Önce..
Yazılarıma bu adı koyarken çok düşündüm: Ben gerçekten Bir Köy Enstitülü müyüm? Köy Enstitüsü'nde okudum, ama nasıl okudum, ne kadar okudum? Köy Enstitüsü denilen yerde bir süre bulunmak, o kişiyi Köy Enstitülü yapar mı? Öncelikle de Köy Enstitülü olan bir kişiyi Köy Enstitülü olmayanlardan ayıran özellikler nelerdir?Doğrusunu söylemek gerekirse bunları tam olarak ta başlardan beri öğrenemedim. Bildiğim kadarıyla Köy Enstitüleri, görkemli sunuşlar içinde ortaya getirilmişti. Buna karşın, çiçeğe dönüşen fidan durumuna ulaştığı bir dönemde dalı budağı kesilip Dede'ler için bez bağlanmış püsküllü ağaç gibi (Sevenlerle sevmeyenler neredeyse işbirliği yaparak)bambaşka bir kurum kılığına sokulmuştu. Bu acayip değişimlere içi titremeden bakanlar, kapatılınca da tümden görmezden gelip susmayı yeğlediler. Aradan uzunca bir süre geçtikten sonra, eveleme geveleme türünden dönüş yapmaya kalkışanlar oldu.. Bu dönüş, gerçekte yurt gereksinimlerine dayandırılmadan, Köy Enstitüleri'nin kuruluş nedenleri, kuruluş yıllarının yaşam koşulları göz ardı edilerek salt bir övgü yumağı biçimine sokuldu. Bu övgü esintileri, Köy Enstitüleri'nin kuruluşunda başlatılan sövgü taifesi için de bir “Kalk Borusu” imi oldu. Onlar da saldırıya geçince ilk günlerdeki zıt görüşler tıpkıbasım olarak bir kez daha gündeme oturdu. Oysa tartışılan konu ortadan kalkmıştı. Böyleyken Köy Enstitüleri özellikle karşıtların dilinde olumsuzluk bildiren bir dilpesendi olarak sürdü Onların amacı, olumsuz havayı sürdürmek, kamu belleğine gerçekle yakından uzaktan ilgisi olmayan yapay ya da uyduruk bir Köy Enstitüsü kavramı yerleştirmekti. Bu arada, az da olsa yapılan haksız saldırılara karşı duranlar, içtenlikle konuya arka çıkıp gerçeğine uygun savunanlar oldu. Salt sağduyu dürtüsüyle savunmaya geçenlerin bir bölümü zaman içinde saldırıların anlamsızlığını ortaya dökmeye çalışırken, savundukları kurumların yok edilmiş olması nedeniyle -belge yoksunluğu yüzünden- savlarında bilerek bilmeyerek abartıya kaydılar.İnsanları, düşünceleri için yargılamaya kalkacak değilim. Ancak, bu denli zıtlıklara neden olan Köy Enstitüleri, 70 yıl gibi uzunca bir zaman sürecinde, belleklerde değişik izler bırakarak titreşimli bir görüntü veren bir nesneye dönüştü. Üstüne üstlük, konuya eğilenlerin, yandaş ya da karşıt olsun, saldırılarda olduğu gibi, savunmalarda da kullandıkları olumlu ya da olumsuz çarpıcı sözcükleri nedeniyle söz konusu titreşimler bile özünden uzaklaşarak, bambaşka renkleri yansıtır oldu. Oysa Köy Enstitüleri, bir yasayla kurulmuş, T.C. Devletinin bir kurumuydu. Amaçları, işlevleri, benzer kuruluşlar gibi yasalarla, yönetmeliklerle saptanmıştı. Bu nedenle Köy Enstitüleri olgusunda herhangi bir değişme ya da görüntüsünde bir titreşme söz konusu olamazdı. Nitekim yasalar açısından eleştirme şöyle dursun, halk deyimiyle, kimsenin gıgı bile çıkmadı. Sorun, daha doğrusu olayı düşmanlığa dek götüren karşıtlık, uygulama yöntemlerinden, yorumlardan, özellikle de geleceğe yönelik bireysel çıkarların kaybolacağı kuşkusundan kaynaklanıyordu. Gerçekte bu, oldukça geniş bir kesimin, örneğin toprak ağalarının, toprağa dayalı avantacıların sinsice yaydığı tevatürlerin ardından, T.C devletine karşı olma girişiminin bir direnç gösterisiydi. Ancak, dışımızdaki olaylar, Alman ordusunun tüm Avrupa'yı çökertmesi, yurt düzeyinde savaş hazırlıkları, dolaylı olarak TSK etkeni, karşıtları, büyük çıkışlar yerine küçük ama etkili Cumhuriyet kazanımlarını dinamitleme yoluna döndürdü. Deyim yerindeyse, kökleri Cumhuriyet öncelerinden kaynaklanan çıkar takımı, filmlerde çok görülen, hani içerde oturduğunu gördüğü adamın üstüne varamayan ödlek kiralık katilin adamın dışarıda asılı paltosunu bıçaklaması gibi, Köy Enstitüleri de birilerinin T.C.'ye hıncı yüzünden hançerlenmiş oldu. Bunların nedenleri, niçinleri yeri geldikçe belgelerle irdelenecektir.Ancak benim Köy Enstitülü olmam bunlarla doğrudan doğruya ilgili değildir. Yukarda değindiğim değişkenlik içeren Köy Enstitülü tanımı dışında kalanlar da vardır. İşte ben, bu çok değişken duruma dönüştürülmüş Köy Enstitülerini düşünerek “Bir Köy Enstitülü” adını seçtim. Olaylar ortaya geldikçe durumun aydınlanacağını söyleyebilirim. Bir Köy Enstitülü” oluşum, okuduğum Köy Enstitüsü ile ilgili olmadığı gibi, karşıtların “Tü-kaka!”dedikleri, ya da yandaşların binbir gece masallarına dönüştürdüğü Sultan Şehriyar-Şehrazat'ın öyküsü türünden anlatılara da dayanmamaktadır. Benimki, birbiriyle ilgisi olmayan olaylar içinde kişisel çabalarıma, üslendiğim görevlerdeki başarı durumlarıma bakarak, kimi zaman olumluluk, kimi zaman da olumsuzluk yükletilmiş bir sıfattır, bir ündür..Örneğin, Hukuk Fakültesine girebilmem için lise diploması istendiğinde dışardan bitirmek üzere bir lisede sınavlara girmiştim. Sınavına girdiğim lise öğretmenlerinin, dışarıdan girenlere not vermekte isteksiz oldukları söyleniyordu. Kendime güvenim vardı, duraksamadan başvurumu yaptım. O yıllar lise bitirmelerin yazılı soruları Milli Eğitim Bakanlığınca gönderiliyordu. Kompozisyon-Edebiyat-Tarih-Felsefe yazılı, öteki dersler sözlü olarak veriliyordu. Sınavlarına girdiğim lisenin 120 son sınıf öğrencisi vardı. Sanırım 10 kadar da benim gibi dışardan bitirmeye girenler bulunuyordu. İlk yazılı kompozisyondu. İki gün sonra edebiyat öğretmeni beni tanımak istemiş, konuştuk. Dışardan girenlerden tek benim kazandığımı söyledi. Hiç önemsemedim. Öğretmen duramadı, altmış kadar öğrencinin kaldığını, benimse tam numara aldığımı ekledi. Sevindim. Üç gün sonra tarih öğretmeni de aynı şekilde benim tam numara aldığımı duyurduğundan başka, bana tarihsel konularda yazı yazmamı önerdi. Edebiyat yazılımdan da tam numara alınca bu kez Okul Müdürü(Şükrü Kutlu) çağırıp beni kutladığı gibi öğretmen odasında beni öğretmenlere tanıttı. Ancak, ne düşündüyse düşündü, az durakladıktan sonra; gülümseyerek “Hem de arkadaş ‘Bir Köy Enstitülü!'” dedi. Bu söz öğretmenler üzerinde değişik etkiler bıraktı. Sözlü sınavlarda ilginç sorularla karşılaştım, oldukça da zorlandım. Gene de iyi derecede bir diploma alabildim…
Çalıştığım bir okulda okuttuğum derslerin azlığı nedeniyle Müdür Yardımcılığı yapıyordum. Başka bir okula nakledildim. Gittiğim okulda aylardır bir Müdür Yardımcılığı açıkmış. Atama belgem gelince Okul Müdürü sevinmiş. Ancak, “Bir Köy Enstitülü” olduğum söylenince öğretmenler karşı olmuş, aralarından birini rica minnet öne sürüp , elbirliği ile açığı, ben doldurmayayım(!) diye kapatmışlar. Ben göreve başladıktan kısa zaman sonra olayı kendileri anlattılar. İlginçtir; o ders yılı sonunda tek ben, hem İl Makamından(Vali Alaettin Eriş) teşekkür, hem de Milli Eğitim Bakanlığından A başarı belgesi aldım. Bu kez il Milli Eğitim Müdürü, benim olmadığım bir toplantıda öğretmenlere çıkışmış: “‘Bir Köy Enstitülü' başarıyor da siz neden başaramıyorsunuz?” demiş.Bir başka ilde çalışırken bir gün dersime yeni atanmış olan Vali geldi. Valinin, daha önce Niğde ilinde bulunurken Bizim Köy yazarı Mahmut Makal'ın oldukça üstüne gittiğini, yerli yersiz cezalar verdiğini basından biliyordum. Dolaylı olarak da Köy Enstitüleri karşıtı sözler söylediği günlük gazetelerde çıkmıştı. Vali, dersime habersiz gelmişti ama ben kimse gelmemiş gibi davrandım, öğrenciler de benim doğal tavırlarımdan etkilenerek rahat oldular, dersimiz her günkü derslerden biri gibi bitti. Ders sonunda Vali “Müstefid oldum!” deyip çıktı. İki gün sonra Milli Eğitim Müdürü beni çağırdı, “Hemen bir dilekçe yaz, Vali Bey seni Milli Eğitim Müdür yardımcısı olarak istiyor!”dedi. Dilekçe yazmadım, “İsterse kendisi atayabilir, dilekçe verirsem nakil isteme hakkımı kullanmış olurum!” dedim. Ayrıca, Vali Beyin Mahmut Makal konusundaki durumunu anımsattım. Milli Eğitim Müdürü gülerek, “Ben Vali Beye “ O, Bir Köy Enstitülü'dür!”dedim ama o bunun üzerinde hiç durmadı, senin için bir kadro bile istedi!” dedi.
Milli Eğitim Müdürü Haydar Berköz'ün VALİ BEYİN ÇAĞRISINA UYMAM İÇİN yazdığı mektuplar
Çalıştığım bir lisede son sınıf öğrencileri Molière'den bir piyes hazırlıyordu. İlgili öğretmen bir gün provaları görmeye beni de çağırdı. Piyeste bir söz geçmişti: “Seni, Sèvres porseleni gibi parçalarım!” Öğrenci, “Sevres” deyince ben, “Bizim Sevr olarak söylemeye alıştığımız, halkımızın da bu seslendirmeye yatkın olduğunu” söyleyerek uyardım: “Sèvres değil, “Sevr” de, Fransızlar da öyle dermiş, biliyorsunuz, Sèvres yani Sevr aynı zamanda bizim tarihimizle de ilgilidir, kötü bir anlaşma yapılmış!”diyerek öğrencileri aydınlatmaya çalıştım. Bir gün sonra öğretmen odasında bu sözler büyük bir olay olarak ele alınmış: Ben Sèvres'i Fransa'da demişim, oysa Sèvres İsviçre'deymiş. Tarih bilgim işte bu kadarmış, Köy Enstitüleri'nde zaten tarih okutulmamış v.b. Fısıltılardan bir şeyler sezinledim ama hep başka şeylere yordum. Derken biri patladı, “Sèvres nerede?” dedi. Hiç duraksamadan “Fransa'da!” deyince bir gülme salvosuyla karşılaştım. Olay anlaşıldı, bu kez ben gülmeye başladım. Arkasından dilimin döndüğü ölçüde söyleyeceklerimi söyledim. Konuşmalardan sonra Lozan'la Sèvres'i karıştıranlara, gerçekte de söz konusu antlaşmaları bile öğrenemeden diploma almışlara acıdığımı söyledim. Elli dolayında lise öğretmeninin 30 kadarı fakülte bitirmişti, iki felsefeci, dört edebiyatçı, üç tarihçi ben anlatırken hala inanamadıklarını, Sèvres'in İsviçre'de olduğunda direttiler. Fransızca öğretmeninden Petit Larousse'u alıp Paris bitişiğindeki Sèvres'i gösterdim. Bu kez de “Orada da bir başka Sèvres olduğu” savını öne sürdüler. İşte tam o günler resim öğretmenine Paris'teki bir arkadaşından mektup geldi. Arkadaşı (ressam Bayram Küçük), iki gün önce Sèvres'e gitmiş, Sèvres antlaşmasının yapıldığı salonu görmüş, o günkü duygularını katarak durumu arkadaşına anlatmış. Bilgiç (!) fakülteliler, uzun bir süre bunun acısını içlerinde taşıdılar. Kendi aralarında bir süre konuşmuşlar: “Vay canına, Bir Köy Enstitülü bize tam ders verdi!” deyip durmuşlar.Türk Dil Kurultaylarının birinde İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu okullardaki dil çalışmalarını yeterli bulmadığını, 80 yaşına karşın kendisinin sözcükleri doğru kullanmada gösterdiği titizliği ders öğretmenlerinin göstermediğini söyleyince, genç bir Türkçe öğretmeni, sanırım konuyu değişik açıdan ele alarak İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu'na beklemediği bir yanıt verdi. Bu arada kendisinin Köy Enstitüleri'nde okuduğunu da söyledi. İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu yeniden söz alıp yanlış anlaşılmaları düzeltti, ancak yanlış anlaşılmış olmanın üzüntüsüyle olacak, az önce konuşan genç öğretmene, dikkatli dinlemeyi önerdikten sonra “Bir de Köy Enstitülü olduğunu söylüyor, benim de fikirsel olarak katkılarım olan Köy Enstitülerinden böylesi dikkatsizlerin çıkmış olmasına üzüldüm” diyerek yerine dönmek için merdivene doğrulunca önde oturanların en genci olduğumdan koşup koluna girdim, dik sahne merdivenini birlikte inerken hemen önümüzde oturan Behçet Kemal Çağlar, “Üzülme üstadım, mutlu ol, koşup koluna giren de Bir Köy Enstitülü!” dedi.Yakınımızda oturanlar konuşmaları ilgiyle izlediler.Son okuduğum okul, ülkenin bir dönem en saygın yüksek okullarından biriydi. Kız-erkek ayırımı olmadığı için günümüz üniversite öğrencilerinin ulaştığı düzeyde arkadaş ilişkileri kurulabiliyordu. Benim okuduğum bölüm salt erkekti. Otuz arkadaştık. Bu azlığa karşın birim birim kümeleşip küçük birimlerimizle gezip dolaşıyorduk. Özellikle ben öteki kümeciklerdeki arkadaşların pek azıyla yakınlık kurmuştum. Candan diyebileceğim 5 arkadaş seçmiştim, onlarla yetiniyordum. Bizim bu beş arkadaşla yakınlığımız öteki arkadaşların dikkatini çekmişti. Arkadaşlar önemli bir dersimiz olan Sosyoloji-Psikoloji konularından esinlenerek bizim beşliye Klan adını vermişlerdi. Aramızdan su sızmıyodu.( Arkadaşlar öyle diyordu) Arada, başka bölümlerden az da olsa yaklaşanlar da bulunuyordu. Bizim Klanda yalnız ben şiir günlerine katılıp şiir okuyordum. Onlara göre benim bir şairlik tarafım vardı.
Klan üyeleri: Soldan sağa, Sırrı Özerdem-Kemal Kuyaş-Ahmet Erbatu-İbrahim Tunalı-Hüseyin Düzoğlu Gazi Eğitim Enstitüsü önünde
"Klan üyesi" Sırrı Özerdem’in notu
Ayrıca o günlerin Yurttan Sesler radyo grubu vardı, onun okulumuzdaki uzantısı içinde olduğumdan müzik etkinliklerinde de görülüyordum. Ankara'nın o ünlü haftalık Cumhurbaşkanlığı Orkestra konserlerini, opera-tiyatro gösterilerini izliyordum. Bu çok yönlü ilgime arkadaşlarım imrenerek bakardı. Nedense onlar benim gösterdiğim özveriyi kendilerinden esirgiyordu. Bir bakıma, görünürdeki dışadönük etkinliklerim bana kolay arkadaş edinme olanağı da sağlıyordu. O dönem, okulun en güzel kızlarından biri, sanırım en güzeli (öyle deniyordu) benimle arkadaş olmak istedi, önce kuşkuyla bakmama karşın içtenliğini anlayınca, ben de ona yakınlaştım. Bizim küçük grubumuzun adı Klan'dı ya,.bu nedenle benim arkadaşıma hemencecik Totem sanı verildi. S. bizim klanda Freud diliyle totem-tabu simgesi olarak anılmaya başladı. Beş kişilik klanımızın benim dışımdaki dört üyesi de evliydi. Bu da herkesçe biliniyordu. Derslerimizin olmadığı bir gün öğrenci çayevinde imza geliştirme yapıp vakit geçirirken S'nin de soyadı T ile başladığından, S imzasını benim imzama benzetmeye çalıştığını söyledi. Ben, Alman gotik İ'lerini andıran kıvrımlı bir i'den sonra T'nin tepe çizgisini kıvrım kıvrım uzatarak sözde Tuna nehrinin coşkun dalgalarını imzamda yansıttığımı söylemiştim. S de, buna benzer çizgiler çizmiş, “Ben de Tuna'nın sakin akışı çizdim!” deyip yeni imzasını gösterdi. Arkadaşlardan takılanlar oldu, “Ne o S, elini geleceğe alıştırıyorsun galiba!” S kendine güveni olan bir arkadaştı, düşündüğünü söyler, söylemek için de kesinlikle iyi düşünürdü. “Neden olmasın? Neden geleceğimi düşünüp hazırlık yapmayayım?” deyiverdi. Arkadaşlar bakıştılar, ancak söylenebilecek sözlerin önü kesilmiş gibiydi. Ben olayı anlamazdan geldim. Anlasam da orada konuşacak değildim. Ancak arkadaşların, özellikle de içlerinden birinin bu küçük olayı daha sonra kurcalaması, S ile olan ilişkimiz gibi onun niyetini de açığa çıkardı. Bir süre sonra S anlattı. İçlerinden o biri dediğim ki, bizim klanın en yaşlısıydı, S ona ağabey diyordu, S'nin dikkatini çekmiş, benim için: “Bir Köy Enstitülü!”demiş. S bunu bana söyleyince ben “Ne var bunda?” dedim. S şaşkın şaşkın baktı, “Bunda ne olduğunu anlamadın mı? Biraz düşünürsen anlayacaksın, ben çok iyi anladım!” Bir süre sonra S, yeni çektirdiği bir resminin arkasını ustaca (Resim bölümündeydi) kağıtla kapatmış, kurşun kalemiyle “Totemden klana” yazmış, ayrılırken masanın üstüne bırakıp gitti. Arkadaşlar “resim kimde kalacak? konuşması yaparken biri resmin arkasındaki kağıdı çıkardı, “Resmin kimde kalacağı burada yazılı!” diyerek yazıyı gösterdi. Yazı, “Bir Köy Enstitülü'ye”, imza da benim o günkü imza denememin benzeri, sakin Tuna akışını gösteren çizgili imzaydı. Geçen zaman içinde ben S'nin Ağabey dediği arkadaşı unuttum ama o söz nasıl bir etki yaptıysa belleğimde hep kaldı gitti. Üstelik yazı okununca arkadaşın alt dişleriyle üst dudağını kemirmesini, ince beyaz yüzünün kan kırmızı oluşunu, o görüntüyü bugün bile o günkü gibi anımsıyorum. Oysa o doğru söylemişti; gerçekten ben Bir Köy Enstitülü'ydüm. Ancak arkadaşın bunu söylemekteki kapalı niyeti daha sonraları sayısız nifak saçıcıların aynısıydı: Köy Enstitülü fobisi…
Bilgiçler katında karşılaştığım bir başka olay da 2 Mayıs 1977 tarihlidir. Bilindiği gibi bir gün önce Taksim Meydanında kangövdeyi götürmüş, tam saptanamadığı için abartılı haberlerle yüzlerce insanın öldüğü yayılmıştı. Küçük kızımın rahatsızlığı nedeniyle o pazar günü dışarı çıkamadığım gibi radyo ya da TV açıp haberleri izlememiştim. Pazartesi günü okula gidince görevliler, Okul Müdürünün beni çağırdığını söylediler. Müdür odasına girdiğimde okulun (Kültür Koleji) müdürü(Celil Altın) bana dönerek “Durun, bu adam bilir, bir de ona soralım!” dedi. Karşımda beş genç öğretmen vardı, ben gelmeden önce aralarında sorulan soruya inandırıcı bir yanıt verememişler, kitaplığın açılmasını bekliyorlarmış. Hepsi fakülte bitirmiş, lisede tarih okutuyordu. Soru geldi: 31 Mart isyanı patladığında ilk gün kaç kişi öldü? Ben, niçinini, nedenini sormadan, “Bir asker, bir politikacı, bir de gazeteci öldürüldü. İki ölüm daha oldu ama bunlar günümüze dek tartışmalı sayıldı. Çünkü öldürülmelerinin nedenlerini isyana bağlamak olanağı kesin olarak saptanamadı. Ancak, isyan bastırılınca suçluların asılmalarıyla 31 Mart 1908 isyanında ölenlerin sayısı uzun süre değişik söylendi. Yirmi diyenler çıktığı gibi kırk diyenler de oldu. Bu sayı günümüzde bile kesin bilinememektedir. Taraflara göre değişen bir sayısal sonuç sürüp gelmiştir.” dedim. Okul müdürü, öğrenciliğinden beri beni tanırdı, arkadaştık; bana güveni vardı. Karşısındakilere, ilk sözünü tekrarladı “Demedim mi ben size, bu adam bilir!” Gülerek, “Bu bir Köy Enstitülü'dür” sözünü ekledi. Kendisi de aynı ocaktandı: Sözünde biraz bencillik kokusu sezilmesine karşın “Bu kadarcık olur” sayarak gülüştük. Ben, o acı olayı da orada öğrenmiştim: “Taksim alanından, öteki ara sokaklardan insan cesetlerinin kaldırılması hala sürdürülüyor!” dediler…
Köy Enstitüleri olgusu üstüne bilgi düzeyi sıfır olmasına karşın, kaleme sarılıp okuyucusuna onlar hakkında gerçek dışı yakıştırmalar anlatan yazarları şiş kebabı benzeri, bir sıraya koysak, ya da her birini bir halka sayıp sıralasak, sanırım Ankara-İstanbul arası bir zincir bağlantısı oluşturur. Ne var ki bu çokluğa karşın anlatılanlar bir başlık altında toplansa, üç-beş başlığı geçmez. Ulunay'dan Uluengin'e uzanan bu zincir, Türk basınında ibret alınacak bir görev duyarsızlığı belgesidir. Ancak bunların yazdıkları okununca, şemsiyesi altına sığındıkları Türk Basınının da bütünüyle evrensel ilkeleri içine sindiremeyenleri barındırdığı ortaya çıkmaktadır. Sayısız örneğe karşın, içlerinden kendine özgü yakıştırmaları olan ancak belli aralıklarla ortaya getirilen üç mostralığa değinmekte yarar buluyorum. Attila İlhan, Engin Ardıç, Hadi Uluengin. Bu üç Köy Enstitüsü ısırganının (ısıran değil ısırmaya kalkışan anlamındadır) gerçekte Köy Enstitüleriyle yakından uzaktan bir ilgisi yoktur. İçlerinde yalnızca Attila İlhan Köy Enstitüleri'nin açık olduğu günlerde yaşamış, bir köy enstitüsüne de uzaktan göz ucuyla bakmıştır. Bu bakış, bu bilgi edinme, bu izleme ise, babasının kaymakamlık yaptığı Bahçe ilçesine gittiği sırada yapılan bir kutlama törenini babasının yanında yarın saat kadar dikelmesiyle sınırlıdır. Adı geçen ilçede Düziçi Köy Enstitüsü vardır ama konum olarak ilçe ile okul arası aşılmaz dağlarla ayrılmış olduğundan, ulaşım o günlerde tam anlamıyla dolaşımlıdır. Biraz da bu nedenden dolayı Attila İlhan oraya babasıyla çok kısa bir süre gidip kalabilmiş, öğrencilerin yaygın iş etkinlik sürecine rastladığından,onlarla yakından ilişki kuramadan ayrılmıştır. Yazılarında “Tanırım!” dediği Köy Enstitülerinden öteki üçünü de, görse görse ancak tren pencereleinrden görmüş olabilir. Bunlar: Arifiye, Savaştepe, Kızılçullu Köy Enstitüleridir. Attila İlhan, belgeli öğrenci durumda bulunduğu sıralar bir de Osmaniye Kurtuluş gününe konuk kaymakam olarak gelen babasının yanında görülmüştür. 5/1/1943 gecesi Osmaniye Halkevinde yapılan törene Düziçi Köy Enstitüsü'nden de 20 kişilik bir grup gitmiş, iki oyun, iki şiir, iki marş, dört türkü ile Osmaniyelilerin mutluluğunu paylaşmışlardır. Attila İlhan'ın Düziçi Köy Enstitüsü üstüne, kendi sözcükleri ile söylemek gerekirse tetkiki de, tesbiti de bu kadardır(!) Oysa o, Köy Enstitüsü öğrencilerinin ellerinde mandolinler, Mozart çalarak yolcu eğlendirdiklerini tekrar tekrar anlatıp durmaktadır Hem de mandolinle Mozart çaldırdırtarak… (!) Demek ki, kendi deyimiyle, tetkik, tesbit işini zamana yayma yerine konuya derinliğe dalıp, dipleri karıştırmayı yeğlemektedir(!)
Attila İlhan, Hangi Batı, Bilgi Yayınevi, 4. Basım, 1996.
Attila İlhan, Hangi Sol, Bilgi Yayınevi, 2. Basım, 1976, s. 233.
Attila İlhan, Hangi Sol, Bilgi Yayınevi, 2. Basım, 1976, s. 190.
Attila İlhan'ın tevatürleri, 1990'a girilmeye ramak kalındığı bir süreçte Engin Ardıç tarafından da ele alındı. Hem de bu kez “Salya sümük” deyimleri, velet, paçoz, kelek, karpuz sözcükleri eklendi. Salya sümük ve de mandolinle Mozart çalma!?…
Engin Ardıç, Tempo, Yıl 2, Sayı 28, 9-16 Temmuz 1989.
Engin Ardıç için fazla söze gerek görmüyorum. 20 yıla yaklaşan bir süre önce, bir yazısı diyemeyeceğim, tastamam onun iç dünyasını ele veren bir varak-ı pespayesiyle karşılaşmıştım. Kendisini tanımadığım gibi adını bile duymamıştım. Herzelerini, Türk basını adına bir küçüklük belgesi olarak algıladım. Eskilerin deyimiyle “Üslub-i beyan, ayniyle insan!” deyip, dilimin döndüğünce, üslub-i hakim ölçülerini gözeterek, onun düzeyine düşmeden ancak onun düzeyindekilerin rahatça algılayabileceği bir biçemde yanıt vermiştim. Kendisini tanımaya da gerek görmemiştim. Çünkü çok iyi bildiğim Kretschmer'in bilimsel tiplemelerine göre bu tür böğürtüleri hangi yapıdaki kişilerin yapabileceğini kestirebiliyordum. Nitekim bir süre sonra yanılmadığımı gördüm: Bir TV izlencesinde Kretschmer şablonuna tıpatıp uygun bir Piknik tiple, halk deyimiyle “Yemek için yaşayan” hantal bir gövde ile karşılaşınca sevinemedim (Çünkü insanlara insan olarak saygım vardır) ama gene de kendimi tutamayarak gülümsedim. Ferhan Şensoy'la arkadaşlığını öğrenince ise yadırgadım. Tepkim, ona değil Ferhan Şensoy'a idi. Hint masalları, (Kelile-Dimne, Pacatantra -Depçeli), Ezop, La Fontaine öyküleri belleğimde sıralanıverdi: Gülle Sinek, Çiğdemle Solucan, Deniz Kızı ile Hippopotam, küçüklü büyüklü ceylenler-çakallar, süşünler-çıyanlar!…
Olayın bir ilginç yanı, 10-15 yıl ara ile adlarına engin takılmış iki kişinin birbirlerini tıpatıp izlemiş olmasıdır. Bunu bir arkadaşa söylediğimde arkadaş gülerek “Ne var bunda? Kurt kurdu izler, aslan aslanı, çakal da çakalı. Çakal aslandan zırnık koparamayacağını bildiği için semtine bile uğramaz. Ama çakal, kesinlikle daha uyuz bir çakaldan yararlanacağını umduğu için onun izinden gider!” dedi.Bunu, düşünmeğe değer buldum. Gerçi iki engin arasında “ulu” farkı varsa da karaladıklarının içeriğinde ululuk mululuk farkı, fark edilmiyor. Konuşma biçemlerine bakanlar biraz dikkat edince belki bir ayırıcı sıfatı takmak isterlerse, ulu olana ulu, ötekine de sulu diyebilirler. Ben gene de bu insancıkların, takındıkları megaloman görüntülü tavırlarının kaynağını merak ediyorum. Bu benzerlik, ululuktan çok, adlarındaki engin sözcüğünün anlamından kaynaklanyor olmalı,diyorum.. Gerçekten, dikkatsiz takımı sözlükleri ya da ansiklopedileri açıp salt birinci maddeyi okuyunca engin sözünün anlamını, genişlik, uzunluk, uçsuz bucaksızlık, kısaca makbul bir anlam olarak öğrenmiş olur. Bu sonsuzluk gibi sergilenen anlam, onu sıfat olarak seçenlerde bir, coşku, bir üstünlük egosu oluşturabilir. Ne yazık ki,okunan maddelerin altındaki ikinci anlama bakınca tanım bunun tersini göstermektedir. Şöyle ki, engin,aynı zamanda sığ, çukur hatta alçak anlamını taşımaktadır. Kısaca diyebilirim ki, sözcükler, ad olarak kullanılırken o kişiye fazla bir onur vermezler. Tersine kişilerin özellikleri, insanlıkları, insanlar için başardıkları ünlerle anlam kazanırlar. Örneğin dilimizdeki yavuz sözcüğü, hırsıza takılınca bir kurnaz hırsız kalıbından çıkamazken Fatih Sultan Mehmet'in torunu 1. Selime takılınca, Yavuz Sultan Selim dizgesinde olduğu gibi insanların belleğinde olağanüstü bir titreşim yapmaktadır. İki engin bilgi sahibinin tıpkılığından söz ettim ama ele aldıkları olaylarda birincinin vırvırlı konuşma biçemine karşın ikincide “bilimsel (!)” ölçekler ortaya getirilmektedir. Bu ayrıcalığını sezmiş olan 2.ulu'lu kişi kestirip attı: Köy Enstitüleri'nde okuyanlar VASATTIR!
Hadi Uluengin, Hürriyet, 21 Nisan 1994.
Ne ilginç, tam yüz yıl önce Fransa'da A. Binet, insan zekasını ölçmek için ter dökmüştü.. Binet'ler, Simon'lar, bireylerin zekalarını ayrı ayrı ölçmek için çalışadursun, (A.B.D) Stanford'lu L.M. Terman, Alman W. Stern didinsin dursun, Hadi Uluengin ulumalı-ulumasız enginliği ile kitlelerin zekasını toptan piyasaya sürdü. Anhası minhası yok, Köy Enstitülerinde okuyanlar “Toptan Vasattırlar!” “Köy Enstitülerine giden çocuklar kırsal kesimdendir, yetişme koşulları nedeniyle, örneğin dil gelişmemişliği, toplumsal baskılar nedeniyle onlarda bir dinginlik gözlenmekle birlikte zekaları doğal düzeydedir. İnsan zekasının köy- kent ayrımı olamaz” türü savunma yapanlar ortada kaldı. Nasıl, neden, niçin soruları bir birini izlerken, enginlerin ulusu ikinci bombayı patlattı, “Hayır, halk çocukları Köy Enstitülerine gidince “Vasat!” olur, olmak zorundadır, İmam Hatip okullarına gidince ise “Pırlanta!” olurlar.” İnsan zekası üstüne araştırmalarıyla ünlü bilginler, H. Bergson, A. Binet, W. Stern, L.M. Terman, N.L. Munn, E.L. Thorndike çoktan öldüler ama onlar adına Batıda oluşturulmuş büyük kuruluşlar şimdilerde acınacak (!) durumda olmalı: Bunu duyunca ne yapacaklar(?!) Pırlanta çocukları biliyoruz, “Allah nazardan saklasın(!)” sözünü, sözsel olarak yeterli bulmayıp bedenine dövdürenler, kendilerini Milano, Paris, hatta Johannesburgtezgahlarından çıkma kafir eli değmemiş (!) çağdaş Lahuri şallara bürüyüp halis mulis A.B.D yapımı Jeep'leri sürüyor, görünmez camların ardından görünmeden görüyorlar(!)…Külyutmaz takımından olduğunu kanıtlamak için Köy Enstitülüleri yerden yere vurduğunu sanan Uluengin (bu kez çukur mukur anlamında değil, adını yazıyorum) ne düşündüyse bir de sayı ortaya getirmiş. Bu sayıları duyan, durup titreyecek. Çünkü, söz konusu yer son durak, orada yanlış olmaz. Yurttaşlar (İnsanlar) böyle bildiği için, onun söylediklerine kesinlikle inanacaklar. İşte bir saptırma daha!
Gelin birlikte irdeleyelim: 3803 sayılı yasa çıktığı zaman T.B.M.M.'de 429 üye bulunmaktadır.Yasa oylamasında 278 üye bulunmuş, 148 üye o gün toplantıya katılmamıştır. 3 üye de eksiktir. Bunlar, ölmüş, ayrılmış her ne ise meclis sayısından düşülmüştür. Olay buraya kadar tastamam doğrudur.
TBMM, 17 Nisan 1940 tarihli oylamaya ilişkin tutanak
İşte bilgisizliğin ya da dalaverenin döndüğü nokta: Toplantıya katılmayan üyeler, yasalara, T.B.M.M karar ya da teamüllerine göre muhalif mi sayılır? Görevli olanlar, izinli olanlar, özellikle de kendi alanlarını ilgilendirmeyen konularda toplantılara gelmesinde bir zorunluluk görülmeyen hükümet üyeleri yani bakanlar muhalif mi sayılırlar? Hastaları, izinlileri de bunlara katabiliriz. Örneğin 3803 sayılı yasayı hükümet adına meclise sunan Dr. Refik Saydam 3803 sayılı yasa oylamasına katılmamıştır. Dr. Refik Saydam bu yasaya muhalif midir? Örneğin, bu yasa için çaba gösterdiği bilinen, sonraları da Köy Enstitüleri üstüne titrediği söylenen zamanın Cumhurbaşkanı İsmet İnönü oylamada bulunmamıştır. Onu da muhalif mi sayacağız? Bunları soruyorum ama, yazılanların sırıtan ciddiyetsizliğinden anladığım kadarıyla “yazarım!” diyecek bir sesi duyar gibiyim. Yazarsın ama ben de sormayı sürdürürüm: O karşıt olarak gösterdiğin 148 üyenin tamı tamına 54'ü yasaya karşıtlıktan değil, görev, izin, sağlık nedenlerinden dolayı toplantıya katılamamıştır. Geriye kalan 94 üyeyi soracaksan., onun yanıtı da olayın kendi içinde vardır. İşine gelmediği için anımsamayanlar olabilir(!) Ancak ilkokul çocukları bile öğrniyor: T.B.M.M. demokrasi ilkeleri üstüne kurulmuştur. Demokrasi ise önce seçim, seçim sonunda çoğunluğa saygı, çoğunluğun verdiği kararlara uyma olarak tanımlanır. Herkesin bildiğini ya da bilmesi gerektiğini bildiğim bir başka bilgi de uygar ülkelerde bir oy farkla krallıktan cumhuriyet yönetimine geçmişler bulunduğudur. Sırası gelmişken, bilgi, bilgilenme üstünde durmak istedim. Bilgi edinmek için (kişinin kendi kafasında oluşan bilgiden söz ediyorum, el ağızlarından kapılan laflardan değil) kişi önce fikir üretmelidir, üretmek için de çaba göstermelidir. Düşünce için fikir gerekiyorsa, fikir için gerekenleri bulmak zorundayız. Fikir, düşünce mekanizmasının ırgalanmasına bağlıdır. Bir bakıma da fikir, akıl süzgecinden geçirilmiş önermelerin özümlenmiş durumudur. Bu art arda zincir oluşturan bilgi edinme etkinliklerinin ya da başka bir adıyla akıl yürütmelerin sağlıklı olması için, köklü bir eğitime hazırlayan klasik liselerde felsefe-mantık dersleri okutulur. Bu dersleri izleyenler, düşüncelerin, önermelerin çatışması, bileşmesi, benzeşmesi ya da zincirleşmesiyle oluştuğunu öğrenirler. “Eşekte paldım, ben seni aldım!” anlayışı içinde yapılan konuşmalarda, yazılan yazılarda mantık ya da önerme aramak boşunadır, abesle iştigaldir… Demokrasi şarkıları arasında, “At martini de bre Hasan” adlı Rumeli türküsünü hiç duymamıştım. Onu da araya sıkıştırmaya çalışanlar, boşuna direniyor, genel toplumsal duyarlık, onların çok ilerilerine geçti. Ancak, kendilerini hala dinlemeyi yeğleyen kenar köşe birimleri bulunmaktadır; oralara fısıldamayı bir süre daha sürdürebilirler. Paniklemeye gerek yok, oralarda böylelerine (Hadi Uluengin gibilerine) daha bir kuşak boyu ekmek çıkacaktır….
Gelelim Köy Enstitülerine, onlar 61 yıl önce bozuldu, 53 yıl önce de kapatıldı. Onların ne olduğunu Türk gençleri araştırıyorlar, araştıracaklar, sağduyu yönlendirmeleriyle toplumsal gereksinimler doğrultusunda bu tükenmez çabalarını sürdürecekler. Köy Enstitüleri, kimilerinin sandığı gibi, argo diliyle söyleyelim, baba mirası değil, ata yadigarı olarak bir gün fikirsel düzeyden gün yüzüne çıkacaktır. Gerçek Türk insanının onlara gereksinimi vardır, bu gereksinim günden güne artmaktadır. İkinci Kuşak Köy Enstitülüleri girişimleri bunun muştusunu çoktan vermiştir. Köy Enstitülülere gelince… Çoğu ölmüş, Tanrının rahmetine kavuşmuştur. Kalanları da 80'ine ulaşmış saygın insanlar olarak sevgiyle gözlenip izlenmektedirler. Şimdilerde ise onlar, “Biz o sahneleri yaşamadık ama galiba çok duyduk!” deyip gençliklerinde dinlediklerini, tarih derslerinde okuduklarını sık sık anımsıyorlar; Balkan göçleri, Yemen türküleri, Fizan sürgünleri, Girit-Dömeke, Trablusgarp, Balkan savaşları; Budin, Alişim, Sivastopol, Yemen, Çanakkale, Tokat Yolları türkülerini tekrarlıyor, Seferberlikte, Kurtuluş Savaşında hangi amcasının ya da dayısının kaç yaşında şehit düştüğünü burunlarının direkleri sızlayarak anımsadıktan sonra: “ Kurtuluş Savaşı'na katılan askerlerin sayısından çok, düşmanla işbirliği yapanların,savaş sürecinde kişisel çıkarları için halkı soyanların,özellikle de ihanetlerini kendi imzalarıuyla dünyaya duyurmuş olan 150'liklerin afları bu ülkeye ne kazandırdığ?” sorusunu sorup bir türlü bulamadıkları yanıtları ararken kaygılı kaygılı iç çekiyorlar….
Özet olarak: Köy Enstitüsü denilen kurumlardan habersiz, sözün tam anlamıyla küstahlık yapan, toplumun tüm manevi değerlerini kemirip asalak yaşamak için kene gibi salt çıkarına sarılan, sözüm ona dünya vatandaşlığına soyunmuş olmakla övünmesine karşın, yasal boşluklardan yararlanıp kendisi gibi çıkar kenelerince yok edilmiş kurumlara saldırmakla kalmayıp orada okuyanların zekaları üstüne ahkam keserek bilimsel terimleri de murdar etmeye kalkanlar için, kimse kusura bakmasın, alay olsun diye bile “şey”den başka bir sözcük kullanamıyorum. Özellikle alay ederek bile onların yazdıklarına, anlattıklarına “bilgi” diyemiyorum. Çünkü bilgi sözü bana laboratuar çalışmalarını anımsatıyor. Oysa bunlar, türüne özgü biçemden, içerikten, alışılagelen sunuş yumuşaklığından, öğreti etkinliğinden yoksun, konu bütünlüğü sağlanamamış, buna karşın şeytansı numaraları düzeysiz bir dille sergilenen kışkırtılardır. Gerçekte, söz konusu vasatlık ya da pırlantalık değerler tartışmaları; daha oylumlu olgularla, onları kapsayacak geniş anlamlı sözcüklerle, uslu akıllı, sakin tavırlı, yeterli bilgisi olan insanlarla pekala yapılabilir diye düşünüyorum.
İşte ben, değinegeldiğim yüzlerce benzer olay içinde kendime bir yer bulmaya çalıştım. Gerçekten “Bir Köy Enstitülü” olmak istedim. Ne var ki, benim düşünceme göre, benim Köy Enstitülülük anlayışımla örtüşmeyen ad ortaklarım da bulunmaktadır. “Evrensel pedagoji kuralları doğrultusunda kurulmuş bulunan, işten kaçanın değil işin üstüne yürüyen insanın gelişmesini amaçlayan, toprağa dayalı, topraktan güç alıp, toprakla savaşan, toprakla savaşın yöntemlerini toprakla savaşacaklara öğretecek beyni, yüreği ve de bileği, insan türüne özgü bu üç ögeyi uyumla yönlendirecek bilinci oluşturmak için kurulan Köy Enstitüleri'nde aydınlanmış, yurt sevgisi üstüne şarkılar söyleyerek yaşamlarını tamamlamışlarla yaşama sevincini sürdürenlere şükranlarımı sunarak saygıyla selamlıyorum!”…