Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

15 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

İlk Göz Ağrımız Edirne'de Son Toplu Buluşma

 

28 Mayıs 1943 Cuma

 

Sefer Tunca Kadir Pekgöz'e takıldı: “Sizin Domuzormanın da en çok hangi ağaç yetişir. Kadir bilmediğini söyledi. Sefer bu kez de: “Nasıl bilmezsin; domuzlar en çok ne yer? ” diye sorusunu derinleştirdi. Kadir sinirlenip gitti. Bu kez Hüseyin Orhan Sefer'e sordu: “Sorduğuna göre bildiğin belli, merak ediyorum, domuzlar neyi sever? ” Sefer: “Meşe pelidi" yanıtını verdi. Söze ben de karıştım: “Domuzların, mısır, bostan, patates, pancar, üzüm sevdiğini söyledim. Sefer gülerek: “ Benim sorduğum domuzlar orman domuzlarıdır. Orman domuzu nerde bulsun, pancarı, bağı ya da üzümü? ”dedi. Bu kez de Arif Kalkan: “Sefer Tunca'nın amacı Domuzormanlıya çatmak, siz neden üstleniyorsunuz? diye ortaya konuştu. Kadir kapıda dinliyormuş, geri geldi: “Neymiş neymiş, bana çatmak mı? Anladadım, bir daha söyler misin? ”Arif Kalkan: “Ben birşey söylemedim. Bir şey söylemişsem uykuda konuşmuşumdur. Rüyamda domuz kovalıyordum!” deyince Kadir başta herkes güldü.

Derslikte pencereden bakanlar, Müdür Beyin kızlarıyla Lüleburgaz'a gittiğini duyurdular. Müdür Bey sözü gene bir çağrışım yaptı. Mehmet Başaran'a sataşanlar oldu: “Hani karar verilmişti, okul bitince mi söyleyeceksin?” Mehmet Başaran: “Bana ne söylüyorsunuz? Toplanın bir gün, çağırın Müdür Beyi ben de isteğinizi söyleyeyim!” Bu kez de verilen karın değiştiği öne sürüldü. Sami Akıncı verilen kararı anımsattı. Sami'nin söylediği de Mehmet Başaran'in dediği gibiydi. Tüm sınıfça toplanılacak, Müdür Bey çağırılacak, Mehmet Başaran da sözcü olarak ricamızı söyleyecekti.

Kahvaltıda bizim masada da tartışıldı. Ben de Sam'nin dolaylı olarak Mehmet Başaran'ın dediğine katıldım: “Mehmet Baraşan hem Müdür Beyi dersliğe çağıracak, hem de kalkıp bizim adımıza konuşacak. Böyle bir görevi kimse üslenemez. Müdür Bey kendiliğinden Dersliğimize geldiği bir gün bu olabilir. Böyle bir günde Mehmet Başaran konuşmazsa o zaman ona söz söylemeye hakkımız olur. Bunun için de bir süre daha beklememiz gerekiyor!” bana da : “Sen de Mehmet Başaran'ı koruyorsun!”diyen oldu. Ona da: “ Armut piş, ağzıma düş!”deyip geçtim.

Kahvaltıdan kalkınca hep birlikte Revire gittik. Yusuf sıkılmış ama, bir kaç gün kalacağım!” dedi. Harun resim yapması için gereken her şeyi getirmiş. Yusuf, “Resim yapacağım ama kapalı yerde ne resmi yapayım? diye sordu. Ben de hiç bir şey düşünmeden şaka olsun diye:

-Aynaya bak kendi resmini yap! dedim. Arkadaşlar güldü. Ayrıldık.

Yusuf'suz çalıştık ama dilimizde hep Yusuf oldu. Kereste düzeltme işi bitince arkadaşlar da bize katıldılar. Halis Öğretmen bu kez çizim işini kendisi yaptı. Parçaları yarı yarıya hazırladık.

Öğleden sonra Talat Tarkan Öğretmen atölyeye geldi. Eğitimbaşının çıktığı evde onarım yapılması gereken yerler varmış, yeni Eğitimbaşı atanmış, yakında gelecekmiş, Halis Öğretmenden rica etti. Halis Öğretmen, Salih Baydemir'le ben birlikte gittik. Evde fazla bir hasar yok. Odanın birinde süpürgelik gevşemiş, kapının birinde az bir öne düşme olmuş. Bir dolap kapağının menteşesi kırılmış. Öğretmen eksikleri yazdı atölyeye döndük. Benim kulaklarım akordiyon sesine takıldı. Aydın'ı tanıyorum, aydın oldukça iyi çalıyor. Oysa dinlediğim çalış düpe düz acemi biri. Anladım Aydın'ın kızkardeşi Yıldız akordiyon çalışıyor. Akordiyon sanırım onun için alındı. Atölyeye dönünce de bir süre bunu düşündüm. Azıcık da kaygılandım; “Ya öteki akordiyonu da elimden alırlarsa!Halis Öğretmen beni gene işime döndürdü. Evin eksiklerini Salih yalnız yapacak.

İkinci bölüm kapı pencere parçalarının tamamına yakınını planyalayıp çalıştırmaya başlanarak delik alıştırmalarına başladık.

Paydosta Asım Öğretmen odasındaydı, beni görünce gülerek, “Eeee İbrahim, sayılı günler çabuk geçer derler, bizim de şurada(parmaklarını sayarak) bir;iki, üç, dört bilemedin beş günümüz kaldı!”dedi. Piyanoya döndü Diabelli Rondoyu duraksamadan çaldı. Bana dönerek: “Bana soracağın varsa sor, sonra soramayacaksın!” deyip güldü. Bu soru ilgimi çekti, öğretmenin yalnız çalışmak istediğini anladım;izin isteyip ayrıldım. Doğru sezmişim, öğretmen: “Gel, gitme falan demedi, öfkeli bir tavırla piyanonun tuşlarına basarak çalmayı sürdürdü. Nedense üzüldüm. Derslikte oturup düşündüm. Neden üzülüyorum? Öğretmenin gidişine mi? Hayır. Hiç, öyle bir üzüntüm yok. Kalkıp futbol oynayanların yanına gittim. Arkadaşlar hep orada. Arif Kalkan, Yakup Tanrıkulu, Sefer Tunca, yeğenim İsmet, Mehmet Yücel. Hasan Üner, Bekir Temuçin, takımdalar. Fahri Tosili Öğretmen ağzında düdük hakemlik yapıyor. Hem hakem hem de öğretici. Zaman zaman durdurup kural anlatıyor. Arif Kalkan, Sefer Tunca üçümüz birlikte dönüp bir süre de okul önünde oturduk. İnadım tuttu arkadaşlara, adlarını verdiğimi söylemedim. Aklımca özel bir olay çıkar da arkadaşlar sevinirse söyleyeceğim. Böyle olmazsa ben de onlar gibi olaydan habersiz gibi duracağım.

Dersliğe önünce Abdullah Erçetin yanıma oturdu. Abdullah'ın söyleyeceği bir şey olunca hep böyle yapar. Sormama gerek kalmaz kesinlikle o kendisi söyler. Gene öyle oldu; “Aydın akordiyonu almış!”dedi. Abdullah'a baktım, ben de gülümseyerek; “Almış!”dedim. Abdullah bana sordu:

-Sen vermedin mi, haberin yokken mi almış? dedi. Abdullah'ın sözlerini tekrarladım. “Ben vermedim, benim haberim olmadan almış!Abdullah güldü”. Almış ama aldığına da pişman olmuş, çünkü kardeşi akordiyonu bir dakika bile bırakmıyormuş, Aydın öfkeden çıldıracak!”dedi. Abdullah'a akordiyonu aldıklarından haberim olmamasının nedenini açıkladım: “Osmancık'a giderken Asım Öğretmenin önerisi üzerine odasının anahtarını Talat Tarkan Öğretmene verdiğimi, anahtarı alan Talat Tarkan Öğretmenin odayı açıp Asım Öğretmen yokken aldığını anlattım. Abdullah ne düşündüyse bu kez de benim akordiyonu sordu. Senin akordiyonun var, alırsa alsın sen kendi akordiyonunu kullanırsın!”dedi. Gerekirse öyle yapacağımı söyleyip sözü kestim. Abdullah asıl söylemek istediğini söyledi. Aydın'ın kardeşi Yıldız, Konservatuvar sınavına hazırlanıyormuş. Çalışması ondanmış. Ben de, “Öyleyse babası Aydın için öteki akordiyonu da yakında alır!”dedim. Abdullah'ı çok iyi tanıdığımı bir kez daha anladım. Abdullah, “Aydın babasına söylemiş ama babası:

- Yok oğlum, ben birini üzülerek aldım, ikincisini nasıl alırım? Veren olsa bile sakın alıp getirme, böyle birşey yaparsan sonra bunu da alır götürürüm. Kardeşinle anlaş;sıra ile bir müddet çalışın, öğrenci izinleri bitince akordiyonu götürüp yerine koyalım!”demiş. Abdullah bunları söylemek için geldi, belli. Ama niçin söyledi? Beni rahatlatmak için mi? Bu konuda rahatsız olduğumu neren biliyor? Besbelli birileriyle benim içn de konuşuyor. O konuşmalar sonunda benim adıma bazı sonuçlar çıkarıyor;o sonuçların bana söylenebileceklerini seçip söylüyor. Söylemesi güzel ama ya söylemedikleri!Onları içinde tutması benim yararıma mı, yoksa zararıma mı? Abdullah iyi arkadaş, o da benim gibi müziği çok seviyor, biliyorum ama konuştuğu arkadaşlarının bazıları, biliyorum onun da kuyusunu kazıyorlar. Bence Abdullah, bu Aydın maydın arkadaşlığını bir yana bırakıp gene kemanına sarılsa yapması gerekeni yapmış olacaktır. Bunları söylemeyi düşündüm ama söyleyemedim. Şimdi söylersem onun söylediklerinin karşılığı gibi olacak;bir kulağından girip ötekinden çıkacak. Bir akşam onun sırasına gidip söylersem belki daha etkili olur.

Akşam yemeğinde konumuz gene Yusuf Asıldı. “Yusuf olsaydı şunu derdi, Yusuf böyle yapardı ya da Yusuf şimdi uyumuştur!” denirken Harun gülerek:

-Ohoooo o! Yusuf durmadan resim çalışıyor, aynada kendi resmini yapmış, çok da başarılı!” dedi. Hepimiz güldük. Gülüşümüz sevincimizdendi, arkadaşımız böylece daha az sıkılmış olacak!

Dersliğe dönünce 9. Hariciye Koğuşu'nu okudum. Hasta, acılarını bir yana itip Paşa kızı bayan Nüzhet'e tutuldu. Buna kendisi de inanamaz gibi. Bir yandan can derdine düşmüş durumda bir yandan da Bayan Nüzhet'in tavırlarını izliyor. Bayan Nüzhet anlaşılır gibi değil , evindeki konuğun odasına gelip sevişiyor bir yandan da kendisini isteten dr. Ragıp Beyden söz ediyor. Paşa babanın tarafsız kalmasına karşın bayan Nüzhet'in annesi dr. Ragıp Bey ilişkisini gerçeğe döndürmek için elinden geleni yağıyor. . Nişan hazırlıyor, nikah günlerini saptanıyor. Tüm bunlar olup biterken konaktaki gizli sevişmeler sürüyor. Doğal olarak bir yerde dışlandığını sezen yaralı hasta konağı terketmek gereğini duyuyor. O planını kurup konaktan kaçma planlarını kursun dursun. Bu kez de annesi konağa geliyor. Böylece çok üzücü bir hafta geçiren hasta direncini kaybediyor. İvedi olarak hastaneye düşüyor. yarasını yedi yıldır izleyen tanıdık doktorlar, geçmesini bekledikleri yaranın depreşmesini bir türlü anlamıyorlar. Günlerce yapılan gözetimlerden sonra çareyi bacağı kesmede görüyorlar. Hasta iki gerçek arasında kalıyor;ya bacaktan olacak ya da Bayan Nüzhet'i aklından silecek. Günlerce acı çekiyor, düşler kuruyor. Tek bacaklı durumunu düşlüyor. Yaşamanın aşktan daha değerli olduğu kanısını güçlendirip bacağının kesilmesine karşı çıkıyor. Verilen övütleri gereğince uygulayıp, tedavileri titizlikle sürdürerek bacağını kurtarıyor. Bu arada Bayan Nüzhet'in dr Ragıp Beyle nikahı gecikmiştir. Yaşlı Paşa hastalık geçirmiş, felç olmuştur. Gene de okuyucusunu(Ona roman okuyan hasta genci) unutmamıştır: Hastaya iveddi haber gönderir: “Hastaneden çıkar çıkmaz gel, son kez görüşelim!”Kitap biterken dikkatimi çekti. Kitap, hasta olarak tanıyıp başından geçenleri öğrendiğimiz kişinin günlük notlarıymış.

“Yarın hastaneden çıkacağım. . . . Dışarıda yaşamaktan korkuyorum. Burada ıstıraba ve tevekküle o kadar alıştım ki, onları bırakırsam ruhumun bir parçası kesilmiş gibi boşluk duyacağım;bırakmazsam isyansız nasıl uyaşayacağım? Kalanların bana karşı gıptalarına biraz merhamet de karışıyor. Nadir insanların bildikleri ince bir mutluluğu kendilerine ayırıyorlar. Hasta olmayanların bilmedikleri bu mutluluğu, ileride, hiç olmazsa anımsayabilsem: “Zaviye-i kaime halinde iltisak-ı mafsal!” (Diz kapağında ilik katılaşması)

Bir gün hastanelerde okunmak için bir roman yazsam ve bu notlarımı içine karıştırsam. . . .

”Büyük bir hastalık geçirmeyenler, her şeyi anladıklarını iddia edemezler. İki hasta kadar bir birine yakın hiç bimse olamaz. Hasta olmayanlar bizi ne kadar az anlayacaklar!

“Paşa'dan haber: ”Hastaneden çıkar çıkmaz bana gelsin, ölümüm yakın, kendisini bir kere göreyim!” demiş. Son not: 5 Kasım 1915 9. Hariciye Koğuşu.

“Beş dakika sonra hastaneden çıkıyorum . Son not: ”Bu odada başkaları inleyecekler. Onları şimdiden gayet iyi tanıyorum. Üstümden çıkarıp yatağa attığım geceliğim içinde, sonsuza dek aynı insan bulunacak: HASTA.

“Annem; Mithat Bey ve arkadaşım içeri girdiler: “Haydi. . . . !”

Kitabın son sayfalarını daha iyi anladım. Saate baktım az daha zaman var açıp baş tarafları bir kez daha okudum. Giriş ile sonunç oldukça etkili, ağlamaklı oldum. . . . . . Yusuf'u andım, bir küçük kıymık için yaygarayı bastı, bu kitabı ona zorla okutacağım: “Senin yüzünden saatlerce üzüldüm!”diyeceğim.

Zil çalınca hemen kalktım. ”Hasta olmayanlar, hastaların durumundan anlamazlarmış!”Oysa ben okuduğum kitaplardaki hastalar için bile üzülüyorum.

Üzüntümü dağıtmak için Dr. Ragıp'la Bayan Nüzhet'in durumlarını düşündüm. Gerçekten Berlin'ne gittiler mi? 1915 yılında Berlin'e gidilir mi? Berlin, o günler Büyük Savaş'ın en caf caflı günlerini yaşıyordu.

Kitap roman olarak çok iç açıcı değil ama öğretici. Bayan Nüzhet'in iki yüzlü tavrını pek anlayamadım. Hasta olduğunu bile bile sevdiğini söyledi. Hem de uzaktan da olsa bir hasta akrabasını kendine bağlayıp Dr. Ragıp Beye döndü.

Kitaptan kesin olarak bir şey daha öğrendim. İstenirse günlük kısa kısa notlar olarak da tutuluyormuş. Bunu başka yazarlarda da görmüştüm ama bu denli açık bir bilgi edinememiştim. Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Yaban'ı da notlardan oluşuyordu ama, onlarda biraz da mektup havası vardı. Johann Wolfgang Goethe'nin Werther'in Istırapları da günlük-mektup arası yazılmış, Ancak Burada tartışmasız günlük notlarla karşılaştım. Fikret Madaralı Öğretmen sanırım bana bunu öneriyordu:

- Her gün yazdığına düşüncelerini katmak zorunda değilsin, bunu yeri gelince yap! diyordu. Yazar Peyami Safa işte bunu yapmış: 5 Kasım 1915 -9. Hariciye Koğuşu

“Beş dakika sonra hastaneden çıkıyorum. ” Kendisi için başka bir söz söylemiyor. Söylediği sözler başkaları için bir takım olasılıklar. . . . . .

 

29 Mayıs 1943 Cumartesi

 

Uyanır uyanmaz arkadaşları düşündüm, sevmedikleri bir durum çıkarsa nasıl davranacağım? Cesaretimi toplayıp; “Sizin başınıza bu işi ben sardım!”diyebilecek miyim? İşin ilginci Arif Kalkan yanıma geldi; “Günaydın arkadaş, bizim köye de gidelim mi? ” diye şakalı sözler söyledi. Arif'i çok iyi çalıştığı, uyumlu olduğu için Sinanlı'ya, Evrensekiz'e gene ben seçip götürmüştüm. O zaman çok hoşnut kalmıştı. Bakalın bugün ne olacak? Arif'le birlikte dersliğe gittik. Önümüzde ilgimizi çeken üç önemli olay var:

1. Askerlik Kampı,

2. Edirne Fidanlığı'na gidiş,

3. Bitirme sınayları. Bana göre bir dördüncüsü, okumak için seçilip seçilmeme kaygısı ekleniyor ama Arif'in böyle bir tasası yok.

Derslikte inşaat işleri tartışıldı;biz gittikten sonraz yapılsaydı falan filan sızlanmaları oldu. Bu arada yeni Eğitimbaşı atandığı haberi uçuruldu. Hem de yeni Eğitimbaşı'nın Trabzon'dan geleceği söylendi. Okul Müdürümüz Trabzon'dan gelmişti, öyleyse Eğitimbaşı Okul Müdürünün tanıdığı birisi!

Kahvaltıda da aynı konu tartışıldı. Bizim sınavlara yetişir mi, yetişmez mi? Öğle paydosunda Yusuf'u görmeye karar verdik. Talat Tarkan Öğretmen: 4. 5. sınıflardan numaralarını okuyacaklarım, kahvaltıdan sonra dersliklerinde beni beklesinler!”dedi. Bizim numaralar da okundu. Masadakiler kuşkulandı. Benim ıumaram okununca bunun bir yolculuk olabileceği hemen öne sürüldü. Ben de olaydan habersizmişim gibi “İşin içinde gene bir eşya taşıma var gibi!” falan diye laf karıştırdım.

Ancak söylediğime de inandım. Çünkü 4. sınıfların numaralarını bilmiyordum. Biz , aramızda olasılıklar sıralarken Asım Öğretmenle Naci Yüzbaşı kahvaltıya geldi. Askerlik Derslerimiz Cuma günü olduğundan önce Naci Yüzbaşının yanlış geldiğini konuştuk. Ancak için bu denli saptırılmasına gönlüm razı olmadı. Gülerek:

-Naci Yüzbaşı, cin gibi adam, böyle yanlışlığa düşer mi? dedim. Kurnaz Hilmi hemen:

- Bunda bizim bilmediğimiz bir iş var arkadaşlar, bekleyelim bakalım, ne göreceğiz? dedi.

Kahvaltıdan sonra arkadaşlar işlerine biz de dört arkadaş dersliğe gittik. Az sonra 4. sınıflardan 10 arkadaş bizim dersliğe geldi. Rıdvan Ateşer, Fevzi Üner, Mustafa Oktay, Hasan Gülümser, Mehmet Ak, Mehmet Özeren, Hasan Bozkurt, Naci Aydın, İsmet Özcan , Şaban Patır. Onlar da birer ikişer sıralara oturup beklemeye başladılar. Ancak 4. sınıflar bizim dersliğe gelirken okul önünde, içinde asker olan bir cemse görmüşler. Arkadaşlar hemen yorum yaptılar:

Bizi Yüzbaşı çağırttı! Derdemez zaten Yüzbaşı geldi. Gelir gelmez de işi anlattı. İş, kamp yapılacak yerin hazırlanması. Biz 14 arkadaş, 1O da asker gelmiş. Naci Yüzbaşı bana:

Arkadaşlarınla, kazma, kürek, büyükçe çekiç ya da vurucu bir alet, bir küskü alıp gelin !dedi. Dört arkadaş, gidip söylenenleri alıp geldik. Cemseye atlayıp okulun karşısındaki tepenin okula bakan yüzündeki, mera olan boşlukta durduk. Önce biz inip, Naci Yüzbaşının gösterdiği bir yerde durduk. Naci Yüzbaşı beni grup başı yaptı. Bizi bırakıp askerlerin yanına gitti. Bir çavuş tekmil verdi:

10 er, bir çavuş emrinizdedir komtanım!”Biz duyuyoruz, Naci Yüzbaşı dört büyük, dört küçük çadır kurulacağını anlattı. Elindeki bir kağıda bakarak çadırlar arasının 10 metre olacağını, esintilerin kuzey-güney yönünde olduğu düşünülerek açılışların doğu-batı yönlerine bakmasını tembihledi. Askerler çadırları indirirken Naci Yüzbaşı bizim yapacağımız işleri anlattı. “Çadırın direği dikilip dört yandan bağlanınca öteki işlerin tümünü siz yapacaksınız. Burada siz kalacaksınız. Kuşlar bile kalacakları kendi yapar!”dedi. Rıdvan Ateşer'e sordu: “Sen hiç çadır kurdun mu?” Rıdvan, böyle bir soru beklemiyordu, korkulu bir çabuklukla:

Ben kurmadım ama abiler kurdular!dedi. Naci Yüzbaşı Rıdva'nı süzerken Rıdvan:

Bizden önce onlar gitmişlerdi! Naci Yüzbaşı bize bakınca İsmet, Hasanoğlan olayını anlattı. Bu kez biz de; okulun yapımında bizi sınıfın çalıkştığımı, bizden sonrakilerin her şeyi hazır bulduklarını anlattık. Naci Yüzbaşı gülümseyerek:

İlkler, her yerde öyledir!dedikten sonra Rıdvan'a, “Hadi bu defa sen de kuracaksın!”dedi. Bu kez de bize dönerek:

Hadi bakalım çadır kuranlar, çadırların dört bağından ötesi sizin göreviniz. Bakın çakılan kazıkların belli bir eğilimi var, siz de dışa doğru olmak üzere benzer eğilimi vereceksiniz. Yer eğilime göre dış hendek hazırlanacak. Ayrıca çadırlar arası su yolları açılacak. Bahri Çavuş size yardımcı olacak. Yemek paydosunuz bir saat, gecikmeden geleceksiniz. Ben gelinceye dek buradasınız!”deyip gitti. Naci Yüzbaşı gidince rahatladığımızı sanırken aldandığımızı çabuk anladık. Bahri Çavuş çok sert biriymiş; önce askerleri payladı. Sonra da bizim arkadaşları ciddiyete çağırdı. Kendi kendine söylendi:

Bu kadar adama gerek yoktu, “Nerede çokluk orada bokluk” dedi. Birinci çadırı dikince bize teslim etti. Kendisi askerlerle ikinci çadırı dikti. Sefer'le Arif''i o çadıra çağırdı. Askerlerden dört tanesini ayırıp oldukça uzak bir yere gitti. Geriye dönünce, yanımızdaki askerlere kazma kürek verip onları da oraya gönderdi. Çadır kurduğumuzu söylemiştik ama galiba nasıl çadır kurulduğunu unutmuşuz, birinci çadırı bile gerdirmekte zorluk çektik. Birinci çadırı tam kuramadan öğle paydosu çaldı. Askerler orada kaldı, biz yemeğe dönmek üzere toplanırken Bahri Çavuş saati gösterdi: “Tam saatinde bekliyorum!” Ben bu arada:

Eyvah, törene yetişemeyeceğim!dedim. Çavuş duymuş, “Bugün de katılmayıver, görevdesin, ne olacak? dedi. Bayrak Törenini yönettiğimi söyledim. Çavuş bu kez:

-Öyle miiii? diye uzun bir mi çektikten sonra, “Gel öyleyse!” deyip beni motosiklete alarak okul önünde bıraktı. Okul önünde motosikletten indiğimi gören çocuklar sorgulu bakışlarla beni süzdüler. Sabahleyin konuşuluyordu ama unutmuşum, izinde olan sınıflar bugün dönecekti. Okul önünde toplananların çoğunluğu bunlardanmış. Koşarak akordiyonu alıp merdivenlere çıktım. Asım Öğretmen gelmedi. Talat Tarkan Öğretmen önce izinden dönenlere: “Hoşgeldiniz!”dedi. Arkasındsan da “Yarınki çalışma programlarını açıkladı. İzinden dönenlerin kampa katılacakların numralarını okudu. Okulumuza yeni atanan Eğitimbaşı'mızın bugün -yarın gelmek üzere olduğunu söyledi. Talat Tarkan Öğretmeni hiç duymamış gibi gelenlere baktım. Asım Öğretmenin gelmeyişine üzüldüm;yoksa gitti mi? ”Tören iyi oldu. Akordiyonu bırakp çıkarken Röslein'la karşılaştım. ”Hoşgeldin!”dedim, söz olsun diye ne zaman geldiğini sordum. Az önce gelmişmiş. Motosikletle gelişimi o da görmüş. Askerin tanıdık olup olmadığını sordu. Motosikleri kullananın Üstçavuş olduğunu söyledim. Röslein, sanırım Üstçavuşun ne olduğunu pek bilmiyor. Önemli bir şey sandığından olacak:

-Aaa, ne iyi! diyerek gülümsedi.

Arkadaşlar, ancak törenden sonra gelebildiler. Konuşmalarından yaptıkları işi irdeledikleri belli oluyordu. İsmet'in yüksek sesle:

-İnşaatta çalışmaktan daha iyi! deyişinden böyle bir kanıya yararak sevindim. Söylemedim ama onları bu işe benim seçtiğim, Naci Yüzbaşının tavırlarından anlamışlardı.

Yemekte konu kamp oldu; 200 öğrenci nasıl kamp yapacak? Kaç subay gelecek? Yoksa yine onbaşılar mı yönetecek? Ben kestirebildiğim kadarıyla; “Geçen yıldan bir farkı olmayacağını, öğrenci sayısının artması sonucu değiştirmyeceğini, bir yerine 8 çadır kurulduğuna göre, bir onbaşı yerine 8 onbaşı olabileceğini söyledim. Kamp için belli bir program varsa o;geçen yıl uygulandığına göre bu yıl neden değişsin? ”dedim. Ne var ki arkadaşlar değişik olmasını istediklerinden benim sözlerimi dikkate almadıkları gibi düşlerini de olabildiğince genişlettiler: -Onbaşılar, ilk kamp içindir. 2. Kampa kesinlikle subaylar gelir! Bu karşı ben de; “Yok yok, derslerin bazılarını Orgeneral olan Salih Omurtag verecek, kamp sonunda da hepimize birer yıldız takacak!”dedim. Sonra da bugün Naci Yüzbaşının görevi Üstçavuşa nasıl bıraktığını, Üstçasvuş'un da geçen seneki onbaşıdan farksız olduğunu anlattım.

Yemekten sonra toplanıp vaktinden önce kamp yerine gittik. Bahri Çavuş, benim tahmin ettiğim gibi işi Veysel Onbaşıya bırakıp askerleri cemseye doldurup gitti. Biz ikinci çadırı tamamnlayıp 3. çadıra başladık. Veysel Onbaşı çukur kazanların başında durdu. Biz kendi kendimize olmamıza karşın 3. Çadırı bitirmek için çabaladık. İyi de etmişiz. Hiç beklemediğimiz bir sıra bir motosikletle Naci Yüzbaşı yanında Üstçavuşla geldi. Bize bir “Aferin!”çekti. Naci Yüzbaşı Üstçavuş'a: “Nasıl, ben bu çolcukların becerikli;çalışkan olduklarını bilirdim. Onun, için iki gün yeter!”demiştim. İşte bugün geç başlamamıza karşın 4. çadırı bile dikeceğiz. Küçük çadırlar zaten sorun değil. Onların bir bölümünü sonraya da bırakabiliriz!”dedi.

Naci Yüzbaşı: “ İçimizde Lüleburgazlı olan var mı? ”diye sordu. Ben, Lüleburgazlı olduğumu söyleyince de: “Öyle ya, sen Lüleburgazlıydın, hangi köydendin? ”diye de soruyu tekrarladı. Köyümü söyleyince bu kez de: “Bak, bak, bizim Karpuzcu köyden, ben de Lüldeburgazlı sayılırım. Lüleburgazlıların bir sözü vardır: “Karı köylü!”Hiç duydun mu? Bizim köyde hep söylendiğini anlattım: Başka yerden gelip bizim köyde evlenip kalmışsa ona takılırlar: “Karı Köylü oldun!”derler. Naci Yüzbaşı: “Tamam işte ben de Lüleburgaz'dan evlendim, onların deyimiyle ben de öyleyim!”

Biz konuşurken çok yüksekten 4 uçak geçti. Yüksek olmalarına karşın sesleri oldukça ürkütücüydü. Baktık, dört uçak yarış eder gibi düzenli olarak İstanbul tarafına gittiler. Naci Yüzbaşı açıkladı; “Amerikan Uçakları, Ttciz uçuşu yapıyorlar. Akdeniz'deki gemilerden kalkıp Yunanistan, Bulgaristan hatta Romanya'nın bir bölümü üstünde uçup dönüyorlar!dedi. Arkasından da, “Şimdilik salt taciz için uçuyorlar ama bunlar ilerde bombalamaya başlayacaklar!”dedi. Korkuyla sorduk:

Bizim ülkemize zararları olmayacak mı? Naci Yüzbaşı:

Bunlar anlaşmalı uçuşlar, bombanın nereye bırakılacağını bilirler, bizim ülkemize bir zararı olmaz!dedi. Naci Yüzbaşı bunları rahat rahat söyledi ama bizi gene bir kasvet sardı:

Savaş bizden uzaklaştı, derken bu kez de bombalanma korkusu mu yaşayacağaız? Naci Yüzbaşı, “Yarın devam edeceğiz, bu günlük bu kadar!”deyip paydos verdi. Motosiklete üç kişi atlayıp ittiler. Biz de işten çok Amerikan uçaklarının çıkardığı korkunç gürültüyü, bomba attıklarında havada patlayınca oralarda bulunanların düşeceği korkulu durumları konuşarak okula döndük.

Uçakları herkes duyup görmüş ama onlar bizim aldığımız bilgileri alamamışlar. Biz anlatınca önce inanmadılar: “Uçak inip binecek kadar büyük gemi olur mu? ”tartışması yapıldı. Sonunda yapılan uyarlamar, tartışmayı kesti. Önemli olan büyük gemi olmadığı değil, uçakların Akdeniz'den Romanya 'ya dek gidip dönmesidir. Bu arada cetvelle harita üzerinde ölçümler yapıldı. Amerika'dan Akdeniz' gelen uçakların Moskova'ya dek uçabileceği hesaplandı.

Yemek masası arkadaşlarımız topluca Yusuf Asıl'ı görmeye gittik. Yusuf'un eli şişkinliğini koruyor ama ağrısı sızısı yokmuş. Hemşire Ayşe Abla Yusuf'tan değilde Yusuf'un bedeninden yakındı: “Yusuf'un ağır çalışan bir bedeni var, yara-bere onarımını geç yapıyor. Bazı insanlar böyledir!”dedi. Yusuf'a takıldım; “Senin yüzünden bir hasta çocuğun romanını okudum, o hemen hasgtaneden çıktı!”dedim . Yusuf karşılık verdi; “Senin yüzünden birinin resmini yapmaya kalktım, bir türlü bitmiyor!”deyip aynada yaptığı kendi resmini gösterdi.

 

 

Yusuf: “ Bitmiyor!” dedi ama aslında resim bitmişti. Alıp dersliğe götürmek istedik. Kendi razı olmadığiı gibi bazı arkadaşlar da kendisinin getirmesini doğru bulunca diretmedik. Pazartesi günü dr. Sezai Bey görünce Yusuf revirden çıkacakmış. Sevinerek ayrıldık.

Dersliğe dönünce Asım Öğretmenin aradığını söylediler. Gittim. Gülerek;“Gel, gel, şurada az günüm kaldı;bu günleri bari çalışarak geçirelim!”dedi. Önce kendisin sınav parçası olarak seçtiği üç parçayı: W. Aletter'den Fröhlich Heimwarts'ı, arkasından, Leo Norden'den Hansel und Gretel-Polka'yı, üçüncü olarak da Diabelli'den Rondo'yu ara vermeden çaldı. Benim soracaklarım vardı, ancak ben sormadım. Çünkü öğretmen Beringer'i götüreceğini, gittiği yerde piyano çalışacağını ancak orada metot olmadığını söylemişti. O nedenle çalıştığımız parçaları açtım. Sıra ile 10-50 arası parçaları tekrarladık. Zil çaldı, arkadaşların yemeğe geçtiğini duyunca ayrıldım.

Yemekte önce gündüz geçen uçaklar, özellikler de uçakların sesleri korkulu olasılıklar içinde anıldı. Bir tanesi düşse, hele bir köy ya da kasaba üstüne düşse yapacağı zararalar göz önünde canlandırmaya çalışıldı. Konu hemen Almanya'nın İngiltere üzerine gönderdiği insansız bombalı uçaklara döndü. Ancak konuştukça yeni bir durum saptadık: “Söylendiği kadar etkili olmuyor, bunları biraz da 5. Kol denilen korkutucu söylentiler abartıyor. Söylenen gibi zararlı olsa İngiltere'de bir ağaç bile kalmazdı. Oysa İngiltere giderek Almanya'nın canına okuyor. Hani Hitler, 15 Haziran 1940 tarihinde Paris'i, 15 temmuz 1940 günü de Londra'yı alacaktı? Haziran 1943 geldi, Londra'yı almak şöyle dursun koskoca Afrika'yı ele geçirmiş olan Almanya, avucunu yaladı. Tüm Kuzey Afrika şimdi İngilizlerin elinde. 5. Kol sözünü hep duyduk ama tam olarak öğrenemedik. Kimileri Almanya adına casusluk yapan bir kuruluş olarak tanıttı. Kimileri de savaşan devletlerin karşısındakini küçük düşürücü yayın ya da söylenti çıkarak gizli kuruluşlar olarak tanıttı. Almanya'nın SS kıtalarını Askerlik Öğretmenimiz Yaşar Binbaşı anlatmış, “Führer'in özel askerleri!”demişti. Öyle ayrı adları olmasa da her devletin yönerticisini koruyan özel kuruluşlar olduğunu da anlatmış, “Bizim de Çankaya'yı koruyan Muhafız Alayımız var!” demiş ancak aradaki farkı da bastırarak belirtmişti:

- Bizde, askerlik nöbeti gelen yurttaşların seçkinlerinden Muhafız Alayı kurulur. Almanya da ise Hitler'e bağlı sivil insanların seçkinlerinden( yaşına başına bakmadan) seçilir. Bizim Muhafız Alayımız bir ordu kuruluşuna bağlıdır. SS'ler doğrudan Alman Devlet Başkanı Führer'e ( Adolf Hitler) bağlıdır!” demişti.

Yemekten sonra yaptığımız çalışma saati iyice konuşma saatine dönüştü. Bizim dersliğe Eğitimbaşı Enver Kartekin gittikten sonra bir kaç kez Talat Tarkan Öğretmen uğradı. O da denetlemeden çok, , işler hakkında bilgi vermek içindi. Bu sıra iyice rahatız. Sami Akıncı'dan başka kitap açan yok. Arkadaşlar, arkalı önlü kümeleşerek düş kuruyorlar. Okul Müdürünün uyarmaların karşın kimse yeni bir bilgi almak niyetinde değil. Ben de çalışamıyorum ama hiç değilse eskileri unutmamak için çaba gösteriyorum. Müdür Beyin dersi olan Öğretmenlik Bilgisi için okuduğumuz ;İlkokullar Müfredat Programının notlarını, Pestalozzi'yi, Jean Jacques Rousseau'yu Booker Wahsington'u, Herbart'ı gene gene okuyup sorulacağını umduğum soruların yanıtlarını bulacağaımı umuyorum. Örneğin Jean Jacques Rousseau'nun çocukların çocukluk özelliklkeri içinde eğitilmesi, Pestalozzi'nin çocuğun yetişkin eğitimcilerin elinde okullarda eğitilmesi, Herbart'ın ise bunların da yeterli olmadığını, öğretilecek konuların çocuğun anlayacağı düzeye indirecek yöntemlerle öğretilmesi, Booker Washington ise fakir aile çocukları ya da kimsesiz çocukların iş içinde çalışarak, yararlı işler yapma güvenini uyandırarak eğitilmesi koşullarını öne sürdüklerini biliyorum.

“Yusuf'un Kitabı” diye ad taktığım 9. Hariciye Koğuşu'nun özellikle giriş bölümünü bir kez daha okudum. Sınavları düşünürken; “ Türkçe Dersi sınavında neler sorulabilir? ”diye bir soru aklıma takıldı. Türkçe öğretmenlerimiz bize: ; “ Kitap okuyun!” dedi durdu. Ayrıca ders saati gibi Okuma Saatleri kondu. Belki de bundan da soru soracaklardır. O nedenle okuduğum kitapların bir listesini hazırlamaya karar verdim. Okuduğum kitapların adları notlarımda hep var. Ayrıca çoğunun özetleri de yapılmış durumda. Böyleyken onları göstermek olanaksız. Elimde salt adları ile yazarları bulunursa, sorulanı doğru söyleyince okuduğuma inanılır. Okuduğum kitapların aklıma gelenlerini yazacağım.

Yatınca bir süre bunları düşündüm. Hemen aklıma gelenleri sıraladım. Okuduğum sıraya göre yazmam daha doğru olacaktır, biliyorum. Önce adlarını yazıp sonra düşünderek, okuma sırasına koyacağım.

Yatınca kitapları anımsamaya çalıştım:

Bulgar Sadık, Bu Toprağın Kızları, Monte Kristo, Üç Silahşörler, Denizler Altında 20000 Fersah, Aya Seyahat, 80 Günde Devrialem, Cıhan Şampiyonları, İki şehrin Hikayesi, Ana, Don Kişot, Taraskonlu Tartarin, Madam Bovary, Küçük Prens, Dorian Greyin Portresi, Akdeniz, Bizim Deniz(Mare Nostrum), Arkadaş, Kira Kiralina, Uşak, Pol ve Virjini, Thais, İslanda Balıkçısı, Goriot Baba, Eugenie Grandet, Vadideki Zambak, İki yeni Gelinin Hatıraları, Sefiller, Carmen , Kırmızı ve Siyah, Rüzgarlı Bayır. Çalı Kuşu, Yaban, Kuyucaklı Yusuf, Mai ile Siyah, Araba Sevdası, Mürebbiye, Devrilen Kazan, Şahika, Anna Karanina, Harp ve Sulh, Kazaklar, Basübadelmevt, Kreutzer Sonatı, Beyaz Geceler, Açlık, Peer Gynt, Karamozof Kardeşler, Anna Karanina, Maske, Kamelyalı Kadın, Beyaz Lale, Bomba, Semaver, ilk Düşen Ak, Yüksek Ökçeler, Gizli Mabet, Asılzadeler, Bahar ve Kelebekler, Mahcupluk İmtihanı, Tarih Ezeli Bir Tekerrürdür. Damga, Yeşil Gece, Sinekli Bakkal, Hamlet, Makbet, Faust, Atinalı Timon, Julıus Caesar , Antonıus ile Kleopatra, Romeo Juliet, Kral Lear, Oidipus, Oidipus Kolonos'ta, Antigone, Sokrat'ın müdafaası, (77 adet)

9. Hariciye Koğuşu, Anadolu Notları, Yakılacak Kitap, Tanrı Misafiri, AKIN, Mavi Yıldırım, Cyrano de Bergerac, Werther'in Istırapları, Benim Üniversitelerim, Ana, Babalar ve oğullar, Beyaz Zambaklar Memleketinde, Mefküreci Muallim, Roman, Zeytin Dağı, Küçük Paşa, Çıkrıklar Durunca, Silindir Şapka Giyen Köylü, Giyom Tell, Damga, Vurun Kahpeye, Garp Cephesin de Yeni Bir Şey Yok, Dünya Nimetleri, Germinall, Kavgam, Dost Toprak. Penguenler Adası, Taras Bulba, Nora, Pazartesi Hikayeleri, Değirmenimden Mektuplar. (31 Adet) Tümü 108 Kitap. Daha okuduklarım var ama anımsayamadım. En çok etkilendiklerimi düşünürken uyudum.

 

30 Mayıs 1943 Pazar

 

Dünkü uçaklar bu sabahın da konusu oldu: “Biz Alman uçaklarının gelmesinden korkarken, Amerikan uçaklarının tepemizde uçması şaşırtıcı!”türü sözler söylendi. Uçakların geçişini dün çok önemsememe karşın arkadaşların tutarsız konuşmalarına kanıksadığım için öteki konulardaki ilgisizliğimi sürdürdüm. Sanki arkadaşlar dile dolayınca onların önemi kalmamıştı. Gerçekten de kimi sözler beni haklı çıkarıyordu. Örneğin, “Bir bomba bizim okula düşerse!” ya da “Uçağın biri Lüleburgaz'ın içine düşşe!”türü sözleri öteki arkadaşlar da hoşlanmadıklarından, hemen kestirdiler.

Çalışma saatinde belleğimi zorladım;Allahaısmarladık, Dağları Bekleyen Kız, Dikmen Yıldızı kitaplarını anımsadım. Okuduğumu söylediğim bu kitapları sevdiğim ya da önemli bulduğum açısından sıralamam gerekse nasıl bir dizi oluşturabilirim? Bir süre düşündüm. Bunu aklımdan yapamayacağımı anladım. Önce, çok öremli bulduklarımı ayıklamam gerekecek. Örneğin, içince geçen olayları unutamadıklarım var. Buna karşın kitabın adı geçince anımsadıklarım var. Kimisini de içinde geçen önemli kişileri anımsadıkça belleğime gelenler var. İçlerinde başka kitapları andıran olaylar için anımsadıklarım da bulunmaktadır. Örneğin Taraskonlu Tartarin'le Don Kişot bir birlerini çağrıştırmaktadır. Carmen'le Kuyucaklı Yusuf, Kreutzer Sonatı ile Tanrı Misafiri, Kırmızı ile Siyah'la Damga'da da benzerlik buluyorum. Aynı adı taşıyan kitaplar da var. örneğin Ana iki tane. Adları Ana ama analar, tavırları bakımından çok farklı. Kırmızı ve Siyah'taki Julien ile Karamozof Kardeşler'deki Alyaşo arasında da hem benzerlik hem de zıtlık bakımında çağrıştıran yanlar buldum. Ayrıca Karamozof Kardeşlerdeki baba Karamozof ile Rüzgarlı Bayır'daki Heatcliff'in kişiliklerinde de bir benzerlik bulunmaktadır. Okuduklarımı anımsadıkça böyle berzerlikler kurduklarım çoktur. Örneğin Çalı Kuşu'ndaki Feride ile Beyaz Geceler'deki Nastenka'daki ilk (Sevgi tutkusu) bağlılık ya da Ba-sü-ba'delmevt'teki Katia ile Kazaklar'daki Marianka'nın(Marian) geleceklerini değerlendirmeleri de bir birini andırmaktadır: Varsıllık mutlu yaşam için yeterli değildir. Katia arkasından Sibirya'ya sürgününe dek gelen Kont Nehlidov'u, Marinka da Prens Olenin'i reddeder.

Kahvaltıda gözlerim önce Naci Yüzbaşıyı aradı. Naci Yüzbaşı gelmez olabilir mi? Asım Öğretmen bilir diye düşündüm. Çünkü Naci Yüzbaşı dün bir ara, “Doğrudan bana söyler gibi:

- İşinizi öğrendiniz, biz askeriz, komutanlar başka bir emir verirse oraya gideriz. Bu sizin işiniz, gelmez ya da geç gelirsek siz işinizi sürdürün!demişti. İşbaşı yapılınca okul önünde cemse ya da motosiklet göremeyince arkadaşlarla topluca çalışma yerimize gidip 4. büyük çadırı kurmaya başladık. 4. sınıflardan iki arkadaş, Naci Aydın'la Rıdvan Ateşer rahatsız olmuş gelemediler;doktora gitmek üzere revire yazılmışlar. İşbölümü yapıp çalışmaya başladık. Uzun bir süre kendi kendimize çalıştık. Takılma arkadasşımız bugün Hasan Bozkurt'tu. İşi azıcık ağırdan alır gibi yaptığını gören Arif Kalkan:

- Ne o hemşerim, uçak mı gözetiyorsun yoksa? diye sordu. Evet ya da hayır!diyerek geçilecek bir soru olasına karşın Hasan Bozkurt'un telaşlanarak, suçlu gibi kendini savunmaya kalkışması gülmelere neden oldu. Arkasından da; “Hasan uçakları gözlesin, Hasan gelenleri gözlesin! Türü takılmalar bir süre gitti. Üstçavuş bir erle geldi. Naci Yüzbnaşının yaptığı gibi genel bir kontrol yaptı. Hasan Bozkurt başta olmak üzere dört arkadaşı alıp çukur kazmaya götürdü. 4. Çadırı kurduk. Arkadaşlar çadır eteklerine su yolu açarken biz ikişer ikişer küçük çadırları kurmaya başladık. Küçük çadırlar tek direk üstüne olduğundan bize kolay geldi. Üstçavuş sordu, “Küçük çadırların yerleri için Yüzbaşım bir şey söyledi mi? ”Büyük çadırların doğrultusunda olsun!”dediğini söyledik. Üstsçavuş bu kez; “Öyleyse, büyük çadırların çizgisine ikişer ikişer dizelim!”dedi. Son çadırı kurarken paydos zili çaldı. Zil sesini duyan bazı arkadaşlar oldukları yerde durur gibi yaptılar. Çavuş hemen uyardı:

-Askerlikte bu yoktur işte, eldeki iş boru sesiyle durmaz. Arkadaşlar, boru sözüne gülümsediler:

-Boru mu bu? Diy sözü tekrarlayanlar oldu. Çavuş duymazdan geldi ama konuşunca duyduğu belli oluyordu. “Ha boru ha zil, hepsi aynı kapıya çıkar. Bizde boru, sizde zil. Zil çaldı diye bu kadarcık işi yarına bırakmayız!Zaten iş bitmişti getirdiğimiz gereçleri toplayıp okula döndük.

Derslik biraz karıştı. İzinden yeni dönenler hemşerilerine haber getiriyor, kimileri de kamp için bilgi almaya çalışıyor. Sevmediğim bir durum. Asım Öğretmenin odasına gittim. Tam ben kapıdan girereken Asım Öğretmen geldi. Lüleburgaz'a gitmiş: “Lüleburgaz'da bir çok arkadaşım oldu, onlarla görüştüm;geldiğimde çok kalamayacağım için vedalaşmayı şimdiden yaptım!”dedi. Asım Öğretmen 2 Haziran çarşamba sabahı ayrılacağını söyledi. Gülerek: “İki gün daha çalışabiliriz!”dedi. Asım Öğretmen öyle dedi ama ben öyle durgunlaştım ki, çalışmanın ne olduğunu bile unutmuş gibi oldum. Karşımdaki piyano bana çok yabancı geldi. İlk gördüğümdeki ürkekliğim sanki üstüme üstüme çökmüştü.

Asım Öğretmen birden. “Do notasını göster!” dese gösteremeyecek ölçüde yabancılaştım.

Tören zili çaldı. Zili bahane edip kalkınca Asım Öğretmen sanırım daha önce benim için hazırlamış olduğu küçük bir kitabı uzatarak:

- Al bak, senin işine yarar. Bütün öğretmenlere verdiler. Sınavlarınız bu kitaba göre yapılacakmış. Ayrılacağım için açıp bakmadım bile. Sen dikkatle oku, yararlanacağın bir şeyler bulursun dedi. Kitabı isteksiz isteksiz alıp teşekkür ettim. O anda kitap değil piyanoyu bağışlasa gene neşelenecek durumda değildim; boynum bükük olarak akordiyonu alıp merdivenlere çıktım. Asım Öğretmen oldukça sevinçli, sert sert komutlar verip sıraları dizdi. Hem korkutucu hem de okşayıcı sözler söyledikten sonra İstiklal Marşı'nı çok güzel söyletti. Akordiyonu bırakırken bana:

- Eee İbrahim, benim görevim burada bitiyor;ne yapalım, kısmet bu kadarmış. Yeni bir arkadaş gelecek diyorlar, o gelene kadar, bu görev gene senin, başaracağından emin olarak ayrılıyorum!dedi. Öğretmenin bu güzel sözlerine hiç bir yanıt veremedim. Bu kusurumu Asım Öğretemenin hoş göreceğiini bilmeme karşın gene de kapıdan çıkınca kendimi kınadım.

Yusuf Asıl yemeğe geldi, ona çok sevindik. Revirde olan bitenleri abartılı bir şekilde bize anlattı. Eli bağlı ama şişlikler inmiş. Aynada çalıştığı resmini tamamlamış. Hemşire Ayşe Abla Talat Ayhan Öğretmene Yusuf'un resim çalışmasından söz etmiş. Talat Ayhan Öğretmen özellikle gelip Yusuf'a: “Geçmiş olsun!”demiş, uzun süre yanında kalmış. Yusuf bir süre Talat Ayhan Öğretmeni övdü:

- Çok iyi bir insan, biz onu değerini bilememişiz!deyip bir süre hayıflanarak söylendi. Yusuf'un sözlerine benzer bir olayı da bugün benim yaşadığımı, Naci Yüzbaşının bize anlattıklarını aktardım.

“Çadır işimizi erken bitirmek üzere işbaşı zili çalmasını beklemeden karşıya geçmiştik. Tam işe başlarken Naci Yüzbaşı, Bahri Üstçavuş, Veysel Onbaşı çıktı geldi. Naci Yüzbaşı erken işbaşı yapışımızdan hoşnut olmuş olacak, “Askerlikte görevine canla-başla sarılanlar sevilir!”deyip bizi öven sözler söyledi. Ayrıca bana:

- Senin köyün hakkında bilgi topladım. Benim Kayınpederim Emniyet Amiridir. On yıldır bu işi yapıyormuş. Senin köyünden herhangi bir suçlu ile karşılaşmamış, köyünü, Karpuzcu Köy olarak biliyor. Yargıçlarla, savcıklarla konuştum; “Kayıtlarımızda o köyden bir iz yok!”dediler. Ne güzel bir köyün var senin!Bu yaz ben de gidip beğendiğim karpuzu elimle koparacağım!”dedi. Benim çok hoşuma gitti ama içimden keşkde bunları derslikte söyleseydi!”dedim. Bu arada Askerlik Kampının 31 Mayıs 1943 Pazartesi günü 1. Grupla başlayacağını, ilk kampa girecek 120 öğrenci katılacağını anlattı. 120 öğrenci de 20 Haziran 1943 Pazar günü kampa gireceğini, son sımıfların bu grupta olacağını söyledi!”dedim. Arkadaşlar çok sevindiler. İlk grupta kampa girmeyeceğimize göre Edirne'ye gideceğiz, görüşü ağırlık kazandı.

Derslikte aynı sevinç gösterileri yapıldı. Bu arada Harun Özçelik gelen Eğitinbaşının adını da Leman Öğretmenden öğrenmiş Kemal Üstnü'müş, Trabzon'dan geliyormuş, Müdür Beyin eski arkadaşlarındanmış. Kemasl Üstün adını anımsar gibi oldum ama bir türlü çıkaramadım. Hem de Kemal Üstün-Trabzon yaklaşıklığını anımsar gibi oldum, düşündüm kaldım. Bildiğimi sandığım bir adı bulup çıkaramamak zoruma gitti. Çevremde konuşulanları duymazdan gelip bir süre öyle durdum.

Yatınca da uzunca bir süre onu düşündüm. Sonra da kendi kendime: “Anımsasam ne olacak? Gerçekte tanımadığım biri, nasıl olsa geliyor;gelince tanıyacaksın!”deyip rahatladım. Naci Yüzb aşının dedikleri kulağımda bir daha yankılandı, köyüm adına sevindim.

 

31 Mayıs 1943 Pazartesi

 

Zil çalınca yatakhane akşamki dersaneye döndü. Hemşeriler, kampçılar. Kendi aramızda konuşurken her şeyi unuttuğunu söyleyen arkadaşlar bu sabah büllül kesildiler. Dikkat ettim, hiç birisi sorulanı yanıtsız bırakmıyor. Özellikle kamp üsüne söylenenler hep gerçek dışı. Sözde biz geçen yıl askerlerin yaptığı eğitimi aynen yapmışız. Üstelik subaylar gelmişmiş. Hele asker giysisi bile giymediğimizi kimse söylemiyor. Özellikle asker giysisi giymeyi bu yılkiler de çok önemsiyor. Mehmet Yücel arkadaşımız takıldı:

- Asker giysisi çok mu önemli? Zaten onu hergün giymiyor musunuz? diye sordu.

Kahvaltıda, kamptakilerin bir süre yemeye buraya gelecekleri duyuruldu: “Yürüyüş düzeni için de gelinip gidilecekmiş. Bizim masadakiler hemen değerlendirdiler: “Bu yılki kamp geçen yıldan daha sönük geçecek!”Neden? ” diye sordum. Arkadaşlar değişlik değişik ama aynı kapıya çıkan yanıtlar verdiler: “Okulun içinde olması, 4. sınıflarla birlikte olunması, Askerlerden uzak bulunması v. b. gibi nedenlere sıralandı. Oysa bunlar geçen yıl gerçekten değişikti ama bizim gene de askerlerden farklı bir çalışmamız vardı. Örneğin tüm eğitimi bir onbaşı bir çavuş yaptırdı. Yemekler asker yemeğiydi ama biz gene ayrı yerde kendi kendimize yemiştik. Özellikle bu yıl yemeği kendi yemekhanemizde yemeyi daha sağlıklı bulduğumu söyledim. Meğer benim gibi düşünen başka arkadaşlar da varmış, onlar da bana katılınca tartışma bitti.

İşbaşını Yatakhane önünde kur'a ile ikiye bölünerek yaptık. Birinci grup, binanın tamamlanan bölümünün çatısını kurmaya başlayacak. 2. grup ise binanın ikinci bölümünün çatısını sökecek. Halis Öğretmen kendini bir gruptan saydı, öteki grup başı olarak da beni seçti. Kur'ada ben sökme işini çektim. Arkadaş olarak da Hüseyin Orhan , Recep Kocaman, Salih Baydedmir, Hasan Üner. Bu kez yardımcılarımız 3. sınıf öğrencilerinden Mehmet Bektaş, Halil Acar, Hasan Türkel, Ahmet Öztürk, Süleyman Kızılkaya. Hemen hemen hiç biri tanımıyorum. Ne rastlantı, hiç biri ile de nöbetlerde karşılaşmamışım. Arkadaşların tanışları çıktı. Özellikle Hasan Üner hepsi ile konuşuyormuş. Ben, önce Mehmet Bektaş'a takıldım. Bektaş Ağabeyimin adını soyadı olarak aldığın ı söyledim. Söylediğimi pek anlamadı ama gene de gülümsedi. Hüseyin Orhan söze karıştı: “Soyadı Bektaş mı, yoksa Pektaş mı? Soyadı yasasına göre insan isimları soyadı olarak alınamaz. Örneğin Ahmet, Mehmet, Ali, Hasan, Hüseyin soy adlı kimse yoktur. Arkadaşımız Kadir Pekgöz'ün Pek'ini örnekleyerek sorusunu tekrarladı. Mehmet dikkatle dinledi ama yanıtı kısa oldu, “Soyadım Bektaş!”

Binanın iki yanına da iskele kurduk. İskeleleri zaten duvarcılar hazırlamıştı;biz işimize uygunlaştırıp sökmeye başladık. Fahri Tosili Öğretmen geldi. Fahri Tosili Öğretmen bizim yardımcıları çok çok övdü. Kiremit indirmede bize yardımcı oldu. Besbelli öğretmenler arasında verilen bir karara göre gelmişti ama sezdirmeden bir süre kalıp ayrıldı. Bir tarafın kiremitini bitirmek üzereyken zil çaldı.

Kampa çıkanlar yemeğe bizden sonra geldiler. Üçer masa ara ile baş taraflara tabak konmuş, iki onbaşı ile bir sıra çavuşu oturdu. Masalarda çıt yok. Tam gülünecek gibi bir görüntü. Öğretmenler de bakıyorlar, onlarda da gülme yok. Mehmet Yücel arka masada konuştu: “Ah şöyle, bize öğretmen değil bir kaç onbaşı gerekli!”dedi. Ona bile gülen olmadı. Kamptakilerin dışında kalanlar her zaman ki gibi yemekhaneyi boşalttı. Kampçılar gene sıra olup karşıya geçtiler.

Derslikte gene bir tedirginlik; “Doğru dürüst Askerlik dersi görmedik, doğru dürüst kamp yapamazsak bize Yedek Subaylık verirler mi? ”Sami Akıncı sinirlendi, “Armut piş, ağzıma düş!” Sizinki de hep kolayından kazanmak. Öğretmenlerimiz anlattı, Üsteğmen son dersinde de söyledi. Bu okulu bitirirsek biz, doğrudan Yedek Subay Okuluna gideceğiz. Yedek Subay Okulu, adı üstünde bir okul. O okulun dersleri var, o dersleri okuyup sınavını verenler Yedek Subay oluyor. Sınavını veremeyenler de Subaylık hakkını kaybediyor. Ben o okula gittiğimde çalışıp başarılı olursam benim başarımı kim engeller? Neden böyle konuşuyorsunuz? ” diye sordu.

Sami Akıncı'nin çıkışını haklı bulduğumuzu konuşarak işbaşı yaptık. Bir yanın kiremitini bitirir bitirmez öbür yana başladık. Yeni bir karar verdik: “Kiremit indirme bitmeden paydos yok!”Mehmet Bektaş beni göstererek konuştu, “Ağabey, Onbaşılar gibi!” Neden öyle dediğini sordum. Yan masadan gözlemiş. Fısıltı bile yapılsa Onbaşı hemen o tarafa bakıyormuş. Bir süre Mehmet Bektaş'ın benzetmesine güldük. Derslerindde “Benzetme” adı altında bir konu okuyup okumadığını sordum. Yanıtlayamadı. Benzetme yuvarlak olarak tanımlamaya çalıştı. Arkdaşlarına sordu. Onlardan da inandırıcı bir yanıt alamayınca bu kez de bana sordu: “Bilmiyorum, gerçekten Benzetme nedir? ”Benzetme konusunun şimdiye dek Türkçe derslerinde geçmesi gerektiğini anlattım. Bu kez: “Geçmedi Abi, geçseydi anımsayacaktım, benim Türkçe dersim iyidir!  dedi. Bu kez de soruyu değiştirdim: “Gibi sözü nedir, nerelerde kullanılır? ”Mehmet olayı uzatmaya kalkıştı. Arkadaşları bu kez yardım ettiler. “Gibi edat olarak kullanılır, nesneleri karşılaştırmada, benzerlik kurmada kullanılır. Aslan gibi cesur adam!Tilki gibi kurnaz, çocuk!Kedi gibi sırnaşık insan!At gibi koşan. . . . !Kurt gibi bakan . . . ! Ben de: “Tüm bu benzetmelerde iyi bilinen bir nesnenin özelliklerini tam bilinmeyen bir başka nesneye yamayarak ya da yakıştırarak, onun da öyle olduğunu anlatmaya çalışırız. Benzetme aşayı yukarı böyle yapılır. Ancak iyi ya da doğru bir benzetmenin kesin koşulu vardır. Benzdetmdeyi oluşgturan 4 koşulun bulunması gerekir:

1. Benzetmelik, 2. Benzetme yönü, 3. Benzetilen , 4. Benzetme edatı. Bu dört öge oluşmazsa benzetme geçerli ya da yeterli sayılmaz. Halk arasında buna bir ad verilmiştir, sık sık uyarılır: “Teşbihde hata olmaz!”Daha açık bir söylemle Teşbih ya da benzetme yaparken hata yapılmamalı!”Mehmet Bektaş'a gene sordum: “Bunca sözü ben neden söyledim? ” Mehmet bu kez de olmuzlarını silkti. “Onbaşının yemek masasındaki çocuklara bakışıyla benim çatıdaki tavırlarımın benzetme yönü uyuşmamaktadır. Çavuş ya da Onbaşı'nın bakıştan sonraki tavrı doğrudan bir ceza amaçlıdır. Oysa benimki bir kaza, ya da önlenmesi güç bir yanlışa yol açmamayı amaçlamaktadır. Bu nedenle Mehmet Bektaş'ın benzetmesi ya da teşbihi hatalı yapılmıştır. Kuralı bir daha tekrarladım: “BENZETMEDE(Teşbihde) HATA OLMAZ!” Son uyarı: ”Hata yapılmamalı anlamındadır. Ben sözümü bitirdiğimde Fahri Tosili Öğretmen gene geldi. 3. Sınıflara takıldı. Özellikle de Süleyman Kızılkaya'nın soyadı üstünde durdu: Fahri Öğretmen; “Akkaya, Karakaya;Aktaş, Karataş, Çankaya, Çetinkaya, Sivrikaya, gibi adlar sıraladı. Bize de sordu. Kırklareli tarafında Kovankaya adlı bir köy olduğunu anımsatım. Köyün yakınlarında büyük bir kaya varmış. Kayanın çok derinlerine giden dar yarıklarına giren arılar, oralara yuva yapıyorlarmış. Fahri Tosili Öğretmen arılar için: “Vay namussuzlar, insanlara bu kadar mı düşman kesilmişler!”dedi. Öğretmenin “Namussuzlar sözü arkadaşları güldürdü, Konu hemen başka hayvanların da insanları düşman bellediği üstüne öyküler anlatıldı. Kelile-Dimne/Depçeli, Pakakanta(Pankakantra), La Fontain sözleri edildi ama verilen örnekler hep hahyvanların hayvanlarla olan ilişkilerini içeriyordu. Sinek le gül, Çiçekle Böcek , Karga ile Tilki, Aslanla Fare v. b. gibi. Oysa soru kendisine iyilik eden insana kötülük yapan ya da yapmaya kalkan hayvan olacaktı. Öyle olunca ona: “Vay namussuz!”diyecektik. Az kalsın ben de gülüp geçecektim. Ansızın duraksadım. Okuduğumda hiç beğenmediğim bir La Folntain fablı vardı: İnsanla Yılan. Yılanlardan ürperdiğim için, onu sevmediğim gibi uzun zaman da unutamamıştım. Hemen anlattım. ”Adamın biri kış başlarında tarlasın da ya da ormanda gezerken bir yılan görür. Yılan ölmek üzeredir. Adam, yılanın kıvranmasına acır, alıp evine getirir. Isıtıp bir şeyler yedirdikten sonra yaşayabileceği bir yere koyup baharı beklemesini düşlemektedir. Yılanı sıcak bir yere bırakıp işlerine koyulur. İşlerini bitirip yatacağı sıralarda yılanın birden üstüne geldiğini görür. Kısa bir kovalaşmadan sonra adam elinde geçirdiği bir kesiciyle ikiye üçe bölerek zararsız duruma getirir!”

Öykümü bitrirince arkadaşlar: “Vay namussuzu!”dediler. Fahri Tosili Öğretmen gülerek: “İşte böylelerine bu söz hep söylenir!”dedi.

Paydos zilinden önce kiremit indirme işimizi bitirdik. Fahri Tosili Öğretmen: “Saat gelmek üzere, yeni bir işe başlamadan paydos edelim!”diyerek iskeleden indi. Ardından biz de sıraya girip indik.

Dersliğe geçerken Asım Öğretmenin odasını dinledim. Asım Öğretmenin gülderek yüksek sesle konşuyordu. Bayan öğretmenlerden birileri olabileceğini düşünerek girmedim. Derslikte otururken kapı önündi arkadaşlar Talat Tarkan Öğretmenin kızı Piyano çalıyor, şimdi oradan çıktı!”dediler. Az sonrza Asım Öğretmenin odasına gittim. Bir süre çalıştık. Asım Öğretmen; biraz kuşkulu olmakla birlikte odasının kendi üstünde kalacağını, benim rahat girip çıkabileceğimi anlattı. Gerekçe olarak da ay sonunda Hasanoğlan'da okuyan çocuklardan bir Müzikçinin geleceğini anlattı . Öğretmen gülerek; “Kısacası, sen ayrılanadek bu odadan yararlanacaksın. Ancak bir ortağın olacak gibi, Yıldız, Yıldız Tarkan. Konservatuvara hazırlanacakmış. Ne var ki Müzik namına hiç bir şey bilmiyor. Sanırım çabuk bıkıp bırakacaktır.

Öğretmen beni sol tarafına oturttu. Önce 48 nolu Lieber Mond adlı Alman şarkısını sonra 49 nolu Ein Schafermadchen Weidete adlı bir başka Alman şarkısını çalıştık. Asım Öğretmen bu iki şarknın notasını almamı akordiyonla çalmamı önerdi. 50 nolu Schubert'in Walzer'ne başlarklen yemek zili çaldı. Ayrılırken öğretmen Beringer'i uzattı: “Götüreceğimi biliyorsun, notları yazacaksan al yaz!”dedi. Hep söylemeye çalışmıştım ama çok rahatsız etmiş olacağımı düşünerek söyleyememiştim. Kitabı sevinçle (kaparca) aldım. Sabahleyin getiredceğimi söyleyerek ayrıldım.

Yemekte gene kamp işleri, gene yeni Eğitimbaşı konuşmaları egemendi. Harun ÖzçelikOkul Müdürümüzün eşi Leman Öğretmenle resim çalışması yapıyor. Bir çok sağlıklı haberleri de Harun aracılığiyle alıyoruz. Yeni Eğitimbaşının geleceğini, nereden geleceğini ondan öğrenmiştik. Gelecek Eğitimbaşının Kemal Üstün olduğunu duyunca bana tanıdık gibi gelmişti ama nereden tanıdığımı da bir türlü çıkaramamıştım. Harun bu kez bir ip ucu verince Kemal Üstün'ü nereden tanıdığımı buldum. İlköğretim Dergisinden. Leman Öğretmen İlköğretim Dergisinde yazılarının çıktığını anlatmış. Sevindim, okuduğum yazısını bile anımsadım. İzmir Kızılçullu Köy Enstitüsü için yazdığı bir yazıyıydı. Kemal Üstün-Trabzon İlköğretim Müfettişi yazıyordu.

Birden sevindim;Asım Öğretmenin anlattıklarında benim zararıma olacak bir durum yoktu ama nedense üzülmüştüm. Kemal Üstün yazısını anımsamak benim kaçmış olan neşemi geri getirdi .

Müzik defterime çoktandır nota yazılmamıştı. Önce Asım Öğretmenin önerdiği Volkslied'leri sonra da Deutsches Volkslied'leri yazdım. Arkasından Schottische Melodie, Böhmisches Volkslied, Russische Vesper-Hymne, Amerikanische Nationel-Melodie, Fröhlich heimwarts notalarını koşarca yazdım. Hemen hemen hepsi birer sayfayı geçmiyor.

Nedense çoğunu çaldığım notaları deftere yazınca akordiyon hevesim canlandı.

Kemal Üstün nasıl bir insan acaba?

 

1 Haziran 1943 Salı

 

Uyanınca gece gördüğüm rüyayı anımsamaya çalıştım. Alpullu mu yoksa bir başka tren istasyonumu ne? Orada tren bekliyormuşum. Tren pencerelerine bakarken arkamdan biri bağırdı: - Müzik öğretmenin geçiyor! Bunu duyunca şaşırdım; “Asım Öğretmenim daha ayrılmadı!”diye yanıt verdim ama bu kez de : “Belki de Süheyla Öğretmendi!”deyip vagon pencerelerine bakmaya başladım . Ben pencerelere baktıkça penceredeki insanlar arkalarını dönüyor. Arkalarını dönenleri gözlüyorum. Ancak gözlediğimi belli etmemek için yere bakar gibi yapıyorum. Aniden başımı kaldırınca trenin kaybolduğunu gördüm. Tren olmadığı gibi tren yolu da yok olmuş. İstasyonu tan ımaya çalıştım. Alpullu değil, orada koca Şeker Fabrikası var. Kavaklı İstasyonu aklıma geldi. Orası oldukça tenhadır. Oradan bir kez trene binmiştim, benimle birlikte üç kişi binmişti. Ancak orada rüyamdaki gibi tren pencerelerine bakmamıştım. Bir süre düşüğndükten sonra kendi kendime yorum yaptım: Asım Öğretmenin ayrılmasına üzüldüğüm için rüyamda, çoğunlukla ayrılıklara neden olan treni görebileciğimi düşündüm.

Dersliğe gidince Beringer'i alıp Asım Öğretmenin odasına bıraktım, kendisi yoktu. İki üç gündür karşıda Kamp Yeri'nde çalıştığımdan Halil Basutçu'yu görememiştim. Meğer arkadaş bu ara çalışmıyormuş. Karşılaşınca sordum: “Nerdesin arkadaş? ”Anlattı, Namık Öğretmen bir süre istediği zaman dinlenmesini önermiş. O da arada gidip çalışıyormuş, ağrısı artınca ya kitaplığa ya da tarımcıların oralara gidip dolaşıyormuş. Olaya şaşırdım: “Neden? ”Bunu kendime sordum ama arkasından nedenini bilmeden bu kez de ben, akşamki rüyamı anlattım. Arkadaş uzun zamanlardan beri rüya görmüyormuş. Besbelli bir zoraki gülüşle:

-Rüya görecek kadar uyuyamadığıma yoruyorum!dedi. Bu kez daha da üzüldüm, “Uyuyamamak kötü bir olay olsa gerek!”

Kahvaltı, düne bakarak biraz daha sessiz geçti. Çavuş bir masanın başında ama gözleri tüm masalarda. Kampa katılmayanların da etkilendiği besbelli. Bizim masadakiler bile hem kıs kıs güölüyor hem de; “Ne olur ne olmaz, adam iki gün sonra bizim de başımıza geçecek!”deyip kon uşmalarını fısıltıya döküyorlar.

Makasları sökmeye başladık. Düz makas olduğundan kolay oluyor. Kiremit altı tahtalarını hemen hemen zararsız söktük. Saçak ucu tahtaları dışındakiler çakıldığı gibi duruyor. Halis Öğretmen sasçak ucu tahtaları için: “Önemli değil bu kez zaten oluk sac konacak!”dedi.

Öğretmen ayrılınca dünkü konuşmalardan hoşnut kalan 3. Sıflar gene soyadı konusunu açtılar. Acar, Türkel, Öztürk soyadları dile dolandı. Karışmadan dinledim. Üç soyadı üstüne hemen hemen yakışacak türden bir şey söyleyemediler. Acar-Macar-pancar falan deyip gülüştüler. Türkel için ise onu da söyleyemediler. Tek söyledikleri: “Babalarımız almış!”Bu kez de ben: “Ne biliyorsunuz belki dedeleriniz almıştır!”dedim. Ona da gülüşerek yanıt verdiler. İkisinin dedesi yokmuş. Ben de susmadım; “Ne demek yokmuş? İnsanın babası olur da dedesi olmaz mı? “Şimdi yoksa Soyadı Yasası çıktığında yaşıyor, olabilir!”dedim. Bu kez hepten sustular: “Dedelerimizin öldüğü tarihleri bilmiyoruz !”dediler. Selçuk Korol Öğretmenin sık sık tekrarladığı sözü ben de kullandım: “Babamızın, dedemizin doğum-ölüm tarihlerini bir yana bırakıp Hamurabi'nin, Neron'un, Bonapart'ın yaptıklarını, yaşam öykülerini anlatalım. Sonra da: “ Tarih biliyoruz !”diye övünelim! ”Selçuk Korol Öğretmenden bu sözleri dinleyip papara yediklerinden ben söyleyince bir süre bakışıp gülüştüler.

İki makası kusursuz olarak yere indirdik. Makasları indirince yerlere gelişigüzel bırakmıyoruz Tüm parçalar belli öbeklerde toplanıyor. Bu nedenle sökme işimiz biraz ağır gidiyor.

Yemekte yeni bir haber uçuyruldu: “6 Haziran günü Edirne'ye gidecekmişiz. 6 Haziran pazar günü. Akla uygun bir tarih. Hikmet Öğretmen başka sınıftan çocuklara söylemiş. Pek inanılacak gibi değil ama inandık. Kampçılar bugün çok geç geldiler. Sanırım bundan böyle hep öyle olacak. Ne de olsa arkadaşlar karşılıklı bakışırken cıvıtmalar oluyor. Sürekli gözeten çavuş böyle bir önlem düşünmüş olabilir. Arkadaşlar: (Ne olacaksa? )Büyük rütbeli subay beklerken gene bir çavuşa kaldık!”diye hayıflana dursun kamp böylece sürecek. Giysiden falan da söz eden yok. Zaten etmeye kalkan olsa Mehmet Yücel gülerek:

-Daha bıkmadınız mı asker kumaşından? diye soruyor.

Öğleden sonra Halis Öğretmen bizim grupla çalıştı. Halis Öğretmen daha ustalıklı söktüğünden(O bizim gibi kırmaktan, bozmaktan çekinmiyor) 3 makası indirip, parçalarını öbeklerine koyduk.

Paydosta kalabalık bir grup futbol alanına doğru gidiyordu. Çocuykların arasında Asım Öğretmeni görünce sevindim, demek bu gece gitmeyecek. Ben de arkadaşlara katılıp gittim. Asım Öğretmen ortalıkta koşturuyor. Karşısında da Fahri Tosili Öğretmen. Bir süre onları izledikten sonra dersliğe dönmek üzere ayrıldım. Kapı önünden geçerken Asım Öğretmenin odasını dinledim, ses yoktu, vurup girdim . Beringer gene piyano üstünde. Oturup çalışmaya başladım. Uzunca bir süre sonra Asım Öğretmen geldi. Gülerek, “Bu gece de buradayım. Biletimi aldım, yarın saat tam 10'oo Otobüs buradan alacak!”dedi. Öğretmende benim notalarım vardı, aklımdaydı ama isteyemiyordum. Öğretmen onları ayırmış; 5 nolu Macar Dansı, Çardaş Früstin, Tuna dalgaları, Dalgalar Üzerinde, Karmen Silva, , Volga Volga, La Kokarekçe. . . Bir küçük kitapçığı da öğretmen eklemiş;piyano için, Danko Pişta . . . . . Öğretmen bir iki parça çaldı. Gerçekten güzel parçalar. Öğretmen odanın anahtarını bana verdi. Mukayyet olursun ama sakın kilitleme, Talat Beyin kızı arada çalışacak. Ona engel olma. Yeni Eğitimbaşı gelip göreve başladıktan bir süre sonra gider durumu ona anlatırsın;Öğretmen bana izin veriyordu, dersin. O, “Çalışmana devam et!”derse çalışırsın, anahtarı alırsa sen de bu işe şimdilik benim gibi “Elkveda!” dersin. Ancak sen törenleri yönettiğine göre anahtarı senden alacağını sanmıyorum. Onun için hemen geldiğinde değil de bir hafta ya da on gün sonra götür ki, gelen seni tanımış olsun!”dedi. Asım Öğretmen güzel sözler söyledi ama ben çok üzgün olduğum için hiç birisi beni sevindirmedi. Neredeyse küskün gibi ayrıldım. Ayrılırken de biraz mız mızlayarak: “Sabahleyin geleceğim!”dedim . Dersliğe dönünce notaları yeni görüyormuş gibi acayip acayip bakarak karıştırdım. Abdullah Erçetin geldi, bir süre de o notaları karıştırdı.

Arkadaşlar, bu mevsim Edirne'nin çok güzel olduğunu konuşuyor: “Sonbaharını görüp yaşadık, İlkbaharın başlangıcını az da olsa gördük. Şimdi de yaz mevsiminin girişini göreceğiz!”gibi sözlerle sevinçlerini paylaşıyorlar. Nedense ben hiç sevinemiyorum. Sanki gitmeyecekmişim gibi bir duygu içindeyim. Yat zili çalınca sevindim. Oysa başka günlerde özellikle derslerin sürdüğü zamanlarda yat zili çalınca üzülürdüm.

Uykuyu bir kurtuluş sayarak hemen yattım. Gördüğüm son rüyayı anımsadım. Trende Müzik öğretmeni aramak falan!Yoksa yarın kalkıp Asım Öğretmeni uğurlayamayacak mıyım? Böyle olursa ayıp etmiş olurum. Asım Öğretmen gidiyor ama, kurulmuş ortak düşlerimiz var:

-Ankara'da buluşup konuşmak, konserlere gitmek. Yoksa Asım Öğretmen bunları unutup gelmeyecek mi? ya da ben, umduğum gibi oralara gitmeyecek miyim?

Uyumak istememe karşın uzun süre uyuyamadım. Derslikte Edirne konuşmalarına katılmamıştım ama yatınca aklım gene Edirne'ye kaydı. Sanırım gene Edirne Lisesinde kalacağız. Geçen gidişimizde bir izbe yerde yatmıştık. Çevrede pek insan yoktu. Şimdi yaz geldi, herkes yollarda bahçelerde. Gelip geçenler kaldığımız yeri görecekler. Arkadaşlar bunları hiç düşünmüyorlar.

 

2 Haziran 1943 Çarşamba

 

Zil sesiyle uyandım. Hemşerim Kadir de uyanmış hemen takıldı: “Neden erken kalktın? ” Baktım, sustum. Kadir, “Söyle söyle, sende gene bir iş var!”Kadir'e söylemekte bir sakınca görmedim , doğruyu söyledim. Kadir de takıldı, “Asım Kaveller Öğretmeni ben de severdim, ben de gelirim!”dedi. Saatini söyledim. Bu kez duraksadı:

-Neden şimdi hazırlanıyorsun? Hazırlanmadığımı üzüldüğüm için tedirgin olduğumu anlattım. Dersliğe birlikte gittik. Kadir durumu tüm arkadaşlara duyurdu. Arkadaşlar Asım Öğretmenin temelli gittiğinden habersiz, izinli gittiğini sanıyorlar. Kadir de işin salt orasını biliyor. Bu nedenle olay çok önemsenmedi. Konuyu değiştirmek için akşam aklımdan geçenleri dolaylı olarak da kendi düşüncemi açıkladım:

- Edirne'de gene o döküntülü bölümde mi yatacağız? Sorum gerekli yankıyı yaptı; “Birer battaniye götürüp Fidanlıkta yatalım!”Geçen defa gelmeyenler durumu bilmediklerinden karşı çıktılar: “Ne olursa olsun, Edirne içinde kalalım!”Edirne konusu Asım Öğretmeni unutturdu. Arkadaşların saat 10'oo da işi bırakıp gelmesi söz konusu değil. Konuyu yaygınlaştırıp benim gitmeme de engel olabilirler. O nedenle işi saptırdım.

Kahvaltı ederken de tartışma sürdü ama bizim masada bile kesin bir karara varılamadı. Fidanlıkta yatılırsa Edirne içinde gezilemeyecekmiş. Bizim masadakilerin çoğu geçen defa Edirne'ye gelmeyenlerden. Onları üzmemek için diretmedim.

Kampçıların masaları boştu. Onlar yarım saat önce kahvaltı edip gitmişler. Yeni programları öyleymiş: “Kahvaltıları bizden yarım saat önce, öğle, akşam yemekleri de yarım saat sonra olacakmış.

Duvarcılarla yer değiştirdik. Onlar bizim söktüğümüz yere biz de onların diktiği duvarlara geçtik. Önce iskeleleri kolay çalışacak duruma getirdik. Sık sık saate bakarken Halis Öğretmen gördü, yavaş bir sesle sordu: “Bir işin mi var? ”Asım Öğretmen!” derken daha başıyla”git” işareti verdi. On dakika kala okulun önüne çıktım. Asım Öğretmenle Talat Tarkan Öğretmen birlikte çıktılar. Talat Öğretmene açıklama yapmaya kalkışınca: “Gelmeseydin üzülürdüm!”deyip gülümsedi. Asım Öğretmenin valizlerinden birini alıp asfaltın kıyısına gittim. Öğretmenler bir süre fis kos olarak konuştular. Birinden söz ettikleri belliydi. Ben giden Eğitimbaşı olarak düşündüm. Çünkü Asım Öğretmen: “O benim ağabeyim durumundaydı, ona saygım vardı. Gitmeden önce de ben ona bir kaç kez bunu söyledim!”gibi bir söz söyledi. Otobüs geldi, valizleri otobüsün üstüne verdim. Asım Öğretmen son söz olarak: “Haydi İbrahim, seni göreyim;konuştuklarımızı yapmaya çalış, son gayretini kullan!”dedi, elini başına doğru kaldırdı.

Dün ya da evvelki gün Asım Öğretmenin ayrılacağını düşündükçe derin üzüntü duyuyordum. Oysa şimdi ayrıldık, üzüntüm falan yok. Neredeyse sevineceğim. Talat Tarksan Öğretmen bana takıldı: “Böyle ayrılıklarda bizde kalanlar bir birine: “Allah kavuştursun!” derler, sizde böyle bir söz yok mu? diye sordu. Sanıyorum vardı. Ben: “Var, ayrılırken söyleyecektim!”dedim. Talat Tarkan Öğretmen, “Sana da, hepimize!”deyip ayrıldı.

Arkadaşlar sordular: “Nereye gittin? ”Kamber Amcam okula sık sık geldiğinden herkes tanıyor;onun geldiğini söyledim.

İlk makası oldukça zor yerleştirdik. Salih Baydemir: “Biz eskiden bu denli zorlanmazdık, ne oldu unuttuk mu ne? ”diye bir söz söyledi. Az kalsın ağzımdan kaçıracaktım: “Senin o eskiden dediğin zamanlar Hamdi Bağ, Naci İnan, İrfan Evren Öğretmenler vardı, hüner onlardaydı!”diyecektim. Halis Öğretmen duyarsa üzülür!”düşüncesiyle sustum. Ben sustum ama Yusuf Asıl bağıra çağıra söyledi: “Salih Usta, sen öğretmenleri unutuyorsun galiba!”derken susturdular. Neyse, tam o sıra Halis Öğretmen karşısındakile birşeyler söylüyordu, sanırım sözün tam amını duymadı. İlk dört kiriş ucunu sağlamlaştırınca Halis Öğretmen bir “Hohhh” çekikten sonra: Çatının birinci düğümünü yaptık, bundan sonrası kolay!”dedi. Çatının iki ucundaki üçgenli bağlantılara bazı bölglerde çatının düğümleri denirmiş. Gerçekten de öyle. Binanın iki yanındaki kırılmalar oldukça uzun zaman alıyor. Neredeyse öteki makasların üçüne bedel. Kiremit ya da kiremit altı döşerken de öyle. Özellikle kiremit döşerken tepe doktasının toplanması oldukça zor. B iz bugün böyle bir zorluğun ilk pürüzüyle karşılaştık. Gene de öğleye bitirmiş olarak çıktık.

Öğle yemeğinde gözlerimiz kampçıları aradı. Kampçılar yemeğe gelmiyecekmiş. Bunu duyunca önce şaşırdık. Sonra sonra arkadaşlar: “İyi olmuş!”diyerek konuşmaya başladılar, sonra sonra da: “Ah şimdi, işte gerçek kampa benzedi!“diyenler oldu.

Öğle paydosunda Asım Öğretmenin odasında uzun süre piyanoda çalıştım. Gamları hızlandırmaya çalıştım. Kromotik denilen sıralamayı denedim. Akordiyona alışık sağ elimle oldukça başarılıyım am a sol el parmakları çok dolaşıyor. Asım Öğretmenin gidişine sevinişim sürüyor. Kendimi daha rahat sayıyorum. Kapı açık kalıyor. Karyola yerinde ama üstündekileri hep almışlar. Niçinini, merak ettim ama kimseye sormadım.

Öğleden sonra daha rahat çalıştık. Halis Öğretmen Recep Kocaman'la Hüsyin Orhan'ı alıp pencere kasalarını yerleştirmeye başladı. Öğleden sonra üç makas yerleştirdik. İki makasımız kaldı. Mehmet Bektaş sevinerek: “Yarın erkenden bitiririz!”dedi. Nedense Mehmet'e yanıt vermek gereğini duydum: “Öğleden sonra oldukça kalabalık çalıştık. Yarın bir bölümümüz kiremit altını çakıp, kiremit döşemeye başlayacak!”dedim. Çocuğun neşesi kaçtı. Ya da bana öyle geldi. Buna hakkımın olmadığını düşünüp içimden kendimi sorguladım.

Paydos olunca arkadaşlar Futbol alanına koşarken ben hevesle piyano çalmaya gittim . Kapıda az durup dinledim, ses yok. Gene de kapıyı vurup ses beklemeden açtım. Birden içerde insan varmış duygusuna kapıldım. Dikkatle baktım, insan falan yok. Ama odada bir değişiklik var. Ne olduğunu bir türlü anlamadım. Ayırdına tam varırken kapı açıldı. Boş olan karyolaya yataklar konmuş. Tam bu sıra kıkırdaşarak Melahat Erkan'la Feride Dinçer geldi. Ellerinde yastık, yatak çarşafları. Melahat her zaman şakacı konuşur. Gülerek: “İbrahim Abi, uykun gelince rahat uyu, diye yatak hazırlıyoruz!”dedi. Şakasına gülmem gerekirken birden tedirgin oldum: “Eyvah, buraya bir bayan öğretmen gelirse ben bir daha buralara sokulamam!”Melahat!a nasıl baktığımı bilemiyorum ama bir şeyler anlamış olacak: “Şaka söyledim abi, Selahattin Yücesoy Öğretmen kalacakmış, onun için hazırlıyoruz!”dedi. Yüzümün şekli hemen değişti: “Selahatttin Öğretmen geldi mi? diye sordum. Gelmemiş, cuma ya da cumartesi günü gelip bir kaç gün kalacakmış. Bu kez de şakayı ben yaptım:

-Öyleyse akşam kapıyı kilitleyip burada yatarım. Buna da Feride inandı:

- Götürelim kız, bugün takmamız şart mı? Geldiği gün takarız!Sonunda anlaştık. Onlar yatağı bir güzel hazırladılar. Ben de onlara uyduruk kaydırık piyano çaldım. Onlar için o denli makbule geçti ki, akordiyondan sonra piyano çalmamı olağanüstü saydılar. Onlar gidince bir süre öylece durup düşündüm. Selahattin Yücesoy Öğretmenin geldiğinde Edirne'de olacağıma üzüldüm.

Dersliğe dönünce Yeni Eğitimbaşı konuşmaları yapılıyordu. İlgilendim: “Yoksa yapılan yatak onun için mi? Olur ya, Melahat'lara öyle demiş olabilirler. Kemal Üstün Öğretmen gelmiş, Müdür Beyin evin de kalıyormuş. Burada boş oda varken neden Müdür Beyin evinde kalsın? Harun Özçelik anlatmasını sürdürdü: “Uzun boylu, çatık kaşlı, beyaz yüzlü, sarışın!”dedi. Bunları dinleyince bende de bir tanıma isteği doğdu. Okuduğum yazısını bir daha gözden geçirip, bizimle konuşurken olanak bulursam ondan söz edebilirim. Arifiye Köy Enstitüsü'ünden gelen Enver Kartekin Öğretmene yaptığımı buna neden yapmayayım? Kitaplıktaki İlköğretim dergilerini karıştırırsam belki b ulurum. Önce yazıyı ne zaman okuduğumu anımsamaya kalkıştım. Köye gittiğim süreleri hesapladım. Kitaplıktaki, İlköğretim Dergilerinin bir bölümü dosyalara konmuş. Bir bölümü ise öyle, bizim köy okulundaki gibi üstüste yığılmış. Onları birer birer karıştırmak işime gelmedi. Dosyalardan birini açıp karıştırmaya başladım. Karıştırdığım dergiler dikkatimi çekti; yazıların çoğu hep yeni açılan Köy Enstitülerinden söz ediyor. Tarihlerine baktım 1940 yılının son ayları. Birkaç dergiyi geçince bir başlıkla karşılaştım: “KÖY İDEALİZMİNİN KIZILÇULLU'DAKİ REALİTESİ Kemal Üstün-Trabzon İlk Tedrisat Müfettişi

Yazıyı sevinerek okumaya başladım. Ne var ki ilk cümleyi okuyunca irkildim. Yanlış bir yazı okuduğum kanısına vardım. Yazı: “Kızılçullu”İzmir'e çok yakın güzel bir köydür!”diye başlıyor. Oysa bana oradan mektup yazan arkadaşım Ziya Fikri Özlen, okullarının İzmir içinde olduğunu yazmıştı. Çekinerek de olsa okumayı sürdürdüm. Telaşım boşunaymış. Ziya'nın yazdıkları burada da anlatılıyor. 400 öğrenci, çalışkan bir okul müdürü. v. b. Yazının bitimindeki sözü okuyunca yazıyı iyiden iyiye tümüyle anımsadım. Son cümleleri o günler tuttuğum notlarıma da yazmıştım: “EY KIZILÇULLU'DA ÇALIŞAN KARDEŞLER, SİZE SELAM VE SEVGİLER. YARIN HEP BERABER ELİMİZDE MEŞALE, KÖY YOLUNDA OLACAĞIZ!. . . . .

Derginin bulunduğu dosyanın numarasını alıp dersliğe döndüm.

Derslikte Asım Öğretmen konuşuluyordu. Dikkatle dinledim övenler de yerenler de hep ders dışındaki tavırları üstünde duruyordu. Hiç kimse bir öğretmen olarak gösterdiği çabalara değinmiyor: “Yatakhaneye gelince ne derdi? Yemekhanede nasıl gülerdi, Törende nasıl bağırırdı;türü konuşmalar yapıldı. Oysa Asım Öğretmen bir ilkokul öğretmenin söyletebileceği okul şarkılarını seçip defalarca tekrarlatarak öğretmeye çalıştı. Çoğunun defterine, başına dikilerek yazdırdığı da oldu. Uzun süre dinledikten sonra konuşmalara ben de katıldım. Ancak benim Asım Öğretmeni övmemi çok doğal bulanlar oldu;biraz da ileri giderek benim Asım Öğretmenden yararlandığım önde sürüldü. Bütün söylenenlerin doğruluğunu benimediğimi berittikten sonra ortaya sordum: “Düşünelim ki Asım Öğretmen İlköğretmen okulu bitirmiş bir ilkokul öğretmenidir. Bir kaç ay sonra biz de birer İlkokul öğretmeni olarak görev yükleneceğiz. Acaba içimizden biri Asım Öğretmenin yaptığını yapabilecek mi? ”Sen yaparsın!”diyen oldu. ”Bize böyle bir görevi kim verirmiş? ”diye soranlar oldu. Kısacası benim düşündüklerimle arkadaşların( çoğunun) düşüncelerinin uyuşmadığı bir kez daha ortaya çıktı.

Yemekte büyük bir sessizlik oldu, nedenini çevremize bakarak öğrenmeye çalıştık. Değişik bir şey yoktu. Öğretmen masalarında da Pesent Öğretmenle Ahmet Kun Öğretmen vardı. Sonunda sessizliği kamptakilerin ayrılışına bağladık. Belki de bir çoğu onbeş gün sonra kendi başına gelecekleri ya da oradakilerin şimdi sıkıntıları düşündüğünden gereksiz konuşma yapmak istemiyordu. Bizim masadan hiç kimse benim görüşüme katılmadı: “Çevrede kimse konuşmadığı için biz de susuyoruz!”dediler. Bu kez sorumu değiştirdim: “Bu durumu bir Atasözü ile açıklayın! “Hilmi öncülük yaptı: “Söz gümüş ise sukut altındır!”dedi. Gülenler olunca Hilmi sinirlendi: “Güleceğinize siz de gülünmeyecek bir söz söyleyin!”dedi. Bu kez de Hilmi'ye “Gülünmeyecek sözle neyi amaçladığı soruldu. Hilmi : “Yanlışa güldüğünüze göre, yanlış olmayan sözü kastettim!” yanıtını verdi. Mehmet Aygün ise sözün yanlış değil yerinde söylenmediğini, Hasan Üner: “Sözün tamamının değil ama içinden bir sözcüğün yanlış söylendiğini ileri sürerek hemen düzeltme yaptı: “sükut! Sukut-düşme, sükut-susma!” dedi. Dikkat! (Herkesin sustuğu yerde konuşmamayı öğütleyen bir söz)

Namık Öğretmenle karşılaştık. Namık Öğretmen gülerek: “Yanlış anımsamıyorsam siz bir zaman La Fontain okuyordunuz orada kuzu yavruları ne yaparlar? ”diye sordu. Karşıuçlıklı bakışmalardan sonra yanıt bulundu: “Yuvalarının çevresindeki yaprakları yeyip açıkta kalırlar!”Namıl Öğretmen gülerek: “Çabuk kapatın çatıyı, bir yaz yağmuru gelebilir!”deyip geçti. Gerçekten binanın yarıdan çoğu açılmış durumda. Bizim üç makasımız kaldı bunları da bugün bitireceğiz. Arkadaşlar kiremit işine başladılar. Bizim iki yardımızı da onlara yolladık. Ahmet Öztürk'le Halil Acar gitmiş. Merak ettim, Mehmet'e sordum: Recep Abi öyle istedi!”dedi. Önce anlamadım, Mehmet açıkladı. Onların sın- ıfında Recep Türköz'ün sözü çok geçerliymiş. Sınıfça yapılan çalışmalarda genellikle düzenlemeleri o yapşıyormuş. Recep Türköz, gerçekten o sınıfın yaş ortalamasının üstünde biri. Bunun yanında kendisi de çalışkan bir arkadaş. Besbelli arkadaşları arasında bir saygınlık kazanmış.

Paydosa yakın sökme işimizi tamamladık. Parçaları yerlerine yerleştirdik. Kırılan dökülen oldu. Onları yarın iki arkadaşımız tamamlayacak. Öbürleri Halis Öğretmenin vereceği bölümlere kayacak.

Paydosta bir süre derslikte oturdum. İsmet efkarlanmış: İzin alıp gitmeyi tasarlıyor. Pazar günü Edirne'de biz katılacakmış. Yerinde bir fikir olarak karşıladım. İzin alabilirse gitmesini söyledim. İzin alabileceğini söylüyor ama gene de kuşkusu var. Talat Tarkan Öğretmen: “Eğitimbaşı geldi, yarın işbaşı yapacak, ondan alırsın!”diyebilir. Yeni Eğitimbaşı da, “Göreve bugün başlıyorum, hemen izin veremem!diye bilir!”dedim. İsmet gülerek: “İsmet, o zaman ortada kalmış olabir!”diye güldü. İsmet'e Edirne'den dönerken Hikmet Öğretmen'den izin istemesini önerdim. İsmet önerime uydu, izin işini geriye bıraktı. 5 Haziran Cumartesi günü Edirne'ye gideceğimize göre 12 Haziran günü de döneceğiz. İsmet o gün izin isteyip 13 Haziran pazar günü okula dönecek. İsmet böyle olmasına da sevindi. İkimiz de Hikmet Öğretmenin izin vereceğine inanarak ayrıldık. İsmet satranç oynamaya indi ben de piyano odasına girdim. (Kendi kendime piyanonun bulunduğu odaya piyano odası adı verdim . )Parmak çalışmalarına başladım. Sol elim akordiyon baslarındaki kadar bile çalışmıyor. Fikret Madaral ıÖğretmenin anlattığı Asker fıkralarından biri sağ-sol kulklar için di. Ben o nu ellerim için düşünüp gülüyorum . Askerciğin biri sağını solunu bilmiyormuş. (Bu denli salak insan olur mu? ) Komutanı sağ kulağına sarımsak, sol kulağına soğan bağlatmış. Sağa dön yerine sarımsağa dön, soğana dön diyormuş. Benim sol elim de piyano üstünde böylesi işlevsiz durumda. Çalışırken birden aklıma geldi;Edirne'ye giderken akordiyon götüreceğim. Daha doğrusu arkadaşlar, özellikle Yusuf Asıl'la Ahmet Güner akordiyonu almamı istiyorlar. Akordiyon için izin istemem gerekecek mi? Yoksa bilmezden gelip alıp akordiyonu gideyim mi? Alıp gitmeye karar verdim. İzin istersem, İsmet'e söylediğim sakınca benim , için de geçerli;Yeni Eğitimbaşı konuyu bil iyor, kesinlikle Talat Tarkan Öğretmene soracak. O da öteki akordiyonu vermemek için olumsuz ya nıt verebilir. Yaptığımı suç sayacaklarını pek düşünmüyorum ama saysalar bile bunu göze alacağım. Akordiyonu çıkarıp bir süre de akordiyon çalıştım. Akordiyonu alınca sol elim sarımsaktan, soğandan kurtuldu. Asım Öğretmenin yatağı yeni değişmiş çarşaflarıyla öylece bozulmadan, temiz temiz duruyor. Bu odada bu denli rahat kalışımın benim de son son günü olabilir. Bakarsın, Selahattin Öğretmenden sonra bir başkası gelebilir!”diyerek ikide bir dikkat ederek zil sesi bekledim. Zil çalınca da sanki zile bağlıymışım gibi rahatlayıp kalktım.

Yemekte Hilmi Altınsoy, yememiş içmemiş sorduğum Atasözü'ne karşılık aramış, bulamamış: “Sorun karşılıksız Abi, biliyorsan söyle!”dedi. ”Herkesin sustuğu yerde sen de susmalısın!”Anlamına gelen bir Atasözü yok!”Önce ben, böyle bir olayın olup olmadığını sordum: “Herkes sus pus duruyor, bir ya da bir kaç kişi ulu orta konuşuyor. Bu doğru bir tavır değilse, bunu anlatan bir Atasözü kesinlikle vardır, atalarımız bu durumu gözden kaçırmış olamaz!”Bu kez de Hilmi bana hak verdi: “Sahi;ben işin bu tarafını düşünemedim. Bizim bilmediklerimiz gerçekte yok sayılamaz, kesinlikle onları bir başka yerde başkaları konuşuyordur!“dedi. Uzunca bir süre değişik konular üzerişnde duruldu. Yeni Eğitimbaşımızı görenler boyundan, bakışından sözetti. Kaşlarını çatıyormuş, o da giden Eğitimbaşı gibi başını sağa yatırarak bakıyormuş. Ancak daha uzun boyluymuş.

Yatakhaneye gidince Namık Öğretmenin sözünü anımsadım. Sahiden, yağmur yağmış olsa bizim tarafın uçları zarar görecek. Neredeyse açtığımız son makaslar bizim bölgeye geldi.

Yatınca Selahattin Yücesoy Öğretmenden piyano dinleyebilecek miyim? Yoksa o da İlköğretim Müfettişi Akil Mengü gibi piyano başına oturup Bir Göçmen Çocuğunun Teessürleri türünden acıklı parçalar mı çalacak? Melahat yatağı hazırlarken açık açık: “ Yatağın yapılmasını Rezzan Öğretmen söyledi!”demişti. Belki de çok yakında evlenecekler. Kırklareli'ye gittiğimde onları görünce beniş tanıyacaklar mı acaba? Daha doğrusu tanırlar da, tanıdık tavrı takınacaklar mı? Belki de görmezden gelip gidecekler. Hamiabatlı bir çok insanı tanıyorum ama çarşıda görünce görmezden gelip geçiyorum. Arkamdan bakanlar olunca utanıyorum. Ancak benim tanıdıklarım daha doğrusu onlar beni tanıyor. Benim onlarla köyde bile konuşmuşluğum yok. Çarşıda durdurup onlarla ne konuşabilirim?

Kendimi giderek sıkıntıya sokan düşüncelerimi bir yana itip Ankara'yı, Süheyla Öğretmeni düşündüm. 1941-42, 1942-43 öğretim yıllarında okuduysa şimdi 3. sınıf öğrencisi. Daha kaç yıl okuyacak acaba? Asım Öğretmene sorduğumda Konservatuvarın değişik bölümleri var en az üç yılla en çok dokuz yıl arasında değişiyor, bölümünü öğrenmeden bilemeyiz!”demişti. Dokuz yıl!” Arkadaşların sık sık söyledikleri sözü tekrarladım: “Vay be!, dokuz yıl. . . . ”

 

3 Haziran 1943 Perşembe

 

Mustafa Saatçı Ahmet Güner'e takılıyormuş: “Sen Edirne Köprüsü diye türkü söylüyorsun, Edirne'de çok köprü var, senin türkünün köprüsü hangisi? Gereksiz bir şaka ama Mustafa Saatçı direterek soruyormuş. Mustafa Saatçı, kendine göre savunma da yapıyor: “Arkadaş çok güzel söylüyor, onu belki bir daha dinleme olanağı bulamayacağım. O nedenle türkünün köprüsünde söylemesini istiyorum. İlerde Edirne'ye uğradıkça arkadaşı da anmak istiyorum!”Kurnaz İmam, işi sağlama bağlıyor, gel de bu isteğe hayır de!”türü sözler söylendi. Bir çok arkadaş değişik öneriler ortaya sürdüler. Bir tane de ben söyledim. Benimki biraz tarihsel oldu. Edirne eskiden çok geniş bir alanın iliydi. Şimdiki illerimiz, Kırklareli, Tekirdağ, Bulgaristan'da kalan Burgaz, Yunanistan'da kalan Dimetoka ile daha adını bilmediğim yerler hep Edirne'ye bağlıydı. Öyle olunca oralardaki köprüler de Edirne'nin sayılırdı. İşte bu türkü o zamanlardan kalmadır. O neden hangi köprü üstünde söylense uygun düşler!”Mehmet Yücel bağırdı:

- Gözün aydın İmam, götür Aşık'ı sizin Çöpköy'de öylesin!dedi. Mustafa Saatçı bu kez bana kızdı: -Sen pişmiş aşa su katıyorsun!Ben sustum ama bu kez de, “Pişmiş aşa su katmak!”sözü tartışıldı: “Deyim mi? Atasözü mü? Mustafa Saatçı çekimser kaldı. Sami Akıncı'dan yardım umdu. Sami gülerek hızlıca dışarı çıktı. Mustafa Saatçı bu kez beni affedeceğini ancak sözün türünün ne olduğunu söylememi istedi. Söyleyeceğime söz verdim ama onun da benim söylediğimi kabul etmesini istedim. Söz verince:

- Söz deyimdir, ancak yanlış yerde kullanılmıştır. Pişmiş aşa su katmak; doğru başlanan bir işi güzel güzel sürdürürken sonradan dışardan karışarak yanlışa saptırmada kullanılır. Benim söylediklderimde yanlış yok. Olay söylediğim gibi olmaya bilir ama Edirne ilinin geçmişini doğru anlatmaktadır. Ahmet Güner söze karıştı: “Üzmeyin biricik İmam'ımızı, o nerede isterse söyleyeceğim, yeterki onun gönlü olsun!”deyince arkadaşlar alkışladılar.

Derslikte de benzer şakalaşmalar sürdü. Gerçekten Edirne'den her zaman sevgiyle söz ediyoruz ama hangi köprünün hangi nehir üsünde olduğunu tam kestiremiyoruz. En iyi bilenlerden biri olduğumu sanmama karşın kimi kez Edirne'den Karaağaç'a giderken üstünden ilk geçilen köprüyü yanlış söylüyorum.

Kahvaltıya Talat Tarkan Öğretmenle birlikte Yeni Eğitimbaşı da geldi. Gerçekten oldukça uzun boylu. Beyaza yakın giysileri var. Bizim tarafa doğru hiç bakmadan yandakilerin konuşmalarını din ledi. FahriTosili Öğretmen ellerini yukarıkya doğru kaldırarak birşeyler anlattı. Ona güldüler. Eğitimbaşı gülerken bizim tarafa doğru bir göz attı. Hikmet Özmen Öğretmen yemeğe geç geldi, oturmadan önce Eğitimbaşı ile tokalaştı. Sonra da tam karşısındaki boş yere oturdu. Bundan sonraki konuşmalasrın çoğunu Hikmet Öğretmen yaptı. Hikmet Öğretmenin kon uşması üstüne bizim masada yorum yapıldı:

- Hikmet Öğretmen bizim Edirne'ye gideceğimizi Eğitimbaşına anlatıyor!Gülüşerek kalktık. Kapıdan çıkarken Mehmet Aygün sordu:

- Solda sıfır ne demek? Bir deyimdir. Ne anlama geliyor? Anlamsızdır, anlamına geliyor, yani hiç bir değeri yok. Anlamsızdır sözümü geri aldım, onu değersiz sözüyle değiştirdim. Başka bir deyimle bizim Edirne'ye gidişimiz onlar için önemli bir olay değildir. Zaten solda sıfır, boş yeri doldurmak için kullanılır. Örneğin saat yazmada tek sayıların önüne konur; 01, 02, 03, 04, 05, 06, 07, 08, 09 gibi. Matematikte de gene basamak doldurmada işe yarar. Özellikle de Ondalık kesirlerlerde bol bol kullanılır. 0, 1-0, 2-0, 3-0, 4-0, 5. . . . gibi. Sayısal değeri yoktur ama kullanılması zorunludur.

Öğleden sonra Hasan Üner'le pencereleri taktık. Pencerelerden çok kendimizi koruma işi zamanımızı aldı. Tavan çakılmadığı için yukardan herhangi bir parça düşer kaygısına kapıldık. Halis Öğretmen kirişlere tahta koymamızı önerdi. Tahta taşıyıp yerleştirdik. Hasan oldukça yoruldu. Gene de bir tarafın çerçevelerini taktık. Hasan'la daha iyi çalışıyorum. Güç bakımından zayıf ama çok uyumlu. Konuşma bakımından da rahat. Boş konuşmalar yapmıyor. Hele dedikodu türü konuşmalara hiç kalkışmıyor.

Yemekten çıkarken Feride ile karşılaştım. Salt konuşmuş olmak için sordum: “Sahi, Asım Öğretmenin odasındaki yatağı Selahattin Yücesoy Öğretmen için mi hazırladınız ? ”Feride: “ Rezzan Öğretmen bize öyle söyledi!”dedi. Konuşmayı sürdürmek için;Yoksa Eğitimbaşı için mi? ”diye gereksiz bir soru sordum. Feride gülerek: “Neden onun için olsun? Eğitimbaşının yatağını başka arkadaşlar onun kendi evine hazırlamıştı!”deyince başımı bir yere çarpmış gibi oldum. İki gündür “Acaba? ”diyerek Asım Öğretmenin odasına hazırlanan yatağın kime olduğunu düşünüyordum. Kaygım da: “ Eğitimbaşı oraya yerleşirse bir daha çıkmaz!”gibi bir saplantıdan ileri geliyordu. Oysa Eğitimbaşının koskoca bir evi var. O evden biri çıkmıştı ama giren olmamıştı. Kısacası orası Eğitimbaşılar içindi şimdi de gidenin yerine gelecek için bekletiliyordu. Bunu nasıl düşünmediğime şaştım. Fikret Madaralı Öğretmeni anımsadım. O, böyle dalgınlık yapanlara “SARSAK!”diyordu. Fikret Madaralı Öğretmenin derslerinde ya da dışardaki çalışmalarımda bu tür bir hata yapıp bu sözü hiç duymamama karşın bu kez yaptığım bu dalgın lığım için kendim, kendime bu sıfatı taktım: “Sarsak!”Feride ile karşılaşmasaydım ya da Feride'ye takılmasaydım sarsaklığım sürüp gidecekti.

Öğle yemeğinde duyuruldu, Akşam Eğitimbaşı bizim sınıfla tanışacakmış. Sevinçle kuşku arası sorular başladı:

- Ne konuşacak? Ben , doğrudan fikrimi söyledim;“O da gelip bize kendini anlatacak. Bizim durumumuzu soracak değil ya! “Belki sorar!”diyenler oldu. Onlara da, “Sorarsa anlatırsınız!” deyip konuyu kapattım.

Yatakhane inşaatı yarılandı, bitecek. Edirne Fidanlık uygulaması, arkasından 20 gün Askerlik kampı, olur tarih 5 ya da 6 temmuz. Temmuz ayı da sınavlarla geçer. Gelir ağustos ayı. Oradan ötesi belli: “Ya bu deveyi güdeceksin, ya bu deveyi güğdeceksin!Bir kaç arkadaş birden düzeltme yaptı:

- Ya bu deveyi güdeceksin ya bu diyardan gideceksin!Sözün böyle olduğunu ben biliyordum ama sözü bilererk çevirdim. Çünkü bu sözü Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü'nün böyle çevirdiğini yakın zamanda okumuştum. Arkadaşlar şaşkın şaşkın bakıştılar: “Atasözleri değiştirilmez!”Atasözleri gene değiştirilmiyor. Söz gene söyleniyor. Ancak özel durumlarda değişik kullanılabiliyor. Eskiden bayramlarda öğrenciler, halk: “Yaşasın padişahımız!”derlermiş. Şimdi ise : “Yaşasın Cumhuriyet, yaşasın Türkiye!”deniyor. Eskiden : “Söz gümüş ise sükut altındır!”demişler. Şimdi öğretmenler bunun tersini övütlüyor; “Sükut gümüş ise söz altındır!”Çünkü insanlar bilgilerini sözle anlatmak zorundalar. Konuşmak, konuşarak öğrenilir. ”Dut yutmuş bülbül gibi, deyimi susan insanı anlatmaktadır. Ötmeyen bülbül ne işe yarar?

Öğleden sonra Halis Öğretmen bize Orhan'la Recep Kocaman'ı da kattı. Yan pencerelerle iki kapıyı da taktık. Üstümüzde çalışanlar da çatının kaba işlerini tamamladılar. Yağmurluk, cam, boya, doruk kiremitlerinin çimentolanması , sıva, badana-boya gibi küçük işler kaldı. Namık Öğretmen bizim arkadaşlara:

- Korkmadan taşınabilirsiniz!”demiş. Mehmet Yücel her zaman yaptığı gibi Namık Öğretmene sordu;“İkinci kata mı öğretmenim? Namık Öğretmen Mehmet Yücel'e:

- Yok, yok, çatıya, kiremitliğe! dedi. Paydos zili çalmak üzereyken tüm arkadaşlar ikinci bölümün çevresinı temizledik. Duvarcılar tuğla hazırladı. Amaçları dördüncü sınıflara duvarları hiç değilse pencere altına dek yükseltilmiş bırakmak. Bir günümüz var, cumartesi ver elini Edirne! Trenle gitmek isteyenler var. Mehmet Yücel sabır öneriyor:

- İki ay, bilemedin üç ay sonra özgürsününz, Devlet siz 60'ar lira harçlık da verecek. Biner trene gezersiniz!diyor. Bu kez de Mehmet Yücel'e sorular yöneliyor: “İskelet, sen altmış lirayı nerede harcayacaksın? ”Mehmet Yücel'in yanıtı biraz kapalı oluyor: “Edirne'de değil herhalde!”

Paydosta bir süre ara vereceğimi düşünerek piyanonun başına gittim. Selahattin Yücesoy Öğretmenin yarın gelme olasıklığı varmış. O gelirse bugün son çalışmam olacak. Piyanoya oturunca uzun süre gamları tekrarladım. Do majör, re majör, la majör gamlarını rahat yapıyorum. Mi majör gamında yüzük parmağımla küçük parmağım re diyez mi aralığında bir tuhaf ses çıkarıyor.

Dersliğe döndüğümde herkesin ağzında Eğitimbaşı. İdris Destan sordu: “Ne demek eğitimbaşı? bir nesnenin sonu varsa başı da olur. Eğitimin sonu var mı ki başı olsun? Bunları konuşurken bir İlhan Görkey Öğretmeni anımsadım;Edirne Karaağaç Köy Öğretmen Okulunun ilk açılış hazırlıkları yapılırken kendisinin orada Eğitmen Kursunda Eğitimşefi olduğunu söylemişti. Eğitmen Kurslarındaki Eğitimşefi karşılığı olarak bizim okula da Eğitimbaşı atamış olabilirler. Bizim okulda kurulduğundan beri Sanatbaşı da yoktu. Oysa tam 7 sanat öğretmenimiz vardı. 1: Namık Ergin, 2. Hasan Çevik, Yapı Kolu öğretmenleri, 3. Hamdi Bağ, 4. Naci İnan , 5. İrfan Evren, 6. Ali Yılmaz Demirbilek, Marangozlu kolu öğretmenleri, 7. Nazmi Aybar ise Demircilik Kolu öğretmeniydi. Buna karşın Hasanoğlan'a temelleri bile atılmadan Sanatbaşı olarak Mustafa Güneri Öğretmen gelmişti. O geldiğinde Hasanoğlan'da Namık Ergin, Ali Yılmaz Demirbilek, Nazmi Aybar Öğretmenler vardı. Her kola bir öğretmen düşüyordu.

Yemekte Eğitimbaşı Talat Ayhan Öğretmenle oturdu. Sanırım eski tanıdıklar. Belki de okul arkadaşıdırlar. Yaşları bir birine yakın. Çoğunlukla Eğitimbaşı anlatıyor, Talat Ayhan Öğretmen de gülüyor. Benim düşündüğümü Hilmi Altınsoy da düşünmüş sanırım;“Eğitimbaşımız şakacı galiba, Resim Öğretmenini deminden beri güldürüyor!”dedi. Arkadaşlar başlarını çeviriken de uyardı:

- Hep birlikte başınızı çevirmeyin, ayıp olur!dedi.

Yemekten sonra kuşkulu bakışlarla kapıyı gözlemeye başladık. Daha doğrusu ben kapıya uzak olduğum için kapı yakınındakileri izledim. Bu arada söz düşerse yazı işini karıştırayım mı, yoksa ilerideki bir güne mi bırakayım? Kararsız bir durumda arkama yaslanıp bekledim . Çok sürmedi Eğitimbaşı beklediğimiz gibi yalnız değil, Resim Öğretmenimiz Talat Ayhan Öğretmenle birlikte geldi. Eski arkadaş olduklarını söylediler. Talat Ayhan Öğretmen: “Arkadaşım Kemal Üstün!”olarak tanıttı. Ayıca Yazar-Pedagok olduğunu söyledi. Talat Öğretmen Eşitimbaşının elini okşayıp sıkarak ayrıldı. Eğitimbaşı, müfettişlikten geldiğini, sürecini, daha önceki çalışma yıllarını anlattı. O denli değişik bir konuşma yöntemi kullandı ki bize soru soru sorma olanağı bırakmadı. Özellikle Eski Müdürümüz Nejat İdil'i övmesi bir bakıma bizi uyuttu. Zil çalınca da; “Çalışıyorsunuz, uykunuzdan zaman çalmaya hakkım yok!”türü bir de söz söyleyince baktık kaldık. Genel olarak sözü dinlenir bir öğretmen izlenimi edindik. Yaptığını anlatan, buna karşın yaparım , ederim türü gelecek zamana yüklenmeyen bir kişi olduğu kanısında birleştik. Ayrılan Eğitimbaşımız Enver Kartekin'i andıran el, kol hareketleri oldu ama belki ilk tanıma olduğundan tıkpa tıplık saptayamadık.

Yatınca da bir süre düşündüm;bana hiç yabancı gelmedi. Çalışarak başardığını anlattı. Adam sende diyenlerin başaramadığını söyledi. Kendisi müfettişiği sıralarında da bu tip öğretmenlerle karşılaştığını, bu öğretmenlerin neden çalışmadığına akıl erdiremediğini üzülerek anlattı. Gerçekten üzüldüğü anlatırken yüzünün değişmesinden, sesinin kederli çıkmasından anlaşılıyordu. Gözlerimi yumarken eski öğretmenlerimin konuşmalarını topluca dinler gibi oldum. Ahmet Korkut;Ahmet Gürsel, Sabit Soysal, Salih Ziya Büyükaksoy, Fikret Madaralı, Naci İnan, Hamdi Bağ, İrfan Evren, Hasan Çevik Öğretmenler koro söyler gibi bana eğitimbaşımızın ağzından son kez uyarılarını yaptılar.

 

4 Haziran 1943 Cuma

 

Konuşmalar Eğitimbaşının akşamki övütleri üstüne başladı. Bu sabah en çok sesi duyulan Fettah Biricik. Soruyor: “ Bu adamlar(Adamlar dediği öğretmenler) hep çalıştık çalıştık diyorlar ama neye çalıştıklarını da bir türlü söylemiyorlar. Bina mı yapmışlar? Yollarda mı çalışmışlar? Çalıştık dedikleri bizim de yarım yamalak gördüğümüz üçgen beşgen gibi şekilleri, geçmişte olan olayları ezberlemek olmuş. Sami Akıncı hemen yanıtladı:

- Arkadaşım, onları küçümseme, doktorlar;mühendisler, subaylar onları okuyarak yetişiyor. Onların okuduklarıyla bizim öğrendiğimiz arasında dağlar kadar fark var. Biz, onların okuduklarının 1/10'unu bile görmüş, okumuş değiliz!Fettah:

- Bunu kendileri söylüyorlar! deyip güldü. Bu kez de Sami:

- Ohooo, sen olayı iyice saptırıyorsun. Onların eksik tarafı bizim gibi işlerde çalışmamaları. Öğretmenlerimizin söylediği eksiklikleri ise köylere giden öğretmenlerin köyleri tanımaması;köylülerle yakın ilişki kuramaması. Bir doktor ya da avukat için köylülerle ilişki kurması söz konusu değil, ama köyde öğretmenlik yapacakların bu ilişkiyi sağlıklı yapması gerekmektedir!”deyip giden Sami'nin ardından kimse söz söylemek gereğini duymadı. İsmet Fettah'a takıldı:

-Sami konuşunca susuyorsun;hemşerilikten mi yoksa korkuyor musun? ”Mehmet Yücel yanıtladı:

- İkisi de!”

Derslikte gene Edirne'ye gidiş tartışıldı; “Giderken trenle gidelim!”Trenle dönüşün daha anlamlı olacağını öne sürenler oldu. Edirne'den ayrılırken de trenle dönmüştük. Bekir Temuçin Hikmet Öğretmene bunu önermek istediğini söyleyip onaylayıp onaylamadığımızı sordu. Hepimiz olumlu yanıt verdik. Dediğimiz olmuş gibi çok çok sevindik.

Kahvaltıda öğrendik ki, trenle gidilmeyecek. Çünkü tren bildiğimiz gibi çalışmıyormuş. Yunanistan sınırında durup, yolcular oradan öte karadan araçlarla Edirne'ye ulaştırılıyormuş. Boynumuzu bükerek sustuk. Kahvakltı ederken ucundan ucundan teselli bulanlar oldu:

-Gitmeyebilirdik, bakın ne güzel, gidiyoruz!

-Biz de herkesin gittiği yerden Edirne'ye gideriz!

-Önemli olan trenle eski okulumuzun kapısı önünden geçmek!

“Eski okulumuzun kapısı önünden geçmek!” sözüne takıldım. İki ay önce o kapılara dek gittik ama bakmak bile istemedik. Çünkü oraya gidince bizim olmadığını anlıyoruz, içi dışı asker. Biliyoruz ki az yaklaşsak: “Yassak hemşerim!” uyarısı gelecek.

“Yassak Hemşerim!” sözü kampı anımsattı. Hasan Üner akrabası Fevzi Üner'i anımsadı:

-Fevzi , onbaşı ya da çavuşla takışmıştır.

-Fevzi öyle biri mi ki?

Fevzi'yi ben de çok iyi tanıyorum, takışma ne demek!Fevzi kuzu gibi usludur. Hasan;

-Sen öyle bil, haksızlığa uğrayınca Fevzi Aslan kesilir!Yusuf Asıl, “Aslan kesilme!”deyimini açıkklayarak sözü derslere çevirdi. ”Kedi gibi olmak!”ile karşılaşma yaptırdı. Hilmi Altınsoy:

-Eyvah, bunun ucu bana dayanacak! Deyince:

-Ucu dayanacak! Sözü de sorular arasına eklendi.

Hikmet Öğretmenle Eğitimbaşı birlikte kahvaltıya gelince bizim Deyim tartışması kesildi. Bu kez de ben, alın size bir deyim:

-Tartışma kesildi!

Salih Baydemir gülerek:

-Kahvaltı bitti!” dedi. Herpimiz kalkıp birerle kol dizisiyle öğretmenlerin önünden geçerek işbaşı yaptık.

Kapı kasalarını tutturmak için takoz konması unutulmuş. Namık Öğretmen bunu duyunca yüksek sesle konuşarak geldi:

-Suçlu arasan bulamazsın, kesinlikle Hacca gitmiştir!dedi. Elindeki çekiçle (tek tuğlalardan) aşağılardan bir, bir de yukarılardan tuğla söktü. Bana da, ”Sen bu deyimi duydun mu? ”diye sordu. Yusuf Asıl hemen atıldı:

-Bugün dersimiz deyimler!

Namık Öğretmen, başını iki yana sallayarak sordu:

-Bu sataşma bana mı?

Hasan Üner açıkladı:

-Hayır öğretmenim sataşma değil, az önce biz aynı konuda tartışmıştık, bu deyimi değil ama benzerleri üzerinde durmuştuk! deyince Namık Öğretmen öyküsünü anlattı. Eski yıllarda Hacca gitmek çok uzun zaman alırmış. Düşünün bugün İstanbul'a bir gündüzü bile bitirmeden ulaşab iliyoruz. Oysa çok eskilerde bu dört-beş günde yapılırmış. Bir de Mekke'yi düşünün;günler haftalar aylarla hatta yıllarla ölçülen bir olaymış. Yaşlılar anlatır, Yemen'e askere giden gencecik insanlar yaşlı birer amca olarak dönermiş. İşte günlerde böyle bir deyim üretilmiş. Kabahat ya da suçumsu bir durum yaratanlar aranınca, sık sık gelip aramasınlar diye “Hacca gitti!”derlermiş. O dönemde herkes bilirmiş ki, Hacca giden ya çok uzun zaman sonra gelir ya da hiç gelemez. Böylece bekleyen bir daha gelip aramazmış. Bu söz sonra sonra üçüncüğ kişi sözü durumuna sokulup deyimleşmiş. Biri birini arayıp birine sorunca bunu duyan üçüncü kişi(biraz gülümseyerek):

-Hacca gitmiştir!

Gülümsemesi, gerçek Hac olmadığındandır. Zaten deyim olması da bundandır. Namık Öğretmen Yusuf Asıl'a bakarak:

-Senin o dediğin şimdi oldu! deyip ayrıldı.

Namık Öğretmenin ilk günlerden beri bizim konuşmalarımızdan bir noktaya takılıp o konuda ders verdiğini hep biliyorduk. Konuştuğumuz romanlardan, filmlerden, çevreyle ilgili tarihsel bilgilerden bize çok açıklamaları olmuştur. Örneğin Edirne'ye ilk gittiğimiz günlerde, Edirne'ye gideceğim gerçekleşince babamın anlattı ünlü Edirne Valisi Hacı Adil Bey'den söz edince Namık Öğretmen, yıkılmış olan Hacı Adil Bey'in köşk yıkıntılarını göstermişti. Ayrıca okuduğum romanlardan da ummadığım adları Namık Öğretmenin okuduğuna tanık olmuştum. Bunlardan P. Buck'la , Gorky'den Ana'lar, Tolstoy'un Kazaklar, E. Bromte'den Rüzgarlı Bayır, Sthandal'dan Kırmızı ve Siyah, Dostoyevsky'den Karamozof Kardeşler. Oscar Wilde'tan Dorian Greyn'in Portresi, H. İbsen'den Peer Gynt . Daha başkaları da var ama aklımda bunlar kalmış. Hemen hemen aynı kitapları Hamdi Bağ öğretmenin de okuduğunu anımsıyorum.

Konuşa konuşa kasaları yerleştirip kapıları alıştırdık. İkinci kapıyı yerleştirince Namık Öğretmen gene yanımıza geldi. Kapıları çıkartıp gerilerde bir yere yereştirmemizi istedi. Gülerek:

-Biz duvarcılar, sizin gibi titiz çalışamayız, hiç değilse kaba sıvası yapıldıktan sonra takın, kapılarınız temiz kalsın!”edi. Bu söz üzerine çerçeveleri de çıkarıp köşeye sıraladık. Duvarcılar arasında Halil Basutçu yoktu, iki gündür revirdeymiş. Üzüldüm, iki gün önce konuşmuştuk. Dikkatsizliğime kızdım. Hüsnü Yalçın açıkladı:

-Edirne'ye gitmeyi çok istiyor, o nedenle iki gün revirde dinlendi! dedi.

Paydosta kapı önünden geçerken piyano sesi duydum. Bir kız öğrenci sesi. Konuşan bir de erkek sesi geliyor. Aklıma bir sürü anlamsız olasılıklar geldi gitti. Kapıyı vurup girdim. Aydın Tarkan'la kardeşi Yıldız. Aydın, biraz yapmacık olarak güldü, özür diledi:

-Şimdi bırakıyorduk!”dedi. Çalışmalarını sürdürebileceklerini, sesleri duyunca öğrencilerin girdiğini sandığım için geldiğimi anlattım. Gerçekten kalktılar. Böylece Yıldız Tarkan'ı da çok yakından gördüm. Düzgün yüzlü olmasına karşın oldukça tombul, kısa boylu gene de güzelce bir kız. Bizim kızlardan Hatice Bayındır'ın daha şişmanı. Onlar gidince bir süre çalıştım. Ayrılırken Selahattin Yücesoy Öğretmenin kesinliklle geleceğini düşünerek akordiyonu aldım. “Ne olur ne olmaz, sabahleyin kalkmamış olabilir. Gideceğimiz saat erkene alınabilir!” diyerek akordiyonu dersliğe götürdüm. Derslikte Sami yalnız oturuyordu. Sami bana:

-Arkadaş, biliyorsun arkadaşlar her sözü kendi ölçülerine göre evirip çeviriyorlar. Sonunda da gerçek olan hiç bir konu ortaya çıkmıyor. Sen geçen defa Edirne'ye gittin, bu nedenle iyi bilirsin;biz orada bir hafta ne yapacağız? Geçen defa yaptıklarımızı bir bir Sami'ye anlattım. Bu kez yapacaklarımızın da benzer çalışmalar olacağını genelkde iş ağırlımızın yaprak aşısı ile fide ekme , bağlarda, aşı fidanlıklarında “Piç kırma!”denilen filiz temizleme olacağını sandığımı söyledim. Buna karşılık da Sami, rahatladığını, ağır çalışmalara girmek istemediğini, kendini sağlıklı bulmadığını, son bir iki aydır ne yeyip ne yemediğinin bile ayırdında olmadığını, tartılmaktan bile çekindiğini, çünkü kilo kaybettiğini açık açık duyumsadığını üzülerek anlattı. Halil'den sonra Sami'nin de böyle konuşması beni gerçekten çok üzdü. Sami bana kendsiyle ilgili sözler söylemişti;herkesin dediği gibi:

-Söz aramızda kalsın!” bile dememişti. Bu nedenle Sami'nin konuşmasını çok içtenlikli buldum. Zaten arkadaşlar dönmeye başladılar. Maçtı muçtu derken Hikmet Özmen Öğretmen geldi. İlk sözü:

-Sizi gene ikiye ayırayım mı? demek oldu. Kimseden ses çıkmayınca güldü:

-Öyleyse ayırmayacağım, yarın kahvaltıdan sonra okulun önünde kamyona atlayıp şarkı söyleyerek Edirne'ye müteveccihen(Edirne yönüne-Edirne'ye gitmek üzere) yola çıkacağız!Geçen defaki yolculuğumuzun mevsim olarak bizi kaygılandırmıştı şimdi öyle bir durum söz konusu yok, neredeyse yaza tam çıkmış durumdayız!dedikten Edirne dönüşü tüm gün yağan yağmuru anımsattı. Edirne'de kalacağımız yerin gene Lise binası olduğunu , şansımıza Lise öğrencilerinin tatile girdiğini anlattı. Öğretmen konuşurken Eğitimbaşı geldi. Öğretmene:

-Sesini duyunca geldim, buyurun sözünüzü bitirin!” Hikmet Öğretmenin sözü bitmiş olacak :

-Bizim sözlerimiz iş başında sürecek, “Sizin Pedagogların önerdiği “Yaparak Öğrenmenin gerçeğini biz, yaparak öğreniyoruz” deyince karşılıklı bakışıp gülüştüler. Hikmet Öğretmen :

-Sabah görüşmek üzere! değince Eğitimbaşı da gülümseyerek başını, belli olur olmaz oynatıp ayrıldı.

Öğretmenler ayrılınca, sevincde benzer sözler arasında yakınmalar da başladı. Lisenin tatile girmesi kimilerimizi rahatsız etti. Özellikle Edirneli arkadaşlar rahatsızlıklarını saklamadılar. Hemen hepsinin lisede okuyan tanıdıkları varmış. Onlar köye gittiğine göre b izimkiler neden okulda kalıyormuş? Kalıyor( MUŞ)sözü kimilerine ÇÜŞ uyağını anımsattı. Arif Kalkan:

-“Çüş!”diye bağırdı. Yakup Tanrıkulu ise:

-Hepimizin köyünden liselerde öğrenci var, onlar bizim okulların onlarınkilerden ayrı olduğunu bilmiyorlar mı diye sordu. Mustafa Saatçı, İsmet Yanar, Mehmet Yücel ara bulucu konuşmna yaptılar. Tartışma burada kanımca şimdilik kesildi. Bu sıra yat zili çaldığından yataklara koşarca dağıldık. Az sonra İsmet geldi:

-Dayı, sen yanına neler almayı tatasarlıyorsun? Aldıklarımı sıraladım. Gerçekte benim yüküm tamam. Hohner akordiyon zaten bir bavul ediyor. Akordiyon kutusuna bir iki parça sıkıştırıp gideceğim. İsmet ayrılınca düş kurmadan yattım. 1938 Kasım ayında gittiğim Edirne'ye bu dördünc ü gidişim olacak. Edirne yerinde duruyor, git gidebildiğin kadar. Babam özlemle anardı ama kalkıp gitmezdi. Gidemediğinden değil, işte burası işin püf noktası;niçin gitmezdi? Sanırım gene ayrılacağına göre gitmeyi göze almıyordu. Babam adına üzüldüm. Ya annem!Anneciğim nereleri gördü? Kırklareli, Lüleburgaz gördüğü yerler. Bir de Balkan Savaşı nedeniyle göç ettikleri Balıkesir ilinin Şamlı Beldesi. Sanırım gelir giderken B alıkesir'le Bandırma'yı vapur dönüşüyle de Çanakkale, Tekirdağ bir olasılıkla İstanbul'u uzaktan görmüştür. Kısacası benim bu yaşta gördüklerimi göremeden gitti. Sözde düş kurmayacaktım. Boğazım düğümlendi.

 

5 Haziran 1943 Cumartesi

 

Arkadaşlar çok neşeli, beklenmedik bir hoşgörü içinde şakalaşarak bir birlerine takılıyorlar:

-Bu bizim birlikte son Edirne gezimiz!Kimileri de:

-Ne var yani, tatillerde haberleşerek Edirne'de buluşlamaz mız? Mehmet Yücel gene baltayı taşa vurdu:

-Hatırı sayılır bir tatiliniz olacakmış gibi planlar kuruyorsunuz!deyince bir vaveyla koptu:

-Sus uğursuz İskelet, baykuş gibi ötme!Mehmet Yücel alınmadı, öyleyse ben de size şarkı söylerim, deyip “Bülbül olsam, kona göllere, göllere” da bilsem dallere dallere-Akan çeşmim dönü de verdi göllere!”

Mehmet Yücel şarkısını kesip, kısa bir övüt verdi:

-Şakanın da bir kuralı vardır, hakaret başka şaka başkadır. İskelet sıfatı şaka olarak arkadaşlık ilişkileri arasında hoş görülür. Ancak isklelet dedikten sonra bir de baykuş eklersen bu hakaret olur. Baykuş sözü, iskelet şakasını da kakaya döndürmüş olur. Kimi insanlar: “Şakanın sonu kaka olur!”diye bunun için derler. Benim şaka ettiğim arkadaşlar bunları bilir. Benim takılmadığım arkadaşlar bunları bilmediği için ben onlarla şaka konuşmam. Ne var ki bunlar arasında bazıları, bu durumun ayırdında değil, zaman zaman konuşmalara katılıp neşemizi kaçırıyorlar. İşte bana İskelet demekle yetinmeyip baykuş diyen de bunlardandır. Adını söylemeye gerek görmüyorum;o kendini bilir. Benim onu nasıl bildiğimi de o şimci öğrendi. Dilerim bir başka zaman benzer hataya düşmez!”

Sami Akıncı Mehmet Yücel'in koluna girip götürdü. Kimdi? , kimdi ? Kimdi? soruları arasında arkadaşlar çıktılar.

Kahvaltıdan çıkarken kumanyalarımızı alıp derslikte Hikmet Öğretmeni bekledik. Hikmet Öğretmen gene Eğitimbaşı ile birlikte geldi. Hikmet Öğretmen Babaeski'de 10 dakika duracağımızı ondan sonraki durağı Edirne olacağını anımsattı. Eğitimbaşından izin isteyip bize kamyonu gösterdi:

-Nasıl yerleşeceğinizi benden iyi biliyorsunuz. Gene öyle yapın, anlaşarak yer değiştirin!Kamyon hareket durumundayken sarkmayın falan demeyeceğim, bunları zaten yapmazsınız! Eğitimbaşı ile Hikmet Öğretmen bakışıp gülüştüler.

Kamyona sıralandık. Akordiyon kutusuru sürücü bölümünün üstündeki özel yere yerleştırip bağladım. Okuldan ayrılırken Dağ Başı'nı söyledik. Tepeyi aşınca şamatalar başladı. Okuldan ayrılışında böyle olmasını, her birimizi yakından uzağa kamyonla dağılmak istediklerini konuştular. Ben katılmadım, gerekçe olarak da “Nasıl olsa Lüleburgaz'da ineceğimi söyleyince Yusuf Asıl plan değiştirdi. Kamyon okuldan kalkınca Muratlı'ya gidecekmiş. OradanTekirdağ, Keşan, Uzunköprü, E dirne, Kırklareli, P ınarhisar, V ize, Saray, Çorlu, Lüleburgaz yapacakmış. Bu sıralamayı da beğenmeyenler oldu. Babaeski'ye geldik. Kamyondan inince hemen karşıdaki Hurdacı Dükkanına uğradım, Hasan Amcamın tranıdığıydı, sordum. Hasan Amcam askerliğinden kalan borçlu zamanını dolduruyormuş. ”Bugün -yarın gelecek!” dedi.

Kamyona gene dizildik. Yolları bilenler konuşuyor: “Kırklareli-İnece-Havza adları terkrarlanıyor. Yusuf Asıl az önceki önerisine ters düşen bir söz söyledi. Havza çevrelerini göstererek: “Buraları çöl gibi, gelin bizim Saray'da yeşilik görün!”deyince Yusuf'a: Öyleyse sen arkadaşlara haksızlık edeceksin. Güzelim Saray yeşilliğini görmeden otöbüsten inecekler. Önce dağıtımı oradan başlat, o güzelliği herkes görsün!Yusuf dik dik baktı:

-Öyleyse ilk durağımız Saray olacak!”deyince sonraki durak soruldu. Yusuf sinirlendi:

-Bana ne? ben nasıl olsa Saray'da ineceğim!Yusuf Asıl'a “Mızıkçılık yapamazsın, şu son dağılımı usuruplu yap!” sözleri arasında Havza'yı da geçtik. Selimiye minarelerinin iki olarak göründüğü noktay merakla beklerken Edirne'ye girdik. 4 minarenin 2 olarak göründüğü yerlerde yol onarımı olduğundan eski yeni geçitlerde görüntü değişmiş. Bunu konuşurken Edirne Lisesi önünde indik. Lise Müdürünün sürekli lisede bulunduğunu b iliyorduk. Evi, lise binasının hemen önünde. Küçük kızını gördüm. Saçlarını örmüşler, uzaktan baktı. Bu kez bize liseden başka bir yardımcı verilmiş. Önümüze düştü, alt bahçeye gideceğimizi düşünürken sola dönüp ikinci kata çıktık. Aydınlık, nehirler tarafını iyice görebiliyoruz. Okul tatil. Ancak okulda 20 kadar öğrenci kalıyormuş. Onlar da gündüzleri Askerlik Kampındaymış. Geceleri gelip burada yatıyorlarmış. 20 öğrencilik kamp!deyip gülünce adam: “Hayır hayır, kampta öğrenci fazla ama onların 20 kadarı akşamları buraya geliyor, bunlar, liseye Edirne dışından gelen öğrenciler!”dedi. Arkadaşlarda bir sevinç başladı, lisede okuyan hemşerileri varmış, onlarla buluşacaklar. Yataklarımızı sırayla hazırladık. Hikmet Öğretmen bu kez binanın öbür tarafında, eski kaldığına göre daha küçük bir öğretmen yatak odasında kalacak.

Yataklarımızı hazırlayınca salona geçtik. Salonu, burası Öğretmen Okuluyken görmüştük. O zaman perdeli, daha temiz bir görünümü vardı. Şimdi perde merde yok. Bir köşede piyanoyu gördüm. Arkadaşlar piyanoyu görünce sözüm ona bana müjdelediler. Bana pek müjde gibi gelmedi: “Şansın gene güldü!Ne var ki ben, öyle sorup öğrenmeden piyano başına oturacaklarden değilim. Bir yetkilinin izini olursa saatlerce çalışabilirim de, izinsiz elimi sürmem. Buna karşın bizim kaldığiımız odanın karşısında bir boş derslik var. Sıralar yığılmış, boş olduğu besbelli. Olanak buldukça orada akordiyon çalacağım.

Hikmet Öğretmen toplanma yerimiz olarak salonu gösterdi. saat 20'oo ye dek izin verdi. Küçük gruplar olarak dolaşabileceğimizi söyledi. Fotoğraf çektirmek isteyenler vardı. Özellikle diplomalar için istenen fotoğraflar önemseniyordu. Benim fotoğraf gereksin mem yoktu. Benim gibi daha önce fotograf çektirmiş olan İsmet, Yusuf, Harun, Mehmet Yücel Meriç Köprüsüne dek yürüdük. Köprünün ortasında durup güneş tarafına bakınca nehir sularının sanki akmıyormuş, yatık bir aynaymış gibi parlaması bizi şaşırttı. Karaağaç tarafına doğru bir süre yürüyüp döndük. Hiç değilse bir gece buralarda gezmeye karar verdik. Sıralanmış çay bahçelerinde insanlar oturuyor, şarkılar söyleniyor. Lüleburgaz Halkevi ya da Belediye Bahçelerinden bildiğimiz bu yerler, burada çok daha büyük çok daha güzel. Nehir suyu oturanların hemen yakınında geçiyor. Dönüşte İsmet, geldiğimiz yolun uzadığını, liseye daha kısa yol olduğunu söyledi. İsmet'in yön seçimi ya da yer tanımasının zayıf olduğunu biliyorum ama arkadaşlar ses çıkarmayınca ben de susup İsmet'in arkasına takıldım. Sanırım geldiğimizin üç katı dolaştıktan sonra sözleştiğimiz saatte arkadaşlara ulaştık. Gene de İsmet başka suçlu buldu; hiç ilgisi olmayan bir bahçedeki inşaati göstererek:

-Bizim kestirme yolumuzu bunlar kapatmış!”diyerek bizi güldürdü. Gülüşümüz bir kaç kez tekrarlandı. İsmet bunu söyleyince( Beyhude savunma)kendimizi tutamadık, güldük. Biz gülünce İsmet'in de gülmesi daha da gülünç olduğundan gülüşümüz biraz daha sesli oldu. . Bu kez İsmet durarak sordu, gülmeden sordu:

-Siz neye güldünüz? Mehmet Yücel yanıtladı:

-Senin gülüşüne! İsmet çıkışırca sordu:

-Ne var benim gülüşümde? Mehmet Yücel İsmet'in koluna girerek:

-Yarın bizi biraz daha fazla dolaştırırsan neden güldüğümüüzü sana anlatırız!deyince İsmet

-Hıııı, ona mı gülüyorsunuz? diyerek Mehmet Yücel''e sarıldı.

Hikmetr Öğretmen geldi. Tamam olduğumuzu görünce:

-İşte böyle olacak, bir birimizden haberli olarak burada bir hafta geçireceğiz. Kumanyasını burada yemek isteyenler belli bir köşede yeyip temizliğini yapsın!dedi. Yemek yeri olarak akordiyon çalmayı düşündüğüm odayı önerdim. Hikmet Öğretmen uygun gördü. Bir kaç arkadaşın dışında çoğunluk bu akşam kumanyalarla yetindi. Zaten kimileri çarşıda dolaşırken nevalelerini arttırmışlar. Yemeye başlayınca su aklımıza geldi. Yusuf Asıl yaş olarak içimizde en küçüğümüz. Yusuf bununla övünüyor. Mustafa Saatçı “Su küçüğündür” deyiminden yararlanarak Yusuf'a su bulmasını söyledi. Yusuf önc e sözü çarpıttığı için Mustafa Saatçı'ya çıkıştı. Sonra da: “Sizin Edirne'nize konuk geldik, bu mudur konukseverliğiniz? ”diye sordu. Kendini Edirneli sayanlardan biri de Hüseyin Serin'di. Hüseyin hemen kalktı, dışarı çıktı. Az sonra da bir sürahi su, iki de bardakla geldi. Hüseyin büyük bir iş başarmıştı ama arkadaşlar burada durmadılar;sorgular başladı:

-Suyu nereden aldın?

-Kimden aldın? Hüseyin, bizi karşılayan görevliden aldığını söyleyince de:

-O görevli, belli ki İbriktepeli'dir, bir birini görünce tanımışlardır. Hayır hayır, tanışmamışlardır ama bakışır bakışmaz anlaşmışlardır. Hüseyin ses çıkarmadan dinledi. Dinledi ama terler gidi oldu. Bakışları değişti. Sanırım Sami de benim gibi Hüseyin'i izlemiş birden:

-Eeee, susun be!Koca Ali gibi, arkadaşı kızdırıp sürahiyi mi kırdırmak istiyorsunuz? dedi. Kimseden çıt çıkmadı.

Sami kolay kolay kızmayan bir arkadaşımız, öyleyken bu kez sabrı tükenmiş olacak, bir süre de kendi kendine söylendi. Biz konuşurken görevli geldi, saat 10'oo (22'oo)da kapıların kapandığını, Lisedeki öğrencilerle geceleri konuşulmamasını tembihledi. öğrenciler salonun arkasındaki, daha doğrusu Müdür Odasının altında yattığını Okul Müdürünün özellikle onları orada yatırdığını söyledi. ”Okul Müdürü geceleri sık sık gezip kontrol ediyor!”diye de ekledi. Arkadaşlar öğrencileri sordular. Buradaki öğrenciler, sabah saat 8'oo de Belediye yanında büyük gruba katılıp eğitime gidiyormuş. Dışarıya çıkmak isteyenler, gitmekten v azgeçtiler:

-Tanıdıkları bulmak için çıkacaktık, bu durumda onları bulup konuşmamız olanaksız! deyip yataklara uzandılar.

Aralarında bir süre arkadaşlarıyla nasıl haberleşip buluşacaklarını konuştular. Özellikle Uzunköprülü arkadaşların tanıdıkları olduğu kesinmiş. İbrahim Ertur arkadaşından söz edereken Ortaokula devam ettiğini de ağzından kaçırdıYılardır tartışma konusu olm uştu: ”Kimler Orta Okula devam detti, kimler etmedi? İbrahim Ertur kesinlikle etmediğini söylüyordu. Bence de Sami Akıncı da saklayanlardan birisi. Konuşmalar değişik konularda sürerken uyumuşum.

Gece bir ara uyandım. Sabah yakındı sanırım ezan okunuyordu. Yakın aralıklarla ezan di nledim. Gene uyumuşum.

 

6 Haziran 1943 Pazar.

 

Arkadaş sesleriyle uyandım. ”Kampçılar gitmiş!” diye üzülenler söyleniyordu. Bu sabah saat 9'oo da Belediye karşısındaki çay bahçesin de kahvaltı yapıp Fidanlığa gitmek üzere yola çıktık. Hikmet Öğretmen bize takıldı:

-Yürüyelim arkadaşlar!. . . . . . . . . . . . . . .

Saat tam 10'oo da Fidanlıkta olduk. Fidanlık Müdürü Bay Gümüş yoktu. Onun yerine Edirne İli Tarım Müdürlüğünden bir görevli bizi karşıladı. Fidanlıkta Halkalı Ziraat Okulundan bir grup vardı. Onlar da bir süre sonra (bizi gibi) okullarını bitirip İl Tarım Müdürlüklerinde görev alacaklarmış. Görevli bizi, ”Gelecekte birlikte çalışacak yakın arkadaşlar!” diyerek tanıştırdı.

Görevli Hikmet Öğretmenle bir süre konuştu. Bu arada biz de Tarımcı arkadaşlarla bir süre bakıştıktan sonra ucundan ucundan konuştuk. Onlar bir haftadan beri burada çalışıyormuş. İçlerinden bir tanesinin elinde defter vardı, ilgimi çekti. Aralarında karar alarak, en hızlı yazan arkadaşlarına görev vermişler, tutabildiğince not tutuyomuş. Defterini görmek istedim ama utandığımdan isteyemedim. Ancak üstünde durdukları konuları sordum. Arkadaş. grubu içinde en uzun boylunusu sanırım yaş olarak da en yaşlısı. Çok düzenli olsa gerek. Defterini açıp önceden hazırlanmış bir kağıda bir şeyler yazıp bana verdi. Tetkik Mevzuları:

-(İnceleme konuları) Yaprak aşısı, filiz kırma, (Piç ayıklama)İlaçlama, (Göz taşı serpimi)Zararlı böcekleri tanıma, yok etme: (Tırtıl-kelebek, danaburnu, köstebek, solucan, sebze-meyve biti, sinek)Fide dikme, tohum ekme, ilk sulama. Su zamanları: Güneşli havada, gölgeli havada, yaz yağmurları dönemlerinde verilecek su miktarları. Çiçek Dönemi, meyve dönemi. Ayrıca ilaçlar: Hazır alınanlar, ananevi olanlar(Geleneksel)Yağmur-dolu ardından alınacak koruma önlemleri. Meyve Ağacı gövdelerinin çireçlenmesi. (Ölçüsü, zamanı)Arkadaş adını da yazmış. Sahir. Sahir adı bana 19 Mayıs şiirinin yazarını anımsattı. ”Celal Sahir Erozan!” diye ekledim. Sahirt bana dik dik baktı, gülümsedi:

-Hayır, bir başka Sahir daha vardır, odur benim annemden akrabam, dayım olur: Necmettin Sahir Sılan gazetelerde yazıları çıkıyor!”dedi.

Hikmet Öğretmen bize işaret etti. Göstderdiği yerde toplandık. Fidanlık görevlisi bizim b ir kaç ay önce geldiğimizi biliyormuş. Sözü oradan başlattı: “Aradan geçen iki ay büyük bir zaman değil ama fidanlık çok büyük bir mesafe katetti(Yol aldı)dedi. Durduğumuz yerin doğu tarafını göstererek: “Şu gördüğünüz yeşillik denizini iki ay önce, görem emiştiniz!”deyip önce güldü sonra da hemen yakınındaki Bekir Timuçin'e sordu: “Görmüşmüydün? ”Bekir böyle bir soru beklemiyordu önce bundan telaşlandı. Ayrıca Bekir iki ay önce gelmeyenlerdendi, ne diyeceğini şaşırdı. Arkadaşlar gülünce anlatıcı da güldü;

-Ya işte “Tabiat Ana böyledir !”dedikten sonra Edirne'n in toprağını, havasını övdü. Durduğpumuz yerin az arkasında üçgen şeklinde bir bağ vardı. Gdeçen gidişimizde o bağı bir budamıştık. Onun köşesine gittik. Kütükler arasında otlar bitmiş, onları göstererek sordu:

- Bunların ne yapılması lazım? Çekingen bir iki ses: “Yolmak!”deyince konuşan, vurgulu bir sesle: “Çapalamak!” dedi.

Ara yoldan Müdür Gümüş Beyin oturduğu yönetim binasına dittik. Oradakilerden bizi anımsayanlar oldu. Mustafa Saatçı doğrudan Gümüş Beyi sordu. Gümüş Bey rahatsız falan değilmiş. Adam açıkladı. Fidanlık pazar günleri alış-verişe kapalıdır. Resmi dailerlerle okullar dışında pazar günü kimse alınmaz. Bu nedenle Gümüş Bey yok, yarın onu göreceksiniz, sağlığı yerindedir!“dedi. Öğlede Hikmet Öğretmen bizi serbest bıraktı, Karaağaç'a dek yürüyüp bildiğimiz köfteciye girdik. Masalara bakan çocuk bizi tanıdı. Gülerek:

-Hoşgeldiniz Abiler! “dedi. Kalabalık girdiğimiz için köfteci de gelip “Hoşgeldiniz!” dedi. Köfteci gelince çocuk geriye çekildi. Çocuk öyle bakarken İdris Destan ne düşündüyse çocuğa çocuğa sordu: “Beni de tanıdın mı? Çocuk dikatle İdris'e baktıktan sonra: “Yok, seni tanımadım, sen onlardan değilsin!”dedi. Arkadaşlar güldü. Çocuğun sözünde a laşılmayacak bir taraf yoktu  . Arkadaşlar bu : “Sen onlardan değilsin!”sözüne başka anlamlar katarak İdris'e takıldılar. Köfteciden çıkınca İstasyon önünde az bakınıp fidanlığa döndük. Halkalı grubu küçük bir otobüsle gelmiş, İstanbul'a dönüyorlarmış. Bizi Halkalı'ya çağırdılar. Onların da oldukça büyük bir fidanlığı varmış, denizleri, trenleri varmış, İstanbul'a günübirlik gidip dönüyorlarmış. Tren deyince bir tern durağını anımsar gibi oldum ama cesaret edip ses çıkaramadım. Belleğimde Kofalça;Sinekli, Çatalca, Çekmece arasında bir de Halkalı var gibi geliyor ama tam olarak anımsamadım. Hikmet Öğretmen teşekkür etti. Kendisi orasını çok iyi bildiğini çok değerli, tarımcıların oradan yetiştiğini söyledi. Halkalı grubu gidince Hikmet Öğretmen Bize dönerek kendi yaptıklarımızı görelim mi? diye bize sordu. Çoğumuz: “Görelim Öğretmenim!”deyince bir nöbetçi alarak, önce önce bağlara gittik. Bağpları yer olarak an ımsıyoruz ama bizim kestiklerimizle bu bağlar arasında dağlar kadar fark var. Boyumuzca çubuk çıkmış. Bağlardan sonra Meyveliğe arkasından da söğütlüğe gittik. Elmalarda, armutlarda tutmayanlar var. Söğütlerin hepsi tutmuş. Mehmet Yücel hemen yorum yaptı:

-Öğretmenim, biz en iyisi köylere gidince dderelerdekji söğütleri aşılayalım, elalemin veyve ağaçlarına zararımız olmasın!”detyince Hikmet Öğretmen önce güldü, sonra tutmayanların o cdenli çok olmadığını, yü, zde hesabıyla her zaman fire verildiğini anlattı. Buna kjarşın yaprak aşılarında şansımızın daha çok olduğunu söyledi. Hikmet Öğretmen:

-Yürüyerek dönelim mi? diye sordu. Hep birlikte(Bunu bekliyomuşçasına) “Dönelim!” yanıtını verdik. Büyük bize göre solundaki (köprüye en yakın) Meriç tabelalı çay bahçesine girdik. N ehirde su oldukça kabarık. 2 ya da 3 metre yakından akıyor. Suyun bulanıklığı ilkgimizi çekti. Günlerdir yağmur yok. Hikmdet Öğretmen Hüsnü Yalçın'a sordu:

-Hüsnü, sen daha iyi bilirsin, günlerdir yağmur olmamasına karşın nehrin suyu neden bulanık? Hüsnü kdndisine gtakılmak için sorulduğunu sandı, gülerek:

-Onu siz daha iyi bilirsiniz öğretmenim!”dedi. Hikmet Öğretmen:

-Ayıkla pirincin taşını! deyip gülümsedi. Bir kaç arkadaş birden Hüsnü'ye:

-Bulgaristan'da yağmus olamaz mı? gibi soru yönelttiler. Hüsnü bu kez kendi memleketinin Karadeniz tarafına düştüğünü Bulgaristan'ın batısını bilmediğini söyledi. Az durunca da Tunca ile Meriç Nehirlerinin Koca Balkan Dağlarından çıktığını anımsattı. Hikmet Öğretme n gülümseyerek:

-Ee Hüsnü, sınavlarda soru soranları çatlatacaksın. O dediğin Koca Balkanlarda kar yağmuyorm mu? Arkadaşlar güldüler.

Çaylar geldi, konu değişti. Önce Halkalı Ziraat Mektebi, diye başlandı, sonra Haölkalı Tarfım Okulu olarak anıldı. İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif'in, ünlü yazar Ziya Gökalp'in oradan yetişme olduğu anımsatıldı. Gitmek istense bir cumartesi günü gidilip pazar günü dönülebileceği konuşuldu. Hikmet Öğretmen:

-Okula dönünce bunu etraflıca konuşalım, sizin günleriniz azalıyor. Dönünce bunu Kemal Beyle de konuşuıruz ! deyince söz yeni Eğitimbaşı üstüne döndü. Hikmet Öğretmenle Eğitimbaşının ortak arkadaşları varmış. Bunlardan biri de Menemen Şehidi Kubilay'mış. Kub ilay'ın arkadaşı olmak onlar için başlıbaşına bir manevi bağ olmuş. Bu nedenle onlar Kub ilay'ı tanımanın kıvancını yaşarken ölüm acısını da sık sık yaşıyorlarmış. Onların arkadaşlıklarının böyle bir özelliği varmış. Hikmet Öğretmen bir kez daha Mustafa Kubilay'ı nasıl tanıdığını;nasıl, niçin öldürüldüğünü anlattıktan sonra:

-Mabadını da (Bundan sonrasını) Kemal Beyden dinlersiniz! Dedi.

Kalkınca nasıl gideceğimiz konu edildi. Hikmet Öğretmen bizi serbest bıraktı. Sinemaya gitmek isteyenlerin topluca gitmelerini, gideceklerin listesini gitmeyen bir arkadaşa verilmesini istedi. Bu görevi de Mustafa Saatçı'ya verdi. Öğretmen ayrılınca bir süre topluca yüürüdük. Ben sinemaya gitmek istemedim. Edirneli arkadaşlar Sami Akıncı, Hüseyin Serin, Mustafa Saatçı, Ali Önol, Fettah Biricik, Sefer Tunca, Bekir Temuçin, İbrahim Ertur yazıldılar. Halil Basutçu da o gruptan olmasına karşın yazılmadı. Bu kez başka arkadaşlar da yazıldı. Yazılanlar Yusuf Asıl, Harun Özçelik, Mehmet Yücel, Hasan Üner. Mustafa Saatçı listeyi bana verdi. Halil Basutçu yorgun olduğunu söyledi, okula dönmek istedi. Öteki arkadaşlar Ayşe Kadın'a(Ayşe Kadın'ı arkadaşlar bizim hemşire Ayşe Abla olarak değiştirdiler. ) gideceklerini söylediler. Halil Basutçu onları uyardı:

-Sakın oraya gitmeyin! deyince soranlar oldu:

-Neden?

Halil Basutçu, Ayşe Ablanın hastabakıcı olduğunu, ancak hastalara baktığını anımsattı. Arkadaşlar da Halil Bacutçu'ya:

-Seni götüreceğiz!diye takıldılar. Halil bu kez, kendisinin o denli hasta olmadığını, ara ara başı ağrıdığını söyleyince Hilmi Altınsoy gülerek:

-Onunki baş ağrısı değil, gönül ağrısı, gönlündeki ağrı başına vuruyor!”deyince Halil Basutçu şimdiye dek hiç tanık olmadığım bir tepki gösterdi. Sinirlendi, ayrılıp hızlı hızlı yürüdü. Hep birlikte koşup yetiştik, liseye döndük. Arkadaşlar pencerelerden bakıp:

-Yerimiz iyi, bu gece de çıkmayalım, deyip duvar dibindeki boş sıralar oturdular. Akordiyonu aldım. Okul şarkıları söyledik, konuştuk. Az sonra arkadaşlar geldiler. ”Arayan bulurmuş!”diyen Mehmet Yücel sevincini hemen söyledi;Kırklareli Ortaokulundan dört arkadaşını görmüş. Mehmet Yücel'in sık sık anlagttığı dört arkadaşını biz de öğrenmiştik: Taliga Mehmet, Napreş Kemal, Kasap Sami, Demirali. Bunlar onlar değilmiş. Kasap Sami dışındakiler zaten okumayı sürdürmemişler. Mehmet Yücel bunların adlarını da söyledi ama bunların yanında ötekilerin adlarnı bizim anmamızı istemedi:

-Okuyamadıklarına göre onları o durumlarıyla andığımızı duyduklarında belki hoş karşılamazlar; onları incitmiş oluruz!”dedi. Pazar günü akşamı onların da sinema izni varmış. Çarşamba akşamı saat 18-22 arası izinliymişler. Cumartesi akşamı da Karaağaç'a dek gece yürüyüşleri varmış, tüfek kuşanmış olarak yürüyeceklermiş. Anlatılanlar bizim kamptan farklı yanları. Giysi sözü hiç edilmedi. Sözlü dersleri varmış, onları bir Üsteğmen anlatıyormuş, yürüyüşleri, diğer hareketleri onlarda da onbaşılar, çavuşlar yaptırıyormuş. Arkadaşlar bir süre tartıştıktan sonra cumartesi akşamı on ları uzaktan izlemeye karar verdiler. Gece yürüyüşü biz yapmamıştık. Daha doğrusu ken t içinde yürümemiştik. Bizim kamp yerimizLüleburgaz dışında bir kırlıktaydı. Arkadaşlar Liselilerin bu konuda da ayrıcalığı olduğu kanısını iyice pekiştirdiler. Bize gelip şöyle bir göz attıktan sonra ayrılan Üsteğmene karşın onlarda konuşmalar yapıyor. Ders verme de değil konuşmalar!Konuşmalar uzadıkça sinirler gerginleşti. Sonunda Bekir Temuçin:

-Üzülmeyin arkadaşlar, bizim de işbirliği yapacağımız Halkalı Tarımcı arkadaşlarımız var!Bekir'e bu kez kimse kızmadı;tersine : “Aferin, kafan çalışıyor, bize teselli verdin!”diyenler oldu. Yalnız Sefer Tunca:

-Boyda bücürsün ama aklın benden uzun!” dedi. Bekir Temuçin ise Sefer'e:

-Ne aklım ne de boyum için seninle yarış etmek istemiyorum, ne olur bana o sıfatı takma!”deyip sarıldı.

Yatıyoruz, uyuyoruz uyarıları arasında yataklara serildik. Gece elektrikler kesiliyormuş, belli bir saatten sonra karanlıktayız. Ezan seslerini gene dudyum. İbrahim Ertur Mustafa Saatçı'yı dürtükledi. Benim uyanık olduğumu görünce kendisi uyandırdığını sanmış özür diledi. Dün gece ezanı duyduğunu Mustafa Saat'çıya anlatmış. O da bir başka zaman ezan vakti kendisini uyandırmasını söylemiş. İbrhim Ertur, bu neden bir kaç kez dürtüklemiş ama Mustafa Saatçı uyanmamış. Bunları dinledikten sonra uyumuşum.

 

7 Haziran 1943 Pazartesi

 

İbrahim Ertur'la Mustafa Saatçı'nın sesleriyle uyandım. Mustafa Saatçı uyandırılmadığını söyleyince Erttur beni tanık gösterdiğinden aralarındaki konuşmada adım geçmiş. Mustafa Saatçı:

-Bir dahaki sefere kafama vur!”deyince arkadaşlar güldü:

İmam kafası olduğunu sanıyor!

İmam kafasından şikayetçi!

Saat 8'oo de hazırlanıp yakın olan çay bahçesine kahvaltıya gittik. Hikmet Öğretmen:

Dünü saymıyoruz, çalışmamız bugün başlıyor!dedi. Hikmet Öğretmen faytonla gideceğini söyledi. Hepimizin yüzüne baktı:

Gücenmezseniz ben bir kaç arkadaşınızı yanıma alacağım. Bu, hepiniz olabilirdiniz ama o dewnli büyük fayton yok!”deyip güldü. Sonra da Bekir Temuçin'i Mehmet Yücel'i, Yakup Tanrıkulu'nu, Harun Özçelik'i yanına çağırdı. Onlar gidince yol boyu takılmalar oldu:

Asıl gidecekler kaldı;Fettah, Hilmi, Arif Kalkan, İsmet Yanar gitmeliydi. . . Başka birileri de:

Mustafa Saatçı, Abdullah Erçetin , Emrullah Öztürk, Hüseyin Serin, Sefer Tunca diye sayarken birden tüm arkadaşlar:

Sami Akıncı'nın kalışına üzüldüklerini söylediler. Sami kızmadı, gülerek:

Gördüğünüz gibi ben de sizin kadar yürüyorum. Beni düşünmeyin , varsa kendi derdinize yanın!”dedi. Atışa atışa Fidanlığa vardık. Bay Gümüş gelmiş(Kendisine bey değil bay denmesini istiyormuş)Bize ilk sözü:

Çoğalmışsınız!”oldu. Hikmet Öğretmen dün gezdiğimi söylemiş. Bay Gümüş:

Dün bensiz gezmişsiniz, o zaman hemen işbaşı yapabiliriz!”deyip önümüze düştü. Söğütlüğe gittik. Arkamızdan iki görevli bir kulplu küfe ile bir şeyler getirdiler. Küfe boşaltıldı. Bay Gümüş eline yarım eldiven gibi bir korunak takıp makas aldı. On kadar ince dal kesip arkadaşlardan yakınlarına verdi. Kendi elindekini göstererek gözleri saydı. Üsteki yaprakları keserek gözü ortaya çıkardı. Dalın bir tarafından da taze kabuğu soydu. Hepimize gösterdikten sonra benzer işlemi tomurcuklu taraf için yaptı. Bir cm en, 2 cm boy olmak üzere düzgün olarak tomurcuğu ayırdı az önceki yere yerleştirdi. Önce eliyle bastırdı sonra da yassı iple bağladı. Yaptığını hepimiz elden ele alarak inceledik. Olayı bildiğim için pek ön emsemedim. Ancak arkadaşların olaya yaklaşımına şaştım:

Çok kolaymış!”deyip fısıldaşmaya başkadılar. Bay Gümüş duydu:

Ben yaparken kolay oldu. Ancak ben bunu deneme olduğu için öyle yapıverdim. Körpe dalları size böyle bırakamam, geçen çalışmamızdaki aşılarda 1/10 zayıat verdik. Bu çoktur; bu kez bunu 1/20 'ye düşürelim!”dedi. Sırayla hepimiz bir aşı denemesi yaptık. Hilmi Altınsoy, Emrullah Öztürk, Ali Önol, Mehmet Başaran, Ahmet Güner ikişer deneme yaptılar. İkinci dernemede de başarılı olamayan Emrullah Öztürk'ü ciddi olmamakla suçladı, elinden biçağı alıp Hikmet Öğretmene döndü:

Bu arkadaşın nesi var? diye sordu. Hikmet Öğretmen Emrullah'ın koluna girerek bir süre yürüdüler. Dönünce Hikmet Öğretmen bize:

-Bir süre birlikte çalışacağız Emrullah hiç biçak kullanmamış, alışacak!” dedi.

Öğle paydosunda gene Karaağç'a gittik. Bu kez fırın yanındaki köfteciye gittik. Burada çorba, fasulye türü yemekler de vardı. Mustafa Saatçı Hilmi Altınsoy'a takıldı:

Hilmi'ye iki mercek!” Hilmi sinirlendi, avazının çıktığı kadar bağırdı:

İmama, dört imambayıldı!Öteki masalarda gülenler oldu. Masada oturan genç gülerek geldi, bir sorun olup olmadığını sordu. Hilmi Altınsoy'a eğilerek:

İmambayıldı bizim mevsimlik yemeklerimizdendir, umarım yakında çıkacak, o zaman da buyurun, bekleriz!

Burada yemek çeşitlerine karşın köfteler geç piştiği için neredeyse geç kalacaktık, Dün isgtasyona gitmeyenler koşarak gidip geldi. Biraz hızlıca Fidanlığa döndük. Erikliğe gittik. Erikler boyumuzca en az dört beş dal salmışlar. Daöllardan bir tanesinde beyaz ip bağlanmış. Göreyliler bunları bizim için hazırlamış;aşımızı beyaz ipli dala yapacağız. Hikm et Öğretmen hepimizi dikkate çağırdı. İlk yapacaklardan biri olarak beni seçti. Önce kendi yaptı. Yaparken de anlattı. Arkasından Harun Özçelik gönüllü olarak ortaya atıldı. Erikliğe konuşa konuşa giderken Üçgen Bağ dediğimiz yerden geçiyorduk. Bağ kütükleri gürleşmiş dedim . Hikmet Öğretmen bana sordu:

Sizde onların bir adı yok mu? Bir adı olduğunu biliyordum ama önemzemeden gene Bağ Kütüğü dedim. Yan tarafımdaki Harun Özçelik:

Omca! dedi. Hikmet Öğretmen bunu bekliyormuş, Harun'a aferini çekti. Harun da bu aferinden güç alarak aşıda ilk sıraya geçti. Harun'un çok dikkatli olduğunu biliyorum. Bu aşıyı da onun benden daha başarılı yapacağını biliyorum;alınmadım. Harun çok dikkatli elindeki bıçağı ustalıkla kullanarak filizi çıkardı, takılacak yere taktı. Kalkık yedrleri eliyle bastırdıktan sonra özel ipleriyle bir alttan bir üstten bağlayarak:

İşte oldu!”dedi. Hızını alamadı hemen öğretmene sordu:

Oldu mu Öğretmenin? Hikmet öğretmen sağ elinin parmaklarını birleştirerek topaç şekline sokarak:

Mükemmel! dedi. Hikmet Öğretmen bana işaret etti. Ben biraz ağırdan alarak yapılması gerekeni yaptım. Ancak arkadaşların ilgisi Harun'a olan düzeyde değildi. Kimisi o eski aşıcı, kimisi eski bağcı türü sözler söyleyip işi önemsizleştirmeye kalkıştılar. Ben de bağları bağladıktan sonra Hikmet Öğretmen bir de “En Küçük sıfatını takarak Yusuf Asıl'a yaptırdı. Yusf Asıl da başarılı olunca üçer arkadaş aşı fidanlarının başına dağıldı. Biz de böylece gruplara ayrılmış olduk. Benim bulunduğum grupta İdris Destan aksaklık yaptı. İdris'i nki dikkatsizlikten değil fazla dikkat ya da telaştan. Elinden aşı çakısını(Sivri uçlu bıçak) düşürdü. Az kalsın bıçak ayağı üstüne saplanıyordu. Öğretmen telaşlandı, bir süre ayak incelemesi yapıldı. Grupların birinde de Emrullah sorun çıkardı. En büyük başarı ise Sami Akıncı'ya uygun görüldü. Buı öğretmenden çok arkadaşların kararıydı. Öğretmen sordu:

Sami'ye neden bu özel ilgi? deyince, İsmet Yanar ilk yanıtı verdi:

Hiç bir Tarım ya da iş etkinliğine katılmayan arkadaşın bu kadarcık da olsa başarması, bizce olağanüstülüktür, öğretmenim!”Hikmet Öğretmen İsmet'in sözlerinden hoşlanmadığını dolaylı olarak anlattı:

Her işin kendine özgülüğü vardır. Sözgelimi birisi çok iyi ata biner ama atı nallayamaz. Çok iyi, nal çakar ama at binemez!”dedi.

Erik aşılarını bitirince Bay Gümüş geldi. Gülerek:

-Benden ya da çok şeyler umduğunuzu sandığım Edirne'den bu kadar. Daha fazla erik aşılamak istiyorsanız başka bahçeler sizi bekliyor! dedi. Önümüze düştü, adını Üçgen Bağ koyduğuymuz yolumuzun üstündeki bağ önünde durdu. Hemen kenardaki bir omcanın tşprağpa yakın yerlerinde kabarmış ya da büyümeye dönüşmüş filizleri göstererek:

Bunlar, bu bağın zararına gelişmektetir, hemen imha edilmelidir (kırılmalıdır) dedi. Uzun uzun anlattı, dal budak olur ama bir yararı olmaz. Tersine beklenilen üzümlerin kanına ortak olur. Bu da bizim zararımızadır! Dedikten sonra elini kaldırarak 10 arkadaşı(Ben de aralarındazyım) görevlendirdi. Bağın çubuklarını biz kesmiştik. Bay Güm üş b unu a nımsattıktan sonra:

Kendi kestiğiniz çubukların dışındkileri kırın ;onlar fazladır!”dedi. Hemen önümdeki sırayı bana gösterdiği için sıraya başladım. Hiç ayrırdında değildim . 5 kütük ya da omca sonra benim sıra bitti. Baktım en uzun sıra Hüseyin Orhan'ın ona yardım ettim. tgeki arkadaşlar bir süre söğütlükte salkım söğüt aşçısı yapmışlar. B u aşının az öçnce bizim yaptığımızdan farksız olduğunu biliyordum. Aşıyı ters yaparsan trs olur. Ancak gutma şansı daha azdır. Az sonra Yönetim Binasına döndük. İki görevli sırt püsküreçlerini hazırlamış, özel kutuları içinde gök ya da göz taşı denilen zehirli nesneler. Bizi bekliyorlar. Çe vremerin ded toplanınca anlattılar. Yarın filişlerini kırdığımız bağ ilaçlanacakmış. İlaçlamayı biz yapacak mışız. İlaç karışımlarını anlattılar. Göz taşları için büyükçe bir kepçe var. Bir kepçeyi gen e bir saplı su kabı var, iki suya bir kepçe hesabıyla karıştırılıyormuş. Çok zehirliymiş. Korunma yollarını açıkladılar. Önümüzde bir bidon dolusu mavi su hazırladılar. Sabah gelince hdemrn serpilecekmış. Erken serpilmesinin yararları varmış. Uz manları geceyi öneriyormuş ama burada gece çalışma koşulları pek uygun değilmiş. Onlar öteki bağları değişlik zamanda ilaçlıyormuş ama bizim yapacağımız deneme oluğu için böyle oluyormuş. Kepçenin gram, su kabının litre ölçüsünü sordum. Görevli karışım bido nun un yanını gösterdi. İri harflerle yazılmış ilk ilaçlama ¼ ikinci ilaçlama 1/6, üçüncü ilaçlama 1/8 olarak sürüyor. Bu özel durumlarda değişebiliyormuş, örneğin hastalık başlamış ya da aşırı sarmışsa bu ölçüler tersine olarak çoğaltılabiliniyormuş. Oruları duyunca Bay Gümüş Trakya Genel Müfettişliğinin yayımladığı küçük bir kitapçıkta bunlar her yıl yayımlanıp köylere, odalara, okullara gönderiliyormuş.

Hikmet Öğretmen saatişne bakınca Bay Gümüş Hikmet Öğretmen'e arabalarında yer olduğunu , birlikte inebileceklerini söyledi. Öğretmen teşekkür etti, göz atarak bize dönde:

-İzin verir misiniz? diye sordu. Bizden ses çıkmayınca gülerek.

-İzin çıkmıştır. ”Sükut ikrardır!” dedi.

Biz topluca yola çıktık. Yola çıkınca da küçük küçük gruplara bölündük. Lisedeki arkadaşlarıyla buluşma kararları olanlar hemen yürüdüler. Yusuf Asıl, Ahmet Güner üçümüz ayrılıp yolun karşısındaki ağaçların aralarına girdik. Gök yüzünü kapatacak kadar yüksek dallı ağaçlar. Edirne tren İstasyonuna geçtik. İstasyon eskisi gibi canlı değil. İki üç görevli dışında kimse yok. Karaağaç istanyonu da öyleydi. Oysa drt yıl önce kalabalık olurdu. Tren, Yunanistan'dan geçtiği (Daha doğrusu geçemediği)için kısıtlamalar olmuş. Sulara bakarak çarşıya yolandık. Çarşıda bir süre dolaşıp yemek yedikten sonra liseye döndük. Lise salonunda büyük bir kalabalık. Kampçılar çok neşeli, bağıra çağıra konuşuyorlar. Bundan sonra saat 18-22 arası izinliymişler. İyi ki geldiniz diye bize teşekkür ediyorlar. Olay çabuk anlaşıldı. Onların bizi sevdiğinden fan değil bizi bahane olarak öne sürüp izin almalarına seviniyorlarmış. Açık açık bunu söylüyorlar. Mehmet Yücel, tanıdığı arkadaşlarıyla beni hemşeri olarak tanıştırdı. Hemşerisiniz falan dedi ama onların hiç birinde öyle hemşerilik falan diye bir tavır göremedim. . Hasan Amcamden söz ettim, kimseden hık çıkmadı. Ben birisiyle konuşurken ötedi bana:

-Ona sorma, o Dağlıdır, Dağlılardan başkasını bilmez. dedi. Öbür taraftaki de konuşana:

-Sen nesin ki, Pomaklardan başkasını bilir misin? deyince ben iyice sustum. Onlar sürekli kendilerinden söz ettiler. Baktım ki hem şeriler iyice patavatsız türünden, sözlerini keserek :

-Şoför Hasan diye birini tanıyanız var mı? dedim. Bu kez de dördü birden:

-Taksi işleten mi? Onu kim tanımaz? Değme zenginler bir tane alamazken adam taksi sayısını ona çıkardı!dediler. İnadım depreşti , Sinemacı Pelivan Amcamı sordum, hepsi tanıdığını söyledi. Müderris Amcamın oğlu Zeki ile Zurnacı Soğan Mustafa'yı sorunca beni susturamayacaklarını anlamış olacaklar gülerek:

-Sen bizden daha Kırklareli'lisin dediler. Daha bitmedi dedikten sonra Vahit Lütfü Salcı eniştem olur, deyince iyice durgunlaşıp benim şimdi nerede oturduğumu sordular. Bu kez de köyümü söyledim. Köyümü söyleyince bakışarak gülüştüle. Adını Ali Demir olarak söyleyen(Arkadaşları ona Demirali diyormuş. Demirali adını çingeneler çok kullandığı için böyle takılıyorlarmış):

-Bizim Mehmet'i tanırsın, Mehmet burada, Kumburlarlı. . . Mehmet'i iyi tanıdığımı söyleyince bu kez aramızda besbelli iyice bir yakınlaşma oldu. Az sonra onlardan biri piyanoya geçip komparsiteyi çaldı. Bu gerçektge Bilinen komparsite değil Komparsitenin melodisini kendine göre çevrilmiş havasıydı. Komparsiteyi güzelleştiren esxi vuruşlar kaldırılmış, düm düz giden bir durum almıştı. Bunu ben ilk kez, Onuncu Yıl Marşı'nı zurnayla çalanlardan duymuştum. Çaldıkları gene o oluyordu ama notaların ses değerleri çok değişmektedir.

Liseliler hemen eşleşip dans etmeyte başladı. Piyanunun başındaki salt komparsiyeyi çalıyormuş, durmadan onu tekrarladı. Bizimkiler susup hemen yabanlaştılar. Böyle bir durumu hiç yaşamadıklarını belli ederc baktılar. Yusuf Asıl'la Ahmet Güner fisıldaşıp bana işaret ettiler. Gülümseyerek olur işareti verdim. Az sonra akordiyonu getirdiler. Akordiyonu alınca önce Komparsiteye akorları bastırarak giriş yaptım. Bir sessizlik oldu. Baştan sona bir kez çaltım. Ses bazğplantısı kurarak arkasından Harmandalı'ya çevirdim. Ahmet Güner tetikte bekliyormuş uçar gibi ortaya çıktı. Arkasından da Yusuf onu izledi . Harmandalı' ın sonunda gene bir geçişle yavaşlolarak Timurağa'ya çevirince dört beş arkadaş daha kalktı. Oyunu kestiğimizde Liselilerin bize karşı tavırlarında büyük bir değişme olduğu apaçık görünüyordu. O sonu gelmeyecekmiş gibi kuru gürültüler uçup gitmiş, yavaş yumuşak konuşmalar başlamıtı. Bu arada bir başka olay daha oldu. Ben akordiyon çalarken Lise Müdürünün 4-5 yaşlarınındaki kızı yanıma geldi, kırkyıllık tanıdık gibi eteğime yapışmıştı. İki ay önce geldiğimde de yanıma gelip dinliyordu. Liseliler bunu bilmediklerinden hemen bana sordular:

-Müdürün akrabası mısın? Umuz silkip başımı atgarak akraba olmadığı duyurdum. Sonra da

-Bu cici çocukla önceki gelişimizde tanıştığımızı, onun akordiyonu çok sevdiğini böylece akordiyonun bizi yakınlaştırdığını anlattım. Liseliler oldukça suskun bir bakıma da şaşkın şaşkın baktılar. Geçen geçen defa bizimle gelmemiş olan bizim arkadaşlar da Li. seliler gibi meraklı gözlerle bakıştılar.

Liseliler ayrılırken, çarşamba akşamı birlikte eğlenmemizi, cumartesi akşamı da onların yürüyüşüne katılmamızı tekrarladılar. Ayrılık Saati(Saat 1 ya da -22) geldiğinde karşılıklı olarak onlar da bizim kadar üzülmüştü.

Yatarken Sami Akıncı bana teşekkür etti:

-Arkadaşım, beni büyük bir üzüntüden kurtardın. Sen olmasaydın ben orada çok sıkılacaktım, buraya dönünce de bir süre uyuyamayacaktım. Oysa bu gece hiç sıkılmadım, şimdi de yatar yatmaz uyuyacağım! deyince bir çok arkadaş da Sami'ye katıldıklarını söyledi. Ben de Yusuf'la Ahmet Güner'i göstererek:

-Biz de sizi bu gece rahat uyutuğumuz için mutluyuz. Siz olmasayınız biz de bu mutluluğu yalnız başımıza tadamayacaktı, sağolun!”dedim. Her geceden farklı bir gece geçirdiğimiz gibi aynı zamanda bir yatışa da tanık olduk;İ hiç kimseden bir tıs çıkmadan yatıldı, öylece uyundu.

 

8 Haziran 1943 Salı

 

Akşamki sessizliğe karşın sabahleyin gülüşlerle, yanıtsız sorularla uyandık:

Kimindi güzel çocuk, nereden gelmişti öyle? O çocuğun kimin çocuğu olduğunu oradakilerin hepsi biliyordu. Lise Müdürünün küçük kızı. Lise Müdürünün büyük oğlu da lise son sınıfta öğrenci. Bunu bizim arkadaşların bir bölümü bilmiyor ama ötekiler biliyor. İşin ilginci ağabeyi çocuğu benim yanımdan almak isteyince çocuk bana sarıldı, eteğime yapışması ondandı. Çünkü ağabeyi karşıdan sürekli gel gel ediyordu. Liselilerin şaşkınlığı, çocuğun bir yabancıya yaklaşımdandı. O nedenle hemen :

Lise Müdürü akraban mı ? diye sordular. Oysa çocuğun ilgisini çeken akordiyondu. Kalktığımızda başlayan Lise Müdürünün küçük kızına gülmeler, çocuğun kendine özgü tavırları Lise Müdürü üstüne söylemlere yolaçtı.

Lise Müdürü için daha önce hiç kimse bir söylemezken, bu küçük kız olayından sonra Lise Müdürü Cemal Gökçe yeni tanıdıkmış gibi günün konusu oldu. Oysa bir kaç ay önce de Lise Müdürü gene buradaydı. Gene de ne demek? Görevlinin söylediğine göre, burada 5. yılını doldurmuş. Bu duruma göre bizim Karaağaca geldiğimizde Lise Müdürü buradaymış ya da o sıralar gelmiş. Anlatılanlar giderek çok kişiselleştirilmeye, söz gelişmi Lise Müdürürün evliliği ya da ikinci evlili olayının anlatılmasını anlamsız bulduğum için buraya yazmıyorum. Benim geçen defa geldiğimizde öğrendiklerime göre Lise Müdürü deyelimli bir yönetici, okuluna bağlı, öğrenciyi disiplinli yetiştirmek için gece gündüz görevinin başında bir kimse. Tüm çalışmalarını okulda yapması da bundan!Babanım sık sözlediği bir sözü anımsadım:

-Meyveli ağaca taş atan çok olur!

Belli yere toplu gitmiş olmamak için bölünerek değişik yerlerde kahvaltı ettik. Mehmet Yücel, İsmet, Yusuf Asıl birlikteydik, Yusuf'la İsmet'in gereksiz tartışmaları sonunda zıcık geç kalmışız, bir faytona atlayıp gittik. Yolda arkadaşlara yetişip onları geçtik. Hikmet Öğretmen de az önce gelmiş. Az sonra da Bay Gümüş geldi. Gelir gelmez de bugünkü ders konumuzu söyledi. Konumuzu biliyorduk. Zaten bağa serpilecek ilaç tenekeleri az ileride duruyordu. Bay Gümüş ayağıyla, doldurulmuş Püskürgeç'i dürterek adını sordu:

Püstüreç! dedim. Bay Gümüş bana:

Sen çok şey biliyorsun ama çok bilmek hüner değil asıl hüner doğru bilmektir !”dedi. Bu kez de yüzüme bakarak:

Başka bir adı var mı? diye sordu. “Var” dedikten sonra:

Plüverizatör!dedim. Bay Gümüş gene güldü. Bu sıra arkadaşlar yetişti. Arkadaşlar sessizce dinlemeye başlayınca Bay Gümüş daha önceki konuşmalar olmamış gibi sırta alınmak üzere doldurulmuş serpme aracını göstererek, PÜSKÜRTEÇ dedikten sonra buna bazıları kısayoldan giderek Püstüreç derler gerçek adı ise PÜLVERİZATÖR!diye bir kaç kez tekrarladı bize de tekrarlattı. Sonra da:

Bağ, Bağlık, Asma, Omca, Kütük, Bağ çubuğu, Çelik, Asma çardağı, Koruk, Salkım , Çıngıl, Aşı, Daldırma, kirizma, Filoksera, Kükürt, Göztaşı, Filizlenmek, Bağbozumu , Hereklemek, Uç kırmak, Filiz almak, Bağlamak, Uçlamak, Daldırma, Çapraz krizma, Asma çardağı, Bağcı sözlerini, Sen, sen, sen!diyerek hepimize sordu. Ancak büyük bir doğal ayırım oldu. 29 kişinin çoğu suskun suskun bakınıp yutkunurken 6-7 kişi yarışırca tüm soruları yanıtladı. Bay Gümüş gene de çok memnun kaldığını, ancak Asma çardağına, Bağı Bekleyenin Çardağı denmesine çok güldü.

Bir görevli özel tulum giysisi için de önümüze düştü, doğru bizim üçgen bağa gittik. Biraz uzakta durmamız, rüzgarı arkamıza almamız tembihlendi. Görevli, bağın dışından giderek dört sırayı kapsayan genişlikte bir alana püskürterek sona dek gitti. Dönüşte ise 6. sıradan hortumun ucunu kaldırarak ilk dört sırayı ilaçladı. Başa çıkınca da bunu neden böyle yaptığını anlattı. İlk ilaçlama genel bir önlem acıyla yapılıyormuş. Daha sonra paslanma ya da kurtçuklar(Bir tür süne) görülürse tek tek omca ya da kütüklere sıkılırmış. Görevli iki tur yaptıktan sonra Bay Gümüş görevliye Bekir Bey, diye seslendi. Bekir Bey yanımıza geldi, bana, Sefer Tunca'ya, Hüseyin Serin'e baktıktan sonra Mustafa Saatçı'nın elinden tutarak yönetim binasına götürdü. Az sonra Mustafa Saatçı aynı tulum içinde sırtında Püstüreç gülerek çıktı geldi. Bekir Bey önce bir iki uyarıda bulunuktan sonra Mustafa Saatçı'yı iyice rahat bıraktı. Mustafa Saatçı çok dikkatlı sıktı ama çok ağır gitti.

Öğle paydosunda Mustafa Saatçı, arkadaşlarca Bekir Bey olarak çağrılmaya başlandı. . Hikmet Öğretmen Bay Gümüş'un konuğu oldu. Biz gene Karaağaç'a gittik. Aynı aşçıya girdik. Mustafa Saatçı orada da Bekir Bey oldu. Karşılıklı sataşmalar arasında tabaklar gelip giderken taşıyıcı çocuk, Mustafa Saatçı için gönderilen yemeği başka masaya götürünce masadaki yönetisi yüksek sesle çocuğa bağırdı:

O Bekir Beyin oğlum!Bu söz, bizimkilerin yerlkere yatarca gülüşmesine neden oldu. Sonunda lokantacı kuşkulanarak gelip Mustafa Saatçı'ya:

Yanlış mı söyledim efendim? Siz Bekir Bey değil misiniz? Herkes gülerken Mustafa Saatçı da güldü; sorana bakarak:

Evet benim! Deyince, makaralar iyice gevşedi.

Lokantadan sonra fidanlığa dek Bekir Bey sözü edildi. Mustafa Saatçı'ya en çok takılanlardan biri Bekir Temuçin'di. Mustafa Saatçı Bekir Temuçin'e:

E oğlum, anan dan doğalı beri Bekir'sin, bu gidişle Bey falan olacağın yok. Gel sana Beyi vereyim de bari bu fırsattan yararalanarak sen de bir Bekir Bey oluver! dedi. Bekir Temuçin bu sözü hakaret saydı. Fidanlığa oldukça kızgın karşılıklı sataşmalar arasında girdik. Gerçek Bekir Bey:

Gönüllü var mı? diye sordu. Sorunun ayırdında olamayan Hüseyin Serin tartıştığı Arif Kalkan' yanıt verirken ağzının oynamasını gören Bekir Bey Hüseyin Serin'e:

Sen mi istiyorsun? Gel bakalım! deyip tulumu önüne attı. Hüseyin Serin şaşkın şaşkın bakınıktan sonra tulumu alarak soyunmak için iç odaya geçti. Arkadaşlarda yeni baştan bir tıslaşma pıslaşma başladı:

Artlik (Hüseyin'in armızdaki sıfatı) şimdi ne yapacak? Hüseyin, güç-kuvvet bakımından arkadaşların çoğundan üstün. Tek kusuru biraz dikkatsizliği. . . Ancak bu kez dikkatini iyi kullandı; bir kaç uyarıdan sonra istekli istekli püskürtmeyi sürdürdü. Hüseyinle birlikte gezen arkadaşlar oldu. Hikmet Öğretmen bir ara durdu, arkadaşlara sordu:

Biz şimdi ne yapıyoruz? Hepimiz konuştuk ama söylediklerimiz biraz değişikti. Örneğin ben:

Bağı gözaşıladık!dedim. Çoğunluk da:

Bağı ilaçladık!dedi. Hikmet Öğretmen gülerek:

Bir iş yapıyoruz, on tane adı oluyor, bu doğru değil;bunun adı bağı kükürtlemedir. Göztaşı ya da göktaşı da katılabilir ama biz genelini bellemeliyiz!”dedikten sonra bağ ilaçlaması sözlerini kaldırıp eylemin gerçek adını kullanmaya başladık. Kükürtleme. Kükürt bir kimyasal madde. Sami Akıncı hemen:

Kimyasal bir sarı madde, simgesi s'dir. Hüseyin Serin son turunu tamamlayınca Bay Gümüş onu izliyormuş, geldi. Önce bizi göstererek Hikmet Öğretmene sordu:

Bir soruları mı var? Hikmet Öğretmen gülümseyerek, Kükürtle, göztaşı kullanma za manlarını, nedenlerini tartışıyoruz!”dedi. Bay Gümüş, Kükürtlemenin sonunu beklediğini, birini öğrenince ötekinin öğrenilmesi daha kolaydır! dedikten sonra bağların tatlı meyvesi gibi kütüklerindeki suyun da bir özelliği vardır. Bu nedenle o tatlı suya göz diken düşmanları vardır. Biz bu düşmanları iki gruba ayırıyoruz. 1. Grup bağ filizlerine, oluşmakta olan salkımlara üşüşen böcek, böceklerin bıraktığı ilerde böcek olacak süfre denilen, salkımların gelişmesini durduran küçük düşmanlarla, 2. Doğrudan doğruya bağ yapraklarına ya da taze filizlere hortumlarını sokup suyunu emen mildiyu adı verilmiş bir mantarlar. 1. Gruba girenlerin yani böcek türlerinin korunup yelişmelerişni önlemek için kükürtleme yaptık. Bu tür haşarat bu kükürte karşın tutunup gelişemez. Dolayısiyle de bize zarar veremez. 2. Düşman bir mantar türüdür. Bu o denli yaygın değildir, belli zamanlarda, belli havalarda ortaya çıkar. Görülüp önlem alınırsa gelişmesi durdurulabilir. İşte bunun ilacı da göztaşı, ya da Gök taş denilen bir zehirli maddedir. Kükürtle göztaşı ayrı nesnelerdir, bağ hastalıklarında kullanılır ama ayrı nesnelerdir. İkisinin yapımına da halk ilaçlama diyor ama doğrusu göztaşının ilaç ;kükürtün ise koruyucu olduğudur. Hikmet Öğretmen Sami Akınc'ıya baktı:

Buna ne diyorsun, Sami? dedi. Sami Akıncı üzülerek:

Biz hiç kimya okumadık öğretmenim, kimya bilgim çok sınırlı kaldı. Bu da bir tuz grubu, bakır sülfat. Çok zehirli olduğunu biliyorum!Bay Gümüş gülerek:

Bu da yeter, dilerim sizin bağlarda mildiyu buylunmaz, siz de göztaşı kullanmazsınız!”dedi. Sami Akıncı'ya köyünü sordu. Sami Akıncı köyünün adını söyleyince Bay Gümüş gülümeyerek

Senin köyün ötekilere bakarak kasabadır!dedikten sonra Hikmet Öğretmene dönerek:

Büyük bir köy! deyip bir süre Sami'yi süzdü.

Paydosta topluca yola çıktık. Hikmet Öğretmen bugün arkadaş olarak yanına Sami Akıncı, Mustafa Saatçı, Hüseyin Serin'le Bekir Timuçin'i aldı. Başka arkadaşlardan da faytonlara binen oldu. Bizim grup, İsmet'le Mehmet Yücel, Yusuf Asıl'la İsmet'in şakaları arasında çarşıya çıktık. Harun Özçelik'in hemşerisi liseli Mustafa geldi. Kampçılar bugün geç gelecekmiş. Mustafa lisede okuyormuş ama 2. sınıftaymış. Tatilde de Edirne'de kaldığı için liseye sık sık geliyormuş. Lise üstüne bir çok bilgiler verdi. İyi bir futbol takımları varmış. Bu akşam için bize sinema önerdi;çok güzel bir casusluk filmi varmış. MATAHARİ. Harun görmüş ama gene gidebileceğini söyleyince ben de katıldım. Sinema zamanına kadar liseye gittik. Lise Müdürünün küçük kızı lise binası önündeki havuz kenarında oynuyordu. Harun Özçelik yavaş bir sesle:

Bu çocuk iyi ki bu havuza düşmüyor!dedi. Konuşmadığını sandığımız kız biraz da dikleşerek:

A, a. aaaa, neden düşecek mişim? Ben aptal mıyım? dedi. Böylece konuşmayan tanıdıkla konuşmaya başladık. Lise müdürünün kızı olduğunu, lisede ağabeyi olduğunu. annesinin de öğretmen olduğunu, onun da liselilere ders verdiğini anlattı. Ayrılırken iki elini bir birine karşı yaklaştırarak işret etti. Bunu akordiyon çalmayacak mısın? olarak anladık. Harun tarif etti:

Uyu, uyanınca çalacak!Çocuk, söylenerek gitti:

Ama ben uyumak istemiyorum, daha gece olmadı!Gülüşerek odamıza çıktık. Saate bakıp oturdum yazı yazdım. Bir yandan da içerdeki konuşmaları dinledim:

Ne yazıyor böyle?

Ben ne bileyim ne yazdığını? Konuştuklarımızı yazıyordur.

Bize sinema öneren Çerkezköylü Mustafa geldi. İki sinema var, hangisin gideceğimizi o biliyor. Aldı bizi biraz uzağına götürdüUzun süre Üç Ahpap Çavuşlarla Lorel-Hardi dinledik. Arkasından Mata Hari geldi. Mata Hari'nin çok güzel bir yüzü var. (Greto Garbo), oyunculuk yapan biri. Bir çok insanla da buluşup konuşuyor. Siviller, subaylar. Kon uştuğu insanlar kendisine çok değer veriyor. Oysa o güzel kadın güzelliğini kullanarak kendisini sevenleri, haberleri olmadan bir birine düşürüyormuş. Sonunda cezasını çekti. Buna benzer bir film daha görmüştüm. Aynı film değil ama bir birine çok benziyor.

Yarın saat gecikerek liseye gittik. Mustafa da bizimle geldi. Harun'la Yusuf'un arasına sıkışabilirmiş. Liseye girerken Müdür Odasının ışıkları yanıyordu. Mustafa:

Onlar hep yanar. Müdür Bey çok çalışkan bir insan, okul işlerinin dışında da bir çok kuruma, kişilere yardım ediyor. dedi. Binayı göstererek:

Bu bina Öğretmen okuluydu. Öğretmen Okulu öğrencileri, Sivas'a gönderilince bina boş kalm ıştı. Yetersiz olan lise binasını bırakıp liseyi buraya taşıttı. Bu bina taşıtması lise öğrencilerince büyük bir başarı sayılmış, böylece Lise Müdürü Cemal Gökçe onlar için saygın bir kişilik kazanmışmış. Önceki müdür de seviliyormuş ama Cemal Gökçe onların önüne geçmiş.

Arkadaşların çoğu yatmış olduğundan konuşmadan yataklara serildik. Bir süre uyuyamadım. Mata Hari'nin ne tuhaf bir yaşamı vardı. Bir süre onu böyle bir yaşamın olup olamayacağın kendimle tartıştım:

Olmasa, olmayanın filmini çekerlere mi? Romanları anımsadım, onlar da olmayan olaylar. Olabileceği düşünülerek yazılıyor. Şiirler de öyle değil mi? Öyle olduğuna inanarak oturup ben de Göl şiirimi yazmıştım. Oysa ben o gölün başında anlattığım gibi durmamıştım. Faruk Nafiz Çamlıbel'in Ali şiiri de öyle. Ali gerçekte bir ağacın altında durup tüfeğini kurcalamış mıdır? Kurcalasa bile Faruk Nafiz Çamlıbel onu görüp konuşmuş olab ilir mi? Kendi kendime güldüm. Saçmalar gibiyim ama doğru düşünüyorum. Dışardaki elektrikler sondü. Saat 12'oo de söndüğü söylenmişti. Demek gece yarısı oldu!

Ezan seslerini gene duydum. Bu arada bir fısıltı oldu. Mustafa Saatçı kalkmak istiyordu o sandım. Meğer bu kez Abdullah Erçetin duymak istemiş, İbrahim Ertur onu dürtüklemiş. Ça buk uyumuşum.

 

9 Haziran 1943 Çarşamba

 

Akşam kampçılarla bir araya geleceğiz. Herkes bundan söz edip soruyor: “Ne konuşacağız onlarla? Kampçılar dedikleri de çoğu çoğumuza yabancı değil. Uzunköprülü çocuklar tüm Edirne Grubuyla kısa zamanda sarmaş dolaş oldular. Yargıç çocuğu diye takıldıkları Sarı Necdet bile saatlerce onlarla oturdu. Zaten okulda kalanlar Edirne'ye dışardan gelme olduklarından kendilerini bizim gibi yabancı sayıyorlar.

Arkadaşları dinleyen Çerkezköylü Mustafa kimin nereli olduğunu sıralayıverdi. Çanakkale 3. Keşan iki, Tekirdağ 3, Kıklareli 4, Uzunköprü 3, Lüleburgaz 2, Babaeski 2, biri Saray, biri de Vize'den olmak üzere topu topu 21 kişi. Arkasından da adlarını saydı. Burhan;Mehmet, Ali, Ömer bunlar sizin!”deyip MehmetYücel'i gösterdi. Arkasındasn da Necdet Nedim, Kazım deyip Uzunköprülüleri sıraladı. Arkasından da Lise Müdürünün oğlunu unuttum, deyip sayıyı 22 ye çıkardı. Harun Özçelik Mustafa'nın elinden çekip “Ötekileri akşam söylersin!”diyerek götürdü. Ruhi Şirin Öğretmen geldi. Hikmet Öğretmenle Lise Müdürüne gittiler. Bir süre öğretmenleri bekledik. Lise Müdürünün küçük kızı gene çıktı. Çocuğu görünce bizim arkadaşlar yeni bir ilgi konusu üretiltiler. Lise Müdürürünün lise son sınıfta oğlu olduğuna göre böyle küçük çocuğu olur mu? ”Olur!”diyenler çıkınca ben onları destekledim, kendimi de örnek verdim: “ Büyük ağabeyimle tam 22 yaş aramız olduğunu söyledim. Tartışmayı önlemek için söylemiştim ama nedense benim gerçeğimi araştırıp inceleme yerine Yakup Tanrıkulu arkadaş sırıtarak:

-   Bütün örnekler sen de olur, zaten!” gibi bir söz söyledi. Önce önemsemez gibi baktım. Toparlandım: “Yok, bende olmaz bunda yanılıyorsun. Örneğin insanların nüfüs kayıtları ortadayken, o bundan söz edince ona kuşku düşürücü karşılık vermem. Kayıtları gördükten sonra bir yanlış varsa yüzüne de vururum, gerektiğinde gücüm yeterse kafasına da!”dedim kestim, öğretmenler Lise Müdürü ile birlikte çıktılar. Lise Müdürü bize de “Günaydın!”dedi. Biz ayrılınca çocuğunun elinde tuttu evine girdi. Öğretmenler önde biz arkada bir süre yürüdük. Gittikçe öfkem arttı. Lise son sınıfta bir öğrenci 18 yaşında olur. Lise Müdürü Cemal Gökçe 5-6 yılır Edirne Lisesi Müdürüymüş. Oğlunu iyi yönlendirip sınıflarının geçmesini sağlamıştır. Bu nedenle oğlunun 18 yaşında olduğunu varsayıyorum . Küçük kız da olsa olsa dört yaşında, Küçük ablamın oğlu Saim kadar. öyleyse bu kardeşler arasındaki fark, bizim gibi 22 de değil, 14 yaş. Babamlar yedi kardeşmiş. Kardeşler arasında ikişer yaş olsa 12, 3'er olsa 18 yıl eder. Kardeşler arasında yar farkı 67 olanlar da vardır. Örneğin benim Küçük ablamla yaş farkım 7'dir.

Kahvaltı ederken bir yandan bunları düşünürken bir yandan da Yakup'a baktım, Yakup bunu bana neden söyledi? Üstündde durmaya değer mi değmez mi? Değeceğine karar verdim, hem de bugün!Şu yaptığım hesapları yapıp bilmiyorsa, ona da yaptırarak öğreteceğim. Kardeşleri varsa onlar arasındaki yıl uzaklıklarını çıkartacağım. Önce tatlı tatlı konuşarak dikelmeye kalkıyorsa söylediği sözün ne anlamına geldiğini söyletene dek yakasını tutarak soracağım. Ayırmaya kalkışan olursa ona da o sözün anlamını soracağım:

- Bu söz sana söylense sen yutar mısın?

Hikmer Öğretmen, Ruhi Şirin Öğretmenle Milli Eğitim Müdürlüğüğne uğrayıp hemen geleceğini söyleyerek bizi Fidanlığa uğurladı. Arkadaşların çoğu yürümek istedi. Sami Akıncı ile İdris Destan, Mehmet Yücel, Yakup Tanrıkulu, Hasan Üner faytona bindiler. Biz de oldukça hızlı yürüyüp zamanında yetiştik. Bugünkü rehberimiz gene Bekir Bey. Bekir Bey, okulumuza yakın orman olup olmadığını sordu. Arkadaşlar orman değil tek ağaç bile olmadığını söyleyince Bekir Bey biraz şaştı; “Nasıl olur Ttrakya'da öyle bir olur mu? ”diye sordu. İsmet hemen yanıtladı:

-Trakya'yı yeşertenler bize bir köşe bırakmışlar!deyince Bekir Bey de:

- İyi işte siz de orasını gönlünüzce yeşertin!dedikten sonra Bay Gümüş'ün odasına girdi. Az sonra çıkınca:

-Gelin şimdi, sizde olmayan biz de olan ormanda bir gezi yapalım!deyip önümüze düştü. Hemen yolun karşısına geçip ormanlığa girdik. Bekir Bey ağaçlara bakmaya başladı. Budak altları örümceklenmiş bir tanesinin altında durup bize gösterdi. Örümcek yuvası. Örümcek yuvalarının meyveli ağaçlara verdiği zararları anlattı. Fidanlıkta barınamadıkları için buralarda örnek aradığımızı, oysa bizlerin, köylerde bu tür zararlı yaratıklarla burun buruna olacağımızı anlattı. Örümceklerden sonra sıra tırtıllara geldi. Tırtıllar üstüne bizim fikirlerimizi sordu. Konuşmaları umursamayıp kayırsız kalanlarımız vardı. Bekir Bey bunu anladığı için ara ara bize sorular yöneltti. Yakup Tanrıkulu 'ya da sordu. Yakup'tan önce Ahmet Güner'e tırtılların yaptığı zararları sormuştu. Ahmet Güner tırtılların tarımcılara zararlarını anlatırken Yakup açık açık dinlemiyordu. Gözlerim sürekli Yakup'un üstünde olduğundan olayı iyi izliyordum. Bekir Bey Yakup'a: “Tırtıllar ne yapıyor? ” diye yanıtı tekrarlatmak istediğinde Yakup, önceki söylenenleri dinlemediğinden, “Kaşıntı yapıyor!”dedi. Bekir Bey biraz düşünceli gibi sözünü sürdürdü: “Sadece o mu? ”Yakup sustu. Ancak Bekir Bey susmadı. Sözlerini sürdürdü: “Tırtılın salt kaşıntısını bilen, Kelebeklerin renklerine bakıp hayran kalan insanlar kurtsuz, passız meyve yiyeceklerini umuyorsa boşuna bekliyeceklerdir. Çünkü o cilveli uçuşlarla avanak insanlara düşler kurduran kelebekler, tırtıla dönüşünce güzelim meyveleri delip delip çürütecektir. Her kelebek gördüğünde yüzlerce meyvenin düşmanıyla karşılaştığını bilmeyenler, tırtılı görünce salt kaşınanlar için söylenen bir söz vardır, onu tekrarlayalım. “Ol Mahiler ki derya içindedir deryayı bilmezler!”Bekir Bey anlamını sordu. Sami Akıncı hemen yanıtladı:

- Balıklar, su içinde yaşar ama suyu bilmezler!dedi. Bekir Bey güldü; “Bu kadar mı? ”diye sordu. Nedense Sami sustu. Sami susunca ben sözün deyimsel yönünü anımsattım:

- Söylenen söz değil söylenmek istenenin anlamı!derdemez Bekir Bey gülümser gibi “Değil mi ya; “Balıklardan su hakkında bilgi istenmez. Önemli olan aynı duruma düşen insanın tavrını saptamaktır!”

Fidanlığa dönüp sebzeliğe gittik. Sebzelikte fasulyelerden başladık. Örnek sebzelik;iyi tohum üretmek için yapılıyormuş. Fasulyelerde “Uyku ya da Uç uç böceği denilen kırmızı böcekler vardı. İsmet bana sordu:

-Dayı, bunların fasulyelere zararı olmaz mı? İsmet'e takıldım:

-Hani sen in sevdiğin bir benekli fasulye var ya, işte o fasulyeleri o böcekler öyle boyuyor!”Arkadaşlardan gülenler oldu. Bekir Bey duymuş, hemen düzeltme yaptı:

Batıl itikatları bir tarafa bırakalım, o sizin dediğiniz fasulye cinsine barbun fasulye denir. Onlar kendiliğinden öyle benekli olur!”deyince dondum kaldım. Neyse ki, İsmet de elini ağzına kapatarak uzaklaştı. Böylece Bekir Bey'le aramızda bir takaza çıkmadı. Az sonra patates tarasına geçtik. Orada gerçek zararcı hayvanlarla karşılaştık. Köstebekler. Köstebek sözünü sözünü herkes kullanıyor ama görenlerin sayısı bir elin parmakları kadar. Bekir Bey köstebek öbeklerini gösterince arkadaşlar hemen açıp köstebek yakalamak istediler. Bekir Bey gene güldü:

Köstebekler akıllı hayvanlardır, kesinlikle o gördüğünüz toprak yığınları içinde durmazlar. Onları o yığınlar içinde yakalamak için bekleyip kabarttığı sırada ani baskın yapabilirseniz;belki yakalarsınız!”dedi. Ondan sonra da tüm zararlı hayvanların kurnazlıkları üstüne olaylar anlattı. Kargaların karpuzları en tepeden delmelerinin nedeni, karpuzun suyunun yere akmaması içinmiş, Sincapların cevizleri yere atması k buklarının kırılması içinmiş, Fareler yumurtaları işbirliği yaparak taşıyormuş. Biri yum urtaya sarılınca öteki onun kuyruğundan çekiyormuş. Mayıs böcekleri yumurtalarının korunması için mayıstan top yapıyormuş, Kurtların ise , at ya da eşekleri yemek için daha ilginç bir plan uyguluyormuş. Kurdun biri at ya da eşeğin önüne uyurmuş gibi yatıp öyle bekliyormuş. At ya da eşek öyle duran kurdu koklamaya kalkışınca birden canlanıp burnundan tutarak yere kapanıyormuş. Bu anı bekleyen öteki kurt arkadan gelip hayvanın can alıcı yerlerini parçalıyormuş. Bekir Bey Çoban aldatan kuşlarından fillere varana dek daha sayısız hayvanın akıl almaz numarasını anlattı. Bu arada patlıcanları gösterirken elindeki çepinle iri bir böceği kıstırdı. Böceği görünce “Danaburnu!”dedim. Bekir Bey gülerek:

Siz, öyle mi diyorsunuz? Bizde bunun adı KÖKKURDU!dur. Bitkilerin köklerini kesip kurumasına neden olduğu için bu ad verilmiştir!”  dedi. Bana da:

Neden Danaburnu dendiğini, araştırdın mı? diye sordu. Sordu ama sanırım doğru bir yanıt veremeyeceğimi anladığından sözü köstebeklere, kirpilere, kaplumbağlara dek götürdü. Kirpilerin özellikle bağ salkımlarıknın olgun dönemindeki zararlarını, kaplumbağların salatalık-kavun-karpuz -kabak türlerine verdiği zararları anlattı.

Hikmet Öğretmen geldi, Bekir Beye teşekkür etti, onu Kepirtepe'ye davet etti.

Çarşamba günü öğleden sonra serbest kalacağımız konuşulmuştu. Hikmet öğretmen nasıl bir proğram yaptığımızı sordu. Sarayiçi denilen yere gitmeyi konuşmuştuk. Yıldırım, Kıyık gibi adlar söylendi. Hüsnü Yalçın'la öteden beri karşılıklı sözümüz vardı, Tarihçi Osman Nuri Peremeci'yi görmek. ”Çarşamba günleri Halkevi'nde olurum” demişti. Sayayiçi'n den dönünca ona gideceğiz. Sarayiçi'ni de görmüştük ama böyle yaz başlangıcında değildi. Şimdi tam görülecek zamanıymış. Ucuz köftecilere dağılıp karnımızı doyurduktan sonra Sarayiçi denilen yere gittik. Edirne ile ilgili eleştirilere tepki gösteren, kendilerini daha Edirneli sayan arkadaşlara sataşmalar başladı:

Bu yıkıntıların neresi saray ki? bir de kalkıp sarayın içi deniyor? Tartışa, gülüşe Tunca üstündeki köprüye dek gidip döndük. Mehmet Yücel nerede bir yıkıntı ya da taşlar görse soruyor:

Yoksa Fatih Sultan Mehmet burada mı doğdu?

Halkevi önüne dek hep birlikte geldik. Arkadaşlar ikiye bölündü bir grup Yıldırım'a, bir grup Kıyık'a gitmek üzere ayrıldı. Biz, Hüsnü Yalçın, Emrullah Öztürk, Hüseyin Orhan olmak üzere dört arkadaş kaldık. Biz beklerken Osman Nuri Peremeci yanında iki kişi ile geldi, yerine girdi. Uzun süre bekledik Osman Nuri Peremeci ile girenler odasından bir türlü çıkmadı. Sonunda birlikte geldiği birisi çıkıp yanımıza geldi:

Peremeci Öğretmen sizi bekliyor! dedi. Şaşırdık. Az uzağımızdan geçmişlerdi, demek bizi tanımış. Girdik. Gülerek:

Kırmızı mumlu mektup mu bekliyorsunuz? Buraya gelmişsiniz, kapıyı çalmaktan mı çekiniyorsunuz! diyerek bir süre sorguladı. Hüsnü ile Emrullah'ın durumlarımı, derslerini sordu. Hüseyin Orhan'ın memleketini sordu. Orhan göçmen olduğunu ilk günden beri saklıyordu. Belki bana öyle gelmişti. Arkadaşlar Hüsnü Yalçın'a “Kaksi bre Dobralisi, Petri Kukurika, tri metelika diye takıldıklarında Orhan susar ya da dersliği terkederdi. Uzun süre buna bir anlam verememiştim. Meğer arkadaş çok içerleyip olaya karışmamak için böyle yapıyormuş. Bugün Peremeci Öğretmene anlattıklarını duyunca o hallerini bir daha değerlendirmeye çalıştım. Peremeci Öğretmen, benim ailemi geçen defa sormuştu. Bu kez benim anlattıklarımı, böyleydi, böyleydi değil mi? diyerek bir tamam tekrarladı. Ben ailemle ilgili bilgilerin kaynağı olarak Vahit Lütfi Salcı'yı söyleyince başını atarak:

O tarihçi değildir, sen büyük amcanı dinle o Müderristir, onun bilgileri daha sağlamdır, Bak araştır, rahmetli oldu, deyip sıyrılma. Yazıp çizdikleri kesinlikle vardır, arkasını bırakma!dedi.

Tekrar Hüsnü Yalçın'a döndü, okulu bitirince yapacaklarını sordu. İlgimi çekti, bu kez Emrullah'a pek ilgi göstermedi. Bir süre bunu düşündüm. Hüsnü Yalçın Osman Nuri Peremeci'ye gidelim!”deyince Emrullah başını atıp:

Ne yapacaksın Peremeci'de? Geçen defa gitmiştik, aradan daha iki ay geçti;ne var tekrar görecek? gibi sözler söylemişti. Büyük Ablamın bir sözünü anımsadım Ablam bu tür olayları açıklamaya kalkışınca “Kalpten kalbe yol vardır!”der. Emrullah'ın dedikleri Osman Nuri Peremeci'nin kalbine mi bitti acaba? Oysa Emrullah arkadaşımızın, Osman Nuri Peremeci gibi bir bilge kişinin övütlerine çok gereksinimi var. Öncelikle kendisi çok sabırsız, sabırsızlığı onu öfkeli bir duruma sokuyor. Böyle olunca da çevresinin güvenini yitiriyor. Oysa ikin ci kez din lemiş olduğum Osman Nui Peremeci, başarı için en gerekli ilkeleri sıralarken sürekli olarak, sabır-sebat önermektedir. Çıkınca Emrullah'ı azıcık payladım. Biliyorum bunu derslikte yapsaydım(Arkadaşlara gösteriş olsun diye) bana tepki gösterecekti. Oysa bu kez boynunu büktü. Bana:

Sen çok şanslısın arkadaş, kendi evinde gibisin. “Hafta sekiz pazar dokuz!” dedikleri gibi geleninle gideninle evinin, evindekilerinin durumunu öğreniyorsun. Ben Kırcali'den çıkalı tam beş yıl oldu. Okula girmeden önce de uzun bir süre çektiklerimi ben bilirim. İşte arkadaşım Hüsnü söylesin;hep “Sabır!”diyerek direttik. Osman Nuri Peremeci, sağ olsun bize çok yardım etti. Şimdiki durumumuzu ona borçluyuz. Benim ona saygım sonsuz. Ne var ki ben susa susa suskunlaşmış durumdayım. Konuşmalar beni kimi zaman rahatsız ediyor. Derslikte de kimi arkadaşların yüksek sesle konuşmalarına sinirleniyorum. İşte bu sıra birisi gelip bana yakınlık bile gösterse ters yandan karşılık veriyorum. Arkadaşların bir bölümüne açıkça kırgınım, benim durumumu hiç dikkate almadılar, almak istemediler. Ben gerçekte kavgacı bir insan değilim. Üstüme gele gele beni kavgacı birisi durumuna soktular. Onlardan gelecek arkadaşlık sevgisine yüreğim sonsuza dek kapandı. Emrullah arkadaşın dediklerine olduğu gibi katıldım. O biraz da beni anlatır gibi geldi bana. Ben de kavgacı değildim. Bu ytanım için bab ama verşilkmiş sözüm vardı. Ne var ki üstme geldiklerinde, önları tepeme çıkartmamak için verilen sözleri unutmuş görünerek, yeri gelince yumruğumu gösterdim. Emrullah'ın dediği gibi ben kendi çevremdeydim. Okuduğum okulum bile babamın kardeş çocuğunun muhtarlık yaptığı köyün sınırları içindedir. Hafta tatillerimi orada geçirmek için özel iznim vardır. Bu bakımdan kendimi Emrullah ya da Hüsnü arkadaşlarla bir tutmaya kalkışmıyorum.

Çıktığımızda arkadaşlardan Halkevi Bahçdesi'ne gelenler olduğunu görünce onlara katıldık. Yıldırım'a gitmişler, eski püskü evlerden söz ettiler. Neden Yıldırım dendiğini öğrenip öğrenmediklerini sordum. Fettah Biricik sırıtarak:

Gelecek gidişimizde soracağız!dedi. “Çok sorarsın? ” demek geldi içimden ama demedim. Az önce Emrullah arkadaşla yaptığımız konuşmalar etkisini sürdürüyordu. Bu arada, Kıyık'a gidenler de döndü.

Akşam yemeği olarak çay simit yedik. İsmet'in önerisine uyarak birer simitte yanımıza aldık.

Liseye gittiğimizde Kampçılar gelmiş havuzun çevresinde bağrışarak şakalaşıyorlardı. Metin, Çetin, Mustafa taş kafa gibi adslar bir süre söylendi. Arada bir de Hüseyin çıktı. Birini havuza atmaya kalkıştılar. O denli bağrışıyorlardı ki, biz, bir birimize:

Hani bunlar Lise Müdüründen çekiniyordu? demeye başlamıştık. Tam bu sıra Müdürün küçük kızı geldi. Kız gelince sesler birden kesildi. Meğer onlar biliyormuş, Akşam üstleri kız ortalıkta yoksa genellikle Müdür Bey de olmazmış. O zaman rahatça bağırıp çağırıyorlarmış. Biz otururken içerden piyano sesi gelmeye başladı, Komparsite!Biz de içeri girdik. Gel-git diyen yok. Piyano sürekli komparsite çalıyor. İsteyenler kalkıp dans ediyor. ˘Çerkezköylü Mustafa baş dansçı. Bir ara piyano durdu. Önce işaretler verildi sonra sonra kolunda tutularak biri kaldırıldı. Kalkan bir kaç kez güldükten sonra yürüyüş yaptıran Onbaşının taklidini yaptı. O denli güzel yaptı ki, bizim geçen yılki onbaşının tıpkısıydı. Bu kez de iki gonüllü kalkıp kendi arkadaşlarından Necdet'le Onbaşının taklitlerini yaptı. Necdet'in gür, sarı uzun saçları var. İkide bir öne dökülüyor. Yat-kalk yaparken Necdet'in saçları dağılıyormuş. Saçı dağılınca o da arada eliyle saçını arkaya doğru itiyormuş. Onbaşı Necdet'in bu tavrını itaatsizlik sayıp önce önlemeye kalkmış. Ancak Onbaşı Necdet'in arkadaşlarıyla ilgisi yakından izlediği için işi hemen otroriteye dökmemiş. Necdet'e saçlarını neden uzattığını sormuş. Necdet'ten önce arkadaşları Necdet'in sağlık sorunu olduğunu doktor raporuna göre saçlarını uzattığını anlatmışlar. İşin içine doktor, sağlık sorunu sözü karışınca Onbaşı tavır değiştirip işi tatlıya bağlamış Ancak gene de otoritesini orta koymuş. Yat komutu verilince Necdet yatacak, Kalk komutuyla kalkacak. Ancak kalkınca elini saçlarına hemen uzatmayacak. Onbaşı onun için de topla komutu verecek. Yat-kalk- Topla. Necdet böylece komutla saçlarını eliyle toplamış. İşte takliti yapılan olay buymuş Ancak taklitçiler. ”Yat-kalk-Topla, Yat-Kalk-Topla! Komutlarını verirken bir noktada işi gevşetiyorlar. Yatıp kalkan, yatıp kalkmayı hızla yaparken Topla komutunda ağırlaşıp dikkatle saç toplar gibi yapıyor. Doğal olarak hareketlerde bir ağırlaşma oluyor. Onbaşı da buna uyarak yatı kalkı çabuk, toplaya gelince tooooplaaaa!diye uzatıyor. Arkadaşları olayın gerçeğini bildikleri için gülmekten kırılıyor. Biri kalktı filmlerin başında gösterilen bastonlu adamın (Şarlo) taklidini yaptı, İki arkadaş kalktı Lorel-Hardi gibi konuşltu. 3 kişi ise kalkıp 3 Ahbap Çavuşlar gibi ters oturup konuşmadan bakıştılar. Arkalarından kalkan iki kişi ise La Fontaine'den oyunlar gösterdiler. Karınca ile Ağustosböceğinin konuşmalarıyla başladılar. Özellikle bunları görünce oldukça kederlendim. Bunları biz de okumuştuk. Okuduk ama lolayları böyle canlandırmayı yapmamıştık. Yapmamıştık ama ben, pekala yapılabilirliğini düşünebilmeliydim. Şimdiye dek bunu düşünmediğime üzüldüm. Böyle gösterileri hep piyeslerde yapılır sanırdım. Fikret Madaralı Öğretmen La Fontaine üzerinde çok durdu, teşhis-İntak sanatlarından söz etti, Karga ile Tilki, Aslanla fare, Karınca ile Ağustos Böceği, Horozla İnci, Kurtla Kuzu fabllarını okuttu ama böyle bir canlandırma yaptırmamıştı. Metin-Çetin ikilisi de bunları çok güzel yaptkı. Bir de geçmiş yıllardan kalma bir öğrenciyi canlandırdılar. Murat. Murat (Sınıfta kala kala )derslik arkadaşlarının en irisi durumuna gelmiş, dersliğin kabadayısı geçiniyormuş. Güçlü kuvvetli oluşu nedeniyle arkadaşlarına dediğini yaptırırmış. Giderek iyice gemi azıya alıp yavaştan yavaştan öğretmenlere de yan bakmaya başlamış. Öğretmenler bu tatsız durumu yaratan Murat'ı göz altına almışlar. Sıkı bir gözetim altına alındığını anlayan Murat çareyi susmakta ya da susar gibi görünüp eski dümenini yürükme yöntemini kullanmaya başlamış. Örneğin eskiden iyice serdiği sersleri son uyarılardan etkişlenmiş gibi bu kez çalışma yerine çalışır görünmeye başlamış. Ancak huylu huyundan vazgeçmez, sözü gereği Murak işin hep kolay tarafına kaçıyormuş. Murat'ın tarih dersi öğretmeni genç, güçlü biriymiş. Öğretmen, Murat'ın onun gücünden çekindiğini sezdiği için, Murat'a bir ders vermeyi düşünmüş. Sözlü yoklama yaparken Avrupa'da göç eden devletlerden Vizigotları özellikle çok soruyormuş. Vizigotlar kimdir? Vizigotlar nerdedir? Türü sorulaır sık sık soruyormuş. Murat bu durumdan yararlanmaya karar vermiş, kopya ya da başka hile yapmaktan çekindiği Tarih Öğretmenine karşı dürüstçe kalkıp şu sakız çiğner gibi konuşulan Vizigotları anlatmayı kurmuş. Olayı pusuya durmuş gibi izleyen öğretmen Murat'ın bakışlarından anlamış. Ancak kendisinin kalkmasında yarar umduğundan sabırla beklemiş . Sonunda Murat bir gün parmak kaldırmış. Öğretmen, olayı çok olağan karşılayarak Murat'a sormuş:

Murat çalıştın mı? Murat tüm cesaretini toplayıp, ayağa kalkmış arkadaşlarını süzdükten sonra çalıştığını söyleyip kendiliğinden tahtaya yürümüş. Öğretmen, sesinde, tavırlarında bir değişiklik yapmadan doğal konuşma havası içinde Murat'a Ostrogotları sormuş. Murat önce Vizigot-Ostrogot ayırımı yapamamış, ayırdında olmadan gülümseyerek sevincini göstermişse de çabuk toparlanıp kasılmış, biraz şaşkın olarak öğretmene bakmış. öğretmende olağanüstü bir durum yokmuş. Öğretmen, her zamanki gibi, bilgisiyle, cesaretiyle Murat'ın karşısında duruyormuş. Murat az duraksamış, arkadaşları başka türlü bir tepki göstereceğini beklerken Murat zayıf bir sesle:

Herkese Vizigotlar, bana gelince Ostrogotlar!deyince bu kez de öğretmen açık, kesin Murat'ın anlayacağı bir ses tonuyla:

Evet Murat, sen de arkadaşların gibi derslerine sürekli çalışırsan bir gün sana da onlar gibi Vizigotları sorarım!

Murat'ın öyküsünden sonra alkışlarla birini çağırdılar. Adını da söylediler ama çoğunlukla :

Şair olarak tanıttılar. Şair biraz nazlı çıktı. Kimyacının Aşkı adlı bir şiir okudu. Nazlanacak kadar varmış oldukça uzun bir şiirdi. Daha doğrusu bir tekerleme gibi bir şey.

 

Kimyacının Aşkı

“Labaratuvarından çıkarken seni gördüm

Platin şapkanın altında altın saçların güneş gibi parlıyordu.

Namlusundan çıkan bir kurşun gibi seni takibe koyuldum. . . . . . . . .

Sen . O ile karşılaşıp. H2O olunca

Ben iyot gibi açıkta kaldım. . . . ”türü sözlerle uzayıp gitti.

Şiir biter bitmez sıra bize geldi. Arkadaşlar bana bakınca akordiyonu alıp çalmaya başladım. Çardaş, Gülnihal, Tuna Dalgalarını özellikle seçti. m. Liseliler 3-4 çift oluşturup dansa kalktılar. Birden Komparsiteye döndüm bu kez hepsi kalktılar. Bir süre sonra da bizimkileri kaldırmak için Timurağa'ya çevirdim. Bizimkilerden kıpırdayan olmadı. Harmandalı'ya döndüm. Ahmet'le Yusaf kalktı. Arkasından önce Bengi'yi, sonra da Güvende'yi çaldım Ahmet'leYusuf'tan başka kalkan olmadı. Oturur oturmaz Ahmet Güner'den Edirne Köprüsü istendi. Ahmet çok güzel söyledi.

Liseliler 21 biz 29 arkadaştık. Liseliler. az-çok hemen hemen hepsi arkadaşlarının neşelenmesi için bir katkıda bulundu. Bizim 29 kişiden 3 kişi karınca kaderince onlara kartılabildi.

Liseliler; neşeli bir hava içinde cumartesi akşamı buluşmak üzere ayrıldılar.

Yerimize geçince bir patırtı kopacağını umuyordum ama eğer bir patırtı koparsa kesinlikle katılmamaya da karar vermiştim. Öylde ki, “Ne olursa olsun katılmayacağım!” deyip kendi kendime bir kesin söz de vermişim. Gerçekten bir patırtı koptu:

Yaptıkları ne ki? Bari La Fontaine şiirlerinin gerçeğini okusalardı!. . . .

Gerçeklerini okumaları için ezberlemeleri gerekirdi. . . .

Erkek erkeğe dansetmelerinin ne anlamı var? . . . . Bu söylenince karar marar dinlemedim:

Şiirlerin kendilerini okumayı bize bırakmışlar Çıkmaz ayın son çarşambası'nda çıkıp okuyacaksınız. . . . O uzun şiiri okuyan çocuk ezberlemeden kağıttan okudu. Yazık ki siz göremediniz. Okuyan, Zatı Sungur'dan öğrendiği numaralarla elindeki kağıdı sizden sakladı. . . Dansları da erkek erkeğe oynamadılar, kızları bizim erkek görmemiz için orada da Zatı Sungur numarası yaptılar. Sözü daha uzatacak belki de kavgaya neden olacaktım;İsmet araya girdi:

Dayı, gene neye sinirlendin? diye sorunca:

Yo, sinirlenmedim, söylediklerimin sinirle bir ilgisi var mı? diye sorarken sakinleşmeye çalıştım. Susunca fısıldaşmalar oldu. Bu arada kulağıma:

Kendisi akordiyon çaldı ya. . . gibi yarım bir duyum geldi. Üzüldüm ama duymazdan gelmeye çalıştım. Bir kez daha anladım ki ben, olayları arkadaşların çoğundan farklı değerlendirmeye çalışıyorum. Liselilerin hiç birisini tanımıyordum;arkadaşlar aracılıyla tanıdım. Yaptıklarının hiç birisini de yapmış değilim. Ancak yaptıklarını beğeniyorum dahası onların yaptıklarını yapmadığıma ya da yapamadığıma üzülüyorum:

Zeybek oynadığım gibi dans etmesini de bilsem!diyorum. Bunca uyarılara karşın elini kaldırmayan, şiir okumayan, mızrap tutmayan arkadaşlar durmadan bunları yapanları eleştiriyor. Aynı kişilerere bakıyorum sarımsakla soğanı da ayıramıyor. İş çalışmaların da, Tarım çalışmalarında olduğu gibi askerlik kampında da gördük azıcık sıkıştırılmaya gelemiyorlar. Bunlar, köylerde öğretmenlik yaparken köyün şenliklderine nasıl katılacak? Türkü söylemezler, oyun oynamazlar, kitap okumazlar. Düğünlerde, bayramlarda ne yapacaklar acaba? Bunları sorarken güldüm. Bizim köyde sık sık duyduğum bir sözü anımsadım. Bir toplulukta herkes iyi fena konuşmalara katılırken sürekli susanlar için söylenir:

Kum Baba benzetmesi. . . . Kum Baba gibi oturdu. Bu Kum Baba neyin nesidir? bir türlü öğrenemedim ama bizim arkadaşlarımızın bir bölümü sanırım çalıştığı köylerde buna örneklik edecekler:

Geldi kahvede bir süre Kum Baba gibi oturdu! diyecekler. Kendi sözüme kendim güldüm.

Kimyacının Aşkı şiirini alıp yazmayı kurarken uyumuşum.

 

10 Haziran 1943 Perşembe

 

Bekir Temuçin Kimyacının Aşkını okumaya çalışıyor. Sami Akıncı ise söylenenlerin gaz, maden kimyasal nesne olup olmadıklarını yanıtlıyor. Sami su sözü geçince:

-Su bir madendir! dediği için patırtı koptu. Su maden olur mu? Bu kez de Sami Kimya dersinin konularını, liselerde okunan kimya dersinin yararlarından söz etti. Alpullu Şeker Fabrikasını gezerken gördüğümüz pancarların nasıl sıvılaştığını, o sıvıların sonra gene katılaştığını anımsattı. İşte o sıvılaşmaların, katılaşmaların birer kimyasal aşama olduğunu anlatınca;Mehmet Yücel gülerek:

-Biz köylerden gelerek adam olmaya çalışıyoruz. Bu bir kimyasal olay mıdır? diye sordu. Sami karşılık verdi:

-Bizimki bir fiziksel olaydır;tıpkı ormandan kesilen kerestenin kapı, çerçeve yapıldığı gibi deyince      makaralar çözüldü. Arkasından:

-Telefon direği, kazık türü sözler söylenerek konu iyice saptırıldı. Bu kez de Mehmet Yücel önce bir çıkıştı:

-Her tartışmada kendimize bir pay çıkarmaya çalışmayalım. Böyle yaparsak gene biz zararlı çıkarız. Soru sorarken de hep kendimize yontmaya çalışmayalım;sorduğumuz soruların doğru yanıtrları bizim zararımıza olabilir. Söçz gelimi Sami arkadaşa sorulan soruya bir başkası pekala, “Bu bir hayvsansal olaydır!” diyebilir. Köyden koyun toplar gebi toplayıp getirmişler. Bir kaç yıl sonra bakıyorsun her biri kendini allame sayıyor. Mehmet Yücel sözünü bitiremeden gülmeler, sataşmalar başladı. “Öğretmen gelişyor!” uyarısı ardından Ruhi Şirin Öğretmen geldi, “Günaydınlaştıktan sonra bizi bildiği bir çay bahçesine götürdü. Radyo çalıyordu. Çoktandır radyo dinlememiştik. Amerika ile Japonya'nın Güney Pasifik Savaşı anlatıldı. General Mac Arthur (A. B. D. Pasifik Komutanı) “Hedef Tokyo!” demiş. Arkadaşlardan bazıları:

-Eyvah, Japonya yeniliyor!” deyince Ruhi Şirin Öğretmen:

-Siz radyoya bakmayın, Japonya kolay yutulur lokma değil, bu savaş yıllarca sürer. Japonya koca Çin'le 30 yıldır savaşıyor. Japonlar, “Savaş sever bir ulus!”dedi.

Kalkınca öğretmenler ters yöne döndüler. Az gidince Hikmet Öğretmen dönerek bize:

-Buraya gelmişken Trakya Genel Müfettişliğini de görelim, oraya girmek her zaman kolay olmuyormuş. En rahat perşembe günleriymiş, Ruhi Bey bizi gezdirecek!”dedi. Karşı yola geçince Genel Müfettişliğin önüne çıktık. Geniş merdivenlerden ikinci kata çıkınca bizim okula iki kez gelen Fahir Beyle karşılaştık. Fahir Bey bize dikkatli bakmadan yanımızdan geçti. Gülümseyererk Ruhi Öğremenin selamını aldı, tam kapıdan çıkarken Hikmet Öğretmeni gördü. Birden dönerek:

-Holşgeldin!”derken bizi farketti:

-Oooooo! diyerek döndü hepimize birden:

-Sevgili Kepirliler, hoşgeldiniz!dedi. Bir odanın önünde durup içerdekilere bir şeyler söyledi. Oradan biri bizi dar bir koridordan daha büyük bir salona götürdü. Salonda okul sıralarını andıran oturma yerleri vardı. Hepimiz oturduk. Oturunca karşılıklı atışmalar başladı. Mustafa Saatçı İsmet'e:

-Oğlum İsmet, söyle bakalım derdini;karnın tok mu, sırtın pek mi? İsmet kapıya arkası dönük:

-On gündür açım efendim! derken Hikmet Öğretmenle Fahir Bey(Erdem) içeri girdiler. İsmet'in söylediğini olduğu gibi duyduklarından, Hikmet Öğretmenden önce Fahir Bey:

-İnsanlar alıştığı yemeklerden ayrılınca yabancı yerlerin yemeklerine uzun süre alışamazlar!dedi. Hikmet Öğretmen olayı sezinlemiş olacak:

-İsmet başka bir öykü anlatıyordu sanırım!”deyip bizi Genel Müfettişin odasına götürdüler. Genel Müfettiş önce çalışmalarımızı sordu. Sorulara Hikmet Öğretmen yanıtlar verdi. Genel Müfettiş. Maarif camiasını iyi bilirim dedikten sonra öğretmenlerden çok şeyler beklediğini, bizim okula gelince derslikte bize söylediği sözü anımsattı:

-Sizinle görevleriniz başında görüşüp sorunlarınızın çözümü için yardımcı olacağımı söylemiştim. İşte bakın geldiğinizi duyunca günlük planımı bozup sizinle konuşmayı yeğledim. !dedi. Hikmet Öğretmenden bilgi aldı. Fahir Beye:

-Arkadaşlara bütün daireleri gezdirin, ayakları alışsın;bizim onlarla ilişkilerimiz hep sürecek!dedi. Hikmet Öğretmeni izledik, hep birlikte “Sağolun!”deyip ayrıldık.

Merdivenlerden inerken hepimiz değişik duygular içindeydik. Arkadaşlar Genel Mü

fettişliğin işlevini tartışırken Hikmet Öğretmen yolun karşı tarafında küçük barakaları göstererek sordu:

-Bunlar nedir? Onların ne olduğuna doğru yanıt veremedik. Hikmet Öğretmen gülerek:

Onlar dilekçe yazarlar. Yazdıkları dilekçeler hep bu binaya verilir. İşte bu binada çalışanlar bu dilekçelerde ortaya dökülen dileklerin yerine getirilmesine çalışırlar!Bir süre sustuk. Mustafa Saatçı:

Ben de bir dilekçe vereceğim!dedi. Arkadaşlar sordular:

Dileğin nedir? Mustafa Saatçı. Genel Müfettişliği, istidacıları olmayan bir yerde çalışmak isteyecekmiş. Arkadaşlar hep bir ağızdan.

Haydi, doğrudan Çöpköy'e! diyerek bağırıştılar.

Fidanlığa girince Gümüş Bey bizi kapıda karşıladı:

Gelmeyeceksiniz, diye düşünüyordum ! dedi. Hikmet Öğretmen durumu anlattı. Gümüş Bey:

Sebze bizim konumuz değil ama örnek çalışma olarak yapıyoruz! diyerek sebze bölümüne götürdü. Orada üç dört işçi çalışıyordu. İşçiler, kasalarla fide getirip bizim ektiğimiz gibi hazırlanmış yerlere fide dikiyordu. Benim ilk aklıma gelen;ekenlerin elindeki saplı delicinin adı oldu. Onu biz de yapıp kullandık ama doğru dürüst bir ad koyamamıştık. Orakçıların elliklerini andırdığı için ellik diyordum ama gerçekte o, ellik değildi. İşçiler bir birlerine baktı. İçlerinden bir tanesi:

Biz buna delgiç diyoruz. Ancak esas delgiç( elin dekini göstererek) burası demir olur;tütün ekimlerin de kullanılır. Bunlar da onlara benzediği için biz, bunlara da delgiç diyoruz. Delgiç ya da delgeç. Anlatan, tütün ekimi deyince iyice anımsatım tütün ekerken çok duyuyordum, bizim köylülerde bunlara delici diyordu. Çalışanlar bir birine iki de bir:

Şu deliciyi versene ya da atsana diye konuşup duruyordu.

Bir süre gözetledikten sonra biz de dikmeye başladık. Çalışma çok dikkat isteyen bir iş değil ama yine de fidelerin düzgün dikilmsi gerekiyor. İdris Destan'la Abdullah Erçetin şakalaşarak biraz hızlıca dikmeye kalkıştılar. Sonradan çalışanların ustası olduğunu öğrendiğimiz İpsalalı Rasim Usta İdris'lerin diktiklerine bakıp:

Şunları bir çizgide götürsenizya “Halamın çocukları”deyiverdi. Önce bu söz üzerinde pek durulmadı. Abdullah güldü İdris Destan gülerek:

Nereden halanın çocuğu oluyor muşuz? gibilerde soru sordu. Ançak yanıt alamadı. İdris böyle olasylardan çok etkilenen bir arkadaş bir süre kendi kendine “Çık Çık Çık!”yaptı, çevresine bakındı.

Öğle yemeği için gene Karaağaç'a gittik. Bu kez dağılma oldu. Kimisi helva ya da köfte alıp istasyona yollandı. Kimisi yalnız köfte yapan yere gitti. İsmet'in isteğine uyarak biz de gene Bekir Beye gittik. Mehmet Yücel, İsmet, Mustafa Saatçı yemekte sürekli konuştular. Bir ara Abdullah Erçetin'le İdris Destan 'a sebze ekicisinin söylediği Hala çocukları sözü edildi. Böyle bir deyimin olup olmadığı tartışıldı. Kardeş çocuğu, Türk çocuğu gibi sık sık kullanılan deyimler tekrarlanırken Mustafa Saatçı gülerek:

Oruspu çocuğu!dedi. Bu deyimin de sık kullanıldığını hep biliyoruz; bir süre güldük. Gülmeler kesilince olasılıklar başladı İpsalalı Rasim Usta bu deyimi kendince değiştirip kullanmış olabilir. Oruspu Çocukları diyemeyeceğini bildiğinden “Hala Çocukları” demiştir. Önce güldük ama giderek durum değişti. Bunu sorun yapmalı mıyız? Yapsak ne olacak? Önce bunu sorun yaparsak iki arkadaşımızın durumu ne olacak? Bu söz salt onlara mı söylendi sayılacak? Hepimize söylendiği varsayılırsa Rasim Ustadan nasıl hesap soracağız? Bunları konuşarak neşeli oturduğumuz masalardan buruk olarak kalktık. Bekir Usta da bunun ayırdına varmış, sordu:

Yediklerinizi beğenmediniz mi?

Beğendiğimizi söyleyerek ayrıldık. Aramızda karar aldık:

Bu Hala Çocukları olayını hiç değilse bugün kimseye açmayacağız!

Fidanlık çalışanlarının özel bir sebze bölümü varmış, oraya gittik. Özel bölüm denilen yer bizim okulun sebze bahnçesinden büyük. Burada her şey farklı;insanın gözü görebildiği yer düzlük;aynı zamanda su salınca akmasına elverişli. Bunu söyleyince Bay Gümüş güldü sonra da:

Bu Fidanlığın marifeti değil, fidanlık yeri seçilirken böyle bir yer seçilmiştir!Böyle bir seçim sizin okul için de yapılmıştır!”deyince hep güldük. Mehmet Yücel dayanamadı:

Trakya'nın en çamur yeri!dedi. Bay Gümüş bizim konuşmalarımıza katılmak istemedi, hemen sebze sulamalarında hava sıcaklığının iyi ölçülmesi gerektiğini ekledi. Ölçüm için ilgili kişinin bir ortala tutturmasını istedi. Hava sıcaklığını dörde böldü1. Soğuk  : Sıfır altı ile +10 derece, 2. 10-24 dereceler orta, 3. dereceler 25-32 sıkcak, 4. 34 derece yukarısı tümüyle çok sıcak!dedi. Parmak kaldırıp, söylediklerini yazmak istediğimi duyurdum. Yazacağım ağırlıkta tekrarladıktan sonra:

Bunları ölçen derece kullanmaya gerek yok, bu işle ilgilenen herkes bunu ayırabilmelidir!dedi. Ayrıca bulutlu ya da yağışlı havalarda da sulama işlerinin önemli olduğunu anımsattı. Yağmurların yağış hızına göre sulamaları etkilediğini, yağmur yağdı, nasıl olsa sulanmıştır denmemesini;yağmurun tüm kökleri eşit olarak sulayamayacını düşünmeli, yerine göre bahçeyi gereğince sulamalıdır. Bu yapılmazsa bahçede gelişme dengeli olmaz!dedi. Bu kez de bu anlattıklarını yazan kitap olup olmadığını sordum. Arkamda konuşma oldu, birisi:

Yeter be!”dedi. Dönüp baktım. Sözü hangisi söyledi tam kestiremedim ama konuşanlar kesi nlikle Abullah Erçetin'le İdris Destan'dı. Çünkü arkamda başka arkadaş yoktu. Birden öfkem arttı. Az önce ben bu arkadaşlar için üzüntü duyarken bunlar benim soru sormama karşı oluyorlar. Üstelik bunu mertçe de yapmayıp arkamdan konuşluyorlar, deyip giderek öfkemi önleme yerine geliştirecek anılara döndüm:

Abdullah falan zaman da bunu, bunu demişti;İdris, daha geçen gün şunu, şunu söylemişti! diyerek uzak gerilere dek gittim . Neyse ki, Bay Gümüş benim sorumu çok önemsemiş olacak, Trakya Genel Müfettişiliği yayını olarak kitapçıklar olduğunu, onlardan bana bir takım vereceğini söyleyince sevincim öfkemi geriletti. Gene de bu iki arkadaşa bir zılgıt geçmeyi tasarladım.

Paydosa yakın Yönetim binası önünde toplanınca Bay Gümüş bizim için önemli gördüğü bir konuya değindi. Tüm Trakya bölgesini gezmiş, bağlarda, bahçlerde zararlı hayvanlardan korumak üzere korkuluklar takıldığını görmüş.

İnsanlarda koruma fikri var, fikri var ama fikir olması yetmiyor. Nitekim hasta olunca da ilaç kullanma fikrimiz var ama hang iilacı alacağımızı gene de doktorlardan öğreniyoruz. Korkuluklar için de biraz bilgi gerekli. Kargalara konacak korkuluğu kurtlara ya da tilki için hazırladığını domuza da kullanırsan karın ağrısına gripin, başağrısına karbon kullanır hastalığı uzatırsın!”dedi. Ayvanların görmeleriyle ilgili açıklamalar yaptı. Kuşların gelmelerini önlemek için büyük korkuluklara gerek olmadığını, korkulukların hayvanların türüne göre seçilmesi gerektiğini, hayvanların doğuştan korktuğu belli şekiller olduğunu, onları seçip benzer korkulukların takılmasının yararlı olacağını söyledi. Hikmet Öğretmen de bu konuyu ilgiyle dinledi.

Paydosta korkuluk konusu dillerde dolaştı. Mustafa Saatçı'yı korkutmak için ne dikmeli? İsmet 'i ne korkutur? Mehmet Yücel iskeletten korkar mı? sözleri yankılanırken Abdullah Erçetin:

Onu söylersen adama ne derdeler sonra? deyince sinirlenen Mustafa Saatçı:

Ne mi derler? diye sorduktan sonra “ Hala Çocuğu!”deyiverdi. Böylece “Hala Çocuğu” söylemi başka bir biçimde ortalığa çıktı. Abdullah bundan bir pay çıkarmadı, gülmesini sürdürdü. Çarşıya ulaşınca da dağıldık.

Çay bahçesinde otururken bizim grupla gelen İdris Destan birden “Hala Çocuğu” ne anlama geliyor? Bugün o herifin biri bunu bize de söyledi!”dedi. İdris'i üzmemek için yutkunduk munkunduk bilineni, baba akrabalarından bayanlara dendiğini söyledik. Ben Halamoğlu Hilmi'den söz ettim . Bizi gören Çerkezköylü Mustafa geldi, akşamki eğlenceden söz açıldı. Akşam gördüklerimizi kolay kolay unutamayacağımızdan söz ettik. Bu arada ben aklımda kalanları not ettiğimi söyledim. Bu kez de Mustafa söylediğime takıldı:

Nasıl yazıyorsun bunları? diye sordu. Nasıl yazdığımı, niçin yazdığımı anlattım. Akşamın bir bölümünü yazdığımı ancak çocukların adlarını tam yazamadığımı, özellikle de Kimyacının Aşkı şiiri tamamlayamadığımı bunu bilen birinden almak istediğimi anlattım. Mustafa'nın beklediği arkadaşları geldi. Mustafa ayrılırken bana yardımcı olacağı üstüne söz verdi. Mustafa gidince bu kez benim yazılar konu oldu. Yazdıklarımdan bir bölümünü onlara da okudum. Özellikle İdris oldukça şaşırmış olarak onların köyüne gittiğimizi yazıp yazmadığımı sordu. Yazdığımı söyleyince okumam için benden söz aldı. Bundan sonraki konuşmalar hep benim yazılar üstüne oldu. Konuştuklarım, akıllarına getirdikleri bir çok olayı sordular:

Onu yazdın mı? Bunu yazdın mı?

Öteki arkadaşlar gelince kalkıp yemek için dağıldık. İsmet'le Mehmet Yücel birlikte olmak istiyorlar. Yusuf Asıl zaten İsmet'ten ayrılmıyor. Onların yanında ben de rahat olduğumdan çoğunlukla birlikte yemeğe oturuyoruz. Yanımdakilerin kendi aralarında üçü de şakacı kıyasıya şakalaşıorlar ama darılma söz konusu olmuyor. Gerçekte şakaları kesinlikle kırıcı değil. Yusuf Zaten ikisine de Ağabey diyor. “İsmet Abi, Mehmet Abi!”

Bu akşam ek olarak tatlıcıya da girdik. Edirne Tatlısı denilen bir tatlı yedik. Yumuşak, ablamın yaptığı kaçamaklara benziyor ama, yumuşaklık bakımından bir benzerlik var. Tatlı bal gibi tatlı. Yemekten çıkınca köprülere dek yürüdük. Bir süredir ışıklar gece yarısına dek yan yormuş. Geçen yıllar uzun süre elektrikler akşamdan sönmüş. Onları konuştuk;insanlar o zaman buralarda nasıl gezdi? Mehmet Yücel'e tepeden inme sordum:

Dün gece Liselileri izlerken Ortaokulu bırakıp bizim okula geldiğine üzüldün mü, üzülmedin mi? Mehmet acıklı bir sesle:

Ne dün akşamı, ben yıllardan beri o pişmanlığı duydum. Ne yaparsın ki; pişmanlık sorunu çözmüyor!Yusuf hemen atıldı:

Ben de çoktan pişmanım ama, geri dönemedim. Buradaki ders geçme rahatlığın ı bırakamadım!Bu konuları konuşarak köprüleri dolaşıp döndük. Döndüğümüzde herkes gelmişti. Neredesiniz? sizi aradılar, diyenler oldu. Mehmet Yücel yanıtladı:

Bizi burada kim arar? Burası Edirne;Edirne de Edirneliler aranır. Bizim yerimiz Lüleburgaz. “Her horoz kendi çoplüğünde öter!”dedi. Konuşmayan Sami Akıncı gülerek:

Haydi Edirneliler, göreyim sizi, bu sözün altında kalmayın!deyince Fettah kurtuluşu gene yalanda buldu:

Konuşmayın arkadaşlar uyuyanlar var. Kim uyuyor sorusuna da yanıt geldi:

Buradaki Edirneliler! Bu kez de ben karıştım:

Sami Akıncı hariç!Sami Akıncı bana teşekkür etti:

Gerçek arkadaşlık böyle olur işte!

Gerçekten sesler kesildi, bir iki kıpırdanmadan sonra derin solumalar başladı. Sami Akıncı'nın gerçek arkadaşlık dediği sahiden bu mudur? Haklı olanın hakkını vermek. İstiklal Marşı'mızda “Hakkıdır Hakka tapan milletimin İstiklal!”diyor. Bunun gibi Hakkıdır doğru olan insanın arkadaşlık. Bu, her zaman olur mu? Sami ile bu arkadaşlığı 5 yıldır neden kuramadık? Bu gece söylenen bir sözle bu kurulabilir mi? Sami Akıncı çok çalıştığı için onu hep ayrıcalıklı gördüm ama o bana aynı tavrı göstermedi. Bir süre düşünüm;gene yanıldığım bir taraf var:

Bencillik öne çıkıp gerçeği gölgeleyince eğriyi doğrudan ayırmak zorlaşıyor. Daha açık bir anlatımla Çıkarcılık, arkadaşlığın zararına büyüyen bir tutku!. . . .

 

11 Haziran 1943 Cuma.

 

Bugün son çalışma günümüz. Yarını gezi için ayırdık. Ayırdık ama daha gezeceğimiz yerleri saptamadık. Arkadaşların bir bölümü:

Tunca Nehrini gördük, Meriç'i zaten biliyoruz hani Arda nerede? deyip duruyor. Özedllikle Almanların yıktığı köprüyü görelim, önerisi yapıldı. O köprüyü ben de görmek istedim:

Edirneli arkadaşlar oraya nasıl gidileceğini öğrensinler!dedim. Kendini Edirneli sayan Ali Önol karşı koydu:

Siz bizi hiç bir yere götürmediniz, biz sizi neden götürelim? Kırklareli grubu hep bir ağızdan :

Nankörlük etme, biz seni, Osmancık köyüne, Evrensekiz köyüne, Türkgeldi, Sarımsaklı Çiftliklerine derken Mehmet Yücel, Domuzormanı'na da götürüldüklerini ekledi. Ali Önol önce şaşırır gibi bakındı sonra toparlanıp:

Onlara siz mi götürdünüz? diye sordu. Arkadaşlar:

Biz götürdük, biz götürmeseydik sen Dolmuzormanı'na gidebilirmiydin? deyince Kadir Pekgöz patladı:

Sus be Baba Ali! Onlar sana değil bana takılıyorlar. Görmüyor musun iki sözlerinden biri Domuzormanı oluyor!

Hikmet Öğretmern haber göndermiş, hemen toparlanıp lise önüne indik. Lise Müdürünün küçük kızı geldi. Arkadaşlar adını sordular. Söylemedi. Bu kez arkadaşlar sıra ile akıllarına takılam adları söylediler:

Ayşe, Fatma, Sevim, SevinçNesrin, Melahat, Nezihe, Safinaz, Arzu, Neşe, Necmiye, Necibe diye adlar sıralanırken hiç ilgilenmez görünen çocuk arkadaşın biri inatçılığını duyurmak için keçi deyince çocuk birden başını atarak tepki gösterdi:

Hıhı, öyle ad olmaz! dedi. Akordiyon ilgisiyle bana yaklaştığını biliyordum. Adı nı bana söyler düşüncesiyle:

Bana söyle”dedim. Gene başını attı:

Hıhı! Arkasından da:

Benim ağabeyim de burada okuyor!”deyip

Liseyi gösterdi. Arkadaşlar, benim çocuğa yakınlaşmaya kalkışımı onun adına yorumladılar:

“Onlara göre çocuk, açık açık bana; senin ağabeyliğine gereksinimim yok, benim gerçek ağabeyim var, hem de bu lisede okuyor”demişmiş.  Hep birlikte güldük. Ancak ayrılırken çocuğun yanıma sokularak:

Gene gelecek misin? ” demesi, geleceğimi söyleyince de sevinmesi beni mutlu etti. Özelliklde bunu Hikmet Öğretmenin geldiği sırada yapması beni ayrıca gurulandırdı. Çünkü olayın salt burasına tanık olan Hikmet Öğretmen işi öğretmenlik açısından değerlendirip:

Bizim mesleğin, tüm mesleklere faik (üstün) olan tarafı çocukları kolay etkilemektir. Bunu başaran öğretmen kısacası gerçek öğretmendir. İbrahim bu yolda bir hayli mesafe(oldukça uzun yol) almış durumda !dedi.

Kahvaltıda yarınki gezilecek yerler konuşuldu. Öğretmen ayrı ayrı arkadaşları dinledi. Benim de içinde bulunduğum bir grup Arda Nehri kıyısına gitmeyi önerdik. Edirne denilince hep Tunca-Arda-Meriç Nehirleri söyleniyor. Oysa biz Arda Nehrini görmedik. Hikmet Öğretmen önerimnizi haklı buldu, Gitme koşullarını öğrenmek üzere Mustafa Saatçı ile İsmet'i görevlendirdi. Hikmet Öğretmen:

Bugün ben de sizinle yürüyeceğim, deyip aramıza katıldı. 2. köprüde durup önce akan sulara baktık. Bu suda kayık düzdürülüp yüzdürürlemeyeceği tartışıldı. Suyun yazın çok azalmasından söz edildi. Nehir sularında denizlerde olduğu gibi araç kulla nılamayacağı söylenince babamın çalıştığı Tuna'daki gemilerden söz ettim. Babam işçi olarak bir gemide çalışmış. Ancak gemi insan taşımıyormuş. Gemiyi, un öğüten fabrika yapmışlar. Gemi, Tuna boyundaki köylere, kentlere uğrayıp, tahılını öğütmek isteyenlerin işlerini görüyormuş. Hikmet Öğretmen dikkatle dinlediktern sonra Tuna' nın daha büyük bir nehir olduğunu, ayrıca babamın çalıştığı yerlerde nehrin durgun akma evresi oladuğunu anlattı. Dünyanın başka yörelerinde de örneğin, Mısır'da Nil, Çin'de Sarı Nehir;Rusya'da Volga, Amerika'da Missisipi nehirlerinde de gemi çalıştığını söyledi.

Negirlerde gemi çalıştırma sorunlarıyla koşullarını konuşarak fidanlığa vardık. Bay Gümüş bizi neşeli karşıladı. Şimdiye dek hep düşmanlaradan söz ettiğini oysa meyvelerle sebzelerin bir de dost bilinen düşmanları vardır, onlardan söz etmedik, deyip zehir bidonlarının yanına hazırlanmış kireç bidonlarını gösterdi. Bidon ların yanında saplı kutular, fırçalar duruyordu. Dost bildiğimiz düşmanlar hemen anımsandı bunlar, karıncalar, arılar ya da bu türden böceklerdi. Bir yığın ad sayıldı;bunlar arasında uçuç böceği bile vardı. Bunları öldürme yerine kaçırma yöntemi kullanılıyordu. İşte kireç öldürmeden çok kaçırmak için kullanılacaktı. Hepimiz birer kutu kireç alıp bir uzmanın ardına düştük. Uzman bir fidanın önünde durdu, kısa bir konuşmadan sonra fırçasıyla sulu kireci fidanın toprak sınırından dal ayırımına dek kireçledi. ”Hiç bir zorluğu olmayan iş!”diye düşünerek belli bir düzen içinde meyve bölümüne geçip sıra ile fidan gövdelerini kireçledik. Yönetim binasına dönünce Bay Gümüş bana söz verdiği kitapları verdi. İnce ince kitapçıklar bir zarfa konmuş. Zarfı uzatırken bana açıkladı:

Bunlar değişik yıllarda çıkarılmış ama farketmez, işte gördünüz, bu kireçleme bugün nasıl yapıldıysa geçen yıl da öyle yapılmıştı. Kitaplar kolay kolay değişmeyen bilgiler içermektedir!Zarfı bana verince , sanırım bu zarfı neden salt bana verdiğini anlatmak için arkadaşlara dönerek:

Hemen hemen bütün dillerde aynı anlama gelen güzel bir söz vardır. Bu söz, Türkçe'de de küçük bir değişiklikle söylenir:

-Ağlamayan çocuğa mama verilmez. Bay Gümü kişapları benim istediğimi duyurmak istemektedir. Arkadaşlardan, Bay Gümüş'ün mama sözünü düzeltenler oldu. Mame-meme sözleri tekrarlandı. Bay Gümüş: Biraz sesini yükselterek:

Evet, size göre meme olabilir. Ancak dünyada başka diller de var. Ben onlardan söz ediyorum. Onlar sizin meme dediğinize mama diyor. O nedenle mama dedim. Ne var ki bu işi araştıranlar memeden çok mama üstünde duruyorlar. Yapılan ararştırmalarda hangi ulustan olursa olsun çocukların memeden önce mama dedikleri bilginlerce saptanmıştır. Latin kökenli dillerde ise Mama ya da mamma anne demektir. Türkçemizi ele alalım. Anne çocuğuna sütü memesinden verir. Meme sözü hangi kökten gelmiştir? Bilginlere bakılılırsa meme sözü de mama'nın değişik bir söylenişidir. Tıpkı berber-barbar sözleri gibi. Tarih derslerinde okudunuz. Barbar sözü günümüzde acımasız , gaddar anlamındadır. Oysa barbar Latincede sakal demektir. Ü nlü Kaptan ı Derya Hayrdettin Paşaya Avrupalılar Barbaros adını takmıştır. Barbaros ise kırmızı sakal demektir. Bu da anlatıyor ki günümüzde kullandığımız berber sözü geçmişteki barbarın incelmiş şeklidir. Buna bakarak(Bu örnek gibi) mama-meme ilişkisini kurabiliriz. Gerçi meme için, kuzuların acıkınca “Meeee!”diye bağırışlarını düşünebiliriz ama kuzular ikinci “Me'yi hiçbir zaman söylemezler. Bay Gümüş:

Kuzular ikinci”Me'yi söylemezler! deyince arkadaşlar güldü. Bay Gümüş de güldü. Ancak Bay Gümüş gözlerini İdris Destan arkadaşımıza dikerek:

Siz beni Ermeni deyip küçümsüyorsunuz ama ben sizin bildiğiniz küçümsenecek Ermenilerden o, memleketi terkedip gidenlerden değilim. Ben, sittinseneler(Çok uzun yıllar) Edirne'de yaşamış köklü bir Edirneliyim. Ecdadımın 500 yıllık mezar taşları, bir o kadar eski kiliseleri var. Ailemde babadan oğula hep anlatırlar;Selimiye Camisi bizim yerlerimiz üstüne yapılmıştır. Hayır için yapıldığından bu yerler hep vakıfa bağışlanmıştır. Bağışa katılmak istemeyen birisi için Selimiye Camisini gezenlereTers Lale diye bir menkıbe(Söylenti) tekrarlanır. Ters Lale diye sıfatlandırılan kişi toprağını bağışlamak istememiştir. . Benim soyum, o Ters Lale menkıbesinin Doğru Lalelerindendir. Bu toprağın yerli Ermenileri Roma zamanından beri bu topraklarda yaşadı. Osmanlı Savaşlarında büyük yararlık gösteren, vezirliklere, nazırlıklara dek yükselen(Agop Paşa gibi) sayısız kahramanımız vardır. Atatürk'ün , Türk Dili çalışmalarında el üstünde tuttuğu Dil Uzmanı Agop Dilaçar da bir Ermenidir. Şu fidanlığa bir bakın, kayısılar, erikler, kavaklar, söğütler ne güzel bir arada durabiliyor. Salt fidanlıkta değil karşı taraftaki ormanda da öyle;karağaçla meşe, dışbudakla söğüt kolkola gibi. İşte ben de, bu inançla tüm yaşamımı buraya verdim. Sakın Gümüş'e Ermeni olduğunu duyurduk ama oralı olmadı düşüncesine kapılmayasınız diye böyle konuşuyorum. Ben Ermeniyim!Ermeniyim ama Edirneli Ermeniyim. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım;Vatanım için severek çalışıyorum. Dilerim sizler de benim gibi birer bilinçli vatandaş olur benim duyumsadığım mutluluğu siz de tadar, yaşamınızı kıvaç içinde sürdürürsünüz.

Bay Gümüş'un konuşması hepimizi üzdü. Ancak bu konuşma salt meme-mama sözünden mi yoksa bu söz bir bahane miydi? . Öte yandan Hikmet Öğretmen az ilerimizdeki çalışanlarla Bay Gümüşün sözü bitinceye dek ne konuştu, niçin ko nuştu? Bay Gümüş'ün sözü bitince yanımıza gelmesi bir raslantı mıydı? Ayrıca Bay Gümüş Hikmet Öğretmene:

Seni beklerken ben de arkadaşlara kendimi tanıttım. Sanıyorum bir çoğu ile gelecek günlerde karşılaşacağız!”dedi. Hikmet Öğretmen de başıyla da onaylayarak:

Elbette, hep karşılaşacağımızı umuyoruz !dedi. Hikmet Öğretmen bize:

Yarın bu tarafa geçmeyiz, şu sizin unutamadığınız Karaağaç'a bugün bir daha uğrayalım mı? diye sordu. Arkadaşlar Hikmet Öğretmenin de bize katılmasına sevindiler. Bay Gümüş'ten izin alarak ayrıldık. Karaağaç yoluna çıkınca arkadaşlar Hikmet Öğretmene konuyu açmak istediler. Hikmet Öğretmen üzüldüğünü belirterek:

Böyle nahoş olaylar oluyor bazen. Gümüş Bey çok çalışkan, çalışkan olduğu kadar hoşgörülü bir insan. Ben bu konuda kendisiyle konuşmadım. Ancak azıcık incindiğini anladım. Sizinle konuşmak istemesini de olumlu karşıladım. Gönlünce konuşup rahatlasın, istedim. Bir ülkede azınlık olmak kolay değil. Düşünün hemen hemen hepiniz dış ülkelerden kalan yerlerden gelmesiniz. Ben de öyleyim. Babalarımız ya da dedelerimiz yurtlarını bırakarak niçin geldiler? Kendilerinden olmayan güçlerin b uyruklarına boyun eğmek kolay olmasa gerek. Baksanıza büyük savaşlar bu yüzden olmakta. Bunları düşünerek bundan böyle karşılaşacağımız bu tür yurttaşlarımıza daha ılımlı yaklaşırsak bu tür tatsızlıklar çıkmaz.

Öğretmen sözünü bitirince Sami Akıncı:

İncitici bir tavrımız olmadı!diye söze başlarken Hikmet Öğretmen Sami'nin sözünü kesti:

Bay gümüş besbelli yanlış anlamış;ben de öyle düşünüyorum. Onun yanlışını kendimize dert etmeyelim. Ancak tepkisi önemli, böyle tepki yaratacak konularda daha duyarlı olursak gönül kırıcı durumuna düşmeyiz!deyip ellerini çırparak:

İşte geldik Karaağaç'a!dedikten sonra da:

Eski okulunuza girmek için hiç gittiniz mi? diye sordu. Geçen gelişimizde gidenler olmuştu, onlar anlattılar. Üst komutanlarda izin aldıktan sonra kışla içinden de bir sorumlu subayın gezdirmesi gerekiyormuş:

Öğrenci olduğunuza göre Okul Müdürünün başvurusu geretli!(Yeterli) demişler. Hikmet Öğretmen gülerek:

Desenize yorgunu yokuşa sürmüşler. Köftecinin önünde üç gruba ayrıldık. Öğretmen bizim grupta, köftecide kaldı. Köftelerimizi yerken arkadaşlar bir kaç kez sözü Bay Gümüş'e getirdiler. Öğretmen arkadaşların ülkemizdeki gayrimüslümlerin (Azın lıkların) zor koşullar altında olduğunu anlattı. Bu arada benim iyi bildiğim 1934 yılındaki Musevi göçünü anımsattım. Lüleburgaz'daki Musevi tüccarlarla alışveriş yapan babamın uğradığı zarardan başka rehin bıraktığı altınların da gittiğini anlattım. Babamın kesinlikle Rehin alanın (Musevi Bünyamin) suçlu olmadığını, adamın iş için Amerika'ya gittiği bir sırada iş yerlerinin yağma edilmesi, musevilerin kesinlikle 24 saat içinde Lüleburgaz'ı terketmesi istenmesi üzerine ailesinin önce İstanbul'a oradan da Amerika'ya göçtüğünü anlattım. Elden giden altınlarla birlikte benim okumamın da aksadığını söyleyince Hikmet Öğretmen işi şakaya çevirdi:

İyi olmuş, o zaman okusaydın bize bu acıklı öyküyü anlatamayacaktın. Bak bu acıklı öykü Bay Gümüş'ü haklı çıkarmakta. Demin ben de bunu demiştim;bu insanlar korku içindeler. Bulgaristan'da ya da öteki ülkelerde yaşayan soydaşlarımız da öyle!Öteki köftecilere gidenler gelince kalktık.

Hüsnü Yalçın gelince Hikmet Öğretmen Hüsnü Yalçın'a konuştuğumuz konunun bir başka yanından girerek sordu:

Hüsnü, yıllardır ayrı kaldığın memleketinin burnu dibine geldin, bir kaç gün izin alıp gitmek istemiyor musun? Hüsnü, buna olan ak olmadığını bildiği için gönlünde böyle bir isteği yaşatmadığını anlattı. Özellikle şimdilerde Bulgaristan'ın Almanya İşgalinde bulunması nedeniyle kesinlikle düşünülemiyeceğini belirtmesi Hikmet Öğretmeni üzdü. Öğretmen:

Bak onu ben hiç düşünmemiştim!deyip Fidanlığa girene dek özellikle sol taraftaki ağaçlara baktı.

Bay Gümüş bizi güler yüzle karşıladı. Yönetim binası önündeki duvara çizilmiş Fidanlık krokisini göstererek bilgiler verdi. Kroki önce biraz karanlık çizilmiş bir kare görünüyordu. Karanlık karenin üç yanı yeni çizilmiş dörtgen, ya da dörtgene benzeyen yamuk şekiller vardı. Bir yanda da besbelli bir boşluk görülüyordu. İlk karanlık bölümün Fidanlığın ilk şekli, öteki şekillerin ise sonradan eklentiler olduğunu öğrendik. Ancak eklentilerin her biri ilk bölümün bir kaç katı büyüklüğündeydi. Bay Gümüş :

Bir de yerinde görelim!deyip önümüze düştü. Uzun bir süre dolaştık. Son olarak da Fidanlığın bittiği nehir dolgusu yere gittik. Bay Gümüş fidanlığı o tafa genişletmeyi planlıyormuş. Merhum Kazım Dirik Paşayla bu plan geliştirimiş, ancak savaş başlayın ca bir duraksama olmuş. Savaş uzayınca beklemeye alınmış. Bu kez de Kazım Dirik Paşa kaybedilmiş. Şimdilerde Abidin Paşa (Abidin Özmen. Trakya Genel Valisi)bu işe el atmış, fidanlık doğuya doğru genişleyecekmiş. Dönüşte yaptığımız aşıları gözledik. Ben yaptığım aşılardan söğütlerin hepsini, eriklerin dokuzunu, tutmuş varsaydım. (Onar tane aşıklamıştım. )Ötekilerde belirgin bir durum göremedim.

Hikmet Öğretmen saatine bakıp Bay Gümüş'e teşekkür etti:

Bize verdiğiniz bilgiler ışığında sizi daima saygıyla anarak çalışacağımızı, Kepirtepe'de başlattığımız küçük ama sağlıklı fidanlığa ek olarak Trakya'yanın 29 köyünde birer kardeş fidanlığın kurulacağını bunların her birinde en az birer aşılı meyve ağacının sizin adınızı taşıyacaktır!dedi. Bay Gümüz bunu beklemiyormuş. Önce gülümser gibi oldu:

Aman efendim;o da nesi? O kadar büyük bir onur için ben ne yaptım ki? diye sordu.

Sormasına sordu ama birden sesi değişti, yüzünün rengi değişti, ellerini kaldırarak:

Durun durun az daha beni şaşırtıp unjutturacaktınız; benim söyleyeceğim daha doğrusu size göstereceğim çok önemli bir gizim var bunu size açıklamayı bekliyordum!deyip önümüze düştü. Fidanlığın, bizim eski okul yönüne biraz yürüyünce büyükçe bir gül bahçesiyle karşılaştık. Güller o denli açmıştı ki, gerçekten renkli basmalara benziyordu. İki ay önce geldiğimizde biz buraya gelmiştik ama o zaman yapraklar açmadığından orasının güllük olduğunu bile anlamamıştık. Hikmet Öğretmen de bizim gibi dikkatle baktı. Bay Güümüş'e dönerek:

Sizin çiçeklerle , ilginizi bilyordum!”dedi. Arkasındasn ekledi: Bilseydim, kesinlikle

örnekler alırdım. Çok geç olmasaydı şimdi bile almak isterdim!dedi. Bay Gümüş:

Hepsi sizin!diye yüzümüze baktı. Bunların hepsi sizin diye tekrarladıktan sonra elini kaldırıp;ama siz bunlardan habersizdiniz!deyip güllerin öyküsünü anlattı.

1937 yılında Karaağaç Eğitmen Kursu açılınca Genel Müfettiş Kazım Dirik yıllar önce başlattığı Trakya'da modern Tarım uygulamaları arasına, şeker pancarı, İpekböc ekçiliği, Susam, Gündöndü yanında gül yağı için gülcülüğe de el atmış. Bunların geliştirilmesi için Tarım Bakanlığını harekete geçirdiği gibi Milli Eğitim Bakan lığından da gerekli yardımı görmuş. Örneğin Eğitmen Kurs una katılanlar bu fidanlığa gelip tüm uygulamalara katılmış. Bir yandan bahçecilik, aşıcılık, nalbantlık, halıcılık, ipek böceği yetiştirme öğrenirken bir yandan da gül gibi, gülyağından da yararlanma düşüncesi gelişmiş. Gül dolayısiyle de gül yağı konusunda bilimsel çalışmalar yapılan Bulgaristan'dan gül fidanı getirtilerek 1937-38 yıllarında ummalı bir çalışma sonucu bu gül fidanlığı kurulmuş. 6 aylık kesintili bir çalışma yapan Eğitmen kurslarından sonra sürekli etkinlik yapacak olan Köy öğretmen okulu 1938 Kasım ayında açılınca sanırım ilk yaptırım yazılarından biri de bize gelmiştir.

Kesin hükümler içeren uzun bir yazıdır. Özeti ise öğrencilerin tüm tarım uygulamalarının Fidanlıkta yapılacağı üstünedir. İşter o zaman biz de, gerçekte bizim konumuz olmayan Gül yetiştirme olayını Köy Öğretmen okuluna devrederek ortak çalışmalar içinde geliştirip tüm Trakya'yı büyük bir Gül Bahçesine döndürme düşüne kapıldık. Okulun kuruluşu kış mevsimine geldiğinden ilk günler fazla bir ilişkimiz olmadı. Kuruluş nedenleri ne denli sağlam düşüncelere dayanırsa dayansın, kurumların da insanlar gibi bir şans etkeni vardır. Açılışına sevinmemiz sürerken okulun buradan gitmesine bizler de üzüldük. İlginçtir, gülcülüğe dört elle sarılan Dirik Paşa sizin okul buradan ayrılınca bir daha gül sözünü etmedi. Öteki çalışmalarla hep ilgilendi ama gül sözünü onun ğzından bir daha duymadım. Gördüğünüz bu gül bahçesini gözüm gibi koruyup yaşatıyorum ama benim de içim de bir burukluk kaldı. Bu burukluğu bir vefa borcuna bağladığım için sizi buraya getirdim. (*)

Bay Gümüş bizi şaşırtan bu olayı kendisi de çok duygulanarak anlatınca inanılmaz bir duygu kargaşası yaşadık. Bakıştık, konuşmaya kalkıştık, konuşmadık;gülmeye kalkıştık gülemedik. Bay Gümüş'e bir şeyler söylemeyi hep düşündük ama söyleyemedik. Gene Bay Gümüş konuştu:

-Okulunuza hep gitmek istedim ama bir türlü gidemedim. Zaten siz de beni çağırmadınız!deyip güldü. Hikmet Öğretmen de ona güzel sözler söyledi. Onun bilgisine, deneyimlerine gereksinim duyduğumuzu, unutmadığımızı, unutamayacağımıuzı, hele bu vefalı sözlerden sonra unutmamızın söz konusu olmadığını söyledi. Neşe-keder gel-gitleri arasında ayrıldık.

Yola çıkınca Hikmet Öğretmen konuyu değiştirmek için şehitler anıtını gösterdi:

Yedi Şehitlermiydi? diye sordu. Arkadaşlardan evet diyenler çıkınca bir kaç kişi birden daha yüksek sesle 9 Şehitler!”diye düzeltme yaptılar. Hikmet Öğretmen:

Buraya geldikçe hep öğrenirim ama ayrılınca unuturum, bu şehitler hangi savaşın kahramanlarıydı? deyince bir süre susuldu. Sami Akıncı'ya bakanlar oldu. Sami Akıncı:

Böyle önemli olayları (Beni göstererek)arkadaşımız daha iyi bilir, o çok meraklıdır böyle olaylara !”dedi. Hikmet Öğretmen:

Gülerek şimdi iyice meraklandırdınız beni;durdurup bir faytoncuya soracağım!deyince İsmet söze karıştı: Öğretmenim, Kırklareli'de olsa taşı toprağı için bilgi veririz. Bu Edirnelilerin neresi Edirneli? deyince Hikmet Öğretmen çay bahçesini göstererek:

Çaylarımızı içerken şimdi İbrahim anlatır bize o olayı!dedi. Öğretmen durarak: Bu kez de burada oturalım! deyip küçük bahçeyi seçti. Oturunca Hikmet Öğretmenin sorunusu aklımdaydı ama belki geçip gittik diye gerek görmez düşüncesiyle sustum. Çaycıya çay söyledikten sonra Hikmet Öğretmen birden:

Eyvah Sami Akıncı mahcup olacak baksanıza İbrahim susuyor!”dedi. Niçin sustuğumu söyledikten sonra anlattım:

Balkan Savaş başlayınca Bulgar Ordusu Karadeniz-Kırklareli arasından Istrancaları aşıp Çatalca'ya dek gider ama tüm bastırmasına karşın Edirne'yi alamaz. Şükrü Paşa komutasındaki savunma 6 ay Bulgarlarca yarılamaz. Ne var ki Osmanlı Hükümeti kendi politikası nedeniyle Şükrü Paşaya yardımı keser. Şükrü Paşa da 6 aylık bir direnmeden sonra teslim olur. İşte bu teslim oluş sürecinde Edirne'nin teslim oluşundan habersiz Edirne-Karaağaç yollunda düşman gözetleyen 12 kişilik bir birlik

Karaağaç'tan teslim olan Edirn e'ye giden Bulgar birliğine karşı durur. Ne varki düşman birliği çok güçlüdür. Yapılan çatışmada 12 kişilik birliğim 9'u şehit olur. Diğer üçünün durumu düşman kuşatması altında saptanamaz. Daha sonraki zamanlarda da o üç kahraman hakkında bir iz bulunamaz. Adı-sanı belli, görev bağlılıkları övgüyle anılan dokuz yiğitin kanlarının aktığı yerde onlar adına bu anıt 1915 yılında dikilmiştir. Anıt KARAGÜN ANITI olarak anılır. )Şehit Anıtı da diyenler vardır. Ünlü Edirne Valisi olarak anılan Hacı Adil Bey tarafından yaptırılmıştır. Hikmet Öğretmen Sami Akıncı'ya:

Haklıymışsın, İbrahim o denli ayrıntılı anlattı ki, bir daha Edirne'ye geldiğimde ben bile bunu herkese anlatabilirim!dedi. Çaylarımızı içince kalktık. Çarşıya girerken Ruhi Öğretmenle karşılaştık. Ruhi Öğretmen bir süre konuşan Hikmet Öğretmen geç kalmamak koşuluyla bizi serbest bıraktı. Halkevi bahçesinde oturup radyo dinledik. Edirneli arkadaşlar Arda ya da Arda Köprüsü (Alman uçaklarının yıktığı söylenen köprü) için araç aramaya gittiler. Bahçede bir süre oturduk. Çerkesköylü Mustafa geldi, Liselilerin geldiğini söyleyince biz de liseye döndük. Liseliler gene dans ettiler. Onlar dans bilmezse düğünlerde bayramlarda ayıplanıyorlarmış. Gen ellikle akraba kızlarıyla dans etmek zorun da kalıyorlarmış. Akordiyon çalmamı istediler. Piyanoda sürekli Komparsite çalan neredeyse yalvardı:

Bu fırsatla ben de azıcık dans edeyim!”deyişine direnemedim. Akordiyonun sesini duyan küçük geldi. Babasının yanındaymış. Elini akordiyona okundurup:

Bunun sesini duydum!”dedi. Onun adı var, adı söylenmezse üzülür, sonra güzel çalmaz hasta olur!dedim. Kendisinin hasta olduğundan söz etti. Besbelli konuşmak istiyordu. Elinden tutup akordiyonun üstüne koydum:

Bunun adı akordiyon!”dedim. Kulağıma adını söyledi. Söylediğini tekrarladım “Suna!” Meğer Suna değilmiş, ben yanlış duymuşum, sinirlenip elini kaldırdıAncak anlayamadım. Müdür Bey indi, kızın adını söyleyerek çağırdı. Lise Müdürü inince Liseliler oyunu bozmadılar. Oysa ben durmuştum. Bu kez daha canlı başladım. Liseliler çok sevindiler. Yarın gece yürüyüş olduğu için sinema izinleri bu geceymiş, bizi de sin emaya çağırdılar. İsmet, Mehmet Yücel, Yusuf Asıl, Hüseyin Orhan Ahmet Güner grup oluşturup onlara katıldık. Sinemada gelecek filmler gösterildi, Çalınan Tac, İki Yetime. Biri iki erkek çocukla başlıyor, öteki de iki kızla. Malta Şahini güzeldi ama ben anlatılanları tam anlayamadım. Bastonlu adam gene çıktı, ona güldük.

Biraz geç kaldık, Hitmet Öğretmen gelmemiş, sevindik;hemen yattık.

 

12 Haziran 1943 Cumartesi

 

Bu sabah yatmak serbest. Ancak hepimiz uyanmış durumdayız. Akşam biz duyamamıştık Arda Köprüsüne gitmek olanağı yokmuş. Arkadaşlar Hikmet Öğretmenin kalkmasını bekleyip ona göre bir gezi programı yapacaklar. Bir çok arkadaş koşul koydu:

-Sakın Karaağaç olmasın!Hep güldük. Mustafa Saatçı sordu:

-Trenle dönsek Karaağaç'a gitmeyecek misiniz? İsmet yanıtladı:

-Gitmeyeceğim!Hayda, bir vaveyla koptu:

-Gelin trenle gidelim, İsmet Yanar sözünden dönsün!Hikmet Öğretmen kalkmış, bize katıldı, birlikte kahvaltı ettik. Öğleye dek bizi serbest bıraktı, kendisi Ruhi Şiirin Öğretmenin çalıştığı yere gideceğini söyledi. Sami Akıncı:

-Öğretmenim, burası bizim ilimiz olduğuna göre belki görevlerimizle ilgili sorunlarımız olacak. Bari gelmişken biz de Milli Eğitim Müdürlüğünü görelim!deyince Hikmet Öğretmen kendisinin oraya gittiğini birlikte gitmelerinde bir sakınca olmadığını söyledi. Edirneli arkadaşlar, Halil Basutçu, Bekir Temuçin, Ali Önol, Fettah Biricik, Sefcer Tunca, Sami Akıncı, Mustafa Saatçı, İbrahim Ertur, Hüseyin Serin Öğretmene takılıp Edirne Milli Eğitim Müdürlüğüne gittiler. Onlar gidince bir süre çarşıya dağılıp dolaştık. Hüsnü Yalçın'la Osman Nuri Peremeci Öğretmene gitmeyi tasarladık. Kendisi daha önce gittiğimizde her gün saat 15'00 de buradayım demişti. Şimdi saat daha 11'00. Gitmekten vaz geçtik. Bu kez Edirne-İstanbul yolunu kent girişine dek yürüdük. Aralardan Meriç'i gözledik, buradan daha genişlemiş görünüyor. Selimiye Camisini gezerken sorduğumuzda minarelere belli günlerde çıkma izini verildiği söylenmişti. İsmet bunu anımsayınca önümüze çıkıp:

Dönelim arkadaşlar, yol buraya kadar!”deyip kollarını açtı. Hepimiz heveslendik, Edirne'de Selimiye Camisinin minarelerine çıkmak!Babamın anlattığını arkadaşlara aktardım. üç şerefeye üç kişi çıkınca bir birini görmüyormuş. Bu söylediğim bir süre tartışıldı. Uzunca bir süre yürüdükten sonra(Yolu şaşırıp bir yerden iki defa geçtik) Milli Eğitim Müdürlüğüğne gidenlerle karşılaştık. Selimiye Camisine gitmeyi onlar da uygun buldu. Köftecilerde öğle yemeğimizi yedikten sonra liseye dönüp bir süre lise bahçesinde oturduk. Ara sınıflardan öğrenciler gelmiş, onlarla konuştuk. Birisi Matematik öğretmeni Bekir Beyden dert yandı, birisi Edebiyat Öğretmeninin şiir okutmasından hoşlanmadığını söyledi. Birisi de:

Aman duymasın!diyerek Müdür Beyin evini gösterdi. Müdür Beyin eşi coğrafya dersine geliyormuş, coğrafyadan not almak için bütün denizleri, gölleri, nehirleri, yıldızları ezberledim!dedi. Bununla da kalmadı Coğrafya Öğretmeninin 2. eşi olduğunu, okula gelen küçük kızın annesi olduğunu, Müdür Beyin son sınıftaki oğlununsa ilk eşinden olduğunu anlattı. O bunu anlatırkem Müdür Beyin küçük kızı koşarak yanımıza geldi. Konuşan arkadaşını dinleyen öteki öğrencilerden biri konuşana bağırdı:

Dambastılı Ömer, hapı yuttun, kapının önündeydi söylediklerini duydu!”deyince konuşan çocuk:

Sahi mi? deyip telaşla kalktı. Havuzun karşı tarafına geçti. Yandaki evin kapısına baktı. Sözlerinin duyulamayacağına inanmış olacak, rahat bir tavır içinde:

Duyarsa duysun, zaten sınıfta kaldım!deyip omuzlarını oynattı.

Kampçılardan iki öğrenci doktora çıkmış, onlar geldi. İzinleri akşama kadarmış, ikisinin de sorunu dişlerindenmiş. Akşamki yürüyüşe onlar da katılacakmış. Yürüyüşte neler yapıldığını biliyorlarmış. Geçen yıllar katılanlar hep hoş olaylar anlatıyormuş. Tek zorluğu tüfekli olarak (Karağaç'a gidiş-dönüş) 8 km. Yürümekmiş.

Milli Erğitim Müdürlüğüne gidenler gördüklerini, dinlediklerini anlattılar. Milli Eğitim Müdürü olarak ise Lise Müdürü ile karşılaşmışlar. Milli Eğitim Müdürü olmayınca yerine Lise Müdürü bakıyormuş. Lise Müdürü işler üzerine uzun uzun bilgi vermiş. Gerçek Milli Eğitim Müdürü değilmiş ama 6 yıldır ara ara baktığı bu işteki vekalet toplamı, sahici müdürlerin burada kalışından daha uzunmuş. Arkadaşlar, özellikle Sami Akıncı Lise Müdürü için:

Çok akıllı, nazik karşısındaki insana değer veren bir kişi olarak anlattı. Gerçekten yanımızdan geçerken arkadaşlara gülümseyerek:

Gerçek görevim burası olduğu için “Kürkçü dükkanına dönüyorum!”dedi. Lise Müdürünün yarım sözünü biz tamamladık:

Tilkinin dönüp geleceği yer, kürkçü dükkanıdır.

Konuşa konuşa Selimiye Camisine girdik. Daha önce bir kaç kez girdiğimiz için nasıl davranılanacağını hep biliyoruz. Yaşlı, takkeli bir küçük yapılı kişi bizi karşıladı. İlk geldiğimizi düşünerek konuşmaya başladı. Sefer Tunca doğrudan minarelere çıkmak istediğimizi söyleyince adam biraz dikelerek:

Yasak, minarelere neden çıkacakmışsınız? deyip yüzümüze baktı. Az ileride namaza oturur gibi çökmüş bir başkası kalkıp geldi. Ona da anlattık. O bizi iyi anladı ama o da yasak olduğunu söyledi. Ayrıca minarelerin şerefelerine çıkanların kapıları kapattığını, onların gelme saatlerinin belli zamanlar olduğunu anlattı. Üzüldüğümüzü görünce bizi ortadaki şadırvanın yanına götürüp uzuın uzun minarelerin iç durumlarını anlattı. Babamın söylediği durumu iyice anladım . Minareye çıkış kapısı üç şerefe için üç tane. Her kapının çıkış yolu şerefede bitiyor. Olayı anladık ama biz gene de çıkmak istediğimizi söyleyince, özellikle de öğretmen olacağımızı anlatınca adamcağız üzüldü. Bu kez de pazartesi günü gelmemizi istedi. Onun da nedenini anlattı. Minarelerer çıkmak tehlikeliymiş. Bu nedenle kesin koşullar konmuş. Bizim gibi istekliler için özel izin çıkartılabiliryormuş ama bu özel izin alınacak kişileri bulmak zaman istermiş. Birisi mimarmış, Bayındırlık Müdürlüğündeymiş, birisi de Edirne Müftülüğündeymiş. Anlatana inandık. Çok anlayışlı bir insanmış, bize caminin dış mahalleri denilen yerleri gösterdi. Çıkınca bir süre dönüp minarelere bakmamıza karşın öğrendiklerimizden hoşnut olara uzaklaştık. Az sonra Üçşerefiyeli yanından geçerken İsmet şakasını yaptı:

Ben zaten bu minareye çıkmak istiyordum. Çıkmaya korktuğum için sizinle oraya geldim. Arkadaşlar da sözü çevirip tekrarladılar:

Biz de, senin burada korkup bizden ayrılacağını bildiğimiz için öbür tarafa gittik!dediler.

Çarşıda bir süre dolaştıktan sonra akşam yemeklerimizi erkene alarak, üstüne de birer tatlı ekledikten sonra liseye döndük. Döndüğümüzde havuzun çevresi dolmuştu. Liselilerin bir b ölümü salonda dansediyordu. Beni görünce piyano çalan hemen kalktı. O da dansetmek istiyormuş. Akordiyonu alıp Komparsite ile başladım. Çok Ağladım'la, La Polam a ile değiş

tire değiştire 'uzun süre oynadılar. Valse çevirince sevindiler. En coşkulu bir sırada:

Çavuş geldi! Sözü oyunu durdurdu. Çavuş salona gelmedi ama daha önce veriliş kararlar uygunlandı. Tüm kampçılar havuz önünde toplandı. Bizim arkadaşların arkadaşları gelip bize bilgi verdiler. Çerkezköylü Mustafa bizimle kaldı. Biz de toparlanıp Tunca Köprüsün de buluşmak üzere yola çıktık. Akordiyonu taşımaya Yusuf Asıl;Ahmet Güner, yeğenim İsmet söz verdiler yola çıktık. Mustafa kestirme yolları bildiği için biz koşuşturarak köprüye erken çıktık. Kampçılar düzgün adımlarla yanımızdan geçtiler. Üsteğmen bize Çay Bahçelerini geçinceye dek ayrı gitmemizi ondan sonra yaklaşabileceğimizi ancak kesinlikle konuşmamamızı tembihledi. Üsteğmenin dediğini yaptık, Karaağaç İstasyon binası önüne dek kampçıların arkasından yürüdük. İstasyon önünde kısa bir mola verildi. Dönünce Fidan lık kapısı karşısında büyük mola verildi, tüfekler çatıldı. Biz uzaktan baktık. Az sonra kam pçılardan bir grup bizim yanımıza geldi, neşeli bir şekilde sarmaş dolaş olundu. Onlara göre kamp başarılı şekilde bitmişmiş. Az sonra Üsteğmen geldi, bizim arkadaşlarla konuştu. Ben akordiyon çalmayı kesmeden sürdürdüğüm için konuşmlardan uzak kaldım. Ahmet'le Yusuf Arpazlı, Güvende, Dağlı, Bengi zeybeklerini oynadılar. Timurağa başlayınca on kadar arkadaş katıldı, arkasından bizim Trakya havasına çevirdim kampçıların yarıdan çoğu katıldı. Ahmet Güner'den şarkı istediler. Ahmet önce Edirne Köprüsü'nü arkasından yeni öğrendiği bir başka şarkıyı söyledi.

Üsteğmen saatine bakıp hareket işareti verdi. Üsteğmen bize dönerek:

Gene geldiğimiz gibi gazinoların yanından geçerken dikkat edelim!dedi. Üsteğmenin bizim Çay Evi dediğimiz yerlere Gazino demesi bizim arkadaşların ilgisini çekti. Yanımzdaki Çerkezköylü Mustafa açıkladı:

Oralar, gündüzleri gerçekten Çayevidir ara geceleri oralarda içki içilir;dans edilir. Bu nedenle halk oralara gazino diyor!dedi. Kampçılar önde biz bu kez oldukça arkadan onları izleyerek gazinoların yanından geçtik. Akordiyon taşıdığımız ya da taşıma tasası çektiğimiz için Yusuf, Ahmet, ben üçümüz Gazinoların karşı yolu kıyısından geçip gittik. Bizim arkadaşların bir bölümü iyiden iyiye durup içerdekilere bakmışlar. Liseye biz herkesten önce geldik. Ahmet'le Yusuf:

Böyle taşıma olacaksa ben olsam bu akordiyonu çalmaktan vazgeçerim!türü şakalaşırken arkadaşlar geldi. Geldi ama bir heyecan , bir fiskos. Önce üsünde durmadım. Sonunda olay açığa çıktı:

O gazino denen yerde bizim öğretmenimiz de görülmüş. Buna şaşırdım:

Herkesin gittiği yere bizim öğretmenimiz neden gitmesin ? Konu daha da açıklık kazandı:

Bizim öğretmen yalnız değilmiş, yanında Ahmet Kun-Selahattin Yücesoy-Cemile-Rezzan Öğretmenler varmış. Bunları gizli bir olaymış gibi konuşanları ayıpladım. Özellikle Hikmet Öğretmenle birlikte olmalarını ise gizlilik değil tersine açıklık olarak saydığımı söyledim. Söyledim ama söyledediklerimin kimilerinin hoşuna gitmediğini de sezer gibi oldum. Fısıltıların geç vakitlere dek sürmesi bunu gösteriyordu

 

13 Haziran 1943 Pazar

 

Uyanınca aynı konunun Hikmet Öğretmene duyurulması ya da nasıl duyurulmaması gibi çarpık düşündeler öne sürülüyordu. İyice şaştım, Hikmet Öğretmen onlarla oturmuş, bunda bir sakınca görmemiş, bunu bizim bilmemizden niçin sakınsın? İyice sinirlendim, bir ikisi değil, büyük bir çoğunluğu yanlış düşünüyor, belli. Ya o susanlar ne düşünüyor? Onlar da niçin sustuklarını söyleseler olmaz mı? deyip hazırlandım. Akordiyonu alıp salona indim. Salonda Uzunköprülü çocuklar vardı, Sami Akıncı'yı sordular. Sami onlara ortaokuldan tanıdıkları Hüseyin Soysalı sormuş. Hüseyin Soysal bir süre Edirne'de okumuştu. Adı geçince Hüseyin'in adresini istemiş. Sami gelince konuşup adres aldılar. Konuştuklarımızın biri Necdet. Geçen akşam saçları için taklit yapılan çocuk. Yusuf sordu:

-taklidini yapınca kızmıyor musun? Çocuk gülerek:

-Neden kızayım? O ben değilim ki? Birisi çıkıp deli gibi birşeyler yapıyor. Ben burada otururken on u ben sananlara gülüyorum. O gülenler benim yere yattığımı, başımı eğdiğimi nerede görmüş!

Öteki çolcuklar geldi. Onların da liseyle ilgileri kalmamış, bugün yarın belgelerini alıp ayrılacaklarmış. Durup dururken Hamitabat'lı Şakir aklıma geldi. Kadir Pekgöz de bilir, onun köylüsü. Edirne Lisesinde okuduğunu duymuştum. Tanıyan çocuklar çıktı. Kadir sinirlendi:

-Benim konuşmadığım insanlar ben ne bileyim? Kadir'e söyleyecek söz bulamadım. Burada konuşanların hiç birisi kapı-komşu değil uzaktan uzağa da olsa konuşup anlaşıyorlar. Bizim Kırklarelililer geldi, akordiyon çalmamı istediler. Aralarında konuşmuşlar Hasan Amcamı anımsayan biri çıktı:

-Klarnet çalıyor, Ahmet Ziya'ların orada oturuyor!dedi. Doğru, Hasan Amcamın evi Fabrikatör Ahmet Ziya diye tanınan kişi ile komşu. Fazla konuşamadık;Hikmet Öğretmen geldi, kahvaltıya çıktık. Hikmet Öğretmen öğleyi yolda geçireceğimizi anımsattı:

-Ya iyi bir kahvaltı ya da yanımıza yiyecekler alalım!dedi. Sonra da Ahmet Kun-Cemile Kun Öğretmenlerle Selahattin Yücesoy-Rezzan Yücesoy öğretmenlerin burada olduğunu söyledi. Akşamdan beri yapılan konuşmaları düşündüm, şimdi ne olacak? İçimizde akıllı olarak Sami Akıncı gösterilince zaman zaman ben de sinirlenirdim. Oysa bu gerçekmiş;biz susarken Sami Akıncı:

-Biz onların evleneceğeini biliyorduk ama evlendiklerini duymamıştık!”deyince Hikmet Öğretmen gülerek:

-Şimdi duydunuz işte!dedi. Arkasından ekledi:

-Düğünler genel olarak evlenenlerin aileleri yanında yapılır. Arkadaşların aileleri İstanbul'da düğünleri de orada oldu. Bunun öğrencilere duyurulması yöneticilerin anlayışına bağlıdır. Kimi yöneticiler nikahın kıyıldı gün den bunu tüm okula duyurur. Kimileri de resmi evrakların geldiği zamana bırakır. Resmi evraklar birkaç aylık bir zaman süreci içinde tamamlanır. Size duyurulmamışsa sanırım bu nedenle duyurulmamıştır. Oysa arkadaşların nikahları neredeyse bir ayı aştı. Rezzan Öğretmen Kırklareli Ortaokuluna geçmek için atama bekliyor.

Kahvaltıdan kalkınca kısa bir zaman için dağıldık. Kimimiz simit aldı, kimimiz ekmek bölüşüp aralarına, kaşar, beyaz beynir koyup sardık. Liseye döndüğümüzde kampçılar hep toplanmıştı. Geldiğimizdeki gibi Metin arkadaş piyano başında komparsiteyi çalıyordu. 20 kadar arkadaş da dans ediyordu. Yusuf Asıl'la Ahmet Güner de kalktı. Bir itiş kakışltan sonra iyiden iyiye dans etmeye başladılar. Abdullah Erçetin, İdris Destan'laMehmet Yücel İsmet'le deneme yaptı. İbrahim Ertur'la Bekir kalktı. Arkadaşların kalkması liselileri de sevindirdi. Piyano kesilince gözler bana döndü. Akordiyon yanımdaydı açtım. Değişiklik olsun diye La Polama ile başladım, Çok ağladım'a geçtim. Çaresiz gene Komparsiteye döndüm. Başka tango bilmediğime üzüldüm. Yarım melodiler var ama tempo tutturmam olası değil. Valse çevirdim. Bizimkiler ellerini silkerek oturdular. Liseliler ne denli hızlansam da döndüler. Sonun da onlar da durdu. Bu kez havuz başına çıkıldı. Şakalaşmalar;itiş kakışlar derken havuza atmalar başladı. İçerden görevli çıktı, havuz için Müdür Beyin kesin duyurusunu tekraraladı. Bekleşen liselilerin bir kısmı belge için Müdür Beyi bekliyormuş, onlar arkadaşlarından ricada bulundular. Herkes sakinleşti. Tam bu sıra Müdür Beyin küçük kızı çıktı geldi. Takılanlar oldu, saçına, kurdelesine söz edenler oldu hiç umursamadı, geldi yanıma oturdu. Görmemiş gibi durdum eliyle dokundu. Ben de elimle dokunup:

-Elim sende! dedim. Gülümsedi, sana adımı söyleyebilirim, dedi. Elimi ağzıma kapatır gibi yaparak:

-Söyle! dedim. Herkes bizi dinlemeye başladı. O da elinin yarısını ağzına kapatıp bir ad söyledi. Doğusu anlamadım. Yavaşça sordum. Gene yavaşça sordum bu kez “Suna!” der gib i geldi. Ben de:

Suna!dedim. ”HIhı! dedi, ”Kına” dedim, başını atarak “Cıkk!” etti. İyice kulağıma yaklaşarak “Tuna!”derken havuzun başındakilerin hepsi bağırdı:

TUNA!'Az önce Hikmet Öğretmen gelmiş çocukla bana bakıyormuş. Hikmet Öğretmen gülerek: Bu ne muhabbet İbrahim, nasıl ayrılacaksınız bir birinizden? diye sordu. Kamyon gelmiş, Belediye önünde bizi bekliyormuş. Arkadaşlardan vedalaşarak ayrıldık onlar bize biz onlara yaşam boyu başarılar, iyi günlerde karşılaşmalar diledik. (*)Küçük Tuna'ya da “Hoşka kal!”deyip başarılar, gene karşılaşmalar diledim.

Biz neşeyle keder arası duygularla ayrıldık. Çevremizde olan bitenle pek ilgimiz yok. Belediye ön ündeki radyoya dinlerke n, dün Adapazarı'nda deprem olduğunu 300 kadar insan öldüğünü 1000 dolayında ev yıkıldığını duyduk.

Saat tam 11' oo de Belediye yakınından kamyona binip yola çıktık. Hepimi üzgünüz. Ancak neye üzgün olduğumuzu tam bilmiyoruz. Herkes bir birine bir şeyler sorup beklediği yanıtı alamayınca bir yolunu bulup sataşıyor:

-Adapazarı depremi başta Hikmet Öğretmen olmak üzere hepimizi çok üzdü. Gene de bu konuya fazla dalmadan üzüntümüzü başka bahnanelere bağlayıp neşeli olmaya çalışıyoruz. Genelliköle üzü

ntümüzü bir başka olaya bağlıyoruz:

-Ona üzülünür mü? İsmet, köyüne yaklaşmasına karşın inip gidemediğine yanıyor. Bekir Temuçin lisede okuyamadığına üzülüyor. Mehmet Aygün yeni bir üzüntü bulduş;dansetmesini bilmediğine üzülüyormuş. Mustafa Saatçı, okulun gülbahçesi olsaymış SS'ye gül gönderecekmiş. Arkadaşlar güldüler;bir ağızdan:

-Çevirin kamyonu İmam gül alac ak!Salih Baydemir en doğrusu söyledi:

-Geçen dönüşümüzde yağmur yağdığı için üzülüyorduk. Şimdi güpgüneşli;. buna neden sevin miyoruz? Üzüntü-sevinç sözleri arasında Havsa'yı geçtik. Bay Gümüş, Gümüş Bey, derken adamın anlattıkları, bizim okul için söyledikleri, Kazım Dirik' Paşa'nın yapmak istedikleri; derken Atatürk'ün ölümü ortaya getirildi. Söz geldi Eski Müdür Nejat İdil'in müdürlükten ayrılmasına dayandı. Okulun açıldığı günlerde Müdür Bey bize, geleceğimiz konusunda hep güzel işlerden söz ediyordu. Demek o güzel işler içinde böyle gül bahçeleri, modern fidanlıklar varmış. Ne var ki, biz o zaman bunların ayırdında değilmişiz. Neredeyse herkes anılarını depreştirdi;, yemek yediğimiz porselen tabaklardan yaylı karyolalardan, altın yaldızlı çatal kaşıktan söz ederken kamyon durdu. Hikmet Öğretmen yarım saat mola verdi, Babaeski. Yakın çay bahçesine gidip yiyeceklerimizi çıkardık. Çaycı bize tepsiler getirdi. Ortalığı kirletmeden tepsiler içinde karnımızı doyurduk. Toparlanıp kalkarken sürücü bize seslendi:

-Küçük bir arızamız var, bir süre daha buradayız!Bizim onarım uzmanımız Mustafa Saatçı. Arkadaşlar birden:

-Koş İmam, sana iş çıktı!Mustafa Saatçı da hepimiz gibi içinden biraz buruk, ”İmam!” denince tepki gösterdi:

-Ne o;cenaze mi var? ”İmam!”diye bağırışıyorsunuz. Duyanlar da sizi “Tabut taşıyıcı sanacak!”Herkes birbirine baktık. Halil Basutçu Salih Bayhdemir'in sözünü anımsattı: En iyisi Salih'in dediğini yapmak;bu güneşli günde yolculuk yaptığımıza sevinmek!”dedi. Kamyonun yanına gitmeye kalkıştık. Ancak Kamyon Kırklareli yolu üstünde bir onarımcıya gitmiş. Hikmet Öğretmeni gördük, İstanbul-Edirne Ötöbüsleri Bilet satış yerinde oturuyordu. Gülerek:

-Merak etmeyin, geç de olsa gidebileceğiz, akşam otobüsünde yer varmış!”dedi. Hikmet Öğretmen sözde sevindirici müjde verdi ama, komyona ne olmuştu, onu merak ettik. Sorgulu bakışlarımızı gören öğretmen, şaka ettiğini, kamyonda önemli bir durum olmadığını, ancak yapılması gerektiğini, kamyonun yarın da önemli işi olduğunu, yarına hazır olması için bir süre burada durmayı yeğlediklerini söyledi. Mustafa Saatçı geldi, gerçek bilgiyi verdi:

-Bir saat daha buradayız. Pazar olduğu için her taraf kapalı. Topluca yürüyüp köprüye gittik. Arkadaşlar köprüye çıkınca neşelendiler. Bedkir Temuçin:

-Bıktım şu köprülerden, gene mi köprü? deyince köprünün altından gitmesi için Bekir'i tutup yan tarafa sürüklediler. Bekir Temuçin fazla direnemedi. Çünkü tutanlar, arkadaşlarımızın en güçlülerinden Sefer Tunca ilke Hüseyin Serin'di. Bekir Temuçin ilginç bir savunma yaptı:

-Beni hafif buldunuz, Fettah Biricik ya da Arif Kalkanı götürün de göreyim!”deyince önde yürüyen Sami Akıncı Bekir'e dönerek:

-Sen de boyundan büyük söz etme be kuzum! Bekir Temuçin Sami'nin sözünü eleştirdi:

-Boyla söz arasında bir ilişki olsa derslerde en çok konuşan Mehmet Yücel olması gerekirdi. Oysa o değil derslerde çok sen konuşuyorsun! deyince derslerle öteki zamanlardaki konuşmalar üstüne uzun uzun tartışıldı. Köprüden sonra yakınındaki camiye geçtik. Kapıda bir yaşlı görevli vardı, selan verip durduk. Öğrenci olduğumuzu söyleyince kendiliğinden bilgi vermeye başladı. Cami, Kanuni Sultan Süğleyman döneminde yaptırılmış. (1560-1565 arası)Mimar Sinan tarafından Kanuni Sultan Süleyman'ın Vezirlerinde Semizali Paşa tarafından yaptırılmıştıSemiz Ali paşa sözü, gülüşmlere neden olduİsmet hemen Fettah'ı, İdris Destan da Abdullah Erçetin'i gösterdi. Anlatan, Lüledburgaz'dan geldiğimizi öğrenince gülerek:

-Eee, işte bunun bir kardeşi de orada, Lüleburgaz'dadır, bilirsiniz!”dedi.

Camiden çıkınca saate bakıp döndük. Az sonra da kamyon geldi, yola çıktık. Kamyon yapıldı mapıldı dendi ama yokuşlarda dikkatimizi çekecek düzeyde ses çıkarması kamyonun yapılmadığınık belli ediyor gibiydi. Okulun önüne inince Mustafa Saatçı:

-Geçmiş olsun arkadaşlar, bu geceyi yollarda geçirebilirdik, usta yapayım derken parçarı kırdı, yedeği olmadığında eğreti tutturdu, onunla geldik!”dedi.

Edirne'den yola çıkarken Bayrak Tönenine yetişmeyi düşlüyorduk. Akşam yemeğiden çok sonra dönebildik. Geç meç de olsa akşam yemeklerimizi yerlerimizde yemenin sevincini yaşadık. Hikmet Öğretmen Lüleburgaz'da indiği için okulda bizimle ilgilenen öğretmen olmadı. Yemekten sonra olabildiğince sessiz yataklarımıza serildik.

Yatınca önce ürperdim, kamyon düpedüz bir kırlıkta da bozulabilirdi. Kendimi uyarıp bu tür düşünceleri bir yana iterek geçen bir haftanın kazanımlarını gözümün önüne getirmeye çalıştım. Adapazarı depremi de iyice kaygılandırdı. Erzincan depremini de böyle duymuş ön emsememiştik. Oysa orada o zaman 40. 000 insan ölmüşmüş. Bunları aklımdan itip başka olayları anmaya çalıştım. En çok da Bay Gümüş'ün anlattığı gül yetiştirme işine takıldım. O iş olsaydı babam çok sevinecekti. Alpullu'da Atatürk Köşkü'deki güllerden sözedince nasıl ilgiyle dinlediğini unutmuyorum. Daha sonra oradan ayrılınca da:

-Yazık o gülcülerden yararlanamadık, diyerek çok hayıflanmıştı. Bu kez duyduklarımı babama anlatsan kesinlikle daha çok üzülecektir. Ayrıca, Edirne'den ayrılışımızın da benim çok zararıma olduğu kanısı artacaktır. Babam bu konudaki düşüncesini bir kaç kez söylemişti ama o, Edirne'yi kendisi sevdiği için kişisel düşüncelerine dayandırıyordu. Oysa bu, doğrudan benim kayıplarımla ilgili . .

 

 

 

* Bu konuda daha açıklayıcı bir yazı Edirne'de Yayınlanan YÖRE Dergisinin 80. sayısında çıkmıştır

Not: 1. Kampçı arkadaşlardan Necdet'le Van Gölü Cumhuriyet Vapurunda 1952 yılı Aralık ayında karşılaştım. Ben Van 'dan Erciş'e o, Ahlat''a gidiyordu. Ahlat'a gittiğimde, radım, ayrılmıştı.

Not: 2. Tuna da öğretmen olmuş, İstanbul liselerinden birinde, bir ders yılı birlikte çalıştık. Çok candan ilişkimiz oldu ama sanırım o, bunun derinliğini tam olarak kestiremedi. İşin ilginci 10 yıl sonra da karşılaştığımız bir konserde de beni görünce arka sıralardan çocuksu bir sevecenlikle:

-Nasıl olur? Beni unuttunuz mu? demesi, gerçekten onda da bir duygusal bağın sürüp gittiğini göstermiştir. 3-4 yaşındaki Tuna'nın bendeki izleri, ondan çok benim o mekan içindeki anılarımla yoğurulduğu için canlı kalmıştır. Onda böyle bir canlı izin kalacağı düşünülemez. Ancak duyguların, doğumdan başlayıp gıdım gıdım ilerleyerek gelecekte etkili olduğu da yadsınamamaktadır.

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ