savdı. Geçen hafta sıra 6 Ali’de idi. Üsteğmen gelmedi. Ali Güleren, ”Ben sıramı savdım!”diyor. ”Fettah ise, ”işini yapmadan sıra savulmaz!”diye karşı koyuyor. Sonunda da “En iyisi Binbaşı gelsin!”diyorlar.
Onlar öyle deyince bu kez benim canım sıkılıyor. Sanki onların demesiyle olacakmış gibi…. Yatarken kendimi azarladım;Binbaşı gelirse gelsin:Kapının yanına gidip “Dikkat!” diyeceğim, daha önce 50 kez dedim, yarın desem ne olacak!”…. .
1 Şubat 1941 Cumartesi….
Hava güzel. . Lüleburgaz’a gideceğiz, Halkevi’ne uğrayacağım. Belki Emin Özdil’de görürüm. O gitmiştir, köyden haber alırım. Kahvaltıda çorba verildi, arkadaşların çoğu yemeden söylenerek kalktı. Mehmet Yücel, İsmet Yanar başı çektiler. Ben de çok isteksiz yedim. Pişmemiş un kokuyor. Derslikte bir sürebu konuşuldu. Orhan benim yanıma geldi, Almanca çalışacağız. Orhan, 1. Sınıf Almanca kitabından bildiğimiz bilmeceyi kağıda yazmış, yeni bir şeymiş gibi sordu. Ben bakınca daha anımsadım. :Was ist das? Erst vie der Schene weiss-Dann grün wie der Klee- Dann rot wie das Blut-Und schmeckt gut…. ”Ahahay, ben bunu biliyorum, unutmadım!”deyince Orhan bozuldu. Önce kar beyazıdır, yaprak yeşilidir, kan kırmızısıdır ve biz onu severiz. Bu kez Orhan “Ahaaaayt!”diye güldü. Dırlı söylenemezmiş, gibi ile söylenecekmiş. Kar gibi beyaz, yaprak gibi yeşil, kan gibi kırmızı ve biz onu severiz. . Dır’lı tırlı söylenmeyecekmiş. Ben de dır’sız, tır’sız söylerim. Bu kez ben, ”Bin ich davor, dann bin ich darin;Bin ich darin, dann bin ich davor. Arkasından da Wer es macht, der sagt es nicht- Wer es nimmt, dr knnt wes nicht- Wer es kent, der will es nicht. Dedim, . kağıdı önüne koydum. . Orhan düşündü, bulduramadı. Hüsnü duydu, ilgilendi, sustu. Bizi uzaktan izleyen Sami Akıncı “Siz ne yapıyorsunuz?deyip yaklaştı. Hüsnü bilmeceleri söyleyince, ”Bunlar 3. sınıf Almanca kitabında var!”dedi. Almanca öğretmeni olmadığı için ders yılı başında kitap verilmemişti. Sami de benim gibi kendisi almış. O gidince 3. sınıf kitabını açtık. Orhan’la Hüsnü karıştırdılar. Gotik yazıları görünce “Biz bunları kendi kendimize öğrenemeyiz!”dediler. Ben hepsi öyle değil öteki yazıları öğrenelim!”deyip çalışmamızın sürmesini istedim. Bir sessizlik oldu, arkadaşlar toparlandılar. Fettah Biricik sonunda razı olmuş, kapı önünde dururken Üsteğmen geldi. Fettah umulmadık bir sertlikle dikkat çekti. Kesinlikle benden çok güzel tekmil verdi. Üsteğmen hatırlarımızı sordu. Sonra da askeri birimleri tekrarladı, birimlere komuta eden rütbeleri anlattı. Arkadaşlar, yedek subayların sınıflara ayrılmasının nasıl yapıldığını sordular. Üsteğmen konuyu uzun uzun anlattı. Yedek subaylığın normal sürelerde önemsenmemesi gerektiğini, ancak uzatmalı durumlarda yedek subayların zorluk çektiklerini anlattı. ”Uzatmalarda onlar da bizim yaptığımızı yapıyorlar. Ancak bilgileri çok zaman yetersiz kalıyor!”dedi. Gülerek”Bu sözlerim sizedir, şimdiden askerlik bilgilerinizi güçlendirin. Asker bilgili yedek subaylara daha inanmış olarak bakıyor. Ancak bilgisizlik nedeniyle atıp tutanlara saygıda kusur etmeye başlıyor. Bu subaylar içinde böyle, bilgili insan dinlenir. 6 Ali Güleren, parmak kaldırdı, ”Öğretmenlerin de bilgisizi zor dinleniyor, bizim geçen yıllar bir öğretmenimiz vardı, onun ne söylediğini anlamıyorduk!”dedi öğretmenin adını da söyledi. Üsteğmen birden “Bakın ben bu tür konuşmaları istemem, burada öğretmen dedikodusu yapacak değilim!”öğretmen sözünü bitiremeden Sami Akıncı parmak kaldırdı. Üsteğmen söz verince “Arkadaşımız, sizin sözlerinizi yanlış anladı, sözünü ettiği öğretmenimiz çok bilgiliydi, ancak doğulu olduğu için bize göre biraz değişik kon- uştuğundan kimi sözlerini biz anlamıyorduk. Kardeşi benim arkadaşımdır, lisede her yıl takdir almaktadır. (İftihar listesine geçmektedir.) Üsteğmen “Anladım deyip konuşmasını sürdürdü. 6 Ali’ye dönerek, ”Kusura bakma, söyleneni anlamak da önemli, yanlış anlarsan, yanlış konuşursun. Sorun bu işte. Doğru yerinde dururken onun çevresinde dolaşarak lakırdı etmeye cehalet, diyoruz. Cehalet gösterenlere, cehil, ya da cahil derler. ”Cahil-i cukela gibi sıfatlar da vardır. ”dedikten sonra 6 Ali’yedönerek“Böyle işte!”dedi. . 2. derste Üsteğmen”Sizi tanımak istiyorum, hep ben konuşuyorum siz susuyorsunuz. Ders konularını tekrar ettirmek var ama, bana göre o yöntem sizi daha çok sıkar. Onu da deneyeceğiz, bu ders bana kendinizi kısaca tanıtın!”dedi, hiç beklemediğim için çok rahat duruyordum. Birden bana gedikli çavuş önce sen konuş!”deyince arkadaşlar güldüler. Üsteğmen arkadaşlara niçin güldüklerini sordu. Gedikli sözüne gülmüşler. Üsteğmen açıkladı. . Orduda iki türlü çavuş vardır, birincisi erler arasından seçilmiş yetenekli kimselerin askerliği sürecinde görev yaptığı ordu komuta kademesinde ilk basamak olan rütbe:Çavuş. Bundan başka, kendi okulunda yetiştirilmiş ordu basamaklarında görev alan subaylık basamağına dek yayılan bir sıra çavuşluk vardır. Bunlara gedikli, yani sürekli anlamında bu söz kullanılır. Bunlar, çavuş, üst çavuş, başçavuş gibi bir dizi ad alırlar. Hepsine birden de Gedikli derler. Tıpkı subaylar gibi, üsteğmen, yüzbaşı, binbaşı, albay… hepsini kapsayan söz ise subaydır. Arkadaşınız da Binbaşımın seçtiği çavuş, onun çavuşluğu sürüyor, Binbaşım gelince, o gene görevine gelecek, o nedenle bunu dedim!”Ben, köyümü, adımı, Lüleburgazlı olduğumu, sınıfımı, numaramı söyledim. Üsteğmen hiç soru sormadan, ”İşte böyle deyip oturttu. Bu kez numara sırasına döndü. Sami Akıncı ile konuştu. Geçen derste adı geçen öğretmeni sordu. Sami, Sabit Soysal öğretmeni övünce Üsteğmen hepimize dönerek”Öyle miiiii?diye yüksek sesle sordu. Hepimiz, çok sevdiğimizi, söyledik. Üsteğmen buna çok sevindiğini belli ederek gülümsedi. İsmet Yanar ise kendini tanıtırken eniştesinin gedikli çavuş olduğunu açıkladı. Üsteğmen, ”Ben gereksiz konuşmuşum, gedikli çavuşu bileniniz varmış, siz aranızda konuşmaz mısınız? diye sordu. Zil çaldı…. . Yemek gecikmesi varmış, bayrak törenine çıktık. Ben akordiyonla katıldım. Üsteğmen beni izledi…Hava açık, ısıtmayan güneşli. Saat 14oo’te Lüleburgaz’a gittik. Öğretmen katıldı, birlikte kırtasiyeciye gittik. Buradan sonra öğretmen ayrıldı. Eczane önünde doktor Sezai Bey, iki oğlu ile yanımıza geldi. İki oğlu da kısa pantolonlu, ince giyimli, yürüyüş yapıyorlarmış. Dr. Sezai Bey bize takıldı, “Siz kırda yaşıyorsunuz, sizin oraları daha soğuktur, çarşı bizi koruyor!”dedi. Bunları niçin söyledi?O gidince tartıştık. Biz giyimliyiz, çocukları bizi gördü. Belki , ”Baba onlar neden giyimli? diye soracaklar!. Çocuklara uzun uzun anlatma yerine önce bir neden söylemeyi yeğlemiş olabilir!” Halkevine gene gidemedim. Bu kez arkadaşlardan ayrılmak istemedim. Okula dönünce kooperatifte çalıştık. Öğretmenin istediği raporu hazırladık. Salih Baydemir’in tuttuğu hesaplar birbirini tutmuyor. Salih çabuk sinirlendiği için Harun gibi Cavit’le Fevzi de bir şey söylemiyorlar. Beni uyardılar. Salih zaten kendisi söyledi, ”Hesapları tutturamadım. Ben de”Tuttur şu hesabı da raporu yazalım!”dedim. Salih gülerek, cepten 15 lira eklersem tutacak. Ancak o kadar param yok. Gerçekten bu bir açıksa öderim!”dedi. Arkadaşlarla bir tüm hesapları gözden geçirecekler. Birlikte yemeğe gittik. Yemekten sonra beni öğretmen odasına çağırdılar, mandolin grubu orada toplu çalışma yapıyormuş. Ben görmeyeli oldukça gelişmeler olmuş. İlyas Özcan, Mehmet Aydemir oldukça ilerletmişler. Adlarını tam bilmediğim on kadar çocuk çok uyumlu çalıyor. Ancak kulaktan alma. çoğu notaya bile bakmıyor. Hidayet Öğretmen, ”Olsun, kulaklar alışınca nota öğrenmek de kolaylaşır!”diyormuş. Hidayet Öğretmen, pazar geceleri için belli bir saatte öğretmen odasında toplu çalışa yaptırıyormuş…Geç vakit dersliğe döndüm. Nerede kaldın gedikli diyenler oldu. Ben, gedikli sizsiniz, “Derslik gediklileri!”dedim. Halil, Bekir Temuçin’le oturmuş konuşuyordu, sırada yalnız kaldım. Ahmet Cemil’i anımsadım. Şair. Şiir üstüne güzel sözler söylüyordu. Çoğunu ezberleyip çoktandır bıraktığım Han Duvarları şiirini okumaya başladım. On mısra okuyup dördünü atladığımı anladım. Bir daha yüzünden başlayarak ezberlemeyi deneyeceğim. . elliden fazla beytini ezberlemiştim, unutmuş olmama üzüldüm. Beş beyit arayla atlayarak ilk sözleri yazdım. . Yağız atlar kişnedi…. . Ellerim takılırken……-Yol, hep yol…Karşıda hisar gibi Niğde…. . Yatağımın yanında…. On yıl var ayrıyım Kına Dağından, Baba ocağından, yar kucapğından, Bir çiçek dermeden sevgi bağından, Huduttan hududa atılmışım ben…. Altındada bir tari…Ertesi gün başladıo…. Ardımda kalan yerler……Bizden evvel buraya…. Gönlümü çekse de yarin hayali-Aşmaya kudretim cibali-Yolcuyum bir kuru yaprak misali, Rüzgarın önüne katılmışım ben. Sabahleyin…i. Garibim namıma kerem diyorlar, Aslı’mı el almış harem diyorlar, Hastayım dersdşme verem diyorlar, Maaşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben…Bir kityabe kokusu…. Yaşaran gözlerimde…. . Ey garip çizgilerle dolu han duvarları, Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları…Bu kağıt elimden düşmeyecek, bu şiiri ezberleyeceğim…Sıraya yatarak beyit tekrarlıyorum. Halil arkadan gelmiş, ”Ne o Gedikli , uyudun mu yoksa dedi. Elimdeki kağıdı gösterdim, baktı, şaşıp kaldığını söyledi, ”Neden kendini zorluyorsun? Biraz zorlamadan öğrenemediğimi söyledim. İlk yirmi beş beyti okudum. Halil gülerek sahiden sen beceriyorsun bu işi!”dedi…Uyumaya yatınca da bir kez daha tekrarladım. ”Huduttan hududa atılmışım ben!”dizesi aklıma takıldı. Savaşa gidenler bekli hep böyle düşünüyorlar. Ağabeylerim şimdi ne durumda?Mahmut ağabeyim, oğlu için Yahya’yı özlemesem belki bu kadar sıkılmayacağım!”demişti. Bektaş ağabeyimin Ali Rıza’sı, Ali eniştemin Saim’i var. Bu kadar mı ayrıca aileleri var. İçim sıkıldı…. Birden bir kalabalıkla karşılaştım. Sınava giriyorlarmış. ”Sen de geleceksin!”dediler. Çok zor sorular soruluyormuş”Ben hazır değilim!”diye bağırdım. Selçuk Öğretmen, ”Neden bağırıyorsun, sen tarihten hazırsın, yalnız tarihten girersin, olur biter!” dedi. Çok sevindim. Tarih kitabı aramaya başladım;kitap yok. Kitap ararken yalnız kaldığımı anladım. Sıkıntı içinde uyandım. Yatağımda olduğumu anlayınca sevindim. Gene uyumuşum…….
2 Şubat 1941 Pazar…
Kadir Pekgöz’ün sesiyle uyandım. “Guten Tag yerine, ”Kuten takçılar uyuyor, diye bağırıyor. Başkaları da ona takıldılar, onlara yanıt vermeye çalışırken bizi bıraktı. Bu sabah yardımımıza koşan Mustafa Saatçı olmuş. Dışarı çıkıp gelen biri, ”Hava güzel!”deyince Mustafa Saatçı, ”Nasıl olur, benim bildiğim şubat çok kış yapar, bunun için ona küçük, bücür ay da derler, bücür insanlar gibi sevimsizdir”demiş. Boyu küçük olanlar, birden Mustafa Saatçı’ya saldırmışlar. O da bu kez, ”Bakın, ben öyle dedim ama, hava düzelmiş. Demek şubat bile değişmiş, siz de biraz değişin!”deyince bu kez daha çok üstüne varmışlar. Her sözün bir hinlik, cinlik, imam, hafız, Cinci Hoca sözleri sürdü gitti. Tartışmalar dersliğe de getirildi. Bir süre bağırış çağırış sürdü.
Kahvaltıda, peynirle, güzel bir çayla karşılaştık. Arkadaşlar hemen”Müdür Bey Ankara’da kodamanları kandırıp para koparmıştır!”diye iyimser hava yarattılar. Hep birlikte gülüştük. . Yarınlar için olası yarışı başladı:Yusuf Asıl, ”Yarın Müdür Bey, Ankara’dan baklava gönderir!”Baklavanın sözü mü olur, yeni giysiler. Giysi mi düşünüyorsunuz, dersler boş geçiyor, öğretmen getirsin!”Öğretmen, ders deyince bir duraksama oldu. Hilmi Altınsoy, ”Nerden aklınıza geldi, yiyecek isterken öğretmenin, dersin sırası mı?”Herkes kavlaltısını edip giderken bizim masa bozulmadan sözü uzattı. Yakından geçerken Mehmet Yücel gülerek”Sizde gene bir şeyler var, dayı yeni bir haber mi verdi?”dedi. Ben başımı kaldırarak “Hayır!”dedim. Yusuf Asıl anlattı. Mehmet Yücel eliyle “Haydi oradan!” gibilerde bir işaret yapıp yürüdü, ”Aç tavuk kendini buğday tarlasında görürmüş!”dedi. Arkasından bağırdılar, ”Tarla değil ambar, buğday ambarı!”Gülerek kalktık. Harun Özçelik, Karlı-güneşli havada resim çizmek istediğini söyledi. Kooperatif çalışmamızı öğleden sonraya bıraktık. Ben de akordiyon çalışmaya gittim. Akordiyonu, dalgın dalgın körüklerken kapıda tıkırtı duydum, açtım, birden şaşırdım, kızlardan bir grup uzun bir zamandan hiç konuşmadığımız yakın köylüm Gül, . Gülerek: İzin verirsen dinlemeye geldik!”dedi. Önce ne diyeceğimi şaşırdım. İçlerin de hiç konuşmadıklarım, adlarını bilmediklerim vardı. Sanki seçim yapacakmışım gibi yüzlerine baktım, ”Gelin!”diye bildim. Güllsevecen sevecen arkadaşlarını içeriye altı, tezgahları gösterdi, oturdular. Oradaki çalışmalarımı anlattım, notaları çıkardım, yanlarına, tezgahların üstlerine yaydım. İçlerinden birileri alıp baktı. Adlarını okudular. Gül. ”Biz bakıyoruz ama hiç birini bilmiyoruz, biz çaldıklarını dinleriz!”dedi. On kadar nota seçip Gülnihal’den başladım. Doğru çaldığımdan eminim ama etkisini merak ediyordum. Bitince sustum. Gül, özür dileyerek, çok hızlı çaldığımı söyledi. . Bir kez daha çaldım, sanırım daha iyi oldu, alkışladılar. Ayırdığım on parçayı da tekrarladım. Macar Dansını, Çardaşı, İzmir Marşını, Kazazkayı tekrar tekrar çaldım. Türk Marşını çalınca hepsi gülümsedi, ”Bunu radyodan biliyoruz!”dediler. Teşekkür edip ayrıldılar. Daha önce nöbetlerden tanıdığım, ”Abi!” diyerek zaman zaman benimle konuşan F. akordiyonun fiyatını sordu. Söyleyince de bir “Oooo!”çekti. . Onlar gidince. Birden bir sevince kapıldım. İnsanlarla konuşmak, konuşabilmek güzel bir olay. Gül’ü bana dargın sanıyordum. Niçin dargın olsun?Demek ben konuşmadım o da konuşmaya değer görmedi. İçimde oluşmuş bir sevinçle dersliğe gittim. Harun Özçelik’le Yusuf Asıl asfalt yanına çıkıp okulun resmini çizmişler. Arkadaşlar onlara bakıyor. Halil Basutçu, Bakın arkadaşlar biz burada boş boş konuşurken resim yaptılar, Mehmet Başaran’ı göstererek 74 Mehmet şiir yazdı. Biri çıkıp”Bugün ne yaptın? dese, onların söyleyecek sözü olacak. Oysa çoğumuz, gene her pazar yapmadıkları yapmayarak geçirdiler!”dedi. İçimden, ”Tam sırası!”dedim, ”Ben de bugün kızlara akordiyon çaldım, çok sevdiler, sevindiler!”dedim. Kızlar, deyince bütün bakışlar bana döndü, ”Sahi mi, ne zaman, nerede?””Atölyede. !” Nasıl geldikleri, ne dedikleri, hangilerinin geldiği birer birer soruldu. . Hangileri sorusunu yanıtlamayınca inanmayanlar oldu. Onlara, ”Sizi inandırmaya çalışacak değilim. Zaten ben olayı, arkadaşın sözü nedeniyle söyledim:ben de bir iş yapmıştım, bilinsin istedim. Harun Özçelik’in, Yusuf Asıl’ın resimleri unutuldu. Bu kez kimlerin gelebileceği konuşulmaya başlandı. . Halil’in konuşmasında geçen 74 Mehmet’in şiir yazması ilgimi çekti. Yeni bitirdiğim romandaki Ahmet Cemil de şiir yazıyordu. Ancak Ahmet Cemil şiirle acıyı neredeyse bir birine sarılmış gibi düşünüyordu. Arkadaşımız bu konuda neler düşünüyor?Mehmet Başaran’ın yanına oturup konuştum. Defterini gösterdi, kendi yazdıkları var, başkasından yazdıkları var. Ama arkadaş, Ahmet Cemil gibi dertli değil, çiçekler, çiğdemler, kırlar üstüne şiirler yazmış. Bir tanesi Rıza Tevfik’in birlikte okuduğumuz şiiri, Uçun Kuşlar gibi, güzel. . Vahit Dede’yi anımsadım, kitaplar dolusu şiir yazdığını söylemişti…Sırama dönüp Han Duvarlarını tekrarlamaya başladım. . Elli beyit ya da yüz dize ezberlenmiş üç ara dörtlükleri zaten daha önce ezberlemiştim. Öğle yemeği gene şaşkınlık yarattı:Etsiz mercimek, bulgur pilavı…Hilmi Altınsoy, ”Kim demiş onu, Müdür Beyin Ankara’ falan gittiği yok! Kim demiş kim?. . . diye yüksek sesle konuştu. Arkadaşlar bakıp güldüler, yanıt veren olmadı…. Öğleden sonra kooperatifte çalıştık. Daha doğrusu Salih Baydemir’le cebelleştik. Ne taraftan baksan hesaplarda bir 15 tl. açık çıkıyor. Salih, ”Bunu ben özel hesabımla karıştırmış olabilirim, önümüzdeki günlerde öderim!”dedi. Konu kapandı…. Dersliğe Harun Özçelik’le döndük. Harun, kaç gündür bunu Salih’e anlatmaya çalıştım, bir türlü kafası almadı. Sen iyi ettin, doğrudan, ”Bundan sen sorumlusun!”dedin. Hık mık etti ama, uzatmadı;iyi oldu…O yan çizmeyi sürdürseydi, durumu Fikret Madaralı Öğretmene anlatıp ben üslenecektim. Ben de, ”Gerek kalmadı, bundan sonra daha sık hesap alalım, fazla birikim olmadan hesaplar ortaya çıksın!”dedim. Anlaştık…Dersliğe gidince İsmet, ”Dayı, , senin kızların içinde İmamın sözlüsü var mıydı?”diye sordu. İmamın sözlüsünü tanımadığımı ama adı söylenirse yanıtlayabileceğimi söyledim. S. dediler, S’nin olduğunu söyledim. Mehmet Yücel olmaz olur mu, S akordiyon sesine bayılır!”. Bir gülmedir başladı. İdris Destan, ”İmam vazgeç sen şu kızdan, o çok sosyete delisi, baksana akordiyon dinlemeye bile gitmiş, o yarın panayır tiyatrolarına da gider!”Herkes gülmeye başladı. Mustafa İdris’e, ”Bana bak Osmancıklı, senin bir adın vardı, onu söyleyince çok kızıyordun: Bak, aylardır sana onu söylemedim. Başlarım Aaaaaa!”…
Banyo sıramız öğleden sonraya alınmıştı, iki gruba bölünüp, sıra ile gittik. 1. grubun son numarası Abdullah Erçetin, gitmemiş, sırasında otururken, Kadir sordu, ”Rahatsız mısın, neden gitmedin, bir arkadaşla yer değiştirmiş. Ama Abdullah, ”Gitmedim işte sizinle gideceğim!”demiş. Kadir bunu sorun yaptı, söylendi:”Sıralarında gitmiyorlar, bize kalabalık yapıyorlar, açıkta kalıyoruz!”türünden sözler söyledi. Abdullah Erçetin de karşılık verdi. Gülerek başlayan tartışma küfürleşmeye kadar gitti. Kadir’e bir ara sert, çıkışlarından ötürü horoz demişlerdi. Abdullah bunu düşünmeden, Kadir’e “Sen ne ötüyorsun horoz gibi, deyince Kadir, eski lakabını anımsayıp(Bunu kastederek söyledi zannıyla)Abdullah’a “Gebeş!” diye bağırdı. Bu kez de Arif Kalkan, Kadir’a, sen şimdi güzel bir dayağı hak ettin, sana ne başkalarının banyosundan?O arkadaş başka birinin ricası üzerine sırasını vermiş. Az sonra da onun yerine girecek. !Kadir sustu, az sonra da, ”Neden baştan söylemedin, özür dilerim!”deyip Abdullah’a sarıldı….
Banyodan sonra bir süre atölyeye uğrayıp akordiyon çalıştım. Tuna Dalgalarınıo solo bölümünü oldukça hızlı çalmaya başladım. Kızların sevdiği parçalardan biri de O Çiçorniya. . Hüsnü Yalçın’ın dediğine göre bir Bulgar şarkısıymış. Hüsnü, o Çiçorniya, o prekasniya, gibi sözler söylüyordu. Yoksa kızların içinde bunu bilen biri mi var?Birden duraksadım. Hüsnü”Bu şarkı Bulgar şarkısıdır!”demişti. Gül Pomakça bildiğine göre, demek bu şarkıyı duymuş. Gül, Pomak kızı olarak karşıma çıkar gibi oldu. ”Olsa ne olacak?” dedim ama gene dehoşuma gitmeyen bir duyguya kapıldım.
Derslikte Türkçe ödevlerini yapanlar var, konuşmaları dinledim, herkes benim gibi, bir şeyler seziyor ama tam açıklama yapılmıyor. Önde oturanlar, Sami Akıncı’ya sordular. Sami tebeşir alıp tahtaya kalktı. Gelen, giden, yapan, eden, gülen, ağlayan, yazan, çizen sözlerini yazıp bunları çizgilerle ayırdı. Gel-en, git-en, yap-an, ed-en, gül-en, ağla-yan, yaz-an, çiz-en . Ayrılan ilk bölümlerin fiil olduğu için fiil grubuna girdiklerini, ancak aldıkları eklerin fiil olmaması nedeniyle tam fiil olamadıkları, buna karşın tamlamalarda çok kullanıldıklarını anlattı. Yaptıkları tamlamaların da ad tamlamalarının salt eksiz türüne benzediğini anlattı. Arkadaşların bir bölümü, belirtili, belirtisiz, eksiz tamlamaları unuttuğu için, sil baştan ad tamlamalarına döndüler. Ben, eksiz tamlamalarla, sıfat tamlamalarının benzerliklerinden yararlanmaya yönelip sorunu çözmeye başladım. Daha doğrusu aradaki ilişkiyi sezer gibi oldum. Aklıma gelen sıfatlarla tamlamalar yaptım. Yeşil bahçe, uzun yol, kısa bacak, dar geçit, tatlı üzüm, serin yer, tamlamalarını yeşeren bahçe, uzayan yol, kısalan bacak, daralan geçit, tatlanan ya da tatlılaşan üzüm, serinleyen, serinleşen, derken serinleştirilen sözü aklıma geldi, iş gene karıştı. Bu kez serinleyen yer olarak aldım ama soru kafamda kaldı. Ötekiler de değişik biçime giriyor:Yeşeren, yeşertilen, Uzayan, uzatılan, kısalan, kısaltılan, kısalaştırılan daralan daraltılan, darlaşan, darlaştırılan, gibi. Ayrıca bunlar “mış” eklerini alarak da tamlama yapmaktadırlar. Darlaştırılmış pantalon, genişletilmiş yol, yeşertilmiş bahçe, büyütülmüş fidan, uzatılmış saç. . Açtım, okuduğum yazılardan özellikle Han Duvarları’ndan örnekler buldum: Dönen, dönerken. inleyen tekerlekler……Kıvrılan yollar…Kapanmayan gözlerim…. Çatırdayan çalılar…Yaşaran gözlerim…. Gizlenen dertler…. Sırama yaslanmış dururken Sami sordu, ”Bunları biliyor muydun?” “Anlattıklarını biliyordum ama ondan sonrasını bilmiyorum, bu tür tamlamalar salt en-an değil ki, miş, mış’lar da var!”dedim. Sami, ”müş, muş’lar da” diyerek güldü…. Kendimi toparladım. Öğretmenin ödevlerini yapmıştım. Sami Akıncı’nın anlattıkları da işime yaradı. Ötesini, yarın soracağım…Halil çok rahat, ”Verilen parçaları okuyorum, öğretmenlerin beğeneceği ölçüde yazıyorum, bunlar bana yeter!diyor…Bayrak törenine çıktık. Akordiyonu oldukça iyi kullanıyorum. Gözlerim arada kızların tarafına kayıyor. Bana bakıyorlar mı? diye merak ediyorum. Ediyorum ama bu kez de sıkılıyorum, ya bir kusur işlersem?Kusuruma herkes takılır, güler. Neden kızlardan daha çok sakınıyorum?Neyse ki hiçbir kusur olmadı. Hasan Gülümser de bayrağı iyi indirdi. Okul Müdürü Ankara’dan dönmüş. Derslikte yeni bir konu. Ben bugün yarınki Türkçe dersinden çok salı günkü tarihi düşünüyorum. Tarih dersinde öğretmen tahtaya kaldırıp konu anlattırıyor. Son anlattığı, daha doğrusu soracağım dediği İstibdat Dönemi. Mithat Paşa, Namık Kemal. İlkokulda ezberlediğim Namık Kemal şiirini anımsadım:
”Bir zamanlar vatanı bir çok zalim bürüdü,
Milletini sevenler zindanlarda çürüdü.
Yetim kaldı çocuklar, yoksul oldu kadınlar,
Her gün güzel vatana geliyordu bin zarar.
Meşrutiyet, uhuvvet sözü artık kalmadı,
Hürriyetin ismini kimse ağzaalmadı. .
O zamanlar Kemal Bey zalimlerle çarpıştı-
Milletini uğruna zindanlarda kalmıştı…….
………………………………………. .
On Temmuz’un topları hatırlatır hep onu-
Gökyüzünde sancaklar selamlıyor ruhunu…
İbrahim Alaettin Gövsa
Tamamını unutmuşum…On Temmuz neydi?. . . Halil’e sordum, bilmediğini söyledi. Bilmediğini söylemekle kalmadı herkese sordu. !9 Mayıs, 29 Ekim, 23 Nisan sayıldı döküldü ama 1O Temmuz belleklerde yok. Bulurum ben onu, deyip çalışmamı sürdürdüm. Birden aklıma geldi, Selçuk Öğretmene soracağım…. Babamın anlattığı 93 Savaşı 1877-78 yıllarına geliyormuş. Ben bu iki tarihin nasıl olduğunu tam anlamıyla öğrenemedim. Eğitmen Mustafa Güvener köyde bir kez anlatmıştı. Köyün kurulduğu yılı anlatırken babama sordu, babam:1314 demişti. Mustafa ağabey bir sürü sayıyı toplayıp çıkardıktan sonra 1898 demişti. Bizim köy bu tarihte kurulmuş. Babam, ikinci göçte gelmiş, Ali Ağabeyim 1 yaşındaymış, ”Ali’nin tevellüt 1315 diyordu. Ondan sonra da öteki ağabeyleri sıralıyordu. Ahmet 1319-Mahmut 1323-Bektaş 1326. On yıl süren uzun savaşlar işgaller, göçler bizim doğum sıralamasını da aksatmış. Sonra ben gelmişim. Bunları düşünerek eski-yeni tarihleri karşılaştırıp bulmaya çalışıyorum. Beni gördükçe arkadaşlar hep, ”Gereksiz işlerle uğraşıyorsun!”diyorlar. İsmet’e kasıtlı olarak sordum:Muhittin Eniştem kaç doğumlu? İsmet kurnaz, altından ne çıkacağını anladı, ”Bilmiyorum!”dedi. Ben biliyordum, söyledim:1308. Sen kaç yaşındasın?İsmet, bu soruma da bilmiyorum, deyince, Yusuf Asıl atıldı:”Dayın sana bir tuzak hazırladı!” gülüşler arasında İsmet’in doğum tarihini söyleyip, baba oğul arasındaki yaş farkını sordum. Bir çok arkadaş konuya eğildi, kalemlere sarılıp doğum tarihlerini hesaplamaya başladılar. Mustafa Saatçı gülerek, ”Şimdiye kadar neredeydiniz? diye sordu. Yakup da Mustafa Saatçı’ya “Sen babanla arandaki yaş farkını biliyor musun? . Mehmet Yücel karıştı, ”Hafız bilmez olur mu?O da aynı tevellut olduğu için unutmaz!”Arkadaşlar sıralara yatarak güldü. Bu yaş, doğum tarihleri, eski takvim, yeni takvim gece boyu gitti. Yatarken bile ayni konuyu sürdürenler çıktı…Yatınca, bildiğim yazarların bildiğim doğum tarihlerini eski-yeni takvime göre sıraladım. !884 Ömer Seyfettin, 1881 Atatürk, 1898 Faruk Nafiz Çamlıbel, 1869 Rıza Tevfik’i anımsadım. Onlarla uğraşırken büyük bir kar yağışına tutuldum. Bizim Çoban Kamber, Bulgaristan’da da böyle kar yağar!” diyor. Şaşıyorum, çoban Kamber bizim okula neden geldi?Bir yandan da kar yağışı canımı sıkıyor. Gündüz, hava açıktı, gece gene başlamış. Gece mi, gündüz mü?”Karda gece-gündüz belli olmazmış. Birden çevremde kimse kalmıyor. Yalnız kalışıma üzülüyorum. Bir öksürük duydum. İsmet’in tarafından geldi. Dikkat kesildim. Öksürük de rüyadaymış gibi yok oldu. Bir süre öksürük bekledim…
3 Şubat 1941 Pazartesi….
Karlı buzlu rüyadan sonra derinliğine uyumuşum Orhan dürterek uyandırdı. ”Selçuk Korol geliyor, yatarken görürse tahtaya kaldırır!”dedi. Selçuk Korol sözü akşamki düşüncemi hemen belleğime getirdi:”Kaldırırsa sevinirim, zaten kalkmak istiyorum!”dedim. Kadir, hemşerim, sen bizi iyice yollara döktün, biz öğretmenlerden korkup saklanmak için köşe bucak ararken sen üslerine gidiyorsun!”Orhan güldü…Birden kendimi topladım, bugün tarih yok, sen neden bana var gibi, Selçuk Korol Öğretmeni söyledin?Selçuk Korol Öğretmen nöbetçiymiş, sesi duyulmuş, o nedenle söylemiş. Önce dersliğe uğradık. , soba yanmamış. Ortalığa söyledim:”Hani o sıcak günler?Bir iki ses birden:”Herkesin çıra deposu yok!” Sorumun karşılşığı bunlar olamaz. Gene de siz bilirsiniz!”dedim.
Kahvaltıda gene mercimek çorbası. Aynı sözler, Müdürümüz Ankara’dan bir şey getirememiş. Yusuf Asıl aynı inançta değil, Müdür Bey çok şeyler getirmiş ama eski kalıntılarının da bitmesi gerekiyormuş. Bu nedenle bir süre mercimek çorbası yiyecek, sonra da, çay, süt, yumurta ile beslenecekmişiz. Hilmi, Altınsoy dayanamadı, sordu, ”Bu kadar mı?Anlattıklarını bize eve gidince annelerimiz yediriyor. Arkasından da “Doyup doymadığımızı soruyorlar. Doğrusu ben sütümü, yumurtamı yedikten sonra gene öyle sorulmasını isterim. Arkadaşlar güldüler. Salih Baydemir omuzlarını oynatarak:”Doydun mu evladım!”dedi. Herkes Hilmi Altınsoy’a bakarak “Doydun mu şekerim? demeye başladı. Hilmi biraz setleşerek, ”Mercimek çorbasından sonra bana doydun mu?diyene ben “Enayi!”derim. Sizin analarınız yok mu? Sizin analarınızda şefkat bulunmaz mı? diye sordu. . Bana bakınca ben, ”Benim anam yok, bana bakma, ben ana şefkatı bilmem !” dedim, kalktım. Arkamdan söylenerek Hilmi geldi.
Derslikte konu Türkçe ödevleri. Öğretmeni bekledik. Öğretmen, yanında getirdiği iki gazeteden iki yazı okudu. Biri bemin daha önce yazılarını okuduğum Necmettin Sadak’tan biri de hiç yazısını okumadığım uzun adlı bir yazar, Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet’ten di. Emir Erkilet Alman ordusunun çok düzenli olduğunu, aldığı emirleri aksatmadan yerine getirdiklerini, Necmettin Sadak ise, askerin aldığı yerleri aynı düzen içinde sivil yönetimler sürdürebilecek mi? diye soruyordu. Öğretmen gazeteleri kapadıktan sonra yazılanlar üstüne tek söz söylemedi, yalnız “Bu konularda siz de düşünmelisiniz. Bakın yazanların ikisi ne yetişmiş büyük insan. ama olaylara başka başka köşelerden bakıyorlar. Biri başyazar, öteki ünlü bir general!”Çok durgun gözlerle hepimize baktıktan sonra gülümsedi, Siz bir çalışma yapacaktınız, yapabildiniz mi?diye sordu. Sami Akıncı, ”Yaptık!”dedi. Öğretmen Sami’yi tahtaya kaldırıp neler çalışıldığını sordu. Sami, dünkü yazılanları yazdı, söylediklerini tekrarladı. Öğretmen arkadaşlara sordu, konuyu anlayanlar, anlamayanlar. Anladığını söyleyen dört arkadaş çıktı:Bekir Temuçin, İsmet Yanar, Mehmet Yücel, Recep Kocaman. Öğretmen parmak kaldırmayanları süzdü, Halil’le bana bakarak “Siz de anlamadınız mı?dedi. Halil’den önce ben, ”Bunları anladım ama bunların devamları var onları, onlarda takıldım!”deyince bunları sordum, bunları biliyorsan tahtaya kaldıracağım!”dedi. Parmak kaldırdım. Önce beni kaldırdı. Kendisinin söylediklerini tahtaya yazdım. Çalışan öğrenci başarılı olur-Okunan kitaplar, geri verilsin. Meyve veren ağaca taş atılır. . Bekleyen derviş, muradına ermiş. Yuvarlanan taş yosun tutmaz. Beş örneği yazınca öğretmen, elindeki cedvelle göstererek “ Çalışan, okunan, veren, bekleyen, yuvarlanan sözlerinin köklerini, aldığı ekleri, yüklendikleri görevleri bize anlat!”dedi. Sözcüklerin köklerini Çal, oku, ver, bekle olarak yazdım. Yuvarlananda az durakladıktan sonra yuvarlanmak olarak yazdım. İlk dördün eklerini, an , nan, en, yen olarak yazdım. Fiil köklerine takılarak tıpkı tamlama yapan adlar gibi tamlama yaptıklarını, ek almalarına karşın, eksiz tamlama yaptıklarını, çünkü aldıkları eklerin tamlamalarla ilgisi olmadığını söyledim. Birden yuvarlan sözünü anımsadım, ”Yuvarlan sözü de emir kipi(siga) olkarak kullanılmış, uzun olmasına karşın işlev olarak farksız deyince öğretmen: “Aferin, kendi mantığınla doğruyu seçiyorsun!”dedi. Fiilleri, çekimlerini, zamanlarını, kişilerini iyi bilmeden bunları öğrenmekte zorlanacaksınız, sorun burada. Bunları öğrenmezseniz ilerde öğretmen olarak oturup öğrenmek zorunda kalacaksınız. Öğrencileriniz istemese bile ders programlarınıza konulacak, müfettişleriniz bunların okutulmasını isteyecek. !”dedikten sonra bana, ” Devam et!”dedi. . Ad tamlamalarını tekrarladım:Çalışan çocuk karşısına, küçük çocuk, akıllı çocuk, esmer çocuk tamlamalarını ekledim. Bunlar çocuğun belli durumlarını nasıl anlatıyorsa çalışan çocuk tamlamasında da benzer durum var; ancak çalışan çocuk, iş-eylem bildiriyor!”deyince, Öğretmen, ”Aferin!”ancak sen anlamadığın bir şeyden söz etmiştin, o neydi?”diye sordu. ”Ölmüş eşek kurttan korkmaz, Pişmiş aşa su katılmaz, Isıracak köpek dişini göstermez!”deyince öğretmen gülerek, ”Dur dur dur!”dedi. Sen onlar üzerinde çalış, onlar da yaptıklarından farksız, çekimli durumda gibi oluşlarına bakma hepsi, eksiz tamlama. Tüm sıfatlar da eksiz tamlama yapar. Fiil köklü tamlamalar eksiz tamlamalardır. Tümüne sıfat tamlaması olarak bakacaksınız. Bunların ayrı ayrı adları vardır. Bunlara bulaşmak istemiyorum. Bir de bunları karıştırırsak iyice bunalacaksınız!dedi gene bana. dönerek, ”Hadi sen otur, soran arkadaşlarına yardımcı ol!”diye ekledi. Çok sevinmek gerekirken sevinemedim. Benim asıl öğrenmek daha doğrusu arkadaşlara karşı gösteriş yapacağım tarafa gidememiştim. Geçen zaman gibi geçecek zaman, yenen yemek yerine yenecek yemek, içilecek su, yenmiş yemek, içilmiş su gibi tamlamaları da ortaya getirmek istiyordum. Öğretmenin orada durdurması, pek işime gelmemişti. Benden sonra Bekir Temuçin kalktı, konuşulanları özetledi, yeni örnekler verdi. Öğretmen Bekir’e de “Aferin!”deyip oturttu. Ad tamlamaları üzerinde durmamızı tembihleyip ayrıldı. Oldukça rahattım. Yusuf Asıl, biz bunları 5. sınıfta gördük mü? diye sordu. ”Gördük ama unuttum!”, diyenler olduğu gibi”Görmedik!”diyenler oldu. Bekir Temuçin, net olarak gördüğünü söyledi. Mehmet Yücel, ”Görüp görmemek önemli değil onu anımsayabilmek önemli. Bunlar önümüzdeki kitaplarda var:Bunları görmek marifet. Bakın dayı, yıllar sonra bunları araştırıp ortaya getiriyor!”dedi. Devamla, bakın tahtaya yazılanlar benim kitabımda da var ama ben onların ayırdında değilim. Mavi göz, çakır göz, yeşil göz, ela göz deyince bunların sıfat tamlaması olduğunu öğrendim de gören göz, kırpan göz, bakan göz tamlamalarını hiç düşünmedim. Konuşan çocuk ya da arkadaş her gün diyoruz. . Geçen pazar dediğimiz gibi gelecek Pazar, geçen yıl gibi gelecek yıl, geçmiş yıl, diye konuşuyoruz. !”Mehmet Yücel’in sözleri gülüşmelerle kesildi. ”Şimdi mi aklına geldi, daha önce neredeydin?diyenlere;Mehmet Yücel, ”Benim aklıma şimdi geldi, galiba çoğunuzun aklına hala gelmedi!”Mustafa Saatçı tahtaya kalktı, ”Susun arkadaşlar size soru soracağım. Herkes başını tahtaya çevirdi. Mustafa tahtaya, ”Ölmüş eşek kurttan korkmaz!” sözünü tamamlamadan Bekir Temuçin, ”Ölmüş eşek, sıfat tamlaması!”diye bağırdı. Mustafa Saatçı, gülümseyerek, ”Bilemediniz oğlum, sabrediniz, sorumu henüz sormadım!”diyerek yüzünü bize döndü. Az baktı, gene tahtaya dönüp, ”Ama benden korkar!”yazdı. Önce bir şey anlaşılmadı, . bakıştık. İsmet Yanar’a “Sen bu iki cümleyi birlikte okur musun evladım!“ dedi. İsmet ciddi olarak kalktı. ”Ölmüş eşek kurttan korkmaz, ama benden korkar!” deyince Mustafa Saatçı gene “Aferin oğlum, şimdi sorumuza geçelim!”deyip, İsmet’e “Buyurun, söyleyin, niçin korkmaz?İsmet’in gülüp çıngar çıklaracağı beklenirken, tavrını bozmadı, ”Bilmiyorum!”dedi. Arkadaşlar da İsmet gibi bakıp kaldılar. Mustafa Saatçı, ”Önemli değil bu kez yanıtını ben vereyim:Çünkü sen, henüz ölmemiş, canlı bir eşeksin, o nedenle’derken o sözünü bitirmeden arkadaşlar: “Bravo İmam, tiyatrocu, tiyatrocu Hafız gibi sözlerle karşıladılar. İsmet önce bocalar gibi oldu ama çabuk toparlanıdı, ”O söz bana değil İmam kendini eşek yaptı!”dedi. Geçici bir tartışmadan sonra Mustafa Saat’nın kendi kazdığı kuyuya düştüğü kanısında söz birliği edildi. Mustafa Saatçı da kendi şakasına herkes gibi uzun süre güldü. Olay bitti, sanırken. Abdullah Erçetin güzel yazısıyla tahtaya iki tümce yazdı. Daha doğrusu bir tümceyi iki türlü yazdı:”Benden korkmaz-senden korkmaz. İki türlüsü de konuşanla dinleyen arasında farklı sonuçlar veriyor. ”Ölmüş eşek kurttan kormak, ama senden korkar. -Ölmuş eşek kurttan kormak ama benden korkar!”Ancak “Ben yazılınca sonunda “Çünkü ben, diye başlayıp eşek olduğunu kimse demez!”diyerek sözün “sen” olarak kullanılması uygun bulundu. Meğer bu bir oyunmuş. Bu kez İsmet kalkıp bedenini titreterek oynadı, ”Yaşayan eşek Mustafa!”dedi. ”Kazdığı kuyuya DÜŞEN ADAM. . Sıfat tamlaması!”diye de ekledi…. Mustafa Saatçı’nın konuşması, tavırları, sorusu, yemekte, atölyede tekrarlandı durdu. Yusuf Asıl bir ara İrfan Öğretmene anlatmak istedi, önledik. ”Çünkü, o ben –sen sözlerinin ikircil anlamı öğretmeni kuşkulandırır, üzülebilir. !”dedik. Bu kez de arkadaşlar, Mustafa Saatçı’ya öykünüp, özlü sözleri anımsayarak taramaya kalktılar. Yusuf Asıl’a ”Bit yiğitte bulunur, sende bulunmaz!” dedim. Önce çok sevindi, sonra biraz duraksadı:Yani ben yiğit değil miyim mi demeye getiriyorsun?diye sordu. Söz oyunu yaptığımızı, aynı sözü onunda bana söyleyeceğini öne sürerek kendimi savundum. ”Alınganlık yapılacaksa bu oyundan vazgeçelim!”dedim. Hasan Üner, ”Sakla samanı, gelir zamanı, ilerde bol bol yersin!”Bunu kime söyleyeyim? diye sordu. Salih Baydemir, Hasan’a, ”Kendin buldun, kendin oku, kendi samanını da kendin ye!”diye yanıt verince oyunun daha başlangıçta tadının kaçacağı anlaşıldı. Fısırtılarımızı duyan İrfan Öğretmen sordu, ”Aranızda bir sorun mu var?”. Gülüşerek olmadığını söyledik. Buna karşın gün boyu, uygun bir söz araştırdık durduk. ”Ak akçe kara gün içindir, renkli kağıt paraları tüketebilirsiniz!” Havlamasını bilmeyen köpek sürüye kurt getirir. Havlamasını bilenlerse sürüyü kurda götür…. . Çalışırken sürekli fısıldamalar oldu. Sonunda İrfan Öğretmen çıkıştı: “Siz kimi zaman değişiyorsunuz, genelde yapmadıklarınızı birden yapmaya başlıyorsunuz. Bir sorununuz varsa açıklayın!”Sustuk. Ben zaten öğretmenin masasındaydım, konuşmamıştım, uyarıyı üstüme almadım. Zaten öğretmen bana sordu, ”Sen bilirsin bunların nesi var?”Ben öğretmene, ”Bildiğim kadarıyla bir sorunları yok ama gülecekleri var, rahat gülemedikleri için fısıldaşıyorlar. Öğretmen, ”Öyle miiii?diye uzatarak sorduktan sonra saatine baktı, ”Haydi öyleyse sizi 20 dakika önce bırakıyorum, bu yirmi dakikayı gülerek geçirin!”dedi. Harun Özçelik, Salih Baydemir üçümüz öğretmenle paydosa dek çalıştık. Zil çalınca onlar da gitti ben yalnız kalıp akordiyon çalıştım. Ancak, geçen gün kızların gelişi beni huzursuz etti. Sanki gene geleceklermiş gibi bir duyguya kapıldım. Tıkırtı olsa dönüp bakıyorum. Neredeyse çözlerim kapıda kalmış durumda. Oysa gelen giden yok. Erken bırakıp dersliğe gittim. Derslik gene sabahki gibi. Konuşmalara katılmadım. Açıp Namık Kemal şiirini okudum. , …. Kitaptan 31 Mart olayını okudum. Kafam takıldı. Otuzbir Mart vakası diye babam da söz ediyordu. O zaman bu 31 mart eski tarihin martı olmalı. Oysa kitap 31 Mart diyor, yanındaki tarih 1908’ 31 martı olamaz. . Eski tarihin yılları gibi ayları da değişiktir. Bunu öğretmenden soracağım. İstanbul’da askerler baş kaldırdı. Padişah başkaldıranlara yumuşak davrandı. Selanik Ordusu, İstanbul’a gelip suçluları cezalandırdı. Başkaldıranlar, tıpkı Patrona, Kabakçı Mustafa isyanlarında olduğu gibi koyu dinci yönetim istiyordu. Bastırıldı, suçlular cezalandırıldı, bir süre sonra Padişah 2. Hamit çekildi, Mehmet Reşat Padişah oldu. 5. Mehmet, ya da Padişah Mehmet Reşat olarak anıldı. Reşat altınları bu padişahın adına basılmıştır. Köylerde Reşat altını adı çok anılır. ”Üç Reşat’ım var, iki Reşat’ımı aldı!”gibilerde konuşmalar geçer…Yat zilini daldan dala atlayan düşüncelerle, ödevlerin biri alıp birini bırakarak geçirdim. Ahmet Gürsel Öğretmene sorduğum problem elime geçti. . Doğru sonucu buluyorum ama teoremi ıspatlamada bir eksiğim var, onu bir türlü aşamıyorum. Bunu düşünerek yattım. Rüyamda problemi çözeceğimi düşledim…Yatınca bayağı bayağı rüya göreceğime inanarak gözlerimi yumdum.
4 Şubat 1941 Salı….
Uyandığımda kendimi yokladım, rüya falan yok. Üstelik çözeceğime inandığım problemini de unutmuşum. İrkildim ama çabuk toparlandım. Önümüzde tarih dersi var, konuları sıraaladım. 2. Abdülhamit, 5. Mehmet Reşat, Meşrutiyet, birinci, ikinci diyerek dersliğe gittim. Kahvaltıda da kafamı karıştırmamak için konuşulanlara katılmadım. Sabırsızlıkla Selçuk Öğretmeni bekledim. Soru soracağım, aklımca sorular nedeniyle konu açılacak birilerinin yanıtını vererek çalıştığımı kanıtlayacağım. Oysa ders hazırlanıp beklediğim gibi olmadı. Öğretmen, havaların düzelmesinden, şubat ayının ılık olarak başlamasından söz ederek, geçmiş yıllarda şubat aylarının sert geçmesinden, o dönemlerde çektiği sıkıntılardan uzun uzun söz etti. Şubat ayını kısa oluşu nedeniyle halk arasındaki adlarını sıraladı, Küçük ay, Bocuk, Cüce ay, Bücür ay gibi sözler söyledi. Başlangıçtaki bu ılımanlığa aldanmamamızı, arkadan gene de bir şeyler yapacağını umduğunu söyleyerek sözü çadırlarda yatan askerlerin sevincinden söz etti. Birden, ”Bu günkü ders konumuz Meşrutiyet diyerek Meşrutiyet yönetim şeklini özetledi. 1. Meşrutiyete değindi. 33 yıl süren 2. Abdülhamit yönetiminin belli başlı olaylarını tekrarladı. . 1900 yılından başlayarak gençliğin arayışlarını, sürgün edilişlerini buna karşın gençlerin yılmadığını, Namık Kemal’in etkilerini anlattı. Sözünü tam 31 Mart olayına getirdiğinde ders bitti. ”Devam edeceğiz!”deyip öğretmen çıktığında, Fettah Biricik, ”Adam makine gibi konuştu, söylediklerini hiç anlamadım, sorarsa ben ne söyleyeceğim?”dedi. Halil Basutçu, yumuşak bir sesle, bunlar kitapta var açıp okursun, eller o bilgileri makineli gibi öğrenip anlatıyor;sen de tane tane anlatırsın!”İsmet bağırdı, ”Hayır hayır, Fettah mantar tabancası gibi anlatacak!”Yakup çakaralmaza, başkaları tek tek doldurulan av tüfeklerine benzettiler. Öğretmen döndüğünde tüfek sözleri duymuş, ”Ne o avcılığa mı gidiyorsunuz?” diye sordu. Yanıt beklemiyordu, konuşmasını sürdürdü. 1908 ile 1913 yılları arasındaki kargaşalı dönemi iyi yönetimden yoksun oluşun sonunda bildiğimiz Balkan Savaşı, Trablus yenilgileri geldi deyip durdu. . Saatine baktı, Fettah Biricik’e “On dakikamız var, konuştuklarımızı bir özetler misin?Sakın zamanı uzatma!”deyince arkadaşlar gülümsedi. Selçuk Öğretmen, ”Zaman kısa beni oyuna getiremezsiniz konuşmayacağım, arkadaşınızı dinleyelim!”dedi. Fettah az önce dediği gibi, gerçekten de birkaç söz öğrenememiş, 2 Abdülhamit, dedi, Sultan Reşat dedi. Meşrutiyetleri önce ikinci sonra birinci olarak söyledi. . 31 Mart olayını Balkan savaşından sonraya geçirdi. Aynı sözleri tekrarladı. Öğretmen gülerek, ”Ben de bu kadar tekrarladım mı? diye sordu. Sonunda Fettah’a, üzülme, çalış, öbür derste daha rahat anlatırsın, ben de böyle tekrar ede ede öğrendim!”dedi. Öğretmen gidince arkadaşların bazılarıyla Fettah arasında tartışmalar olduysa da sonunda konuşmalar yumuşadı. Kavga beklentileri giderek ortadan kalktı…Yemekte Mürsel Dilek gülerek geldi, ”Abi mektubun var!”deyip zarfı uzattı. Ahmet Gürsel Öğretmenden. Önce sevindim, sonra tasalanmaya başladım. Sorular sormuştum, acaba yanıtladı mı? Elim bir türlü açmaya gitmedi, yemekten sonraya bıraktım. Dersliğe uğramadan atölyeye gittim. Önce zarfı yokladım. mektup oldukça kalın, açtım. Korkum kayboldu, sevincim kat kat yükseldi, öğretmen yanıtları uzun uzun açıklamış, çalıştığıma inandığını yazmış, devam ememi istemiş, yardıma her zaman hazır olduğunu yazmış. Dört yaprak sekiz sayfa yanıt. Çok güven verici sözler söylemiş. Az kalsın ağlayacaktım. Büyük ablam hep derdi, ”İnsan bazen sevinçten de ağlarmış. Ses duydum, toparlandım, arkadaşlar geldi. Dersliğe gitmemiştim, Hüsnü Baykoca Öğretmen beni aratmış, atölyeden sonra beni görsün, demiş. Mektubumun sevinci bir anda dağıldı, ”Acaba neden arandım?Bir olumsuzluğum yok ama gene de içime bir kuşku oluştu. Köyden bir haber mi geldi?Tedirgin oldum. Arkadaşların konuşmaları Naci Öğretmenin şakaları tedirginliğimi unutturdu. Mustafa Saatçı’nın şakasını Yusuf anlattı. Naci Öğretmen benzer öğrencilik şakalarını anlattı. ” Öğrencilik, insanın neşeli çağıdır, ne kadar, gülerek geçerse geleceğe o denli güzel anıları kalır!”dedi. Tahta üstüne çizimler yaptık. ayrıca çizgiyle gölge yapmasını öğrendik. Gölgeli yerler oymalarda kullanılıyor. Daha doğrusu usta , çizimlere bakıp yapacaklarını okuyan insandır!”diye tanımı yapıldı. Paydostan sonra koşarak Hüsnü Baykoca Öğretmene gittim. Gitmek üzere giyinmiş, ”Yarın gel, sana benim odamı emanet edeceğim, Şu radyo işini sen ele al, sana güveniyorum, istersen akordiyonunu da buraya koyabilirsin, yarın konuşalım!”deyip gitti. Kötü bir durum olmadığına sevindim ama, ötesini düşünmeye başladım. Acaba iyi mi olur?Dersliğe gittiğimde bir çok arkadaş, arandığımı, niçin arandığımı sordu. Bilmediğimi söyledim. Halil “Bilirsin bilirsin!”dedi. Oturunca anlattım. Onun da hoşuna gitmeyen bir iş. ”Sürekli aranıyorsun, bulunmazsan azar da işitiyorsun!”dedi. Ancak Hüsnü Baykoca seçtiğine göre kolay kolay kurtulamazsın!”diye de bir korkutucu olasılık koydu. Bense radyo açıp kapama işini seveceğimi düşünüyorum. Özellikle cumartesi, pazar günleri müzik programları var onları dinlerim. İkircil bir durumda hem seviniyorum hem de üzülüyorum. Gerçekte Hüsnü Baykoca Öğretmenin odasına iki yıldır girip çıkıyorum. . Şimdi bayrak işini Hasan Gülümsere bıraktığım için biraz uzaklaştım. Bundan böyle belki de oda boş olduğunda oturabileceğim de. Kuruntular başladı. Gerçekte ben, gramofondan alışık olduğum için radyoya çabuk alışacağımı biliyorum. Ancak akordiyonu oraya getirirsem çalışma yeri bulmakta zorluk çekeceğim. Okul içinde rahat çalıştırmayacaklarını iyi biliyorum. Bir bakıma da Hüsnü Baykoca Öğretmen tarafından seçilmeme sevindim. Sami Akıncı okula geldiğinden beri yöneticilerin işlerine koşuyor. böylece kendini tanıtıyor. Değişik duygular içinde, Ahmet Gürsel Öğretmenin mektubunu açıpbir daha okudum. O denli ayrıntılı anlatmış ki, başlayıp başlayıp sona değil ortalara varmadan başa döndüm. . Sonunda denklemi yazıp çözme yolunu izlemeye karar verdim. Tekrarlaya tekrarlaya sonunda anladım. İki noktayı gözden kaçırdığımın ayırtına vardım. Dün geceyi düşündüm: rüyada problem çözmek istiyordum. Bu g ece öyle bir isteğim yok. Hazır çözülmüş problem ayağıma geldi. Öyle ki, bu gerçekten bir anahtar problem. Bunun yolunu izleyerek 2. dereceden problemleri rahatça çözebileceğim. Zaten öğretmen daha ileriye gitmek için kendini zorlama diyor. Bu zorlama sözünü doğrusu tam anlayamadım. Zorlama iki anlamada çekilir:Kendini yorma, olabildiğiyle yetin de anlaşılır;ne yaparsan yap bundan ötesine gidemezsin!”Bir an duraladım ama, bu benim sevincimi gölgelemedi; gözlerimi, gülümseyerek kapadım….
5 Şubat 1941 Çarşamba…….
Tüm günümüz Tarım için ayrılmış. Gerçek programda bugün iki saat Kimya dersi var ama, onun yerine Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen Tabiat Bilgisini aldırtıp tüm günümüze el koydu. Dışarıda çalışmadığımız için şimdilerde derslikte oturuyoruz ama ilerde, havalar düzelince tüm çarşamba günleri bahçelerde olacağız. Arkadaşlardan kimileri şimdiden tasalanıyor:Tüm gün olur mu?Bunu duyunca ben Kızılçullu’daki durumu anımsıyorum;oradakiler, 15 gün olarak uzaktaki Tarım bahçelerinde çalışıyormuş. Bizde de öyle bir durum olsa arkadaşların çoğu belki de ağlayıp sızlayacak. Eskişehir –Çifteler’den öğrendiklerimiz ise daha ürkütücü:Onlar gruplar olarak başka okullara gidip inşaatlarda çalışıyormuş. Arkadaş son mektubunda, bir grubun Adapazarı-Arifiye Köy Enstitüsü’ne gidip döndüğünü, bir grubun da Balıkesir-Savaştepe’de şimdilerde çalıştığını yazmış. Onlara göre biz çok rahatız. Salih Ziya Öğretmen gecikmeli olarak derse geldi. Gülerek, ”Gelmeyeceğimi sanıp sevinenleriniz oldu mu?” diye sordu; yanıt beklemeden,”Öğrenciler için derslerin kaynaması hep sevindirici olur. Öğrenciliğimden anımsarım, kocaman adam olduğumuz dönemler de bile böyle düşünenler vardı!”dedikten sonra çantasını açıp resimler çıkararak masa üstüne koydu. Ahmet Güner’le Recep Kocaman’ı çağırıp hayvan resimlerini ayırmalarını söyledi. Biz, resim deyince, dağıtılıp gösterileceğini düşünerek rahatladık. Resimlere bakarken zamanın çoğu geçecek diye sevinirken öğretmen, Bakalım siz hayvanlar hakkında bir Müslüman çocuğunun bilmesi gereken bilgilere sahip misiniz? deyip yüzlerimize bakmaya başladı. Pek karşılaşmadığımız bir sözdü bu:”Bir Müslüman çocuğunun bilmesi gereken bilgiler!” Konuştukça konu aydınlandı, eti yenmeyen ya da bizim etini yemediğimiz hayvanlar hangileridir?Konu buymuş. İsmet parmak kaldırdı. Öğretmen söz verince İsmet, tekrarlaya tekrarlaya atlardan kaplumbağalara dek bir çok hayvan saydı. Öğretmen , sayılan hayvanların tırnak özelliklerini anlattırdı. Recep Kocaman, resim ayırımını bitirdiklerini söyleyince, öğretmen, ”Onları arkadaşlarınıza nasıl gösterelim?diye sordu. . Sıralara dağıtılma önerildi, masa önünden geçerek görme öne sürüldü. Bu ara zil çaldı. Öğretmen, Recep Kocaman’ı görevlendirdi:, ”Kocaman, resimler sana emanet, gelince bir şeyler yaparız!”deyip ayrıldı. İkinci derste Recep Kocaman, Harun Özçelik resimleri sıralara bırakarak bir süre resimlere baktık. Gerçek hayvan renginde büyük büyük resimler. Özellikle atlar, köpekler canlı gibi. Resimler arasında koyun, keçi, sığır göremediğini söyleyen arkadaş çıktı. Öğretmen “Bak bak bak, işte buna dikkatsizlik denir. Resimlerini gördüğünüz hayvanlar hangi grup olabilir?” deyince Sami Akıncı bekliyormuş, ”Eti makbul olmayanlar!”diye bağırdı. Öğretmen gülerek:”Ya, işte derse saygı duyup dikkatle dinlemek buna denir!” Sami bunu hepinizden iyi yapıyor!”dedi. . Resimler toplandıktan sonra sıra ile atlardan başlayarak bir çok hayvanın özelliklerini konuştuk. Öğretmen, ”Derse başlarken Müslümanların etini yemediği hayvanlar dedim ama bu Müslüman’dan Müslüman’a değişiyor. Örneğim Asya’da yaşayan Müslümanların bir bölümü at etini yemektedirler. Keza at sütü de makbul sayılmaktadır. Atalarımız da at sütünden içki yapıp içerlermiş. . Arkadaşlardan “Kımız!”diyenler oldu. Öğretmen, ”Ya, evet kımız içkisi!”dedi. Öğretmen sanırım arkadaşları konuşturmak için “Bu konuda çok bilgileriniz var galiba, bildiklerinizi anlatabilirsiniz!” deyince şimdiye dek hiç parmak kaldırmayan 77 Emrullah Öztürk, gülümseyerek parmak kaldırdı. Arkadaşlar hep sustu. Emrullah, az duraksadıktan sonra “Ben, Bulgarların domuz eti yemesini anlatacağım ama!”dedi durdu. Alışılmamış bir konuşma olduğu için arkadaşlar, tıs, pıs etmeye başladılar. Öğretmen hemen söze karıştı, ”Emrullah , biz seni dinliyoruz, sen niçin parmak kaldırdınsa onu anlat!”dedi. Emrullah, ”Çoğunlukla bu ayda, Bulgarlar besledikleri domuzları yerler!”dedi. Mustafa Saatçı, öğretmenin duyacağı yükseklikte “Afiyet olsun!” deyiverdi. Önce öğretmen, zaten bu konuda hazır durumdaki arkadaşlar, öğretmenin ardından güldüler. Öğretmen, ”Mustafa, söylediğin söze arkadaşların güldü, inan ki biraz yüksek sesle söyleyip Bulgarlara da duyursaydın sana teşekkür edeceklerdi!”dedi. Emrullah domuz etinin yendiğini anlatarak konuyu biraz değiştirince öğretmen Emrullah’a, ”Sen bu konuda çok şeyler biliyorsun, bir başka gün onu da anlatırsın diyerek sözünü kesti. Kendisi konuya dönerek, ”Biz, yeri geldiğinde tüm hayvanların kendine özgü yapılarını, insanlara yararlarını inceleyeceğiz. Dinlere göre değişen değerleri bizi pek ilgilendirmeyecek. Ben, bizim dinimiz açısından önem taşıyan, daha açıkçası mekruh sayılan hayvanlar konusuna değinmek istedim. Biz, ders olarak hayvanların, cins özelliklerini, yaşama koşullarını, bize olan yayarlarını bir nebze irdeleyip öğreneceğiz!”dedi. Örneğin, yurdumuzda bizim insanımıza en çok yararı olan sığır türü!”derken zil çaldı. Öğretmen bizlere dönerek”İşte siz buradan başlayarak, besleyip büyüttüğümüz, gücünden, ürünlerinden yararlandıklarımızı saptayıp kısaca defterinize yazacaksınız!”Arkadaşlar, manda, koyun, keçi demeye başlayınca öğretmen, gülerek “A, evet evet, bunu şimdi söyleyerek değil düşünerek derli toplu özetleyip defterinize yazmaya çalışın!”diye uyardı. Öğretmen çıkınca Mustafa Saatçı’ya öğretmenin söylediği söz tartışma konusu oldu. Kimisi öğretmenin kızdığını, o nedenle Mustafa’ya uyarı uyaptığını, kimisi de o nun bir şaka olduğunu, bu nedenle o da şakaya katılmak için öyle söylediğini öne sürdü. Derken birileri Emrullah’a sataştı:”Domuzdan sucuk nasıl yapılır?”Emrullah kızdı, ne söylediği anlaşılmadı ama yakınındakiler küfrettiğini söylediler. Halil, Hüsnü araya girip konuyu değiştirmeye çalıştılar. Hüsnü Yalçın işi ciddiye alarak, ”Size domuz sucuğunun nasıl yapıladığını ben anlatırım!”deyince bir sessizlik oldu. Bu kez ben, ”Unuttunuz mu çoğunuz domuz yağıyla yapılmış börek yediniz!”dedim. ”A, u, gibi sözler edildi ama ben, ”Yunanistan’dan geçerken durduğumuz tren istasyonunda börek yedinizse, işte onlar domuz yağıyla yapılmış böreklerdi!”İdris Destan, bana, ”Senin yeğenin İsmet yedi!”diye yanıt verdi. İsmet sinirlendi, İdris’e takılmış sıfatları söyleyerek üstüne yürürken Mustafa Saatçı, ”İmam olarak açıklıyorum, bilinmeden yenilenler mekruh sayılmaz!”Mehmet Yücel son sözü söyledi:”Aferin İmam, işte böyle; arada bir ağzından doğru bir laf çıksın!”Mustafa Saatçı gülerek, Mehmet Yücel’e”Sana da aferin, benim doğru söylediğimi doğru anlayıp doğru söylediğin için memnun oldum. Böylece, birlikte olduğumuz bu üç yıl içinde senden de doğru bir söz duymuş oldum!”Onların konuşmalarına İsmet karıştı, ”Sizin doğrunuz kesinlikle doğru değildir, olsa olsa yılan doğrusudur. Duymadığımız bir söz duyduk:Yılan doğrusu!Arkadaşlar açıklamasını söylediler. İsmet açıkladı. Yılanlar hızlı giderken dosdoğru gidiyormuş görüntüsünü verirmiş. Oysa arkasından izine bakınca eğri büğrü gittiği görülürmüş. İsmet, ”İskelet’le Hafız, doğru gibi konuşuyorlar ama, onların dilinin altında kesinlikle bir dalavere vardır, az sonra bu ortaya çıkar!”İsmet’in benzetmesini hepimizden çok Mehmet Yücel’le Mustafa Saatçı beğendi. İkisi birden, ”Bu sözün seni çok iyi anlatıyor, bundan sonra bir söz söylediğinde hep bu sözü anımsayıp değerlendirmeye çalışacağız!”dediler. Bu tartışmayı biz açmıştık. Amacımıza ulaştık, Emrullah sakinleşti, Hüsnü Halil’le bana yavaş bir sesle teşekkür etti…. Öğle yemeğimiz gene mercimek, bulgur pilavı…Hilmi Altınsoy bana, ”Abi, şunun içine biraz et koysalar daha iyi olmaz mı?” diye sordu. Omuz silkerek yanıt vermedim. Hilmi, sorusunu değiştirip;”Et olsun da isterse domuz eti olsun, olsa yemez misin?”. Ben, “Domuz etinin özelliklerini bilmediğim için yerim!”dedim. Konu kapandı. Öğleden sonra iki gruba ayrılıp yol temizliği yapacağız. Konuşmalar buraya kaydı. Bir süre derslikte de domuz eti konuşuldu. Salih Baydemir yeni bir yorum yaptı:”Konuşun oğlum konuşun;siz sorunlarınısa konuşarak çare bulacağınızı sanıyorsunuz. Oysa atalarımız:”Lafla peynir gemisi yürümez!’”demiş. Bekir Temuçin bağırdı:”Durun durun, Kara Salih bir şey söylüyor!”Salih, Kara Salih sözüne hep tepki gösterirdi bu kez duymazdan geldi. Sözünü sürdürdü:”Et sayıklıyorsunuz. az önce gördüklerinizden sonra hala et beklemeniz akıl işi değil. ”Et diye tutrursanız, bunları da bulamamakk zorunda kalırsınız, sözüyle ne denmek istendiğni anlamıyor musunuz?” Birden bir kahkaha koptu. Mustafa Saatçı başta olmak üzere herkes”Et istemiyoruz, mercimek bize yeter!’”dediler. Bu arada Mehmet Aygün Kadir Pekgöz’e “Sizin köyde domuz var mı?”diye sordu. Kadir başıyla olmadığı işareti yaptı. Sefer Tunca ise “Domuz olmasa köye Domuzormanı denir mi?diye sordu. Bir grup gülünce birkaç tartışma birden başladı. Sami Akıncı önemli bir duyuru yapacakmış gibi kalktı:”Susalım arkadaşlar dedikten sonra, bu et sorununun okul yönetimi bakımından sakıncalı bir tarafı var, Müdür Beyin kulağına giderse çok üzülür. Benden söylemesi!”dedi yerine oturdu. Bir süre susuldu. Bence Sami çok haklıydı;üç yıldır, kendi evlerimnizde yemediğimiz güzel yemekler yedik. Onları veren okul yönetimi durup dururken neden kessin?Demek çok onemli bir nedeni ver. Bunu arkadaşlara ayrı ayrı anlatmak kolay da hep bir arada olunca iş zorlaşıyor. Hepsi dinlemeye kalksa içlerinden biri cıvıtınca tüm anlatılanlar boşa gitmiş oluyor. Kendi kendime numara sırasıyla arkadaşların hepsini sıraladım:Sam Akıncı’nın dediğini doğru anlayamayacak(Onlar da inadına gitmet için) 4 arkadaş ancak çıkacaktır. 6 Ali, 7 Fettah, 53 Ali, 77 Emrullah. Belki bunlardan bile katılacaklar olabilir. Böyleyken tüm arkadaşlar:Mercimek çorbası, pekmez ya da etsiz yemek konusunu ortaya atıp işi uzatıyorlar. Bu arada Okul Yönetimndeki hoşgörü değişikliğine de şaşıyorum. Karaağaç-Edirne’de voleybol topuna ayakla vurdu diye arkadaşımızı okuldan uzaklaştırmışlardı. :45 Mustafa, . Yine bir arkadaşımızı çok konuştuğu, arkadaşlara takıldığı için( 43 İsmail)Bir üçüncü arkadaşımızı ise:”okuldan uzaklaştırılan arkadaşının niçin uzaklaştırıldığını sorduğu için(39 Çeneli Kemal) ilk 15 gün içinde evlerine gönderilmişlerdi. Oysa şimdilerde böyle davranışlara hiç bakılmıyor. Ders yılı sonu geldiğinde sayısız arkadaş köye gönderilme korkusu içinde kıvranırken sınıf geçtikleri muştulanıyor. Bu nedenle bizim derslikte:”Oh be, ne iyi sınıfımı geçtim!” sözünü birkaç arkadaş söylüyor. Büyük bir grup ise:. ”Nedense bana bu yıl da sınıf atlattılar!”diyerek acılı bir sevinç yaşıyor. . Sanırım bu yıldan sonra onu da demeyecekler. Çünkü şimdiki Enstitülüler bir yılda iki sınıf atlatılırken bizimkilerin okuldan uzaklaştırılması söz konusu olmayacaktır. Bence bu yemek tartışmaları, işleri eleştirmeler biraz da bundan ilşeri gelmektedir. Verilen işleri eksiksiz yapanlar, yapmak için çabalayanlar bu nedenle haylaz takımınca eleştiriliyor. Atölyedeki konuşmalardan zaman zaman bunu anlıyoruz. Bizim marangozluk atölyesinin üç öğretmenimiz de bunu açık açık söylüyor. ”Suyu getirenle destiyi kıran” aynı değerde tutulmamalı!”Dalgın dalgın bunları düşünürken Halil Basutçu uyardı:Yat zili vurdu. Kalkarken İsmet geldi:Dayı ne düşünüyorsun?”Deryada gemilerin mi battı?”dedi. Birlikte derslikten çıktık.
Sağımda Halil Basutçu, aramızda yeğenim İsmet Yanar.
“Deryada gemilerin mi battı ?” battı sözü İsmet’in babası Muhittin Eniştemin sözüdür. , o, bunu çok kullanır. Babamsa o söze “Muhittin’in kurtuluş sözü derdi. Babama göre Muhittin eniştem içine düştüğü sıkıntılı durumdan bunu söyleyerek çıkarmış. Kahvede kim bu sözü söylerse babam ekler:”Bu söz Muhittin’in can simidir!”. Sonra da gülerek anlatır:”. ”Muhittin sıkılınca kendini denize düşmüş sayar, herhalde. Önce bir deryayı anımsar, sonra da bir can simidi gereğini duyar. Böylesi bir sıkıntıdan sonra bir göğüs geçirir;eğer kahvedeyse kesinlikle herkese birer kahve söyler, neşeli neşeli cambaz fıkraları anlatır!”der. Cambaz. Kent-Belde pazarlarında hayvan alıp satanlara denir. Muhittin Eniştemin fıkralarından ikisi:Cambazın biri uzun süre beklediği gibi iyi bir kazanç sağlamamış. Pazarın birinde şansı dönmüş umduğundan çok kazanmış. Tapladığı paraları arada gelip durma(Pazarlarda gelenlerin belli bekleme yerleri olur. ) yerlerindeki eşine veriyormuş. Kadın, paraları çaldırmamak için şalvarının içine saklıyormuş. Tuvaleti gelince çaresiz bir yer aramış. Aradığını bulmuş ama, gizli iş görme telaşı içinde para çıkınını düşürmüş. Cambaz gene her zamanki gibi boş avuçla evine dönmüş. Bu öyküyü dinleyen bir başka cambaz topladığı paraları karısına vermek yerine atın yem torbasına koyuyormuş. Eşni de torbaya gözleriyle mukayyet olması tembihini yapıyormuş. Sıcak bir günde kadın uyuklarken arabanın arkasındaki at başını uzatıp kendisinin olarak bellediği yem torbasını çekmiş. Paraların bir bölümünü ak kemirmiş, bir bölümü de ortalığa dağılmış. Bu olumsuz duırumlardan sonra Cambazların Piri, cambazlara kadınlarını pazarlara götürmelerini yasaklamış. . Kahvedekiler kaç kez dinlerse dinlesin bunlara kahkahalarla güler, arkasından da”Eksik eteklerin yapacağı bu kadardır!”deyip kadınlar üstüne başka öyküleri sıralarlar. . Ben bunları düşünürken herkesin uyuduğunu duyumsadım. Hilmi hemen yakınımda, Yeğenim İsmet az uzağımda sesli solunumlarını sürdürüyorlar. (Horluyorlar)