Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

24 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Okul Kooperatifinin Bir Ekipçe Örnek Yönetimi

 

6 Şubat 1941 Perşembe

 

Kar yağıyor konuşmaları içinde uyandım. Oysa dün kar kürümekle gün geçirdik. Öyle ki, dünkü kadar geçmiş atölye işlerinde bile yorulmamıştım. Salt ben değil tüm arkadaşlar, ”Şu kardan bıktık!” deyip okul çevresinde zerresini bile bırakmamıştık. Ben de herkes gibi söylenerek çıktım. Orhan daha önce gitmiş. Halil de benim gibi, söyleniyor. ”Geçen yıllarda böyle kar oluyor muydu? ”diye soruyor. ”Hep oluyor ama biz unutuyoruz. Dışarı çıkınca beklemediğimiz bir de ruzgarla karşılaştık. Rüzgar esince , seyrek bir kar serpintisi savurup çokmuşçasına gözümüzde büyümesine neden oluyor. Derslikte tüm arkadaşlar pencerelere sıralanmış kara bakıyor. Halil, ”Şunlara bak, kar görmemiş gibi bakınıyorlar!”dedi. Halil’in sözünü değiştirip, ”Karı görmedik gibi, bakıyorsunuz, karı görmedik gibi bakıyorum, sözleri tekrarlandı. Sami Akıncı sözün tekrarlanış nedenini anlamazdan gelip kar görmeme ile karı görmeme arasındaki anlam farklarını anlatmaya kalktı. Sami’ye gülenler oldu. Yusuf Asıl gülünce Sami Yusuf’a “Küçük, karı görsen ne yapacaksın? ”diye sordu. . Yusuf duraklayınca, Sami Akıncı’ya birkaç arkadaş, ”Bana sor, bana sor? dediler. Sami gülerek, ”Boş boş konuşuyorsunuz, işiniz gücünüz boşboğazlık!”Boşboğazlık sözü dile dolandı. Anlamı, sözcük türü, yapısı konuşuldu. Son sözü gene Sami Akıncı söyledi, arkasından da azıcık alaylı olarak, konu üstüne eğilmeden bir şeyi doğru öğrenemezsiniz!”diyecek oldu. Yusuf Asıl gene konuştu. Sami Akıncı’ya”O sözü sen söylediğin için senin açıklamanı bekledik, yoksa biz onu biliyorduk!”Sami Yusuf’a baktı, ”İşte bir boşboğazlık daha !”dedi. Kahvaltıdan çıkarken karın kesildiğini görünce çığlıklar atıldı. ”Bizi korkutmak için şubat ayının numarası!”diyenler oldu. Dersliğe girince gene de gözler pencerelerde kaldı. Fikret Madaralı Öğretmen de “Günaydın!”dedikten sonra, pencereye bakarak, ”Kar gene korkuttu, aman bir süre yağmasın ne olur? ”dedi, arkasından, ”Soğuğu bir yana gelip gitme aksıyor. , şubattır, kar yağmadan olmaz ama birkaç gün ara verse !”deyip ellerini ovuşturdu. Masaya dönerek, çantasından kitap çıkardı, ”Ahmet Haşim’i tanımıştık, anımsayanınız var mı? Nelerini okumuştuk? dedi. Ben birden irkildim: Ahmet Haşim’den kafamda hiçbir iz yok. Kendimi zorladım, Atatürk için yazdığı parçayı anımsadım. Bir hastaneden söz eden yazısını okumuştuk. Sami Akıncı parmak kaldırdı. Öğretmen soru sormamış gibi konuşmaya başladı. ”Ahmet Haşim, önemli yazarlarımızdan biridir. İleriki yıllarda da ondan yazılar okuyacaksınız. Onun şiirleri de yazıları gidi çok beğenilir. Ancak şiirleri düzyazıları ölçüsünde kolay anlaşılmaz, gizli anlam taşırlar!”deyip önce: Bülbül, Ağaç, Süvari, Bahçe şiirlerini okudu. Tekrarladı, açıkladı. Öğretmen konuştukça anımsadım. Ahmet Haşim Almanya’da kalmış, orada bir tanıdığıyla kırda gezmiş, oranın ağaçlarını, ormanlarını anlatan bir yazısını bir de sincapları anlatan yazısını okumuştuk. Parmak kaldırıp söylemeyi düşündüm, sonra vazgeçtim. Öğretmen şiirleri okumaya devam etti. Bu şiirlerin de bir bölümünü okumuştuk, iyice anımsadım. Öğretmen az durduktan sonra ilgimizi çekti, ”Çok beğenilen şiirlerinden biri de budur!”dedikten sonra Merdiven adlı şiiri okudu. ”Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden!”Öğretmen konuşur gibi okuyor ama çok güzel okuyor. ”Okumak isteyen var mı? ” diye sordu. İsmet, Sami, Halil, Bekir parmak kaldırdılar. Sıra ile dördüne de okuttu. Arkasından bir kez daha kendi okudu. Bu şiirin anlattığı ile anlatmak istediği farklıdır. Bu farkı da okurken sesimizle belirtmeliyiz!”dedi. Öğretmen böyle deyince parmak kaldırıp okumadığıma sevindim. ”Sesle nasıl fark ettireceği? ”, anlamadım. Zil çalınca rahatlar gibi oldum. . Pek hoşlanmadığım bir Türkçe dersi geçirdim. Dersten sonra Ahmet Haşim’den okuduğumuz Leylek, Sincaplar yazılarını iyice anımsadım ama, nafile bir anımsama oldu bu, pek işime yaramadı. . Dersten sonra Ahmet Gürsel Öğretmenin mektubunu açıp problemin çözülüşünü bir daha gözden geçirdim. Öğretmenin yaptığını tıpkı yazarak uzun uzun uğraştım. Aritmetik defterime de aynısını yazdım. Yemeğe giderken çıkış merdivenlerinde Fikret Madaralı Öğretmenle karşılaştık, öğretmen durdu, kooperatifle ilgili bir soru sordu. Ben yanıtlarken geçip inen arkadaşlar, “Çabuk çabuk ineceksin bu merdivenlerden!”diyerek itiştiler. Öğretmen, gülerek “Bir alem şu senin arkadaşların!”diye güldü. Öğretmenin söylediğini duyan Arif Kalkan, arkadaşlara: ” Öğretmen söylediklerinizi duydu, kim onlar diye sordu!”dedi. Beni de tanık gösterdi. ”Ben, Adınızı sordu, ben de söyledim!”deyince birden parlayanlar oldu. Yemekte Hilmi Altınsoy uzun süre beni sıkıştırdı, Doğru mu, Fikret Madaralı Öğretmen adlarımızı aldı mı? diye sordu, verdiğim yanıtları and içirterek doğrulatmaya çalıştı. Sonunda azarladım, ”Siz boşboğazlık yapacaksınız, zor durumlara girince de biz sizin yalancınız olacağız!”Hilmi iyice inandı. ”Çabuk çabuk ineceksin bu merdivenden!”diyen oymuş. Böyle söyledim ama sonradan ben de pişman oldum, öğretmen kızmak şöyle dursun güldü. Bunu söylesem iyice şımaracaklar. Yemek sonuna doğru biraz somurtuk olarak ayrıldık. Atölyeye giderken Hasan Üner de beni destekledi, ”Çok şımarıyorlar, azıcık üzülsünler!”dedi. Arkamızdan Hilmi Altınsoy koştu geldi, ”Abi seni üzdüm, özür dilerim, beni affet!”Zaten ben olayı bu yola dökmekten pişmanlık duyuyordum, önce biraz duraksadım, Hilmi’ye kızmadığımı söyledim, Öğretmen için de “Fikret Madaralı Öğretmen o tür konuşmalar üzerinde durmaz, ilk duyduğunda belki hoşlanmamıştır, ancak olayı kine götürmeye asla kalkışmaz!”diyerek dönüş yaptım. Hilmi gidince Hasan’a doğrusunu söyledim. Konuyu bu duruma Arif Kalkan’ın çevirdiğini, beni de yalancı tanık durumuna soktuğunu anlattım. Öğretmenler gelince konu kapandı. Bu kez de bir başka konu dilimize takıldı: Üsteğmen tümenden sinema makinesi getirip film gösterecekmiş. İrfan Öğretmene söylemiş. İrfan Öğretmen sordu”Size söylemedi mi? ”…Öğretmen az sustuktan sonra, ”Pencere, kapı, masa köşe geçmelerinin çizimlerine devam edeceğiz, ancak masa geçmeleri 1/2 oranında büyütülecek!”dedi. Öğretmen, ”Herkes işini biliyor, ben gelinceye dek işlerinizi sürdürün!”deyip gitti. Bir bölü iki sözü tartışma konusu oldu. 1/2 yarım demek, öyleyse biz, onluk lataları ikiye bölüp beş cm. geçmeler yapacağız. Hasan’la Salih dışındaki arkadaşlar bunu anladıklarını söylediler. Oysa ben, dün yaptığımız çizimlerin masa geçmelerini, dünkü ölçüde değil biraz büyük çizeceğiz. Ne kadar büyük? Dün çizdiklerimizin ½ büyüklüğünde. Dün çizdiklerimiz 6 cm. idi bugünse bunları 9 cm. yapacağız. Herkes işini sürdürdü. Sürdürdü dedim ama aslında benden başkası pek sürdüremedi. Az sonra Naci Öğretmen geldi;ilk sözü, masa köşelerinin 9 cm olması gerektiğini dün söyleyemiştik, onlarda bir değişiklik yapacağız: Sanırım İrfan Öğretmen sizi uyarmıştır!”dedi. Naci öğretmen 9 cm. deyince durum anlaşıldı. Herkes çizimlere yeni başladı. Benim hazırlanmış dört çizimimi görünce öğretmen gülerek, ”İbrahim, bunlar gene şamataya tutulmuşlar, belli, dörde karşı bir tane bile tamamlanmamış!”Ben, ”Biz, Hasan, Salih üçümüz birlikte çalıştık, arkadaşlar tek tek yapıyor!”dedim. Naci Öğretmen, ”Ya, öyle miiiiiii? ” diye uzun bir “Mi”ünlemi çekti. Arkasından “Görünen köy kılavuz istemezmiş, biz birbirimizi tanıdık!” sözünü tamamlarken İrfan Öğretmen geldi. İrfan Öğretmeni Müdür Bey çağırmışmış. Bu kez iki öğretmen de gene Müdür Beyin odasına gittiler. Biz de öğretmenlerin önemli bir sorunları olduğu varsayımları kurmaya başladık. Ben, duraksamadan, ”Askere alınmış olabilirler!”dedim. Askerlik sözü ortaya gelince hepimizin rengi atıyor. Askerlik savaşı, savaş insanların ölümlerini çağrıştırdığı için üzüntünün dışkında kalmıyoruz. Hasan, geçen yıllar hep birlikte okuduğumuz Cenap Şehabettin’in bir yazısını, Plevne’den Geçerken adlı anısını anımsattı. Yeniden okumuş gibi hepimiz duygulandık. İlgimi çekti, sayısız parça, öykü, şiir okuduk ama hiç birisi bu denli hepimizce ayan beyan anımsanamıyordu. İlk satırları biri söyleyince arkasından tüm yazı, başka başka arkadaşların uyarılarıyla tamamlandı. Arkadaşlar çabuk etkilendi, çabuk kurtuldular. Ben kendi içimden büyük bir suç işlemiş gibi duraksadım. Babam, Plevne Savaşı’nı çocukluk anıları içinde anlatır. Bu konu konuşulunca ilgiyle katılır, anlatılanları da dikkatle dinler. Bunu bildiğim halde Plevne’den Geçerken parçasını neden babama okumadığımı şaşkınlık içinde kınadım. Oysa babam buna çok sevinecekti. Köye ilk gidişimde bu parçayı ne yapıp yapıp okumaya karar verdim. Paydosa yakın öğretmenler geldi. Toplantı nedeni, önümüzdeki yaz yapılacak binaların harcamaları üstüneymiş. Her Mali Yıl Başında bu yapılıp planlar çıkarılıyormuş. Okul yönetimi de gelen parayı bu kararlar doğrultusunda yapılan işlerin karşılığı olarak dengelice bölüştürüyormuş. Öğretmenler bunu anlatınca gülümsedik. Bizim gülümsememiz. az önceki, varsayımlarımızın doğru olmadığındandı. İrfan Öğretmen, gülümseyişimize karşılık”Ya, böyle işte çocuklar, devlet parası öyle kolay kolay harcanamıyor!”. Bu sözü duymazdan gelen Yusuf Asıl, öğretmenin az önceki sözünü, ” Paralar, yapılan işlere göre veriliyor!” demesine dayalı olarak, ”Yapılan işler karşılığı para verildiğine göre bize neden vermiyorlar, işlerin çoğunu biz yapıyoruz !”Öğretmen bu kez Yusuf Asıl’a, ”Bak açıkgöze, devlet okulunda yatılı okuyorsun, ”Yaptım!”dediğin işler senin öğrenmen için yaptırılan işler, o işler paraya döndürülse belki hakkın olur. Şimdilik böyle bir durum yok. Belki ilerde olacak, o zaman sizlere de pay düşecektir!”İrfan Öğretmen anlatırken , bizler dikkatli dikkatlı dinliyorduk;gitmek üzere hazırlanan Naci Öğretmen yaklaştı, İrfan Öğretmenin sözünü değişik olarak alıp sürdürdü. Onların okulunda parayla işler yapılınca öğrencilere bir ölçüde pay veriliyormuş. Naci Öğretmen, onun nasıl olduğunu anlattı. ”İlerde burada da aynı yöntem uygulanabilecektir. Ama şimdilik bu söz konusu değil, çünkü dışarıya iş yapmak pek kolay değil. Okul henüz kuruluş aşamasında!”dedi. Öğretmenler çıkınca, arkadaşlar şaşkın şaşkın bakıştılar: ”İyi ki kuruluş aşamasında, bu bile bize yetiyor. Bir de para kazanma nedeniyle çalışsak, pestilimiz çıkacak!”. Salih Baydemir, buna karşı çıktı, ”Daha iyi olur, benim şimdi de pestilim çıkıyor, hiç değilse birkaç kuruş kazanırdım!”Onlar tartışarak çıktılar. Ben de Salih gibi, düşündüm ama söze karışmadım, sustum. İçimden bir an önce gitmelerini istediğimden arkamı dönüp dolapların önüne gittim. Az sonra da kapıyı kapatıp çalışmaya başladım. Önce notaları tezgah üstüne sıraladım. Tuna Dalgaları-Karmen Silva-Gülnihal-Harmandalı-Rıza Tevfik Zeybeği-İzmir Marşı-Çok Ağladım-La Polama-La Komparsite-Macar Dansı-Çardaş Früstin_Kazaska-Volga-O Çiçorniya-Saz Semaisi-Mevlana Peşrevi-Biz Kimleriz-19 Mayıs Marşı-Horra-Dumlupınar Marşı. Sıra ile başına geçip çalıyorum. Tamamına yakınını ezberledim. Peşrev’le Saz Semaisi dışındakileri doğru çaldığımı sanıyorum. Yoruldum ama çok sevinçliyim. Elimdeki notaların çoğunu ezberlemişim. Dersliğe dondüm. Arkadaşlar, atölyedeki konuşmayı derslikte anlatmışlar, önemli bir konu gibi konuşuyor. Kimileri bahçeler yetiştiğinde meyve satıp okulun kazancı olacağını, kimileri kooperatif genişletilerek üyelerine pay vereceğini öne sürüyor. Yarın kesinlikle Okul Müdürünün derse geleceğini düşünerek, Yurttaşlık Bilgisi kitabını açıp okudum. T. B. M. M, başkanı, yetkileri…Nasıl olduysa uyukladım. Halil dürtükledi, ”Uyuyorsun!”T. B. M. M’ni düşünüyorum, Nasıl bir görünümü var acaba? dedim. Halil gülerek” O da işte öyle bir binadır, bacası vardır, kapısı vardır, penceresi vardır. Ben resmini gördüm, bizim okul binamızdan daha küçük bir bina!”dedi. Arkadaş bunu dedi ama bnu bana biraz ters geldi. Koskoca Türkiye Millet Meclisi binası bizim okuldan küçük olur mu? Arkadaşı kırmamak için sustum ama içim de rahat etmedi. Yemekte konuyu biraz değiştirerek arkadaşlara sordum. : Sizce Ankara’nın en büyük binası hangisidir? Hasan Üner ilginç bir yanıt verdi: Biz küçükleri bile bilmiyoruz, en büyüğünü nasıl seçelim? Mehmet Aygün’le Hilmi, hiç duraksamadan Türkiye Büyük Millet Meclini yanıtını verdiler. Tartışma başladı. Halil duyuıp gücenir düşüncesiyle Ankara Kalesini öne sürdüm. Arkadaşlar, inandılar. Konu kapandı. Bir süre kooperatifte oyalandım. Dersliğe dönünce sıramızın boş olduğunu gördüm, Halil Bekir Temuçin’in yanına gitmiş. Beni yalnız görünce Hüsnü Yalçın döndü, Bulgaristan, eski Türk kentlerinin adlarının değiştiğini anlattı. Plevne, Silistre, , Burgaz, Deliorman, Rusçuk adlarının Bulgarca söylenişlerini anlattı. Hüsnü geçmiş yıllarda ünlü bir Bulgar yazarından söz ediyordu, Elin Pelin, ondan hiç yazı okumadığımızı söyledim, Türkçeye çevrilen yazısı yok mu acaba? Hüsnü olduğunu söyledi. Zaten o, önce Türkçe öykülerini okumuş. Hüsnü Elin Pelin için: ”Bulgarların Ömer Seyfettin’i !”dedi. Bu kez ilgim daha da arttı. Halil geldi”Ne konuşutyorsunuz? ” diye sorarken zil çaldı. zil Yarın akşam konuşmak üzerte ayrıldık. . Yatınca Halil’in sözüne anımsadım, şaşkınlığım daha da arttı: Koskoca Büyük Miller Meclisi Binası nasıl olur da bizim okuldan küçük olur?

 

7 Şubat 1941 Cuma……

 

Hava kapalı, kar yağdı yağacak. İdris Destan, Orhan, Kadir birlikte çıkıyoruz. Ben “Kar yağacak!”deyince, Kadir”Niye kar? Yağmur yağmaz mı yani? ’dedi. Olabilir!”dedim. Dersliğe girince, Kadir beni göstererek “İşte kar yağmasını isteyen birisi!”dedi. Hiç kimse ilgilenmedi. Bu kez Kadir, ortaya, ”Beni hiç kimse duymadı, içimizde kar yağmasını isteyenler var!”diye tekrarlayınca Sefer Tunca, ”boş yere konuşursan seni kim dinler? ”Gösterdiğin arkadaş kar yağsın ister mi? Kar yağınca en çok kar kürüyenlerden biri olduğunu unutur mu? Kar yağmasını senin gibileri ister. ? ”Sefer Tunca ’nın sözüne birkaç kişi birden karşı koydu: ”Biz, hepimiz kar kürüyoruz!” Sefer Tunca gülerek: ”Hepimiz kürek tutuyoruz, deseniz anlarım, ama hepimiz eşit kar kürüyoruz; demeye getiriyorsanız, anlamam. Hepimiz eşit büyüklükte kaşık kullanıyoruz ama teskere kulplarından tutarken böyle bir eşitlik göremiyoruz. !”Sefer Tunca’nın çıkışına kimse yanıt vermedi. Böylece ben bir tartışmadan kurtuldum. Nedense Kadir bu sabah bana takılmak gereğini duydu. Ben de ona takılmamak için diretmiştim. Kahvaltıda çorba oluşu konuyu başka tarafa çevirdi. Aşçı başına bundan böyle Çorbacı başı deme önerisi yapıldı. Çorbacı sözünü ben başka yana çevirdim. ”Çorbacı, varlıklı Müslüman olmayan insanlara denirmiş, babam, Kırklareli ya da Lüleburgaz’daki tanıdığı kimselerle konuşurken onlara Çorbacı derdi!”diye anlattım. Bunu hiç duymamış olanlar şaşırdılar. Hilmi Altınsoy gene”Abi sen çok yaşa, bize yeni yeni şeyler öğretiyorsun!”dedi. Ben, Bunlar yeni şeyler değil, çok eski, ben babamdan öğrendim. Ancak siz yeni öğreniyorsunuz, sizin için yeni!”deyince bu kez Hilmi“Bak, gene bir şey öğrettin!”dedi. Hilmi ile karşılıklı konuştuk, arkadaşlar bize katılmadılar, bir bakıma bu iyi oldu. İki ikiye konuşunca Hilmi benimle tartışmaya kalkışmıyor.

Derslikte konu , Okul Müdürünün ders için uyarılması üstüne mırıltılar oldu. Ben, ”Görevimi yapacağım, Müdür Beyi görürsem anımsatacağım!”deyince herkes sustu. Zil çalınca gittim, Müdür Bey yerinde yoktu, odasından çıkarken Hüsnü Baykoca Öğretmen gördüm, kendisine durumu anlattım. ”Müdür Bey henüz gelmedi, gelince senin yerime anımsatırım!” deyince dersliğe döndüm. Arkadaşlar ilgiyle sordu. Müdür Beyi bulamadığımı, böylece görevimi yaptığımı, bugün bir daha gidip aramayacağımı söyledim. ”İşte böyle, sözünde dur!”diyenler oldu. Gerçekten birinci saat dediğim gibi geçti, ben çıkıp Müdür Beyi aramadım ama Müdür Bey, 2. ders zili çalınca kapıda göründü. Öyle ki ders zili çalarken daha “Ben her zaman gelemiyorum, gelmişken konuşalım!”deyip dersliğe girdi ara vermeden de arka arkaya iki saat ders yaptı. T. B. M. M. ’inden Bucak yönetimlerine dek, görevlilerin okullarla, dolayısıyla da öğretmenlerle ilgilerini ayrıntılarıyla anlattı. ”Haftaya da Milli Eğitim Bakanlığı örgütünü konuşacağız!”deyip ayrıldı. Başbakanı biliyordum: Dr. Refik Saydam. T. B. M. M başkanını öğrendim. Abdülhalik Renda. Meclis başkanlığ da çok önemliymiş. Arabası bile bir numaraymış. Bakanları da yazdım ama kimin ne bakanı olduğunu tam saptayamadım. Hüsnü Çakır-Muhlis Erkmen-Faik Öztrak-Ali Fuat Cebesoy-Saffet Arıkan-Fuat Ağralı-Hasan Ali Yücel-Şükrü Saraçoğlu…. Arkadaşlara sordum, kimse yazmamış, ”Milli Eğitim Bakanı’nı bilelim yeter!”deyip güldüler. Ben de öyle yaptım. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel. Arabası 9 numara. T. B. M. M başkanı Abdülhalik Renda arabası 1 numara, Başbakan, Dr. Refik Saydam: Arabası 2 numara…. ”Ben böyle düşünmüyorum, Adını yazdıklarımın hangi bakanlığın başında olduğunu bilmek isterim!”Hasan Üner birini biliyormuş;”Faik Öztrak, İçişleri bakanı, dedi. ”İşte birini öğrendim!”deyip, sevindim. Ötekileri de öğreneceğim. Öğle yemeklerimiz güzeldi: Tas kebabı, pirinç pilavı, üzüm hoşafı. . bunları eskiden pek önemsemezdik. Hele üzüm hoşafını tatlıdan bile saymazdık. Tatlı deyince özellikle ben, tulumba tatlısı, revani, baklava olarak anlardım. Ders yılı başından beri bunları unuttuk. Arkadaşlara sordum, 6 kişilik masamızda biri yedik ikisi yemedik, ikisi de unuttuğunu söyledi. Oysa üçünü de birer kez yemiştik. Bu kez arkadaşlar: Yediğimizi unuttuğumuza göre vermeseler de olur!”diyerek gülüştüler.

Öğleden sonra atölyede çoktandır beklediğim bir olayla karşılaştım. Daha önce Salih Ziya Öğretmen söylemişti. ”Önümüzdeki yaz arıları çoğaltacağız, bunlar için yeteri kadar kovan sandıklarını kış aylarında yaptıracağız!”Sıra onlara gelmiş olacak;Naci Öğretmen gülerek sordu, ”Arı kovanı gördünüz mü? Herkes bir ağızdan gördük!”deyince, gülerek;”Lüleburgaz’ı unutmadınız, demek!” deyip, tezgahın başına geçti, kesilecek tahtaların ölçülerini yazdı. Bugün üç arkadaşımız eksik, Mehmet Başaran’la Harun Özçelik, revirde, Recep Kocaman da nöbetçi. Biz iki gruba ayrıldık. Ben üç arkadaşla kesici, ötekiler de temizleyici grubu oluşturdular. . Naci Öğretmen bize yardım edecek. Önce, 2X20X400 cm. tahtaları seçeceğiz. Öğretmen, kaç tahta gerekli olduğunu sordu. Doğru yanıt veremediğimizi görünce elindeki rule kağıdı açıp çizim gösterdi. Çizimde kovan tahtaları ölçüleriyle gösteriliyordu. Sayıp topladık. Alt kutu, üst kutu, çatı ölçülerini, sayılarını topladıktan sonra 400 cm. lik tahtadan çıkacak parçaları hesaplayıp 20 kovan yapmak üzere hazırlığa başladık. Benim sevincim sonsuz, çünkü babam öteden beri sepet kovandan bir türlü geçmiyordu. Mehmet Salih Öğretmen bile” Baban eski kafalı hala arı öldürmeyi sürdürüyor!”diye takılmıştı. Bunları babama anlatınca babam, geçen yıl, ”Tahta sandıkları yapmayı öğren biz de deneriz!”demişti. Şimdi tam sırası, hem öğreniyorum, hem de çizilmiş örneğini alacağım. Naci Öğretmen 4 m’lik tahtaları nasıl keseceğimizi sordu. Çizim resimden bir türlü bir sonuç çıkaramadık. Arkadaşlar bana umut bağlamıştı ama ben oldukça zorlandım, doğru bir sonuç alamadım. En az beş değişik ölçü oluyor. bunları toplayıp bir bütün oluşturamadım. Sıkıldığımı görünce Naci Öğretmen açıklama yaptı. : ”Önce 120 cm’lik, 80 cm’lik parçalara bölünsün, . onlar temizlenince çizilerek küçük ölçeklere çevirmek kolaylaşacak!”dedi. Öyle başladık. Durmadan kestik. Ancak biz bitirdik derken paydos zili çaldı. Temizleyiciler dörder beşer parça temizlediler. Tahtalar daha önce dışarlarda ıslandığı için rendelenmesi zor oluyor. Naci Öğretmen, ”Artık onları sudan kurtardık, yavaş yavaş kururlar!” diyerek bizi teselli etti. Kovan yaptığımıza sevinmeme karşın oldukça yorucu bir iş gördüğümüzün ayırdına paydos edince vardım. Arkadaşların arkasından, ayaklarım beni istemeyerek dersliğe doğru sürükledi. Derslikte konuşmalar, yarın akşam gösterilecek filmler üstüne varsayımlar oldu. . Savaş filmi deyince benim aklıma ilk sinemaya gittiğimde gördüğüm bir film gelir: Askerler habire çarpışmış, atlılar oradan oraya koşuşmuştu. Sonunda bir grup asker hendeklerden çıkıp elleri başlarında düşmana teslim oldu. . Avusturya-Rusya arasında yapılan bir savaşı gösteren bu filmden ben bunları anlamıştım. Avusturya-Rusya savaşı olduğunu da babam söylemişti. Sanırım gene öyle bir film göreceğiz. Herkes kendine göre düşüncelerini söylüyor. Yemekten sonra kooperatifte çalıştık, Harun Özçelik gene rahatsız oldu, Cavit Kafkas’la Salih Baydemir pek iyi anlaşamıyor, beraber çalışarak yarınki satın alma listesini yaptık. İşimiz yat ziline dek sürdü. Yatınca, arı kovanı işini düşündüm, ”Köyde nasıl yaparım? ”Kesmeyi, biçmeyi öğrendim. Tahtaları alıp götürmek kolay. Ancak temizleyip ölçülere göre biçme nasıl olacak? ”Edirne yolu üstündeki cami bitişinde çalışan marangozları anımsadım. Lüleburgaz’da elektrikli tezgahları kurarken öğretmenlerle gitmiş, çalışmalarını görmüştük. Ustalar parayla iş görüyordu, onlara kestirir, çakmasını köyde yaparım!Bu kararıma, arı kovanlarını yapmış karar sevindim. .

 

8 Şubat 1941 Cumartesi. .

 

Çoktandır susan Orhan “Guten Tag!”diyerek beni dürttü. Uyanmıştım ama nedense gözlerim kapalı olarak konuşmaları dinliyordum. Orhan’ın sesini duyunca birden kalktım. Orhan, ”Telaşlanma!”dedi ama ben , heman atladım. Çünkü biliyorum, konuşmamızı duyunca Kadir gene takılacak. Orhan durumu anladı, gülerek: ”O gitti, gittiğini görmesem sana - Guten Tag –der miydim? diye sordu. Gülüşerek çıktık. Kadir birisiyle sınıf nöbeti değişikliği yapmış, bugün sınıf nöbetçiymiş. Derslikte gene konu akşamki filmler. Sinema sever arkadaşlara göre film ne olursa olsun, sinema güzel bir olay. Kimisi ise sevmediğim bir olaya neden bakayım? sevmediğim filmi neden zorla göreyim? Türü konuşmalar uzadı gitti. . Arkadaşların tartışmalarına katılmıyorum ama bugün çok rahatım;artık unutmaya başladığım Yaşar Binbaşı, bir gün çıkıp gelecek, bunu biliyorum. Ancak bugün değil. Üsteğmen bugün için film sözü verdiğine göre onun geleceği kesin. Benim bugünkü düşüncem, öğleden sonra Halkevine uğrayıp, akordiyoncu Musa ile konuşmak, öğrenebilirsem yeni şeyler öğrenmek. Özellikle “Radyoda akordiyon çalanlar var!” demişti. Gerçekten varsa hangi gün hangi saatlerde? . Kahvaltıda birileri akşam gösterilecek filmlerden vazgeçildiği söylentisi yaymış. İdris Destan bana, sinema işi kaldıysa, Üsteğmen gelmeyecek demektir. İster misin senin Binbaşı gelsin!”dedi. İdris bunu ne amaçla söyledi bilmem ama benim aklıma yattıToparlanıp . düşündüm;kaç haftadır uzağında kaldığım tekmil verme işini anımsadım. Binbaşının geleceğine de iyice kendimi inandırdım. Halil takıldı, ”Sen Binbaşının gelmesini istemiyordun, şimdi ise onu bekliyorsun!” diyerek güldü. Biz konuşurken Sefer Tunca’ nın sesi kulaklarımıza çarptı, toparlandık, Üsteğmen içeri girdi. Üsteğmen toplu olarak durumumuzu sordu, havaların düzelmesine sevindiğini söyledi. Sözü savaşa getirdi. Bulgaristan’la hükümetimiz arasında saldırmazlık anlaşması yapıldığından söz etti. İngilizlerin Kuzey Afrika’da Alman ordusunu durdurduğunu, bunun savaşı da durdurabileceğini anlattı. Arkasından tüm bunların Hitler’in oyun da olabileceğini, özellikle Bulgaristan’a güvenmediğimizi ekledi. Kitabımızdan, Barış zamanlarında savaşa hazırlanma bölümünü okuttu. ”Savaş başlayınca savaş öğrenilmez, savaş barışta öğrenilir!”dedikten sonra arkadaşlara bu sözleri tekrarlattı. Sözlerini bitirince benden soracağınız bir soru var mı diye sordu. Sami Akıncı”Bulgaristan’a güvenilmez, diyorsunuz, büyüklerimiz güveniyor olmalı ki anlaşma imzalamışlardır!”Sami sözünü tam bitiremeden Üsteğmen açıkladı, ” Ben kendi düşüncemi söyledim, büyüklerimiz elbette ki benden iyi bilirler, memleket için hayırlı bir tarafı vardır!”dedi, bizim tarafa doğru baktı. Kimseden parmak kalkmayınca ben söz istedim. ”Savaş, savaşta değil barışta öğrenilir dediniz. !”Üsteğmen “Evet evet, aynen oyle dedim!”dedi durdu. Bu kez de ben, ”O zaman biz barışı nasıl öğreneceğiz, oysa hep barış olsun istiyoruz!”Üsteğmen, ”Hep barış istiyoruz ama düşmanlar barışa fırsat bırakmıyor. Barış içinde yaşarken savaşı unutmayacağız. Savaşı unutarak barış havasına girersek, Norveç’in, Danimarka’nın, Belçika’nın, Holanda’nın, Çekosyavakya’nın Macaristan’ın, daha sayayım mı? onların başına gelen bizim de başımıza gelir, bunun için uyanık olmalıyız, asker olarak bizim düşüncemiz bu!”dedi. Zil çalınca Üsteğmen çıktı. Arkadaşlar memnun, ancak akşamki filmi sormaya kimsenin cesareti yok. Bana , ”Sor diyenler oldu, cesaretim olmadığını söyledim. Az sonra gelen Üsteğmen kendiliğinden akşam göreceğimiz filmlerdeki gibi savaşların sivil halk için vahşet olduğunu, eski savaşların daha insancıl yapıldığını anlattı. İki ordu karşı karşıya geliyormuş, yenilen ordu yok olsa bile halk fazla zarar görmüyormuş. Üsteğmenin bu örneklerinden sonra gene cesaretlenip, Müslümanların ilk yıllardaki savaşlarını örnek gösterdim. Hazreti Hazma’nın, Hazreti Ali’nın kılıç cenklerini söyledim. Üsteğmen evet onlar da daha insancıl. Ne var ki günümüzde bunlar makbul değil, taraflar karşısındakini tümden ortadan kaldırmak istiyor!”Akşama film oluşu arkadaşları neşelendirdi. Sorular çoğaldı. Sorular çoğalınca arada tekrarlar da oldu. Üsteğmen tekrarları bile istekli istekli anlattı. Dersten hemen sonra önce bayrak töreni olacağı duyuruldu. Koşarak Akaordiyonu alıp merdivene çıktım. Üsteğmen akordiyonu çok seviyormuş, bana”Çalabiliyor musun? nerede öğrendin? ”diye sordu. Bu da hoşuma gitti. Üsteğmen ders dışında öteki öğretmenlerden farksız. Bunu konuştukça daha iyi anlıyorum. Ayrıca akordiyon aldığıma, çalıştığıma da seviniyorum. Akordiyon olmasa insanların bir çoğu benimle bu denli ilgilenmeyecekler. Bu arada kızlar aklıma geldi. Ancak onların ilgisi beni öteki insanların ilgilerinden fazla etkilemiyor. Onların yakınlığını ben kendime değil, akordiyona, deyip geçiyorum. Oysa öteki insanlar için böyle bir fark olmuyor, onlar doğrudan akordiyon çalışım üstüne konuşuyorlar, bu besbelli oluyor. ….

Yemek çok gecikti, ekmekler gene geç gelmiş. Kadir Pekgöz bana takıldı”Senin arkadaşın uyumuş!Fırında çalışan okul arkadaşım Hasan’ı anımsattı. Her zamanki gibi saat 14 oo de Lüleburgaz’a gittik. Hava güzel denecek ölçüde ılık. Halkevi önünde indik. Çocuklar kapı önünde toplanmış, kasketlerinden çoğunun ortaokullu olduğunu anladım. Gözlerim Emin Özdil’i aradı. Ben bakınırken Ermin arkamdan seslendi: Siz de mi geldiniz? ”Nereye? ”demeden ekledi, öğrencilere sinema var, savaş filmleri gösterilecek. Az sonra anımsadım, ”O filmler bize akşam bizim okulda gösterilecek!”dedim ama gene de bir acaba? sorusu aklıma takıldı. Biz konuşurken karşı yola geçince beni bekleyen arkadaşlara yetiştim. Bir bakıma da üzüldüm. Musa’yı bugün görmem olanaksız, çünkü onların çalışma yeri olan salon sinemaya gelenlerle dolmuş durumda. Arkadaşlara, kendi yakıştırdığım olayı sahi imiş gibi anlattım. ”Ortaokullulara da bize gösterilecek filmler gösteriliyormuş!”

Önce kırtasiyeciye, arkasından şekercilere, helvacılara daha sonra da manavlara uğrayıp bize ayrılmış elma, portakal sandıklarını, iğde, muşmula kutularını alıp yol kenarına yığdık. Manav Şükrü Ağabey gene, ”Ben hammalla göndereyim, sizden para almayacak!”demesine karşılık biz, kendimiz taşıdık. Öğretmenle geldiğimizde de böyle söylediğinde öğretmen, ”Onlar kendi işlerini kendileri görürler, onların özelliği bu!”demişti. Cavit duramadı: Bizim özelliğimiz yük taşımak!”dedi. Demesine dedi ama ikimizin taşıyacağı sandığı sırtlandığı gibi eczane önüne dek götürdü. Biz kamyon beklerken eczanede oturan Neşet Çal, eşi bayan Nezihe Çal, doktor Sezai Feray, Ortaokul Müdürü Yalçın Bilguvar bakışıp gülüştüler. Nezih Çal’la Müdür Yalçın Bilguvar bize el ettiler. . Cavit yorum yaptı”El salladıklarına göre bizi yermedikleri belli!”dedi. Cavit’in bu tür düşüncelerine bazen şaşıyorum. Bize bakarak güldüklerini ben de gördüm ama bize gülebileceklerini hiç düşünmemiştim. Bize neden gülsünler? Satın aldıklarımızı taşıyoruz, buna gülünür mü? . Çarşı ortasında üstelik Pazar meydanı önünde bir yerde otururken her gün yük taşıyan insanları görüyorlar. Bizim yük taşıyışımız onlara neden gülünç gelsin? Üstelik benim babam, ağabeylerim, ömürleri boyu buralarda alış veriş yapıp yüklerini kendileri taşıyorlar. Onların yaptığına gülüyorlarsa varsınlar bana da gülsünler!”deyip geçerim. Kamyon çabuk geldi, atladıkKamyonda okula dek bu gülme olayını düşündüm. . Aldıklarımızı yerleştirdik. Salih bana teşekkür etti. Niçin teşekkür ettiğini sormadım ama biliyorum. Ben olmasaydım, Cavit Kafkas’la kesin kavga edeceklerdi. Ben de kavgasız gürültüsüz bir alış veriş yaptığımıza sevindiğim. Ancak bunun nedenini açıklamadım.

Derslikteki arkadaşların gözleri yollarda, asker aracı gözlüyorlar. Ben bilgiç bilgiç yorum yaptım, ”Şimdilerde gelecekler, askerler sözünde durur!”türü sözler söyledim. Tersini söyleyenler çıktı; “Üst rütbeli biri olmaz derse küçük rütbelinin sözü geçmez!” diyen oldu. Ben de, ”Her zaman her yerde büyük rütbelilerin küçükleri önlemeyeceğini, böyle olursa küçüklerin hiç bir iş yapamayacağını savundum. Bu arada “Cemse geldi!” ünlemi yayıldı. Halil gülerek, ”Gene bildin, bunu Lüleburgaz’da mı öğrendin? ”dedi. Halil’e doğruyu anlattım. Gündüz Ortaokul öğrencilerine de Halkevi salonunda Savaş Filmleri gösterilmiş, herhalde aynı filmlerdir düşüncesiyle öyle konuştuğumu ekledim. Bu tür etkinliklerde çağrısız katılan Mustafa Saatçı gene numarasını yapıp sokulup askerlerden bilgi almış, az sonra inandırıcı bilgiler verdi. Üsteğmen az sonra gelecekmiş, gündüz ortaokul öğrencilerine de bu filmler gösterilmişmiş. Nedense filmlerden çok ben, yapılacağı söylenen işin nasıl yapıldığı üzerinde durarak arkadaşlar gibi film varsayımlarına girmiyorum. Arkadaşlar gördükleri filmleri anımsayıp bir şeyler anlatıyor, şu olabilir, bu olabilir gibi olasılıklar öne sürerken ben, ”Halkevi salonunda gösterilen filmi bize de gösterecekler!”demiş olmama saplanıp kaldım. Bu dediğim doğru çıktı ya, sanki bu film işi, bana göre oldu bitti;nedense böyle bir duyguya kapılmış durumdayım. Oysa filmler daha sonra gösterilecek, Arkadaşların çoğunun kendini kaptırdığı sinema olayı üzerinde durmuyorum. ” Ne olursa olsun umurumda değil!” dermişçe sinema olayının dışında kalıyorum. . Bana mı öyle geliyor. Sanki arkadaşlar daha rahatlar bense rahatsızım. Oysa tam tersi, ben rahat onların rahatsız olması gerekir. Çünkü ben daha düşünceli davranıyorum. İş derslerimde de kültür derslerimde de başarılı olmam bundan. Onların başarısızlığı ise benim gibi düşünememelerinden. Öyleyse ben daha rahat olmalıyım. Halil, kendi kendime konuşur gibi durmamdan kuşkulandı, ”Bir şeye mi üzüldün? !diye sordu. Yalanım hazır: Harun Özçelik’in rahatsızlığı kooperatif işlerini aksatıyor!”Yalanıma uyan bir durum takındım. Gerçekte ise ne kooperatif ne de Harun arkadaşla ilgiliyim. Yemek erken verildi. Yemekten sonra seçilmiş bir grup salonu hazırladı. Elektrikler sık sık kesiliyor. Arkadaşları bunun derdi tuttu: Ya gene kesilirse? Mustafa Saatçı yanıtladı: Askerler önlemini almış, onların elektriği kendilerindenmiş. Nasıl olacak diye soran yok. Önemli olan filmler gösterilsin. Bildiğimiz yemekhaneye, sinema niyetiyle girince bir başka görünüm aldı. Tanıdık bakışlar bile değişti. Birinci film Bir Millet Uyanıyor. Bu filmi görenlerimiz var. Ben daha önce tamamını değil ama parçalarını Lüleburgaz’da görmüştüm. , Şimdi tamamını göreceğime seviniyorum. Üsteğmen kısa bir açıklama yaptı. Bu film, bir tiyatro oyunu ya da bir roman değil gerçek bir kahramanın öyküsü!”dedi. Cesur bir kaptan, yaşamı boyu denizin zorluklarıyla uğraşmış sonunda usta bir kaptan olmuş. Savaş başlamış, savaşta düşmanlarla da cenkleşmiş. Sonra da ülkemizin bir bölümü düşman eline geçince başlayan Kurtuluş Savaşı kanadına düşman elindeki yerlerden yargım götürmeye başlamış. Ancak Kurtuluş Savaşına karşı olan işbirlikçiler, kahraman Yahya Kaptanı bu yardım işinden caydırmak istemişler. Yahya kaptan inandığı kutsal davadan dönmeyince tuzağa düşürüp öldürmüşler. Kısaca özetlediğim film hepimizi üzdü. Tarih derslerinde okuduklarımızın bir canlı örneği. Köyde Çolak ya da Kolsuz Hazma dedikleri Hazma Amcamın (Çanakkale gazisi) anlattıklarına, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun yazdıklarına benzeyen bir olay. Filmi çok sevdik ama bu sevgi burukluk yarattığı için biraz yutkunduk. Konuşmadan bakışıyoruz. Ben içimden “İkinci filmin daha film olmasını istiyorum. Öyle olursa daha isevineceğim. . Filmi başlatan asker, ”Bir yabancı film!”deyince azıcık sevindim. Bu da savaş filmi. Başlangıçta daha askerler, sağa sola koşturuyor. . Toplu Asker yığınları, küçük gruplar durumunda hendekler içinde görüntüler. Film böyle başladı. . Arkasında yürümekle bitmeyen yollar. Hendeklerde düşman beklemeler. Baskın şeklinde bombaların yağması, ölenler, yaralananlar, parçalananlar. Yağmur, kar altında hendeklerde düşman beklemeler. Kimi zamanda düşmanlar burun buruna gelip bakışmalar. Filmde bunları izlerken inanamadım;askerleri şakadan çamurlara yatırıp çekmişlerdir diye düşündüm. Böyle düşününce azıcık rahatladım. Kolumla Halil’i dürtüp fısıltıyla sordum: Askerleri bilerek çamurlara, karlara sokup çekiyorlar değil mi? ”dedim. Halil konuşmak istemedi ama yavaşça “Evet!”dedi. Daha rahat oldum. . Film uzunmuş, ara verildi. Konuşunca gene bir sıkıntı bastı. Film çekilirken benim dediğim yapılıyormuş ama, Gerçekte askercikler o acıları çekerek ölmüşler. Onların arasından kurtulan birisi bunları anlatmış. Tıpkı Hazma Amcamın bize Gelibolu- Domuzboğazı denilen yerde düşmanla karşılaşıp boğaz boğaza vuruştukları gibi, bunlar da düşmanlarıyla vuruşmuşlar. Çoğu ölmüş, kalanlar kolsuz bacaksız oralarda ya ölmüş ya da ölmek üzere kıvranıyorlar. . Ancak savaş sonunda Batı cephesinde durum nasıl diye sorulduğunda verilen yanıt: Batı cephesinde yeni bir şey yok!” olarak verilmiş. Oysa binlerce insan ölmüş, binlercesi de yaralı olarak ortalıklarda kalmış. Böylece bu film savaş göstermekten çok savaşın ne denli korkunç olduğunu, konuşmalarda ise savaşların dosdoğru anlatılmadığını belgelemek üzere yazılmış bir kitaptan alınarak yapılmış. Filmden sonra hiç kimse ile konuşmadan doğru yarağa gittim yattım. Ağabeylerim, Ali Eniştem öteki tanıdıklarım, böyle çamurlar içinde mi yatıyorlar. Filmdeki askerlerin bir çoğu da savaşmadı ama onlar da yağmur, kar altında günlerce uykusuz kaldı. Filmde savaş tüm film boyu sürmedi. Oysa askerciklerin yaşamı hep yokluklar, açlıklar, yağmur, çamur, kar, buz içinde sürdü. Anlayamadığım bir başka olay da çocuklar aralarında bu filme ne güzel film diyebiliyorlar. Birilerine sordum: O kadar insan ölüyor, sayısız insanın kolu bacağı kopuyor;neresi güzel bunun? ”Bu bir film !”deyip geçiyorlar. Sanırım onlar filmin arkasındaki gerçeği görmek istemiyorlar. Bacağı kesilmiş erin arkadaşına çizmelerini vermeyişine gülüyorlar: Bacaksız adam çizmeyi ne yapacakmış? Hele arkadaşının çizmelerini illa almak isteyen arkadaş da arkadaş mıymış? Hele askerlerin çavuşu tuzağa düşürüp dövmelerine sevinenleri görünce iyice sinirlendim. Belki de ben yanılıyorum! Konuşmalara katılmadan yatağıma girdim yattım. Bir süre dinledim;bir asker düşmanıyla karşılaşmış gülüşmüşler, bir birlerine kurşun sıkmamışlar. Komutanlar bıraksa onlar savaşmayacaklarmış. İyi ama iki askerin böyle düşünmesi savaşı önler mi? Devletlerin verdiği karara uymak zorunluluğu varsa askerlerin barışık olması yeterli olur mu? O zaman tarihte okuduğumuz bozgunlar olur. !402 Ankara Savaşı’nda bilmem kim paşa o tarafa bilmem kim paşa da bu tarafa geçmiş. Öbür tarafa çok geçen olunca bu taraf kazanmış. Her halde düşman tarafına hiç kimsesi geçmeyen taraflar savaşları kazanır!

 

9 Şubat 1941 Pazar….

 

Yattığımdaki konuşmaları duyar gibi oldum. Arkadaşlar daha uyumamışlar diye düşünmeye başlarken aydınlanmış olduğunun ayırdına vardım. Çoğu kalkmış. Toparlanıp yatağımı düzelttim. Halil çoktan gitmiş. Kadir, Orhan kapı önünde tartışıyorlar. Sorunlarının ne olduğunu sordum. İkisini ilgilendiren bir konuymuş. Başımı çevirip dersliğe gittim. Hasan Üner akşamki filmin kitabını okumuş, kitap daha güzelmiş. Hasan “Kitapta olaylar daha düzgün anlatılıyor, filmde karışıyor!”dedi. Kitabı okumaya karar verdim. Hasan, “Birine verilmemişse, bugün getiririm!”deyince sevindim. Sıcağı sıcağına okumak istiyorum. GARP CEPHESİNDE YENİ BİR ŞEY YOK-Erich Maria Remarque. Kitapta geçen olayları, olaylar içinde yaşayan Paul Beimer adlı asker anlatmaktadır. 19 yaşında askere alınmıştır. Savaş nedeniyle hızlı bir eğitimden geçip savaşa katılacaklardır. Paul Beimer’le arkadaşları sert bir çavuşa düşmüşlerdir. Çavuş Himmelstos mangasını disiplinli yetiştirmek ister ama, yaptırdıkları emrindekilere zor gelir. Öyle ki Paul Beimer’le arkadaşları çavuştan kurtulmak için bir an önce savaşa katılmaya razı olurlar. Çavuştan kurtulurlar ama içlerindeki kin bir türlü sönmez. Olanak bulup ondan öc almayı düşünürler. Bir yandan da savaşın acısı onları bambaşka kılığa sokmuştur. Arkadaşlarından biri yaralanır, bir ayağı gitmiştir. Acılar içindedir, arkadaşları onu görmeye gelirler. Arkadaşları şaşkınlık içinde görmeye geldikleri arkadaşlarının bir bacağının eksik olduğunu görürler. Ne var ki arkadaşları bir bacağının yokluğundan habersizdir. Ya da öyle görünür. Güzel çizmeleri vardır, yakın zamanda giyecektir. Görmeye gelenlerden biri çizmeleri ister. Çizme sahibi, kendi giyeceği için çizmelerini vermez. Candan arkadaştırlar ama bir çift çizme arkadaşlığın sığlığını kanıtlar. Nitekim çizme sahibi bir süre sonra ölür.

Savaşın tüm korkunçluğunu görürler, Bitlenmişlerdir, farelerle iç içe yaşarlar, onlardan kurtulma çareleri ararlar. Öte yandan düşman geldi gelecek, an meselesidir. Çok sinirlendikleri eski çavuşlarını görürler. Öc alma tutkularını aşamazlar;çavuşun başına çarşaf atıp döverler. Paul Beimer’le arkadaşları ustalaşmış asker sayılırlar. Oysa onlarda değişen bir durum yoktur. Yeni gelenlerse hiç uyum sağlayamaz. Korkanlar, korkudan titreyenler, deli numarası yapanla olur. Gerçekten deliren de çıkmıştır. Usta askerler onlara öğüt yerine dayak atarlar. Aynı okul sıralarından gelenlerin alıştıkları konuşma, şakalaşma gerektiğinde çevresindekilerle alay etme alışkanlıkları sürer. Alay etmek istedikleri üstüne eski numaralarını çevirip gülme olanağı bulurlar. Sorular sorarlar: Wilhelmtel Tell ya da benzeri sanat eserleri ya da moda spor oyunlarından söz ederler. Başlarındaki çavuşa bile ortak tuzak hazırlarlar. Sonunda onlara kısa bir izin çıkar. Paul Beimer. evine izinli dönünce evde de huzur bulamaz. Cephedeki sarsıntı kolay geçmeyecek türden beyne yerleşmiştir. Sivil giysileri yadırgar. Onların içinde kendini çıplak olarak duyumsar. Çok sevdiği annesi üstüne duyguları ağlatıcıdır. Annesi de oğluna düşkün bir annedir. Gene cephene dönüş olur. Eskilerin çoğu yok olmuştur, yenileri katılır. Arada pek fark yoktur;zaten hepsi aynı zorluklar içinde aynı duyguları taşımaktadırlar. Gelen arkadaşlar, giden ölüler. Gene de yaşayanlar, ölenlerden anı olarak kopamazlar. Dün birlikteydiler bugün yok oldular ama geçmiş günlerin anıları onları dipdiri tutmaktadır. Savaş biteceği yerde giderek düşmanla burun buruna denecek yakınlıkta sürmektedir. Buna örnek, Fransız askerlerinin kolu ya da bacağı önlerine düşer. Karşısına dikilen bir düşman askeri birden yakınına yıkılır. Bu yakından savaş günleri de uzar gider. Savaşan iki tarafın da askerleri de ölüp gitmektedir. Paul Beimer’in en yakın yedi arkadaşlık kümesinin altısı ölmüş, tek o yaşamaktadır. Paul Beimer, savaşa girmeden önce eğitim yaptıkları yerleri görür, arkadaşlarını anımsar, yerler o yerlerdir ama onun için hiçbir anlam taşımaz, oralara anlam gene arkadaşlarının anıları verir. Kendi kendine konuşur: ”Ben bu binaları ya da barakaları tanıyorum. İnsanlar da değişmiş ancak bir iki kişiyi anımsadım!”der, gene anılara döner. ”Himmelstos’la Tjaden’i burada çalışırdı!”deyip anılara döner. Bu iki tanık iki zıt kişiliktirler sürekli tartışırlar. Paul Beimer onların tartışmalarını, kavgalarını özlemle anar. burada Meydanlar ceset doludur. Ancak savaş haberlerini bildiren yetkililer sürekli olarak “GARP CEPHESİNDE YENİ BİR ŞEY YOK!”diyor. Savaş karşıtı düşünceleri yansıtmak için yazılmış bir kitap olmakla birlikte savaşları başlatıp sürdürenlerin okuyacağı, okuyup etkileneceğini sanmıyorum. Çünkü onlar bunları biliyorlar. Kitabı okuduğuma bir bakıma üzülüyorum. . Bir film gördüm, üzüldüm kitabın ı okuyorum üzülüyorum; üstüne üslük üzüntü veren kitabı okumak için tüm Pazar günümü harcadım;ona da mı üzüleceğm acaba? . Üzülecek bir rüya görmeden uyuyabilirsem belki bu üzüntülerimi atlatmış olacağım…

 

10 Şubat 1941 Pazartesi. .

 

Guten Tag- “Guten Tag!”Herr Orhan, - Wann ist das Frühstück? Frühstück ist um aht Uhr. -Danke Schön…. . Aşağı mahalleden bir ses çıkmadı. Dinledim, Gene film üstüne konuşuluyor. Kadir rüyasında askerleri görmüş. O ölen askerler ölmemişler. Söylenenler için gülmem gerektiğini düşünüp yürüdüm. Derslikte duraksadım: ”Belki de film, dolaylı olarak da filme neden olan kitaptan söz edilir. Kitabı hemen okumuş olmam, sorulursa kitap üstüne konuşmuş olmamın sevincini duyumsadım. Yazarını, kitabın adını tekrarladım. Kitaptan en büyük kazancın da Paul Beimer’in günlük anıları. O benim gibi not tutmuyor, ya da tuttuğunu belitmiyor ama sanki günlük tutmuş gibi anlatıyor. Gerçi zaman zaman geçmişi anlatsa da kitabın bütünü okununca düpedüz günlük notlardan oluştuğu belli oluyor. Kitapta geçen adlardan bir kaçını defterime yazdım: Paul Beimer, Tjaden, Leer, Heinrich, Kropp, Katczinsky(Kat), Müller, Bulce, Detering,

Hamacher, Westhus, Kemmerich v. b Kitabın Özeti, sorulursa anlatacaklarım: Paul olayların anlatıcısı. Okulda aynı sınıfta okuyan dört arkadaş henüz 19 yaşındayken askere alınırlar. Kısa bir çalışmadan sonra savaşa girerler. Savaşta birliklerinden büyük bir bölümü ölmüştür. Düşmanla zorlu bir çatışmadan sonra dinlenme olanağı bulmuşlardır. Sıkıntılı savaş anını unutmak için işi biraz şaklabanlığa dökerler. Roman bu sıradaki konuşmalarla başlar. 150 kişilik bir birlikle gitmişler 80 kişi olarak dönmüşler. Dönen 8o kişi 150 kişilik yemekleri yiyecekleri için sevinç çığlıkları atarlar. Aşçılar, öteki ilgililer buna razı olmaz. Buradaki konuşmaları, şakalaşmaları okuyunca kitabı filme göre sevimli buldum. Bizim sınıftaki arkadaşlar gibi bir birine adlar takmışlar, savaşta bile bir birini öyle anıyorlar. Fare yüzlü Tjaden, domates kafa. . Bu sıra posta gelir, postadan çıkan mektuplar okunur, okul günleri anımsanır. Özellikle sınıf öğretmenleri Kantorek anılır. Çünkü onları daha çok asker olmaya o yönlendirmiş, gönüllü yazdırmıştır…. . Kendimi Türkçe dersine hazırlanmış sayıp sevinerek kahvaltıya gittim. Kahvaltına çay yerine verilen pekmezli su. Arkadaşlar gene tartıştı. Bir taraf , tatlı olduğu için yararlı olacağını savundu. Hilmi Altınsoy, ”Nankörlük etmeyelim, savaşta insanlar neler yiyor!”diyerek beklediğim konuyu ortaya getirdi. Ancak Hasan Üner, Mehmet Aygün, ikisi birden, ”Şimdi savaşta değiliz, savaşa girince halimiz nice olacak? Üstelik biz asker de değiliz!”dediler. İkisi birden çıkışınca Hilmi sustu. Ben de olayı kızıştırmamak için gülümseyip geçtim. Derslikte Türkçe ödevlerini tamamlamayanların itiş kakış tamamlama yarışına girdikleri görüldü. . Mişli geçmiş, ecek acak, yor, se-sa sesleri arasında Fikret Madaralı Öğretmen geldi. Öğretmen perncereden dışarıya baktı, bize dönünde”Haydi gene işimiz iyiye yöneldi, şubat ayından ne kazansak yararımızadır. Geç de olsa o yapacağına yapacaktır!”diyerek söze başladı. Önce bir uyarıda bulundu: ”Bakanlık Müfettişi konuğumuz var. Belki derslikleri gezer, tam bilmiyoruz belki de derslere girecek, sizlerle konuşacak, sorular soracaktır. Doğal durumunuzu bozmadan karşılamaya çalışın. Boş derslerinizde de, kendi kendinize çalışın!Belki her zaman öyle yapıyorsunuzdur ama, biraz daha dikkatli olun!”dedi. Çantasında çıkardığı bir kitabı açtı, bize dönerek Cenap Şahabettin kimdir? ”diye sordu. Hepimiz el kaldırdık. Geçen gün yazısını okumuştuk. Fazla bir bilgimiz yoktu ama, Hiç değilse onu söyleyecektik. Plevne’den Geçerken…Sordu ama belki de hepimizin parmak kaldırmasından hoşnut olarak kimseye sormadı ya da az çok bilgimizin olduğu kanısına varıp ders sonunda bilgi tazelemeyi düşündüğünden olacak elindeki kitabı kaldırarak, ”Kimi yazarlar vardır, bir tek tümce ile kıtap yazar, kimi yazarlar da vardır kitap dolusu değerli tümceler yazıp kitaplık dolduracak ölçüde düşünceler yayar, daha kolay yoldan okuyucuları uyandırır. İşte Cenap Şahabettin bu tür bir yazarımızdır. !”Öğretmen kitabı kaldırarak adını gösterdi: TİRYAKİ SÖZLERİ. . Önce Tiryaki sözü üzerinde durdu. Yakup Tanrıkulu arkadaşımıza sordu. Hepimiz gülümsedik. Öğretmen, ”Sigara içiyor mu? ”diye sordu. Sordu ama yanıt beklemeden, ”Buradaki tiryakilik başka bir anlamdadır, Yakup’un sigarasından çok daha anlamlıdır!”dedikten sonra okumaya başladı. Güç olan kahramanca ölmek değil, kahramanca yaşamaktır!sözünü tahtaya yazdı. Okumaya devam etti. ”Menfaat sandalyeye Rebenzer;başında taşırsın seni küçültür, ayağının altına alırsın seni yükseltir. Birkaç tane okuduktan sonra gene tahtaya, Zekasız kuvvet yıkabilir fakat yapamaz. -İnsan, sevdiğinden korkar, fakat korktuğunu sevemez. -Yerinde sayanlar, yürüyenlerden çok ayak patırtısı yaparlar. -En iğrenç yalan, gözyaşı şekline girendir-Karnı açlardan çok kalbi açlara acırım-Bellek beynin kumbarasıdır-Ter bedenin gözyaşıdır-Ne yapayım diye düşünmektense bir şey yapma, düşün-Daima “Bilirim mi” diyor, gençtir, her şeye “Olabilir mi” diyor, ihtiyardır. ”Öğretmen, ”Önce kim konuşmak istiyor? ” diye sorarak yüzlerimize baktı. Tam anlayamadım ama galiba parmak kaldırmayanları saptadı, bunları teker teker kaldırıp konuşturdu. Emrullah’ı, Fettah’ı, Ali Güleren’le Ali Önol’u ise ikişer kez kaldırdı. Tahtaya “Taassup” yazdı, anlamını sordu. Sami Akıncı hazır bekliyormuş, öğretmen sorusunu tamamlamadan parmak kaldırdı. ”Söyle!”deyince, ”Köklü inanç!”dedi. Öğretmen, ”Köklüden kastın, güçlü inanç mı yoksa çıkarılıp yerine yenisinin konmazı zor anlamında mı kullandın? ”dedi. Sami “Dediğinizin ikinci anlamında, kişiyi o inançtan kurtarmak zordur, anlamında kullandım !”deyince öğretmen “Aferin, öyledir!”deyip “Her taassubun bir öldürücü tarafı vardır, tarihinki gerçek olayları yok ederek öldürür, felsefenin taassubu özgür düşünceyi, dinin taassubu da sevgiye dayanan anlayışını öldürür!” tümcesini tahtaya yazdı, ”Bunu defterlerinize yazın, anlatmak istediklerini düşünerek yazıyla anlatın!”dedi. ”Felsefe sözünü soran oldu. Öğretmen bize döndü, Bu soruyu da ben mi yanıtlayacağım? ”diye sordu. Benimle birlikte gene Sami Akıncı parmak kaldırdı. Öğretmen beni gördü ama görmezden gelerek İsmet’lerin sırasına baktı. İsmet’in parmak kalkıkmış, İsmet’e işaret etti. İsmet, ”Felsefe insanlara doğru düşünmesini öğreten bir bilim dalıdır!”dedi. Sami yerinden kalkarak, söze karıştı. Öğretmen gülerek ona da söyletti. Sami, ”Felsefe bir bilim değil sanattır!”dedi. Öğretmen İsmet’le Sami’ye bakarak”Gelin şunu birleştirelim, bilimle sanat arası bir şey yapalım da ikinizi de doğrulasın!”dedi. Gülümseyerek, ”Gelecek derste anlaşacağımızı umuyorum!”deyip ayrıldı. Felsefe, taassup, vecize…. . Felsefe sözü geçen yıl Rıza Tevfik’in şiirleri üstüne konuşulurken(Özellikle Tevfik Fikret’in Mezarında) felsefe sözü geçmiş, öğretmen açıklamalar yapmıştı. Rıza Tevfik adına Feylesof sözünü ekliyormuş. Fikret Madaralı Öğretmenin Vahit Dede ile konuşurken sık sık sözü ettikleri Rıza Tevfik’in felsefe bilgisine de değindiklerini anımsıyorum ama o konuşulanlar nelerdi, onları toparlayamıyorum. Felsefe sözü Ömer Seyfettin’in öykülerinde de geçmişti…. Öğretmen gidince felsefe melsefe sözü kalmadı. Herkes “Müfettiş” olayına sarıldı. ”Gelmiş mi? , Bir müfettiş mi? . . Ders zili çalınca derslikte çıt çıkmayan bir sessizlik sürdü. Bir ara Mustafa Saatçı”Olmaz böyle, böyle sessiz yere müfettiş gelmez. Benim bildiğim müfettişler öğrenci bulunan dersliklere girerler. Öğrenci bulunan yerde de ses olur!”dedi. İsmet yanıt verdi, ”Sen konuşmaya devam et!”. Mehmet Yücel karşı koydu: ”Konuşacaksa bari başka uygun biri konuşsun, İmamın kart sesini duyunca burası ihtiyarlara ait bir yer sanıp döner!” deyince derslik her günkü duruma döndü. Bu kez de kimin sesi uygun olacak sorusu ortaya atıldı. Böylece Müfettiş beklentisi 20 dakika ancak sürdü, arkasından konuşmalar giderek arttı. 2. dersi atlattık. Ders zili çalınca gene bir sessizlik başladı. Mustafa Saatçı sesli güldü. Sami Akıncı birden sinirlendi, Mustafa’ya

 

 

Sami Akıncı

“Bak Mustafa, beni kızdırıyorsun, susup oturmazsan seninle arkadaşlığı keserim, bir daha da konuşmam!’”dedi. Tüm arkadaşlar onların sırasına döndü. Mustafa Saatçı elleriyle ağzını kapattı, sırasına eğildi. Gerçekten ders zili çalana dek konuşmadı. Zil çalınca Arif Kalkan’la Halil Basutçu “Oh be, sessizlik ne güzelmiş, sen çok yaşayasın Sami Akıncı!”dediler. Gülenler oldu. Mustafa Saatçı, Sami Akıncı’ya dönerek, ”Zil çaldı, şimdi konuşabilir miyim? diye sordu. Sami , başıyla konuşursun işareti verirken güldü. Mustafa Saatçı arkadaşlara, ”Ben konuşunca bana kızıyorsunuz, ben susunca başkasına teşekkür ediyorsunuz. Yaptığınız insanlık mı? diye sordu. Bu kez bir ağızdan, ”Bundan sonra böyle susarsan sana teşekkür edeceğiz!”dediler. Gerçekten bu ders hiç kimse konuşmadı. Sanırım bu da en çok benim işime yaradı, kitabı yarıladım. Baştaki şakalaşmalar ara ara sürse de çok ürpertici sahneler giderek artıyor. Filmde gösterilen sahneler kısa sözlerle anlatılıyor ama acıklı etkileri insanı ürpertiyor. Özellikle Kemmerich’in ayaklarını kaybetmesi, böyleyken çizmelerini korumaya çalışması, arkadaşı Müller’in ise, ölmek üzere olan arkadaşının çizmelerine göz koyması çok düşündürücü . İnsanlar öylesi durumlarda duyarlılıklarını hepten mi kaybediyor. Hastanelerdeki durumlar, sağlık görevlilerin yaralılara karşı davranışları, doktorların, duygusuz konuşmaları, tüm çalışanların olağanüstü çabaları anlaşılır gibi değil. İnsanlar, özellikle yaralılar eşya gibi çekilip getiriliyor, alınıp götürülüyor. Onlarla ilgilenenler sanki insan değilmiş gibi hiç etkilenmeden arkalarını dönüyorlar. Sayfalar ilerledikçe sahneye değişik kimseler çıkıyor. İlginç bir yanı da savaşta insanların hem duyarsız olmaları hem de çok duyarlı dönemler geçirdiğidir. Örneğin yanlarındaki karyolada ölen biri kaldırılıp götürülür, yerine birini yatırırlar. Bu durumu gören için bu çok doğaldır, ”O gitti!”der iş biter. Oysa kimi yaşam olaylarına sıkı sıkı bağlıdırlar. Örneğin ta Polonya’dan gelen karısıyla Levandowsky’nin bir arada olmalarını sağlamak için titizlikle planlar kurarlar. Paul Beimer’in annesine karşı duyarlığı olağanüstüdür. Böyleyken ölenlere karşı umursamazlıkları şaşırtıcıdır. Sanırım kitabın adı da bu genel duyarsızlığı anlatmak için böyle konulmuş. ”Garp Cephesinde Yeni bir şey yok!”Daha ne olacaktı ki? Kitapta geçen adları unutacağım, anlatılanları da bir dün bir birine karıştıracağım ya da ben de onlar gibi umursamaz olacağım. Ancak bu kitap bana köydeki Kolsuz Hazma Amcamın anlattıklarını bir bir gözümün önüne getirdi, onları bundan böyle asla unutamayacağım sanıyorum. O anlatırken birisinin koşup arkadaşının ayağını getirdiğini, bir arkadaşının da onun kolunu aramaya kalktığını anlatırdı. Bunların olabilirliğini, o gittikten sonra dinleyenler tartışıyordu. Ben de onların etkisinde kalarak önemsemiyordum. Hamza Amcamın tüm anlattıklarının olacağına şimdi tam anlamıyla inandım. Köye gidince bir yolunu bulup bir kes daha onun öyküsünü dinleyeceğim.

 

11 Şubat 1941 Salı…. .

 

Sıkıntılı yatmama karşın rahat uyudum. Tarih dersinde sanırım gördüğümüz savaş filmi sözü geçecek, Türkçe dersinde olanak bulamadığım, kitap ya da film özetini anlatmaya çalışacağım. Halil de benimle kalktı, konuşla konuşa dersliğe gittik. ”Bugün tarih dersine Müfettiş gelir mi? ” sorusu soruldu. Bilmiyorum ama gelirse benim için iyi olur diye düşündüm. Müfettiş gelmesinden kaygılananlar var. Bakıyorum bunlar, çalışmayan takımı. Halil gülerek: ”Siz Müfettişten değil kendinizden korkuyorsunuz. Kaldırıp soru sorarsa yanıt veremeyeceğinizi düşünerek işi Müfettişe atıyorsunuz. Bugün Müfettiş gelecek, size de soru soracak!”dedi. Ancak Halil’in dediğini kimse üstüne almadı. Kahvaltıya giderken aşçıbaşının iki öğrenciyle Müdür Odasına kahvaltılık götürdüğünü gören olmuş. ”Kesinlikle Müfettiş geldi!”sözü yankılandı. Hilmi Altınsoy sordu, ”Aşçıbaşı müfettişe ne götürdü? ”Sorusunu tekrarladı, arkasından, ”Eğer aşçıbaşı bizim gibi ona da çorba götürdüyse gelen Müfettiş değildir. Çay may gibi bir şeyler götürdüyse kesinlikle Müfettiştir. !”Hilmi bunları söyledikten sonra kalkıp nöbetçilerin yanına gitti, araştırdı. Biz kalkınca arkamızdan yetişti. ”Çorba gitmiş, korkmayın Müfettiş yok!”Hasan Üner, Hilmi’ye”Çok bildiğini sanan çok yanılırmış, Müfettiş şimdi Müdür odasında çorba içiyor, sonra da bizim dersimize gelecek!”deyince Hilmi şaşkın şaşkın, Hasan’a “Kuzum biliyorsun da neden söylemiyorsun, beni olasılıklar ardında koşturuyorsun!”Hasan’ın sözleri Müfettiş olayını kesinleştirdi. Derslikte herkes sırasına kapanarak tarih kitaplarını açtı. Müfettiş sözü nedense öyle etkiledi ki, iki saat boyunca kimse ne bir söz etti ne de yerinden kalktı. Selçuk Öğretmen geldiğinde neredeyse şaşırmış gibi bakındık;öğretmene “Müfettiş nerede? ”diyesimiz geldi. Öğretmen, her zamanki gibi önce arkadaşlara takıldı, ”Bekir Temuçin’e “Kapı gözeticiliğini yapıyor musun? diye sordu. . İsmet’e uykuyla aran nasıl? dedi. Hasan Üner’e sevdiği yemekleri sordu. Hasan’dan önce Salih Baydenir, ”Yemekler tek çeşit olduğu için fark etmez!”dedi. Öğretmen gülerek Salih’e “Sen öyle san, o kişinin niyetine bağlıdır. . Atalarımız baklavaya çorba deseydi öyle belleyip yiyecektik. !”dedi, durdu. Karşı olan sesler çıktı. Bu kez öğretmen, ”Eyvah, yanlış mı söyledim, yalnız mı kaldım, beni savunacak yok mu? ” diye etrafına bakındı. Sami Akıncı, kalkarak, ”Sizin söylediğiniz başka bir şey, söz gelimi Almanca çorba die Suppe, masamıza geldiğinde biz çorbaya Suppe geldi deyince midemiz bize inanmıyor!”bu sıra eg, geg türlü sesler çıktı. Öğretmen, ”Ben bu tür konuşmaları açarım ama, işi başka yöne dökmeye de göz yummam. Biz yemekleri yemek değil insanların hoşgörüsü, geçici bir takım sıkıntılara katlanması üstüne konuşuyoruz, daha doğrusu ben konuyu öyle götüreceğimi sanmıştım. Konuşan arkadaşlar benim niyetimi iyi algıladı ama dinleyici, daha doğrusu kendilerini her zaman dinleyici sananlar “Pişmiş aşa su katmak’tan geri kalmadılar!”dedi. Cumartesi günü gördüğümüz filmi anımsattı. Filmi hepimizin görüp görmediğimizi sordu. Hepimiz parmak kaldırdık. Öğretmen, ”Tamam işte, şimdi o çorba deyince “eeeg-geg” yapanları dinleyelim!”dedi. Az sonra gene “Bekliyorum!”dedi. Herkes susunca, ”Rücu etmek de sizin marifetiniz!”deyip filmi övdü. Yaşanmış olayların içinden kurtulan bir kişinin yazdıkları, diye önce kitabı anlattı. Şimdiye dek yazılmış kitapların en çok satılanı!”dedi. Ayrıca “Bu, hepimize ders olmalı, elimizde kalem kağıt günün yirmi dört saatini böyle geçiriyoruz, ben de dahil hangimiz günlük not tutuyoruz? ”diye sordu. İsmet hemen beni söyledi. Selçuk Öğretmen bana baktı, ne düşündüyse düşündü, ”Bir kişinin tutması da önemli ama neden sen, ben, o tutmuyoruz? ”İsmet gene el kaldırdı, ”Filmdekilerin de biri tutmuş!”deyince Selçuk Öğretmen İsmet’e ”Sen, benimle tartışmak için diretiyorsun, ama, ben anlatmak istediğimi tamamlamadan tartışmaya girmeyeceğim!”deyince İsmet sustu. Mehmet Yücel, Hüseyin Orhan, Halil Basutçu, Recep Kocaman, Mehmet Aygün kısa kısa filmden algıladıklarını anlattılar. Öğretmen, ”Çok beğendim, filmden oldukça etkilenmişsiniz. Hepinizin bir şeyler kazanması gerekir. Bir de toplu olarak özetleyelim!”deyince parmak kaldırdım. Öğretmen söz verdi. Hemen kitabını da okuduğumu, kitabın özetini çıkardığımı anlattım. Öğretmen “Bakın işte benim de beklediğim buydu. , bunu hepiniz niçin yapmazsınız. Savaş, savaşların zararları üstüne bundan daha gerçek söylenecek söz var mı? . Hepinizin ailelerinde şehitler, gaziler var. O insanlar işte bu acıları çektiler!”. Ben, Paul Beimer’in anlattığı gibi, okuldan arkadaş olan gençlerin öğretmenlerinin özendirmesi üzerine gönüllü askere gittiklerini, 150 kişilik bir birliğin ilk çatışmada 80 kişi kaldığını, ilk şaşkınlıklarını anlatırken zil çaldı. Öğretmen, bana unutma, buraya nokta koyduk, gelecek derste anlatacaksın. Seni dinleyen arkadaşların bu kitabı okumuş olacak!”dedi… Öğretmen gidince arkadaşlar çevremde toplandı, çoğu ilgiyle sordu, ”Ne zaman okudun? ”Halil yanıtladı, ”Filmden sonra başladı, pazar günü gün boyu okudu, özetledi. !

”Öğle yemeğinde gözlerimiz müfettiş aradı. ”Öyle biri yok!”diyeceğimiz an da Okul Müdürü ile şişmanca biri yemeğe geldi. Okul Müdürümüzün sandalye göstermesi, onu dinlemesi ilgimizi çekti. ”Olsa olsa Müfettiş budur. !”Atölyede de Müfettiş dilimizde oldu. ”Ha geldi ha gelecek!”Hamdi Bağ Öğretmene söyleyen arkadaş olmuş. Öğretmen, ”Biz her an Müfettiş bekliyoruz, gelsin bizi görsün, diyoruz, nere de o Müfettişler? ”demiş. Müfettiş sözü ederken biz 20 kovanın on tanesini tamamladık. Birini çakıp modelle ikisini kapı önüne koyduk. Salih Ziya, Naci Birkök Öğretmenler geldi. Çok beğendiklerini söylediler. Naci Birkök Öğretmen göz kırparak, bunların hangisi model, hangisi yeni yapıldı? ” diye sordu. Salih Öğretmen sandıktan çıkacak ilk petek sizin!”dedi. Öğretmenlerin konuşmaları çok hoşumuza gitti. Salih Baydemir, ”Bal sözü edilince bal yemiş kadar oldum, ağızım tatlı tatlı!”dedi. Bunu duyan İrfan Öğretmen: ”Şunu bal niyetine ye, ya da yediğin niyetine göne makbule geçer!”derler, ”Bu sözü hiç duymadınız mı? ” diye sordu. Yusuf Asıl, sabahki tarih dersimizi olduğu gibi anlattı, Selçuk Öğretmenin söylediklerini tekrarladı. İrfan Öğretmen “İşte öyle, ”İnsanlar önce kendi niyetlerini onarıp, o doğrultuda yürümeli!”dedi. Paydosta arkadaşlar ayrılınca ben gene notalarımı sıraya koyup değiştire değiştire çaldım. Oradan kooperatife gittim. Harun revirden çıkmış, Mehmet Başaran’la Yakup Tanrıkulu, Ahmet Güner yatıyormuş. Yemeğe Harun, Salih üçümüz gittik. Harun Özçelik iyi olduğundan söz ediyor ama, çok güçsüz gibi. Atölyedeki o tuttuğunu koparan bir durumu yok, düştü düşecek. Salih takıldı, kooperatiften borca olmak üzere istediğini verebiliriz. !Harun, ”Yiyecek hiçbir isteğim yok, hiç bir şey yemesem günlerce dururum. Ancak doktor, özellikle de hemşire Ayşe Abla, zorlanarak da olsa yememi önerdiği için, yemeye çalışıyorum. !”Yemekten sonra da kooperatifte oturduk, gecikmeli olarak dersliğe gittik. Derslikte konu Müfettiş. Sami Akıncı tamamlayıcı bilgi edinmiş: Müfettiş, Okul Müdürümüzün öğretmeniymiş. Sami bunu söyler söylemez ben “A, ben onu tanıyorum!”dedim. Fettah Biricik karşıladı, ”Senin tanımadığın Müfettiş mi var!”Fettah’a kızmadım, Sami’ye dönerek sen de tanıyorsun, İstanbul’da bizi karşılayan müfettiş Hayrullah Örs. Sami de anımsadı, ”O, o, o!”Fettah’a döndüm. ”Ben uyumuyorum, sen uyurken ben İstanbul’a gitmiştim, orada insanlar gördüm, insanlarla konuştum. Konuştuklarımdan biri de buydu!Arkadaşlar hep unutmuş. Anımsattım. Geçen yıl gazetelerde satın alınan yiyecekler için eleştiriler yazılınca bir grup kamyonla İstanbul’a gidip gazetecilerle görüşme yapacaktık. O görüşmelerde bu müfettiş de bulunacaktı . Daha doğrusu bu olayı o hazırlamıştı. Biz buradan kamyonla İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğüne gittik. Gazeteciler de gelecek konuşacaktık. Uzun süre bekledik iki gazeteci geldi, ötekiler gelmedi. İşte o gün, gün boyu bizimle bu Müfettiş kaldı, gönlümüzü aldı, kendini tanıttı, Müdürümüzün Öğretmeni olduğunu anlatmıştı. Ben bunları söyleyince giden arkadaşlar, dikkatli baksaydık tanırdık, dediler. Ben de dikkatli bakmadım, uzaktan gördüm. İsmet, Sami, Bekir, Orhan, Recep birlikte gittiğimiz arkadaşlardı. İdris Destan da vardı ama o doktora götürülmüştü…. Bu kez de o eski konu deşelenmeye başlandı. Yatarken birden anımsadım, Fettah’a iyi bir ders verme fırsatım olmuştu ama nedense üstünde durmadım. Düşündükçe kendime kızdım. Bunu unutmamaya, anımsatarak yarım kalan yerden olanak yakalamaya karar verdim…. .

 

12 Şubat 1941 Çarşamba

 

Müfettiş sözleri arasında uyandım. Derslikte de gene Müfettiş. Kahvaltıdan sonra ders zili çalınca Salih Ziya Öğretmen bizim marangozluk grubunu bırakarak öteki arkadaşları alıp Tarım bölümüne gitti. Biz atölyede çalışacağız. Harun dinleniyor, 4 Mehmet rahatsız olmuş, Mehmet Başaran revirde. Eksik olarak atölyeye gittik. İrfan Öğretmenle Hamdi Öğretmen geldi. ”Hamdi Öğretmen, ”Kovanları bitirelim de şu balları bir an önce yiyelim!”deyip güldü. Bıraktığımız yerden başlayıp durmadan çalıştık. İrfan Öğretmen de dahil hepimiz arı kovanı işinde çalıştık. İrfan Öğretmen, ” Bir tadımlık bal için arılar gibi çalışıyoruz!”dedi. İlerde öğretmen masası gibi kullanılan küçük tezgahta oturan Hamdi Öğretmen, ”Bu söze ben alınırım, ben arılar gibi çalışmıyorum mu? ”diye sordu. Yusuf Asıl” Siz gruptan ayrısınız!”dedi. Salih Baydemir”Siz Arı Beyi’siniz. arı beyleri çalışmaz!”deyince öğretmenler kahkaha ile güldüler. Hamdi Öğretmen “Vay başıma geleni, beni ayırıp attılar!”diyerek işine koyuldu. Öğle yemeğine dek tüm parçaları hazırladık. Yemekten sonra da durmadan çalıştık. Zilden önce kovanlar tamamlandı. Salih Öğretmene haber iletildi, tarım işlerinde çalışan arkadaşlar gelip kovanları Tarım bölümüne götürdü. Günümüzü iyi geçirdik. Özellikle ben hiç yorulmadım. Dersten sonra akordiyon çaldım;bakmadan kromatik eksersizi yaptım. Komparsitenin solo bölümünü oldukça hızlı çalıyorum. Koromatik eksersizler parmakları çol iyi alıştırıyor. Kromatik ses sıralaması çok da hoşuma gidiyor. Macar dansının da bir bölümünde tempoyu bozuyordum, onu da düzelttim. ”La la la la laaa la lam!” Sevinçli tavırlar içinde dersliğe gittim.

Derslikte gene Müfettiş sözü. Bu kez bilgi 7. sınıflardan gelmiş. Müfettiş derslere giriyormuş. Hem de boş derslere girip ders boyunca konuşup bir şeyler anlattıktan sonra sorular soruyormuş. Öyleyse yarın bize de gelecektir. Türkçe ödevimi yazdım. Taassub: Bir şeye niçinini, nedenini öğrenmeden inanmak, inandıktan sonra da onu gene körü körüne savunmak. Padişahların yönetimlerinden çok çekmesine karşın kimi insanların “Gene padişahlar yönetsin!” diye ortaya çıkması, bir taassup olayıdır. 31 Mart, ya da Kubilay olayları gibi. Tarih olaylarında ise olmayanı ya da olanı olduğundan başka göstermek gerçek olayı halktan saklamak da bir taassup anlayışı olabilir. Ben buna, 1. Viyana kuşatmasını örnek vereceğim. Anladığım kadarıyla biz 1. Viyana kuşatmasında bir zafer kazanmamışız. Eğer kazansaydık, Viyana bizim olurdu. Oysa derslerde kazandığımız okutuluyor. Bu da bir taassup olur mu? Belki de bu düpedüz bir yanlıştır. Felsefeyi tam anlamadığımdan doğru dürüst yanıt bulamıyorum. Ancak insanların doğru düşünenleri olduğu gibi yanlış düşünenleri de bulunmaktadır. Bizim arkadaşlarda bile bunu her gün görüyorum. Ayrıca okuduğumuz kitaplarda dünya kadar örnekleri var: Örneğin Yaban’da bir iki derken tüm köy halkı köy yanlış düşünceleri yüzünden zor duruma düşmüşlerdir. Sonunda düşmanları onları diledikleri şekilde kullanmışlardır. Feylesof Rıza Tevfik’de yanlış düşündüğü için Sevr anlaşmasını imzalamış, sonunda da yurttan kaçmak zorunda kalmıştır. Bunları yazdım ama tam kararlı değilim. Öğretmenin açıklamasından sonra düzeltmeler yapacağım. Öteki güzel sözleri gözden geçirdim. ”Akıl yaşta değil baştadır, fakat aklı başa yaş getirir!”Sözü önce Halil’e sordum. . Mehmet Yücel duydu, hemen İsmet’e iletti. ”Dayın senin için bir söz bulmuş. Üstünde durmadım. Ben İsmet’in dayısı olarak onu aklını başına getirecekmişim. İsmet bir süre dinledikten sonra, Mehmet Yücel’e elinden gelse önce seninkini getirir!”dedi.

Müfettiş boş derslere girdiğine göre yarın bizim müzik dersimize de girebilir, diye düşündüm. Girse ne sorar ki? Halil duraksamadan, Sorsa sorsa notaları sorar, notaları okutur. ”Notaları okutur!”deyince içim cızladı: Ben notaları çalıyorum ama sesle hiçbir çalışma yapmadım. Adem Gürçağlayan Öğretmenin ayrılmasından bu yana, arkadaşlar gibi ben de sesli müzikten kopmuş durumdayım. Oysa akordiyonla bunu yapabilirdim. Yapmaya karar verdim ama iş işten geçmiş durumda, yarın Müfettiş gelirse arkadaşlara karşı da mahcup olacağım. Önce “Müfettiş müzik dersine gelse!” dememe karşın şimdi gelmemesini istemeye başladım. Yatınca da pişmanlık duygundan kurtulamadım. Sesli nota okutursa, Abdullah Erçetin, Bekir Temuçin benden daha iyi okuyacak, belki. de Sami Akıncı bile benimle denk olacak! sıkılarak yattım. .

 

13 Şubat 1941 Perşembe. .

 

Akşamki sıkıntı uyanınca gene bastı: Nerden çıktı bu Müfettiş belası…Hasan Üner uyardı, Hilmi Altınsoy rahatsız olmuş, revire yatmış, yemekhane nöbeti bana gelmiş. Sevinerek yemekhaneye koştum. Nöbet hevesimden değil Müzik dersine Müfettiş gelir kuşkusundan nöbeti kurtuluş saydım. Mürsel Dilek, Hasan Çetin, Mehmet Özeren, Fahrettin Şen, iki de kız, Gülfize Atay, Mukaddez Tekin. Hem çalışıyor hem de bizim sınıf nöbetçisini bekliyorlarmış. Beni görünce özellikle kızlar sevindiler. Gülfize, akordiyon dinleyeceğiz!”dedi. Hoşuma gitti. Hevesle işe başladım. Ayrıca kahvaltıda çay-peynir verilmesine de sevindim. Hava güzel, bulutlu ama yağış yok gibi. Zil çaldı, arkadaşlar geldi. Ben her nöbetimde yaptığım gibi salonda bir göründükten sonra mutfağa çekildim. Bir yandan da Müfettiş gözetliyorum. Aşçıbaşına baktım, tepsi falan hazırlamıyor, herhalde yukarıya kahvaltı göndermeyecek. Sormadım ama kahvaltıya gelebilirliğini de göz ardı etmedim. Öğrenciler salonu boşaltınca biz de kahvaltımızı yaptık. Gerçekten gelen giden olmadı. ”Boşuna kaygılanmışım!”dedim. Ancak yapacak bir başka iş yok. Hilmi rahatsız olmuş, o çekilince sıra bende. Türkçe dersine giremiyorum. Ötekilere zaten girmem. Yapabileceğimiz işleri yaptık. Nahide Öğretmen kızları çağırtmış, gittiler. Mutfakta yapılacak işlere yardım ettik. Benim bir kulağım hep Müfettiş sözünde. Öğle yemekleri gene mercimek, ama bu kez etli mercimek, bulgur pilavı üzüm hoşafı. Müfettiş sözü edilmedi, ben de sormadım. Nasıl olsa ben Müzik dersini atlattım. Öteki derslerden bir korkum yok. Arada da dersliğe gittim. Öğretmen, zehir gibi bir yoklama yapmış, dört beş kişiye Sarsak demiş. ”İçlerinde Fettah vardır!”dedim. Fettah’a iki kez demiş. ”Oh!” dedim biri kesinlikle benim için. Üstelik “Haftaya bunları tam olarak istiyorum !”diye de tembihte bulunmuş. Yemekhaneye döndüm. Kızlar da geldi. Mukaddes’le çok önceleri konuşmuştum, kendisine bizim arkadaşların ad takmasına üzülüyordu. Aynı konu açılacak diye tedirgin dururken Mukaddes bu kez kendisi açtı, ”O zaman çok üzüldüğüm için açmıştım, şimdi umumda değil, ne derlerse desinler, duymazdan geliyorum!”dedi çıktı. ”En iyisi bu!”dedim. Bu kez de Gülfize sordu “Bana bir ad takmadılar mı? ””Taksalar benden önce sen duyardın!”dedim. ”Ben duydum ama bizim arkadaşlardan duyduğum için önemsemedim!Gene önemsemiyorum ama, şimdi konu edildiği için sordum!”dedi. Gülfize’ye takılan adı ben biliyorum ama Mukaddes’in yanında söyleyemedim. Çünkü Gülfize’ye takılan ad onun güzelliğini övmek için takılmış. Oysa Mukaddes şişmanlığı nedeniyle yeriliyor. Konu açılmışken üstünde durmayı düşündüm, bir numara uydurdum: Senin bir adın da Gül, dedim. Bu hem adının kısaltılması anlamına geliyor, hem de bakanlar, yüzünün gülmesini, gülersen daha güzelleşeceğini söylemek istiyorlar!”dedim. Gülümsedi, yanakları çukurlaşır gibi oldu, kendi kendine ”Gül” dedi, gerçekten güldü, birden yanaklar sanki ala boyandı. Görmemiş gibi yaparak, konuşmamı sürdürdüm;bence “Gül” kısa, tek hece daha kolay söylendiği gibi yüzüne de daha uygun düşüyor. Bundan böyle ben hep“Gül!”diyebilirim!”dedim. ”Olur ya da olmaz anlamı çıkacak yüz değişimine olanak bırakmadan, (bilerek)sözü değiştirdim, ”Bizim arkadaşlar sınırsız şakacıdırla kendilerine bile herkese taktıkları gibi ad takarlar!”dedim. . Bu kez de bana sordular, ”Sana ne ad taktılar? ”Sözü uzatmamak için, ”Benimki biraz incitici olduğu için pek hoşlanmadım, hoşlanmadığım için de size duyurup kendi kendimin incinmesini istemem!”dedim. Konu kapandı. Öğle yemeğini rahat bir ortamda hazırladık. Mercimek etli. . Aşçıya sordum, ”Ne eti? Aşçı gülerek “Tam olarak ne eti olduğunu bilmiyorum, Ahmet Gökay’dan sorun, o bilir !”dedi sonra da “Kavurma olarak geldiği için bilmiyorum, ancak tadı için çok çok iyi olduğunu söyleyebilirim!”Kavurma deyince bizim köyde yapılan kavurmayı anlattım. Aşçıbaşı “Tıpkısı öyle, benim bildiğim de öyledir. Evlerde küçük kaplarda yapılır, müteahhit işlerinde büyük kazanlarda fıçılarda ya da tulumlarda saklanır!”dedi. ”Alınırken denetleme yapılmasına karşın örneğin keçi koyun eti kolay ayrılamaz. !”Kavurmayı çok sevdiğimi söyledim, köye gidince severek yediğimi anlattım. Onlar bana şaştı ben onlara . Özellikle kızlar benim anlattıklarını bilmedikleri gibi burada bu tür et yediklerini de bilmiyorlarmış. Şaşırdıklarını söylediler. Öğle yemeğine gelen öğretmenleri aydım Fikret Madaralı Öğretmen de geldi. Hidayet Gülen, Salih Ziya, Naci Birkök, Naci İnan, İrfan Evren, Hamdi Bağ, Namık Ergin, Nazmi Aybar, Ali Yılmaz. , Hüsnü Baykoca, Selçuk Korol, Latif Yurtçu, Faik Bakır tamı tamına on dört öğretmen . Nahide Öğretmeni gelmeyince sordum, ablası buradaymış, sonra birlikte gelecekmiş. O denli sözü edilmesine karşın Müfettiş ortalıkta yok. Dikkat ettim, benim gibi kimse Müfettişi derdine düşmemiş;. yemekte hiç kimse Müfettiş sözü etmedi. İnadına ben de bir türlü unutamıyorum. Yemek salonu boşaldıktan sonra biz de oturup yemeklerimizi yedik. Kapları toplarken yardımcısı İbrahim’le Kazım Usta geldi, konuşurken, Alpullu’ya gidip geldik, Müfettiş Beyi gezdirdik!”dedi. Şaştım, demek benim ilgilenmem boşuna değilmiş, Müfettiş varmış. Hiç düşünmeden “Şimdi nerde? diye sordum. Kazım Usta, ” Lüleburgaz’da yemeği, . Müdür Beyle Lüleburgaz’da yiyecekler, saat 16 da onları alacağız!”dedi. Birden bire içim rahatladı, sahiden Müfettiş beni çok etkilemiş. . Bir yandan da olaya şaştım, dün herkes müfettişten söz ederken bugün neden sustular. Ben, neden bu denli ilgilendim? Ders zili çalmadan akordiyonu atölyeden aldım. Yemek salonunu toplama işimiz bitince salonuın dip tarafına giderek akordiyonu çıkardım. Ben çalarken arkadaşların bakmaları, beni gözleriyle süzmeleri dikkatimden kaçmadı. . Yan gözle(Doğrudan bakamadığım için) Mukaddes’i, özellikle Gülfize’yi izledim;dinlerken daha güzelleşiyorlar. Özellikle yüzünde pembe bir renk oluşup yanaklarında geziyor. Çalınan parçaların değişkenliğine uyarak yüzdeki renkler değişiyor. Her gün çaldığım parçaları bugün de çaldım. Böylece çalışmış da oldum. . Akordiyon çalışımı çok önemsedikleri için çocuklar bir dediğimi iki etmiyorlar. Bu nöbetteki arkadaşların hepsi de çok iyi çıktı. . Mürsel’i biliyordum, Hasan Çetin mandolin çalışanlardan, Fahrettin küçük olmasına karşın çok çalışkan, Mehmet Özeren’le daha önce de nöbet tuttuk. Arif Kalkan, Yakup Tanrıkulu , Abdullah Erçetin , arkadaşların köylüsü. Onlara geldikçe benimle de konuşur, saygılı bir arkadaş. Kızlarla fazla bir yakınlığım yoktu. Gülfize yakın köylüm olduğu için ilk yıl yaklaşmak istemiştim. Yanlış bir tavrım mı oldu, ne oldu bilmem Gülfize uzun bir süre sanırım konuşmamak için kaçtı. Ya da bana öyle geldi. Ne olduysa birkaç ay önce kendisi geldi, akordiyon dinlemek istedi. Ondan sonra yüzü hep güldü, karşılaşınca selam verdi, şimdilerde o yaklaşımı sürüyor. Akrabası Rüştü ile de aramız iyidir. Rüştü ile hemşeri olarak konuşuyoruz. Çok saygılı bir çocuk. Akşam yemeği hazırlıklarını yaparken Rüşrü de geldi. Gülfize’ye yardıma mı geldin? ”diye sordum. Rüştü, gülerek, bana yardıma geldiğini söyledi. Teşekkür ettim. Akşam yemeğini de düzen içinde hazırlayıp yedirdik. Akşam öğretmen gelmediği için daha rahat oldu. Akordiyonu atölyeye götürünce ben de arkadaşlara yardım ettim. Elbirliği ile yapılabilecek işlerimizi yapıp dağılmak üzereyken Hamdi Bağ Öğretmen geldi. Beni göstererek” Ağabeyi burada görünce işlerin düzgün gideceğini bildiğimden, gelmeye gerek görmedim, ben de nöbetçiydim. Doğru mu yapmışım? ”diye arkadaşlara sordu. Arkadaşlar “Doğru yaptınız öğretmenim !”deyince bu kez de”Haydi öyleyse bana Allahaısmarladık!”deyip döndü. . Biz de başka nöbetlerde de buluşmak üzere iyi dileklerle ayrıldık. Dersliğe döndüğümde konu gene Müfettiş. Gittiğini söylüyorlar. Bu kez kesin konuşan ben oldum. . Kazım Ustadan duyduklarımı görmüş gibi anlattım. Önce Alpullu’ya gönderdim, oradan Lüleburgaz’a döndürdüm, Okul Müdürümüzle yemek yedirdim. Sonra da okula döndürdüm. Konuşmalar durdu: ”Müfettiş gitti!” diyenler mahcup oldu. Bu kez benden sormaya başladılar, Yarın bize gelir mi? Gelirse boş dersimize mi gelir yoksa Müdür Beyin dersine mi girer? ”Gelirse boş dersimize gelir, Müdür Beyin dersine girmez!”dedim. Herkesin beni dikkatle dinlemesine şaştım. “Galiba bunlar yalan sözleri doğru saymakta ustalaşmışlar. Yazık şimdiye dek hep doğruları anlatmaya çalıştım, içlerinden bazıları hep direnç gösterdi. Oysa şimdi kuzu kuzu dinliyorlar. Özellikle de Fettah Biricik, Ali Önol, Ali Güleren de pür dikkat ağzıma bakıyorlar!”deyip içimden güldüm. . Yat zili çaldığında kimse yerinden kıpırdamadı. Söyleyecek sözüm olmadığı için ben kalkınca onlar da kalktı. Halil Basutçu beni kutladı, ”O denli kesin konuştun ki kimse ağzını açamadı. Yarın dediklerin olmazsa ne olacak? ”Ben de: ”Onların dedikleri olmayınca ne olursa o olacak. Ya benim dediklerim olursa ne olacak? Beni işte böyle dinleyecekler!”Gülüşerek yataklarımıza gittik. Yatınca ben bu kez müfettişi değil Gülfize’yi düşündüm. Bütün tavırlarıyla A’ yı anımsattı bana. Gerçekten benziyor mu? Yoksa ben mi öyle görmek istiyorum? Bu benzetmeye birazda bir olay neden oldu. Öğle yemeğinden sonra ortalığık toplayınca oturp hem dinlenilirken, belli konularda konuşanlar oldu. Herkes konuşanı dinlerken, Gül birden arkasına dönüp sertçe: Delirdin mi sen!”dedi. Yanındaki arkadaşı Gül’ün tarağını almış, saçına sürüp fizik deneyi yapmak istemiş. Tarak saça sürülünce elektikleni, p çekici duruma geçiyormuş. Bundan hoşlanmayan Gül’ün tepkisi: . ”Delirdin mi sen!” Bu söz beni yıllar önceye götürdü. Ne raslantı, tıpkı azarı ben de yemiştim: Tatile yaklaştığımız zamanlardaydı. Bir çarşamba günü okul temizliği yapıyorduk. Erkekler su taşıyor kızlar da ortalığı temizliyordu. Derslikte A ile ikimiz kalmıştık. A elindeki bezle sıraya basıp haritaların tozunu alırken nasıl olduysa çıplak bacağıda”Üşümüşsün!”deyip dokundum. A birden, ”Yapma, delirdin mi sen!”demişti. Sanki o sesi duymuş gibi bugun de ürperdim. Aynı titreşimi veren sesleri çıkaranları düşündüm. . A şimdi evli, kaç yaşında olabilir? Yaptığım hesaplara göre ikisi arasında fazla bir yaş uzaklığı yok. 14’e 16, ya da 15’e 17, bilemedin 18 olabilir. Hadi çok çok olsun da 4 yaş…. . A ayan beyan gözümün önüne geldi. Doğrusu çok da bir benzerlik göremedim. Gündüz konuşurken gördüğüm yüzün etkisiyle öyle düşündüğümü anladım. İki yüzü , yan yana , üst üste, uzağa yakına çekip karşılaştırırken uyumuşum.

 

14 Şubat 1941 Cuma….

 

Müfettiş sözleri arasında uyandım. Üstelik arada benim adım da söyleniyor. O, bunu böyle dedi, şunu şöyle dedi gibi sözlere beni tanık gösteriyorlar. İçimden güldüm. Kazım Ustanın söylediklerini çevirip anlattım, yarısı doğru yarısı yanlış olabilir. Daha önce kaç kez dosdoğru bildiklerimi anlatınca sözlerimden kuşku duyanlar şimdi bana kesin kes inanıyorlar. Bu düşünceler içinde kalkıp dersliğe gittim. Derslikte de benzer konuşmalar yapılıyor. Müfettiş gelecektir, . 1: saatte gelir, yok 2. saatte gelir. Birisi de bana, ”Müdür Beyi birinci derste çağırıp çağırmayacağımı sordu. Kararlı bir tavırla, Müdür Beyi 2. derste çağıracağımı, daha önce öyle kararlaştırdığımızı, ancak Müfettişin 2. derste de gelmeyeceğini bastıra bastıra söyledim. Nereden biliyordum? Bildiğim falan yoktu. İşlerini güçlerini bırakmış tembel arkadaşlar ne olacaksa Müfettiş bekliyorlar. Onların bu aptalca ilgilerine böyle tepki gösterdim. Müfettiş, Müdür Beyin dersine gelmeyecek. Kesin konuşmam karşısında herkes sustu. Kahvaltıya gittik. Yine çorba. Öğretmen masaları boş. Arkadaşlar, ”Çorba olunca öğretmenlerin kahvaltıya gelmediğini söyledi. Bunu başka zaman da söylemişlerdi. Benim tepkim, ”Öğretmenler kahvaltıda çorba olduğunu nereden öğreneceklerdir? ”Aslında ben haklıydım ama onlara neden karşı oluyordum? Tam bu sıra Halil Basutçu nöbetçi, bizim masaya geldi, bana, ”Sen dün çay-peynir çıkarttın, bunu nasıl yaptın, yolunu bize de öğret aşçıbaşını kandıralım!”dedi. Besbelli bir şaka. Ben, ”Dün ben başkasının nöbetini tuttum, benim esas nöbetim bugündü, bak işte benim nöbetimde de çorba!”dedim. Halil bir süre baktı, bu kez “Dün senin nöbetinde ıkı kız vardı, peki bunu nasıl yaptın? ”dedi. Ben gene, ”Benim nöbetim bugündü, dünküler Hilmi Altınsoy’un şansıydı, dedim. Hilmi deyince hepimiz, masada Hilmi’in olmayışının ayırdında olduk. Hasan Üner Hilmi’nin gece rahatsız olduğunu bu nedenle revire yattığını açıkladı. Hilmi Altınsoy’un rahatsızlığı hepimizi üzdü, konumuz değişti . Dersten sonra revire gitmeye karar verdik. Derslikte gene Müfettiş sözü edildi. Ben, Müdür Beye 2. derste haber vereceğimi, 1. derslere gelemeyeceğini defalarca söylediğini anımsatıp oturdum. 1. ders kimilerince müfettiş beklentisi içinde geçti. 2. derste Müdür beye gittim. Müfettiş, Müdür Beyle gülüşerek konuşuyordu. Müfettiş konuştuğu için Müdür Bey bana işaret etti, kapı arkasında durdum. Müfettiş, ”Sen dersini bitir ben seni beklerim, işim acele değil, beraber gidelim, istiyorum!”deyince Müdür Bey, hayhay, o zaman siz bir saat oturacaksınız!”Müfettiş, ”Zaten işim var, bir çeviri yapıyorum, bitmek üzere!”deyince Müdür Bey bana, ”Geliyorum, deyip kalktı. Ben hızlı hızlı dersliğe döndüm. Dersliğe girince gene “Müfettiş geliyor mu? diye soran oldu. Öfkem gene kabardı ”Müfettişin gelmeyeceğini kaç kez söyledim, ne Müfettişi be? “deyip yerime oturdum. Soran Fettah Biricik’ti, Söylediğim tam yerine gitmişti. Müdür Bey girdi. Geçen konuşmalarımızı kısaca anımsayalım, deyip durdu. Kim konuşmak istiyor? ”diye sordu tüm arkadaşlar el kaldırdı. Müdür Bey ne düşündüyse tam Sami Akıncı’nın önünden geçiyordu, eliyle omzuna vurdu, ”Elim sende!” dedi. Sami Akıncı geçen derste konuşulanları ayrıntılarıyla tekrarladı. Müdür Bey, hepimize bakarak, ”Yanılmıyorsam hepiniz parmak kaldırmıştınız, sizleri kaldırsaydım böyle anlatacak mıydınız? ” diye sordu. İsmet, Bekir, Yusuf başta olmak üzere bir çok arkadaş anlatırız!”diye bağırdılar. Müdür Bey, ”Buna sevindim, bu bir ders değil, sizin gelecekteki işleriniz, işlerinizin yürüyeceği yollar. ”dedi. Müdür Bey saatine baktı, ”Benim misafirim var, onu gezdireceğim!”Beni göstererek, arkadaşınız da biliyor, onunla sözleştik!”dedi ayrıldı. Müdür Beyin arkasından bana sorular yağdı, ”Nereye gidecekler? Hiç bir bilgim yok ama bilmiyorum demek elimde değil, düşündüm, duyduğum kadarıyla konuşmaları, kısa bir yolculukla bir yerlere gidecekler. Müdür Bey sizi orada yalnız bırakmam!”dedi. Nereleri olabilir, kesinlikle Lüleburgaz. Öykümü Lüleburgaz üstüne kurdum, Lüleburgaz’a gidecekler, Kaymakam Beyle görüşecek, Belediye Başkanına gidecek v. b. Birden Müfettiş sözleri kesildi. Varsayımlar son buldu. . Çok çok merakı kabaranlar bana sormaya başladılar. Sefer Tunca: ”Müdür Beyin dersine gelmeyeceğini nereden bildin? Sefer arkadaşa yalan söylemem, çünkü o hiç yalan söylemez; belki de yalan nedir bilmez. Ona doğusunu söyledim. Müfettiş Okul Müdürünü neden dersliklerde denetlesin? . Okul Müdürü öğretmen değil ki? Onun denetlenecek çok daha başka işleri var!Sefer’le birlikte Fattah, Ali Önol, 15 Hüseyin Serin, İbrahim Ertur, daha doğrusu bir birine sürekli yaslanan Edirneliler grubu dikkatle dinlediler. İçlerinde İbrahim Ertur’la Sefer dışında genelde onları ben de sevmem ama bana zararları dokunmadıkça karşılarında da olmam. Müfettiş olayında sustular. Sanırım kurnazca davranarak onları bir bakıma etkim altına aldım. Okulda Müfettiş oluşu arkadaşlarda olumlu bir etki bıraktı, derslik eskisi gibi gürültülü değil, konuşmalar daha ölçülü, şakalar daha ılımlı. Öğle yemeğinde nöbetçi arkadaşuımız Halil Basutçu masaları gezdi. Bizim masaya gelince bana: ” Sen söylemedin ama ben aşçıbaşının nasıl kandırılacağını buldum;bakın etli fasulye ile irmik helvası yediriyorum!”dedi. Arkadaşlar güldüler: Sen aşçıbaşını değil o seni kandırmış, sabah yemediğimiz çorbayı öğleye gene getirdiniz, çorbayı yerdirmek için ötekileri araya soktu!”dediler. Halil, ”Anlaşıldı sizin masaya bugün yaranamayacağız!”deyip gitti. Orhan bana sordu, ”sıra arkadaşın gelip sana hesap veriyor sen hiç karşılık vermiyorsun, dargın mısın? ”dedi. ”Sıra arkadaşımla asla dargın olmam, öyle bir şey yok. Ancak bu yemek konusunda yapılan şakalar sonradan beni üzüyor. O nedenle uzatmak istemiyorum. Buradaki konuşmalarımız giderek yayılıyor, genel bir hoşnutsuzluğa dönüşüyor. Oysa, rahat bir çatı altında iyi fena karnımız doyuyor. Ya askerler ne yapıyor? Çok kez ağabeylerimi düşünüyorum, yakın yaşdaşlarımı düşünüyorum. Benden bir, bir buçuk yaş büyük olduğu söylenen halam oğlu Hilmi şimdi asker. Köydeki öteki arkadaşlarım da öyle. Siz düşünmeyebilirsiniz ama ben, düşünüyorum. O nedenle yemek konusundaki şakalara katılamıyorum!”Orhan , ”Haklısın, aslında bizler de ölçülü davranmalıyız. Öğretmenleri dinlerken gözlerimiz yaşarıyor. Dersten sonra konu bulamayıp yemeklere sarılıyoruz!”Öteki arkadaşlar da bize katıldılar. Daha ölçülü konuşma kararı alarak masadan kalktık. Atölyede bir süre öğretmenleri bekledik. Dün başlanan işler çalışanları bekliyor. Salih geldi, bana biz beraberiz, İrfan Öğretmenle Tarım barakasındayız, kovanları boyayacağız!”dedi. Boyalar hazırlanmış. İrfan Öğretmen gelir gelmez bana, arkadaşlar söyledi mi? Beraberiz, haydi bal yemeye!”dedi. Harun yok, Hasan, Yusuf, Salih dördümüz öğretmeni izleyip gittik. Binanın güney tarafına kovanları sıralayıp üstlerini önlerine koyup ikili sıra yaparak öğretmeni bekledik. İrfan Öğretmen, ”Ben eski bir boyacıyım!”deyip iki üst bir alt boyadı. Hasan’la ben altlara, Salih’le Yusuf üst sıralara başladık. Altlar bizim kolayımıza gelsi. Üstlerin çatı ya da yağmurluk alanları oyalayıcı olduğundan bire karşı üç sayarak bir hızla sırayı götürmeye başladık. Hasan’la Yusuf tartışmaya başlayınca, İrfan Öğretmen, ”Ay, çocuklar ben yanlış yapmışım, Hasan’la Yusuf eşleşecekti, olmadı!”dedi güldü. Yusuf sustu. Bu kez de Salih Yusuf’a sataştı. Öğretmen, ”Neyse bunun ikinci boyası da var, o zaman öyle yaparız!”deyip sözünü tamamladı. Paydostan önce birinci boyalarını vurduk. 2. boyalar hava elverirse önümüzdeki hafta sonlarında bir olasılıkla gelecek cuma yapılacak. Atölyeye gittik. Arkadaşlar da paydos etmiş, çıktılar. Onlar gidince dün çalarken çocukların dikkatle dinlediği iki parçayı, Mevlana peşrevi ile Yusuf Paşa’nın Saz Semaisini daha düzgün çalmayı denedim. Bunları değilse bile benzer parçaları bizim plaklardan çok dinlemiştim. Zeki Duygulu-Fasıl Heyeti, Aleko-Yorgo Bacanos gibi adlarla plakları vardı. Onlar çok ağır uzata uzata çalıyordu. . Her türlüsünü denedim, kendime göre bir tempo tutturamadım. Sonunda Hidayet Öğretmene sormaya karar verdim. Hidayet Öğretmen, ”Yardımcı olmaya çalışırım: Önce, ”Ustanın adı Hıdır, elinden gelen budur!”deyip kendi durumumu söylerim, sonra elimden geleni ortaya dökerim!”demişti. . Nasıl olsa benden çok daha iyi şeyler biliyor. Kendi kendime iyimser iyimser gülerek bir süre çalıştım. Hilmi’nin rahatsızlığını anımsayınca revire gittim. Hemşire hanım beni görünce “Eyvah sen de mi rahatsız oldun? ”diye bir çığlık attı. Hilmi Altınsoy için geldiğimi, gelmişken öteki arkadaşları da görmek istediğimi söyledim. Hemşire, ”Zamanı değil ama bir geçmiş olsun!” de, çık!”dedi. Mehmet Başaran, Yakup Tanrıkulu, ikisi bir yerde, 4 Mehmet’le Hilmi bir başka odada. Mehmet Başaran beni görünce, ”Hastalık numara sırasıyla ikişer ikişer alıyormuş, bak biz 74-75 bir haftadır yan yanayız. 63 Hilmi de geldi, kaç burada durma , 63’ten son 66, sen geliyorsun, doktor görürse hemen yatırır” dedi. ”Şaka yapabildiğinize göre iyisiniz, arkadaşlar sizi bekliyor, bu sıra çok şaka konusu var!”dedim. Meğer ikisi de iyi olmuş, yarın doktor gelir, izin verirse çıkacaklarmış. 4 Mehmet’le Hilmi’nin mide bulantıları sürüyormuş. Hemşire geldi, ”Senin çıkmaya niyetin yok ben çıkarayım!”diyerek uyardı. Dersliğe gittim, arkadaşların selamlarını söyleyince çoğu şaşırarak, arkadaşları görmediklerine üzüldüler. İçimden, rahatsız arkadaşlara gitmiş olamama sevindim. Müfettiş konusu kapanmış gene savaş filmlerine dönülmüş. Üsteğmen filmi sorar mı? Ben biraz yüksek sesle “Dilerim sorar, sorar da bildiklerimizi anlatırız!”Bir yandan da sözlerimin etkisini gözlüyorum. Bir kaç gün önceye dek böyle bir söz söyleyince kesinlikle yanlardan karşı sözler çıkardı. Müfettiş üstüne söylediklerimin doğru çıkmasından sonra bu tür yan çıkışlar kesildi. . Buna seviniyorum ama Müfettişin bir gün dersliğimize gelebileceğini de gözden ırak tutmuyorum. Çünkü 7. sınıfların bir ikisine girmiş, hem de boş derslerinde gelip konuşuyormuş. Ders sonunda da “Gene gelirim!”gibilerde sözler söylüyormuş. Müdür Beyle konuşurken kitap çevirdiğini söyledi, ”Çevirdiğim kitabımın az bir bölümü kaldı, onu bitiririm!”dediğine göre yabancı dil biliyor;belki de Almanca biliyordur!”deyip Almanca çalışmaya karar verdim. Sami Akıncı varken fazla çıkış yapamam ama hiç değilse düpedüz susmuş olmam. 3. sınıf kitabımı bir türlü sevemedim: Bakıp bakıp kapattım. Orhan’la birinci parçayı, Hüsnü ile de ikinci parçayı çalıştım, orada kaldı. 2. kitabı daha iyi biliyorum;onu açtım.

Ein Ratsel-

Ein Mühlstein schwimmt au

dem Wasser drei Manner sitzen darauf

der eine ist blind, der andere lahm, der dritte nacht.

Der Blinde sieht einen Hasen, der Lahme

fangt ihn,

der Nackte steckt ihn in die Tsche.

Was ist das?

Bilmeceyi çözebilirim ama yeni çalışmış gibi yapmak için bilmediğim sözleri önce yazmaya başladım: der Mühlstein, değirmen taşı. Almanca, iki addan oluşan adlar birleşik yazılıyor: Mühl, değirmen, stein, tas. Kendi kendimi sorguladım, Değirmentaş neden değirmen taşı olarak okunuyor? Bunu daha önce öğrenmiştim, ona göre çeviriyorum ama biri bunu sorarsa ne yanıt vereceğim? Kitabı karıştırdım, bir yanıt bulamadım. Eksiz ad tamlamaları var, Ancak belirtisiz tamlamalarla aralarındaki ayrılığı ayırt edemiyorum. Esnemeye başladım. Zil çalınca kitabı kapatıp hiçbir şey düşünmeden gidip yattım. ”Almanca, kendi kendine kolay kolay öğrenilemeyecek!Uyumak üzereyken Ömer Uzgil Öğretmene mektup yazma kararımı anımsadım: Acaba ondan sorsam yanıtlar mı? Önce sevindim, Ahmet Gürsel Öğretmen nasıl yanıtlıyorsa o da yanıtlar. Önce olabilirliğine sevindimse de bu sevincim çabuk geçti. Almanca matematik gibi değil, çok uğraş isteyen bir tarafı var. Üstelik Ömer Uzgil Öğretmen şimdi yönetici, koskoca bir okulu yönetiyor. Zaten, belki de bu yüzden mektuplara çok geç yanıt vermişti. Sonra da mektupları tebrikle yanıtladı. Kendi müdürümüzü düşündüm, okulda kaldığı günler sayılı, ona öğrencilerinden mektup gelse, onları nasıl yanıtlar?

 

15 Şubat 1941 Cumartesi….

 

Orhan nöbetçi, kalkıp gitmiş. Oysa benim Almanca çalışmamız üstüne önerim vardı. Artık yarına kalacak. Zaten bugün dersliğimize kimse uğramaz. Arkadaşlar konuşunca onlara kızıyordum, şimdi ise kendim, Müfettiş bekler durumdayım. Kahvaltıda çay-peynir var. Halil Basutçu, ”Senin söylediğin gibiyse benim şansıma da çay-peynir çıktı!”dedi. Unutmamış. Gözüm Gül’ü aradı. Kahvaltıya gelmemesini iyiye yormadım. Hasta olabilir mi? Günüm iyi başlamadı, diye düşündüm: Orhan’ı aradım, nöbetçi çıktı, Gül’ü görmek istedim ortalıkta yok!Dersliğe gittim. Arkadaşlar, Garp cephesini konuşuyorlar. Bu kez Hasan kitabı anlatıyor. Hasan kitabı benden önce okumuş, yeni bitirmiş, bana vermiş. o nedenle sıcağı sıcağına bilgisi var. Ancak Hasan tarihler bakımında dikkatsiz, kitapta 1916-18 tarihleri geçmesine karşın savaşın zamanını bilmediğini söyledi. Hemen düzeltme yaparak konuşmalara katıldım. Bu kez Hasan bana takıldı, ”Ağabey, nasıl olsa sen varsın, o nedenle ben kitaplardaki rakamlara bakmıyorum!”dedi. Rakam, dedikleri tarihlerdi. Üsteğmen neşeli bir yüzle geldi. Önce radyo dinleyip dinlemediğimizi sordu. Ben , öğleleri Hüsnü Baykoca Öğretmenin olmadı zamanlarda açtığımı, o olduğu zamanlar, kendisi açtığını söyledim. Ancak hoparlörün koridorda çok ses çıkarması nedeniyle kısıldığını, bu nedenle de iyi dinleyemediğimizi ekledim. Üsteğmen, Almanya’nın yayılma politikasından başladı. ”Yugoslavya’yı aldı, orada kendi askerini bırakmamak için hükümeti devirtip yandaşı bir hükümet kurdurdu. Aynı durumu Bulgaristan’da da uyguladı. Amacı oradaki askerini Yunanistan’a indirmek!”diyerek Balkan Yarımadası’nı haritada göstererek heyecanla anlattı. Savaşların kötülüğünü bir kez daha anımsattıktan sonra sözü filme getirdi. Arkadaşlara sorular sordu. Hüseyin Serin’e takıldı. Hüseyin pek ders dinlemez ama bunu hiç belli etmezdi. Bu kez yakalandı;elindeki kalemi sıraya koymuş, orta parmağıyla bilyeye vurur gibi vurup yere düşürtmüş. Üsteğmen de bunu görmüş. Birincide ses çıkarmamış ama izlemiş, ikincide suçüstü yakalamış. Hüseyin, önce kem küm etti, ikinci sorgulamada, ”Sizi dikkatle dinlerken dalgınlıkla yaptım, bir kastım yoktu!”dedi. Üsteğmen, ”Buna da memnun oldum, o halde konuşulanları anlat!”deyince Hüseyin sustu. Üsteğmen gülerek cebinden not defterini çıkardı. Bu kalınca bir cep defteriydi. Üsteğmen, ”Deneyimli Binbaşım bunu bana, gereğinde işine yarar, diyerek vermişti, haklıymış!”deyip Hüseyin Serin sayfasını açtı. Numara 15-Hüseyin Serin , bedenen güçlü, sanat dersleri ortalamaların en altında, 1’den 2. sınıfa destekli geçmiş, benim dersime de ilgisiz. Susarak zaman kazanmayı yeğleyen yapıda bir öğrenci…Üsteğmen, ”Bunları ben yazmadım, binbaşımın notları, o böyle düşünüyor. Şimdi sen söyle, ben nasıl düşüneyim? ”Hüseyin renkten renge girdi, titrek bir sesle”Siz bilirsiniz!”diyebildi. Sami Akıncı parmak kaldırdı, bu kez arkadaşı affedin!”dedi. Üsteğmen bu öneriye sanırım sinirlendi, sesini biraz daha yükselterek”Sen bunu, bugünün çavuşu olarak mı söyledin, yoksa kendinde böyle bir hak olduğunu mu sanıyorsun? ”dedi, numarasını sordu, deftere baktı, ”Kültür derslerinden iyi olduğu söyleniyor, benim dersimde gölge seçenlerden, çok pasif!”Sami özür dileyip oturdu ama Hüseyin’den daha çok mahcup oldu. Üsteğmen, ”Biz askerler, gevşekliğe, kayırmalara, korumalara asla göz yummayız. Askerlerimiz gibi öğrencilerimizin de böyle olmasını bekleriz. Biz öyleyiz, siz de olacaksınız. Bunun başka türlüsü olamaz, olmayacaktır da!” Son sözü “Da!”oldu. Tam bu sıra zil çaldı. Üsteğmen iki ayağının ökçeleri vurarak, ders bitmiştir, hoşça kalın deyip ayrıldı. Arkadaşların çoğu öyle ayakta kaldı. Üzüntüleri yüzlerinden belliydi ama ben kestiremedim, Hüseyin ya da Sami adına mı üzüldüler yoksa kendilerine de mi pay çıkardılar? Halil gülerek bana sordu, ”Senin Binbaşı senin için ne yazdı merak etmedin mi? Benden önce Mehmet Yücel yanıt verdi, ”Dayı onu çoktan öğrenmiştir!”İsmet yardıma koştu, ”Dayı, hani benimkini de öğrenecektin? Bu kez Yusuf, ”Beni de öğren!”arkasından bir yığın takılma oldu. Akordiyonu almak için koşarak atölyeye gittim. Akordiyon sırtımda, merdivenin kenarında dururken İrfan Öğretmenle Üsteğmen yanımdan geçti, bana bakışlarından, benim için konuştuklarını anladım: Üsteğmen, akordiyonun markası için”Skandali ünlü bir İtalyan markasıdır!” dedi. . Bu bile benim için bir övünçtü. Merdivenin önünde dizili arkadaşlara baktım, itiş kakış hazırol sesi bekliyorlardı, korkarak en sol sıralara göz gezdirdim, ;Gül, sol ekliyle saçlarını sağ tarafına attı. ağzından bir tutacak çıkarıp taktı. Saçlarının çoğunu başının sağ tarafına toplandı. Yüzünü bana açtığını varsayıp gülümsedim. Hidayet Öğretmen bana bakınca toparlanıp akorlara bastım. Hidayet Öğretmenin buyruğuna uyarak akorları dört kez tekrarlıyorum. Re-sol-sib-re sağ el, sol-sib-re-sol, sol el-5. re-sol marşın devamı…. . Oldukça alıştım. Bazen ince solu bulduramıyorum ama fazla belli olmuyor. Hidayet Öğretmen kısa bir açıklama yaptı: ”Bir süre, yat zilinden yarım saat sonra ışıklar kapanacak, hazırlıklarınızı ona göre yapın!”dedi. Karartma denemesi yapılacakmış. .

Akordiyonu bırakıp yemeğe gittim. Fikret Madaralı Öğretmen gelmiş, Harun’u sordu. Harun revirden çıktı, iyileşti deniyor ama, nedense yemekleri revirde yiyormuş. Öğretmene anlattım. ”Öyleyse bir süre daha kooperatif için alışverişlere katılmasın!”dedi. Bugün birlikte gideceğiz. Salih, Cavit gelecek, öğretmenle birlikte gezeceğiz. Bunu öğrenince içimden burkulum. Musa ya da başkası, Halkevine uğrayamayacağım. Birden isteksizleştim, her cumartesi kooperatif. Pazar günleri de gitsem olur ama, o günler Halkevi’nde kimler çalışıyor, bilmiyorum. Benim bildiğim cumartesi geceleri cazlı toplantılar olduğundan, gece çalacaklar saat 15oo’te toplanıp prova yapıyorlar. Onları dinlemekten yarar umuyorum. Biraz isteksiz olmakla birlikte hazırlanıp öğretmenle birlikte çarşıya indik. Öğretmen listeye baktı, portakal sandıkları, helva karavanaları, bugün sayımız az-köşeyi göstererek -buraya yığalım, sonra öteye taşıtalım!”dedi. Özdilek’ten de yığınla kırtasiye aldık. Öğretmen Salih Baydemir’e bu tür hesaplarını defterine tarihleriyle bilgi vererek yaz, beraber imzalayıp, ödemesini yaparız!”dedi. Şimdiye dek bunun dışında hiç bir ödeme yapılmadığını duyunca da “Aferin, işte bak buna da sevindim!”diyerek kooperatif ekibimizi övdü. İyi bir başlangıç yaptık, bundan böyle bu düzen kolay kolay bozulmaz, bozulmasına meydan vermeyeceğiz!”diye ekledi. Kamyonun gelmesi biraz gecikince öğretmen ayrıldı. Az sonra da kamyon geldi, okula döndük. Aldıklarımızı , kamyondan kooperatife taşırken Salih, gülerek, bize yevmiye vermekten söz etti. . Cavit “Bu şaka, bize dert olur, bunu duyanlar gerçekten yapıldığına inanıp bizi kınarlar!” dedi. Üstelik sinirlendi, söylene söylene gittiİaz sonra da dört beş arkadaşıyla gelip yükleri onlara taşıttı. ”Bundan sonra buradaki taşımaları ben üsleniyorum. İsterseniz çarşıya da arkadaş götürelim, bu para işi ortadan kalksın!”dedi. Ben Cavit’e katıldım. Yönetim kurulu olarak karar alıp onu uygulayacağız, ön kararımız bu oldu. Aldıklarımızı yerlerine koyup satış başladı. En hızlı biten yiyecek tahin helvası. Portakal hem azaldı, hem de pahalı oldu. Kabak çekirdeği okul yönetimince yasaklandı, onun yerine patlamış mısır çıktı. İğde, kuru üzüm, şeker olarak yeni hayat çok aranıyor. Cavit gün saymaya başladı;mart sonunda bırakacağız. Cavit aslında bırakmak değil, Salih’ten kurtulmak istiyor. Bir türlü birbirlerine yakınlaşamadılar. Salih eleştiri kabul etmiyor, Cavit ise eleştirmeden edemiyor. Arada Harun’la Fevzi kalıyor. Yemekten sonra dersliğe gittim. Yeni bir durum yok. Askerlik dersi çok geride kalmış. Almanca kitabımı açıp bilmece çözmeye başladım. Bilmeceye bakarken, birden parçaları tekrarlayarak ilerlemeyi denemeye karar verdim. Stück Eins-İn dem Dorf. --Sözcükleri bir kağıda yazmaya başladım. Mustafa Saatçı çok merak ediyormuş: Hangi arkadaş hangi dersi çalışıyor? Bizim sıraya geldi, sıradaki yazılı kağıdı görünce “Bir dakika için alabilir miyim? diye sordu. Almasında bir sakınca görmedim ama çok merak ettim, ne yapacak acaba? . Kağıt elinde tahtanın önüne gitti, numara sırasıyla listedeki adları Almanca olarak okumaya başladı. “ 4, das Dorf, 79 der Stelle, 6 der Ochse, 78 dir Kuh, 7 das Schaf, 77 die Ziege!”Arkadaşlar önce olayı anlayamadı katılasıya gülerken Hüsnü Yalçın “Ben, şimdi de inek mi oldum? diye sorunca durum anlaşıldı. Sami Akıncı gülerek bir ikisinin anlamını açıkladı. Mustafa Saatçı hiç bozuntu vermeden kağıdı benim önüme bırakıp, ”Dersimiz burada bitmiştir arkadaşlar!”dedi, yerine oturdu. Numarası okunanlar önce kızmış gibi görünmesine karşın sonra sonra en çok gülen gene onlar oldu. İdris, Yusuf, Bekir tüm numaralara acayip Almanca ad aradılar. Bekir benden büyük lügatı aldı gece boyu hayvan, böcek adları aradılar. Halil Basutçu Mustafa Saatçı’ya teşekkür etti. ”İki gündür sessizlikten kafalarımız şişmişti, sonunda yeni buluşunla gene eski gürültümüze kavuştuk. Yeni yeni buluşlarını bekleriz!”dedi. Halil’e daha ne olabilir diyenler oldu. O da tüm hayvanlar bitmedi, daha das Pferd var, , der Hund var die Katze var, der Esel var, der Langohr var, Langriemen var!” Halil’e yanıt veren olmadı. Sanırım söylediklerinin doğruluğuna da pek dikkat eden olmadı. Oysa sıradaki öteki kağıta bunlar yazılıydı, hepsi de doğruydu. …. . Genelde büyük tartışmalara yol açan, bu tartışmalar sonunda bir çok arkadaşımızın üzülmesine neden olmasına karşın Mustafa Saatçı’nın şakaları, kimi kez işe yarıyor. İşte bu gün onlardan biri oldu. Hem benim ciddi ciddi Almanca çalıştığım yayıldı, hem de şaka bile olsa arkadaşlar bu etkinliğe katılmış oldular. Sami Akıncı’nın karışmaması ilgimi çekti. Üsteğmen’in söyledikleri sanırım çok dokundu. Oysa Askerlik derslerinde kendine güven içinde oturup gerçekten hiçbir konuşmaya katılmaması benim de dikkatimden kaçmıyordu. Özellikle Binbaşının böyle bir saptama yapması beni çok şaşırttı. (Gölge seven, ne demekse!) Sami Akıncı’yı baştan beri izliyorum ama sanırım kıskanmıyorum. Matematik, Almanca, genelde Türkçe derslerinde başarısı olağanüstü. Özellikle gelecek derslere hazırlanması, ödevlerini günübirlik yapması , bunlar için tam numara almasını hiç kıskanmıyorum. Ancak bunlardan iyi numara aldığı için sanat derslerinden sıvışmasını, iki yıldır kooperatif adı altında bir kulübede salt defter, kalem satarak adına kooperatif yönettim deyip, ders çalışması, bana göre büyük haksızlık oldu. Bunu öğretmenler de gördü, konuşma konusu yaptı hatta Müdür Bey bile düzelteceğiz dediği halde tam bir yıl sonra Cavit Kafkas’la arkadaşlarının diretmesi sonunda o büyük yanlış düzeltilebildi. Buna karşın Sami gene, okul işlerinde çalıştırılıp kollanılıyor. Biraz da bu nedenle kendini bizden ayrıcalıklı görüyordu. Bugün Üsteğmen, daha doğrusu daha geçen yıl Binbaşı kanısını defterine yazmış. Bundan önceki Üsteğmen de Sami’ye pek yakınlık göstermemişti;sanırım bu defterin etkisi oldu. Arkadaş olarak üzüldüm ama elimden gelen bir şey yok. Sami Akıncı’nın çok üzülmesini de istemiyorum. Çok kıskanç ama çalışanlara körlük yapmıyor. Geçen yıl Binbaşı beni payladığı süreçte benim en çok yanımda olmaya çalışanlardan biri Sami Akıncı’ydı. ”Dersine iyi çalışırsan seni kesinlikle affeder” dediğini hiç unutmadım. Öteki arkadaşların hiç biri böyle bir şey dememişlerdi. Bunları düşününce Sami ile konuşmak istedim. ”En iyisi ondan Almanca bir şeyler sormak olacak!”deyip kitaptan birkaç tümce yazıp fiil zamanlarını sormayı tasarladım. Tam kalkacağım sırada Sami’nin olmadığını fark ettim. Sıra arkadaşı Mustafa Saatçı’ya sordum, sınıflardan birine gitmiş. ”Şimdi gelir!”dedi. İsmet söze karıştı, ”Dayı, bekleme Sami oraya gittiyse gelmez!”Orası burası derken İsmet’le Mustafa iyice tartışmaya girdiler. Onları önlemek için ben, ”Yarın konuşurum, dert etmeyin, işinize bakın!”dedim. Mehmet Yücel bana “Sen onları bilmiyor musun onların işi dalaşmaktır!”deyince bu kez ikisi birden Mehmet Yücel’e biz köpek miyiz ki dalaşacağız, ağzını topla İskelet!”diye bağırdılar. Bu kez de Yusuf Asıl, Bekir Temuçin, Abdullah Erçetin, Ahmet Güner Mustafa Saatçı’ya, ”Sen başkalarına öküz, inek derken iyi oluyordu, “Oh olsun1” dediler. Mustafa Saatçı hayretle “Ben ne zaman arkadaşlarıma öküz-inek demişim, eğer böyle demişsem, -dilini çıkararak-bunu koparırım!”dedi. Bu kez herkes güldü. Halil Basutçu, ”Bu kadar da olmaz az önce buradan kağıdı alıp okuyan sen değil misin? ” Mustafa Saatçı, sakin sakin sordu. ”Ne var bunda? ”Ne olacak, o kağıtta bunlar yazılıydı!”deyince Mustafa Saatçı hayretle “Sahi mi, orada bunlar mı yazıyordu diye bir daha sordu. . Ben inanmadım ama arkadaşlar bu saflık numarasına inanıp Mustafa’ya hoşgörüyle baktılar. Böylece İsmet, olayın dışında kaldı. Yat zili çalınca Mustafa Saatçı’ya sorular sürdü: Langor nedir, Schaf nedir, Ochse nedir, Hund nedir, Esel nedir v. b. birbirini izledi. . Yatınca Sami aklıma takıldı. Sanırım ben, yanlış düşünüyorum, Sami olaya benim baktığım gibi bakmayabilir. . Umurunda değil ki, kalkıp başka sınıflara gitmiş. İsmet’in sözüne bakılırsa galiba da nöbetine sürekli aldığı kızın sınıfına gitmiş. Bu ilk değil , arkadaşlar “Gene oraya gitti!”gibi sözler söylüyorlar. Sami Akıncı için az önceki düşüncelerim birden değişti. Sami gene öne geçti: ”İşte ben bunu yapamam. Gül’e kaçamak kaçamak bakıyorum. , baktığımı birileri görecek, diye de ödüm kopuyor. Gerçi bu biraz da Gül’ün tavırlarında ileri geliyor ama, o bana gel dese bile gidemem. Gitmeyi düşünemem bile. İşte Sami bunu yapıyor. Tam gözlerimi yumarken birisi, yavaşça uyudun mu, beni aramışsın!”dedi. Sami. Önce yok mok gibi sözler söylemeye çalıştım ama ona söz bırakmadan Almanca soracaktım, soruları deftere yazdım sabah soracağım!”dedim. ”Guten Schlafen!”deyip gitti. Kafam gene karıştı. Sami beni ilgilendirmez, ben de Gül’e yaklaşmaya çalışacağım!”deyip gözlerimi kapadım. Birden herkesin uyuduğunu görür gibi oldum. Herkes uyuyor. Yüzleri açık, bana bakıyorlar, gibi. Şaka yapıyorlar, diyorum. Kadir yavaşça kalkıyor, tam zamanı, onlar uyanmadan gidelim!”diyor. Kadir’e soruyorum, ”Biz nereye gidecektik. Kadir, ”Şaka mı ediyorsun, köye gidiyoruz. !”diyor. İsteksiz, daha doğrusu isteğim dışında bir yolculuğa gidiyormuşum gibi bir çekingenliğim var. Bizim gittiğimizi kimse görmemeliymiş. Şaşıyorum. Kadir durmadan konuşuyor. İşte geldik!”deyip bir yer gösteriyor. ”Burası onun köyü!” diyor. Ortada köy falan yok ama, insanlar gelip gidiyor. Kadir iki yıl önceki yolculuğumuzu anlatıyor. Adamlar birden kalabalıklaştı, ”Biz seni anımsadık, ama bunu tanımıyoruz, sen yanılıyorsun, o bizim köyümüze hiç gelmedi!”diyorlar. Bundan başka beni de paylıyorlar, ”Yalan söylüyor!”diyorlar. İyice sıkılıyorum. Kadir’e ”Beni bunlarla ne karşı karşıya getiriyorsun. , bunlardan bana ne? diyorum. Kadir, ”Burada gelenekler böyle, kız önce komşulardan istenir. Geleneklere göre komşular önce olmaz der. damat adayı yalvarır, ne kadar yalvarırsa o kadar başarılı olur!”diyor. İnsanlara bakıyorum hepsi çarpık yüzlü. Kadir’e çıkışıyorum, ”Sen yanılıyorsun burası başka bir köy, Gül buralı değil, onun köyünü ben biliyorum, burada dere olacaktı hani? deyip koşa koşa yol arıyorum. Ortalıkta ne Kadir kalıyor, ne de köy. Yolu bulmak için koşarken bir karaltı görüyorum. Bir insan, yüzü kapalı, yaklaşıyorum, gülerek yüzünü açıyor, ”Beni tanımak mı istedin? diye soruyor. Utanıyorum. Ama o yüzünü açıyor. Aradığın ben değilim, biliyorum, yanlış tarafa gelmişsin bu tarafta başka insan yok!”deyince ürperiyorum. Korkudan bir şey söyleyemiyorum ama söylemek için de ıkına tıkına diretirken uyandım. Uyandığımda hala benimle konuşan kadının yüzü gözlerimdeydi. Çirkin değildi, kötü bir şey de söylemedi. aradığım olmaması nedeniyle olacak ona yaklaşmak istemediğim gibi kaçarak uzaklaşmak istemem de bir bakıma beni kokuttu. Uyanınca bir süre düşündüm. Çocukluğumda masallar anlatıyorlardı. Korkulu sahneler vardı. Şimdilerde tam anımsayamadığım bu korkulu masalları değişik boyutlar içinde bu gece yaşadım. Bir de kendime göre yorum yaptım. Gül’le benim bir yakınlaşmam olmayacak. ”Merhaba!”-“Merhaba!Hidayet Öğretmenin söylediği”. . Bülbül güle, gül, ”gül!”, dedi. Gül, gülmedi gitti. Bülbül güle, gül bülbüle yar olmadı gitti. !” Defterime yazdığım bu sözü kendime okuyarak, uyudum.

 

16 Şubat 1941 Pazar…

 

Uyanınca rüyamı anımsadım. Kadir’e baktım, yerinde yok. Orhan, ”Rahat konuşabiliriz, meraklı bugün nöbetçi!”dedi. Orhan Kadir’e bu adı vermiş, ”Meraklı!” Kim ne yapıyorsa öğrenmeden duramaz!”diyor. Biz konuşurken Sami, ”Akşamki konuştuğumuzu bugün yapalım!”dedi. Buna Orhan da sevindi. Kahvaltıdan sonra başlayacağız. Konuşa konuşa dersliğe gittik Derslikte arkadaşlar günlük işlerini söyleşirken, biri “Askerler geçiyor!”bağırdı. Pencere önüne sıralanıp baktık. Sabahın bu erken saatinde askercikler, yükleri sırtında yaya olarak gidiyorlar. Bir ucu Lüleburgaz tarafında, tepenin ardında, bir ucu sanırım Yeni Bedir önüne varmış. Kimisi “Lüleburgaz’da uyumuşlardır, kimisi ise, gece bile yürümüşlerdir!” şeklinde konuşunca sıkıldım, bakmaktan vazgeçip yerime oturdum. . Okulla Yeni Bedir arası tam bilmiyorum ama galiba 3000 metre. . 3000 metre olarak alıp hesapladım. ”Şu anda geçen asker sayısı en az 5 ila 6 bin, dedim. Derslikte bir Aaaaa, İiiii ünlemi koptu. Yola bakıp bakıp 20. ile 50 bin arası diyenler oldu. Kahvaltıya giderken tartışma sürdü, kahvaltıda sayılar indi çıktı. Ben 5 i, le 6 bin arasında direttim. Dersliğe dönünce Sami Akıncı da bana katıldı. Bu arada geçenler oldu, biz konuşurken arka kesildi. ancak onları sayısız araç izledi Tartışmamız araçlar için değildi. Önce tahtaya çizerek sonra da sıralar arasına tebeşirle çizgi çizerek gösterdim. Sami oturduğu yerden beni destekledi. Sami, ”Uzun yol, yolculuğu olduğu için insanların arası 2 yerine 2, 5, bilemedin 3 metre olabilir!”dedi. ”Böyle bile olsa hesaplama doğrudur, 6000 en fazla 7000 ‘dir. 20. 000 olması olanaksızdır!”Arkadaşların çoğu şaşkın şaşkın baktı kaldı. Fettah Biricik konuştu, ”Yahu, kaç olursa olsun, bize ne ? Kim çıkarır böyle saçmalıkları? Bütün arkadaşlar tepki gösterdi, ”Ne diyorsun, onlar bizim askerlerimiz, sayılarını bilsek daha iyi değil mi? deyip Fettah’a çıkıştılar. Kimileri de Lüleburgaz-Çorlu arası 50. km. tek sıra, iki sıra üç sıra, dört sıra yürüterek kaç askerin gerektiği gibi geliştirerek yolu İstanbul’a dek uzattılar. Bir grup revirdeki arkadaşları görmeye gitti. Sami Akıncı da onlara katıldı. Ben Almanca kitaplarını, lügatı hazırlayıp çalışmaya başladım. Önce Orhan geldi, az sonra da Sami; öğleye dek Almanca çalıştık. Sami bildiği kadarıyla bize anlattı ama onun da anlatamadığı ya da benim bir türlü anlayamadığım çok önemsiz bir olayı bile anlamadım. Örneğin Guten Tag diyoruz. Gut iyi. Guten, ekini niçin alıyor? Tag, gün. . biz gün’e ler takıyoruz. Almanca’da ise iyi’ye ek takılıyor. Sami gülerek Almanca’da böyle!”diyor. ”Böyle ezberleyeceksin…İşte bu böyleler, tüm fiil çekimlerinde önüme çıkıyor. Tek bu örnekte bile benzemezliklerle karşılaşıyorum. Guten Tag. diyorum da Guten Schreiben ya da Guten Schlafen neden diyemiyorum. Sami”Olmaz !diyor. Örneklerin yanlış, Screiben yazmak, fiil söylu sözcük yani mastar. Oysa gün, ad. Schlafen uyumak, uyku olsa ya da uyku yerine kullanılırsa dersin. Almanca uyku sözünü bul, kullan. . Schreiben, yazmak, onun yerine yazı sözünü kullan, dediğin olur. Örneğin, iyi yolculuk diyebilirsin ama iyi yürümekler diyemezsin. . Sami Akıncı, içimde bir kıvılcım çaktı. Gerçekten ben, bu ayırımı Türkçe dersinde dikkatle yapıyorum da Almanca dersinde aklımın kenarından bile geçirmedim. Orhan biraz biliyormuş zamanla o da bana uymuş, aramızdaki konuşmalar çoğunlukla yanlış olmuş. Olayı iyi bellemek için , Yol-yürümek, Uyku-uyumak, çalgı-çalmak, su-içmek v. b. gibi bir dizi Türkçe bir biriyle ilgili sözler sıraladım. . Sami gene dikkatimi çekti, ”Tüm Türkçe sözleri sıralayamazsın, bir çoklarının ayrı özelliği vardır. Ben zaten uzatmak istemiyorum: ”Günlük konuşmalarda geçen sınırlı tümceleri yaparsam, ötekileri zaman içinde öğrenirim!”diye düşünüyorum. Öğleye dek Almanca çalıştık. Öğleden sonra bir süre kooperatifte gittim. . Daha sonra da akordiyon çalıştım. Mürsel Dilek, Haydar, Mehmet Özeren, Süleyman Gege, İsmet Özcan geldiler. Uzun süre kaldılar. Onlarla konuşurken akşamı ettim. Bayrak töreninden sonra Türkçe hazırlığı yaptım. Tiryaki Sözleri’nden ”Çok yaşamak elimizde değil, fakat adımızı çok yaşatmak elimizdedir. ”Sözünü kısaca açıkladım. ”İnsanlar, doğarlar büyürler, ölürler. Doğmakla ölmek onların elinde değildir. Tanrı takdiridir. Kimi insanın ömrü çok uzun olur. Çünkü onun alın yazısına öyle yazılmıştır. Kimi insan da kısa yaşar. İster uzun ister kısa yaşasın insanlar sağlığında kendilerinden sonra gelenlere anılacak bir eser bırakırlarsa adları o eserle birlikte anılır. Örneğin Mimar Sinan, kaç yıl yaşadığını tam bilmiyorum ama Edirne’de yaptığı cami ile birlikte anılmaktadır. Mimar Sinan zamanında yaşamış, ondan daha çok ömür sürmüş çok insan vardır ama onlar unutulup gitti, Çünkü anılacak bir eser yapmamışlardı. Eser bırakan insanların adları eserleriyle anıldığı sürece yaşıyor sayılırlar…. Almanca çalışırken Sami Akıncı’nın söylediği sözcükler arasındaki ilişkiyi anımsadım. Çok önemli değil gibi ama benim bu konuda dikkatsiz oluşuma üzüldüm. Yol-yürümek, Su-içmek, Uyku-uyumak diye sıralarken. yemek-yemek dilime takıldı. Her halde birinci yemek, yiyecek anlamını taşıyor. Bu örnek bana ilginç geldi, benzer sözler aradım. Halil soruyor ”Sen gene neler düşünüyorsun? ”Anlattım;bulduklarımı da söyledim. Olumsuz emir kipi ile yapılanlar var ama, hiç birisi yemek yemek gibi uyumlu değil. Örneğin, Yarma yarma-Çizme-çizme, Salma-salma, Yakma-yakma bunlar benzer gibi ama anlamları da başka, birinci sözler ad, ikinciler emir kipi, yani olumsuz. Halil, önemli bulmadı, ”Varsın yemek yemek yalnız kalsın!”dedi. Gece karanlığı olayı anımsatıldı. Alttakiler üstekileri uyardı, ”İnmeye kalkarsanız yüzümüze basmayın!”Altlarda, (yerde)fenerler olacağı söylendi, tümden karanlık değilmiş. Zil çalınca herkes birden kalktı, ”Kararmadan yatalım!”Yarım saat var!”sözleri umursanmadı. Yatınca dün geceki rüyamı anımsadım. kişilerin hiç birisi belli şekilde gözümün önüne gelmiyor ama yollar, köyün evleri sanki tıpkı olarak gözüm önünde. Bunu nedenini bir türlü anlayamadım. Gene bu tür rüya görürüm korkusuyla Han Duvarları şiirini okumaya başladım. . Çoktandır okumadığım için unuttuğumu sanıyordum. Hızla okuyup ilk koşma dörtlüğüne varınca atladığımı anladım. Bir daha tekrarladım. 3o dize ancak okuyorum. Oysa “On yıl var ayrıyım Kına dağı’ndan” diye bilmem için 60 dize okumam gerekiyor. Nerelerde atladığımı buldurmaya çalışırken kafam iyice karıştı, Yağız atlar durduğu yerde kişnemeye başladı. Kendimi toparladım, herkes uyumuş, kapkaranlık, ne fener var ne de bir ışık belirtisi. Tıpkı köydeki gibi. Köydekiler her zaman karartma yapıyorlar. Ben de köyde tam karartma içinde doğup büyümüşüm, buradaki karartma bana vız gelir.

 

17 Şubat 1941 Pazartesi. .

 

Orhan “Guten Tag!”dedi. Uyanmıştım, önce günaydın dedim, toparlanıp tekrarladım, ”Guten Tag!”Orhan da benim gibi Almanca’da geçen bilmediğimiz dilbilgisi kurallarını kendi dilimizdekilerle karşılaştırmadığımızdan yakındı. ”Karşılaştırsak hiç değilse bildiklerimizi çözeriz!”dedi. Umarım bundan sonra öyle yaparız. Kahvaltıda çay-zeytin. Arkadaşların çoğu zeytini de sevmiyor. Oysa ben seviyorum. Sık sık babamın bana söylediklerini arkadaşlara söylüyorum. Arkadaşlar ezberlemişler. Zeytin olunca, ”Babam der ki!”deyince “Biliyoruz, biliyoruz!”deyip söyleyeceklerimi söylemeye başlıyorlar. ”Zeytin yararlıdır, çekirdeği yutulunca midede eriyip, yok olur!”Bu kez ben, ”Yemek yemek, sözü gibi çift ya da tekrar başka iki söz var mı? ”dedim, Hiç düşünmeden “Çok!”diyen oldu ama arkası gelmedi. Dersliğe dek sayıklayanlar oldu. Derslikte herkes bu konuya sarıldı. Az sonra öğretmen geldi. Sıra ile hepimize Tiryaki Sözleri açıklamalarımızı okuttu. Birinci dersimiz böyle geçti. İkinci derste öğretmen Tevfik Fikret’in Balıkçılar şiirini okudu. Tevfik Fikret’i sordu. Ben, Bir içim Su şiirini okuduğumuzu, Rıza Tevfik’in “Fikret’in Mezarında şiirini söyledim. Sami, Tevfik Fikret’in mevsimler için yazdığı şiirleri söyledi. Öğretmen, Balıkçılar şiirini bir daha okudu, şiirin özelliklerinden söz etti. Dizelere dikkatimizi çekti. İstiklal Marşı’nı tahtaya yazdırdı. Önce kendisi okudu, sonra arka arkaya üç arkadaşa okuttu. Sonra da Balıkçılar şiiriyle karşılaştırdı. Eski şiirlerin böyle ölçüleri vardır, bu ölçülere göre yazılır, şiir okunurken de kendi ölçüsünde okunur!”dedi. Daha önce okuduğumuz İzmir Yollarında adli şiirle karşılaştırdı. Parmaklarımızla sayarak dizelerin eşitliğini gördük. Oysa İstiklal Marşı ile Balıkçılar’da eksiklikler bulduk. Bir Yolcuya adlı şiirle Gurbet adlı şiiri de parmaklarımızla sayarak Hece ölçüsü hakkında bilgilerimizi tazeledik. Öğretmen birden sen nasıl yazıyorsun diye dönüp Mehmet Başaran’ı aradı. Arkadaşın revirde olduğunu söyledik. ”Arkadaşınız hece ölçüsüyle yazar, günümüz şairleri bu ölçüyü kullanıyor!”dedi. Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul, Faruk Nafiz Çamlıbel, Enis Behiç Koryürek, Orhan Seyfi Orhun, Yusuf Ziya Ortaç, Halit Fahri Ozansoy, adlarını sıraladı, bunların hece ölçüsünü kullandığını söyledi. Kemalettin Kamu ile Necmettin Halil Onan’ arkadaşlar ekledi. Ben de Enis Behiç Koryürek’in Gemiciler, Süvariler şiirlerinin bu ölçüye uymadığını söyledim. Öğretmen gülerek, ”Gözünden kaçmadı değil mi? İstisnalar kuralları bozmazmış. O şair öğle bir deneme yapmış. Ama yazdığı öteki kitaplar dolusu şiirleri Hece ölçüsüyledir. Hem de Hececiler şairi anılan en ünlü beş şair arasındadır. Bunlar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Orhan Seyfi Orhun, Yusuf Ziya Ortaç, Halit Fahri Ozansoy, Enis Behiç Koryürek. Eski ölçü dediğimiz kalıbın adı Aruzdur. Yahya Kemal Beyatlı o ölçüye uyarak şiirler yazmaktadır. Geçen yıllar okuduğumuz Akıncı, Mohaç Türküsü, Açık Deniz tıpkı İstiklal Marşı’mız gibi aruz ölçüsüyle yazılmıştır. Öğretmen adı geçen şairlerin şiirleriyle karşılaşınca birer örnek alıp defterlerinize yazmalısınız!” öğüdünde bulundu. . Zil çalınca öğretmen ayrıldı. Dersimiz boş. Sami Akıncı bize, ”Çalışalım mı? ”diye sorunca, ”Olur!”yanıtı verdik. Mehmet Başaran’ların sırası boş oraya gelmemizi söyledi. Orhan’la oraya taşındık. Tam biz oturup kitapları açmıştık ki, Müfettiş kapıdan girdi. Ben müfettişi tanıyorum. İstanbul’a gittiğimizde bizimle saatlerce birlikte kalan bizimle konuşan buydu. Bizim Okul Müdürümüzün de öğretmeni. Bunu hem kendisi hem de okul müdürümüz söylemişti. Müfettiş, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel geldiğinde de gelmişti. Ahmet Korkut Öğretmenle bizim yanımızda durup bizimle konuşmuştu. Hasan Üner anımsayacaktır, sanırım. Müfettiş. ”Günaydın, dedikten sonra, ”Size ders vermek için gelmedim, okulunuzu geziyorum, Müdürünüz benim eski arkadaşımdır ona konuk olarak geldim. Gelmişken sizinle de tanışmak istedim. İçinizde tanıştıklarım var biliyorum ama şimdi birden seçemedim, sizler büyüyerek çabuk değişiyorsunuz!”deyince Sami parmağını kaldırdı ”Biz İstanbul’a gidince!”derken Müfettiş, gülerek”Siz İstanbul’a gelince tanışmıştık!”dedi. Arkasından, gidenler parmak kaldırdı. İsmet, Sami, İdris, Halil, Orhan. Son olarak ben kaldırdım. Bana baktı, ”Seni anımsadım, en sarışını sendin!”dedi. ”O konuyu kapattık, üzücü bir olaydı, sanıyorum sebep olanlar da yaptıklarından nadim oldular ki bir daha sesleri çıkmadı. dedikten sonra, çalışmalarımızı sürdürmemizi;dersimizin boş olduğu için geldiğini, konuşmak istediğini söyledi. Hepimizin ne çalıştığına baktı. Önümde Almanca lügatı görünce eline aldı, benim de bir tane var, çok işime yarıyor, onu elimden hiç düşürmem!”dedi. Benim defterimi aldı, baktı. Almanca öğretmenimiz olmadığına üzüldüğünü söyledi. Sonra da “Kendi kendinize çalışarak da öğrenirsiniz. Ben öyle yaptım. Başlangıçta lügatım bile yoku. Küçük bir Almanca kitap aldım. okuduklarımı kitabın kenarına yazdım. Bir yıl sonra kitabın tamamlandığını gördüm, sevindim. Şimdi büyük kitaplar çevirip bastırıyorum. Siz çok daha gençsiniz, benim yaşıma gelince benden çok kitap çevirmiş olacaksınız!”dedi. Zil çalınca, ”Bir dersinizi aldım, sizinle konuşmaktan mutluluk duydum, belki gene gelirim, ben biraz buralardayım!”deyip çıktı. Hepimiz şaşırdık. Ne güzel konuşuyor. ”Mehmet Yücel “Bu adamdan Müfettiş olmaz, Müfettişler sinsidir, bu adam bir melek!”dedi. Sami Akıncı, İstanbul’a gittiğimizde bizim yanımızdan ayrılmadığını, beklediklerimiz gelmeyince bizi teselli ettiğini anlattı. Bu kez de arkadaşlar, ”O belki bir daha gelmez, boş derlerimizde biz onu çağıralım, sorular soralım!”dediler. Tüm arkadaşlar bu öneriye katıldı, kimin çağıracağını bile saptadılar. İsmet Yanar-Mehmet Yücel. Çağırma günü de saptandı Perşembe günü 2. dersten sonraki derslerde. Bu arada neler sorulacağını da saptamaya başladılar. Soruları soracaklar da saptanacak;sorular geleceğimizle ilgili olacak. Ben hemen, ”Köylere gidince, tatillerde köyden ayrılmamız yasaklanacak mı? ” sorusunu ekledim. Sorular giderek arttı. Soruları Sami Akıncı sıraya koydu. Bu arada sen ben tartışması çıktı. Sami Akıncı yazdığı kağıdı yırtıp attı, ”Ben bu işe karışmıyorum!”deyip yerine oturdu. Mehmet Yücel, Arif Kalkan, Sefer Tunca ortalığı yatıştırdılar”. Bu konuyu daha sonra tartışırız!”diyerek Sami Akıncı’yı yumuşattılar. Yemeğe Müfettişin söylediği kimi sözleri tekrarlayarak, kimi sözleri üzerinde de yorumlar yaparak gittik. Müfettiş, Fikret Madaralı Öğretmenle yemeğe geldi, yemek boyunca Fikret Madaralı Öğretmeni dinlemesi, sürekli olarak öğretmenin sözlerini başıyla onaylaması dikkatimizi çekti. Fikret Madaralı Öğretmen, yeri geldiğince suçlu ya da sorumlu durumdaki insanları eleştirir. Okulda gördüğü aksaklıkları çekinmeden söyler. Bu durumunu bildiğimiz için, ”Yoksa Müfettiş okulu teftişe geldi de öğretmenleri sorguya mı çekiyor; kuşkusuna da kapıldık. Ancak böyle olsa, yemek yerken konuşulmaması gerektiğini söyleyenler oldu. Bunların etkisiyle konuşmalar gene Müfettişin yumuşak huyluluğuna dönüştürüp ondan insanlara zarar gelemeyeceği sonucunu çıkardık. Zaten az sonra Namık, Hamdi, Hidayet öğretmenler geldi, onlarda konuşmaya başlayınca Müfettiş onları da dikkatle dinledi. Atölyeye gidince İrfan Öğretmen bana, “Sana özel bir görev çıktı, adınla isteniyorsun, yazısı güzel bir arkadaşını seç, git Ahmet Gökay’ı gör dedi. Yazısı güzel arkadaşlar, Salih Baydemir, Harun Özçelik. Bunları söyledim. Salih için “O bize gerekli!”deyince düşündüm;, Harun rahatsız, ”Orhan!”dedim. Öğretmen başıyla “Tamam!”işareti verdi. Birlikte Ahmet Ağabeye gittik. Ahmet Ağabey, Nazmi Aybar öğretmenle oturuyordu. Bizi görünce, sizi birkaç gün çalıştıracağım, önceden söyleyeyim, mızıkçılık yok. Baştan bilin!”dedi. Nazmi Öğretmen, ”Onlar zaten atölyede çalışıyorlar, senin işin onlara oyuncak gelecektir!”dedi. Nazmi Öğretmen bize, zor bir şey değil, biraz yazı yazacaksınız, o kadar!”dedi. Benden önce Orhan “Yazarız!”dedi. Ahmet Ağabey önce bize yer gösterdi, oturduk. Onlar bir süre konuştular, Nazmi Öğretmen, ”Ahmet’çiğim, ben gene gelirim, soracaklarını yanıtlamaya yardımcı olurum. Bizi göstererek, “Yardımcılarını iyi seçmişsin, onlar senin işini görecekler!”dedikten sonra bize de “Kolay gelsin!” deyip ayrıldı. Az sonra Ahmet Ağabey, kalın, kara kaplı defterler indirdi. Eciş bücüş yazılar, kırmızı yeşil çizgiler, yanlarda notlar oldukça karışık sayfalar gösterdi. ”Bunlar, Eğitmen Kursları açılırken ya da açıldığı günlerde özensiz-düzensiz yazılmış defterler, bunları doğru olarak biz yeni baştan yazacağız. Bu aslında benim işim ama, benim ayrıca günlük işlerde çalışmam dolayısıyla zamanın sınırlı. Muhasebecimiz Hikmet Ağabey durumu Müdür Beye yansıtmış, Müdür Bey de sizlerden yardım almamızı uygun görmüş. ”Onlar da zaten gittikleri okullarda bu tür işleri yapacaklardır, bugünden alışmaları onların yararlarına!”demiş. Bana, ”Seni tanıdığım için çağırdım, arkadaşını sen seçmişsin, çalışırız, diyorsanız, buyurun, iş sizi bekliyor!”dedi. ”İkimiz de “Çalışırız!”dedik. Orhan, deftere baktı, çizilmişleri sordu. ”Karalanmış çizgiler yazılmayacak!”dedikten sonra Ahmet Ağabey, ”Ben buradayım, Birkaç sayfayı beraber yapalım!”deyip yanımıza geldi, ilk üç sayfayı kendisi yazdı. Tam biz çalışmaya başladık, muhasebeci Hikmet Bey geldi, bize kolaylıklar diledi. Hikmet Bey aynı zamanda Ahmet Gürsel Öğretmenin yakın arkadaşı, Ahmet Gökay Ağabey de Edirne’den tanıdığı sanırım azıcık akrabalığı da var. Ben daha önce onlardan adres aldığım için mektuplaştığımı biliyorlar. Sordular. Son gelen beş sayfalık mektubu anlattım. Ahmet Ağabey, ”Ahmet Abi, öğrenci için canını verir. üzülme o zaman yaratır, cepheye bile gitse sana problem çözüp gönderir!” dedi. Hikmet Bey, Ahmet Ağabeye “Etme Ahmet, kıyma benim arkadaşıma, o şimdi ne zahmetler çekiyor. Seyyar posta birliğinde. Edirne-Kırklareli arası, öyle yol mol değil Bulgaristan sınırına teğet irtibat sağlıyorlar!””Allah kolaylık göstersin!”deyip iç çektiler. Dinlediklerimden öğretmenimin zorluk içinde olduğunu anladım ama, gene de bana mektup yazışına çok çok sevindim. Hikmet Bey, ”Yakında yazacaksan selamlarımızı yaz, bir de not ekle, benim söylediğimi belirt. Parası birikti, istiyorsa rahat alabileceği bir adres göndersin!”Mektup yazmayı düşünüyordum. Bu iyi oldu, Gürsel Öğretmenin bir mektup eksik okuyup yazmasına yardımcı olalım!”Hangi koşullar altında tam bilmiyoruz. O çok iyimserdir, her zaman iyi olduğunu söyler!”deyip güldü. Hikmet Beyin sözlerinden ben de bir pay çıkardım. Bu kez problem sormayacağım salt yaptıklarımı anlatacağım, saygılarımı sunacağım. Hikmet Bey gidince iyiden iyiye yazmaya koyulduk. Paydos zili çalınca ben 5. sayfayı, Orhan 7. sayfayı tamamladı. İlk iki sayfayı Ahmet Ağabey Orhan’ın defterine yazmıştı. Böylece hızlı yazmada aramızda büyük bir fark yok ama bana göre Orhan biraz daha güzel yazıyor. Gerçi Orhan benim yazıya bakıp bakıp, ”Sen güzel yazıyorsun!”diyor ama, o, Orhan’ın arkadaşlık anlayışından ileri gelmektedir. Ahmet Ağabey, memnun olduğunu söyledi, ”İzinlisiniz, yarın öğle yemeğinden sonra burada buluşalım!”dedi ayrıldık. Orhan sağ elimi tuttu, parmaklarımın uçlarını yokladı. ”Sende de bir uyuşma oluyor mu? dedi. Parmaklarını bastırdım lastik gibi bir ezilme var. ”Parmaklarımız yoruldu!”dedik. Ben az sonra atölyeye gittim. Akordiyon üzerinde gezdirirken gerçekten başla işaret parmağımın tembelleştiğini anladım. Parça çalmaktan çok akorlara, gamlara yavaş kromatik çalışmalar yaptım. Sesli gam çalıştım. Bir yandan da kapıları dinledim. Bir gelen olup beni duyarsa ayıplar, diye düşündüm. Derslikte gene Müfettiş konusu. Atölye arkadaşlarımız Orhan’ı sıkıştırmışlar, ”Ne yapıyorsunuz? Neden sizi çağırdılar? Ne kadar sürecek? Türü sorular sorulmuş. Orhan, ”Beni o çağırdı, onu da memur Ahmet Gökay seçmiş, kendisi öyle söyledi!”demiş. Orhan böyle söyleyince susmuşlar. Yemekten sonra Ahmet Gürsel Öğretmene yazacağım mektubu düşündüm, söyleyeceklerimi tasarladım. Bir de geometri sorusu ekledim. Tarih kitabını açıp önce 1. Meşrutiyeti, sonra 2. Meşrutiyeti anımsadım. Aklıma geldi bir de soru hazırladım. Babamın söylediği türkü ya da şarkılardan birinde (Plevne) Kör olası Mırtat Paşa sözü geçiyor. Babama göre Mırtat paşa düşmanla birlik olmuş, Osman Paşayı yendirmiş. Böyle biri var mı? Yoksa bu Mırtat Paşa, Mithat Paşa’nın söylene söylene dillerde değişmiş durumu mu? Mithat Paşa düşmanla birlik oldu mu? Bu söz nereden geliyor. ”Olur mu beyler olur mu? , Kardeş kardeşi vuru mu? Kör olası Mırtat Paşa, Bu dünya sansa kalır mı? ”Babam kimi tarih olaylarını iyi biliyor ama kimisinden tümden habersiz. Mithat Paşadan hiç söz etmiyor. Namık Kemal için ağzından hiç söz duymadım. Namık Kemal için şiir okudum, dinledi ama hiçbir tepki göstermedi. Padişah olarak Abdülaziz’i sevdiğini söyler. Oysa Abdülaziz dönemimden sonra yaşamış. Abdülaziz, babam 6-8 yaşları arasındayken tahttan indirilmiş. Sonraki dönemlerde 2. Abdülhamit’in kötü yönetimi nedeniyle Abdülaziz aranır olmuş onun nedeniyle babam çocukluk söylentileri etkisiyle Abdülaziz’ bağlı kalmış. Öyle ki 2. Abdülhamit devrilince Abdülaziz’in oğlu Yusuf İzzettin’in padişah olmasını beklemiş. Olmayınca Reşat’ın da Vahdettin’inde karşısında olmuş. Konu açıldığı zaman Yusuf İzzettin davasını sürdürür. Bir de Mahmut Şevket Paşa’yı saygıyla anar. Onun öldürülüşüne de çok üzülür. Onun katillerinin asılışını görmek için Beyazıt meydanında bir gece sabaha dek uykusuz kalmıştır. Asılanların bir bölüğünü adlarıyla anar, Topal Tevfik, Damat Salih Paşa v. b. Damat Salih Paşanın, asılırken söylediği sözü duymuştur. ”Ey ahali, sizin selametiniz için biz bunu cinayeti işledik!”diye bağırmış. Babamın anlattıklarını düşünürken içim buruklaştı, bir süre başımı ellerim arasına alıp öyle durdum. Önümdeki arkadaş Hüsnü Yalçın ilgiyle baktı”Bir üzüntün mü var. Üzüntüm olsa bile Hüsnü’ye söyleyemem, Gülüp inanacağını umduğum bir yanıt verdim: Müfettiş bir daha gelirse, soracağım soruyu düşünüyorum. Öyle bir soru sorayım ki adamcağız en az bir saat konuşsun. Bu kez Hüsnü güldü. Halil Basutçu da söze karıştı: ”Adamcağızın ne suçu var ki böylesi bir ceza vereceksin? ”Biz şakalaşırken zil çaldı. Yatınca gene babamı düşündüm. Ardından da Mırtat Paşa, Mithat Paşa olabilir mi sorusunu nasıl soracağımı tasarladım. Mithat Paşa değilse, babamın söylediği şarkıdaki gibi tarihimizde bir paşa var mı? . . . .

 

18 Şubat 1941 Salı….

 

Orhan uyanmış, yavaşça seslendi. : Mein Nachbar!”Mein Finger Krank!. . . Antworte: Mein Finger nicht krank. Kendimiz söyleyip kendimiz kendimize gülüyoruz. Kadir uyandı, ”Siz iyice ilerlettiniz işi!”diyerek bayağı kederlendi. Ya da öyle göründü. Az durduktan sonra da “Şaka değil çok çalışıyorsunuz. Bizler de günümüzü gün ediyoruz!”dedi. Orhan güldü, Almanca için söylüyorsan, haklısın, oldukça ilerlettik. Gerçi köylü konuşması oluyor ama olsun, yavaş yav aş düzeltiriz, değil mi abi? ”diye bana sordu. Amacının Kadir’i azıcık kıskandırmak olduğunu anladığım için, ”Pek köylü konuşması sayılmaz, ancak gremerini tam kavrayamadığımız için hata yapabiliriz!”dedim. Kadir bu kez, ”Sahi siz şimdi bir Almanla konuşabilecek misiniz? ”diye sordu. Ben, Almanı malmanı bilmem ama Alman Ahmet’le konuşup anlaşıyoruz!”dedim. Orhan gülmemek için kendini zor tutuyor. Ben, ”Zaten Alman Ahmet kendisi çat pat konuşuyor, bizim hatalarımızı belki de anlamıyor, ama olsun, konuşma konuşmadır!”deyince Kadir iyice inandı. Dersliğe giderken, durup durup sordu, ne zaman, nasıl çalışıyorsunuz? ”Ben, ”Genellikle atölyede çalışırken Almanca sözleri kullanıyoruz, kullana kullana sözler aklımızda kaldı. Kadir içini çekerek, ”Bizim Namık Öğretmen, vallahi kuş uçurmuyor, şahin gibi başımızda, ağzımızı bile açamıyoruz!”Orhan söze karıştı: Bizim atölye öğretmenlerimiz o bakımda çok iyi!”Kadir tam inandı. Boş geçen Matematik dersimizde Ahmet Gürsel Öğretmene mektup yazdım. Orhan’a hak verdim, parmaklarım uyuşuk gibi. Özellikle işaret parmağımın orta boğumunu ikide bir ovmaya başladım. Sol elim kendiliğinden oraya gidi gidiveriyor. Mektup yazmayı bıraktım. Tarih okudum. Öğretmene hazırladığım soruyu içimden tekrarladım. Önemli bir olay olmazsa defterime yazmayı da bir süre bırakmaya ya da Fikret Madaralı Öğretmenin söylediği gibi kısa kısa yazmaya karar verdim. Selçuk Korol Öğretmen bugün 1: Dünya Savaşı’nın neden başladığını, nasıl sürdüğünü, bizim savaşa giriş nedenlerimizi anlattı. 1: Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yaptığını ya da yapmak istediklerini bugün daha rahat uygulamakta diyerek karşılaştırmalar yaptı. ”O zaman, önce kuzeye saldırmıştı(Rusya’ya)Bu kez önce güneyi hallediyor!”dedi. Son söz olarak da “Biz, 1. Dünya Savaşı’na kendimiz girmiştik, yanıldık, yenildik, bu kez yanılmayacağız dolayısıyla da yenilmeyeceğiz. Ancak biraz sıkıntı çekeceğiz!”dedi. Bu sözleri yüreklerimizi az da olsa serinletti. Öğretmenin iyimserliği bizi etkiledi, yemeğimiz güzel konuşmalarla sürdü. . Kuru fasulye ile bulgur pilavından yakınan olmadı. İçimizden bunu geçici bir durum olduğuna inanmış gibiydik. Yemekten sonra Ahmet Ağabeyin odasına gittik, bıraktığımız yerden başladık. Ahmet Ağabey bize çay getirtti. Onun özel bir dolabı varmış, yemek aralarında aşçıbaşı çay hazırlıyormuş. Ahmet Ağabey, her gün bir çay hakkımız olduğunu söyledi. Uzun bir süre biz yalnız kaldık, konuşa konuşa yazdık. Yabancılığımızı üstümüzden attığımızdan olacak daha hızlı yazmaya başladık. Orhan hasta parmağıyla beni geçti, iki sayfa fark yaptı. . Paydosa yakın Ahmet Ağabey geldi, ”İsterseniz bırakabilirsiniz, başınız, gözleriniz yorulmuştur!” dedi. Orhan, gözlerimniz değil ama parmaklarımız!”deyince Ahmet Ağabey parmaklar önemli değil, parmaklar yoruldukça alışır, dün ağrıma yaptıysa bugün o ağrı azalacak;yarın bir şey kalmayacaktır. Ama gözler öyle değil!”dedi. Gerçekten dersliğe gidince parmaklarımı yumruklayarak yokladım dünkü gibi uyuşukluk ya da boğukluk yok. Buna sevindim. Defterime yazmaya engel olmayacak. Ahmet Gürsel Öğretmenin mektubunu bir süre geciktireceğim. Daha doğrusu okuldan söz etmek istiyorum. Müfettiş için yazacak bilgi toplarsan onu anlatacağım. Ben bunları yazarken 7. sınıftan Selim geldi, Eğitmen Kursu açılan köy olan Evrensekiz’den, tanıdıkları Lüleburgaz’a geçmiş, konuşmuşlar. Buradan geçen askerler orada konaklamış. Köyle asfalt yol arası askerden geçilmiyormuş. Biz askerleri unutmuştuk bile gene konu oldu: Acaba niçin oraya çekildiler? Acaba aralarında tanıdık var mı? Ağabeylerimin birlik adresleri var. Buraya gelen birliklerin adlarını öğrenebilsem. Kimden nasıl öğrenilir ki? Halil bu konuda daha bilgili, ”Yaz olsa gider, oradan öğrenirsin. Ancak şimdilerde zor. Üstelik orada geçici mi durdular, sürekli mi kalacaklar? Vazgeçtim düşünmekten. Trakya da koskoca bir ordu dağılmış durumda, Edirne-Kırklareli arasındaki birlikler buraya gelmiş olamaz. . Gelse Ahmet Gürsel Öğretmen de gelmiş olabilir. Öyle olsa o, çoktan buraya uğrardı. Selim, cumartesi günü köye gidecekmiş, alabilirse bize taze bilgi getirecek. Arkadaşlar, ”Hava açılsın, diyorduk, işte açıldı, yarın tüm gün bahçede çalışacağız, gaygısı içindeler. İsmet bana takılıyor: ”Dayı yarın seninle iş değişelim!” Gülerek, ”Olur, sen kazma alırsan bana ver, ben kürek alırsam sana veririm!”dedim. Bu, ”Yarın tümgün yazma işine gitmeyeceğimizi düşünerek söylenmiş bir sözdü. Söyledim ama öyle olursa üzüleceğimi de düşündüm. Gene de Tabiat Bilgisi dersindeki konuları gözden geçirmeye başladım. Salih Ziya Büyükaksoy öğretmene mahcup olmak istemiyorum. Beni hep numaramla çağırıyor. ”Söyle bakalım 66!” dediği zaman söyleyemezsem her halde yerin dibine batarım. Salih Ziya Öğretmen en güzel, en doğru konuşanlardan biri olmasına karşın benim numaramı söylerken “L “ harfini duyurmuyor. ”Atmışaltı!”deyip geçiyor İşin bir ilginç yanı da arkadaşlardan bunu seçen tek kişi Hilmi Altınsoy oldu. Bir kaç kez bana, ”Atmışaltı!”diye takıldı. Arkadaşlar Salih Ziya Öğretmeni kastettiğini anlayınca uyardılar, o da sustu. Defter yazarken iki tarafa dikkatli baktığım için olacak gözlerimde yorgunluk gibi bir gevşeklik var. Orhan’a sordum, o daha yorgunmuş. Orhan daha çok dikkat ediyor olmalı. Benden iki üç sayfa fazla yazıyor. O kendini daha önde göstermemek için yazılarının daha iri olduğunu öne sürüyor. Ben de “A, evet!”diyorum. Oysa yazı iriliği söz konusu değil, Defterler zaten çizgili, iri ya da ince yazmak büyük bir değişiklik yaratmamaktadır. Arkadaşların yarınki çalışmalar üstüne varsayımlarını dinlerken bir ara uyukladım. Neyse zil çaldı, toparlanıp yattım. Bu gece bir şey düşünecek durumda değilim, başımı örtüp gözlerimi yumdum.

 

19 Şubat 1941 Çarşamba. .

 

Zil sesine uyandım. Yattığım gibi kalktım. Rüya görüp görmediğimi anımsamaya çalıştım. Yok. Besbelli dün yorulmuşum. Orhan’ı Kadir uyandırdı. Kadir, ”Haydi hendek kazmaya!” dedi. Orhan, ”Benim daha önemli işim var, hendeği herkes kazar ama benim yaptığımı herkes yapamaz!”dedi. Kadir sözde şaka olarak konuşuyor ama içten içe kıskandığı belli. ”Sahi yaptığın işi başkalarının yapamayacağına kendin inanıyor musun? ”diye sordu. Orhan, ”Bunu bana ne soruyorsun? Git, Ahmet Gökay’a sor!”Halil Basutçu, ikisine birden sordu. ”Haniya siz iki yakın arkadaştınız, son günlerde neden böyle karşılıklı vır vır ediyorsunuz? Kadir Halil’e “ Ne o rahatsız mı oldun? Halil “Rahatsız olmadım, kavga edeceğinizden kaygılanıyorum!” Orhan, ”Biz kavga etmeyiz!”dedi. Bu kez Halil, siz belki ayırdında değilsiniz ama sesleriniz uzaktan sanki kavda edecekmişler gibi geliyor. İsterseniz başka arkadaşlara da sorun!”dedi. Kadir sustu, ayrıldı. Arkasından biz de dersliğe gittik. Derslikte konu belli, tüm gün mü bahçedeyiz yarım gün mü? Dersten sıkılanlar bahçe istiyor. Bahçede çalışmak istemeyenler de derslikte kalmak istiyor. Durum kahvaltıda aydınlanacak. Naci Birkök Öğretmen gelirse bahçede, gelmezse derslikteyiz. Gözler öğretmen masalarında. Naci Birkök Öğretmen gelmedi. Buna ben de üzüldüm. Nedense bugün derse girmek istemedim. İstemeye istemeye dersliğe gittim ama, ”Belki umuduyla Ahmet Ağabeyi aradım, ”Sabahtan gelelim mi? ”diyecektim. Ahmet Ağabey de gelmemiş. Tabiat kitabımı açıp kuşları okumaya başladım. Leylek, turna, balıkçıl kuşlarının renkleri başka başka ama gene de bir benzerliği var. Leylekler bir ölçüde balıkçıllar insanlara yaklaşıyor ama turnalar insanların yakınlarına hiç inmiyor. Bunun nedenini öğrenmek istiyorum. Arkadaşlar sordum. Mehmet Yücel, bunu öğretmene sor, çok önemli!”dedi. Arkasından gülerek böylece yarım saat kazanmış oluruz!”Sonra da arkadaşlara başka bir soru daha bulun, hiç olmazsa dersin biri böyle geçer!”Birileri “Sen bul, neden başkasından bekliyorsun? ” diye bağırdılar. Bu gürültü içinde öğretmen dersliğe girdi. . Hiç de sandığımız gibi olmadı. Öğretmen”Şunu şurasında en fazla 20 günlük kışımız kaldı. Bir süre böyle giderse, bahçe çalışmalarına başlayacağız. Böylece bu yıl tasarladığımız ekimleri rahat rahat yapacağız diyerek yapılacak işleri anlattı. Tahtaya tebeşirle krokiler çizdi, dikilecek fidanlık yerlerini gösterdi. Neler ekmeyi tasarladıklarını anlattı. Bizden ekleyeceğiniz var mı diye sordu. Söyledikleri fidan ya da meyve fidanları arasında cevizle fındık yoktu. Ben onları söyledim. Salih Ziya Öğretmen : ” Madaralı Öğretmen bizi ceviz için zorlayıp duruyor. , sen de buna bir de fındık mı ekledin? ” diyerek güldü. . Salih Baydemir kooperatifteki gözlemlerine dayanarak, iğde ile keçi boynuzu önerdi. Dut ekleyenler oldu. Öğretmen dut. denince, ”Bakın bunu hep anımsarım da notlarım arasına bir türlü almadım. Dut ekeceğiz, hem öyle bir dut bahçemiz olacak ki, dut yemek bir yana ipek böcekçiliğini geliştireceğiz. Edirne’de kalsaydık Kazım Dirik Paşa daha o zaman bu işi başlatmayı hesaplıyordu.

İkinci dersimizde öğretmen, tasarlanan hayvancılık konuları üzerinde durdu. Kümes hayvanları konusunda bizim bilgilerimizi sordu. Evlerimizdeki durumları sordu. Tavuk, kaz, hindi, ördek. Üç arkadaş dışında ördek yetiştiren aile çıkmadı. Zaten öğretmen de su sorunu nedeniyle ördek yetiştirmeyi düşünmemiş. Kaz konusunda da tartışıldı. Kazlar da su ister. Artezyen başarılırsa kaz deneneceği, şimdilik tavukla hindi denemesine başlanacağı konuşuldu. Ayrıca atlar çoğalacak, Sığır yetiştirmesine başlanacak. Konuşarak iki ders geçirdik. Tabiat Bilgisi derslerimizde tarım konuları konuşuldu. Şimdi ne olacak? Şimdi de Tabiat Bilgisi yaparız. Gerçekten öğretmen geldi. Bu dersimizde de yetiştireceğimiz hayvanların özelliklerini tanıyalım dedikten sonra tebeşiri alıp Kümez hayvanları, kocabaş hayvanlar, küçükbaş hayvanlar diye üç başlık yazdı. Bekir Temuçin’e kümes hayvanlarını, Abdullah Erçetin’e büyükbaş hayvanları, Ali Önol’a da küçükbaş hayvanları yazdırdı. Hepimize dönerek, ”İşiniz kolay, hemen hemen hepsi evlerinizde var. Bunları kendinizi bildiğiniz gibi biliyorsunuz değil mi? diye sorunca hepimiz “Evet!”diye yanıt verdik. Öğretmen “Ne iyi!”dedikten sonra öğretmen koyunların kaç yılda yetiştiğini, kaç yıl yaşadığını, satın alınan bir koyunun kaç ayda ürün verebileceğini sordu. Özellikle okulun alacağı koyunlar, kaç yıl sonra karlı duruma gelir? türünden sorular yöneltti. Tahtada yazılı hayvanların hiç birinin doğru dürüst yaşlarını söyleyemedik. Ben koyunların mart-nisan aylarında kuzuladığını, kuzuların ağustostan sonra satılabileceğini, sütlerinin de nisan haziran arası alınabileceğini söyledim ama, ötekiler için fazla bir şey diyemedim. Öğretmen gülerek, ”İşte buradan köylerinize alıp götüreceğiniz en önemli bilgi bu olacak: Bir işi bilinçli yapmak!”Bu neden böyle, bu niçin böyle, gibi soruları soracak, yanıtını buluncaya dek irdeleyeceksiniz. Anne-babalarınız bunu yapmazlar, yapamazlar. Bunu yapamadıkları için de ölünceye dek ineği ellerinde tutarlar. Onlar bir ineğin verimini düşünmezler bile. Bu salt inek, koyun, keçi işi değil tahıllarda da böyledir. Tohumu ıslah etmek onların düşüncelerinde yoktur. Denemeye asla yanaşmazlar. Gençlerden denemeye kalkanlar olursa yaşlılar onları durdurur. ”Eski köye yeni adet!”sözü buradan çıkmıştır.

Daha sonra açılacak fidan kuyuları için açıklamalar yapıldı. Kuyular şimdiden açılacak, fidanlar mart gelince, ortalama olarak 15 Marttan sonra dikilecek. Fidanlar, Edirne fidanlığından bir bölümü de Lüleburgaz Türkgeldi Çiftliğinden alınacak. Daha doğrusu fidanlar ayrılmış ama teslimi martta olacakmış. Öğretmen, öğleden sonra buluşmak üzere zil çalmadan ayrıldı. . İyi güzel ama nedense ben bugün fidan kuyusu kazmak istemiyorum. Ahmet Ağabeye gene gittim, yerindeydi, beni görünce “Bekliyorum, yemekten sonra hemen gelebilirsiniz!”dedi. Ona belli etmedim ama içimden sevindim. Yemekte oldukça neşeliydim. Yemekten dönerken Gül’le karşılaştım, benden önce o gülümsedi selam verdi. Kadir görmüş, birden “Pomak kızıyla aran iyi galiba dedi. Pomak kızı deyişine çok sinirlendim. ”Ne demek Pomak kızı? Kız duyarsa buna çok üzülür!”dedim. Kadir pişkin, ”O nereden duyacak? Ben sana söylüyorum!” Bu kez, ”Daha büyük kabahat işliyorsun, o bana selam verdi, ben de aldım. Oysa sen benim değer verdiğim birini aşağılıyorsun, bu bana hakarettir!”dedim. Kadir “Yapma abi, onun Pomak olduğunu sen de biliyorsun, Kırıkköy Pomak köyüdür!”deyince bu kez Kadir’i iyice payladım: O Pomak dediğin insanlar iki yıl önce bizi korumak için sokaklara döküldüler. Bunu unutma. Gül güzel bir kız, onu incitmeye de hakkımız yok. Bunu bir daha söylersen birileri duyar bu ad yaygınlaşır senden de hesabı sorulur!”dedim. Kadir fena bozuldu, ”Ben hemen öyle sana takıldım, sen o kızı seviyorsan açıkça söyle deyince. Ben “Senin aklından ne geçiyorsa gidip gidip oraya dalıyorsun, benim sevip sevmemem söz konusu değil, tanıdığımız, konuştuğumuz bir kardeşimiz, yakın köylümüz. Bir kaç yıl sonra öğretmen olunca belki daha yakın arkadaşlığımız da ola cak. Bak akrabası Rüştü. “Ağabey”diyerek ikimize de geliyor, hatırımızı soruyor. Buna o da üzülecektir. Kadir, Özür diledi, şakayı anlamadın, sinirlisin!”dedi. Bir daha da o kıza öyle bir söz söylemeyeceğim, sen onu koruyacaksın besbelli!”Bu kez Kadir’e sordum, ”Pomak nedir, kime Pomak denir? Kadir ”Bunlar, evlerinde, köylerinde kendi aralarında Bulgarca konuşurlar. O köyden bize gelenler var, doğru dürüst meramlarını anlatamazlar!”Gül güzel konuşuyor!”dedim. Kadir, ”Sen onunla dikkatli konuşmamışsın, dikkat etseydin dilindeki kırıklığı anlardın!”dedi. İçimden, Kadir’ hak verdim;gerçekten ben konuşmasına inceden ince dikkat etmedim. Üstelik Kırıkköy’de Pomakların bulunduğunu da biliyorum. Ancak buradaki öğrenciye bunu söylemenin anlamsızlığını anlatmaya çalıştım. Sınıf arkadaşımız Hüseyin Serin de Pomak. Bunu ona söyleyince nasıl üzüldüğünü gördüm. Kızların daha da duygulanıp üzüleceğini biliyorum. Belki de bu nedenle Gül’ün : ”Bana da ad takmışlar, ne olduğunu söyler misin? deyişi bunun içindi. Kadir daha önce Gül’e yaklaşmayı denedi ama başarılı olamadı. Sanırım bu tür tavırlarını sezen Gül yaklaşmasını önledi. Bana da bir süre uzak durdu, sanırım Kadir’in yaptığı gibi köyünün özelliğinden dolayı onu da öyle sıfatlandıracağımı düşündü. Şimdiki yaklaşımı besbelli, onun sakındığını yapmadığımı gördü, güven duydu yaklaşmakta bir sakınca görmedi. Bu da bana bir ders olmalı, yanlış anlama yok, Gül benim için sadece bir Gül. Eve gidince Kırıkköylü kızdan söz etsem herkes Pomak kızı mı? deyip gülümseyecektir.

Orhan’la yarış ederce hızlı yazmaya başladım. Kuyu kazmaya gitseydim orada kaytaramayacaktım. Burada neden kaytarayım? deyip kendimi sıkıştırıyorum . Bugün başa baş gideceğiz. Ahmet Ağabey çayları getirtti. Ben, . Edirne Fidanlığı’ndan fidan alacağımızı söyleyince;. Ahmet Ağabey, ”Aldık, ben gidip anlaşma yaptım!dedi. Oysa ben Edirne’den söz açıp konuşmak, Musa’yı, Münevver’ sormak istiyordum. Ahmet Ağabey kısa kesince sustum. Münevver’in evlendiğini biliyorum ama gene de ondan söz edilse sevineceğim. Evlendiğine göre çocuğu da olmuştur herhalde. Bir süre kızları düşündüm: Kız-erkek bir birinden farklı insanlar. . Kızlar evlenince özellikler de çocukları olunca değişiveriyorlar. Ben A’yı da C’yi de öyle gördüm. Sanki onlar artık benim tanıdıklarım değilmiş gibi. A’yı eskiden düşünürken hep okul bahçesinde ya da derslerdeki canlı hareketleri içinde görür gibi oluyordum. Şimdilerde o görüntüler bitti, kucağında bir çocukla gezen anne. . C de öyle. Münevver daha önce kendisi evleneceğini söylediği için zaten onu pek düşünmemiştim. Ancak evlenen kızların durumlarını bildiğim için onu da onlar gibi varsayıyorum. Bunu zaten daha önce kendi ablamda gözlemiş, köyde bir çok kıza bu gözle bakmıştım. Bir süre sonra Gül de evlenecek bir bebeği olacak. O zaman şimdiki durumu değişiverecek. Ya da ben öyle bakacağım. Bir taraftan bunları düşünüyorum bir taraftan da durmadan yazıyorum. Orhan yavaşça “Bugün hızlısın, yarışa kalktınsa boşuna yoruluyorsun, çünkü ben yazamıyorum;daha üçüncü sayfadayım, sense dördü bitirdin!”dedi. Saydım, sahiden 4. sayfa bitmiş. ”Bugün on sayfa yazmaya kararlıyım!”dedim. Muhasebeci Hikmet Bey geldi. Yavaş sesle konuştular. Çok sessizlik içinde olduğumuzdan konuştuklarını duydum. Okul Müdürü, Sinanlı depolarındaki eşyaların da sayılmasını, işlevsiz durumdakilerin de terkinini istiyormuş. Terkin nedir acaba? Aklım takıldı, elimin içine yazdım. Ahmet Ağabey Hikmet Bey’le çıktılar. Orhan’la konuşuyoruz, ”Terkin nedir? Yakıştırıyorum, ”Getirmek. ”Müdür Bey, Sinanlı’daki eşyalarin getirilmesini istiyormuş!”tamam;piyanolar gelecek!Orhan piyano da falan değil o, ”Porselen tabaklar gelecek!”diyor. Biz piyano ya da porselen tabak diye sayıklarken Ahmet Ağabey döndü biz sormadan konuştu: Bizim hala Sinanlı’da eşyalarımız var, onlarla başımız dertte. Burada yeterince yerimiz yok, orada kaldıkça da işimize yaramıyorlar. Onların derdindeyiz!”deyip bize yakındı. Bu arada. Ben “Terkim nedir? diye sordum. Ahmet Ağabey, ”Terkim mi yoksa terkin mi? diye sordu. Ben duraksayınca;Terkin , kayıttan silme, bozulan, kırılan eşyalar silinir yerine yenisi alınır. Terkim nedir bilmiyorum. Sen onu iyi öğren!”deyince ben, ”Sizin söylediğiniz olacak, ben yanlış anlamışım!”Ahmet Ağabey, ”Biz Sinanlı’ya gidince sanırım bir yığın Terkin-i_ kayt yapacağız, yani kayıtlardan sileceğiz. Paydos zili çalarken 10. sayfayı tamamladım. Orhan 8 de kaldı. Ancak benim sayfalarda bugün çok den den vardı, onları kolay geçtim.

Derslikte kuyucular yaptıklarını öve öve bitiremediler. Öyle çukur kazmışlar ki, ekilecek çamlar göğe çıkacakmış, dutların dalları yere eğilecekmiş, dut sevenler yattığı yerden dut yiyeceklermiş. Okulu bitirince dut yemeye gelecekler var. İsmet, Mehmet Yücel, Salih Baydemir, İdris Destan, Mehmet Aygün sözleştiler, her yıl dut yemeye gelecekler. Fettah Biricik, Hüseyin Serin, Mustafa Saatçı üzüldüler, onların yolları uzun olduğu için gelemeyeceklermiş. Mehmet Yücel, ”Dut uzun yola gitmez, kusura bakmayın size yollayamayız ama ayva isterseniz göndeririz!”dedi. Bu arada bir arkadaş, ”Tuh be, biz öğretmene ayva yazdırmadık!”deyince herkes güldü. Bunu diyen 79 Ahmet Güner’e “Ayvayı sen buldun, bundan sonra adın “Ayvacı!”dediler. Tarih dersinde Selçuk Öğretmen Arşimet olayını anlatmıştı. ”Buldum!” diye bağırmış, tarihe de böyle geçmiş. Ahmet Güner sordu, ”Arkadaşlar bu kaçıncı adım olacak, ben de bilmiyorum!”dedi. Ahmet Güner!e şarkı söylediği için “Aşık, sigara içtiği için, tiryaki, sakalı çıkmadığı için köse, oyun oynadığı için köçek adları takılmıştı. Arkadaş hiç birine kızmadı, güldü geçti. İçlerinden biri sürekli kaldı, ”Aşık!”Ayvacı adına da gülerek, ”Ayva ekilecek, ayvalar büyüyecek, ayvalar meyve verecek. Bunlar ne zaman olacak? ”Ölme eşeğim ölme, yaz gelecek, otlar bitecek!”Ahmet Güner arkadaşın rahatlığı çoğumuzda yok. Onun yerinde bir başkası olsa sonunda ya büyük tartışma çıkar ya da gereksiz şakalar uzayıp giderdi. . Türkçe dersi için defterime baktım , ”Yemek yemek” türünden tıpatıp bir örnek bulamadım ama, benzer söz grupları saptadım: Saçma saçma, yazma yazma, ezme ezme, dürme dürme, gibi sesdeş sözler buldum. Örneğin saçma, tüfeklerde kullanılan bir nesne, küçük tanelerdir, eline alıp saçabilirsin. Onu gören biri saçmaları saçma anlamında saçma saçma!”diyebilir. Han Duvarlarını tekrarladım…

Gözlerime çökerken ağır uyku hisleri-

Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri-

Bu akis duvarda çizgiler beliriyor, -

Gönlümü çelse de yarin hayali-

Aşmaya kudretim yetmez cibali-

Yolcuyum bir kuru yaprak misali-

Rüzgarın önüne katılmışım ben.

 

Birden uykum, uyuşukluğum dağıldı yüzüncü dizeyi, yani elli beyti ezberlemişim. Tekrarlamak istedim, vazgeçtim: ”Takılırsam üzülürüm!”deyip Şiir içinedeki şiiri okudum.

 

On yıl var ayrıyım Kına dağından-

Baba ocağından, yar kucağından-

Bir çiçek dermeden sevgi bağından, _

Huduttan hududa atılmışım ben. -

Gönlümü çekse de yarin hayali, -

Aşmaya kudretim yetmez cibali-

Yolcuyum bir kuru yaprak misali-

Rüzgarın önüne katılmışım ben

Garibim namıma Kerem diyorlar-

Aslı’mı el almış harem diyorlar-

Hastayım derdime verem diyorlar-

Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben…

 

Arkama yaslandım, gözlerimi kapayıp Sözcükleri taradım, Akis, cibal, dermek, harem…Harem, kadın, kadınların olduğu yer. Dermek, toplamak. Büyük ablam bu sözü çok kullanır, ”Evi derip toplamak, ortalığı derip toplamak…İlkokuldayken Münevver Öğretmenden duymuştum, ”Kırlara çıkıp çiçek derelim…Akis. . Sesin karşı bayırdan geri dönmesi. Avlanırken çukur yerlerde tüfek atılınca patlama iki kez olmuş gibi ses çıkar. Cibali bilmiyorum ama dizeden anlaşılıyor, yokuş, tepe, dağ olsa gerek…. Halil dürttü, ”Ne o, otururken uyuyorsun;Kuyu kazmaktan daha yorucu işler mi yaptın? ”Evet!”derken zil çaldı, kalktım. Yatınca Han Duvarlarını ağır ağır okudum. Ben okurken birileri şarkı söyledi. . ”Yatarken şarkı söylenir mi? ” deyip söylenmeye başladım. Arkadaşlar, şarkı söylemek istemişler. Şarkı söyleyen bir yabancı, üstelik çok kötü söylüyor. ”Ya, susturun şunu, uyuyalım diyorum. Herkes gülüyor. Ne uyuması, Edirne’ye geldik işte diyorlar. Etrafıma bakıyorum, ”Ne, Edirne mi? ”diye toparlanınca rüya olduğunu anlıyorum. Buruk bir şekilde yapıyorum. Rüyamdan hiçbir iz kalmamış salt Edirne sözü kulaklarımda. .

 

20 Şubat 941 Perşembe….

 

Orhan “Guten Tag!” dedi, Arkasından da “Rüyamda yazı yazdım, nasıl diyeceğiz? Ben, ”Sen bilmezsen ben nerden bileceğim? ”dedim ama gene de yardımcı olmaya çalıştım. Schreiben yazmak, Traum rüya İm Traume rüyada…Ya da in Traume. . İch Schreibe im Traume. Rüyamda yazı yazıyorum. Orhan diretti. ”Rüyamda yazı yazdım!”Ben de, “Sen yazı yazmadın, yazıyordun, ben seni yazarken gördüm!”diye karşılık verirken Sami, bizi dinlemiş. ”Sözcükleriniz doğru ama, Türkçe dersimizde konuştuklarımız gibi bir durum var burada: ”Uyumakla, uyku gibi, uyurken de diyoruz, uykuda da diyoruz. Bunu ben de bilmiyorum. Traum, der-die-das’tan hangisi ile söyleniyorsa ona göre in ya da im olur. doğrusu tam bilmiyorum!”Ben tekrarladım: Du Schreibst in Traume…Sen, rüyada yazıyorsun…Gülüşerek dersliğe gittik. Derslikte gene Müfettişi sordular, ”Bugün gelecek mi? ” Mehmet Yücel beni savundu, ”Arkadaş nereden bilsin Müfettişin gelip gelemeyeceğini? Müfettişler, kimseye duyurmadan teftiş ederler, onların işleri gizlidir!”Buna karşın ben, ”Müfettiş bugün gelecektir, ben öyle sanıyorum. Bugün üç saat boş dersimiz var, bu nedenle ben öyle düşünüyorum!”dedim. Kahvaltıya gidince Müfettişle Hüsnü Baykoca Öğretmen çıktı geldi. İkisi de yüzleri bize karşı oturdular. İdris Destan bakıp güldü, bunlar kardeş galiba. Gerçekten ikisinin de saçları dökülmüş, yüz görünüşleri de bir birini andırıyor. Yusuf Asıl daha ileriye giderek onları bizim Hüsnü ile Emrullah’a benzetti. ”Küçük olan Hüsnü, daha iricesi Hayrullah, Hüsnü ile Emrullah, Hüsnü ile Hayrullah dedi durdu. Arkadaşlar gülmekten kendilerini tutamadılar. Üstelik Hüsnü Baykoca Öğretmen geldiğinden beri kahve rengi giysi giyerken bugün Müfettiş gibi lacivert giymiş. Arkadaşımızdan Hüsnü daha zayıf, Emrullah daha toplu. Onlar da öyle Hüsnü Baykoca Öğretmen müfettişe göre daha az kilolu. Gülüşerek dersliğe döndük. Dersliğe girince İdris Destan Emrullah’a Hayrullah dedi. Emrullah önce anlamadı baktı. Hüsnü başını kaldırıp sordu, ”Sen ne diyorsun, arkadaşın adını bilmiyor musun? diyerek çıkıştı. Arkadaşlar gülerek olayı anlatırken Fikret Madaralı Öğretemen dersliğe girdi. Derslikteki kargaşaya sinirlendi, ”Siz zilleri de izlemiyorsunuz galiba!”dedi. Çantasını masa üzerine koyup içinden gazeteler çıkardı. İki tanesini alıp bana, ”Sana iki Yeşilyurt getirdim, Salcı dedenin yazıları var, senin köyünden de söz ediyor. Al sende kalsın, saklarsın!”dedi. Koşup aldım. Sevindim, sanırım bu sevincim nedeniyle herkesten daha rahat öğretmeni izlemeye başladım. Öğretmen de sanki bana bakarak konuşur gibi : Sorularınız varsa önce onları açıklayalım!”Ben parmak kaldırdım: Yemek yemek gibi tekrarlanarak kullanılan fiil soylu sesdeş sözlere örnek istemiştiniz. Yemek yemek gibi mastar olarak kullanılan bulamadım. Ancak aynı sözü hem ad hem de fiil olarak kulanılan örnekler buldum!”deyince öğretmen tahtaya yazmamı söyledi. Tahtaya, ”Çizme çizme, ayakkabı çiz. yazdım. Öğretmen, sadece sözleri yaz!”diyerek uyardı, ”Dürme dürme, yazma yazma yazınca öğretmen “Yeter!”deyip. Bunları, sesdeş sözleri konuşurken ele alacağız. Bu da dilimizin özelliklerinden biridir. Aynı yazılır ama seslendirilirken dikkatli olunursa konuşmalarda rahatça kullanılabilir!”dedi. Ben yerime oturunca öğretmen tahtaya “Çalışmak-çalışma sözlerini yazdı. Arif Kalkan’a sordu;. Bunların, söz gruplarında yerleri var mı? Arif, ”Çalışmak, mastar, yani fiil!dedi. Çalışma, dedi durdu. Öğretmen, geçen derslerde konuştuk, unuttun mu? diye sorunca parmak kaldıranlar oldu. Öğretmen Sefer Tunca’ya sordu. ”Çalışma, çalışmak eyleminin adı, iş yapma süreci!”dedi. Öğretmen “İşte bu kadar. Bunları bir daha unutmak yok. ”Fiil soylu sözlere mek, mak hecesi takılırsa mastar olur. Bir mastardan”K” harfi çıkarılmışsa o da o fiilin iş adı sayılır. Öğretmen gülerek “Beri bakın, biz genel olarak söyleyip geçiyoruz, bunların istisnaları vardır. örneğin “Ahmak, tokmak, ekmek, (Yediğimiz ekmek), sümek(İplik için hazırlanmış yün)çakmak, yumak, çomak, pomak türünden sözler de vardır, bunları mastarlardan ayrı tutacaksınız. Zil çalınca öğretmen “İyi çalışmalar dileyerek çıktı. Pomak, sözü benim gibi öteki arkadaşların da ilgisini çekti. İsmet, ”İçimizde Pomak var, öğretmen bunu bilmeden mi söyledi, yoksa kasıtlı mı? ”diye sordu. Arif Kalkan İsmet’e “Senin canın kavga mı istiyor!”diyereık çıkıştı. Bense bunlardan apayrı bir niyetle Kadir’e baktım. Kadir, kurnaz kurnaz bana, ”Abi, vallah öğretmene ben söylemedim, o kendisi söyledi!”deyip güldü. Arkadaşlar karşılıklı konuşurken derslik kapısı açıldı, kaç gündür sözü edilen Müfettiş içeriye girdi. Çok yavaş bir sesle: Dersiniz boştu, öğretmeniniz yoktu değil mi? ” diye sordu. Bekir Temuçin hepimiz adına yanıt verdi. Biz ayakta sustuk, Müfettiş, ”Ben de öyle düşündüm, ders boşsa ben de gidip orada çalışayım, dedim;sizi rahatsız etmem, değil mi? ”diye sordu. Sordu ama yanıt manıt beklemeden öğretmen masasına oturdu. . Arkasını da kapı tarafına döndü, bize de yarım olarak dönük oturdu, cebinden kağıt çıkarıp çizmeye başladı. . Hepimizde bir ilgi, ”Müfettiş ne yapıyor? Ben hiç bakmadan önce Almanca çalıştım. Aklımca kalkıp aramızda gezecek, Almanca çalıştığımı görünce benimle ilgilenecek. Uzun zaman bekledim, umduğum olmayınca şiir ezberlemeye devam ettim. Han Duvarları’nı bitirmek üzereyim. Zil çalınca Müfettiş bizden önce kalktı, ”Dersiniz gene boş değil mi? ”diye sordu. Arkadaşlar “Boş!”deyince “Ben gene gelirim, !”deyip çıktı. Müfettiş gidince arkadaşlarda kuşkulu bir durum doğdu, ”Bu adam bizi kontrol ediyor, sabrımızı ölçüyor, ders çalışıp çalışmadığımıza bakıyor!”gibi genel sözler söylendi. Kimisi de, okul için gizli rapor hazırlıyor, öğretmenlerin görmemesini istiyor biçiminde yorumlar yapıldı. Ders zilinden az sonra bu kez elinde kocaman kağıtla geldi. Kağıdı öğretmen masasına koydu, bize dönerek, ”Merak ediyorsunuzdur, söyleyeyim, ben, resim hazırlığı yapıyorum. Ben resme öteki ressamlar gizi çalışmam önce küçük çizerim, sonra onun büyüğüne çalışırım, tamamlayınca siz de göreceksiniz!”dedi, masaya oturdu. Gene dikkatle izledik, gerçekten az önce çizdiği kağıda baka baka büyük çizgiler çizdi. Bu kez çoğunlukla ayakta çalıştı, çoğunlukla da arkası bize dönük olduğu için rahat göremedik. Olaya alıştığımız için çok sessiz durduk, olağan sayıp kendi işlerimizi sürdürdük. Ders zili vurunca bu kez, Müfettiş, ”Bir dersimiz daha var değil mi? ”diye sordu. Arkadaşlar, ”Bir saat resim dersimiz var deyince, gülerek, ”Ya ben aslında bu derse gelecektim, öyleyse gene gelebilirim!”dedi. Masa üstündeki küçük çizimi aldı, büyük kağıdı göstererek, ”Yerinden oynatmadan bakabilirsiniz!”deyip gitti. Masa üstündeki resme dokunmadan baktık, bir çıkrıklı köy kuyusu, yanında tam çizilmemiş çizgiler var. Kuyu, çıkrık besbelli, koyu, açık gölgeli çizgiler. Kuyu ağzı gerçek kuyu gibi. Bizim köy kuyuları böyle değil ama Kırklareli yolumuz üstündeki Kavakdere kuyusu tıpkı böyle. Müfettiş onu çizmiş gibi geldi bana. Zilden az sonra gene geldi, bu kez, ”Siz benim ne yaptığımı gördünüz. İşte iki saatte bunu çizdim. Peki, sizler ne ürettiniz, ben de bunu merak ettim!”dedi. Sami Akıncı atik davrandı, 2. sınıf almanca kitabından”Es schribt ein Mann an eine Wannd- Zehn Finger hab’ ich an jder Hand-fünf und zvanzig an Handen und Füssen, İst das wahr? é bilmecesi ile Kuckuck şiirini çevirdiğini söyledi. Müfettiş, ”Çok güzel, hepinizden böyle gayretli çalışmalar bekliyoruz!”dedi. Masasına döndü. Bir an düşündüm, ”İyi ki parmak kaldırmamıştım, bana şiiri okutsaydı sanırım böyle candan dilekte bulunmayacaktı. Belki de okuyamayacak, mahcup olacaktım!”Tekrar baştan ezber okumaya başladım. 40. dizelerden sonra atlamalar oluyor. Gece yatarken daha rahat okuyorum. Bu kez ben de Almanca 2. sınıf kitabımı açtım, geçen yıl ezberlediğim “Heiderözlein”şiirini tekrarlamaya başladım. “Saah ein Knab’ein Röslein, stehn, Röslein auf der Heiden-war so jüng un d morgenschön, lief er schnell, es nah zu sehn, sah’s mit vielen Freuden. -Röslein röslein röslein rot, Röslein auf der Heiden…. 2. beşlikte tutukluk yaptığımı saptadım. Burasını gene gene okurken, müfettiş elinden kalemi bıraktı, sıraların arasında gezmeye başladı. Yan sıralardan arkamıza geçti bu tarafa dönerken benim önümdeki şiiri gördü, ”Çok severim o şiiri!”dedi, baştan sona okudu. ”Dilimize çevirince de güzel ama onun Almanca’sı daha anlamlıdır, Almanların en büyük şairi sayılan Johann Wolfgang von Goethe yazmıştır. Bunun bir de şarkısı vardır, çok güzel bir şarkıdır. !”deyip. kolunu uzatarak saatine baktı. , Gene görüşeceğimizi umduğunu söyleyrek resmini alıp gitti. Zil çaldı ama biz her zamanki gibi birden ayaklanmadık. Bir birimize baktık. İsmet, yüksek sesle “Ben Müfettiş olsam kesinlikle böyle olmam!”Mustafa Saatçı sordu, ”Ya nasıl olursun? ”İsmet, ”Dersliğe girince üç beş kişiyi seçer önce onları güzelce bir pataklarım!”Bekir, 4 Mehmet, Yusuf bağırdılar, ”Müfettiş İsmet Yanar, bizim sınıfa girsen önce kimi pataklarsın? İsmet önce Mehmet Yücel’i sonra Sefer Tunca’yı!”deyince herkes ilgilendi, ”Neden onları? Mehmet Yücel’i, her gün durmadan konuştuğu buna karşın bugün sustuğu, Sefer Tunca’nınsa hiç konuşmadığı için suçlu gördüğünü anlattı. Sefer Tunca sinirlendi, ”Herkes sizin gibi boşboğaz olamaz!”diyerek derslikten çıktı. Yemekte konu gene Müfettişle Hüsnü Baykoca Öğretmendi, gene birlikte yemek yediler, birlikte çıktılar…Yemekten hemen sonra biz Ahmet Ağabey’in oraya gittik. Kapı kapalı, bir süre bekledik, Ahmet Ağabey geldi. Biz de çalışmaya başladık. Ahmet Ağabey, Bugün yarın bitiremezseniz, birkaç gün ara vereceğiz, Müfettiş Bey gelecek, soracakları olacak, o acele etmez, belki çok zaman alacak!”dedi. ”Yazacağımız bu defterlerse yarın bitirebileceğimizi!”söyledik. Ona göre de biraz hızlandık. Ahmet Ağabey, çayları söyledikten sonra çıktı. Biz konuşmadan, aralıksız yazdık. Ben bu kez Orhan’ı geride bıraktım. Benim şansımdan gene den den’li sayfalar çıktı. Paydos olunca 12 sayfayı tamamlamış oldum. Orhan onuncuyu yarım bıraktı. Onun on sayfası, benim sekiz sayfam kaldı. Yarın bitireceğiz. Yeni, bu kez çok sağlıklı haber, ”Müfettiş gerçekten teftiş ediyor, okulun tüm varlığının yazılı olanlarını gözden geçiriyormuş. Derslik bunları anlatmak için hazırlanırken, arkadaşlar benim bildiklerimden daha fazlasını anlatmaya başladılar. Meğer, yapı kolundakilere Namık Ergin Öğretmen açıklamalar yapmış. Devlet tüm kurumlarını zaman zaman teftiş ettiriyormuş. Bunu duyunca aklıma geldi, ”Bizim kooperatife de gelip bakar belki, eksiğimiz var mı? Kooperatife gittim. Arkadaşlar orada, durumu anlattım. Defterlerimiz düzenli yazılı, harcamalar günü gününe yazılıyor. Eldeki para durumu? Salih Baydemir üzerindeki 15 lira dışında bir açığımız yok. Onu da öğretmen biliyor, o kefil oldu. Harun gene rahatsız ama Cavit Kafkas sağlam olarak işleri sürdürüyor. Atölyeye gittim parçaları birer ikişer kez tekrarladım. Sağ elim oldukça tembel, bileğim tutulmuş gibi. Dersliğe döndüm. İrfan’la Ramazan geldi. Daha doğrusu Ramazan’a gelen olmuş, beni bulamamış, dersliğe de girmekten çekiniyormuş. İrfan’a söylemiş, İrfan alıp getirmiş. Onlara Vahit Dedenin yazıların ı okudum. Bizim Mustafa Hoca’dan söz edişine onlar da hem şaştılar hem de sevindiler. Vahit Dede’nin Mustafa Hoca dediği Lüleburgaz ortaokulundaki Emin Özdil’in babası. Emin Özdil, Ramazan’ın en yakın arkadaşı. Emin’e haber verecek. ”Ramazan, ”Babası sevinir!”dedi. Bence Vahit Dede onlara, köye o gazeteden göndermiştir, ama olsun bir de Emin buldursun, daha iyi olur, dedim. Onlar az oturdular, köyde bir yaramazlık yokmuş. Onlar gidince Yeşil Yurt gazetesini bir daha okudum. . Yazıda geçen sözler ilgimi çekti, Bizim köyler, Vahit dedenin deyişine göre Amuca kabilesindenmiş. O bunları, Edirne-Karaağaç’a geldiğinde de anlatmıştı. Ancak Alpullu’dayken Büyük Halama gittiğimizde halam, Kırklareli’deki Ahmet Amcamla, Köydeki Mehmet Amcamdan söz ederken iki kardeş biri bir yere çekti biri bir yere, zıtlaştılar!”demişti. Ahmet Amcam müderris olmuş, ders vermiş, Mehmet Amcamsa Bektaşi dedesi olmuş. Demek ki zıtlaşma buymuş. Vahit Dedenin bu yazısından bu anlamı çıkarıyorum. Müderris Ahmet Amcamla Bektaşi Dedesi Mehmet Amcan anne –baba bir kardeşler: Biri Müderris, öteki Bektaşı dedesi neden anlaşamıyorlar? Babam hangisini tutuyordu, benim için şimdi merak konusu bu oldu. Bunları düşünerek yattım. Birden Müfettişin söylediğini anımsadım: Röslein şarkısı varmış, bunu nasıl öğrenirim? Kim bilir ki bunu? Müfettiş Beyden sorsam ayıp olur mu? Önce Hidayet Öğretmene sorup, ayıp olup olmayacağını öğrenmeye karar verdim. Bu şarkıyı bulursam, çok sevineceğim. Şarkısı oluşunu öğrenmem de çok iyi oldu;hiç değilse onu söyleyeceğim. Sanırım Röslein de sevinecek. O zaten şimdi de Gül Nihal için “Benim şarkım var!”diyor. Röslein şarkısını öğrenince daha çok sevinecektir. Ama bunu nasıl öğreneceğim? ”Şarkının vasrlığını söylemek önemli değil, şarkıyı bulup çalarak smöylemek önemli…. .

 

21 Şubat 1941 Cuma…

 

Kadir uyandırdı. Ah, antwortete das Pferd. Almanca olarak bir bu kalmış aklında”Kusura bakmayın, sizin konuşmalarınıza ancak bununla katılacağım!”dedi. Orhan, ”Hiçbir şey demeden de katılabılirsin, sen bizim arkadaşımızsın!” diye yanıt verdi. Kadir, ”Hiçbir söz söylemeden katılmak istemem, sözleriniz arasında hiç değilse arada benimde sözüm olsun isterim!”deyince Orhan”En iyisi Kuş dilince konuşalım, onu biliyor musun? ” diye sorunca Kadir sinirlenip gitti. . Orhan arkasından “Kommen sie herr Löwe!”diye bağırdı. Kommen sie bitte hier gebrüll!” Oldu mu? Orhan O nasıl olsa anlamayacak!”Halil Basutçu bizi hep duyuyor ama sözlerimize hiç katılmıyor. Bu sabah, ”Siz sabahları Kadir’le iyi baş ediyorsunuz!”dedi. Onun maksadı sizin aranıza girmek!”Derslikte gene Kadir karşıladı: ”Siz ne yapıyorsunuz aşağıda? Ben yanıtladım, ”Defter yazıyoruz, Müfettiş defterleri beğenmemiş, bizim yazmamızı istemiş. ”Sizin yazınızı müfettiş nerden bilecek? ”deyince , ”Yazılı kağıtlarımızı incelemiş, oradan seçmiş!”Kadir buna inanmadı, ”Yazılı kağıdı inceleseydi, Harun’u Abdullah’ı, Salih’i seçerdi!”dedi benim yanıtım bu kes susturucu oldu, ”Kağıttaki salt yazı değil yazılanın doğruluğu da dikkate alınmış!”deyince, ”Hadi şimdi de öğünmeye kalkışın!”diyerek tartışmayı bıraktı. Kahvaltıda sıcak, pekmezli su-peynir vardı. Ekmeklerin rengi de değişmiş, tadı da. Arkadaşlar gene söylenmeye başladılar. Oysa ekmeklerin değişeceğini geçen hafta gazeteler yazmıştı: Ekmek unları karışık olacak, denmişti. Bizim fırıncı yeni duymuş olmalı. Halil Basutçu, ”Adam gene iyi , bizden önce duymuş demek. Ekmekler değişmese biz hiç duymayacağız!”Bazıları Halil’e kızdı, ”Bu da şaka mı, biz ne bilelim ekmeklerin değişeceğini? Hasan Üner, ”Madem şimdi duyduk, öyleyse bırakalım şu ekmek yakınmalarını. Ekmekler böyle olacaksa biz bu ekmekleri yiyeceğiz arkadaşlar!” Gülüşmelerden sonra, Hasan Üner’e topluca “Aferin!”Derslikte beni bekleyen varmış, ”Müdür Beyi çağıracak mıyız? ”Çağırmayacağız, dersini haber vereceğiz!”Fettah Biricik gülerek “Arasında ne fark var? Fettah konuşunca yanıt vermezsem, rahatsız olacağımı düşünüyorum, hemen yanıtladım. Arasında dağlar kadar fark var: Çağırma olsa Müdür Bey gelmek zorunda kalır. Oysa haber vermede, gelip gelmeme onun isteğine bağlı. Çağırmada, çağıranın da bir hakkı olur, haber vermede, salt bir görev yapılmış olur. Benim görevim Müdür Beyi getirmek değil, dersimizin olduğunu bildirmektir. Ben burada okul zili gibi bir duyurucvuyum!”Mehmet Yücel, İsmet Yanar bana “Brovo, dersini verdin!”dediler. Yalnız Mehmet Yücel İsmet’e saygısız!”diye bağırdı. Nedenini ben anlamamıştım. Bana “Bravo dedikleri zaman Mehmet Yücel “Bravo dayı!”demiş, İsmet’ salt “Bravo!”demişmiş. Ders zili çaldı, ben yerimden kalkmadım. Bu kez Ali Aga, ”Gitmeyecek misin? ” diye sordu. Başımı kaldırarak “Iıı!”dedim. Herkes güldü. Ali Aga sordu, ”Ona mı güldünüz bana mı? ”Yusuf “Sana güldük!”diye bağırdı. Ali Aga’dan sert bir tepki beklerken tam tersi oldu, ”Ben arkadaşlarımın, düşüncelerine saygılıyım!”Bu kes herkes güldü. Mustafa Saatçı, ”Doğrusu Kaz Ali’den böylesi saygı beklemiyordum!”Ali Aga yanıtladı, ”Senin beklediğin zaman mı saygılı olacağız? ”Bu kez de arkadaşlar Mustafa Saatçı’ya döndüler, ”Hadi gel de bu sözün altın kalk? ”Mustafa Saatçı düşündü, gülerek “Arkadaş kırk yılda güzel bir söz söyledi, onun değerini düşürecek bir şey söylersem, ondan bir daha doğru dürüst bir söz duyamazsınız. o nedenle susuyorum!”dedi. Mehmet Yücel “İmam korktu!”dedi. Bu kez Sami Akıncı ayağa kalktı, ”Arkadaşlar dersteyiz, az sonra Müdür Bey gelecek, lütfen bu tartışmaları bırakalım!” “Tamam tamam!”diyenler oldu. Pencereden dışarı bakan varmış. İstanbul otobüslerinden kimi zaman gazete atarlar. Geçen otobüslerin birinden gene gazete atılmış, Bekir Temuçin gidip aldı. Başlık, İngilizler Bingazi’yi geri aldı. Bingazi neresi? Afrika’da!” Afrika’nın neresinde. Harita başına toplanıp, arandı bulundu. Hiç de önemli değilmiş. Çünkü bize uzak. Biz yakınımızda çarpışıp yenişsinler istiyoruz. İsmet sordu, Kimin yenmesini istiyorsunuz? Önce ben yanıtladım: İngiltere ya da yakınlarında yapılan savaşları Almanya kazansın. Bizim ülkemize yakın savaşları ise İngiltere kazanmalı. İkisi de savaşa savaşa kaybetseler daha iyi olur, görüşü kazandı. 2. Ders zili çalarken Müdür Beyin odasına gittim, kapıyı çalarken kendisi çıktı, teşekkür etti, ”Az sonra geliyorum!”dedi. Arkadaşlar hazırlandılar. Müdür Bey, ”Müfettiş size gelmiş, memnun olmuş. İsmet, ”Bize hiçbir soru sormadı!”dedi. Müdür Bey gülerek, bir insanın iyiliği kötülüğü sorularla saptanmaz, genel durumunda belli olur. Kaldı ki Müfettiş benim öğretmenim, o bir insan sarrafıdır!”dedi. önünde oturan Hasan Üner’e “İnsan sarrafı ne demek? diye sordu. Hasan çok güzel anlattı. ”Sarraf altından anlayan, altınla karışan yabancı maddeleri seçen uzman kişi. İnsan sarrafı da iyi insanla kötülerini doğru ayıran insan!”dedi. Müdür Bey, ”İşte bu kadar. Adam gelmiş sizinle konuşmuş, birkaç saatte burada kalmış. Bu, onun için yeterlidir!”Müdür Bey, Milli Eğitim Bakanlığı kurumunu bir daha ele alalım!”deyip Talim Terbiye, Teftiş Kurulu, Müdürler kurulu gibi birimleri anlattı. Teftiş kurulu üzerinde durdu. Müfettişleri sıraladı, ”Yardımcı müfttiş, müfettiş, başmüfettiş diyerek Ankara’da oturanları anlattı. Bir de illerde oturan müfettişler vardır, onları ben anlatmayayım, rica edeyim, Hüsnü Baykoca gelsin anlatsın. O bu işi iyi bilir, buraya gelmeden önce o işte yıllarca çalışmış!”dedi. Arkasından da”Onun anlattıklarını can kulağıyla dinleyin, söyledikleri sizin başınızdan geçecektir, bilginiz olsun!”dedi. Müdür Bey az duraksayınca . İsmet, ”Müfettiş Bey üç saat boyunca resim yaptı, bize de arkasını döndü!”dedi. Müdür Bey, ”O, çok çalışkan bir insandır, Resim-İş öğretmenidir, Almanca çevirmenidir, kısaca filosof bir insandır. Kimseye de arkasını dönmez. Çalışma zamanı olarak seçtiği süreci iyi kullanmaya bakar. İşte o zaman, işini görmeye uygun durumu seçer. Sizin burada da böyle bir şey olmuştur. Siz ne derseniz deyin Müfettiş Hayrullah Örs sizlerden memnun, bunu bana o söyledi. Ben ona inanırım, o da beni asla yanıltmaz. Biz , önce öğrenci öğretmen sonra da iki dost olarak karşılıklı sevgi köprümüzü kurmuşuz. o köprüden sevgiden-saygıdan başka bir şey geçemez!”Müdür Bey, ”Kaldığımız yerden devam ederiz!”deyip ayrıldı…Müdür Beyin konuşması, Müfettiş için ileri sürülen varsayımları tam bitirmedi ama sayısını çok azalttı. Şimdiki durumda , İstanbul’da tanıdığımız o iyi insan durumuna dönüştü : . Müfettişten çok, Okul Müdürümüzün öğretmeni, bir bakıma bizim de öğretmenimiz. Çocuk, baba, dede gibi bir saygı sıralacı…. Müdür Bey gidince Almanca kitabımı açtım, Heide Röslein’i defalarca okudum. İki yerde takılıyorum. Takıldığım yerlerin ilk harflerinin birini sağ ötekini sol elime yazdım. Gelen giden olmadı. Ama şiiri bir güzel ezberledim. Bir de plan tasarladım, ilk karşılaşmada Gül’e soracağım, ”Küçük güzel gül şiirini biliyor musun? Onlar hiç Almanca okumadıkları için bilmez. Okuyup, onu anlatıyormuş gibi çevireceğim. Güzl bir kırmızı gül varmış, dalların üstünde açıyormuş…… “Ben aslında bu şiirden esinlenerek sana Röslein diyorum ama, belki hoşlanmazsın diye “Gül!”demekle yetindim!” gibisinden bir yoklama yapacağım. Bu buluşuma ayrıca sevindim. Bu arada şarkıdan da söz etmeyeceğim. . Yemekte oldukça rahatım. Arkadaşlar ekmekten, fasulyeden yakınıyor, ben hiç oralı değil, bir yandan kimseye çaktırmadan Gül’ü izliyorum. Onun bana falan baktığı yok. Zaten öyle bir şey de beklemiyorum. İşi büyütmek niyetinde değilim. ama pekala ilgileniyormuş gibi yapabilirim. Yemekten sonra dersliğe uğramadan aşağıya indik. Ahmet Ağabey yerindeydi. Lüleburgaz’a gidecekmiş, bizi bekliyormuş. Yetişemezsem anahtar Muhasebeci Hikmet Beye verin!”dedi. O gidince daha rahat kaldık, bitirmek üzere yazmaya başladık. Ben bir ara konuşmaya başladım. Orhan, ”Konuşma demiyor ama hoşlanmadığını da saklayamıyor, anladım , kestim. Bir özellik saptadım, Orhan zorlandıkça parmakları ağırlaşıyor. . Sordum, ”Parmaklarım uyuşuyor!”dedi. Oysa bende ilk gün bir şişiklik oldu, geçti. Şimdilerde hiçbir değişiklik yok. Parmaklarımın akordiyondan alışık olduğu kanısına vardım. Benim defter tamamlandı. Orhan iyice ağırlaştı. Razı olmayacağını düşünerek, onun defterini de ben tamamlamak istedim. Dünden razıymış, hemen kalktı. Tam o sıra zil çaldı. Ben devam ettim. Az sonra Ahmet Ağabey geldi, bir süre kalabileceğimizi söyledi. Yemekten önce defterleri tamamladık, Ahmet Ağabeye teslim ettik, yüzer sayfalık iki defter. . Ahmet Ağabey, teşekkür etti…. Dersliğe girerken yemek zili çaldı. Bugün yemekten yemeğe çalıştık. Okulda yangın olmadığı sürece birer eserimiz olacak. Bu sözü Ahmet Ağabey bize söyledi, biz de arkadaşlara aktardık. Salih Baydemir, ”Defterleri küçümsedi, masa, sandalye gibi eşyalar daha önemli!”dedi. Orhan gülerek, ”Onları sizler de yapıyorsunuz önemli olan herkesin yapamadığı bir şeyler ortaya getirmek!”dedi. Kadir Pekgöz bu söze çok sinirlendi, ”Okul memuruna yardım etmek, bence büyük bir marifet değildir!”dedi. ”Ben söze karıştım, ” Biz okul memuruna değil okula iş yaptık. Biz çalışırken o memur oturmadı, hepimizin işini yaptı. Üstelik o defterleri tutmak da Ahmet Ağabeyin işi değil, onları vaktiyle tutanlar doğru dürüst yazamamış, biz onları temize çektik!”Revirdeki arkadaşlar çıkmış, onları görünce konumuz değişti. Yakup iyi oluğunu söyledi. Hilmi daha önce çıkmıştı. Mehmet Başaran’la Harun Özçlik’de zafiyet varmış. ”Zafiyet nasıl bir hastalık? diye sordum. Arkadaşlar güldü, zafiyet hastalık değil, güçsüzlükmüş. Bu kez ben güldüm, ”Ne demek hastalık değil, güçsüzlük de bir hastalık sayılır, ”Hastalıklara hazırlık hastalığı!”. . Derslikte gene her kafadan ayrı ses çıkmaya başladı. Yarın Askerlik Dersinde Üsteğmn Bingazi savaşını anlatır, diyenler var. Evrensekiz, Ahmetbey taraflarına geçen askerleri soracaklar var. Derslerimiz rahat geçeceğe benziyor. Bu arada yarınki tekmil işi Mehmet Yücel’in bunu anımsayınca “Eyvah!”diye bağırdı. Bana takıldı, ”Dayı benim yerime sen kalk!’” “Olur!”deyip geçiştirdim. Olmayacağını o da biliyor ama, sevindi, teşekkür etti.

Yatağa yatınca üzüldüm. Han Duvarlarını tam bitirme durumuna getirmişken araya Röslein’i soktum, durumu tavsattım. Röslein Röslein Röslein rot, Röslein auf der heiden. Birden aklıma geldi, Ros; gül, lein ne? . Fraulein, genç kız. öyleyse, fraulein, gülcük daha doğrusu güzel gül. Bu buluşuma çok sevindim. Kızlara Fraulein, dendiğini herkes biliyor. Özellikle Alman Ahmet, kimsenin adını öğrenmiyor, hemen öyle çağırıyor. Yemeğe geldiğinde nöbetçilere bir şey söyleyecekse özellikle kızlara söylüyor, Faulein tuz getirir misin? ya da bir kaşık alır mısın? derken Fraulein’ı ekliyor. Bu nedenle benim Roslein yakıştırmam güzel olacak. Röslein Röslein Röslein rot!” Uykum açıldı, uyuyabilirsem sanırım kendimi gül bahçeleri içinde bulacağım. Alpullu Atatürk bahçesinde falan. Ya şarkısını öğrensem!

 

22 Şubat 1941 Cumartesi…. .

 

Uyanınca rüya görmediğime şaştım. O denli kuruntularla yattım ki, kesinlikle Röslein’i rüyamda göreceğimi sanıyordum. Buna üzülmedim: O denli derinliğine bir bağ olsun istemiyorum zaten. Önemli olan konuşmak, konuşma olanağı yakalamak için hazırlıklı olmak. . Orhan rüyasında Ahmet Ağabeyi görmüş, defter kolunun altına dersliğe gelmiş, ”Bunu hanginiz yaptı? ”diye bağırmış. ”Kolunun altındaki defter seninkiydi, bunu söyleyemedim, ne yapacağımı şaşırmıştım, sıkıntıdan çırpınırken uyandım!”dedi. Rüyalar kimi zaman doğru çıkarmış, bunu konuştuk, ikimizde de bir kuşku belirdi: Böyle bir şey olursa, herhalde bizi azarlamazlar, çağırıp düzeltmemizi isterler. Nasıl olsa eski defterler ellerinde. Zaten Ahmet Ağabey, eskiler saklanacak, biz yenileri kolay okunması için düşündük!”demişti. Defter telaşı bana Röslein olayını unutturdu. Kadir söze karıştı, bana;” Sahi iskeletin yerine Üsteğmeni karşılayacak mısın? ””Mehmet Yücel o sözü bana şaka olsun diye söyledi, o benden daha güzel tekmil verir, neden bana devretsin? ”diye ben Kadir’e sordum. Mehmet Yücel duymuş, bağırdı, ”Adımı duydum, beni çekiştiriyorsunuz!”dedi. Ben de Kadir’in sorusunu tekrarladım. Mehmet Yücel aslında Kadir’in İskelet, sözüne kızmış, Kadir’e “Kendi bacağına bakmıyorsun elin boyunda bosundasın. Kendi gözünde çöpü görmüyorsun, elin gözünde mertek arıyorsun!”dedi. Arkadaşlar güldüler. Neden güldüklerini Mehmet Yücel gibi önce ben de anlamamıştım. Meğer sözü ters söylemiş, ”Kendi gözünde merteği görmüyor, elin gözünde çop arıyor!” olacakmış. Sözün doğrusu: ”Kendi gözünde merteği göremeyen, elin gözünde çöp arar!”…Dersliğe konuşa konuşa gittik. Arkadaşlar okul önüne kamyonlar geldiğini söyledi. . Sahiden dört asker kamyonu gelmiş, ara sıra Üsteğmeni getiren cemselerden. . Arkadaşları bir telaş sardı: Neden geldiler? Sakın okulu boşaltmamızı istemesinler? Kahvaltıda bu telaş birden bire yayıldı. Salt bizim arkadaşların değil öteki sınıflardaki çocukların da aklına bu gelmiş. Kahvaltıdan dönüşte cemselere dikkatlı baktık, sürücüler içinde. O kadar çok varsayımlar öne sürüldü ki, hepimiz telaşlanmaya başladık. Hasan Üner çevik davrandı, ”Gidip soracağım!”dedi, büyük kapıdan çıkıp cemselerin en önündekine gitti sordu. Asker kapıyı açıp Hasan’a bir şeyler anlattı, binayı gösterdi gene cemsenin kapısını kapattı. Hasan gülerek geldi: ”Cemseler Lüleburgaz’a gidiyormuş, komutan yüzbaşı Hidayet Gülen Öğretmenin tanıdığıymış, onunla görüşmek için okula gelmiş, askerler yüzbaşıyı bekliyormuş. Bu sıra bizim Üsteğmen geldi. Pencereden bakıyoruz, o da askere sordu, konuşurken Yüzbaşı ile Hidayet Öğretmen birlikte çıktılar, Üsteğmenle el sıkıştılar, Yüzbaşı, Üsteğmen ökçe tokuşturarak selamlaşıp ayrıldılar. Hidayet Gülen Öğretmen el salladı, Üsteğmenle merdivenlere tırmanıp binaya girdiler. Arkadaşlar katıla katıla gülmeye başladı. Halil Basutçu, ”Biz kendi kafamızı göçle bozmuşuz, cemse gelse göç, yağmur yağsa göç, rüya görsek göç deyip kaygılanıyoruz!”Arkadaşların çoğu ayakta, pencereden bakıyorlar. Ben oturdum, Almanca lügatten, fraulein, Röslein sözlerine bakıp ekleri karşılaştırıyorum. Gerçekten iki ek de “lein. ”İçimden “Tamam!”dedim. defterime yazıyorum. Ne söyleyeceğim, nasıl bir plan kuracağım, diye düşünürken Müfettiş Bey kapıdan göründü. ”Sizin bugün de mi boş saatiniz var? dedi. Arkadaşlar beklemiyordu, birden yerlerine oturup suskunlaştılar. Ben hazırlıklı olduğuma sevindim. Yan gözle izlerken içimden de “Bizim tarafa gelse !”diyordum. Dediğim gibi oldu, sıralara baka baka bizim sıraya geldi, hiçbir şey demeden Almanca lügatı aldı, ”İki gündür aklıma bir söz takıldı, ”Untergagn dem Lügenbrut. Sayfaları çevirdi. Bana sordu, ”Schiller’in bir şirinde geçiyor, okudun mu? ” Schiller’den Kefil diye bir parça okuduğumuzu, Vilhelm Tell öyküsünü bildiğimizi söyledim!” kitabın sayfalarını çevirdi. ”İşte birini buldum!”deyip “Untergang=Gurup, magrip, izmihlal yazdı. Lügenbrut= kitabı karıştırdı, kapatıp sıraya koydu, senin lügatte almamış. Sözde Grosse- Deutsch-Türkisches Vörterbusch. Ne demek biliyor musun? Büyük Almanca-Türkçe sözler kitabı. Bunları söyledikten sonra eğildi, yazdığıma baktı, ”Ne çalışıyorsun? diye sordu. Röslein sözcüğündeki lein ile Fraulein deki lein aynı anlamı mı taşıyor? Dedim. ”Tabi tabi, Türkçe anlamında aynı sayılır, öyle çevrilebilir. !”dedi. Güldü, ”Beni çok biliyor sanma, ben kuralları pek bilmem. Çevirdiklerimde aynı anlamda kullandığımı anımsıyorum!”İyi, memnun oldum, öğretmen yok deyip, kitapları kapatmıyorsun. Kendinin en iyi öğretmeni sensin. Daha önce öğretmeniniz kimdi? ”diye sordu. Sami Akıncı yanıtladı. Ömer Uzgil. Ömer Uzgil adını duyunca Müfettiş gülümsedi, ”Aaa, bizim Ömer, yakında gördüm onu, Isparta’da, çalışkan Ömer, güzel bir okul kuruyor!”dedi. Bir söz söyleyecek gibi yaptı, kapıya doğruldu, Yazdığı kağıt bizim sırada kalmıştı, götürdüm, teşekkür etti. ”Gereği yok, ben öbür söze bakmıştım, o sözü de şimdi anımsadım, ona da gerek kalmadı!”dedi tekrar teşekkür etti ayrıldı. Dersliğe dönünce;İsmet, ”Dayı sen Müfettişin iyice gözüne girmişsin!”dedi. Öteki arkadaşlardan bazıları, ”Sen bari kıskanma, çalış sen de gir!”dediler. İsmet diretti, ”Adamın iki gözü var dayım ikisine de girmiş!”deyince Mehmet Yücel, ”İsmet, sen rahat girecek iki göz mü istiyorsun, öyleyse Hüsnü Baykoca’nın gözüne gir!”dedi. Arkadaşlar kırılasıya güldü. Hüsnü Baykoca son zamanlarda bizim sınıfa karşı çok güvensiz davranmaktadır. Özellikle İsmet onu görünce, takılmasından hoşlanmadığı için kaçar durumdadır. Mehmet Yücel bunu anımsattı. İsmet bir süre sustu. Mehmet Yücel, yerinden kalktı kapıya doğru giderken İsmet arkasından koştu ”Kaçma, seni Baykoca’nın gözüne!” derken Üsteğmen kapıdan girdi. . Mehmet Yücel tekmilini güzel verdi. Ancak İsmet yerine oturamamıştı. Üsteğmen nedenini sordu. İsmet, inandırıcı bir şey söyleyemedi. Mehmet Yücel, ”İsmet benim en iyi arkadaşım, onunla sürekli şakalaşıyoruz, bana gene takılıyordu, zili duyamadık, özür dileriz!”dedi. Üsteğmen güldü, ”Size bu günlerden kalacak en güzel anılar bu terbiye ölçüleri içindeki şakalardır. !”dedi. Arkasından Almanya’nın yediği ilk darbe diye söze başlayıp Bingazi yenilgisi üzerinde durdu. Almanya’nın Yunanistan üzerinden Afrika’ya yani Mısır’a gitme hesapları yanlış çıktı, İngiltere, ”Ben Afrika’da varım!”dedi böylece bizim yükümüz biraz hafifledi!”dedi. Arkadaşlar bizimle ilgisi sordular. ”Almanya Yunanistan’ı kolayca yutsaydı, rahat olarak Mısır’a o yoldan geçecekti. Afrika’yı işgal edecek koca Alman ordusu, dar Balkanlardan geçerken bize zarar verebilirdi. . Şimdi bu tehlike kalktı. Yunanistan Almanya için geçit olamayacaktır. O zaman Almanya Yunanistan’da fazla güç tutmayacaktır. Almanya bilir ki, az güçle Türk ordusuna göz dağı verilemez. !”Üsteğmenin sözlerine çok sevindik. Ders arasında Üsteğmen çıkınca arkadaşlar, ”Böyleyse ekmekler neden karardı? Demeğe başladılar. Üsteğmen gelince de bunu sordular. Üsteğmen, ”Beni galiba yanlış anlıyorsunuz. Ben devletin politikasını bilmem, ben küçük rütbeli bir askerim, Kurmay okulu için hazırlanıyorum. Benim söylediklerim, uzun zaman içinde olabileceklerin bazılarıdır. Savaş olasılığı azaldı, dedimse bu savaş bitti anlamına gelmez. Ben Almanya’nın 3 yıldır kullandıkları taktikleri değerlendirerek, onların durumlarına göre konuşuyorum. Bizim devletimizin taktiği için hiçbir fikrim yok diyebilirim. Belki de bizim taktiğimiz, Almanya’ya teslim olan Yunanistan’ı sıkıştırıp Balkan savaşında kaybettiğimiz yerleri almayı tasarlıyor, keza Bulgaristan’a bıraktığımız yerleri geri almayı düşünüyor. İşte bunları bilmemiz olası değil. Bu nedenle, hükümetimiz uzmanların önerilerine uyarak, bizim tayınları, sizin günlük ekmekleri kesmektedir. Bunların sakın bana sormayın, hatta hiç kimselere sormayın. Baklava börek yediğimiz günler bunları soruyor muydu? Bunları veren insanlar bir bildiği olmasa bizi böyle sorgulayıcı durumlara düşürmezler!”Üsteğmen durdu, hepimize baktı, Yüksek sesle “Haklı mıyım? ”dedi. Hepimiz, ”Haklısınız!”diye yanıt verdik. Bir fısıldaşma oldu, Bekir, Çorlu tarafına geçen askerleri sordu. Üsteğmen, ”İyi ki sordunuz ben de onları örnek gösterecektim. Ergene-Meriç havzasında bulunan tümenlerimiz, demin anlattığım nedenlerden ötürü başka yerlere kaydırılıyor. Meriç nehri boyunca Yunanistan tarafı askerden arınmış durumda. Boş alanlara karşı asker tutmaya gerek kalmayınca biz de askerlerimizi daha önemli yerlere göndermek üzere çektik. İşte bunlar askerliğin taktik oyunlarıdır. Bakarsınız Almanlar Karadeniz kıyılarına yığınak yapmaya başlar, bizim askerim iz de Istrancalara doğru kaymaya başlar. Biz savaşmak istemiyoruz, düşmanı bekliyoruz. O nedenle Belli yerlerde dikilip kalmıyoruz. Düşmanın alacağı tavra karşı tavrımızı değiştiriyoruz!”Üsteğmenin dediklerini iyi anladım, sanıyorum. Üsteğmen gidince sırama oturum rahatça gerindim. Biz bu anlatılanları ne zaman doğru olarak kendimiz düşüneceğiz? Dır, dır, dır öğretmenlerle cebelleşiyoruz, Onlar her şeyi bize hazır vermek zorundalar mı? Üsteğmen geleli beri bize anlamamız gereken şekilde anlatıyor. Anladık!”deyip geçiyoruz, iki, gün sonra gene bencil isteklerimiz egemen oluyor. Babam, ”İnsanlar alma ağacı altında otururlar!”der. Buna inandıkları için hep alma taraftarıymışlar. Bir de “Verme” ağacı varmış ana insanlar onu bir türlü bulamıyormuş. Babam bunu söyleyip güler, ”Hınzırlıklarından bulmuyorlar, oysa verme ağacını da pekala biliyorlar!”Babam haklı, bizim arkadaşlara bakıyorum gerçekten hepsi “Alma ağaçları altındalar!”…Tören zili çalınca anımsadım, Müfettiş akordiyon çaldığımı görünce belki daha çok yakınlık gösterecek, bir aksaklık olmasa bari”diye içimden geçirdim. Gerçekten, merdivene akordiyonla çıkınca dikkatli baktı, bana olduğunu pek anlamadım ama gülümser gibi oldu. . Bir terslik olmadı, sevinerek ayrıldım. Yemekte Müdür Beyle Müfettiş birinci masanın başında oturdular. Hüsnü Baykoca sonradan geldi, yanlarına oturdu. O gelince bizim masa şenlendi, ”Hüsnü ile Emrullah mı yokra Hüsnü ile Hayrullah mı? Yusuf Asıl hem yemek yiyor hem de arada konuşuyor. Susmasını söyleyince, ”Aklıma gelenleri söylemezsen yutarım, mideme gider, beni rahatsız ederler!”dedi. Bu kez de Hasan’la Orhan, ”Konuşunca da bizim midemize gidiyor, biz rahatsız oluyoruz! “dediler. Yusuf yanıt vermekte usta, ”Midenize gitmeden önce kulaklaruınızı açın kulaklarınıza girsin, kulaklar sözleri duymak için yaratıldığından oraya giden sesler insanı rahatsız etmez!”Bu kez de “Sesinkiler rahatsız ediyor!”dediler. Yusuf anlayışlı numarası yaptı, ”Pekiyi, ben arkadaşlarımı dinlerim!”dedi, sustu. Hava güzel, bugün Halkevine uğramak niyetindeyim. Harun Özçelik, Salih Baydemir, Cavit Kafkas geliyorlar. Öğretmen Cavit’e gelemeyeceğini söylemiş. Daha rahatım, öğretmen varken ayrılamıyordum. Eczane önünde indik. Önce kırtasiyeciye uğradık. Kırtasiyeciden dönerken Emin Özdil’le karşılaştım. Emin geçen hafta köye gitmiş, en güzel haber, Bektaş Ağabeyimle Ali Eniştem köydeymiş. Ali Eniştem izinli, Bektaş Ağabeyimse havadeğişimi nedeniyle gelmiş. Bu kez de üzüldüm: Hava değişimi hastalık için verilir. Emin Bektaş Ağabeyimle konuşmuş, ”Hasta falan değil!”dedi. Gene de kuşkulandım. Halkevine Eminle birlikte gittik. O arkadaşlarıyla sinemaya girecekmiş, ben salona geçtim. Salonun her köşesinde değişik çalgılarla çalışanlar var. Musa yok, akordiyon da yok. Tanıdığım çaycıya sordum, ”Saat 4’te geliyor!”(16oo) dedi. Bu kez arkadaşların yanına döndüm, birlikte dolaştık. Cavit, ekmek almamızı önerdi. Arkadaşlar yeni ekmekleri beğenmiyormuş, bulunsun!”dedi. Arkadaşım Hasan aklıma geldi, ”Kürdün fırını denilen yere arkadaşları götürdüm, en iyi ekmek yapan yer. Hoş beşten sonra durumu Hasan’a anlattım. Hasan başını salladı, ”Bırakın kibarlığı, tek tip ekmek çıkıyor, sürekli kontrol ediliyoruz. Biz has ekmeyi unuttuk, siz de unutacaksınız!”dedi. Böylece ekmek gerçeğiyle fırında karşı karşıya kaldık. ”Tek tip ekmek, kontrol, Has ekmek yok…. Saat tam 16oo da halkevine uğradım, asker Musa akordiyon çalıyor, yanında üç tane çocuk var, arada onlara basları gösterip tuşlara basıyor. Beni görünce, radyo dinliyor musun? diye sordu. ”Bir saat sonra radyoda akordiyon çalan birisi var, güzel çalıyor, muhakkak dinle!”dedi. Gene çalmaya başladı. O üç çocuğa ders veriyormuş. bana, ”Pazar günü aynı saatte gelemez misin? dedi. ”Geleceğim!”deyip ayrıldım. Arkadaşlara uç uca yetiştim. Saat 1700 olmadan radyoya yetişmeliyim. Yetiştim gibi bir şey, aldıklarımızı kooperatife taşıdık, ben izin isteyip ayrıldım. Hüsnü Baykoca Öğretmenden izinliyim ama, iznim radyoyu dışarıya vermek için. Şimdi dışarı saati değil. İsmet’i çağırıp odayı açtım. Radyo az olarak açıkmış. Oturup dinledik. Program saat 17oo de başlamış. 17-30’da bitti. Her cumartesi bu saatte sizinleyiz diyen bir ses “Hoşça kalın deyip ayrıldı. Gene de mutlu oldum, radyoda çalan şahane çalıyor. Bir akordiyon değil birkaç akordiyon çalıyormuş gibi bol ses çıkarıyor. Sesler kulaklarımda kaldı. Benim akordiyonun sesi benim kulaklarımda böyle kalmıyor. Yorgun gibi dersliğe gittim. Bektaş Ağabeyimin, Ali Eniştemin gelişi iyi ama hava değişimi neden? Ahmet Gürsel Öğretmen için başladığım mektubu çıkarıp yazdıklarımı okudum. Geometriden bir soru soruyorum. Daire için çizilen üçgenlerle ilgili. . Ayni yay üzerine çizilen merkez açılı bir üçgenle, çember üstüne uzanan üçgenin tepe açıları arasında nasıl bir ilişki vardır. Merkez açının çember açısının iki katı olduğunu görüyorum ama nedenin açıklayamıyorum. Akşam yemeğine yorgun gittim. Ekmek olayını arkadaşlara anlattım, inanmadılar. ”Fırıncı yalan söylemiştir!”diyenler oldu. Birileri de “Kim nereden bilecek, gece gizli yaparlar!”biçiminde konuştu. ”Yasak olan bir olayın yapılamayacağını bir türlü anlamayanlar var. Benim de bunlara aklım ermiyor. Yasak yapılırsa insanlar ceza yer. Tütün ekmek yasak, insanlar kendi tarlasına tütün ekemiyor. Şarap yapmak yasak, insanlar bağından topladığı üzümü ezip suyunu bir fıçıya koyamıyor. Sonunda şarap olup, içilir ya da satılır, deyip önleniyor. Bunu anlatıyorum, ”Olur mu öyle şey? ”deyip karşı çıkıyorlar. Mektubu temize çekmek üzere tamamladım. Belki yarın yazarım. Nedense bugün yorgunum, sıraya yatıp uyuyasım geliyor. Böyleyken Hüsnü Yalçın beni övücü sözler söyleyince gözlerimi açıp dikkatle dinledim. Çok çalışırmışım, çalıştığımı da gösterebiliyormuşum. Halil söze karıştı, Hüsnü’ye: ”Şimdilerde gösteriyor ama uzun zaman onun gayretlerini insanlar görmediler ya da görmezden geldiler. Yoksa arkadaş , ilk günden beri hep böyle çalıştı. Çalışmalarının ürünlerini giderek herkes görmek zorunda kaldı!’”dedi. Ben, özellikle Müfettişle ilgili olayı şans olarak değerlendirdim. Elimde Almanca-Türkçe Lügat olması, müfettişin ilgisini çekti. Ancak ben Müfettişi herkesten çok görmüş durumdayım. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel geldiği zaman bu Müfettiş benim ilokujl öğretmenim olan Ahmet Korkut’la birlikteydi. O zaman biz, Lüleburgaz okul bahçesinde çalışıyorduk . Ahmet Korkut Öğretmenimin elini öpmek istediğimde öğretmenim Müfettişi göstererk: ”Benim öğretmenim , önce öpülecek eller orada!”deyince sırayla ikisinin de elini öpmüştüm. Daha sonra İstanbul’a gittiğimizde uzun süre bizimle kaldı, hepimizle konuşup gönlümüzü aldı. Buraya gelince de Okul Müdürümüzü çağırmaya gidince, Müdür Odasında benimle konuştu. Bu nedenle ben Müfettişe ısındım. Sanırım o bunu anladı, sonra da gördükçe benimle konuştu!”Zil çalınca konuşmamızı kestik. Yatınca bir süre Müfettiş Hayrullah Örs’ü düşündüm. Çok yumuşak bir insan, sanki Müfettiş değil de doktor falan gibi. Gerçi ben doktorları hiç tanımıyorum ama, sanıyorum doktorlar hastalarla ilgilendikleri için onlara sevgiyle baka baka tüm insanlara öyle bakmaya alışırlar. Maske kitanını yazarı Anton Çehof’u okurken buna benzer bir söz okumuştum. Müfettiş Beyin bu yumuşak tavrından yararlanarak Röslein şarkısını nerede bulabileceğimi sormayı tasarladım. . Sorsam çok ayıp olur mu acaba? ”

 

23 Şubat 1941 Pazar…

 

Konuşmalardan uyandım. Konu ekmekler, ”Fırını değiştirsinler!”diyen oldu. Yatıp dururken birden kalktım, ”Kim akıllı? Ne fırını değiştiriyorsun? diye bağırdım. Sesler kesildi. Kalktım, herkes gülüyor. Söyleyen 7. sınıflardan benim iyi tanıdığım Rasim Dereli. İyi bir arkadaş, böyle konuşmalara da katılan biri değil, hele bana karşı durması kesinlikle söz konusu değil. Bilmediği için öyle söyleyivermiş. Sarıldım, konuşa konuşa çıktık. Baştan sona olayı anlattım. Birlikte bizim dersliğe gittik, oradan da kahvaltıya döndük. Bizim masadakiler Rasim’in sözünü hemen dillerine dolamışlar: Fırını değiştirelim!””Fırını değil kafalarınızı değiştirin!”Bu kafalarla içinde bulunduğunuz ortamı algılamanız olası değil!”Benim sözlerim çoğuna dokunuyor. ”Sen hiç şakaya gelmiyorsun!”diyorlar. Kahvaltıdan sonra sabah sabah atölyeye gittim, bildiğim parçaları önce çok ağır sonra da olabildiğince hızlı çaldım. . Tam bırakmak üzereydim, kapı tıkırdadı, bekledim gelen olmadı, gittim açtım, dinleyen var dediler. Şaşırdım, ne diyeceğimi toparlayamadım: dört kız, benim eski nöbetçi arkadaşlarım Melahat, Feride, Gül, Mukaddes. Geldiler. Ne çalayım? ” diye sordum, Melahat, ”Ne çalarsan çal, biz adordiyonun sesini seviyoruz, parçalar çok önemli değil!”dedi. Dördü de daha önce dinlemişlerdi, sevdiklerini anımsadığım, Gülnihal’i, , Kazaskayı, Çardaş Früstin’i Macar Dansını, La Polama’yı çaldım. Tuna Dalgalarını, Karmen Silvayı tempolu olarak bastıra bastıra çaldım. Çok sevindiler, teşekkür edip ayrıldılar. Gül’e ayrı bir şey demedim ama, Gülnihal, derken biraz bastırarak biraz da duraksayarak Gülnihal deyişime güldüğü için sanırım benim şakamı anladı, ayrılırken de aynı gülümsemeyi yaptı. Nedense birden sevindim. Bir süre daha çalıştım. Bu kez de İdris, Abdullah, Harun, Hasan, Orhan geldiler. Onlara da aynı istekle çaldım. Onlar da memnun oldu. Dersliğe gidince, İsmet bana takıldı, ”Dayı, sen dinleyicilerini biletle mi çağırıyorsun? diye sordu. Anlamazdan geldim. Halil, ”Senin oraya kızların gittiğini görmüşler, onun için takılıyorlar!”dedi. Ben kızları an lamazdan gelerek, “Ne var bunda, arkadaşlar geldi!”deyince Halil”Onlar kızların oradan çıktığını gördükleri için gittiler!”dedi. ”Olsun!”deyip yerime oturdum. Orhan çok güzel çaldığımı, Abdullah çok ilerletmiş olduğumu söyledi. Arkadaşların ne dediğini pek umursamadım, Güle birkaç söz söyleyebilir miydim acaba diye düşündüm. Sonra da sustuğuma iyi ettiğimi, kendimi ele verirsem belki çok üzüleceğimi, Gül’e takılmak istemekle birlikte, ileri gidecek bir durum olmadığını, olamayacağını, buna kesin karar verdiğimi bu kararı bozmayacağımı tekrarladım. . Ben susayım, varsın arkadaşlar konuşsun, en iyisi bu, varsın onlar kendilerine kendileri yakıştırmalar yapsınlar!”Hüsnü döndü, beni kutladı, ”Karaağaç’ta okula başladığımız günleri anımsıyorum, en zor durumda olanlarımızdan biri de sendin. Müzik derslerimize gelen Adem Öğretmen seni azarlar dururdu. Ya Beden Eğitimi dersine gelen Ömer Öğretmen, anımsıyor musun? Ne yapsan beğenmiyordu. Ahmet Gürsel Öğretmeni hiç anımsatmayayım!”deyince bu kez Halil konuştu, Ahmet Gürsel Öğretmen uzun süre arkadaşın çalışmalarına inanamadı. Kaç defa şunu yapana not vereceğim dediğinde arkadaş yapınca “Senin notun fena değilmiş deyip geçiştirdi!”Arkadaşların anlattıklarını hep yazdığım, ara sıra da yazdıklarımı okuduğum için söylediklerinizi harfi harfine biliyorum. Dün akşam da bunlara değinmiştik. Arkadaşların bunları anımsamasına benim için çok sevindirici!”Orhan geldi, konuşmalarımıza katıldı. Ancak Orhan, deminden beri konuşulanları yalanlayan bir söz söyledi, ”Arkadaş, sen Müfettişi düpedüz kandırdın!”dedi, . Neden? diye sordum. Biz , senin dediğin gibi Almanca çalışmadık, Schiller’den şiirler okumadık!”dedi. Orhan’ı dinledim, söylediklerine üzüldüm. Ben “Schiller’den şiir okuduk, demedim, Kefil adlı parçasını okuduk, Wilhelm Tell olayını dinledik!”dedim. Bunu neresi yanlış? Kefil parçasını arkadaşlar doğruladı. Hüsnü parçayı neredeyse ezber söyledi, ”Meros mantosunun altına kamasını sakladı, onu gören…. Orhan söylediğine pişman oldu, sustu. Belli ki bir başka yerde bunlar konuşulmuş, Orhan da etkilerinde kalmış. Üzüldüm, bu kez de ben konuştum, ”Gerçekten ben Müfettişi kandırdım, eline verdiğim Büyük Almanca-Türkçe sözlük değildi, Ezberlediğim Röslein şiiri yoktu, seninle çat par Almanca söyleştiğimiz de yalan!”Bundan sonra sen sakın bu yalanlara katılma, kendini koru!”dedim. Halil yatıştırmaya çalıştı. ”Ortada bir yanlış anlaşılma var, senin yaptığın ya da söylediğin bir söz yok, Müfettiş geldi başımıza dikildi adam kendisi konuşu!”bunun neresinde yanlış var? Başımıza dikilen, lügati alıp bakan insana “Olmaz!”mı deseydik yani? Konuşunca Halil de sinirlendi. Ancak Halil, Orhan’a değil de bu konuda Orhan’ı yanıltanlara kızmıştı. Orhan öyle kaldı, biz eski konuşmamıza döndük. Aynı durumlar günümüzde de sürüyor. Ancak şimdilerde bu kültür derslerinde pek olmuyor ama sanat derslerinde bir takım ayak oyunları şeklinde sürüp gidiyor. Orhan ayrıldı. Hüsnü, Orhan için, ”İyi çocuktur, ona darılma!”dedi. Hüsnü’ye iyiliğin ne olduğunu sordum. Kendine göre anlattı. Ben de ona, geçen haftaki çalışmamızı anlattım. Ahmet Gökay Ağabey, ”Sana izin aldım, bir hafta yanımda çalışacaksın!”dedi. Ancak seninle uyum içinde çalışacak bir de arkadaşını da sen seç birlikte çalışın!”dedi. Ben Orhan’ı seçtim. 4 gün birlikte çalıştık, Son gün halsiz kaldı, onun işini de ben tamamladım. Az önce ben çalışırken yanıma geldiler, onlara akordiyon çaldım. Buraya geldiğimde öğrendim ki Orhan öteki arkadaşlara katılıp benim yanıma gelmiş, geliş nedeni de az önce oraya kızların gelişiymiş. Şimdi de geldi, bunu söyledi. Bunların iyilikle bir ilgisi var mı? ”Hüsnü üzgün, kısık bir sesle “Yok!”diyebildi. Halil de üzüldü. Orhan iyi arkadaştır, hoş arkadaştır ama, iyilik nereye kadar gidiyor? Zil çaldı, üzgün bir durumda yatağa girdim. Yatınca sakin sakin düşündüm: Kendi işini kendin gör, kendi sorununu kendin çöz. Kendi dostun kendin ol. Beklenmedin zamanda güzel işler de oluyor, beklenmedik can sıkıntıları da…Bektaş Ağabeyimin, Ali Eniştemin köyde oluşları güzel haberler. Bunların yanında Orhan’ın söylediği sözün ne önemi olur? Destur, deyip dön arkanı, ne günü varsa görsün. Darılmasam bile iyi olmaya çalışmam. İsterse o gayret göstersin. İşte böylesi ile arkadaşlık yapmaya çalışacağına Gül’le bakış, Gül için küçük tuzaklar kur. Ona kötülük yapma, onun için kötü şeyler düşünme. Onu güzel buluyorsan o güzelliği zedelememek için çaba harca. Sonsuza dek o senin anılarında hep güzel kalsın. Sakın onu, bu durumu bozacak bir tavra girmeye zorlama. Zorla güzellik olmaz. Öyleyse karşılaştığın bu güzelliği bozmamak için aklını kullan. !”

İsmet geldi: ”Yeni Bedir’e gidelim!”dedi. Ben de Lüleburgaz’a gitmeyi önerdim. Yazi tura attık, İsmet kazandı. Bugün banyo yokmuş. Öğle yemeğinden sonra gideceğiz. . Ahmet Gürsel Öğretmenin mektubunu yazıyorum, daha doğrusu bir türlü yazıp bitiremiyorum. Elime alınca evirip çevirip düzeltme yapıyorum. Düzeltmeler nedense düzeltmeden çok işi uzatmaya neden oluyor. Bu arada kendimi de süzgeçten geçiriyorum: ”Acaba ben çok mu bencil davranıyorun? ”. Kahvaltıda çay-zeytin var, hiç mızıltı yapmadan yiyorum. Aslında herkes yiyor ama kimisinin zırıltısından durulumuyor. Hangi türlü çorba çıksa benden bir sızlanma çıkmıyor. . Ekmekler, karışık undan yapılıyormuş. Buğday unu yanında çavdar, galiba biraz da arpa…Köy ekmeklerimiz bunlardan daha iyi değil, alıştığımız için tatlı gibi geliyorsa da Kasaba ekmeği dediğimiz Lüleburgaz ekmeklerini köyedeyken kapışarak yediğimizi unutmadım. Bu neddenle arkadaşların yakınmalarına katılmıyorum. Onlar bunu bir başka tavır gibi sayıyorlar. Oysa öyle değil, ben gerçeği düşünüyorum. Bu nedenle arkadaşların çoğu beni eleştiriyor. Yüzüme söylemeseler bile bunu ben seziyorum. . Gene de onların hoşuna gitmek için doğru bildiğimden şaşmayacağım. Sonunda mektubu tamamladım. Soracağım geometri sorumu gene gene çizdim, kendim bir ip ucu bulamadım: Bir yay üzerine çizilen, tepe noktaları birinin çember, ötekinin merkezde olan ikiz kenar üçgenlerin tepe açıları ½ oranında oluyor. Bunu nasıl ispatlayacağım? Daireyi, üçgenleri çizdim, sonunda zarfı kapattım. Mektup gitmiş gibi sevindim. Zarf açık olunca hep bir kuşku duyuyorum: Öyle mi yazsam, böyle mi desem? Oysa zarfı kapatınca tümden tamamlanmış oluyor, rahatlıyorum. Arkadaşlar pencerelere sıralanmış gülüşerek dışarı bakıyorlar. Kızların bir bölümü Nahide Öğretmenle okul önündeki tören alanında top oynuyormuş. . Her top atışlarında bir kahkaha atılıyor. Top arada bir iki ele deyebiliyor, her atış dışarı, her dışarı kaçırış kahkaha. Aralarında Gül yok. Ben bir göz gezdirip yerime oturdum. Halil geldi, ”Sen bakmıyor musun kızlara? dedi. Bu kez ben ona sordum, ”Sen bakmıyor musun kızlara? “Gülüştük. Orhan’ı sordu, ”Küsüşmeyin, iyi konuşuyordunuz, sürsün o. Orhan aslında iyi bir arkadaş!”dedi. =rhan’la atölyede birlikte çalışıyoruz, darılmak, küsüşmekniyetinde olmadığımı söyledim, Halil sevindi. Atölyeye gidip akordiyon çalıştım. Baslarda gam yapmayı iyice öğrendim. Bas tuşları, çift sıra üzerine, bu bir bakıma kolaylık sağlıyor. El yerinde durduğu için kolay bulunuyor. Yemek zilini duyunca bırakıp çıktım. Yemekhane önünde Gül’ü gördüm, bir arkadaşıyla konuşuyordu. Döndü bana, ”Köyden gelen oldu, Rüştü’nün babası, benim akrabam!”dedi. ”Diyecek bir söz bulamadım: ”Aaa, ne güzel!”deyip yürüdüm. Mercimek-bulgur pilavı-üzüm hoşafı. . Yemekten sonra İsmet’le yola çıktık. Konuşma konumuz arkadaşlar: Kim iyi, kim art niyetli birer birer sıraladık. İsmet’le bir iki arkadaş dışında hemen hemen aynı kanıdayız, arkadaşlarımızın çoğuyla iyi ilişkiler sürdürülemez!

Köye girerken İsmet, ”Kendi köyüme gelmiş gibiyim, bizim köy de böyle kokar, duman kokusu. Esinti yok, bacalardan çıkan dumanlar çatılardan bina aralarına iniyor. !”Bu kez ben, ”Sizin köye değil bizim köye geldik. Sizin köyün kokusundan daha çok bizim köyün kokusuna benziyor!”dedim. Kamber Amcamın bahçesine girerken yengem karşıladı, Kamber Amca yokmuş. ”Öyleyse biz girmeyelim!”dedik. Yengem İsmet’in dirseğinden tutup çekti: Kamber Amca yoksa ben varım, senin evne gelenler baban olmayınca ananın yüzüne kapıyı kapatıp dönerler mi? ”diye İsmet’e sertçe sordu. İsmet, böyle bir durum beklemiyordu, hayır anlamında başını geriye attı. Yenge gülerek, Kamber şimdilerde gelir!”dedi. İçeri girdik. Yengem sordu, aç olmadığımızı söyledik. Kamber Amca Evrensekiz’e gitmiş. Yengemin anlattığına göre, oraya çok asker gelmiş, askerlerin bir bölümü uzunca bir süre orada kalacakmış. İaşe işleri konusunda zorlukları varmış. Çevre köylerin muhtarlarını bunun için çağırmışlar. Satılık yiyecek, yem türü tahılların pazarlara götürme yerine birliğe satılması konuşulacakmış. Yengem hemen”Zavallı askerler belki de aç kalıyorlar, paraları olsa bile çıkıp nereden alacaklar ki? ”dedi. , İsmet, babasından öğrendiği bilgileri yengeme anlattı, Birliklerin kantinleri oluyormuş, kantinlerde her türlü yiyecek bulunuyormuş. Yengem bu kez de: ”Parası olanlara var, ya olmayanlara? dedi İsmet’e azarlarca baktı. Sonra da”Siz ne yapıyorsunuz? sizin de kantininiz vardır!” dedi. Ben kooperatifi anlattım. Yengem kabak pişirmiş, bize kabak getirdi. Yengem kabağı tıpkı ablam gibi pişirmiş, bize de tencere altından koymuş. Tam benim istediğim gibi, az yanık. Ablam pişirince bana çok küçüklüğümden beri böylesini verirdi. ”Sen tatlı seversin, tencerenin altı tatlı olur, pişen kabağın tatlı suyu altta toplandığı için alt kattaki dilimler tatlı olur!” derdi. Yengeme bunu anlattım. Gülerek bilirim bilirim , bilmez miyim? Göz göre göre bu yanık dilimleri tabaklarınıza neden koydum? diye sordu. Kamber Amcamın gecikeceğini düşünerek kalktık. Geldiğimiz gibi gene okulun, arkadaşların iyi fena taraflarını konuşa konuşa okula döndük. Pencereden bizi görenler takıldılar, Ziyafete kondunuz. İsmet doğruyu söyledi, ziyafet falan yok, sadece iki dilim kabak yedik. “Kabak sözü edilince gülenler oldu. Bu kez İsmet ballandıra ballandıra kabağın tadını anlattı. Arkadaşlar bağırdı: ”Yeter, ağzımızı sulandırdın!”Arkadaşlara bilgi verdik, ”Askerler bir süre orada kalacakmış, muhtarlar toplantıya çağırılmış, Evrensekiz’de pazar kurulacakmış v. b. Tören zili çalınca koşup akordiyonu aldım, ucu ucuna yetiştim. Müfettiş Bey törene katıldı. O katıldığı için okuldaki tüm öğretmenler de katıldı. Törenden sonra derslikte yemek zili beklerken Sami Akıncı bana “Ben bir tane daha buldum!”dedi. Arkadaşlar ilgiyle baktılar. Önce ben de anlamadım ama sormadım. Sami, ”Çakmak çakmak!”dedi. Türkçe dersinde konuştuğumuz, ”yemek yemek” benzeri sözler. Gerçekten “Çakmak çakmak” o tür bir söylem. Arkasından bir gülme başladı: ”Sami hep böyle şeyler düşünüyor!”Ne iyi, keşke biz de düşünsek diyenlere karşı, kafamı öyle boş şeylerle yormam!” diyenler de oldu. Yemek zili çalarken Mustafa Saatçı bağırdı “Ben de buldum: Herkes durup baktı. Mustafa “Kandil yakmak!”dedi. ”Olmaz diyenlere çıkıştı, ”Çakmak çakmak oluyor da kandil yakmak neden olmasın? Mehmet Yücel “Olur olur, imam söyleyince her şey olur. Haydi şimdi mercimek yemeğe!”deyip Mustafa Saatçı’yı kolundan tutup çekti. Bu kez Yusuf Asıl başladı, ”Sigara yakmak, şimşek çakmak, lüks yakmak türü sözleri sıraladı. Yemekte de benzer yakıştırmalar sürdü. ”Top toplama, ot otlamak türü saptırmalar bir birini izledi. Sonunda bu saçma söz nereden çıktı diye soranlar bile oldu. Derslikte Türkçe defterimi karıştırıp eksik ödevlerimi buldum. Fiil çekimlerinin tam listesini yarım bırakmışım. Bileşik zamanlı çekimlerden yapılmayanlar var. Hemen tamamladım. On tane fiil soylu sözcük seçip durum eklerini, çekim eklerini gösterdim. Okumak-okuma, okumayı, okumaya, okumada-okumadan…. Okudum-okuyordum-okuyacağım-okuyacaktım-okumuşum okumuştum v. b…. . Orhan geldi. lügatı istedi, verdim. Biraz buruk davrandım ama olsun, biraz böyle gitsin, diye düşündüm. Halil, Sefer Tunca’nın sırasındaydı, Orhan’la konuştuğumuzu görmüş, gelince: ”İyi ettin, Orhan hatasını anlayan bir arkadaş!”dedi. Bu olaydan Halil’in Orhan’nı çok sevdiğini, bu nedenle onu koruduğunu anladım. Sözleri bana söylemesine karşın, gerçekte Orhan için kaygılandığı apaçıktı. Ama olsun, benim de işime yaradı…Yatınca da bir süre bunu düşündüm. Salt Orhan’la değil tüm arkadaşlarla iyi geçinmeyi istediğime göre, bu benim için bir ödün verme sayılmamalıdır.

 

24 Şubat 1941 Pazartesi.

 

Orhan eskisi gibi “Guten Tag!”dedi. Karşılık verdim. Kadir söze karıştı, Orhan’la bir işi varmış kolundan tutup çekti, gittiler. Kadir olayı bilmiyor, bilseydi böyle yapmazdı. Sanki: ”Sözü uzatma, gene bir çıngar çıkmasın!”dermişçe kolundan tutup çekmesi dedğişik anlamlara gelebilir. Bu kez Halil beni bekledi, Müfettişten söz açtı: ”Adamda ne güçlü bellek var, bizim İstanbul’a gidişimizi, oradaki konuşmaları anımsıyor. Ben de oradaydım, onların hiç birini anımsamıyorum. . Tek anımsadığım saatlerce kamyonla yaptığım yolculukla bir de İstanbul’un bir kıyısını gördüğüm. Niçin gittiğimizi bile tam olarak bilmiyorum!”dedi. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in gelişini sordum. Halil onu anımsıyor ama onlar geldiğinde Halil duvar ördüğünden dönüp kimseye bakamamış. Basna sordu: ”Sen nasıl anımsıyorsun? ”Hasan Ali Yücel geldiğinde biz Hasan Üner’le ikimiz tezgah başında çalışıyorduk. Yanımızda tek İrfan Evren Öğretmen vardı. Bakan geldi, bizimle konuştu. Önce kardeş olup olmadığımızı sonra da neden inşaatta olmadığımızı sormuştu. Bakan dönüp Belediye Başkanıyla konuşmaya başlayınca Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç yanımıza geldi bizimle uzun uzun konuşmuştu. Ben, Lüleburgazlı olduğumu, köyümün yakınlığını söyleyince, İsmail Hakkı Tonguç gülerek: ” Ben de biraz Lüleburgazlı sayılırım, hemşeriyiz!”demişti.

Kahvaltıdan sonra tüm sınıfta bir telaş: ”Fikret Madaralı Öğretmen geldi mi? Kim telaş ediyor? Tembel takımı. Berkir Temuçin fit attı: ”Bugün tahtaya kalkma sırası 77 Emrullah’la Hüsnü Yalçın’da dedi. Arkadaşlar güldü. Bekir’in dilinin altındakini bildiklerinden gülmüşlerdi. Gülmeler uzayınca Emrullah işin nereye dayandığını anladı, Bekir’e “Cücelik yapma!”dedi. Bekir’in en kızdığı sıfatı buydu, hemen yanıt verdi “Gulu, gulu, gulu!”Emrullah arkadaş için de birkaç takılmıştı ancak onun da en sinirlendiği bu “Gulu” seslendirilmesiydi. (Hindi anlamında)Kavga çıkmasını önlemek isteyenlerin uyaramaları arasında Fikret Madaralı Öğretmen geldi. Öğretmen masasının önünde durdu. Çok yavaş bir sesle, ”Çözülecek bir sorununuz mu vardı? ”diye sordu. Hepimiz sustuk. Bekir parmak kaldırdı. Üzgün bir sesle, ”Dersimizle ilgili bir şaka yapmak istedim, arkadaşlar yanlış anladı onu açıklamaya çalışıyordum!”dedi. Fikret Madaralı Öğretmen güldü: ”Sana güvenim tamdır, sen de bunu biliyorsun. Ancak ben gene de şimdi senden soruyorum;son söylediğin doğru mu? Bekir Temuçin duraksamadan: ”Benim söylediğim doğru öğretmenim ancak arkadaşlar yanlış anladılar. Onların anladığından ben sorumlu değilim!”Fikret Madaralı Öğretmen: ”Şu işe bak, sorduğuma pişman oldum, şimdi ben sana ne diyeyim? Benim bildiğim doğrucu Bekir bu kez önüme girift bir konu getirdi. Sözümü geri aldım, tatlıya bağlarsanız sözü uzatmayacağım, anlaşmazlık çıkarsa sınıf öğretmeniniz olarak işe el koyarım!”deyince Sami Akıncı, özür diledi, ”Zaten tatlıya bağlamıştık öğretmenim !”dedi. Öğretmen bir süre baktı, gülümsedi: ”Kol kırıl yen içinde!”Bu sözü biliyor musunuz? ” diye sordu. Ben duymuştum ama tam bilmiyordum. Ayrtıca ortalık sda pek iyi sayılmazdı, bu nedenle parmak kaldırmadım. Öğretmen kendisi açıkladı: Aranızdaki arkadaşi anlaşmazlıklarını dışarıya duyurmk istemezsiniz, bunlar aranızda kalır, zamanla unutulur. Böylesi ortak gizlemeler için kullanılır!”dedi. Ayrıca evlerdeki krdeş kavgaları, karı-koca kavgaları olur, bunlar gelip geçici anlaşmazlıklardır. Konu komşuya duyurmadan geçiştirilir. Böylesi durumları anlatırken çokça bu söz kullanılşır: ”Kol kırılır yen içinde!”Gizli tutlmak istenen olay…Öğretmen gülerek başlamışken Atasözlerine bir daha dönelim!”dedi tahtaya aynı sözü yazıp: ”Bunda bir eksiklik var mı? diye sordu. Sami Akıncı parmak kaldırdı. Öğretmen Sami’ye bakıpgülümsedi ama gözlerini öteye çevirerek geçti. Sami parmağını indirincve bu kez İsmet parmak kaldırdi. Öğretmen söyle deyince İsmet, ”Kol kırılır yen içinde tutulur!”dedi. Öğretmen anlamlı anlamlı baktı ama duraksadı. Birden aklıma geldi, parmak kaldırmadan “Kalır!”dedim. Öğretmen gülerek İsmet’e: ”İsmet, dikkat sıkı takiptesin!”dedi. Ban bir şey demedi. Tutulurla, kalır arasındakı anlam farkını anlattı. Sonra da “Sırrını söyleme dostuna, dostunun da dostu vardır;dostu söyler dotuna!” yazdı. Bu iki söz arasındaki ilişkiyi, zıtlığı düşünün, başka bir derste konuşalım!”dedi. Zil çaldı, öğretmen çıktı. Öğretmen gider gitmez Emrullah sinirli sinirli Bekir Temuçin’in üstüne yürüdü. Arif Kalkan’la Sefer Tunca araya girip durdurdular. İtiş kakış sürerken öğretmen geri geldi. Baktı, ”Değişen bir şey yok, ”Eski hamam eski tas!”dedi. Bekir Temuçin ayağa kalkınca öğretmen Bekir’e oturmasını söyledi. ”Bu kez olayı gördüm, sen tek değilsin, biraz da ötekini dinleyelim!”dedi arkasından Emrullah’a “Eski hamam eski tas!”sözünün anlamını sordu. Emrullah uzunca bir süre yüzünü gerginleştirdi, düşünüyormuş gibi gözlerini yumdu kapadı: ”Öğretmenim ben bu sözü hiç duymadım, hiç kullanmadım!”dedi. Öğretmen gülümseyerek: ”Hiç gezdiğin yerlerde eski bir hamam görmedin mi? ”diye bir daha sordu. Emrullah bu kez, : ” gördüm öğretmenim siz onu mu soruyorsunuz? deyince tüm arkadaşlar, öğretmenle birlikte güldü. Öğretmen bir daha: ”İşte o gördüğün hamamı soruyorum, nasıldı? Yıkık dökükmüydü, kapısı bnacası var mıydı? Belki de içimn de bir de eski tas kalmıştır!”dedi. Emrullah biraz toparlandı, Öğretmenin ben soruyu anlamdım, çok kapalı bir anlamı olacağını düşünmüştüm1”deyinceÖğretmen gene güldü: “İyi düşünmüşsün, kapalı bir anlamı var, sıra ona da gelecekti. Ancak sen bilinen eski hamamı kavramakta zorluk çıkardın;biz de sabırla sana bunu anlatmaya çalıştık. Şu senin gördüğün eski hamama gitsen o gördüklerinin değişmeden durduğunu görsen, soranlara ne dersin? ”Emrullah gülümseyerek: ”Eski hamam öylece yerinde duruyor!”deyince arkadaşlar bu kez tası unuttun!”dediler. Öğretmen, ”Siz karışmayın dercesine rliyle sus işareti verdi. Sora sora Emrullah’a “Eski hamam eski tas!”sözünü sonunda söylettiSonun da Emrullah: ”Hiçbir değişiklik olmamış olaylar ya da işler için bu sözün söylendiğini tekrarladı. Bu kez öğretmen hepimize. ”Öğretmenlik bir bakıma sabır işidir, salt bunu göstermek için direterek size unutamayacağınız, daha doğrusu unutmamanız gereken bir örnek verdim. İyi mi oldu? bunu bir düşünün. Ben Emrullah!ıazarlayıp oturtabilirdim. Nitekim çok defa bir çoğunuza yaptığım yaptığım gibi bi de sarsak konruru geçerdim. Ama öğretmenlikte o yol sürekli izlenecek bir yol değildir. Özellikle sizin öğretmenliğiniz o yolu kesinlikle götürmez!”dedi, Fettah Biricik’e sordu: Neden? ”Fettah, dinlememiş gibi afalladı, etrafına bakındı, sustu. Tüm arkadaşlar parmak kaldırdı. Öğretmen parmakları gözleriyle süzdü, Fettah’a: ”Eh, Fettah Biricik, pes vallahi, başka söyleyecekl söz bulamıyorum. Emrullah beni yordu ama, sonunda gene de konuşacak sözüm kalmıştı;sen tümden tükettin!”dedi Tam bu sıra zil çaldı. Öğretmen, : ”Bak işte zil çaldı. Bizim işlerimniz zillerle, zil çaldı benim görevim bitti. Seninki sürüyor, bunu biraz düşünsen iyi olacak!”deyip ayıldı. Öğretmen çıkınca kimseden cit çıkmadı. Uzaktan Fettah’a baktım, yerin dibine girdi diye düşünürken Fettah birden Emrulah’a “Gulu gulu hindi, senin yüzünden laf işittik!”dedi. Bütün başlar Fettah’a döndü bir curcuna kopacak sandım. Korktuğum olmadı birkaç kişi birden Fettah’a, ”Yalnız Emrullah değil Bekir de var!”dediler. Sami Akıncı kalktı: ”Herkes için: ”Öğretmenlerin sözlerini hiç anlamıyorsunuz arkadaşlar. Yazık o insanların bunca gayretine. O sözleri dinlerken sizleri düşünüyorum, umarım bu defa anlarlar diyorum, az sonra anlamadığınızı görünce ağlamaklı oluyorum. !”İsmet başta olmak üzere birkaç arkadaş birden hepimiz mi? ” diye sorunca Sami Akıncı, dediğim gibi olanlara gerekli uyarıları yapmadığınız için hepiniz, diyorum!”dedi oturdu. Öğle yemeğine aynı konuyu konuşarak geçirdik. Kimi arkadaşlar konuyu çok önemsedi. Oysa ben her zamanki dalaşmalardan farklı bir şey görememiştim. Tek fark Fikret Madaralı Öğretmenin olaya el koymasıydı. Ancak konuşmalar giderek sınıftaki arkadaşlar arasında kutuplaşma olduğunu, bunun da kolay kolay önlenemeyeceğini ortaya çıkardı. İki taraf arasında kendime bir yer bulamadım. Sanırım aynı düşümnceleri Halil Basutçu da aklından geçirmiş;durup dururken bana: ”Kendine bunlar arasında bir yer seçtin mi? diye sordu. Aynı soruyu ben de ona sordum. Halil gülerek: ”Bu duruma göre biz ikimiz de açıktayız galıba!”dedi. : ”Onlara katılmaktansa açıkta olmayı yeğlediğimi söyledim. İsmet bizim konuşmamızı dinlemiş: ”Ben de sizinleyim!”diye bağırdı. Herkes bize baktı. Mehmet Yücel gülerek: ”Dayı ne oluyoruz, yeni bir grup mu kuruyorsunuz? ” diye sordu. Bu kez Halil Mehmet Yücel’e: ”Yeni dediğine göre demek eski grupların olduğunu biliyorsun, bize şimdiye dek neden haber vermedin? ”deyince Mehmet Yücel gülerek: ”Bugünkü duruma kulakasmayın, bunlar yarın sarmaş dolaş olacaklar, ”Eski hamam eski tas!”olarak devam edeceğiz!”Yusuf Asıl: ”Marangozlar atölyeye!”deyince birden toparlandım, kapı anahtarı bende, hemen atölyeye koştum. Öğretmenler gelmemiş. Rahatladım. Ali Yılşmaz Öğretmen geldi İrfan Öğretmeni sordu. o sorusunu bitirmeden İrfan Öğretmen kapıdan girdi. ”İyi insan sözünün üstüne gelirmiş!” sözü tekraralandı. İrfan Öğretmen de efkarlıymış: ”Ne diyelim Aliciğim, alın yazımızın çizgisinde gitmeye çalışıyoruz!”dedikten sonra Ali Yılmaz Öğretmenin koluna girerek: ”Sen nasılsın, iyice alışabildin mi? Senin çocuklar bu işlere yatkın değil, umarım seni çok üzmüyorlardır!”deyip koluna girdi dışarı çıktılar. Onlar çıkınca arkadaşlar, öncelikle Yusuf Asıl: ”Öğretmenlere bak, onlar da dedikodu yapıyorlar: Burada küçük sınıfları eleştirdiler; kuşkusuz şimdi bizi de dile dolamışlardır!”Yusuf’a baktım: ”Dile dolamak nedir? Atasözü mü, deyim mi? Yusuf bir süre hık mık etti, şimdi sırası mı? dedi. Dedi ama toparlandı önce Aatasözü sonra da deyim yanıtını yapıştırdı. Bu arada hem Atasözünün hem de deyimin tanımını yaptı. Yusuf bunları söylerken iki öğretmen gene atölyeye döndü. Öğretmenler Yusuf’un sözlerini duymuşlar. İrfan Öğretmen Ali Yılmaz Öğretmene: ”İşte Aliciğim bizimkiler hep böyle, hem arı gibi çalışıyorlar hem de ders konularını sürekli tekrarlıyorlar. Atölye çalışmaları gibi hepsinin kültür dersleri de iyi. !”Ali Yılmaz Öğretmen bize bakarak: ”Ben onları hep tanıdım, az görüşüyoruz ama iyi tanışıyoruz!”dedi. Salih Baydemir çizim yapıyordu, Ali Yımaz Öğretmen yanına gitti, Salih Baydemir’le konuştu. Az sonra da ayrıldı. İrfan Öğretmen de bir ara ayrıldı. Mehmet Aygün Yusuf Asıl’a takıldı: ”Senin varsayımların fos çıktı, öğretmenler bizim hakkımızda ne güzel sözler söylediler!”dedi. Yusuf bir süre sustu, arkasından: ”Sen öyle san, onlar orada bizi eleştirdiler, kuşkulanmayalım diye buraya dönünce başka konuştuklar!”dedi. Bu kez hepimiz güldük. ”Uydur, uydur diyenler gibi, çwvir gazı yanmasın!” diyenler de oldu. İrfan Öğretmen gelince konuşmalar değişti. Yusuf bir ara gene Müfettişten söz etti. İrfan Öğretmen kestirdi attı, ”Bizim müfettişlerle pek ilgimiz yok. Doğrama işlerimiz, belli ölçüler içinde belli yerlere yapılıp takılır. Çatı işlerimiz de yapıcıların işleri üstüne konur. Kullandığımız malzemeyi bize okul yönetimi alır. Biz bunları alıp lpanlara uyarak yaparız. Bu nedenle müfettişler bize pek uğramaz, uğrayanlar da bir merhaba deyip geçerler!”Öğretmen bunları söyledikten sonra Yusuf’a sordu: ”Senin müfettişle ne gibi bir ilişkin var? ”dedi. Yusuf az duraksadıktan sonra gülerek: ”Benim yok ama, beni göstererek. ”Onun var!”dedi. İrfan Öğretmen gülerek: ”Öyleyse sen neden müfettişe aklını taktın, bırak o konuşsun!”deyince arkadaşlar güldü. Yusuf benim için, ”O çalışırken konuşmaz, ben ona yardım ediyorum!”dedi. İrfan Öğretmen kahkahalarla güldü;”İlahi çocuk, sen çok yaşa emi!”deyip bana baktı. Bana: ”Sen ne diyorsun, Yuusf’tan yardım istiyor musun? ”dedi. Her zaman yardımını gördüğümü söyledim. Bugün de ben ona yardım ediyorum!”dedim. Gerçekte biz Orhan’la geçen hafta Ahmet Gökay Ağabeye yardıma gitmiştik. Arkadaşlar biz yokken işbölümü yapmışlar. Onları sürdürüyorlar. Yusuf’un arkadaşı Harun Özçelik, bugün dinlenmeye alınmış. Ben onun yerine Yusuf’la çalıştım. Böylece Yusuf’la iyi anlaştığımızı kanıtlamış oldum. İrfan Öğretmen her zaman olduğu gibi bizi öven sözler söyledi. . Öğretmen bizden önce ayrıldı. Öğretmenden sonra arkadaşlar bir süre Yusuf’a sıfatlar yakıştırdılar: İftiracı, Sözünden dönen, İyilik bilmez, İki yüzlü, Güvenilmez v. b. Yusuf hepsini reddetti. ”Doğru dürüst bir sıfat bulup yakıştıramadığınız için söz hakkınızı kaybettiniz!”deyip kahkahayı attı. Arkadaşlardan sonra bir süre kaldım. Ancak parça çalmaktan çok parmak çalışmaları yaptım. Diyezli gamları sıraladım. Sol majör, Re majör, La majör, Mi majör gamlarını arka arkaya sıraladım. Bunlar kolay geldi. Bu kez de Do majör gamını esas alıp Do, re, mi, fa, sol, la, si, do notalarından başlayarak gamları denedim. Ağır ağır kolay geldi ama bir türlü hızlandıramadım. . Fa ile Si majör gamları oldukça ters geldi. Çabuk sıkıldım, kooperatife uğradım. Kooperatifte bir süre oturdum. Fevzi Üner’in çalışması, arkadaşlarla konuşması çok hoşuma gitti. Gerçek bir bakkal gibi konuşuyor. Alıcılardan biri: ”Benim istediğim bu değil!”diyen olunca: ”Elimizdeki bu kardeşim!”deyişi ilgimi çekti. Dersdliğe geç vakit gittim. Ben gittim yemek zili çaldı. Yemeğe dönerken Yusuf koluma girdi. Bizi kol koa gören Salih Baydemir sordu: ”Kim kime oyun atmaya çalışıyor? ”Yusuf yanıtladı: Ben ağabeyime asla oyun oynamam!”ben de aynı yanıtı verdim: ”Ben Büyük Manikalı kardeşime asla oyun oynamam!”Kadir Pekgöz görmüş hemen sordu: ”Ne oluyor size böyle, nedir bu yakınlık. ? ”Biz marangozluk grubu hep böyleyiz, yapıcılar gibi çıngar çıkarmayız!”Hilmi Altınsoy karşı oldu: ”Yapıcıların hepsini kınamayın onların içinde pırlantalar vardır. Duyanlar, özellikle Mehmet Aygün: ”Pırlanta Hilmi, sana Altınsoy az geliyor, soy adını değiştir, soy moy karıştırmada n doğrudan doğruya Hilmi Pırlanta olsun. Hilmi güldü, kendisi de birkaç kez pırlanta dedikten sonra : yüksek sesle”Hadin oradan, benim soyadım ailemin adı, soyum altın, neymiş bu pırlanta mırlanta!”deyince bu kez de Salih Baydemir, : ”Pırlantayı beğenmediysen Mırlantayı bir dene!”deyince Hilmi Salih’e : ”Bana bak Kara Salih, başıma iş çıkarma deyiverdi. Salih için Kara Salih demekküfür yerine geçer. Hilmni’nin ne pırtlalığı kaldı ne de, yere yakın popolu oluşu. Tartışmalara hiç karışmadığım gibi onlar gülüğnce gülmedim, başka masalara baktım, tabağım boşalınca da kalktım. Az sonra Hilmi yetişti: ”Bizim boşboğazlığımıza kızdın mı ? ”diye sordu. Kızmadığımı söyledim, başka sorunlarım olduğundan söz ettim. İnanacağı başka sözler söyledim, kırmadan ayrıldım. Gene kooperatife gittim. Kitaplık bir süredir kapalıydı. Müfettiş nedeniyle açılmışmış. Hasan Üner duyurdu. Birlikte kitaplığa gittik. Ancak kitaplık kitap bakacak gibi değil sayım mı ne yapılıyormuşYusuf’un köylüsü Rafet vbize kitap verebileceğini söylemesine karşın ben almadım. ”Sonra gene gelirim!” deyip dersliğe döndüm. Derslikte oldukça gürültü var, gene de tarih kitabımı açıp meşrutiyet dönemlerini bir daha okudum.

Yatınca kalktığımdan bu yana karşılaştığım olayları anımsadım, hiç birisinde benim olumsuz bir payım yokken neden çok üzgün olduğumu anlaya çalıştım. Fikret Öğretemenin övütleri, İrfan Evren Öğretmenin beyenileri oertadayken birilerinin şakaları, birileri, nin kavgaları nedeniyle rahatsız oluşumu eleştirdim. Arkadaşım Halil’in dexdiği gibi bizim arkadaşlar hep böyle;birbirine yaptıklarını sırası gelince bana da yapıyorlar. Öyleyse onların yaptıklarını bir yana itip kendi durumumu korumam gerekmektedir. Sanırım Sami Akıncı da bunu yaspıyor. Gene kesin bir karar aldım: ”Başkalarının işi beni ilgilendirmez. Kendi doğru yolumda yürümeliyim!…. .

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ