Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

13 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Bilinçlendikçe Başarılarımızı Gölgeleyecek Bulut Uçlarını Daha İyi Görebiliyoruz

 

19 Aralık 1944 Salı

 

Talim Terbiyeciler gelmemiş. Meğer 3. Sınıflar Talim Terbiyecilerden pek hoşnut değilmiş. Talim Terbiyeci dedikleri, Sabahattin Eyuboğlu Öğretmenle Yunus Kazım Köni Öğretmen. Oysa ben ikisinden de hoşnudum. Yoksa ben yanılıyor muyum? Bunu düşünerek kahvaltıya gittim.

Kahvaltıda da benzer konuşmalar oldu. “Talim Terbiyeciler!” Bunun söz olarak açıklanmasını istedim “Talim Terbiyeci ne demek? Millî Eğitim Bakanlığının önemli kurullarından biriymiş; ders programlarını yaparmış, ders kitaplarını kontrol edermiş. v.b. Ders programları deyince Varlık Dergisinde okuduğum Nahit Sırrı Örik’ in yazısını hatırladım. Eğer o kitap bu Talim Terbiye kurulundan geçtiyse (İsmail Habip Sevük’ün Edebi Yeniliğimiz adlı, liseler için hazırlanmış ders kitabı )vay o kurulun haline(!)Sonra da Köy Enstitüleri Müfredat programını anımsadım; özellikle Öğretmenlik Bilgisi derslerinin tutarsız adları, adlarına uymayan içerikleri. İş eğitiminden söz ediyor ama doğru dürüst bir eğitim tanımı yok. Matematikte yüksek fonksiyonlardan söz ediyorsa da öğrencinin eline bir kitap verilmiyor. Köy Enstitüleri’ndeki matematik öğretmenleri ise yıllarca köylerde öğretmenlik yapmış birer köy öğretmeni.(Örnek, Hamitabat Köy okulunda 5 yıl çalışan Cemile Öğretmen Kepirtepe Köy Enstitüsü öğretmeni oldu. İlk yıl matematik okuttu.2.yıl Türkçe öğretmeniydi. Sanırım sonra meslek derslerine girdi(!) Matematik derslerini eşi Ahmet Kun’a bırakmıştı.( O da köyden gelmeydi)Parantez içi söylediğim örneğin bir çok benzerini burada, Hasanoğlan da da gördüm. Karşılıklı oturup konuştuğum öğretmenlere alınırlar kuşkusuyla hangi dersi okuttuklarını bile soramadım.

             *

Bugün 3.Sınıflar da derse girmediğine göre piyanoların boş olmayacağını düşünerek kitaplığa gittim. Oidipus-İdipus konusunda yarım kalan yazılarımı yazarken bu kez de Varlık dergisindeki kitap duyurusu aklıma takıldı. Psikolog doktor Ziya Talât Çağıl Ankara okullarında araştırma yapmış. Az buz değil on yıllık bir zaman süreci.20.000 öğrenci üstüne soruşturma. Sonuçları da kitaplaştırmış. Kitap üç yıl önce basılmış. Her nasılsa geçen yıl bu konudan bizim psikoloji dersimizde söz edilmiş, öğretmenimiz bu konuya şöyle bir değinip geçmişti. O da, psikoloji biliminin öğrenme olayıyla ,ilgisi nedeniyleydi. İşte şimdi üzüldüm, psikoloji dersimize giren Yunus Kazım Köni, aynı zamanda Talim Terbiye üyesi. Ankara’da yapılan bu büyük psikoloji olayına nasıl bigâne kalmıştır. Nasıl olacak? O da okumuyor, kendisi dışındaki çalışmalara saygısı yok. Yeri gelence sadece yapılmışları anmak, onları da küçümseyerek, sunup, “Ben olsaydım daha iyisini yapardım!” sanısını uyandırma çabası.... Böyle bir kanı ortaya sürerken bunu Yunus Kazım Köni Öğretmene doğrudan yapıştıramıyorum:

-İstisnalar kaideyi bozmaz!” özlü sözü gereği onu, öne sürdüğüm genel kanı dışında tutuyorum ama çevremdekilerin çoğu, beni böyle düşünmeye yöneltti. Kepirtepe’de okuduğum süreçte,

Köye gittikçe Eğitmen Mustafa Ağabeye uğradığımda kimi kez Gezici Başöğretmen Mehmet Turan’la karşılaşıyordum. Öğretmen Mehmet Turan yıllarca köylerde öğretmenlik yapmış. Matematik öğretmenim Ahmet Gürsel’in Edirne Öğretmen okulundan arkadaşı. Mehmet Turan, beni nasıl etkilemişse, onu gördükçe, ”Çok iyi bir öğretmen ancak böyle olur!” diyordum. Oysa buraya geldiğimden beri derslerde, yapılan toplantılarda sürekli:

-Öğretmen okulları başarılı olamadı, köylere hizmet götüremedi denip duruyor. Ahmet Emin Yalman bile, bu söylemlerin etkisinde kalarak:

-Kentlerde yetişen gençler yabancı esintilerin etkisinde kaldıklarından yaralı değil zararlı olma yolunda! diyebiliyor. Anlayamadığım bir durum, Köy Enstitüleri neden kentlerden uzakta kurulmuş? Anlayamıyorum dememe karşın böyle oluşuna da karşı değilim. Ancak böyle düşünenler ki Köy Enstitülerini kentlere yakın kurdurmuş, Kızılçullu, İzmir’in içinde sayılır. Trakya’da Edirne/Karaağaç, sonra Kepirtepe, Kocaeli/Arifiye.....Başlangıçta olmayan bir düşünce sonradan hangi nedenlerle bugünkü anlayışa dönüşmüştür? Şimdi sorun, bunların öğrencilerini kentlerden uzak tutmak. Bunları duydukça gerilere gidiyorum,1939 yazında Lüleburgaz, Atatürk İlkokulu bahçesinde marangozluk atölyemizi kurduk, Kepirtepe’de inşaatı süren okulun doğramalarını yapıyorduk. O zaman da Kültür Bakanımız olan Hasan Ali Yücel gelmişti. İlk sorusu bu oldu:

-Neden burada çalışıyorsunuz, okul yerinize neden gitmiyorsunuz? Makine başında ben vardım, karşılık verdim:

-Orada elektrik yok, elektrik için buradayız. Hasan Ali Yücel, yanında duran Lüleburgaz Belediye Başkanı Kemal ......, okul yerine elektrik verilip verilemeyeceğini sordu. Sordu ama karşılığını almış olacak ki, biz çatı bitene dek Lüleburgaz içinde çalıştık. Lüleburgaz içindeydik ama biz kasaba içine çıkıp gezmiyorduk ki, işimizi sürdürüyorduk. Bir daha bizim değil, tüm köy Enstitülerinin göremeyeceği değerde öğretmenlerimiz vardı, onlar bizi kendilerine öyle bağlamıştı ki anne-baba özlemi bile çekmiyorduk. Aynı iş tutkusunu Hasanoğlan Hamurbasan kırlığında da sürdürdük.8 ay tam bir inşaat işçisi gibi çalışarak Hasanoğlan’ın kuruluşunu sağlayarak Kepirtepe’ ye döndük. Bir yıl bile geçmeden sevdiğimiz kurucu müdürümüz adeta makamında atıldı. Nedeni, Öğrencilerin kasaba kokusu almasıymış! ”Hâlâ, “ÇÜŞ!” dememek için kendimi zor tutuyorum. Kasaba kokusu da ne mi? Kumaş giysi giymek!

Geçen yıl gelen Köy Enstitü Müdürlerinin bir bölümünü gördük. Kumaş giysili de vardı, çorçil

Postallısı da! Çorçil postallı Osman Ülkümen’in söylediklerini, ”Yel üfürdü, su götürdü!” kabilinden beylik tekerlemelerdi. Çifteler Köy Enstitüsü’ne geleli bir yıl bile olmamıştı. Amanın! Neler yapmıştı neler(!?) Giyimli kuşamlı, İhsan Kalabay, Ahmet Lütfü Dağlar, Enver Kartekin, Halit Ağanoğlu, okullarında yaptıklarını, çevrelerindeki etkilerini kalıcı, inandırıcı bir biçemde anlatıp ayrılmışlardı. Giyim kuşamla çalışmanın uyumsuzluğunu kimler nereden çıkarıyor, bunu açıklayan yok. Bana sorsalar, bunun tersini kanıtlayacak örneklerimi sıralayabilirim. Sözgelimi:

-Salih Ziya Büyükaksoy, Tarım öğretmenimizdi.1938-1939 öğretim yılında Edirne’den Alpullu’ya göçmüştük. Alpullu’da bir sebze Bahçesi kurmaya kalkışmıştık. Henüz köydeki görgülerimiz dışında bir şey bilmiyorduk. Öyleyken yaz boyunca yediğimiz sebzeleri kendi bahçemizde yetiştirmiştik. Öğrenci olarak 30 kişiydik. Öğretmenimiz tekti. Öylesine çalışıyordu ki biz aramızda şakalaşıyorduk:

-Salih Ziya Öğretmen otuzumuza da bedel! Otuzumuza bedel dedirtecek ölçüde sebze bahçesinde çalışan Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmeni tarım dersleri dışında bir kez olsun kravatsız görmedik. Ahmet Gürsel, Fikret Madaralı, Sabit Soysal, Ömer Uzgil öğretmenleri söylemeye gerek görmüyorum. Onlar zaten Lise-Orta okul öğretmeni olarak yetişmişti. Namık Ergin yapıcılık öğretmenimizdi. İş başı edilince sıradan bir duvarcı ustası gibiydi. İşten sonra onu da Ahmet Gürsel, Fikret Madaralı Öğretmenden farksız görüyorduk. Hamdi Bağ öğretmen Marangozluk öğretmenimizdi. Marangozluk atölyesinde tos toprak demez terleyesiye çalışırdı. Ancak, atölyeden çıkınca (Resimlerde görüleceği gibi) öylesine şık giyinirdi ki sanki atölyede hızar makinesi başındaki tozlu kişi o değildi.

             *

Yemekte konu:

3. Sınıfların kavgacılarını Bölüm Başkanı barıştırmış. Sevindim. Akşam da plâk dinlenecekmiş. Konuşmaları dinledim ama aklım İdipus’taki, konuşmaları bugün yazarsam yazarım, geri kalırsa uzar gider.

Bölüm Başkanı,3. Sınıflarla uygulama derslerine gitti, serbest kaldık. Kemancılara ödev vermiş. Salondaki plâk köşemde yazılarımı yazdım.

 

            İDİPUS

 

Yazan: Sofokles          Çeviren: Cevdet Kudret Solok

 

         PROLOGOS

          (Başlangıç)

İdipus,

Oğullarım, Ey eski Kadmos (1)’un yeni fidanları,

Dallardan yapılma çelenkler ellerinizde,

Yalvarma çelenkleri (2)

Neden diz çöktünüz buralarda

Hepiniz de?

Neden şehir doludur kurban dumanları?

Ve bir baştan öbür başa şehir inliyor neden?

Nedendir onun feryatları, figanları?

İstemiyorum duymak

Sebebini başkalarından.

Evlâtlarım ben,

Ben şöhretli İdipus,

Ve saygı değer ihtiyar,

Haydi sen söyle,

-Çünkü yaraşır senin konuşman.

Buradakilerin ardından

Geldiniz niçin

Yalvarmak için

Buraya kadar?

Bir fenalık gelecek diye mi kokuyorsunuz?

Yoksa bir felâket mi var?

Ne isterseniz, her an

Hazırım her türlü yardıma,

Elimden her türlü yardım gelecektir;

Sizin ateşli yalvarmanızdan

Müteessir olmamak için

Taş yürekli olmam gerektir,

 

 Rahip

 

Yurdumuzun hükümdarı İdipus,

Mezbahalarının (3) önünde diz çöküyoruz;

Görüyorsun gözyaşlarını yalvaranların;

Kimisi körpe çocuktur onların,

Kimisi ihtiyar rahiplerdir,

Senelerin ağırlığı altında kamburu çıkmış rahipler;

Bütün onlarla beraber

Zevs ( 4 )’in rahibi olan ben

Ve şu gördüğün seçme delikanlılar.

Başka kalabalıklar daha var

Başka caddelerde,

Zeytin ağaçlarından taçlar alınlarında,

Toplandılar yanında, iki Pallas ( 5 ) mabedinin

Ve mukaddes İsminus ( 6 ) mezbahanın önünde.

Büyük afetiyle sarsılıyor memleket.

Görüyorsun.

Kana bulanmış kafasını kaldırmaya gücü yetmiyor Tibe ( 7) ’nin

Toprağın mahsulleri harap oluyor

Toprağın kucağına;

Yaylalarda sürüler mahvoluyor;

Ve analarının karnından

Ölü doğuyor çocuklar dünyaya.

Bir düşman Tanrı

Şehrimizi harabeye döndüren

Ve Kadmos’un soyunu batıran

Uğursuz bir hastalık düşürdü ortalığa,

O günden beri inilti ve bağırmalarla zenginleşiyor

Pludon (8)’un kara cehennemleri.

İşte o yüzdendir ki bu çocuklar ve ben

Mihraplarının önünde diz çöküp yalvarıyoruz sana;

Seni bir Tanrı yerine koyduğumuzdan değil,

Tanrıların verdiği hayatımızın felâketi karşısında

Seni fanilerin en iyisi bildiğimizden.

Kadmos’un yurduna ilk gelişinde

Bizi kurtarmıştın yine sen

Müthiş muganniye Sfinga ( 9 ) ya verdiğimiz kan fidyesinden.

Bizden ne bilgi ne fikir almıştın,

Yalnız ilahların yardımıyla hayatımızı kurtarmıştın;

Bunu hâlâ söylüyoruz,

Buna hâlâ inanıyoruz.

Büyük hükümdarımız İdipus,

Bugün de yalvarıp ayaklarına kapanır,

Yardımını dileriz;

İster ilâhi nurlar,

İster insan düşüncesiyle

Bu felâketlerden bizi kurtar.

Biliyorum ki ben

Tecrübeli insanların nasihatleri doğru çıkar;

Gel, fânilerin en iyisi olan sen,

Memleketimizi kurtar.

Öyleyse yeniden uçuruma düşen;

Harap olan bu şehri yeni baştan kur,

Onu tehlikeden kurtar.

Nasıl ki bir defa daha kurtarmıştın eskiden,

O kuvveti bugün yine göster.

Bugün dilediğin gibi emrettiğin bu memleket

Yarın yine emretmek istersen,

İnsanlardan boşalmış değil,

İnsanlarla dolu olduğu halde emretmen gerekir;

Çünkü ne insansız bir kalenin,

Ne de insansız bir geminin değeri olabilir.

Kendi gözlerimle görmek için buraya geldim.

Düşün ki,

Eski lütufkâr yardımın yüzünden seni bir,

Seni bir kurtarıcı adıyla anıyor şehir;

Senin bu kurtarıcı adını unutmamız doğu değildir.

İdipus

Mustarip çocuklarım,

Malum olan şeyleri söylemeye gelmişsiniz buraya.

Halbuki ben

Benden istediklerinizi biliyorum zaten.

Derdinizin büyüklüğünü anlıyorum.

Fakat anlıyorum ki yine,

Hepinizin felâketi yine,

Hepinizin felâketine

Benim kadar yanmıyor hiç biriniz.

Çünkü siz,

Çünkü sizlerin her biriniz,

Başkalarının derdi için değil,

Yalnız kendi derdiniz için ağlıyorsunuz.

Halbuki benim yüreğim sızlıyor

Senin, benim ve bütün bu memleketin ıstırabı için;

Şikâyetinizin beni uykuda bulmadığını bilin.

Bilin ki çok gözyaşı döktüm,

Ve bir kurtuluş yolu bulmak için kafa yordum pek;

Bulduğum tek çarenin hemen yapılmasını isteyerek

Menikea ( 10 )’nın oğlu kayımın Kreon’u yollayıp sordum

Fivos ( 11 ) un Pitya Kâhinliğinde ( 12 ):

Memleketi kurtarmak için bu âfetten

Ne yapmalıyım, yahut ne söylemeliyim yine?

Gittiğinden beridir sayıyorum günleri,

Daha ne yapıyor diye çok canım sıkılıyor,

Görünmüyor uzun zamandan beri,

Hep geçti sayılı günler.

Apollon ( 13 ) un emirlerini alıp geri dönecektir.

Onun emirlerini yerine getiremeyecek olursam eğer

Kötü sayılmam gerekir.

 

Rahip

 

Tam zamanında başladın söylemeye:

İşaret ediyor çocuklar

Kreon geliyor diye.

   (Kreon’un kâhinlerden acele ile geldiği görünür. Başı define yapraklarıyla taçlıdır.)

 

İdipus

 Ey hükümdar Apollon!

Yüzü aydın göründüğüne göre

Kurtarıcı bir haber getiriyor olsun!

 

Rahip

Sevinerek geldiğini sanıyorum.

Eğer başka türlü gelseydi,

Defne yapraklarından bir taç bulunacaktı başında,

En meşhur defne yapraklarından ( 14)

 

İdipus

Göreceğiz şimdi.

O kdar yaklaştı ki bize o.

Konuştuğumuzu duyması icabeder.

       (Kreon’a)

Ey Menikea’nın oğlu,

Ve kanında benim kanım bulunan hükümdar( 15 )

Tanrıdan nasıl bir haber getiriyorsun bize?

 

 Kreon

İyi haberler,

Öyle geliyor ki bana

Bahtiyarlık daima gelir

Güçlükleri yenmek yolunu bulduğumuz zamanda.

 

İdipus

 Ne biçim konuşuyorsun?

Söylediklerinden ne kuvvet alabiliyor,

Ne korku duyabiliyorum.

 

Kreon

Halkın önünde mi konuştuğumu istersin,

Yoksa içeriye mi gidelim, dersin?

Ben konuşmaya hazırım hemen.

 

 

 

 

İdipus

Bunların önünde anlat bana.

Çünkü ben

Kendi hayatımdan daha fazla yanıyorum onların ıstırabına.

 

Kreon

 Tanrıdan duyduklarımı anlatıyorum.

Memleketimizde bulunan

Ve bu topraklarda beslenen bulaşık hastalığı,

Tedavisi olmadan daha

Tedavisi çaresiz olmadan önce,

Yurdumuzdan kovmamızı emretti hükümdarımız Fivos.

 

İdipus

Kefaret olarak ne yapmalıyız?

Hem nasıl bir hastalıkmış bu?

 

Kreon

Katili kovmalı, yahut da

Memleketi kanın intikamını ölümle almalıyız.

 

İdipus

Kimin talihinden bahsediyor bu haber?

 

Kreon

Ey efendim,

Daha sen gelmeden evvel bu memlekete,

Bu diyarın hükümdarı Layos’tu.

 

İdipus

Onun hakkında biraz bilgi edindim

Fakat hiç bir zaman görmedim onu.

 

Kreon

Onu öldürdüler.

Şimdi emrediyor ki Apollon,

Birisi katilleri bulsun

Onun intikamını alsın.

 

İdipus

Şimdi onlar yeryüzünün kim bilir neresinde bulunuyorlar!

Eski zamanda işlenmiş bir cinayetin,

Öyle bir cinayetin kaybolan izlerini biz nasıl bulalım?

 

Kreon

İçinde bulunuyorlar, dedi bu memleketin;

Arayan bulur,

Tembellik eden kaybeder!

 

İdipus

   (Bir an düşünür)

Layos’u nerede öldürdüler?

Sarayda mı; kırlarda mı?

Yoksa başka bir diyarda mı?

 

Kreon

Bir çok haydutlara tesadüf ettiklerini

Ve onu bir elin değil

Bir çok ellerin öldürdüğünü söyledi,

 

İdipus

Bunların hepsini öğrenmemize mani olan kötülük nedir?

 

Kreon

Fena sözlü Efinga’dır, onun yüzündendir;

Bu gizli cinayeti takip edemedik bir an,

Gözümüzün önünde duran belâmızla uğraşmaktan.

İdipus

Yeniden meydana çıkartacağım hepsini, yeniden.

Ey Fivos sen,

Ve sen;

Ölmüşün kanı için!

 

Kreon

 

Bir çok haydutlara tesadüf ettiklerini

Ve onu bir elin değil,

Bir çok ellerin öldürdüğünü, söyledi

 

İdipus

Nasıl cesaret edebildi haydut buna?

Eğer biri tarafından para verilmeseydi,

Ve cinayeti yapmak için ileri sürülmeseydi

Bunu yapmazdı!

 Not: Devamı var. Ancak, eski Varlık Dergileri korunmadığından, dergi sayısını da bilmediğimden Bakanlık Kitaplığından almayı düşünmedim. Zaten Mahir Canova Öğetmen de üstünde durmadığından konuyu burada kestim. Bundan sonraki olay ayrıntılarıyla temsil edilmekte olan şekliyle anlatılmaktadır.

            *

Yemekten sonra plâk dinledik, Johan Sebastiyan Bach BWV 232 H. moll.(Si Minör) Messe dinledik. 17 plâk. Öztekin Öğretmen kısa bir açıklama yaptı. Bestecinin dinsel eserlerinin özelliklerini belirtti. Konular dinsel olmakla birlikte din dışı melodilerin işlendiğini, o nedenle Bach müziğinin evrensel ve insancıl sayıldığını anlattı. Kendi kızının kahvelere gitmemesinin nedenlerini anlatan eğitim içerikli kantatı olduğunu anlattı.( Kaffeekantate BWV 211)

Yatınca gene aklıma takıldı, öğretmenler bize anlattıklarına kendileri uymuyorlar. Bizim Bölüm Başkanımızı çok beğeniyoruz ama o da bir yerde kendi tavırlarında titiz değil. Bu küçük örnek bile beni haklı çıkarmaktadır. Geçen yıl bu kantatı dinlediğimizde Bach’ı ayrıntılı olarak anlatmıştı. Eser sayısı, beste özellikleri için sayfalar dolusu yazı yazmıştım. Bu yıl aramıza yeni katılanlar var, onlar yok sayılarak kısa bir konuşma yapıp geçti. Hani, tam iki yüz yıl, Avrupa kıtasının büyük devlet saraylarının orkestralarını yöneten Bach Ailesinin soyu. Hani, Prusya Kralı Büyük Friedrich’in bile önünde saygıyla eğildiği Büyük Johann Sebastan Bach, hani İngiltere Saray Orkestrasını modernleştiren Johann Christopf Fredrich Bach, hani müzik tarihinin harika çocuğu Wolfgang Amadeus Mozart’a öğretmenlik yapan Carll Philipp Emanuel Bach, hani Johann Nikolaus Bach, hani Johann Christof Bach, hani Johann Ernst Bach, hani Johann Lorenz Bach, hani Johann Ludwik Bach, hani Wilhelm Friedemann Bach, hani Johann Sebastian Bach’ın notalarını 30 yıl boyunca yazan eşi Magdelena Bach? Bunlar geçen yıl vardı da şimdi mi yok oldular? Müzik Tarihinde önemli yer tutan 20 kadar besteci Bach arasından sıyrılarak Büyük Bach sıfatını kazanan Johann Sebastian Bach böylesi bir kaç sözle geçilmeli miydi? Yoksa Bölüm başkanımız Ahmet Emin Yalman’ın YARINKİ TÜRKİYE’YE SEYAHAT kitabını okuyunca:

”Nasıl olsa Köy Enstitüleri müzik işlerini olağanüstü kotaran Aşık Veysel, bu tür bilgileri onlara vermiştir, tekrara gerek yok! rahatlığı içinde pek sıkı tuttuğu programını gevşetti mi?

Bunlar birer kusur mu, yoksa ben mi bu kusurları sezmeye başladım? Bunları Kepirtepe’de de görüyordum ama gözümde bu denli canlandıramıyordum. Durup dururken Kepirtepe’de öğretmen olarak kalan arkadaşım Mehmet Yücel’i anımsadım. O, böyle durumlarda bize, Celâl Sahir Erozan’ın ünlü 19 Mayıs 1919 şiirinden:

-UYANIN SAMSUNLULAR! uyarısını tekrarlardı. Bununla arkadaşlara bir konuda tartışırken:

-İyi düşünün, yapılacak bir yanılgı size zarar verir!” demek istiyordu!

 

20 Aralık 1944 Çarşamba

 

İbrahim Yasa asker olmuş! Birisi bunu söyleyince gülenler oldu:

-Adam zaten askerdi. Hemen Burhan Güvenir arandı:

-Doç, doğru mu bu? Burhan Güvenir’ den ses çıkmayınca takılmalar başladı:

-Doç da birlikte gitmiştir. Şimdi ne olacak? Doç’ un köyünde sayılmadık bi rşeyler kalmıştı, onları kim sayacak? Ali Bayrak arka çıktı:

-Hemşerime bu kadar takılmanıza da gönlüm razı değil. Kesinlikle o Yasa ile birlikte gitmez. Zaten adam yaş olarak asker kaçağı durumunda. Daha Çifteler’ iken bir kaç kez Askerlik Şubesine çağırılmıştı.

Öğrenci Başkanı Hüseyin Atmaca konuşmaları duyunca açıklama yaptı:

-İbrahim Yasa asker ama Bakanlıklar arası anlaşma gereğince izinli olarak bize derse geliyor. Askerlik süresini doldurduğundan terhis işlerini tamamlamak üzere birliğine çağırılmış, askerliğinin bittiğini söyleyebiliriz!

Hüseyin Atmaca’nın açıklamasına karşın Burhan Güvenir ’in ardından konuşmalar sürdü. Burhan Güvenir geçen derslerde köyündeki genel durumu anlatmıştı. İstatistik bilgiler arasında sığır, koyun, at, keçi türü hayvanları saymıştı. Dersten sonra köpekleri soranlara Burhan:

-Sizin sayınızı öğrenip onlara katınca söyleyeceğim! demişti. Şimdi de birileri:

-Kedileri saymak için Çeltikçi’ye gitti! dediler.

 Kahvaltıda bu tür şakalaşmaların doğru olup olmadığı konuşulurken Nihat Şengül:

-Çiftelerli arkadaşların bu konudaki seviyesi bu! deyiverdi. İçlerinde bazıların bu olabilir ama tümünü böyle saymak benim garibime gitti. Aynı sınıfta olduğumuz, Mehmet Ünüvar öyle mi? Talip Apaydın’ı nasıl böyle diyebilirim. Öteki bölümlerden Muhittin İlhan, Süleyman Karagöz, İsmail Koralay, Süleyman Alkan için nasıl böyle düşünürüm? Ayrı bölümlerde olduğumuz için yakın ilişki kuramadığım başka arkadaşlardan da böyleleri kesinlikle vardır.

Tarih öğretmenimizin geldiğini bildiğim için erkenden salona gittim. Halil Dere takıldı:

-Benim tuttuğum yeri beğenmediğin için mi erken geldin?

Şükrü Koç beni savundu:

-Seni sevdiği için yanına gelmiştir. Arkadaşın tarih bilgisi iyidir, istediği yere oturur. Halil Dere Şükrü Koç’a sordu:

-Sen nerden biliyorsun onun tarih bilgisini? Şükrü Koç açıkladı:

-Tarih dersinde yeri geldikçe arkadaşları izlerim, özellikle soru sorulduğu zamanlar kendine güvenenlerin bakışı, duruşu bilgi durumunu belli eder. Buna sevindim. Şükrü Koç’la ilk yılımızda, özellikle inşaatta çalışırken işbirliği yapıyorduk. Harç taşırken kendimizi “Sibirya Sürgünü!” yerine koyar uzun tren yolu üstündeki kentleri sayardık. İkinci kata çıkarken ara ara duraklama yapınca “Omsk’a ya da Tomsk’a mı geldik yoksa burası İrkuts mu? falan diye kendimizi avuturduk. Sanırım o aşamada tarih olaylarından da söz ettik. Şükrü onları unutmamış.

Doç. Halil Demircioğlu ağır çantası elinde geldi. Gelir gelmez de:

-Genel tarihe bugünde bir göz atacağız, ne kalmıştı? Sordu ama karşılık beklemeden Amerika, Amerika Birleşik Devletleri! diyerek konuşmaya başladı. Durur gibi yaptı, devamla:

-Amerika, bir kıtanın adı. Dünyanın 5 kıtasından biri, Asya’dan sonra da büyüklükte ikinci.43 milyon Km2.Üstündr büyüklü küçüklü 22 devlet var. Bunların hepsi Amerika’da. Genel anlamda Amerika budur. Ancak, bizim dilimizde “Ehem-mühim!” kabilinde bir söz vardır. Burada da o geçerli. Bu 22 devletin biri olan Birleşik Devletler, özellikle Geçen Büyük Savaşı kazanınca “Mühim!” sıfatını kazandığından, Amerika denince önceliği almaya başladı. Bu savaşı da kazanacağı hemen hemen kesinleşmek üzere, sanırım gelecekte Amerika adı, öncelikle Kuzey Amerika’daki Birleşik Devletleri çağrıştıracak. Şimdi biz bile “Amerika!” diye söze başladık ama, anlatacağımız genellikle Kuzey Amerika’daki Birleşik Devletler olacaktır. Ancak sözü önce bildiğiniz Kristof Kolomb’la başlayacağız. Tarih 1492.Bizim tarihimize, Padişah 2. Beyazıt’ın birinci Cülus yılı. Babası Fatih Sultan Mehmet bir yıl önce ölmüş. Tarihe dikkatinizi çekmek istiyorum, Osmanlı devleti güçlü bir durumda. İngiltere, taht kavgalarıyla çalkalanıyor. Fransa küçük bir değil iki krallık. Almanya sözde bir imparatorluk ise de orada da Taç kavgaları sürüyor. İspanya, İberik Yarım Adasını Müslümanlarla Musevilerden ayıklama savaşları veriyor. İşte bu sıra Amerika kıtası, adsız bir dünya olarak ortaya çıkıyor. İlk giden Kristof Kolomp’la yanındakiler, buldukları toprakları sahiplenip uzun süre yağmalamışlardır. Yağma bunlarla da kalmıyor Papalık maskesi altında İspanya ile Portekiz yanında öteki Avrupa uluslarından da gemiler gelip gitmeye başlıyor. Bu yağma süreci yüz yıl kadar sürüyor. En büyük payı alan İspanya, Avrupa’da da söz sahibi oluyor. Hanedanlar arası kız alışverişi ülkeleri miras olarak alıp verme durumun getiriyor. İspanya, Felemenk gibi Alman İmparatorluk tacına da ortak olur. Bir yüz yıl sonra yani 1600’lü yıllarda İngiltere tek taç altında birleşmiş Kraliçe Elizabeth dönemini yaşamaktadır. Denizci bir halk halk olan İngilizler, İspanya’nın karşısına çıkar. İspanya koca bir imparatorluk. Yeni kıtanın taze nimetleriyle palazlanmıştır. Kendisine dikelen İngiltere’yi yok etmek için o güne dek görülmemiş bir donanma ile İngiltere’ye saldırır. Ancak, Atlas Okyanusu’nu yüz yıldır arşınlayan İspanyol denizciler, kuzey tarafının fırtınalarından habersiz olarak Büyük Armada adı verdikleri büyük bir filo ilde İngiltere’yi yok etmek üzere yola çıkarlar. Ancak büyük Armada İngiltere kıyılarına varmadan Atlas Denizinin dalgaları arasında yok olur. Bu olaydan ucuz kurtulan İngiltere, bundan sonra korkusuzca hatta cesurca Yeni kıtaya giderek küçük küçük yerleşim birimleri oluşturur. Bu birimlerin halklarını İngiliz gelenekleri doğrultusunda kaynaştırmaya özen gösterirler. Bu küçük birimlerin birleşerek büyük bir katman oluşturmasını bir çok insan önceleri kayrayamamıştır.17.Yüz yılın sonunda durum anlaşılır. İngiltere’nin yeni kıtada küçük ama bütünlüğü olan bir değil on sömürgesi vardır. Bunlar, İngilizce konuşuyor, İngiliz kralı için dua ederler. Özellikle bunların birleşmesi önlenmiştir. O zamanki yorumlara göre de İngiltere, küçük lokmaları daha kolay sindireceğini düşlemektedir. Başka ülkelerden gelen dağınık göçmenleri de kabul eden bu küçük sömürgeler, kendi koşullarını kabul ettirdiğinden giderek nüfusları da artar. Amerika büyük bir kıta, toprağı bol, sayısız göçmen gelmektedir. Özellikle 157O’lerdeki protestan katliamından kaçanlar can korkusuyla oraya sığındıklarında oldukça dağınık, bilinçsiz yerleştiklerinden belirli bir birlik kurmaları gecikmiştir. Sömürgeci İngiltere dünyanın başka yerlerine de sahip olmaya kalkışınca zengin bulduğu Amerika sömürgelerine vergiyi giderek ağırlaştırınca, o özenle ayrı tuttuğu küçük İngiliz sömürgelerinin yedisi kendi aralarında birleşip büyük bir birlik oluşturuyor. Zaman 1776. Yedi kardeş devletçik böylece Şimdiki büyük A.B.D’nin temelini atmış oluyor. Güçlü İngiltere’nin pençesinden kurtulmak için 20 yıl süren bir savaş sonunda yeni, genç bir birleşik devlet ortaya çıkıyor. Halk deyimiyle yetmiş iki buçuk türlü insandan oluşan Birleşik Amerika Devletleri o denli karışık sorunları çözmek için dünya devletleriyle fazla ilişki kurmuyor. Karmaşık halk topluluklarının kültürel birliği kolay sağlanmadığından kuzeyde kurulan başka kültürden gelen topluluklar bu birleşmeye katılmaktan kaçındıkça sorunlar savaşlar oluyor. A.B.D, bu savaşları kazanarak sonunda bildiğimiz 42 devletin birleştiği A.B.D olur. Olur ama kuruluşunun 50. Yılını kutlamaya hazırlanırken büyük bir iç savaşla karşı karşıya kalır. 5 yıl süren bu kanlı savaşta ilk İngiliz sömürgesini oluşturan grup isyancılara üstün gelince bu kez BİRLİK perçinleşmiş oluyor.

Böyle bir çırpıda olmuş gibi anlattığımız A.B.D olayının ayrıntılarına inince yeni bir dünya görüşü ile karşılaşmaktayız; Yeni bir dünya Devlet görüşü ; Din ile devlet işlerinin ayrılması. Yönetim, halkın seçimiyle oluşmakta, seçilenlerin görev süresi kesinlikle sınırlıdır,(4 yıl)Din işleri bağımsızdır, her dinden insanlar bir arada yaşar ama dinsel tartışmalara meydan verilmez. İnsanların geçmişten gelen acı din menkıbeleri öylesine iz etmiştir ki, Katolik olduğu bilinen bir kimseyi Cumhur Başkanı olarak seçmezler. Kuruluşundan beri seçilmiş olan 32 Cumhurbaşkanı içinde Katolik yoktur. Çünkü, geçmişteki büyük göçün nedeni Protestanların, Katolik (1572) kıyamı sonucu Amerika’ya sığınması unutulmamıştır.

Biz, bu konuya şekil olarak devlet oluşumu açısından bakmaktayız. A.B.D kendi çıkarları doğrultusunda politika yürütür. Herkesle dosttur ama bu dostluk karşılıklı çıkarlara dayanan bir dostluktur. Kuruluş yıllarında alınan kararlara göre ( Monroe Doktrini, 1823): A.B.D başka devletlerle işbirliği yapmaz, başka devletlerin işlerine karışmayacağı gibi kendi işlerine de başka bir devletin karışmasına meydan vermez!) kendi işlerine bir başka devletin karışmasına izin vermediği gibi kendi de başkalarının işlerine karışmaz. Böylece Eski Dünya ile yakın ilişkilerini kesmiştir. Ancak A.B.D’ ne zarar veren devletle savaş açılabilir. İşte bu karara göre 1914 dünya savaşında Almanya A.B.D. gemilerini batırınca savaşa girmiştir. İçinde bulunduğumuz savaşa da böyle bir neden yüzden girmiştir. Önce Japonya, sonra da Almanya A.B.D gemilerini batırınca sürmekte olan savaşa katılmıştır.1914-1918 Büyük Savaşına da bezer nedenlerle katılmıştı.

Öğretmen, A.B.D Osmanlı İlişkilerine de gelecek derste değiniriz! deyip ayrıldı.

Öğretmen ayrılınca Mehmet Kocaefe elini sıraya vurarak bir “Vay anasını!” çekti. Gülenler oldu. Muzaffer Kayhan Kocaefe’ye:

-Hemşerim, neden anası diyordun? Babasını desen ya! Hasan Özden:

-Konuşun konuşun, dedesini deseniz daha yerinde olur; herifler bütün dünyayı idarelerine almış. Baksanıza aldıklarından bir tekini elden kaçırmışlar. Bizim dedelerimiz ancak Viyana kapılarına kadar gidebilmiş. Aynı tarihlerde İngilizler “Üstünde Güneş Batmayan İmparatorluğu kurmuş! Ahmet Allı güldü:

Atmayın arkadaşlar, İngiltere’den batan güneş Birleşik Amerika üstünden geçmiyor mu? Ali Bayrak:

-Sus cahil, koskoca Kanada’yı unutuyor musun? Hasan Gülel (Küçük Hasan):

-Ayaklarınızdaki postalları unutmayın, onları İngiltere gönderdi!

Yemekte de İngiltere konuşuldu. Avustralya, Yeni Zelanda, onların çevresindeki sayısız adalar, Filipinler, Hindi Çini, Hindistan, Irak-Arabistan, Mısır, Güney Afrika, Kanada... Avustralya on milyon Km. Kanada On milyon Km. Hindistan dört milyon km. Arabistan. Mısır, Kap denilen Güney Afrika dört milyon km. Öteki kıvır zıvır da iki milyon km. olsa 30 milyon km. toprağa sahip. Kıvır zıvır dediklerim de küçümsenmeyecek yerler, Sudan, Kenya, Kamerun, Tanzanya, Kıbrıs, Malta) İngiltere’nin kendi toprağı ise Türkiye’nin 1/3’ü kadar. Toprağının her karışına karşılık 30 kat toprak. Nüfusu 40 milyon. Sömürge nüfusu 400 milyon. Her İngiliz için 10 köle Vay be!

Konu, Afrika Savaşlarına dönüştü. General Monty, (Montgomery) onun gazetelerdeki resimlerine göre giyinişi önce övüldü sonra da küçümsenir gibi oldu:

-İnsan Başkomutan olur da (Gerçekte başkomutan da değildi, Müttefiklerin başkomutanı A.B D’li Eisenhower’di) öyle mi giyinir? Alman general Rommel için ” Tam asker!” sıfatı kullanıldı.

 

                    

         General Montgomery (General Monty?

 

Ancak o beğenilmeyen Monty, tam asker denilen Çöl Tilkisi lâkaplı Rommel’i dize getirmişti. Rommel, önceleri, Cezayir’den Mısır’a dek tüm Kuzey Afrika’yı almıştı ama Monty karşısında ters geri dönüp kapağı Almanya’ya atmıştı. Sözü Askerlik kampına getirdik. Askerlik kampında da birilerine Rommel denirdi. Bir süre de kamp konuşuldu.

            *

Öztekin Öğretmen nota yazımı üstünde durdu, defterlerimizi kontrol etti .Abdullah Erçetin aferini kaptı .Çok güzel bir defter tutmuş. Az parça yazmış ama temiz yazmış. Benim defter ona göre iki katı fazla ama yazık ki yazmada aynı özeni gösterememişim. Neyse ki benden de arkalarda kalan çok var, öğretmen onları bir güzel payladı.

Koro çalışması yapıldı, sıra ile şeflik yaptık. Ben Ziraat Marşını söylettim. Son saatimiz serbest çalışma ile geçti, Hanon çalıştım. Parça 55 üç sesli çalışmada elin biri başka biri başka çalışınca oldukça afalladım. Şimdiye dek ne güzel alışmıştım, eller birbirine uyarak gidiyordu. Oysa şimdi sol el devinerek (do-re) giderken sağ el çift basıyor. Bu çalışmayı daha önce kısa süreli olarak çaldığım parçalarda çok yaptım ama bu kez süreklilik var. Sanki hiç beceremeyecekmişim gibi bir duyguya kapıldım. Faik Öğretmen Hanon’a başladığımda uyarmıştı:

-İbrahim, çalgı olarak piyanoyu seçenler arasında bunu çalışmaya kalkışanlar oldukça iddialı kimselerdir. Sen de heveslisin biliyorum ama çalışma zamanın kısa ;gittiğin yerlerde dileyelim de piyano olsun! Benim de bütün dileğim Faik Öğretmenin dileğinin gerçekleşmesidir.

 

 

Yatınca da aynı dileklerde bulunuyorum: ancak dileklerimin çalışırsan yerine geleceğine inancım da tam.”Çalışan kazanır!” Moliere Öğretmenimizin Karınca ile Ağustos Böceği fablını unutmayalım. Ayrıca babamın da bir sözü vardır:

“Çalışanın bir yüzü karaysa tembelin iki yüzü karadır!

 

21 Aralık 1944 Perşembe

 

Erken uyandım. Erken uyanmaktan pek hoşlanmıyorum. Arkadaşlar sere serpe uyurken uyanık olmak nedense bana hüzün veriyor. Sanki uyuyanlardan uzaklaşmışım gibi bir duyguya kapılıyorum. Kimi kez öylece durup çevremdekilerin kalkmasını bekliyorum. Kimisi ufuldayarak kalkıyor, kimisi birden zıplıyor. Bu arada kendimi düşündüm:

-Acaba beni de böyle gözleyen var mı? Hemşerim Kadir’in uyanışı ilginç; elinin tersiyle ağzını kapatır gibi yapıp esneyerek uyanıyor. Uyandığımda esnediğimi hiç anımsamıyorum. Esnemeyi ise uykudan önce uyumanın işareti sanıyordum. Bu sabah, Kadir gibi başkalarının da esnediğini görünce duraksadım;

demek sabah da esneniyormuş.

Kahvaltıda sordum:

-İnsanlar neden esner? Ekrem Bilgin:

-İnsan oldukları için karşılığını verince arkadaşlar güldü. ancak ben, kedilerin insanlar gibi esnediğini söyledim. Bu kez de bana inanmadılar. İnanmadılar ama konuştukça bir gerçek ortaya çıktı; arkadaşların hiç birisi benim gibi kedilerle ilgilenmemiş. Yumak adlı beyaz, Benekli adlı siyah beyaz, tavşan adlı kırçıl kedimiz olduğunu anlatınca şaştılar. İlgiyle dinlediklerini görünce kedilerden uzaklaşma olayını anlattım:

-Gerçekte bana kedileri sevdiren komşumuzun ben yaşındaki kızıydı. Kedileri kucağına alır, oradan oraya taşır, onlarla konuşurdu. İlkokula başladığımız sıralardı, kendi saçlarına takılan kurdeleyi Pamuk’un boynuna bağlamıştı. Kurdele kedinin boynunda kalmış. Bir süre sonra Pamuk evin yan tarafındaki gül ağacının dalında takılı kalıp öldüğü görüldü. Arkadaşım buna çok üzüldü. Günlerce ağladığı gibi beni de kurdeleyi çözmemekten sorumlu tuttu. Belki de okul nedeniyle kedilerle oyun bu olaydan sonra bitti. Ancak kediler üstüne kimi gözlemlerin canlı canlı durmaktadır. İşte esneme bunlardan biridir. Ocak ateşinde ya da soba başında ısınırken kucağıma aldığımda insan gibi ağzını açtığını görüyordum. Az sonra da kucağımda mışıl mışıl uyurdu.

Arkadaşlar güldüler. Hepsinin evinde kedi varmış ama kedilerin ayak altında dolaşmasından öte bir gözlemleri olmamış.

Hamdi Keskin Öğretmen, genellikle ders zili çalar çalmaz gelir. Bu kez bir gecikme oldu; gelip-gelmediği bile tartışıldı. Ancak görenler tartışmayı noktaladı. Gözlerimiz kapıda beklerken geçen dersi anımsadım; Abdülhak Hamit Tarhan için “Divan Şiirimize bir bakıma Avrupa havası getirmişti. Aruz kullandı ama işlediği konular, işleniş özellikleri çok farklıydı. Tiyatro eserlerinde olduğu gibi ötekilerde de bir tıpkılık olmamakla birlikte bir arayış vardı!” demişti. Örnek olarak da:

Kabr-i Selim-i Evvel-i Ziyaret’le (1.Selim’in mezarını ziyaret) İlhâm-ı Nusret (Allah’ın verdiği ilham) şiirlerini göstermişti.

        Kabr-i Selim-Evvel-i Ziyaret

     Bu yerde mu’tekif olmuş o çehre-yi haşmet

     Bu yerde muğterib olmuş o neyyir-i şevket

     Şu kâinat-ı kemalâta hak ne heyyette:

     Mezar şekline girmiş semâya sad hayret.......

     .................................................................

Açıklama.

       O haşmetli (gösterişli çehre) yüz, ibadet ediyor gibi .Sanki namaza durmuş! O nurlu yüz bu yere yakışmıyor, sanki gurbette gibi yabancı görünüyor. Dünyanın bütün varlıkları içinde mezar şeklinde görünen bir mesken (Köşk, saray)

 

        İlhâm-ı Nusret (*)

 

      Bildin mi bugün haddini ey düşmen-i mağrûr,

      Ey düşmen-i hayret-zede, ey düşmen-i makhûr

      Gördün mü ki Türk Ordusu isterse edermiş,

      Alçakları bir kat daha alçalmaya mecbur?..

      ......................................................................

Açıklama:

    “Ey gururlu(Kendini öyle sanan) düşman sonunda değersizliğini anladın mı?

Ey şaşkın, ey kahrolmuş düşman(perişan olan) olan düşman, bak gör, Türk Ordusu neler yapabiliyor; alçakları bir kat daha nasıl alçaltabiliyormuş!

(*)Çanakkale Zaferi üstüne yazılmıştır.

Şair, dil olarak ağdalı Osmanlıca’ dan kopamamış olmasına karşın konuları, içinde yaşadığı çağın dış etkilerinden esinlendiğini göstermektedir.

Bunları söyleyerek geçen dersten ayrılan Hamdi Keskin Öğretmen, besbelli bu derste de gene Abdülhak Hamit üzerinde duracaktır.

 Bu beklenti içinde oldukça rahat yerimde oturdum. Pusuda bekler gibi sakin sakin çevremdekileri izlerken Hamdi Keskin Öğretmen gülümseyerek geldi. Günaydını gene başını eğerek dedikten sonra:

-Bugün zamanı biraz geciktirdik, değil mi? diye sorduktan sonra hemen:

- Abdülhak Hamit gibi, geçmiş dönemlerin şiir kalıplarını benimsemiş fakat konularını çağının gerçeklerine oturtmayı amaçlamış başka şairlerden söz açacağız. Ancak bu çığırı açan Abdülhak Hamit Tarhan gibi tek değil, onları, değişik tavır takınmış kişiler olarak değerlendireceğiz. Halk Edebiyatından söz ettiğimi anladığınız sanıyorum! Önce bir ortak nokta saptayalım ;Halk Edebiyatı üstüne neler biliyoruz? Öğretmen sorusunu tekrarlayınca parmak kaldıranlar oldu. Mustafa Parlar, Süleyman Karagöz, Turan Aydoğan, Veli Demiröz, Mehmet Toydemir, Hasan Serinken sayabildiklerimdi. Öğretmen, Mustafa Parlar’ a söz verdi.

Mustafa Parlar, halkın geleneksel olarak oluşturduğu, türküleri, türkü sözlerini geliştirirken olayı şiire döndürdüğünü, daha sonraları bağlama ustalarının bu işi geçimsel bir şekle dönüştürdüğünü giderek bir yarış havası kazandığını, bu arada şekilsel farklılıklar doğduğunu ,,kalıp olarak da türler ortaya konduğunu, mısraların parmak hesabı sayılara döküldüğünü anlattı. Hamdi Keskin Öğretmen teşekkür ettikten sonra:

-Arkadaşınız verdiği bilgileri bir sıraya koyup tek tek tekrarlayalım mı? diye sorunca Turan Aydoğan hoplarca, birden el kaldırdı. Öğretmen gülerek söz verdi. Turan ölçü olarak önce 5+6,645,4+4,8 heceli şiirlerden söz etti, ad olarak da Koşma, semai, koçaklama, ağıt adlarını saydı. Ünlü Halk ozanlarından Aşık Ömer, Karacaoğlan, Dertli, Emrah, Köroğlu adlarını sıraladıdı. Öğretmen hepimize sordu:

-Arkadaşınızın bildiklerini biliyor musunuz? Derslikte kimseden tıs çıkmayınca öğretmen güldü. Bu kez Hasan Özden parmak kaldırdı. Öğretmen başıyla konuşmasına izin verince Hasan Özden:

-Arkadaşımız şairdir. Sanıyorum ki bu konuda söylediklerinden çok daha fazlasını biliyor. Siz arkadaşın bildiklerini deyince bunu düşündük. Hamdi Keskin Öğretmen sesli sesli güldü. Öğretmen:

-Öyleyse konumuza devam edelim deyip Ziya Gökalp’ten söz etti. Ziya Gökalp’in açık açık Avrupa’da, özellikle son yüz yılda gelişen yeni fikir hareketlerine katıldığını, yazar olarak o fikirlerden yararlanarak halkı aydınlatma aracı olarak basın yolunu seçtiğini, halkın anlaması için de sade bir dil kullanarak kolay anlaşılırlığı yeğlediğini anlattı. Örnekler okudu:

 

          Ahlak

 

        Ahlâk yolu pek dardır;

        Tetik bas önün yardır,

        Sakın hakkım var deme,

        Hak yok, vazife vardır!

       

        Hak milletin, şan onun,

        Gövde senin, can onun.

        Sen öl ki o yaşasın;

        Dökülecek kan onun.

        ...............................

        Millete ver canını,

        Ocağını, şanını..

        Bir âşık olsan bile

        Fedâ et canânını...

              Ziya Gökalp (Yeni Hayat-1915)

 

          Lisan

 

        Güzel dil Türkçe bize,

        Başka dil gece bize,

        İstanbul konuşması

        En saf, en ince bize.

 

        Lisanda sayılır öz

        Herkesin bildiği söz;

        Ma’nası anlaşılan

        Lügata atmadan göz.

        ................................

        Türklüğün vicdanı bir,

         Dini bir, vatanı bir,

         Fakat hepsi ayrılır

         Olmazsa lisânı bir.

               Ziya Gökalp (Yeni Hayat-!916)

 

Öğretmen:

-Bunların tamamını okuduğunuzu tahmin ediyorum, içinizde ortaokullara gidenler var; hiç değilse onlar okumuştur! deyince büyük bir grup:

-Hepimiz okuduk, Köy Enstitüsü olmadan önce Ortaokul kitaplarını okuyorduk! deyince Hamdi Keskin Öğretmen gülümseyerek bir süre durgunlaştıktan sonra:

- Köy Enstitüleri için de kitap olacak. Ancak öğrenci kitapları belli bir amaca yönelik olmalı. Köy Enstitüleri yeni kurulmuştur. Onların durumuna uygun kitapları, onları tanıyan yazarlar yazabilir. O yazarları beklemek zorundayız. Onlar ancak sizlerin içinden çıkacaktır. Hodri meydan!“ diye bir argo söz vardır. Bu sözü size söyleyince tam anlamıyla yerinde kullanılmış olacaktır.

Konuşmak isteyenler oldu ama öğretmen Ziya Gökalp için:

-Öğretici bir tavır içindedir. Şiiri, tıpkı Mehmet Akif gibi bir vasıta saymış, halkın bilmesi gereken konuları bir bir onların anlayacağı dille anlatmıştır.

Öğretmen, Ziya Gökalp’in Medeniyet, Sanat, İngiliz’den Sakın, millet, Vatan, Türklük, şiirlerini okudu. Şiirleri açıklamaya gerek olup olmadığını sordu. Karşılık beklemeden de:

-Ziya Gökalp, sözlüğe bakmadan da anlaşılırlığı ilke edindiği için halkın diliyle, halk için yazmıştır. Şiirlerinin büyük bir bölümü Serveti Fünûn anlayışının sürdüğü dönemlerde yayınlanmıştır. Onun katıldığı Genç Kalemler gurubu 1910 yılında doğduğuna göre Tevfik Fikret ününün doruğunda sayılırdı. Olayı bu açıdan düşünürsek kişileri daha iyi değerlendiririz. O karanlık, kargaşalı dönemlerde böylesi duru bir dille halka ulaşmayı amaçlayan Ziya Gökalp 1918 yılında da Yeni Hayat adıyla kitabını yayınladı. Çok büyük etkisi olduğu kesin. Derler ki, Genç Kalemler-Ziya Gökalp girişimi bir süre sonra kurulmuş olan Cumhuriyet Yönetimi için taban hazırladı. Nitekim, Atatürk Samsun’a çıktıktan sonra Anadolu yolculuğuna başlarken söylediği Gençlik Marşı, Genç Kalemler dergisini çıkaran Ali Canip Yöntem’ in imzasını taşımaktadır.

  

         Medeniyyet

 

      Avrupa bir akademi, âzâları milletler;

      Her biri bir nurlu dehâ, çünkü ayrı harsı var.

      Avrupa bir dâr-ül- fünûn hocaları milletler;

      Her birinin ihtisâsı, bir örneksiz dersi var.

  

      Bu nurlardan biri sönse medeniyyet loş kalır;

      Derslerinden biri durur, bir kürsüsü boş kalır.

 

      Medeniyyet beyn-el-milel yazılacak bir kitap;

      Her faslını bir milletin harsı teşkil edecek.

      Medeniyyet bir konser ki bir çok çalgı, saz, rübâb

      Birleşmekle bir ahengi ancak tekmil edecek.

 

      Bu kitabın bir mebhasi eksik olsa okunmaz,

      Bir âleti yoksa, âhenk gönüllere dokunmaz.

             Ziya Gökalp( Yeni Hayat )

 

           San’at

 

         Dinle, yeni şair, eski ozanı,

         Okuyor yürekten Altın Destan’ı...

         Deme kobuz kırık, yoktur çalanı,

         Çalgı gönül sesi, kobuz bir ağaç.

 

         Kutlutaş’ı yoksa ilhâmı kutlu

         Kanı gür, içmezse kımız ne mutlu

         Umut bir kanatsa, daim umutlu

         Ona ozan derler, yoluna Ortaç.

 

         Diyor ki :Siz Parnasse,bir Ortaç eri;

         Bizden olan her fert görür ileri;

         İğreti sanattan, millî hüneri

         İstemez yabancı eserlerden baç!

 

        Arûz sizin olsun, Hece bizimdir,

        Halkın konuştuğu Türkçe bizimdir,

        Leyl sizin, şeb sizin, gece bizimdir,

        Değildir bir ma’nâ üç ada muhtaç.

 

        Irmağız, her akan sele uymayız,

        Şarktan, garptan esen yele uymayız,

        El uysun bize, biz ele uymayız,

        Biz dilmaç değiliz, yalvacız yalvaç.

 

         Halk bir virân kale, duvarı siyah,

         Giren de peşîmân, girmeyen de âh;

         Duyarız biz ona hürmet, siz ikrâh,

         Size dert vrev şey bize bir ilâç!

 

        Bu yerde biz bulduk gizli bir hazne;

        Dağarcık omuzda girdik içine,

        Bu inci gerdanlık, şu elmas iğne,

        Hep ondan çıkmıştır, gözlerini aç.

 

        Ey şair Parnasse’tan çık, gel Ortaç’a;

        Boudelaire’i, Verıaine’i kesme haraca;

        Sen kendi gücünle tırman yamaca;

        Bir yükseliş olur belki bir mi’raç...

 

                  Ziya Gökalp ( Yeni Hayat)

Öğretmen:

- Ziya Gökalp’in devlet kademelerinde çalışmamış, politikacı olarak da herhangi bir partiye girmemiştir. Buna karşın İngilizler İstanbul’u işgal edince savaş sorumlusu saydıkları bir grup arasına Ziya Gökalp’i de katıp Malta Adası’na sürmüşlerdir. İki yıl kadar kaldığı Malta günlerinde İngilizleri yakından tanıyan şairimiz bir de uyarı şiiri yazmıştır! İngilizlerden Sakın!

Yaşanmış bir sürecin duyguları olması bakımından çok önemli! dedikten sonra öğretmen şiiri okudu:

          İngilizlerden Sakın

 

         Kardeş dalgın çıkma yola,

         Bir yol tut ki emin ola...

         Önde varsa bir İngiliz,

         Gitme sakın, fena bu iz:

         Çalmaz yalnız o keseni,

         Soymaz yalnız elbiseni,

         Ruhunu da bütün soyar,

         Sende ne his, ne din koyar..

         Önce çalar vicdanını,

         Sonra alır vatanını.

         Vatanları odur yıkan,

         Yüz devlete vâris çıkan.

         Odur boğan hürriyeti,

         Esir alan bu milleti...

         Hind’i, Mısrı odur yutan,

         Denizleri elde tutan.

         Boğazlardan kaçmış iken,

         İstanbul’a girdi sulhen:

         Dağıtarak ordumuzu,

         Parçaladı yurdumuzu.

         Tepemize astı balta:

         Korkmayana hazır Malta!

         Halifeye vurdu zencir,

         Şerifleri etti ecir..

         Gazîlere açıp dâvâ

         Şeyhislâmdan aldı fetvâ..

         Hiçe sayıp kinimizi

         Alt üst etti dinimizi.

         O göründü bu ülkede,

         Kaldı imân tehlikede.

         Kâ’be bile ona tutsak,

         Halk unutmaz biz unutsak..

         Medine’yi etti mahbûs,

         Peygamber’i etti. me’yûs...

         Irak’a da saçtı belâ,

         Oldu her yer bi Kebelâ..

         Bütün dünya onun kulu,

         Bir hür kaldı Anadolu!

         Odur açan zulme cihâd:

         Borcumuzdur ona imdâd.

         Allah Resûl hep şahidler

         Şimdi bizden bunu ister.

               Ziya Gökalp ( 1922)

Hamdi Keskin Öğretmen, az duraksadıktan sonra:

-Üç şairimizi bir arada inceleyeceğimizi söylemiştim; üçünden de örnekler okuduktan sonra topluca bir değerlendirme yapalım! İkinci şairimiz Mehmet Emin Yurdakul. Bunu, Ziya Gökalp ölçüsünde tanımadığınızı sanıyorum! Deyince parmaklar kalktı. Nedense öğretmen parmakları görmezden gelerek:

-Biz Nasıl Şiir İsteriz? deyip yüzlerimize baktı. Gene parmak kaldıran oldu. Öğretmen:

-Yok, yok; bu soruyu Mehmet Emin Yurdakul Türk Halkı adına sorup, cevabını kendi veriyor!

 

        Biz Nasıl Şiir İsteriz

 

      “Köroğlu” ne ? Anadolu dağlarında görünen,

      Hep evleri, yapıları çamurlara bürünen

      Köycüklerde renc-berlerin yurtlarında okunur:

      Bir kitap ki ya bir yetim keçisini çaldırtır;

      Ya bir çiftçi çocuğunu ıssız dağa kaldırır;

      Öyle şeyler belletir ki akıllara dokunur.

            *

      Fatih nedir? İstanbul’un surlarının altında,

      Karadeniz boğazı’ nda, Hisar’ların sırtında,

      Gayet güzel düşünülmüş, gayet iyi duyulmuş

      Bir şiir ki şehitlerin al kanıyla yazılmış;

      Bir kılıç ki kitabının alt yanına asılmış;

      Bir altından heykeldir ki bir odaya konulmuş

            *

       Biz o şiiri isteriz ki çifte giden babalar,

       Ekin biçen genç kızlarla odun kesen analar,

       Yanık sesi dinlerlerken gözyaşların silsinler.

       Başlarını açık, beyaz sinesine koysunlar;

       Bir çarpıntı, bu ses nedir? Neler diyor? Bilsinler.

               Mehmet Emin Yurdakul (Türkçe Şiirler)

 

          Bırak Beni Haykırayım

 

      Ben en hakir bir insanı kardeş duyan bir ruhum;

      Bende esir yaratmayan bir Tanrı’ya îmân var.

      Paçavralar altındaki yoksul beni yaralar;

 

      Mazlûmların intikamı olmak için doğmuşum.

      Volkan söner, lâkin benim alevlerim eksilmez;

      Bora geçer, lâkin benim köpüklerim eksilmez;

 

      Bırak beni haykırayım, susarsam sen matem et;

      Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet

      Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir;

 

      Zaman ona kan damlayan dişlerini gösterir.

      Bu zavallı sürü için ne merhamet, ne hukuk;

      Yalnız bir sert bakışlı göz ,yalnız ağır bir yumruk!...

                  

                Mehmet Emin Yurdakul (Türk Sazı)

 

          Bıçaksız Kaatiller

 

      Diyorlar ki: “Bak, şu katil insan değil canavar;

      Bir ma’sumu kaplan giibi parçaladı o alçak.

      Mâdâmı ki kan dökene cezâ veren kaanun var;

      Bu hain de elbet bir gün ettiğini bulacak...”

 

      Lâkin neden zindân, zincir, satır, her şey bunlara?

      İçimizde kaatil olan bunlar mıdır yalınız?...

      Her ölenin gövdesinde bulunur mu bir yara?

      İnsânoğlu cinayetler yapmıyor mu bıçaksız?..

 

      İşte size bir çocuk ki, sürünüyor sokakta;

      İşte size bir kadın ki, inliyor yatakta;

      Bakın, bunlar bıçaklarla ölenlerden daha çok!..

 

      Zavallılar, şu hayattan bir küçük tad almadan

      Ağlıyarak, inleyerek gidiyorlar dünyadan;

      Ya ne için bu bıçaksız kaatillere bir şey yok?....

            Mehmet Emin Yurdakul (Türk Sazı)

Hamdi Keskin Öğretmen, okuduğu şiirlerin mısra kümelerine dikkatimizi çekti. Ziya Gökalp’in açık açık yabancı taklitçiliğine karşı olmasına karşın Mehmet Emin Yurdakul’un Fransız şiir mısra kümeleşmesini benimsediğini belirtti. Üçüncü şairimizden örnekler okuyalım dedikten sonra sonra bu konuda ayrıca duracağımızı belirttikten sonra Rıza Tevfik Bölükbaşı’dan Yunus Emre’ye Armağan şiirini okudu.

 

         Yunus Emre’ye Armağan

   

       Yüce dağlar ardından-Deni aşuru geldim

       Evliyalar yurdundan -Selâm tapşuru gekdim..

 

       Ulu bir şara vardım -Dosta armağanım var

       Erenlerin bağından -Güller devşiru geldim.

 

       Boz bulanık bir çaydım - Aşk iline baş urdum.

       Çalkanıp sefâ buldum -Süzülüp duru geldim.

       Yunus’un toprağına - Vardım yüzün sürmeye

       Sildim gönül pasını - Yanuben aru geldim

 

       Cûşa geldim çağlarım - Aşık oldum ağlarım

       Candan coşan esrârı -Döküp tapşıru geldim .

 

       Rıza Tevfik Allah’tan - Ayrılma o dergâhtan

       Ben kurtuldum günahtan –Eğriydim, doğru geldim.

                  Rıza Tevfik (1914)

 

Şiirden sonra öğretmen:

- Yunus Emre için “Halk Şiiri’ mizin doruk noktasıdır. Ayrıca üstünde duracağız. Şairimiz de onun izinde olduğunu belirtmektedir!

Ders bitiminde Hamdi Keskin Öğretmen, ”Konumuzu sürdüreceğiz!” deyip ayrıldı. Öğretmenden sonra birileri:

- Rıza Tevfik adını Halil Demircioğlu duymasın! uyarısında bulundu. Ayrılmak zorunda olduğum için sonucu bekleyemedim. ”Adam affedildi! Sözleri arasında ayrıldım.

               *

Doç. Niyazi Çitakoğlu, neşeli geldi; gelir gelmez de ilk sözü de geçen dersten oldu:

-Okul Müdürü bir daha odasını bize bırakmaz, makamını doldurduğumu anladı! Mustafa Saatçi sordu:

-Siz, o masaya ısındınız mı? Öğretmen gülerek:

-Ayağınla geldin, o sözü Almanca sor! deyip Mustafa Saatçi’yi karşısına aldı. Mustafa Saatçi duraksayınca öğretmen cümleyi kısalttı:

-Siz ısındınız mı? Ben ısındım, sen ısındın, o ısındı.... Ben güldüm, sen güldün, o güldü.....Öğretmen:

-Bir Türkçe söz vardır, ”Eğri oturup doğru konuşmak!” bu sözü duydunuz mu? Sorunun karşılığını beklemeden kendisi karşılık verdi:

-Duymadınız tabibi, duysanız bile unuttunuz! Unutmak da bir meziyet sayılıyor! Bir süre yüzümüze bakarak:

-Bari, bir süre Türkçe gramer çalışalım, unuttuklarınızı hatırlarsınız belki! dedikten sonra hepimizi süzerek Mehmet Başaran’a takıldı:

-Ne dersin? Öğretmen soruyu tekrarladı :

-Vollen vier? Mehmet Başaran:

-İch volle gut! dedi. Öğretmen birden toparlanır gibi yaparak Mehmet Başaran’a sorular sordu:

-Kaç yaşındasın, Boyun kaç, kilon kaç, hangi dersi seviyorsun? Mehmet Başaran karşılıklarını verdi. Hepimiz şaşırdık. Bu kez öğretmen, Başaran’a özel görev verdi:

-Bu sorduklarımı Almanca olarak cevapla. Öğretmen, Hüsnü Yalçın’a sordu:

-Bu sorduklarımı Bulgarca olarak söyler misin? Hüsnü gülümseyerek:

-Öğretmenim ben, İlkokulu Bulgarca olarak bitirdim, elbette söylerim! Öğretmen sorular sordu, Hüsnü karşılıklarını verdi. Öğretmen bu kez de Emrullah Öztürk’e takıldı:

-Sen de ilkokulu Bulgarca mı okudun? Emrullah Öztürk karışık okuduğunu söyleyince öğretmen güldü:

-Demek Bulgaristan’da da okul işleri karışık! deyip dersten ayrıldı. Öğretmen ayrılınca sorular soruldu:

Öğretmen Mehmet Başaran’a neden başka soru sormadı? Mehmet Başaran’dan ummadığı bir doğru cevap alınca, neden konuşmayı Almanca sürdürmedi de Türkçe’ ye çevirip söz kalabalıklığı etti? Sorunun cevabını Mehmet Başaran verdi:

-Bir soru daha sorsaydı foyam meydana çıkacaktı. Önümde Tahsin Gökşingöl’ ün kitabı açıktı. Tam o sıra gözüm Vollen vier’e takıldı, devamı olan İch volle gut’u söyleyiverdim. Sami akıncı ise:

-Arkadaş eksik söyledi. Ancak öğretmen çok iyi niyetli, küçük bir kımıldamayı daha canlı duruma getirmek için gayret ediyor. Nitekim arkadaşa gösterdiği yakınlık bundan. Ödev diye verdikleri de ta orta birinci sınıfta yaptıklarımız! Sami Akıncı’yı haklı buldum; ben çalışamıyorum, benim zamanım yok, sürekli piyano çalışıyorum. Ancak Almanca öğrenmenin gereğini de duyuyorum. Öteki arkadaşlara şaşıyorum, Kepirtepe’ de de böyle bir durum vardı; Neyse ki, orada böylesi çalışmaya karşı direnç gösterenler hep öğretmenliği seçmiş, köylere dağılmışlardı. Buraya gelenler çalışkan, çalışmayı da sürdürmek isteyenlerdi. Hasan Üner’i düşünüyorum; o denli kitap okuyordu ki, ben okuyacağım kitapları hep ondan soruyordum. Şimdilerde konuşmalarından anlıyorum, hiç kitap okumuyor. Okumayışının nedenlerini sorduğumda bana:

- Hayvanlar üzerine yazılmış pek kitap yok, demek ki benim mesleğim kitapsızlar mesleği! gibisine anlamsız sözler söyledi. Oysa benim bildiğim hayvanlar bakımları için koskoca Veteriner okulları var; Ziya Gökalp, Mehmet Akif Ersoy o okullardan yetişmiş. İlkokul arkadaşım Şakir, Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü Veteriner Bölümünde okuyor. Hüseyin Orhan da Hasan Üner çzgisinde. Oysa onunla kendi kendimize söz vermiştik:

-Almanca dilini öğreneceğiz! Ben, bahane buldum, bu işi biraz geriye bırakacağım! Arkadaşımın bölümü Tarla-Bahçe işleri, zamanı olduğunu kendisi söylüyor; öyleyse neden çalışmıyor? Mustafa Saatçi Maden İşleri’nde, Halil Basutçu Yapıcılık Bölümü’nde. Hüsnü Yalçın’la yazın birlikteydik. Arkadaşa Ahmet Emin Yalman’ın tartışma yaratan kitapçığını bile okutamadım .”Oku!” dediğimde bana:

-Sen anlattın işte, daha nesini okuyayım onun? gibilerde savunma yapmıştı.

            *

Yemekte, arkadaşlar sevinçliydi; İngilizce dersleri boş geçmiş. Bunu duyan hemşerim Kadir Pekgöz hayıflanarak:

-Bizim ki neden aksatmadan gelir, hiç özel işi yok mu onun? gibilerde bir söz etti. Patlayasım geldi ama kendimi tuttum. Ancak, Kepirtepe’deki okuma-çalışma tartışmalarımızı anımsatıp, biraz silkinip buradaki genel havaya uymak zorunda olduğumuzu söyledim:

-Sınıfımız 60 kişi. Bu altmış kişi üç okuldan gelen öğrencilerden oluşmaktadır. Bunları, çalışma-çalışmama konusunda bir elekten geçirsek, çalışmaya sırt çevirenlerin çoğu Kepirtepe kökenli çıkar! Oysa öteki iki okuldan gelenlerin sayıları bizim iki katımızdır. Kızılçullulu arkadaşlar bana karşı oldu. Nihat Şengül beni öne sürdü. Abdullah Erçetin’se Sami Akıncı’dan söz etti. Direttim:

-Daha, daha?

            *

Öztekin Öğretmen:

-Bugün biraz imlâ yapalım mı? diye sordu. İmlâ dediği, piyano ya da kemanla notalar çalıp onları porte üstüne yazmak. Bir tür sesleri tanıma çalışması. Daha önceleri 2’lik,4’lik üstüne yapıyorduk, bugün 8’liklere başladık.Önce3 Öztekin Öğretmen piyanoya oturdu. Çaldıklarının çoğunu ellerin piyanodaki hareketine bakarak yazdım.9/10 olarak başarılı oldum. Birinci bölümden sonra öğretmen notalar verdi ben seslendirdim. Öğretmen arkadaşları gözetledi. Abdullah Erçetin gene “Aferin!” aldı. Öztekin Öğretmen Abdullah’a “Aferin!” dedi ama arkasından da payladı:

-Yeteneğin var be kuzum, onu neden geliştirmiyorsun? İnsanlar kendini zorlayarak başarı kazanıyor, sense başarıyı elinle itiyorsun! gibilerde sözler söyledi. Öğrencilik arkadaşlarından birini örnek verdi:

-Benzetmek gibi olmasın ama tıpkı Abdullah gibi müzik için yaratılmış biriydi. O zaman okul müdürü olan İhsan Künçer, (Şimdi, Cumhurbaşkanlığı Bando Şefi Albay) törenlerde arkadaşı örnek gösteriyordu. İki yıl sonra ise arkadaş, okulu bitiremeden ayrıldı. Buna bir bakıma kovulma da diyebilirsiniz. Olayın sonu üzücü değil mi?

Öğretmen daha sonra kemancılarla grup çalışması yaptı. Alt odadaki piyanoda çalıştım. Hanon numara 55’i oldukça başardım. Faik Öğretmen Robert Schumann Kinderszenen’den Treumari ile 1.Parçayı vermişti. Rüyayı ise sürekli çalma grubuna seçmiştik.1. Parçayı beğendirmek için direniyorum. İlginç bir parça; sağ elin küçük parmağı sürekli ince sol sesine uzanıyor. Sol tuşuna çok dengeli basmazsam arka arkaya çıkan sol sesleri farklılık gösteriveriyor. Parmaklarımı iyi kullandığımı sanıyorsam da bu parçada olduğu gibi aralıklı notaya tek olarak küçük parmağı basmak oldukça dikkat istiyor. İşi gevşek tutup özensizce basınca aynı notalar farklı çıkıveriyor. Arka arkaya içli içli çıkması gereken sol sesleri, alaturka olarak dalgalanan sol oluveriyor.(Ağı,ağı,ağı gibi....)

Tam kalkmak üzereyken Doğan geldi, Rüya’yı kapıda durup dinlemiş, girince:

-O parçayı kemanla çalıyorum, deyince; birlikte çalmaya karar verdik. Hemen de düş kurduk: -Robert Schumann: RÜYA. Çalanlar; Doğan Güney keman, İbrahim Tunalı piyano! Doğan, saygılı arkadaş, hemen benim adımı önce söylemeye kalktı. Konser geleneğini anımsattım; resitallerde keman önce söylenir. Keman-piyano için bestelenmiş tüm eserlerde keman önde sayılır. Konuşarak yemeğe gittik.

Doğan’la geldiğimi gören hemşerim Kadir takıldı:

-O kızan,(Trakyalı ağzında çocuk) seni hiç bırakmıyor, ne çabuk sevdirdin kendini ona! Hemşerimin Kepirtepe’ de müzikle ilişkisi olmadığı için, benim Doğan’la yakınlığımın daha Alpullu’ da(1939) başladığını bilmiyor. Neyse ki Abdullah Erçetin var, yeri geldiğinde tanıklık ediyor.

 Yemekten sonra kitaplıkta Cumhuriyet Ansiklopedisini karıştırdım. İstanbul Camileri, Fatih, Beyazıt, Süleymaniye, Sultan Ahmet. Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselme dönemi padişahları cami yaptırmış, ötekiler nedense cami yaptıramamışlar. Besbelli camiler kazanılan savaş ganimetleriyle yaptırılmış. Sultan Ahmet camisini Padişah 1.Ahmet yaptırmış,1604-1614 yıllarında. Yükselme dönemi ile Duraklama dönemi arası. Gerçekte duraklama padişah 3.Mehmet’le başlamış ama gene de Padişah 1.Ahmet dönemini kapsayan bir süreç olarak söylenmektedir. Kimileri de bu dönemi Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’nın öldürülmesine bağlamaktadır; padişah 3.Murat dönemi, yıl 1579.3.Murat,Kanuni Sultan Süleyman’ın torunu.2.Selim’in oğlu. 1574 yılında padişah olmuş,21 yıl süren padişahlığında büyük savaşlar olmamış, ancak sınır boylarında önemli sayılan noktalarda çatışmalar olmuştur.1595 yılında ölmüştür.130 çocuğu olduğu söylenmektedir. Bunlardan 20’si erkektir. En büyükleri şehzade Mehmet, 3. Mehmet, adıyla Tahta oturunca 1’le 26 yaş arasında 19 kardeşini boğdurarak öldürtmüştür. Bir gün içinde boğdurulan 19 kardeşin, toplum üstündeki olumsuz etkisi yıllarca sürmüş, Osmanlı soyuna güven sarsılmıştır. Bu güven sarsıntısı 3.Mehmet’le başladığından bu gaddar padişah aynı zamanda , Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasını başlatan uğursuz kişi olarak da anılmaktadır. Gerçekten, Osmanlı Devleti 1300 yılında kurulmuştur.1600 yılına dek tam 300 yıl,12 padişah tarafından büyük başarılarla büyük bir imparatorluk olmuştur. Bu on iki padişahın yuvarlak olarak ortama saltanatları 25 yıla karşılık yıkılış dönemi sürecindeki 24 padişahın, çöküş süreci olan 320 yılda ortalama saltanat süreleri 13 yıldır. Bir kişinin başarı 25 yılına karşılık iki kişinin yıkmak için 13’er yıl yiyip içmişler!

Biliyorum, Malik Aksel Öğretmen bunları söylemeyecek ama gene de benzer söyleyecekleri olacağını umuyorum. Göze görünen eserler yükselme döneminden olduğuna göre yıkılış süreci olan 320 yıl için susmak biraz vurdumduymazlık olur. Malik Öğretmen bunu yapmaz!

Yatınca anımsadım, akordiyon almak için İstanbul’a gittiğimde, köprüye kadar yürümüştüm. Orada çok büyük bir cami vardı. Güvercinli cami. Merdivenlerinde karga benzeri güvercinler merdivenlerde gugurdaşıp duruyordu.. Güvercin deyince bizim güvercinleri anımsıyorum; kar gibi beyaz ya da kınalı, benekli, paçalı, tepeli...Oysa onlar, sayılamayacak kadar çok ama hepsi bir birinin benzeri, tıpkı kargalar gibi. Güvercinler gibi atlayıp, öyle gagur gugur ses çıkarmasalar güvercin olduklarına inanmayacağım.1941 Nisanında Hasanoğlan’ a giderken de oradan geçmiştik. Namık Ergin Öğretmen bayanları göstermişti, ellerinde kese kâğıtları, güvercinlere yem atıyorlardı. Bu güvercinlerin bizimkilerden bir farkı da onlara yem atan herkesin etrafını sarması. Oysa bizimkiler, babamdan başka kimsenin çevresinde toplanmazlar.

Güvercinler beni gene Kepirtepe’ye uçurdu. Hamitabat gezisine gittiğimizde Milletvekili Zühtü Akın’ın bahçesinde otururken bize ev sahipliği yapan Osman Özalp Amcanın uçan güvercinleri göstererek:

- İbrahim, senin güvercinler bizim köyü de şenlendiriyor. Sabahları bir akşamları bir olmak üzere günde iki uçuş yaparak bizim göklerimizi de renklendiriyor! demişti. Bu söze arkadaşların hiç aldırmayışına şaşmakla birlikte oldukça gururlanmıştım. Özellikle okul müdürümüz İhsan Kalabay’ın:

-Yakınsa gidelim! demesi çok hoşuma gitmişti. Ancak, Kırıkköy’e uğranılacağı daha önce duyurulduğundan, bizim köye gitmek gerçekleşmemişti. Kepirtepe, Hamitabat, Kırıkköy, Çeşmekolu arasında dolaşırken uyudum.

 

22 Aralık 1944 Cuma

 

Arkadaşım Muttalip Çardak yanımdan geçerken takıldı:

-Arkadaşım, İstanbul, senin yolunun üstünde, geçerken birini ikisini görmüşsündür; söyle şunların adlarını da öğretmen sorunca söyleyeyim. Konuşmamızı duyan Halil Basutçu sordu:

-Sizin bölümünüz Güzel Sanatlar değil mi, ne işiniz var sizin camilerle? Bizim Yapıcılık Kolunda bile yok cami inceleme! Dersimizin Sanat Tarihi olduğunu, camileri de sanat yönünden incelediğimizi anlatınca arkadaş gülerek:

-Bizim de Sanat Tarihi dersimiz var, biz o derste, ünlü ressamların eserlerini, heykelleri, heykeltraşlığın önemini, mimarî eserleri, mimarî eserlerin özelliklerini okuyoruz. Konuşmamız sonunda vardığımız sonuç, ortada bir anlaşmazlığın olduğunu, bunun da bizim konuşmalarımızdan kaynaklandığı kanısına vardık.

Kahvaltıda da aynı konu konuşuldu:

-Biz camileri neden öğreniyoruz? Bunu öğretmenden açıkça soralım. Kim soracak? Bunu ben sordum. Arkadaşlar da öğretmene, benim sormamı uygun buldular. Kaçamak yapamadım; ancak soruyu azıcık değiştirmek gereğini duydum. Resim çalışıyoruz, gelecekte bir olasılık Köy Enstitülerinde resim derslerine de gireceğiz. Resmi sevdirmek için büyük ressamlardan söz edebilmek için acaba burada biz bu tür bilgi alacak mıyız? Ünlü müzelerin adlarını öğreniyoruz. O müzelerdeki ünlü heykeller hakkında kendimiz bilgi sahibi olacak mıyız?

             *

Oldukça tehlikeli bir görev yüklendiğimin ayırdındayım. Salona gidip sobayı sıkı sıkı doldurdum. Malik Öğretmen gelir gelmez sobayı gözden geçiriyor. Söylemiyor ama açık açık da sobadan beni sorumlu tutuyor. Hava da oldukça soğuk.

Malik Aksel- Veysel Erüstün Öğretmenler geldi. Veysel Öğretmen Bölüm başkanının odasına girdi. Malik Öğretmen sobayı kontrol ettikten sonra bana:

-Kendin üşüdüğün için mi yaktın bu sobayı yoksa dersimizin iyi geçmesini istediğin için mi? Dersimizin, her zamanki gibi iyi geçmesini istediğim için, ancak bugün bir de sorumuz olacak belki ders uzayabilir düşüncesiyle bir kaç kürek fazla attım. Malik Öğretmen sözlerimi duymamış gibi:

-Geçen ders deyip, Ayasofya Müzesi yapıldığı zamanki Bizans meydanından başladı:

-Romalılar büyüklük tutkusuna meyyal insanlarmış, yaptıkları hep o güne dek yapılanların büyüğü olsun istemişler. O günlere göre büyük şehirleri hep onlar kurmuş, büyük köprüleri, büyük tiyatroları, günümüzde de yıkıntı bile olsa büyük büyük duruyorlar. Bizans da Roma demektir; Roma’nın doğu kesimi. Onlar da kendilerini Romalı sayıp atalarının geleneğini sürdürmüş. Üstünde durduğumuz Ayasofya da böyle bir isteğin ürünüdür. Bu yetmemiş, Ayasofya’nın ihtişamını halkın gerektiğince görmesi için şimdiki Sultan Ahmet Meydanı’nın tamamını dolduran bir yarış alanı yapmışlar. Büyük at yarışları, sporun her türü için özel bölümler ayırmışlar. Bu meydanın gösterişli olması için Mısır’dan yekpare yazılı taşlar getirmişler. Ancak Bizans da Roma gibi bir gün çöküşe geçince bu görkemli meydan da talana uğramış, hatıra olarak dikili taşlar kalmıştır. Meydan, Osmanlı yönetim yeri olan Topkapı Sarayına yakın olduğu için halka açılmamış, uzunca bir süre eski bütünlüğünü korumuştur. Osmanlılar İstanbul’u alınca uzunca bir süre şehrin eski düzenini korumuştur. Fatih Sultan Mehmet, büyük bir bölümünün Hıristiyan olduğunu bildiğinden İstanbul’u alır almaz Müslümanların din işlerine taşkınca sarılmasına izin vermemiş.30 yıl gibi uzunca bir süre saltanatına karşın adına cami yapılmaması bundandır. Fatih Sultan Mehmet’in, fetihten on yıl sonra adına cami yapılmasına izin verdiği söylenmekte ise de söz konusu cami ile günümüzdeki Fatih Camisi’nin bir ilişkisi yoktur. Günümüz Fatih Camisi’nin üslûbu, tamı tamına 18. Y. Yıldır. İstanbul alındığında muhtelif bölgelerine dağılan Müslümanlara namaz vakitleri davullarla duyurulmuştur. İstanbul’da padişah adına yapılan ilk cami Fatih’in oğlu 2. Beyazıt için, sonradan o bölgeye adı verin Beyazıt Camisi yapılmıştır. Tıpkı, dedesi Fatih gibi büyük padişahlarımızdan torun Yavuz Sultan Selim de saltanatı sürecinde cami yaptırmamış yapılmasına da izin vermemiştir. Yavuz Sultan Selim adını taşıyan cami, Yavuz Sultan Selim’in oğlu padişah Kanunî Sultan Süleyman döneminde yaptırılmıştır. Ayasofya ihtişamıyla boy ölçüşecek ilk cami Kanunî Sultan Süleyman’ın Mimar Sinan tarafından yapıldığı bilinen Süleymaniye Camisidir. Öyleyse biz de dersimize, İstanbul’daki özüyle-sözüyle bizim olan Süleymaniye ile başlayacağız! Malik Öğretmen duraksayıp yüzlerimize baktı. Bana baktığını sanıp dikkat kesilince sanırım anımsadı:

-Hı, deyip işaret etti:

-Sor bakalım neymiş konu?

Ben. ”Öğretmenim, Yapı Kolundaki arkadaşlar da Sanat Tarihi dersi görüyorlar. Ders adları aynı olmasına karşın konular çok başka. Biz daha çok camiler üzerinde duruyoruz, oysa onlar büyük ressamlardan, heykeltıraşlardan, müzelerden söz ediyorlar. Malik Öğretmen güldü:

-Sorun güzel ama, konuyu iyi incelememişsin, ya da seni yanıltmışlar. Biz camileri okumuyoruz, camilerimizin kendine özgü bir iç donanımı var. Bu, aslında yerinde incelenerek görülecek bir ders. Ne yapalım ki sizin okul kurallarınız, incelemeleri bir defa olmak üzere sınırlandırmış. Biz de nazarî olarak konuşuyoruz; gezdiğinizde konuştuklarımızı hatırlayarak neyin nesi olduğunu göreceksiniz. Ben ressamım, bir başka okulda doğrudan Resim Tarihi Dersi okutuyorum. Müzeler, büyük ressamlar, heykeller, heykeltraşlar ders konularımız. Bunları elbette sizinle de konuşacağız. Bu soruyu sormasaydın, iki hafta sonra sorunun cevabıyla karşılaşacaktın. İstanbul’dan sonra bir nebze Edirne’de oyalanıp sözünü ettiğin Sanat Tarihine biz de başlayacağız. Yapı Kolundaki arkadaşların, bizim yöntemimizin aksi yoldan geliyorlar. Onlar, resim, çizim gelişimi yolu ile yüksek yapılara, mimarîye geçiyor. Biz, mimarî süslerden gerçek Güzel Sanatlara tırmanıyoruz!

Öğretmen daha sonra, ellerindeki programların Milli Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlandığını, programların kendi okullarının programlarına göre daha sınırlı olduğunu, bizim için bir kayıbın söz konusu olmadığını anlattı. Öğretmen ayrıca bana teşekkür etti:

-Aklınıza takılan soruları sorun, sorun ki konu açıklansın, sizi rahatsız eden konu aydınlığa çıksın!

Malik Aksel Öğretmen, İstanbul camilerinden Süleymaniye, Sultan Ahmet, Yeni Cami üstünde duracağımızı söyledi. Benim bir türlü anımsayamadığım Güvercinli caminin Yeni Cami oluğunu böylece hatırlamış oldum.

Öğretmen çıkınca beni alkışlayanlar oldu:

-Nasıl cesaret ettin? Sözlerimiz üstüne Veysel Öğretmen geldi. Veysel öğretmen daha çok, Yapı Kolu öğretmenlerinin deneyimsizliğinden ileri gelen benzeşikler olabileceğini, onların Güzel Sanatlar Akademisi’nden geldiklerini, Akademi programlarının çok bağımsız olduğunu, toplulukları yönlendirici amaç taşımadıklarını, o bakımdan burada da aşırılıklar olabileceğini anlattı. Veysel Öğretmen kendi okullarındaki çalışmalarda da kimi zaman anlayış farkı görüldüğünü, ancak onlarda sonuç olarak öğretmen yetiştirmek amacı ağır bastığından gönlünce çalışma yapmaya kalkışanların geri çekildiğini tekrarladı.

Resim dersinde büyük –küçük majüskül harflere çalıştık. Daha önce verdiği ödevimi beğenmiş, bir kaynaktan mı yararlandığımı sordu. Orta-Lise ciltli altı Almanca kitabımı gösterdim. Kitap yazanlarını tanıyormuş, güldü. Cemal Köprülü için:

-Cemal Bey seni görse sevinçten uçar, kitaplarının tutulmasını çok istemektedir! dedi.

            *

Bana verilen görevi başardığım için biraz gururlanarak oturdum. Ancak, umduğum olmadı; sanki soru sorduğum için program değiştirilmiş gibi Kamil Yıldırım:

-Ne güzel gidiyordu, bari camileri öğreniyorduk. Şimdi, elin gâvurunun resimlerini ezberleyeceğiz! deyiverdi. Sustum, ancak:

-Elin gâvuru sözünü açıklamasını istedim. Bu kez de o sustu. Sorumu tekrarlayarak uzattım. Elin Gâvuru Sofokles mi? Moliere mi? Beethoven mi? Montaigne mi? Gogol mu? Ekrem Bilgin yardımıma koştu:

-Hepsine göre biz! Öyle olunca onlar ne diyecek? Sofokles:

-Elin Gâvuru eserimi oynuyor. İbrahim Şen düzeltme yaptı:

Elin gâvurları....Yemek boyunca bakışıp bakışıp güldük. ”Elin gâvurları, kendi kendilerine güldüler!”

Cuma günleri sık sık değişmesine karşın çoğunlukla serbest çalışıyorduk, gene öyle olacak düşüncesiyle biraz gevşek olarak salona döndük. Bölüm Başkanı sertçe seslendi:

-Biraz canlı olalım!Bugün,3. Sınıfların uygulama dersi varmış, biz de onları izleyecekmişiz. Dikkat etmemiz, önemli noktaları saptamamız istendi. Koşar adımlarla Enstitü Bölümüne geçtik. İki gruba ayrıldık. Ben Şevki Aydın’ın dersine giren gruba düştüm. Dersliğe girince bir hoş oldum, Benim mandolin grubum.(Ziya Kaplan Öğretmenin kümesi)Dersliğe girince oturacak yerler arar gibi bakınırken öğrencilerin bana yar göstermesi görülmeye değerdi. Bölüm Başkanı ayaktayken bana yer verilmesi tüm arkadaşların ilgisini çekti. Şevki Aydın, iki sesli yaptığı türküleri söyletti. Marşlar ,şarkılar doğru söylendi. Disiplinli bir sınıf olduğunu biliyordum. Ağırbaşlı Ziya Kaplan Öğretmen, öğrencilere iyi örnek olmuş. Şevki Aydın, Mandolin çalışmalarında ,benim seçtiğim parçalara hiç dokunmadan programına almış. Besbelli daha düzgün çalıyorlar. İçimden içimden gururlandım.

Uygulama dersinden sonra serbest çalışma yaptık, alt oda da uzun sür Schumann, Kinderszehen çalıştım. Rüya(Traumerei) benim kitapta piyano için düzenlenmiş, Doğan’la çalışmak için, keman-piyano notası bulmak gerekecek.

 Akşam yemeğinde konu uygulama dersleriydi. Şevk Aydın’ın dersi çok beğenildi. İçimden hem gülüm hem de sevindim. Güldüm, çünkü mandolin grubunun çaldıklarını bir iki çalışmada kimse yetiştiremez. Şevki Aydın, o öğrencilerle kaç gün çalıştı ki? Böylesi bir düzen kurabilmek için belli bir zaman süreci olması gerektiği hakkında bir fikirleri olmadığı gibi arkadaşların değerlendirme ölçekleri de sağlıklı değil. Bu da gösteriyor ki gittikleri yerlerdeki çalışmalarında benim gösterdiğim titizliğe, harcadığım çabaya benzer bir çalışma yapmamışlar. Onlar Şevki’yi övdükçe kendime pay çıkardım. Sahiden, yaz boyunca bir kez bile günlük çalışmalarımı aksatmamıştım. Aysel Öğretmen, Fatma Öğretmen, Ziya Öğretmen, Nebahat falan filan(!) derken yaz geçivermişti.

Yemekten sonra Kepirli arkadaşları yanına gittim. Sami Akıncı gene rahatsızmış. Bu kez de midesinden şikayetçiymiş. Hemşire Abla Sami’ye: (Yaşlı bir bayan, adı hiç söylenmiyor, herkesin abla sı.)

-Otururken, sırtını geriye yaslayıp, mideni sıkıştırma! diyormuş. Oysa Sami, ilk tanıdığımızdan beri hep öne eğilip sıraya yaslanarak çalışır. Bir süre Sami Akıncı’yı konuştuk. Çok çalıştığını burada da kanıtladı; derslerde hep öndeymiş. Özellikle matematikte Halit Ziya Kalkancı’nın(Matematik Öğretmeni) gözdesiymiş. Birden kendimde bir eksiklik duygusuna kapıldım. Sami şimdilerde neler, hangi problemlerle cebelleşiyor? Bir zaman ben de onunla yarışıyordum; sinüs, kosinüs, tanjan, kotenjan, X, Y, Z, Tales, Phisagor, Öklid, Gaus falan diyordum. Şimdi onların yerlerine Allegro, D.C.(Dakapo), Finale ,Üvertür, Sofokles, Pindaros, Trajedi, Kabuki, Sonat, Messosoprano, Coriolanus, Konçerto gibi sözler doldurdu. Bunlar, o nunkilerin tıpa tıp karşılığı olur mu? Olmadığını biliyorum. Bu saydıklarımı Sami, bir gün oturup tümünü öğrenebilir. Oysa ben logaritme, trigonometre konularını kavramak için aylarca çalışmıştım.

 Yatınca Halil Dere geldi:

-Yarın seninle geliyorum, Kınalı Saçlı’yı çok özledim! deyip gitti. Önce bu öneriyi pek önemsemedim. Ancak, az düşününce uykumu kaçırdı; Halil Dere, çok bağımsız yaratılışlı biri, benim gibi uyum peşinde değil, oluşturduğumuz grubu nasıl karşılayacak? “Gelme!” demem de söz konusu değil! Oldukça tedirgin olarak uyudum.

 

23 Aralık 1944 Cumartesi

 

Uyanınca Halil Dere’yi anımsadım. Ses çıkmadığına göre belki gitmekten caymıştır! diye düşünürken Doğan geldi. Bir karardan söz etti:

-Haberin var mı? Bizim bölümdeki 1.Sınıflar, bugün birlikte gezeceklermiş. Konu da, Etnoğrafya Müzesi ile T.B.M.Meclisini görmek. Birden, sevincimi saklayamayacak derecede değiştim:

-Çok iyi olur, biz de gelir gelmez oraları görmüştük! Bu kez de ben Halil Dere’ye seslendim:

-Sözünden dönenin? Tamam tamam!

 Hava durgun gibi, kışın en soğuk günlerinde bu kadarına razıyız.

Kahvaltıdan sonra Halil Dere ile buluşup Tren Durağına indik. Yıldız’ın alışmadığı bir durum; az ilerimde dönüp dönüp baktı. Halil Dere’nin benimle birlikte olmasına şaşmış olmalı! Bu sıra Bölüm Başkanımız geldi. Gelir gelmez de Halil Dere’ye takıldı:

-Bak bu olmaz, müzikseverlikte vefasızlık yoktur. Olmamalı da! Ya sevip gönülden bağlanırsın ya da yan çizer milyonlarca insanın yaptığı gibi hayatın boyunca müzik diye “Yalelli” dinlersin! Halil Dere, bölümlerinin cumartesi günleri çok önemli dört saat dersi olduğunu, oysa geçen yıl derslerinin boş geçtiğini anlattı. Öztekin Öğretmen sesini değiştirerek, sözlerinin şaka olduğunu, sevginin şartı şurtu olmaz, gönül sevince sevdiğini her zaman, nerede olursa olsun arayıp bulur. Ara ara da olsa bekliyoruz! deyip ayrıldı. Halil Dere, bu yıl ilk geliyor o nedenle, yeni arkadaşları yabancı gördüğünden trende ayrı durduğumuz gibi, Cebeci durağında da inmek istemedi. Kızılırmak Kıraathanesi’nde buluşmak üzere ayrıldık. Köprüden Konservatuvar’a yönelince Yıldız, merakını gidermek için sordu:

-O ağabey, bizim bölümden ayrılma mı?

-Bunu neden sordun?

-Bölüm Başkanı çok ilgilendi. Anlattım:

-Arkadaş, geçen yıl hemen hemen her konsere katılmıştı. Bölüm Başkanımız, müzikseverlere her zaman yakınlık gösterir.

 

Faik Öğretmenle giriş kapısında karşılaştık. Bize alt odayı gösterdi. Kapıyı açınca bay-bayan iki kişinin bir piyanoda çaldığını gördük. İkisini de daha önce görmüştüm, Faik Öğretmenin tanıdığı kimseler. Arkadaşlar onları görünce duraksadılar. Faik Öğretmen yetişti. Piyano başındakilere ricada bulundu:

-Bizim grup için çok güzel bir ders olacak, lütfen çalışmanızı sürdürün. İki genç gülümseyip çalışmalarını sürdürdüler. Geçen yıl Faik Öğretmenle biri Mozart,biri Beethoven olmak üzere iki sonatı dört el olarak çalmıştık. Ancak onlar, sonatların öğretmen-öğrenci çalışması olarak düzenlenmiş biçimleriydi. Bu çalınan ise gerçek dört el piyano eseriydi. Parça sonunda öğretmen çalanları tanıttı. Faik Öğretmen gülümseyerek, önce hak bayanlarındır! deyip:

- Genç piyanistlerimizden Bayan Bedia Dölener, yine genç piyanistlerimizden Bay Efdal Dölen! dedi. Arkasından da çaldıkları eseri, kendilerinden dinleyelim! deyince ikisi birden Mozart, Kv, 19 do majör Jugendsonat! Faik Öğretmen piyano çalanlara teşekkür etti, arkasından da:

-Mozart, Mozart, Mozarrt! Piyano deyince hep Mozart!

Piyano çalanlar ayrılınca Faik Öğretmen:

- Şu işe bakın, zaten biz bugün Mozart dinleyecektik. Gençler bir sonatla bize bir giriş yaptılar. Bazı konserlerde günün programı bir besteciden olabiliyor. Bu daha çok o bestecinin, doğum ya da ölüm aylarına getirilir. İçinde bulunduğumuz aralık ayı, Mozart’ın ölüm ayıdır. Çok yazık değil mi, biz konuşurken hep Mozart 35 yaşında ölmüş, deyip geçeriz. Oysa Mozart 35’ini bile dolduramamış. Doğumu, 1756 ocak ayı, ölümü, 5 aralık 1791.... Faik Öğretmen:

-İnsanlar böyledir işte, bazen dalgınlık yapıp küçük hesaplara saplanırlar! dedikten sonra, gelelim dinleyeceklerimize...Tüm konser Mozart’a ayrılmış, önce bir üvertür. Figaro’nun Düğünü operasının üvertürü. Söylendiğine göre Mozart bu üvertürü bir iki saat içinde yazmış. Operayı tamamladıktan sonra oynanmak üzere ilgililere teslim etmiş. Sözde üvertürü hemen gönderecekmiş. Operanın ilk temsil gecesine dek üvertür ortaya çıkmamış. İlk temsile gelen Mozart’a üvertür anımsatılınca hemen oturup bestelemiş. Sıra savar gibi bir şey olmuş ama üvertür öylece kalmasına karşın, kendi türünün baş eserlerinden biridir. Üvertürden sonra türünün olağanüstü eserlerinden biri sayılan Klarnet konçertosunu dinleyeceğiz. Konçertonun Kühel numarası 622.Mozart’ın 626 eseri olduğu söylenir. Demek oluyor ki Klarnet konçertosu bestecinin tam ustalık dönemi ürünü.3. Dinleyeceğimiz eser bir senfoni, senfoni numarası 28, köhel sırası 200. Do majör. Mozart’ın önemli senfonilerinden biridir. Mozart, konser için gittiği kentlerin bazıları için senfoniler bestelemiştir. Bunlardan Prag, Paris, Linz benim anımsadıklarım. Ayrıca kendi doğduğu Salzburg için de üç senfoni bestelemiştir. Bugün dinleyeceğimiz 28. senfoni bunlardan biridir. Senfoni, dört bölümlüdür; Mozart’tan sonra ünlenen Beethoven’de çok görülen sert bir biçimde( Mozart’tan umulmayan bir sertlikle) giriş yapar. Bu sert girişten sonra sakinleşir, belli motifler zarif zarif tekrarlanarak sürer. Bitiş de sanki Beethoven’i müjdeler gibi oldukça sert biter.

Mozart 50 dolayında senfoni bırakmış. Ancak konserlerde bunların 40-45’i çalınmaktadır. Sanırım yaşamının son günlerinde başladığı eserleri bitiremeden bir kenara bırakmış. Onlar da öylece tamamlanmadan kalmış. Dinleyeceğiniz senfoni için fazla bir söz söylemeye gerek yok, dahi Mozart doğduğu kenti seslerle tüm becerisini kullanarak işlemiş, usta bir tezgâhtarın elinden çıkmış gibi armoni örgüsü ile örülmüş bir eser. Dikkatle dinleyince bir çok özellikler sezeceksiniz. Mozart demek, has, öz müzik derler, dinleye dinlere umarım bir gün siz de bunu diyeceksiniz!

Faik Öğretmen:

-İyi dinlemeler! deyip kalktı.

Öğretmenin arkasından ağır ağır kapıya yöneldik. Arkadaşların kimisi piyano çalanların öğrenci olup olmadıkları üstüne tartışma başlattılar. Bayan Bedia Dölener’i de, Bay Efdal Dölen’i de geçen yıl, bu piyanoda ayrı zamanlarda gördüğümü, Faik Öğretmenin onları bana tanıttığını, çok çok övdüğünü, konservatuvarı başarıyla bitirdiklerini, ancak Yüksek Piyanistlik için belli derslerin sürdürdüklerini anlatmıştı; dedim. Bedia Dölener, Efdal Dölen adlarını tekrarlayınca Azmi Erdoğan, söylediklerime karşı çıkarak:

-Dölener, erkeğin soyadıydı, kadının adı “ Er” olur mu! deyince başkaları ona katılıp ileri geri söz ettiler. Sordum:

-Neyi tartışıyoruz? Azmi Erdoğan:

-Er erkek adıdır! deyince aklıma takıldı:

-Sen onu kendi adına göre kuruyorsun, dikkat et senin “Er’in adının başında, onunsa sonunda, seninkini de sona çevirirsek kendini bayan mı sanacaksın? diye sorunca bu kez daha büyük bir çoğunluk güldü. Bir süre de arkadaşların ağzına sakız oldu:

-Azmi Doğaner! Bay Azmi Erdoğan, Bayan Azmi Doğaner!

Şakalaşma Ulus Meydanı’na dek sürdü. Halil Dere Kızılırmak Kıraathane’sinde bekleyecekti, girdim, buluştuk. Bakanlık Kitaplığı’na uğramak istediğimi söyledim. Arkadaşın Muğlalı hemşerisi son sınıftski Nusret Ökmen, Bakanlık stajındaymış, onu görmek isteyince Bakanlığa birlikte gittik. O daireler tarafına ben de Kitaplığa girdim. Dora Abla yoktu, geri dönerken kapıda karşılaştık. Dora Abla “Gel!” deyip beni çevirdi. Yüreğim hopladı:

-Bella geldi mi yoksa? Dora Abla yerine oturunca çekmeden mektubu çıkarıp okudu. Mektup Bella’dan. Bella, yılbaşı için Ankara’ya geleceğini yazıyor. Ayrıca, kendisine, Hasanoğlan’a gelmesi için kadronun mart ayında belli olacağı yazılmış. Buna çok üzülmüş, Haziran 1945 tarihine dek, yerinde kalacağını, sonrası için de düşüneceğini yazmış. Bella üzüldüğü için üzüldüğümü söyleyince Dora Abla:

-Hep onun üzüntüsü için üzülüyoruz. Sabahattin Emmi, kesin konuşuyor:

-Bella, Hasanoğlan kadrosunda görevli, ayrılması söz konusu değil, maaş ödemede Maliye Bakanlığı pürüz çıkardı; bu Malî yılda o pürüz kalkacak! diyormuş. Üzülür gibi görünmeme karşın gerçekte sevindim. Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen öyle diyorsa o iş öyle olacaktır. Bakanlıktan çıkınca sevincim daha da arttı. Nedense birden değişik düşünmeye başladım:

-Bella gelse ne olacak? Benim bu yakın ilgim niçin?

 Halil Dere beni dış kapıda bekliyormuş, birlikte yürüdük. Caddeye çıkınca Halil Dere berber Sabri’yi anımsadı:

-Ne yapıyor o geveze? deyip saçını elledi. Birlikte Sabri’ye gittik. Berber Sabri bir takım numaralar yaptı, fıkralar anlattı. Halil Dere Sabriye:

-Bir berber, bir berbere bre berber gel beraber bir berber dükkânı açalım! demiş. Sabri güldü:

-Acemi, berberlerin zaten birer berber dükkânı vardır, ikincisini napsın ki? O öyle değil! deyip:

-Bir berber bir berbere bre berber gel beraber Bremen’e gidelim, demiş. Öteki berber de “Ancak horoz ben olursam, gelirim!” demiş. Şimdi iki arkadaş daha bekliyorlarmış! deyip kahkahayı bastı. Böylece Berber Sabri bize Bremen Mızıkacıları olayını bildiğini anlatmış oldu. Dolaylı olarak da üstlerine binmek için eşekle köpeği anımsattı.

Halil Dere sözün altında kalmadı:

-Sizin meslekte onlar çoktur, aramaya devam edin! Ne var yani; arkadaş değil misiniz? Birbirinizi sıra ile taşırsınız! deyip Sabri’nin ağzını kapattı.Sabri bir süre Halil Dere’ye baktıktan sonra:

-Sen de amma pişkinmişsin be abi! deyip güldü.

 Berber Sabri’den çıkınca arkadaki Yeni Sinema’ya baktık. Geçen hafta gördüğüm film değişmemiş. Halil Dere:

-Bak bak, Napoleon’un filmi! deyince, ”Gördüm!” diyemedim, sadece “Savaş Filmi!” diyebildim. Halil Dere heyecanlandı:

-Daha iyi işte ya deyip kolumdan tutup sinemaya yöneltti. Tam sırasında girmişiz, salon birden karardı. Yerlerimize oturur oturmaz film başladı. Kont Walewska’nın konağı yağmalanırken

Halil Dere heyecanlandı:

-Yahu bu eski savaşlar ne kadar da gaddarca yapılıyormuş!

Greta Garbo göründü. Savaş sahneleri gerilerde kaldı. Napolyon,(Gerçekte Sharles Boyer, Greta Garbo’ya bir süre tutkun rolü yaptıktan sonra (Napoleon’un annesi ile Maria Walewska karşılaşınca) daha fazla saklayamadım:

-Aaa, ben bu filmi görmüştüm, ancak şimdi bu kadını görünce anımsadım! dedim. Halil Dere duymazdan geldi. Halil Dere de benim gibi tarih olaylarını seviyor. Napoleon üstüne benden çok o konuştu. Filmin, Napoleon’un tahtı birinci bırakışında bitişine karşı oldu. Napoleon rolünü oynayan Sharles’i Boyer’e çıkıştı:

-Sahtekâr Fransız, Napoleon’un son felâketini göstermemek için (Napoleon’un St.Helena adasına sürgün edilişini kastederek) tarih olayını yarıda kesti! dedi. İçimden güldüm, Napoleon rolünü yapan Sharles Boyer bir oyuncu, filmi nasıl istediği yerde kesebilir?

Sinemadan çıkınca da bir süre filmi konuştuk. Halil Dere Napoleon gibi bir imparatorun, böylesi bir kadına tutulup kalmasını aklına aldıramadığını öne sürüp bizim padişahları örnek gösterdi:

-En kıtipiyoz padişah bile 40,50,100,300 cariye alırken Napoleon nasıl böyle tek bir sevgiliye bağlanır? dedi durdu. Kontes Walewska’nın çok güzel oluşuna bağladığımı söyledsim. Halil Dere’nin padişahları derecelendirmesi ilgimi çekti. Sordum:

-Padişahların kimilerine Kıtipiyoz diyorsun, sence en oturaklı padişahlar hangileridir? Halil Dere sıraladı:

-Osman Bey, Orhan bey, 1.Murat, 2.Murat,Fatih,Yavuz Sultan Selim,Kanuni,3.Murat,4.Murat, 2. Mahmut. Bu on padişah Osmanlı Devletini iyi yönetmiş. Öteki yirmi altı padişahın hemen hemen hepsi beceriksizmiş.3.Selim’i anımsattım. Halil Dere başını atarak:

-Kendi kellesini kurtaramayanın nesini öveyim?

Konservatuvara dek tarih konuşarak gittik. Bizimkiler hep gelmiş. Halil Dere’nin gözleri balkonun ön sağ köşesinde:

-Kınalı Saçlı geldi mi? Mahmut Ragıp Öğretmen yerinde, kolunun biri de sol yanındaki sandalyenin üstünde(Sağ yanında sandalye yok zaten) arkasındaki sıkışık yere girip oturduk. Halil Dere bir yandan da kaçak güreşiyor. Kınalı Saçlı gelirse soldan sürünerek geçecek, oraya oturmasını istiyorum. Bayan gelirse özür dileyerek geçecek. Halil’e:

- Böylece konuşmuş olursun! diyorum. Halil, uzaktan bakmak istiyormuş.

Alkışlar başlarken beklediğimiz geldi. Dediğim gibi, yanımdan geçerken fısıltı olarak özür diledi, ayrılmış olan önümdeki sandalyeye oturdu. Mahmut Ragıp Öğretmen ne denli fısıltılı konuşsa da kalın sesi duyuluyor. ”Bu konseri kaçırsaydın üzülecektim! Karşılık verdi:

-Koşarak onun için geldi! Kınalı Saçlı bunları söyleyince üvertür başladı. Önce homurdanır gibi kalınca sesler, arkasından oldukça incelmiş sesler cevap veriyor gibi karşılık verdi. Bu ses alışverişi bir kaç kez tekrarladı....Eğer doğruysa, Mozart bu üvertürü çok kısa bir zamanda nasıl besteledi? Ayrıca bestelemek de önemli değil, alır bir kağıda notaları sıralar. Üvertürü orkestra çaldığına göre, orkestradaki tüm çalgılara özel anahtarlarla dağıtılan nota çoğaltması nasıl yapıldı? Anlatılanlara inanmamaya karar verdim. Ben kendimle uğraşırken alkışlar başladı. Üvertür bitmiş. Kınalı Saçlı konuştu:

-Bu operada oynadığım için çok mutluyum. Tüm operanın müzikleri harika! Mahmut Ragıp Öğretmen ekledi:-Mozart bu, boş yere harika sıfatını kazanmamış! Yine alkış başladı. Mozart Klârnet konçertosu. Plâkları bizde var, çok dinledim. Hasan Amcamın klarnetinin sesi kulaklarımda. Onun okul arkadaşlarından Cumhurbaşkanlığı orkestrasında olan varmış ama karşılıklı konuşup bilgi alamadığım için kesin gözüyle bakamıyorum. Bu tatilde özellikle görüşüp notlar alacağım. Belki de bu çalan onlardan biridir. Neden olmasın? Vahit Dedem için hiç beklemediğim bir olay nasıl kendiliğinden ortaya çıktı. Mahmut Ragıp Öğretmenle bir yıl konuştuktan sonra bir gün adını anınca Mahmut Ragıp Öğretmen:

-Biz, Üstat Salcı ile tanışırız, onun bir kitabına önsöz yazdım. Görünce ya da mektup yazınca benden söz et! dediğinde şaşırmıştım. Eski Varlık Dergilerini karıştırırken bir de gördüm ki, Mahmut Ragıp Öğretmen kendi yazılarında da Vahit Lütfi Salcı üstadımız, ustamız! diyor.

Kendimi toparlayıp klarnete kulak verdim. Önümdeki Kınalı Saçlı( opera sanatçısı) uslu uslu dinliyor. Yazık ki konçerto bitti. Arada sürekli kınalı Saçlı konuştu. Ellerini açıp sallayarak konuşuyor. Ne anlattığını duyamıyoruz ama ara yüksek sesle:

-Allah aşkına bu olur mu? sorusunu soruyor.

Alkışlar başlayınca Faik Öğretmenin uyarısını anımsadım, senfoni nasıl başlayacak? Beethoven benzetmesi yaptığına göre hemen 5.Senfoniyi anımsadım; Da, da, da, daaaaan! mı yapacak? Hayır öylesi bir uzatma olmadı ama gerçekten çok sert başladı. Senfoni süresince Mozart’ı düşündüm. İyi bir Müzik Eğitimci babanın oğluymuş. Mozart 4 yaşlarındayken babası Mozart’ın büyük kızı Nanner’ piyano çalıştırıyormuş. 7 yaşındaki Nanner verilen ödevleri genellikle yerine getirmiyormuş. Baba Leopold Mozart bir gün kızıp Nanner’i paylamış:

-Bu parçayı bugün çalacaksın! Nanner buyruk üzerine odaya kapanıp bir süre piyano çalışmış.

Baba, işine gidince Nanner oyununa dalmış. Ancak kardeş Wolfgang babanın söylediklerini duymuş, piyano boşalınca oturup Nanner’in beceremediği. Parçayı bir güzel çalışmış.O çaladursun Baba Leopold Mozart eve dönünce, kızı Nanner’den beklediği başarıyı duymuş, mutlu bir sesle:

 

   Salzburg-Wolfgang Amadeus Mozart’ın doğduğu ev.(1756)

.Aferin benim söz dinleyen kızım, insan isterse başarabiliyor! diyerek odaya girmiş. Girdiğinde, piyano başında kardeş Wolfgang’ı görünce şaşırmış. Şaşırmış, çünkü Wolfgang’a piyanoyla oynamak daha önce yasak edilmişmiş. Piyano bu, çocuk oyuncağı değil! gibilerde sözlerle piyanodan uzak tutuluyormuş. Önce bir duraksama geçiren deneyimli baba, bu kez oğlunu okşayarak başka parçalar çaldırmış. Meğer bir süreden beri Wolfi, ablasını kapıdan dinler, o çıkınca kaçamak yapıp duyduğu parçaları gizlice piyanoya oturup çalıyormuş. Kendisi bir orkestrada çalan Leopold Mozart ayrıca ünlü bir bestecidir. Çok geniş bir çevresi vardır. O günlerin çok ünlü bestecisi Josef Haydn, kardeşi Mischel Haydn Leopold Mozart’ın yakın arkadaşlarıdır. Küçük Wolfi gözetim altına alınır, özenli, özendirici bir eğitim süreci sonucu, insanlığın mucize olarak kabul ettiği Wolfgang Amadeus Mozart ortaya çıkar.

Yedi yaşında İmparator huzurunda konser verir, İmparatorun kızı düşez Maria Antuanet’e onunla evlenebileceğini söyler. İtalya gezisinde Gregorio Allegri’nin, bestelendiğinden beri (1620 yıllarında) kiliseden dışarı notası çıkarılmayan Misereresini ilk dinlemede notaya alıp kilise dışına çıkarır. Prag gezisinde bahçeden elma çaldığı için kontun karşısına çıkarılır. Weber’lerin büyük kızı Elasie’ye aşık olup, kardeşi Konstanze ile evlenir. Bunlar gibi daha bir çok olaya karıştırılan Mozart, sanırım insanların düşlerini süslemede bolca kullanılıyor. Sıraladığım bu düş süsleri gibi oldukça ünlü yazarların kaleminden çıkan öyküler de böyle bir Mozart cevherinden yararlanma amacına dayanıyor. Örneğin Puşkin’in Mozart’la Salieri, hikâyesi,.Eduard Mörike‘nin Mozart Prag Yolunda bu tür eserlerdir. Bunları düşünürken iyice bozuldum sanırım; Mozart, bizim Türk Marşı olarak benimsediğimiz Marş allaturka’yı niçin , ya da nasıl yazmıştır? Önce bir Türk tarafında ısmarlandığını tasarladım. Ancak günümüzde bile olmayan bu tür bir olay, 150 yıl önce olur mu ki? Acaba şöyle yazsam inanan olur mu? Mozart, Edirne’ye konser için gelse, Edirne dolaylarında çalan Mehter Takımlarını duyup notaya almış olmaz mı? Ben bunları kurarken alkışlar başladı. Yazık ki senfoninin son bölümünü tam olarak dinleyemedim. Ancak tasarladığım büyük yalanımı aklıma iyice yerleştirdim. Mozart bir yerlere gidecek; o yere giderken bizim ülkemize yaklaşacak; Mehter marşımızı dinleyip Kv. 331 la majör sonatının sonuna ekleyecek.

Alkışlar sürerken kalkanlar oldu. Her zamankinin aksine Kınalı Saçlı, Mahmut Ragıp Öğretmenle konuşmasını sürdürdü. Mahmut Ragıp Öğretmen de onu dikkatli dinlediğinden bizim varlığımızdan bile habersizdi. Bir elini kulağına siper etmiş, hiç kımıldamadan Kınalı dinledi. Kapıdan çıkarken Halil Dere dönüp baktı:

-Bre bre, ne gevezeymiş o öyle, geldiğinden beri hep konuştu! dedi.

Halil Dere, öteki arkadaşlara göre kendisinin yabancı sayılacağını düşünerek kenarda kalmaya çalışıyor. Ben de, topluluğumuzun bireyi olarak aramıza katılmasını yeğliyorum. Ulus’a yönelince arkadaş gömlek alacağını söyledi. Adliye önünden inerken Yıldızların grubuna yetiştik. Halil Dere’nin gömlek işini Yıldız’a söyledim:

-Bayanlar bu işleri daha iyi yapar. Yıldız, böyle bir teklif bekliyormuş, Necmiye ile Halise’yi durdurup manifaturacılara yöneldi. Halil Dere bana sinirlenip dürtükledi ama iş işten geçmişti. Kızlar, Halil’e renk sormaya başladılar. Halise, açık mavi önerdi ,Necmiye desenli olsun! dedi.

Halil Dere kasılırken kızlar ortaya koşul getirdiler. Necmiye:

-Abi benim dediğimi alırsa ütülemesi benden! deyince Halise de aynı koşulu koydu. Bu kez de Halil Dere açıldı:

-Öyleyse ben de iki gömleği alacağım, çoktandır ütülü gömlek giymemiştim! deyip çekingenliğini üstünden attı. Ulus’a dek konuşa konuşa yürüdük. Kız arkadaşlar İstanbul Pastanesini kalabalık görünce girmek istemediler, hep beraber İstasyona indik. Gar oldukça ılık, İstanbul’a kalkan tren yolcuları neşeli, onlara bakarak vakti doldurduk. Kırıkkale treni arka taraflardaki yerine çekilince bindik. Bakanlıkta çalışan son sınıflar, pazar tatili nedeniyle okula dönüyormuş onları dinledik. Bakanlıktaki çalışmaları öyle ilginç, öyle rahatmış ki ay sonunda okula döneceklerine üzülüyorlar. İçlerinde bir Rahmi Özdemir; söylenenlere katılmadı:

-Bu tür yerler, böylesi karmaşık işler beni açmaz, ben tenhalığı, başıma buyruk işleri severim! diyerek sanırım Bakanlıktaki işlerin göründüğü gibi olmadığını (Bence)söylemiş oldu. Son sınıflar 48 kişiymiş, sekizi bu ay çalışmış, bundan sonra dört ay ( Ocak-Nisan )10’ar kişi gidecekmiş. Bizim arkadaşlar hemen hesapladılar:-Bizim yedi ayımız olacak, 80 kişi olduğumuza göre en az 11 kişilik gruplar olarak gideceğiz! Belli ki sınıfta kalmak gibi bir kaygı kimsede yok. Neredeyse grupları bile oluşturmaya kalkışacaklardı. Hasanoğlan durağında yakıcı bir ayazla karşılaşınca konuşmalar kesildi. Yemekhanede Nebahat Öğretmeni gördüm, Rahmiye Tarıman Öğretmenle oturuyordu. Merhabalaştık, öğrencileriyle gelmiş. Banyolarında onarım varmış, okul kamyonuyla gelip gidiyorlarmış. Teyze kızı kabakulak geçirdiği için piyano çalışmalara ara vermiş. Şimdilerde iyi imiş, haftaya Konservatuvara geleceklermiş. Çok sevindiğimi söyledim ama gerçekte biraz burkuldum. Yemeğe gelmeseydi ya da ben biraz geç gelseydim bu bilgileri nasıl edinecektim? Arkadaşlar, konseri tartışırken bize piyano çalan bayanla bayının adlarında anlaşmazlık çıkmış:

-Bayın adı nedir, Etfal mı Eftal mı? Ben de:

-İkisi de değil, doğrusu Efdal. Ne anlama geldiğini bilmiyorum ama Etfal’i biliyorum, çocuk demektir. Bunu da Himaye i Etfal cemiyeti’nden biliyorum; “Çocukları koruyan cemiyet. Yakından tanıdığım Kırklareli Mebusu(Milletvekili) dr. Fuat Umay kurmuş, şimdilerde de başında o var. Himaye i Etfal cemiyetinin şimdiki adı Çocuk Esirgeme Kurumu’dur. Arkadaşlar verdiğim bilgiye teşekkür ettiler. Yerime oturunca aklıma takıldı. Arkadaşlar klarnet sesini çok sevmişler. Oysa bizim plâklarda klarnet müzikleri var, şimdiye dek kimse istemedi....

Yemekten kalkarken Halil Dere geldi, teşekkür etti:

-Bana güzel gün geçirttin! dedi. Birlikte Büyük Salon’a gittik. Çoğunluğu Muğlalılardan oluşan Kızılçullu kökenliler çıkacak olan dergiden söz ettiler. Son sınıftaki Galip Şahin,(Ahmet Emin Yalman’la yaptığı konuşmasından tanımıştım) sakin bir arkadaş, kendi fikrini söyledi:

-Perşembenin gelişi çarşambadan bilinir! dedikten sonra:

-Dergi kolundakilere bakılırsa çıkacak dergiden hayır beklememek gerekir! Daha baştan tartışılmasına karşın, basılmak üzere dergiye gelen şiir sayısı öteki yazıların üç katı! dedi. Şiir, denince söze karıştım:

-Kimler şiir yazıyor? Başka arkadaşlar konuştu:

-Şiirlerin çoğu Köy Enstitüleri’nden geliyormuş. Acayibime gitti, doğru dürüst Türkçe dersi okumayan, edebiyat bilgisinden yoksun öğrenciler nasıl şiir yazar? Ekrem Ula güldü:

-Yazmıyorlar zaten, bir şeyler karalıyorlar, öğretmenleri onlara şiir dedikleri için öğrenciler de şiir yazdıklarına inanıyorlar. Öteki işler de öyle değil mi? Eline mala alan Yapıcı, atölyeye ilk girdiğinde bir rende elleyen marangoz sayılmıyor mu? Ekrem Ula bana bakarak:

-Sen okudun işte, Ahmet Emin Yalman uzun uzun övgüler döktürdü; Çifteler Köy Enstitüsü’nde Aşık Veysel harikalar yaratarak öğrencileri sanatçı düzeyine çıkarmış, her birinin kolunda bir altın bilezik olmuş, dinlemeye değer bağlama çalıyormuş, duymuyor musun bağlama orkestralarının sesini? Şaka bir yana, hani o bağlama çalanlar? ”Su aldı, yel üfürdü!”

Ekrem Ula ile yaz boyu bunları konuşmuştuk. Bu tür sözlerden hoşlanacağım için mi söyledi yoksa gerçekten o da böyle mi düşünüyor? Sandığıma göre, üç ay önce daha ılımlı bakarken giderek umudunu yitiriyor mu yoksa o da? Az sonra olay anlaşıldı. Ekrem, yeni bir etkinlikten söz etti, heykeltıraşlık! Sahiden bunu önceleri duymuştuk ama bir ders konusu sanmıştık. Meğer, heykel dökümüne başlanmak üzereymiş. Yeni yapılan Açıkhava Sahne donatımı için başlatılan etkinlikler, tüm alanların Türk-Dünya büyüklerinin heykelleriyle donatılacakmış. Ekrem Ula hızını alamadı:

-Çamurlu yollarla bağlı binaların arasında beyaz, mermer heykeller, beş yıldır sıvanmamış, tuğlaları kirli-küf bağlamış binaların önünde mermer beyazı heykeller. Kim inanır bu samimiyetsizliğe? İnansa inansa biz, zavallı köylü çocukları kanar bu masallara. Ama birilerinin niyeti, tüm Türkiye’yi, hatta Dünya’yı kendilerine inandırmak. Mustafa Günerinin albümünde resimler var, A.B.D. Cumhurbaşkanı adayı Van der Wilki mi tilki mi ne, o gelmiş, sıvasız binalar önünde boy boy resimler çekilmiş. Adam nazikmiş, sormamış besbeli:

-Bu binalar kaç yıllıktır? Sorsaydı ne denecekti bilmem! Oysa yapıcılıkta sıvasız bina tamamlanmış sayılmaz. Sıva, binanın elbisesidir. Elbise nasıl insan bedenini koruyorsa sıva da binayı korur. Hasanoğlan Köy Enstitüsü 5. Yılına sıvasız binalarla giriyor.5.yaşına kundakta giren çocuklar gibi. Hakkı İzzet, Sait Yada, Orhan Alsaç gibi değerli öğretmenler, istediği kadar yırtınsınlar; güzellikten, Altın Kesim’den, mimari estetikten söz etsinler, benim gözlerim göçebe işi, taşı tuğlası yosunlaşmış binalar arasında yıllarını geçirip ferlerini yitirince duyarlık mı kalır onlarda? Arkadaşlar,

 

 

A.B.D Cumhurbaşkanı Adayı Van der Wilki ile Eşi, İsmail Hakkı Tonguç’la Hasanoğlan’da

 

 

 Fötr şapkalı Van der Wilki,Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’tan Hasanoğlan bilgisi alıyor

 

Ekrem’i sakin sakin dinlediler; haklı gördükleri besbelliydi. Sanırım söylenenleri daha önce de dinlemişler. Ekrem sözünü kesince bana baktılar:

-Biz bunları dinledik, ilk dinleyen içimizde sensin, de buyur bakalım, senin de görüşünü öğrenelim! dercesine yüzüme baktılar. Oysa bunları ben de, ilk dinlemiyor, üstüne üstlük günlük notlarıma yazıyordum. Onlar bunu bilmiyor ama Ekrem biliyordu. O nedenle çok önemsemez göründüm. Ancak kendi düşünceme uyan konuşmayı candan ilgi duyarak dinledim. Muğlalı arkadaşlar, aralarına katıldığıma teşekkür ettiler. Muğlalı benim eski arkadaşım Ziya Fikri Özlen’le ağabeyi Fevzi Özlen yoktu.Onlara, Ziya Fikri Özlen’le tanışmamızı anlattım. Olaya şaşanlar oldu. Yıllar önce mektupla tanışıp burada beraber olmayı çok önemsediler. Ziya Fikri ile arkadaşlığımızı sordular. Onlara şaşırtıcı bir karşılık verdim:

-Bu gece aranıza severek katılışımda onun payı büyüktür. Çünkü beş yılın sıcak bağı burada daha da ısınarak büyüdüğü için onun bulunduğu yere koşarak gitmeye önlenemez bir istek duyuyorum.. Buna bir de Halil Dere’nin candan arkadaşlığı eklenince benim için Muğlalılara uzak durmak olanaksız. Buna Ekrem Ula ile bu yaz beraberliğimizi ekleyince Muğla’ya yaya olarak gitmek bile benim olmaz olmazımdır! İçtenlikli sözlere, iyi geceler ekleyerek ayrıldık.

Yatınca bir süre düşündüm. Önce, konser, konser sonrası olaylar. Derken arkadaşların yemerkte sordukları soruya takıldım:

-Eftal’ı Efdal olarak düzelttim ama Etfal’i doğru söyledim mi? Ya o da Edfal olarak “d” ile yazılıyorsa? t ile d, c ile j ,y ile ğ, m ile n harflerini zaman zaman hep karıştırdığımı anımsadım. T-D örneğiyle bugün karşılaştım. c-j harflerinde ben pek yanılmıyorum ama çevremde yanılanlar çok; özellikle köyde jandarma, candarma, Japon, Capon,

jimnastik, cimlastik oluyor. Y-Ğ yanılgısını tam anlamış değilim. Konu üstünde çok durmama karşın çok az örnekte ayırım yapabildim. Örneğin yemek.Yemek sözü hdm yemek mastarı, hem de yeme eylemi olarak kullanılıyor. Ancak mastar yemek, yeme eylemi ise yeme durumundadır. İşte ben, yeme eylemini anlatırken yemek yemeyi, baklava, börek yemeyi severim, derken “y,, harfini rahat olarak kullanıyorum. Yemek konuşulurken, sözgelimi tabağı doğru tutamadığım için yemeği döktüm, deyince de “ğ,, yerini buluyor. Ancak, konuşmalar her zaman böylesi yalın değil. sürekli konuşurken bunları yerli yerinde kullandığımdan kuşkuluyum. M-N harflerinde yer değişimi çok kez İstanbul-İstambul anılırken görülüyor. Başkaca; Kanbur-Kambur,tonbul-tombul,İskanbil-İskambil,Kanber-Kamber,Anber-amber,anbar-ambar,Çenber-Çember...Bunları daha çok köylüler karıştırmaktadır.Ablamın konuşmları duyar gibi oldum.Acıktığımı söylediğimde ablacığım:

-Ben şindi sana yemek hazırlarım! der. Onun şindi’sini bir türlü dilim varıp “şimdi,, ye çeviremedim. Güceneceğini düşünüğümden dilimin ucun geldikçe kendimi tuttum.

 

24 Aralık 1944 Pazar

 

Öğrenci başkanı Hüseyin Atmaca, ranzamın yanında geçerken bana:

-Müzikçi, Sıtkı Şanoğlu Öğretmen seni rica ettiğini, benim iletmemi söyledi:

-Ankara’da olduğunu bildiğim için, bugün ileteceğime söz vermiştim. Hüseyin Atmaca’nın bana Müzikçi demesini yadırgayanlar olmuş:

-Bay Başkan, seni oylarımızla seçiyoruz. Sana oy verenlerin adlarını bilmiyor musun? Onun adı var, adını söylesen daha doğru olmaz mı? diyen oldu. Hüseyin Atmaca ile 1941 yazı, Hasanoğlan Köy Enstitüsü kuruluşunda tanışmış, karşılıklı olarak yaptığımız işler üstüne bilgi alışverişi yaptığımız da olmuştu. Kızılçullu’dan gelen ekibin en yaşlısıydı. Ben de bizim Kepirtepelilerin en yaşlılarından biriydim. Bir gün bu yaş konusu ortaya gelince Hüseyin Atmaca yaşını söylemedi ama Atatürk’ün Samsun’a çıktığı yılı anımsatarak dolaylı olarak 1919 doğumlu olduğunu duyurmuştu:

-Atatürk, Samsuna ayak basar basmaz ben de dünya yüzüne çıktım! O böyle deyince biz sık sık söylediğimiz şair Celâl Sahir Erozan’ın şiirini anımsatmıştık:

-Uyanın Samsunlular! Bu, sanki bana bir uyarıydı, birden:

-Atatürk, Ankara’da T.B.M.Meclisini açar açmaz ben de dünyaya geldim! dedim. Benimki Hüseyin Atmaca’nın öne sürdüğü benzetme etkisi derecesinde etkili olmadıysa da aramızda bir yaş fark olduğunu, onun 1919 doğumlu, benim de 1920 doğumlu olduğumuz arkadaşlara duyurulmuştu. Bu şakalaşma yakınlaşmamızı daha da perçinlemişti. Geçen yıl karşılaştığımızda beni adımla andı, geçmiş günleri anımsadı, anımsattı. Birlikte olduğumuz bu bir yılı aşan zaman içinde de sık sık karşılaştık; adımı da biliyor, yaşımı da. Nedense ben ona Başkan dedikçe o da bana Müzikçi dedi durdu. Giderek de bunu ben doğal karşıladım. Gerçekte, ikimizin dediği de doğruydu. O, öğrenci başkanımız, ben de Güzel Sanatlar Bölümü’nde daha çok müzikle uğraşıyorum, ortalığa çıkıp akordiyon çalıyorum. Kesin olarak bilmemekle birlikte şimdi aranışım da sanırım bu özelliğim yüzündendir.

Kahvaltıda Halil Dere geldi, saçını göstererek:-Dalgacı Sabri, sırtıma saç düşürmüş, kaşıntı yaptı, banyoya gidiyorum gelir misin? deyince Sıtkı Şanoğlu Öğretmeni öğlede görürüm, deyip arkadaşa takıldım. Kollarımız altında çıkınlarımız Yönetim Binası önünden geçerken Sıtkı Şanoğlu Öğretmenle karşılaştık. Gerçekte ricası, bir emir niteliğinde ama o nazik diliyle olayı tatlılaştırdı. Enstitü Bölümü, Yılbaşı Gecesi’ni bir Gösteri Gecesi olarak hazırlıyormuş. Oyun

müziklerini benden rica ediyorlarmış, bir kaç gece gelip çalışmalara katılmamı rica etti! Bugün dışında her gece gelebileceğimi söyledim. Çok memnun kaldı, ellerimizi sıkıp ayrıldı.

Bir süre Halil Dere’ye geçen yaz yaşadıklarımı anlattım. Bay öğretmenleri, Bayan Öğretmenleri. Ben anlattıkça Halil Dere gittiği yerde böylesi bir sıcak ilişki görmediğini üzülerek anımsadı. Bu arada, çalışmaya katılacağım akşamlar benimle geleceğine de söz verdi ki, bu da beni sevindirdi. Ne denli tanıdık olursa olsun insan değişik bir grup içinde yalnızlık duygu çekiyor.

Banyodan erken döndük, bir süre piyanoya oturup Robert Schumann Kinderszehen çalıştım. Birinci parça, benim ölçülerime göre tamamlandı. Gerçi sağ küçük parmak biraz nazlanıyor, ince sol tekrarlarında çatalımsı sese neden oluyor ama Faik Öğretmen önünde daha dikkatli olacağımı düşünerek rahatlıyorum. Kendi kendime konuşurken

 Wolfgang Amadeus Mozart’ın dört el piyano sonatını anımsadım. Mozart onu belki de ablası Nanner ile çalmak için bestelemiştir. Oysa konservatuvarda bay-bayan kardeş olmayan kimseler çalıyor. Demek, böyle bir çalışma biçimi var ki insanlar bunu sürdürüyor. Bir an için bir bayan arkadaşla çalıştığımı düşündüm, nasıl bir çalışma olur? Hemen Tolstoy’un Kreutzer Sonatı romanını anımsadım. Pozdnişev gözümün önünde canlandı. Adam, eşini öldürdüğü için yıllarca tutuk evlerinde kalmış. Cezasını tamamladığında da iki çocuğundan da olmuş. Mahkeme :

-Eşini öldüren bir cani, çocuklar üstünde hak sahibi olamaz! Kararrını vermiş. Pozdnişev karısını müzik yüzünden öldürmüş. Oysa kendisi müzik severmiş. Karısının piyano çalışından da mutluluk duyuyormuş. Eşine-dostuna evlerine geldikçe zevkle piyano çalan eşi, bir gün gelen bir konuğun keman çaldığını öğrenince birlikte keman-piyano düeti (İkili çalışma)yapmışlar. Meğer konuk ünlü bir violonistmiş. (Violenist Truhaçevsky) Birkaç çalışmadan sonra iyice uyum sağladıklarında sevilen keman-piyano sonatlarını denemeye başlamışlar. Bu tür eserlerden biri olan Ludwig van Beethoven’in Kreutzer Sonatına da el atmışlar. Sonat güzel ama oldukça çetin bir ceviz, günlerce çalışmak gereği duyulmuş. Bu uzun, yorucu çalışmaları, müzik sevgisinin dışına taşıyan Pozdnişev, sonunda (Kuşkularının esiri olarak) eşinden çalışmaların son bulmasını istemiş. Konuk kemancı da anlayışlı davranıp ayrılmış. Kemancının ayrılışına sevinen Pozdnişey eşinin sitemlerine uğramış. Eşinin tavırlarında da kuşkusunu arttıracak noktalar sezen Pozdnişev’in öfkesi daha da artmış. Bay-Bayan birlikte müzik çalar ya da çalışırsa, kuşkusuz aralarında bir gönül ilişkisi olur! inancına iyice saplanmış. Öyle ki, kemancı konuğun(Bay Truhaçevsky ‘nin) gittiğini bile bile içinden:

- O, gene gelecek, gene kemanını çıkarıp piyanonun yanına yaklaşacak! Türü varsayımlar üretiyormuş. Gerçekten de öyle olmuş. Pozdnişev’ın evde olmadığı bir gün kemancı gelmiş, eşi de onu içeri alarak gecenin geç saatlerine dek ter toprak Kreutzer Sonat çalmışlar. Geç vakit evine gelen Pozdnişev, aklından geçenlerin doğruluğuna inanarak tasarladığı plânı uygulayıp eşini öldürmüş. Pozdnişev yıllarca hapiste yattıktan sonra olayı anlatırken de kendi kanısını tekrarlamaktadır:

-Müzik çalışmalarında aynı eserin verdiği duyguları paylaşan karşı cinslerin gönül bağı kurması kaçınılmazdır! insanın mayasında doğal olarak bulunan bu eğilimi, müzik kolayca depreştirir!

 Pozdnişev bir yana, ancak Kreutzer Sonatı’nı yazan Tolstoy’a inanarak

 Bayan Bedia Dölener-Bay Efdal Dölen çifti için ben de düşündüm; bu iki genç acaba Tolstoy’un

 Kreutzer Sonatı romanını okudular mı? Okudularsa, etkisinde kalıyorlar mı? Doğan’la böyle

 bir çalışmaya biz de karar verdik ;Acaba bir gün Yıldız böyle bir çalışma önerirse ne derim?

 İşte bu da bir kuruntu; Yıldız daha keman tutmasını bile bilmiyor; bunu neden düşündüm?           

               *

Aydın Gün Öğretmeni anımsadım, Franz Schubert’in An die Müzik liedini çalışacağız! demişti. Franz Schubert’in iki kitap dolusu liedi var. Daha önce Ave Maria ile Röslein’ı bulmuştum. An die Müzik niçin olmasın? Anımsar gibi oldum, geçen yıl Hilmi Girginkoç Öğretmen de An die Müzik üzerinde durmuştu. Kitabı açıp elimle koymuş gibi buldum.

 

 

An die Musik

 

Notayı buldum ama, benim işim yarayacak türden değil, söyleyen olursa çalarım. Ben, piyano partisini istiyordum. Serenad, Ave Maria gibi piyano için hazırlanmış olsun.

            *

Yemekte, öğretmenlerin geldiğini öğrendik. Atıştırıp ivedi olarak gitmeyi düşlerken arkadaşlar, piyano çalarken düşlediklerimi sanki okumuş gibi konuştular. Ekrem Bilgin:

-İki piyanist, acaba aşna-fişne etmiyorlar mı? Ötekiler, neredeyse bir ağızdan:

-Etmez olurlar mı? Arkasından da Operada, tiyatroda rol alanların çoğu aynı meslekten kimselerle evliler. Aydın Gün, Ruhi Su, Ertuğrul İlgin adları sıralandı. Arkadaşlar haklıydı benim aklıma hemen Faik Canselen Öğretmenin bir sözü geldi. Bir gün uzun saçlı güzel kız Muazzez Ünal’la konuşurken gören Faik Öğretmen, örgülü saçlı Muazzez’i övdükten sonra beni uyarmıştı:

-Buradaki güzel kızların peşinde hep birileri vardır. O birileri de gene buranın insanlarıdır. Muazzez hem güzel hem de çok başarılı bir kız, sanmam ki arkasında biri olmasın! Niyetini bilmem, bilmek de istemem ama bunu söylemek gereğini duydum! demişti. Bir süre sonra Muazzez’le konuşurken az ötemizden bir sert ses:

-Muazzez, ben gidiyorum! deyince Muazzez sözünü bitirir bitirmez seslenene katılmıştı. Faik Öğretmen haklıymış, Muazzez’i çağıranın, Konservatuvarlı Muzaffer adlı bir genç olduğunu sonraları öğrendim.

Arkadaşlarla konuşurken uyarıcı ya da tamamlayıcı söz söylemek de kimi zaman sorun oluyor. Kalkmak üzereyken bir soru:

-Konservatuvara hep birlikte gidiyoruz, nasıl oluyor da sen bizden çok olaya tanık oluyorsun? Duraksadım. Daha doğrusu kızdım. Ancak, çok açık natuka kafaların bile anlayacağı karşılığım vardı onun tekrarladım:

-Ben tam üç ay, yani en az 12 cumartesi günü Konservatuvar yolunu teptim, orada piyano dinlettim, karşılaştıklarımdan tanıdıklarla merhabalaştım, yeni tanıdıklarım oldu. Kemal İlerici, Nuri Kan, Halil Onayman, Hayrullah Duygu gibi orkestra üyeleriyle konuştum, Faik Canselen Öğretmenin de bana güvenini arttırdım. Sözünü ettiğim Muazzez’i ise tanıdığımı sizler, Isparta’da hep görmüştünüz. Siz unutuyorsanız ben ne diyeyim! Sözümü burada kesiyorum ama başka bir gün, siz yokken ben burada sizin bilmediğiniz kimleri tanığımı da sayacağım! Siz istediğiniz kadar benim anlattıklarımdan kuşku duyun, o sizin bileceğiniz iş. Ben, benim bildikleri sizin bilmediğiniz konusunda çok rahatım. Sık sık tekrarlar da benim işime geliyor. Ne demişler? “Tekrar bilginin anasıdır!” deyip kalktım. Bunu dedim ama hemen yetersiz olduğunu ayırdına vardım. Bu söz, eğer gerçekten benim söylediğim gibiyse eksik söylenmektedir. Tekrar bilgi doğurmuyor ki, bilgiyi besliyor. Burada bir işlev benzerliği söz konusu; anne doğurucu olduğu gibi aynı zamanda besleyicidir. Öyleyse besleyicilik yönü öne çıkmalıdır. ”Anneler, çocuklarını besleyip büyüttüğü gibi tekrar da bilgileri beslercesine çoğaltıp geliştirir!” Bunu kapsayacak bir söz kısaltması ancak doğru olabilir.” Tekrar, bilgilere yeni, taze ekler katarak geliştirir!” Salon kapısında Faik Öğretmene yetiştim. Salonda arkadaşlar vardı, öğretmen:

-Biraz soğuk ama kısa keseriz, al kitabını gel! deyip alt odaya yöneldi. Odanın kapısı gündüz pek açılmadığı için oldukça ılıktı. Öğretmen önce parmaklarını tuşlar üstünde gezdirdi. Belli bir parça çalmadığını bilmeme karşın çalınanları bir parçaymış gibi dinledim. Benzer çalışmayı ben de yapıyorum ama benim çaldıklarım böylesi bir bütünlük oluşturmuyor. Bunları düşünürken öğretmen yana çekilip işaret etti. Öğretmeni dinlerken kendime güvenim iyice sarsılmıştı, piyanoya oturdum ama sanki ilk kez oturuyormuşum gibi çekiniktim. Öğretmen anlamış olacak, Schumann Kinderszehen’i alıp bana göstererek:

-Bizim böyle bir kitabımız daha vardı, benim öğretmenimin kitabı, onu iyice unuttuk mu? diye sordu. ”Öğretmenimin!” deyince toparlandım; sorduğu, Ahmet Adnan Saygun’un İnci’nin Kitabı’ydı. Unutmadığımı söyledim. Getirmek üzere kalkar gibi yapınca durdurdu:

-Haftaya hazır et! deyip, Adnan Saygun’dan söz etti. Aralarında iki yaş fark varmış ama o öğretmen, Faik Öğretmen öğrenciymiş. Öğretmen bunu anlatırken kendimi düşündüm, Süheyla Başokçu da benim öğretmenimdi; gerçi bana derslikte öğretmenlik etmedi ama ayrılmasaydı edecekti. Doğum yılını tam öğrenemedimse de kesinlikle benden sonra doğmaydı. Kepirtepe’deki Müzik öğretmenimle aramızda bir yaş fark vardı. Dersime girmediler ama öteki sınıf öğretmenlerinin ,özellikle bayanların çoğu benden küçüktü.

Faik Öğretmen sanırım yeterli gördü elini uzatıp Rüya’nın girişini seslendirdi. Kitabı açıp 1. parçayı çaldım. Öğretmen uzanıp sayfayı çevirdi. O sayfayı vermemişti ama 1.parçaya çok benzediği için onu da çalışmıştım. Öğretmen kusurlarımı söyledi. O parçayı vermediğini anımsatınca kalemi alıp çizerek:

-Ben bu hatayı hep yaparım, bundan sonra bana kalem hazırla, işaret koyalım! dedikten sonra parçayı iki kez kendisi çaldı.”Ramantik Schumann!”diye adın ı uzatarak tekrarladıktan sonra Schumann hakkında bilgiler verdi. Öğrenim olarak Hukuk okuduğunu, besteciliği kadar belki de daha üstün yazarlığı olduğunu, kısa ömrüne karşın yaşadığı süreçte bir çok sanatçıya destek olduğunu, özellikle Chopin’in Avrupa’da tanınmasını o sağladığını anlattı.

Öğretmen kalkınca ben de toparlandım. Kendisiyle gelmemi istediğini bildiğim için birlikte çıktım. Onun yoluna yönelince Faik Öğretmen sordu:

-Sende mi gidiyorsun? Pazar akşamları arkadaş grubumuz olduğunu, onlara katılacağımı anlatınca durarak sordu:

-Toplantıların engel mi oluyorum? Yalan söylemiştim, üzüldüm ama, toplantılarımızın yatakhanede ayak üstü olduğunu, toplananların eski arkadaşlar olduğunu, her birinin başka bölümde olması dolayısıyle ancak yatakhanede; tatmak üzereyken yaptığımızı anlattım. Öğretmen gülerek:

-İbrahim, yatılı öğrenciler sittin senedir böyle. Sen anlatırken kendimi düşündüm; bir an için kendi arkadaşlarıma gidiyormuşum duygusun kapıldım! Arkadaşlık duygusu çok özel bir duygu.

Öğretmenler Lokali önünde ayrıldım.

Kitaplıkta Kepirtepeli arkadaşlar varmış onlara katıldım. Hasan Üner Hilmi Altınsoy’dan, Hüseyin Orhan Recep Kocaman’dan, Bekir Temuçin Mehmet Aygün’den mektup almış, oldukça ilginç haberler var. Hilmi Altınsoy, on kadar arkadaşın adını yazarak selâm yazmış, aralarında ben yokum. Fazla önemsemedim ama gene de içimden bir soru dizisi geçti. Önce niçin? Arkasından da acaba ondan mı, bundan mı, şundan mı? Okuldayken “Abi,, deyip yanımdan uzaklaşmazdı. En sinir olduğu da Mehmet Başaran’dı; ona Sümsük, Mancalak Gözlü, Sinsi, kıskanç deyip duruyordu. Ne olduysa şimdi o mancalak gözleri öpüyor. Selâmsızlardan biri de Salih Baydemir. Halil Basutçu Salih Baydemir’e sordu:

-Hemşerin sana selâm göndermemiş! Salih’ten önce ortaya “Unutmuştur!” varsayımı atıldı. Hilmi’nin unutkanlığı anlatıldı. Arkadaşların çoğu iyimser açıdan baktı. Beni karıştıran olmadı, diye içimden sevinirken kimi olaylarda benim Hilmi’yi koruduğum ortaya getirildi. Olayın birinde de Hilmi’nin karşısında Mehmet Başaran’ın olduğu söylendi. Neyse ki, koşanlar arasında Mehmet Başaran yoktu. Olsaydı sanırım suskunluğumu bozacaktım. Dört Mehmet olarak sıfatlandırdığımız Mehmet Aydın, selâm listesinin başına beni yazmış. Bunu da doğrusu beklemiyordum. Ancak Mehmet Aygün’ü severdim. O da Hasan Üner’i atlamış. Arkadaşların gözünden kaçmıyor, nedenini Hasan Üner’den sordular. Hasan Üner:

-Bu iki arkadaş, sık sık mektuplaşıyorlar. Bunu daha okulda karşılıklı kararlaştırmışlardı. Belki de tüm arkadaşlara selâm yazma yerine, sen şuna şuna yaz, ben de buna buna yazayım diye bir paylaşım düşünmüşlerdir.

Arkadaşların, selâm dizisinde olup olmama konusundaki duyarlıklarına şaşmakla birlikte gerçekten önemsenip önemsenmemesi düşündüm. Bu bakımdan 3.Mektubu daha dikkatle bekledim. Recep Kocaman, ağırbaşlı bir arkadaşımızdı, yaptığı, yapamadığı işlerle ilgili bilgiler vermiş, ikinci yıla girilmesine karşın eksiklerin sıkıntısı içinde olduğu anlatmış, sonunda da:

- Tüm arkadaşlara selâm! deyip kesmiş.

Yatınca, mektupları bir türlü ilgi alanımın dışına itemedim. Hilmi Altınsoy’a mektup yazmayı aklımdan geçirmemiştim. O da aynı duyguları niçin taşımasın? Recep için de öyle.Ahmet Güner oyun arkadaşımdı; okul bitti, demek ki oyun da bitti.

Mehmet Aygün, içimizde en dikkatlilerden biriydi. Mahir Canova Öğretmenin derslerinde onu anımsıyorum. Mahir Öğretmen:

-Tiyatrocu, başarılı tiyatrocu olmak için bir kimsede boydan, postan yakışıklılık, yakışıksızlık görüntülerinden önce, insanların karakteristik yanlarını yakalama sezgisi olmalı! diyor. Bunu düşününce gözümün önüne Mehmet Aygün geliyor. Mehmet çok konuşmaz, konuştuğu zaman da boş konuşmaz. Tiyatroculuğu hiç düşünmemiştir ama şimdilerde daha iyi anladığım kadarıyla Mehmet doğuştan tiyatrocu denecek ölçüde tiyatroya hazırlıklı bir yapıda. Keşke buraya gelseydi dediğim çok oluyor. Bu düşüncemden vazgeçmiş değilim ama bu konuda bir öneriye de cesaret edemiyorum. Çünkü Kepirtepe Köy Enstitüsü’nde tipik bir dönem geçirdik. Otuz arkadaş içinde Milli oyunlara ancak iki arkadaş kandırabilmiştim. Öteki yirmi yedi kişi:

-Erkek oyun oynamaz, oyunu Çingeneler oynar! deyip uzaklaşıyordu. Oysa 1941 yazında öteki Köy Enstitüleri ekipler olarak geldiklerinde hep oynadılar, yörelerinin oyunlarını sergilediler. Oysa büyük bir şans olarak Hidayet Gülen gibi bir öğretmenimiz vardı. Karagöz oynatıyordu, Zeybek oynuyordu. Kazaska denilen Kafkas oyunu kaç kez bizim arkadaşların önünde oynamış, oyun müziğini de öğretmişti.

Kepirli on beş arkadaş şimdi Hasanoğlan Köy Enstitüsü Yüksek Bölümü öğrencisiyiz.Enstitü öğrencileri yılın dokuz ayında sabahları kalkar kalkmaz Millî Oyun oynuyorlar.Yüksek Bölüm öğrencilerini de bir gün oyun alanına çağırsalar öyle sanıyorum ki salt bizim Kepirli ondört kişi zübek gibi ortada kalacaktır.(Kendimi saymıyorum, çünkü ben melodilerini çaldığım gibi oynan oyunların çoğunu( Toplamı ,zeybek,halay onbeş kadar) da oynayabiliyorum.)

 

25 Aralık 1944 Pazartesi

 

Uyanınca geçen hafta bugün üstünde durduğumuz konuları gözden geçirdim. Aydın Gün Öğretmen, şan çalışmaları yaptırmıştı. Nelerdi onlar? Ses grupları, gruplara giren seslerin korunması,grup değiştirme çalışmaları,Franz Schubert’in An die Müzik.

Mahir Canova Öğretmen de Sofokles çevirileri hakkında bilgi vermişti.Faik Canselen Öğretmense marşlar üzerinde durmuş, milli marşlar üstünde düşünmemizi istemiş, İstiklâl Marşı’mızın özelliğini anlatmıştı. Birden anımsadım, bir de araştırma ödevi vermişti;ne oldu o ödev? Bir marş seçilecekti. Bildiğim marşları sıraladım. İlkokulda öğrendiklerimden başladım.

 Marşın adını unuttum ama sözlerini anımsıyorum:

       Hürmet sana dey şan dolu sancağım

       Baştan başa kurtuldu şen ocağım

       Dünyalara bedeldir mah cemalin

       Allah’ıma emnettir Kemal’im........

      ..................

        Yaslı Gittim

 

        ........................

       Yaslı gittim şen geldim

       Aç koynunu ben geldim

       Bana bir yudum su ver

       Çok uzak yoldan geldim

       Deniz deniz Akdeniz

       Suları berrak deniz

       Karşıda yâr ağlıyor

       Gideyim bırak deniz

       Korkma açıl şen yurdum,

       Dağlara ordu kurdum,

       Açık denizlerine

       Süngümle kilit vurdum.

          ...........

 

         Ankara

        Ankara’nın taşına bak

        Gözlerimin yaşına bak

        Yunan Türk’e esir olmuş

        Şu feleğin işine bak!

        Yaşa yaşa kemal Paşa

       Askerinle binle yaşa....

       Ankara’da ay doğuyor

       Yunanlıyı kan boğuyor

          ..........

 

        Çelik gibi kollar, tunçtan ayaklar

        Türk yılmaz, Cihan yıkılsa Türk yılmaz

        Kavgaya girse, tek bile kalsa Türk yılmaz

        Cihan yıkılsa Türk yılmaz.

Bunlar, kendi köyümde okurken(3. Sınıfa kadar)öğrendiklerim.4.Sınıfta 10. Yıl Marşı’nı öğrenmiştim. Birden karar verdim; Millî Marş bu neden olmasın! Hidayet Öğretmen anlatmıştı, Cumhuriyet’in 10. Yılında büyük törenler yapılmış, Türk Halkı bayramı coşkuyla kutlamış. Biz de bizim köyle bayram etmiştik. Ancak Hidayet Öğretmen, henüz yeni bestelenmiş olan 10.Yıl Marşı’nın böylesine birlikte söylemesini övmüştü. Bunu da marşın güzelliği kadar halkın marşı benimsemesine bağlamıştı.

 Kahvaltıda ödevlerle ilgili kem küm edildi ama dişe dokunur bir söz söylenmedi. Kâmil Yıldırım kesin karar vermiş, Müfettiş piyesi oynanırsa onda rol alacakmış. ”Kral Oidipus beni sarmadı! “dedi. Adaşı Halil Yıldırım da onu destekledi:

-Kim yüzü gözü kanlı sahneye çıkar? gibilerde destekleme yapınca tartışma başladı.En yakın arkadaşları Nihat Şengül, bizden önce karşı çıktı:

-Saçma! Sizin söylediğiniz saçmalıktan da öte! Filmlerde insanlar ölüyor, attan düşüp yaralı rolü yapıp kıvır kıvır kıvranıyor. Bunlar yapılmasa film olur mu? Hemşerim Kadir söze karıştı:

-Kamil’e bakmayın siz, o kendine o rol verilmeyeceğini bildiği için böyle konuşuyor. Ekrem de unu bekliyormuş:

Kâmil’in boyu küçük, krallar boylu olur! deyince İbrahim Şen:

 -Nedenmiş o? Napolyon Bonapart’ın boyu 160 kadarmış! deyince söze ben de karıştım:

-Yeni Sinema’ da Napolyon filmi oynuyor, gidip görün; söylendiği kadar kısa değil. Tartışmayı kesip masadan kalktık. Az yürüyünce Kâmil, Ekrem’in sözüne alınmış, karşısına geçip:

-Maşallah, sen çok uzun boyluymuşsun, tıpkı krallar gibi! deyince önceki gerginlik uçtu, gülüşerek Salona gittik.

Salonun ısınmasından görünüşte ben sorumluyum ama gerçekte soba işini Ömer Çiftçi üslenmiş durumda. Ömer, Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nü bitirdiği için öğrencileri tanıyor. Öğrenciler de onu çok sevdiğinden nöbetlerinde özellikle bizim soba yakılıyor.

Bu sabah, Aydın Gün Öğretmen yalnız geldi. Ellerinde eldiven vardı. Her zamandan farklı olarak eldivenlerini, şapkası çıkardı; paltosunu çıkarıp dışını içeriye olmak üzere ikiye katlayıp Plâk dolabı yanındaki boş masaya koydu. Koyduktan sonra da hepimize bakarak sordu:

-Yanlış bir şey yapmadım değil mi? ”Yapmadınız!” karşılığından sonra:

-Mal canın yongası! derler. Yonga benim bildiğim kesilen ağacın küçük bir parçasıdır. Bunun canla ne ilişkisi olabilir? Bir kaç arkadaş birden konuşunca Aydın Öğretmen:

-Siz farkında olmadan konuşma korosu yapıyorsunuz. Konuşma korosu bizim alanımız değil, isterseniz biz kendi koromuzu yapalım! der demez İstiklâl Marşı işareti verdi. İstiklâl Marşı’nı iki üç kez tekrarladık. İlke kararı aldık, İstiklâl Marşı’nı bundan böyle iki sesli söyleyeceğiz. Öğretmen duraksayınca Faik Öğretmen’in verdiği ödevi anımsattım. Aydın Öğretmen:

-Biliyorum, Faik Ağabeyle biz onu konuştuk! Dedi .Daha sonra önce Ziraat Marşı’nı, arkasından da İleri Marşı’nı tekrarladık. Aydın Öğretmen Barcarol’u önce kendisi söyledi, arkasından bize söyletti. Gülerek:

-Siz de müzik öğreteceksiniz, tanıdık kimi öğretmenler gibi kenara çekilip yükü öğrencilere yükleyecekseniz hiç uğraşmayalım! Ne dersiniz? Hep birlikte:

Sizin yönteminizi uygulayacağız! dedik. Aydın Öğretmen bu kez An die Müzik için, Liedin adı da bizim dilimize uygun. An die Müzik, müzik anları, Müzik zamanı anlamına da uygun, gelin bunu öğrenelim, koro müziği değil, Brahms’ınki de değil ama söylüyoruz; gelin bunu da öyle yapalım! diyerek çalışmayı kestik.

Mahir Canova Öğretmen gülerek:

-Kendimi Konservatuvara giriyor gibi bir duyguya kapılıyorum! dedi. Pusuda bekleyen Muttalip Çardak:

-O duygunuzun gerçeğe yakınlaşması için Ekrem arkadaş kapıda sizi beklesin! Mahir öğretmen Ekrem’e bakarak niçin? diye göz kırparak sordu. Ekrem:

-Arkadaş aklınca beni kapıcı yapıyor! der demez Mahir Öğretmen gülerek:

-Kapıcı yapmıyor, bir rol veriyor. Rolün kapıcısı, kralı olmaz. Bugün kral olan yarın bir katil, sonraki günde bir damat olabilir. Mahir Öğretmen yerine oturunca sordu:

-Anladığım kadarıyla siz kendi aranızda bu işi tırnaklıyorsunuz. Tırnaklamak ne demek? Buna gerçekte gagalamak da denir. Ancak ben o sözü beğenmediğim için değiştirdim. Kuşlar, ağaçların kabuğunu yoklar, kabuğun altında işine yarayacak bir şey sezerse delip emeline kavuşur. Siz de bunu yapar gibisiniz.

Mahir Canova Öğretmen, Tiyatro Sanatında, beden hareketleri gibi dilin de çok önemli olduğunu anlattıktan sonra Kral Oidipus kitabından sayfalar açarak denemeler yaptı. Bir deneme de hiçbirimiz başarını olamadı. Kral Oidipus, Apollon tapınağında haber bekler. Haber gelmiştir. Haber korkunçtur. Tanrıların gazabına uğrayan Oidipus kadar Kraliçe İyokast günahkârdır. Kraliçe durumu öğrenince kendini öldürür. Kraliçenin öldüğünü halka duyuracak olan saraydan halkın önüne çıkarak “İokast, öldü!” diyecektir. Bu haber nasıl bir ruh hali içinde söylenmelidir? Kısık bir sesle söylenemez, çünkü Yunan Tiyatrosu Açıkhava tiyatrosudur. Bağıra çağıra da söylenemez, çünkü çok acıklı bir haberdir. En az ikişer üçer kez kalkıp denedik, Mahir Canova Öğretmene beğendiremedik. Ben kendi söylediğimi kendim de beğenmedim. Kusurumu biliyorum, nasıl söylenmesi gerektiğini de sözde kestiriyorum ama kalkıp söyleyince olmadığını görüp herkesten çok ben gülüyorum.

Başka sahnelerden denemeler de yaptık. Benim beğendirdiğim, Kreon’un bir sözü:

-Tanrılar, doğruyu söyler!

 Öğle

 yemeğinde yediğimiz içtiğimiz “İokast öldü! sözü oldu. Arka masada da bizim bölümden arkadaşlar, onlar da aynı sözleri tekrarlıyorlar. Ekrem Bilgin dayanamadı:

-Hayır o ölmedi,saatlerce uğraştık ama onu biz de öldüremedik! diyerek olayı saptırdı.

           *

Faik Canselen Öğretmen gelir gelmez piyanoya oturarak Fransız Milli Marşı’nı çalıp, dünyada ilk milli marş olması nedeniyle hikâyesini anlattı:

“ Fransa’da Büyük İhtilâl olmuş, her dediğini halka yaptıran kralın yetkileri elinden alınıp Halk Meclisi’ne verilmiş, Fransız Halkı sevinç içinde. Ancak Avrupa’nın öteki krallıkları, bu durumun kendilerine de sıçramaması için el birliği ile Fransa’ya savaş açarlar. Birleşik düşman orduları Paris önlerine dek gelmiştir. Bu kez tüm Fransa ayaklanmıştır. En uzak köşelerde birlikler kurulup Paris savunmasına koşulur. Fransa’nin bir güney kenti olan Marsilya’da kurulan birlik de Paris’e gitmek üzere yola çıkar. Marsilya Paris arası oldukça uzundur. Ancak savaş heyecanı insanların dirençlerini biler. Uzun yol yürüyen Marsilyalılar yolda kendilerine eğlence sayıp şarkı söylerler. Şarkılar arasında savaş üzerine söylemler de ortaya atılır.Bir araya gelen bu halk insanlarının belli noktalarda birleşerek heyecanlanması, heyecanlarını seslerle yansıtması başlarındaki subayları da etkiler.Bunlardan biri i( Yüzbaşı Rouget de L’isle) esinlendiği ortak melodi motiflerini kaynaştırıp bir Marsilyalı şarkısı kotarır. Birlik bunu tekrarlayarak Paris’e ulaşır, düşman kovulmuş, savaş kazanılmıştır. Marsilyalıların şarkısı beğenilir, tüm Parisliler Marsilyalıların şarkısını söyler. Şarkı, ünlü bestecilerin, orkestra şeflerinin ( Gossec,Donizetti) düzeltmeleriyle Fransa’nın Milli Marşı olarak kabul edilir.(!795)Ancak,Avrupadaki krallıkları deviren Fransa’yı büyük bir İmparatorluğa dönüştüren Napolyon Bonapart zamanında Marsilya Şarkısı, yani La Marseillaise, Fransa’nın Millî Marşı yasaklanır.Ancak olan olmuştur,Fransa halkı marşı benimsemiştir zaman zaman söylenir.!879 yılında da ise bir daha kaldırılmamak üzere Milli Marş olmuştur.

 

       Vatan için yürüyelim arkadaşlar

        Zafer saati geldi, çaldı, şan, şeref bizimledir.

        Zalim krallar gene çekmiş kanlı bayraklarını,

        Yok etmeğe geliyor bağıra çağıra bizi, kadınlarımızı ,çocuklarımızı,

        Silahlanalım arkadaşlar,sıklaşsın saflarımız,

        Alçakların kanıyla sulansın toprağımız..................

          

 Krallıkların yıkılmasından sonra peyderpey öteki uluslar da kendilerine Millî Marş seçtiler. Prusya, Josef Haydn’ nın İmparator kuartetinden, Avusturya Mozart’ın bir eserinden millî marş yapmıştır. Bizim Osmanlılarda millîyet fikri olmadığından böyle bir girişim olmamıştır. Cumhuriyeti kuranlar da İstiklâl mücadelesi içinde olduklarından önce İstiklâllerini düşünerek, bize istiklâlimizle birlikte bir de marş armağan etmişlerdir. Şimdilerde öteki ulusların (Uygar Ulusların) İstiklâl diye bir sorunu olmadığında istiklâl marşları yok, bunun yerine millî marşları var. Biz de İstiklâl Marşı’mızı Millî Marş olarak kullanıyoruz!”

Faik Öğretmen gülerek:

-Bir bakıma bu da iyi oluyor, bir zamanlar bizi yok etmeye kalkanlara olan hıncımızı yüzlerine doya doya vuruyoruz!

Öğretmen daha sonra bizim düşüncelerimizi sordu. Millî Marş için İleri Marşı’nı önerenlere öğretmen biraz daha düşünmelerini söyledi. Benim önerdiğim 10. Yıl Marşı için ise:

-O, güzel bir marş ama çok söylendi, unutulmadı; Cumhuriyet yönetiminin ruhunu yansıttı. Ancak, bu yaygın tanınmadan sonra yeni bir kisve altında halkın önüne çıkarmak onun, eski değerini de zedeleyebilir. Öğretmen birden sesini yükselterek:

-Niçin yenisi bestelenmesin canım? Siz de bazı eski eyyamcılar gibi hep geri çekilme taraftarı olmayın. Kendimiz yapmasak bile yapacakların çıkacağı umudunu yitirmeyelim! Faik Canselen Öğretmen, toplu olarak İstiklâl Marşını söyletti. Marşın notalarına dikkatimizi çekti. Başlangıçtaki yumuşak söyleyişe karşın giderek sertleşmenin doğal olduğunu, ancak bizim marşın, sözlerdeki sesli harflerin çokluğundan ileri gelen bir zorlanma olduğunu, bunun da doğal karşılanmasının gerektiğini anlattı. İlk dörtlüğü okudu.

 

       Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak,

       Sönmeden yurdumun üstünde en son ocak.

       O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;

       O benimdir, o benim milletimindir ancak!

Dedikten sonra sözlerdeki sertliğe dikkatimizi çekti. Korkma sözüyle başlayan “K,,:

 harfli heceleri tekrarlayarak:

-Kork, fak, sancak, ocak, parlayacak, ancak hecelerinin besteciyi zorlayan bir tarafı var. Bunlar, sesi sertleştiriyor. Bu sertlikleri yumuşatmak için besteci sesleri yaymak zorundadır. Bu nedenle yayılan ses oktavın üstüne çıkıyor. Normal insan sesi bir oktav aralığa elverişlidir. Dikkat edersek marşımızda re-re ile fa-fa oktavları geçiyor. Öyleyse marşı doru söyleyemememiz beste kusurundan değil, biz seslerimizi geliştiremediğimiz için güzel marşımız doğru söylenemiyoruz.

Öğretmen, müzik derslerinde sazdan çok ses üzerinde durulmasını bunun için istiyoruz. Sizleri gözledikten sonra rahatça söylüyorum, sizin Köy Enstitüleriniz de müzik işini rayına oturtamıyor. Tıngır mıngır mandolin kullanılıyor ama hani ya şan durumunuz? Bakın, şu durumda İstiklâl marşımızı söylemekte zorlanıyoruz. Oysa sizi zorlayan aralık bir oktav. Do sesinden do sesine inememek ya da çıkamamak, müzik insanları için olumsuz bir durumdur:

-Gözü görmeyenin gözcülüğe, aksak yürüyen birinin koşuculuğa kalkışması gibi bir şey olur bu!

Faik Öğretmen İstiklal Marşı’nı pürüzsüz söyletmemiz için önce kendimizin söylememizi istediğini tekrarlayarak ayrıldı.

 

Öztekin Öğretmen, arkadaşların tavrından bir şeyler sezmiş olacak şakalı sözlerle söze başladı:

-Belli ki biraz sıkılmışsınız, hadi biraz türkü söyleyelim, ne dersiniz ? diye sordu. Toplandık.

Olası konserler için yapılmış bir listemiz var, listedeki türküleri tekrarladık. Türkülerden sonra şarkılara geçildi. Arada bir konuşma oldu. Konuşma giderek yılbaşı gecesi yapılacak eğlenceye dayandı:

-Yılbaşı Eğlencesine biz katılmayacak mıyız? Bölüm Başkanı, katılmayacağımızı söyledi. Söyledi ama sanki bir nedenden dolayı katılmayacağımızı da belli eder gibi konuştu:

-Bırakalım bakalım, onlar gendi dilediklerince yapsınlar! Onlar, kendileri, belli ki birilerini belirtiyordu. Çalışmadan sonra arkadaşlar konu üzerinde durdular. Türlü varsayımlar üretildi. Ancak geçen yılki yılbaşı benzeri bir kutlama yapılmaması eleştirildi. Geçen yıl nasıl olmuştu?

Uzunca bir yanıma-düzeltme söz yoğrulmasından sonra anlaşıldı:

-Geçen yıl da biz bir şey yapmamış yapılana katılmışız!

Herkes anımsadığını tekrarladı. Konuşmalardan sonra ben kendi notlarımı okudum, konuşulanlarla hiç bir ilinti kurulamayacak olaylar olmuş.

Serbest saatte piyano çalıştım. Faik Öğretmen, Milli Marşları anlatırken Alman Milli Marşı bestesini beğendiğini söylemişti. Josef Haydn’ın bir bestesinden alınmış. Bunu biliyordum, sonradan takılan adıyla Kaiser Kuarteti., no 77.O bölümü çalıştım. Sahiden çok yumuşak sesler. Kolayca da ezberledim. Nedense aklıma takıldı:

-Bizim marşımız neden bu denli yumuşatılarak söylenmesin? Uzun süre İstiklâl Marşı’nı çaldım, yavaş sesle söyledim. Faik Öğretmene hak verdim:

-Sahiden biz marşımızı canı gönülden severek söylemiyoruz! Oysa söylenemeyecek bir yanı yok. Söylerken bir sonra gelecek sesi düşünmeden bağırınca aksaklık kendiliğinden oluyor.

Yeni bir sevinç içinde yemeğe gittim. Arkadaşlar gene Yılbaşı düşü kuruyordu.Hiç beklemedikleri bir şey söyledim:

-Ben İstiklâl Marşı’nı söylemeyi öğrendim! Hepsi yüzüme baktı. Halil Yıldırım:

-Şimdiye kadar neredeydin? Bu kez de ben ona baktım:

-Şimdi senin olduğun yerde! Olayı anlattım olayı anlayan da oldu anlamayanda! Hemşerim Kadir kolayını buldu:

-Ağabeyin elinde piyano var, vuruyor tuşlara! Arkadaşlar hep güldü:

-Sen de vur kuzum, sana vurma diyen mi var?

          *

Yemekten sonra Kitaplığa gittim. Son Varlık’ları almamıştım, oraya gelmiş, karıştırdım.

      

 Şinasi Özden’le Oktay Rifat’ın şiirleri var. Oktay Rifat’ın şiirini yazdım.

 

           Rüya

               Sabiha’ya

        Ben bir rüya gördüm akşam

        Yeşil giymişim üstüme.

        Besbelli şiir yazarım

        Kalem almışım destime.

 

        Defler çalındı önceden

        Sazlar çalındı inceden

        Döşek sermişler yoncadan

        Bir nur doluyor cismime.

       

        Tepsilerde vişne, kiraz

        Şerbet içtim kandım biraz

        Dedim, gayrı durmak olmaz

        Remil atılsın ismime.

 

        Oktay der ki yoktur hiylem

        Seni bana yazmış Mevlâm

        Müjde selvi boylu sunam

        Müjde eşime dostuma

              Oktay Rifat

 

Nedense şiiri çok sevdim. Sanırım son zamanlarda çok karışık türden şiirlerle karşı karşıya kaldığımızdan, bu şiirin bende biraz çocukça etki bırakmasına karşın çok hoş bulduğumdan bir kaç kez okudum. Yatınca ezber olarak tekrarladığıma da hem şaştım hem de sevindim. Şiir ezberleme yanım henüz kapanmamış. Ezberimdeki şiirlerin aklıma gelenlerini, Ali, Veraset, Çoban Çeşmesi, Fikret’in Mezarında, Bana Sual Sorma, Fahriye Abla, Serenat, İnsanlar, Garip Kişi, Efem, İzmir Yolları...derken uyumuşum...

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ