Bu Kez de Okulun Biçim Değişikliği Söylentileri; Uğranılan Düş Kırıklıkları
29 Şubat 1940 Perşembe. .
Neşe içinde kalktım. Hiç yapmadığım, yapmaktan hep çekindiğim bir çıkış yaptım. ”Nihayet bahara çıktık!”dedim. Ne demek istediğimi sordular. ”Bugün bir mart, baharın başlangıcı!”dedim. Yanıldığımı söyleyenler oldu. Direttim. Sonunda da mahcup oldum. Şubat ayının dört yılda bir gün arttığını bilmiyordum. Böyle bir söz duymuştum ama gerçeği nedir hiç üzerinde durmamıştım. Şubat için bizim köyde çok söz söylenir de artık aylık olduğunun sözü edilmez Örneğin adı değişik değişiktir. Küçük ay derler. Küçüklüğü kısa sürüşündendir. Bocuk Ayı da derler. Bu ise azınlıklardan kalma bir ad, A. blamdan duyduğuma göre Hıristiyanlar bu ayda hazırlayıp besledikleri domuzları dinsel törenlerle kesip yerlermiş. Bu törenlere de Bocuk(Ne demekse) derlermiş. Bu olaydan kalma bir de deyim vardır. Çok sağlıklı olanlara ya da çok şişmanlamış bulunanlara “Bocuk domuzu gibi olmuş!”derler. Bu törenler, şubat ayına rastladığı için ayın adı da böyle anılır olmuş. Bu tür bilgilere karşın en önemli gerçeği, dört yılda bir gün arttığını bilemememe çok üzüldüm. Hilmi güldü, kendine göre taşı gediğine koydu:”Senin de bir bilmediğin olsun Abi, sakın üzülme!”Üzüldüm üzülmesine de bir bakıma da içimden kendime sevinecek bir yan buldum:Bu yanlışımı öğretmenlerin önünde de yapmış olabilirdim!Böylece bir yirmi dokuz şubat günü yaptığım 29 Şubat yanlışını belleğime kazıdım:”Şubat ayı, üç yıl aradan sonra 29 gün oluyor. Bu hesaba göre 1940-Şubat:29, 1944-Şubat:29, 1948-Şubat:29, 1952-Şubat:29 olacak…1956-1960-1964-1968-1972-1976-1980 yıllarının artık olacağını şimdiden söyleyebilirim…. Yaptığım hatayı Halil’e anlatırken öğretmen geldi. Hiç duraksamadan geçen ders yarım bıraktığımız fiil çekimlerini bize anımsattı. Tahtaya arkadaşları kaldırarak değişik çekimler yaptırdı. Sami Akıncı’ya ise Almanca kitabından örnekleri okuttu. ”Fiil çatıları için, salt çekimler yeterli değil, sözcük bilgilerini de tazelememiz gerekecek!”deyip sözcük türemelerini de örnekleer verdi. . Geldi, gelindi, gitti gidildi, içti, içildi, yaptı, yapıldı, aldı, alındı türünden bir çok sözcük değiştirilerek tümceler yapıldı. Öğretmen, günlük yaşamımızda bunların uygulanmış durumlarını beklirttikten sonra bizim kullanıp kullanmadığımızı sordu. Bu konuda başka örnekler üzerinde durmamızı önerdi. ”Bunları yaparken yeni sözcükler de oluştuğunu, bu tür sözcüklere örnekler istedi. Bu tür sözcüklerin yeni adlar altında gene fiil olarak kullanılabileceğine örnekler yazdırdı. Çarşıya gidildi, yiyecek alındı, tümcesindeki alındı ile, Ali benim sözümden alındı, tümcesindeki alındı arasındaki aynılığı, ayrılığı sordu. Başka örnekler bularak tekrarladık. . Kaşımak-kaşınmak, çağırmak-çağrılmak, yazmak-yazılmak, kalmak-kalınmak, almak-alınmak, gibi. Karşılaşılan yeni sözcüklerin mastarlar olarak kalacağı gibi ad ya da sıfat olarak ad tamlamalarında kullanıldığını örnekledi:Yazılı Kayalar, Kalıntı yapıtlar, Alıntı sözler, vb. gibi. . . ”Bunları not ederseniz Almanca dersinizde çok işinize yarayacaktır!”dedi. Zil çaldı. Öğretmenin arkasından baktım, kaldım. . Ben bunları hiç bilmiyorum. Verilen örneklerden yararlanıp başka örneklere geçebileceğim ama, bunu daha ileriye götürmek için yapabilecelerimi tasarlayınca, duraksadım. Sonunda olumsuz teselliye sarıldım:”Nasıl olsa arkadaşilar içinde benden daha az bilenler var. Çaresiz onlar için bu konular gene ele alınacaktır. !”2 saat coğrafya dersimiz boş. Almanca dersimizde geçen gramer kurallarını yeni bilgilerimle yarı yarıya çözdüm. Ancak Türkçe’de sözcükleri ekler değiştirirken Almanca’da ek yerine düpe düz başka sözcükler geliyor. Gene gene okudukça anlar gibi oldum. Parça üzerinde çalışırken kolayca yanlışa düşüyorum. Kendimi zorlaya zorlaya hiç değilse son dersi hazırladım…. Resim dersimize öğretmen gecikmesiz geldi. Öğretmen “Hava güzel, dışarıya çıkabilirdik ama şubat ayı zaten bize bu yıl oyununu oynadı:Bol kar yağdırtdığı gibi bir günümüzü çaldı;belli olmaz bakarsın son serin bir rüzgar estiriverir. Bu nedenle biz, bu gün de derslikte çalışalım!”Getirdiği resim kağıtlarını dağıttı. Adlarımızı, numaralarımızı yazdık. Öğretmen masası üstüne karşı pencerede duran lüks lambasını koydu, yanına da iki el arası kitap yatırdı. ”Bunları, kendi görüş doğultunuza göre çizin!” dedi. Bana çok kolay geldi. Önce kitapları düşünüp yerleştirdim. Hiç silgi kullanmadım. Tam bitiremedim. Zil çalınca öğretmen kağıtları topladı. Öğretmen gelecek derste devam edebilirsiniz, kağıtlarınızı getireceğim!”dedi. Arkadaşlar “Not verecek misiniz? ” diye sorunca öğretmen” Ne fark edecek ki, not verilince daha mı dikkatli çizeceksiniz? ”Arkasından parmaklarını göstererek:Mart, nisan, mayıs, bu yılı da bitiriyoruz!” Auf Wiedersehen!”deyip ayrıldı. Çoğumuzun neşesi gene kaçtı. ”Sırası mı şimdi notun? Ne varmış, mart, nisan , mayısta? diyenler oldu. Yemekte yeni bir haber yayıldı. Okulumuzun adı değişmiş. Eğitmen okulu olmuş. Bizim arkadaşların sinirlendiği bir söz de eğitmen sözü. Lüleburgaz’da bu söz çok söylenir. Çarşıda, pazarda gezerken sık sık soraralar:Sen Eğitmen okulundan mısın? Bana bunu soran çok oldu. Kasıtlı değil insanlar bilmediğinden sordular. Böyle soranlara ben “Hayır Köy Öğretmen Okulu öğrencisiyim!”dedim. Çok kez okulun yerini soranlara anlattığımda: “Tamam işte ben de onu demiştim!” gibilerde kasıta yakın düşüncelerini bilmeden açıklayanlarla da karşılaştım. O zaman da “Sen okuma yazma bilmediğin için tabelayı okuyamamışsın, bir bilene okut, doğrusunu öğren!”deyip geçtiğim oldu. Ancak bu kez söylenen, bilerek söylenmiş bir söz. Lüleburgaz’a taşındığımızdan beri rahatsız olan öğrenciler, bir okul görevlisi ile Lüleburgaz Hükümet Doktoruna gitmektedir. . Dün giden üç öğrenciyi doktor muayene ederken birileri gelip doktorla konuşmak istemiş. Doktorun yanındaki görevli bayan gelenlere bilgi vermiş:”Doktor şimdi Eğitmen Okulundan gelen üç eğitmeni muayene ediyor. O eğitmenlerin işi bitince sizinle görüşecek!”Görevli bayan memurun elinde, okulca yazılmış belgeler var. O bayan memur, elindeki belgelere göre belge hazırlayıp, gelen görevliye kimbilir kaç kez vermiştir. Bu belgelerin hepsi doğru yazılarak Trakya Köy Öğretmen Okulu yönetimine verilmiştir. Belgelerin hiçö birisinde eğitmen, eğitmen okulu türünden söz yoktur. . Üstelik bu bayan görevli doktorla birlikte zaman zaman okula gelmiş, topluca sağlık gözlemi yapılmasına katılmış, bunları belgelere geçiren bir görevli. Gerçek durum böyleyken o bayan görevli niçin öyle konuşmuştur? Buna tanık olan öğrenciler okula gelince daha önce duydukları tevatürlerin de etkisiyle Okul Yönetimine durumu duyurmuşlar. Söylem bir anda tüm okula yayılmış. Sonuçta, kendi değer yargıları içinde incinen çocuklar, teselli duvarları arasında kalıp boyun bükmüşler. Bu boyun bükme aşamasında hepimiz onlara katılarak, paylaştığımız kepir çamuru gibi üzüntülerini eşit olarak bölüştük. ”Eğitmen olsak ne olacak? ”Bunu, bizim masada ben dedim. ”Keşke Eğitmen Mustafa Güvener kadar olabilsem, keşke beni tanıyan herkes, Mustafa Ağabeye beslediği saygıyı bana da gösterse. O zaman tüm Lüleburgazlılar benim yanımda olur, beyaz gömlekli bayansa gene doktorun yanıbaşında yalnızca büzülür kalır. Şimdi de öyle. Doktor Sezai Beyi herkes tanıyor. ”Lüleburgaz’da doktor Sezai Feray, deyince akan sular duruyor!”diye bir söylem bile yayılmıştır. Hele iki küçük oğluna düşkünlüşü, onları kış-yaz doğal giyimler içinde tutarak fazla giyimin sağlık değil sağlıksızlık olduğunu kanıtlaması, Lüleburgazlılar için örnek bir ders olmuştur. Bu bakımdan da dr. Sezai Feray, niyetiyle sözleri bir birinden ayrılmayan, insana saygı duyan bir kişi. Okul Müdürümüzle yakın arkadaş, bizlere de sevgiyle bakan bir insan. ”Üzüm üzüme baka baka kararır’mış. O bayan herhalde üzüm değil, koruk ya da turşulaşmış biri. Doktor Sezai’yi değil de karşı sokaktaki beyaz gömlekli ama gömleği lekeli şıracıyı örnek almış, olmalı. ”Turşu, turşuya bakmış, gene turşu kalmış!”Arkadaşlar benim söylediklerime katıldılar, tekrarlayıp güldüler. Böyle konuşarak atölyeye gittik. İrfan Öğretmen paravanları inceledi, ”Kurumuş, götürelim!”dedi. İkişer kişi tutarak üst kata çıkardık. İkisi yan yana konunca bir kişi geçecek kadar aralık kalıyor. İrfan Öğretmen “Olsun, burası da çalışma yeri. Geçenler azıcık yan dönsün, yer dar, ne yapalım? ”dedi. Hasan Üner seviniyor. Hasan kendini kitaplığın bir parçası sayıyor. Mehmet Başaran da öyle. Kitap sözkonusu olunca ikisi birden söze karışıyorlar. Kitap okumayı ben de seviyorum ama her kitabı değil, sevebileceğimi anladığım kitapları okumak istiyorum. Böyle deyince Hasan haklı olarak bana soruyor:”Senin sevebileceğini kim seçecek? ”Gülerek “Sen!”diyorum. Naci Öğretmen, ”Yarından sonra yeni bir günlük program uygulacak, Çarşamba günleri sürekli tarıma gideceksiniz. Öteki günlerde de yapıcılara yardımcı olacağız!”dedi. Yapıcılara yardım, temel bitene dek sürecekmiş. Dört bölümlük binanın ilk bölümü, duş-banyo olacakmış. Orası bittikten sonra öte bölüme başlanacakmış…. Ben tarıma gideceğimize sevindim. Paydostan sonra dersliğe gittim. Izlanda Balıkçısı’ndan sıkıldım. Gene de okuyorum. Okuyanlar hep “Güzel!”dediler bana ise karışık geldi. Nesi güzel ki? ”Denizci yaşamlarını kavrayamadım. Uzun süre evlerinden ayrı kalıyorlar. İçki içmeleri, kadınlar üstüne konuşmaları, hele sürekli sularda geçen yaşamları inandırıcı bulmuyorum. Kısacası bu romanda anlatılan olayları yapay gibi görüyorum. Belki daha sonraları daha güzel olacaktır. Biraz da tarih okudum. Osmanlı Devletinin kuruluşundan Sokullu Mehmet Paşa’nın ölümüne dek 12 padişah yaşamış. Osman, Orhan-Murat, Bayezit-Mehmet-Murat, Mehmet-bayezit-Selim, Süleyman-Selim-Murat…Padişah adları şiir gibi sıralanıyor. Bu padişahlaer kaçar yıl yaşadılar acaba? Sokullu Mehmet Paşa 1579 yılında öldürüldüğüne göre 12 padişah 279 yıl padişahlık yapmış. Eşit olarak yapsaydılar hwer biri 24 yıl padişahlık yapmış olurdu. 1579’dan son yıkılıncaya dek 344 yılda da 24 padişah yaşamış. Onlar da eşit yaşasaydı 14 yıl padişahlık yapmış olacaklardı. O zaman, yükselış dönemindeki padişahlar daha çok yaşamışlar. Tarih derslerini çok seviyorum ama aslında bu taraflarına ilgi düyüyorum. Örneğin yaşamış bir Kanuni Sultan Süleyman var. Bir de herkesin ağzında dolaşan başka bir Sultan Süleyman var. Çok uzun yaşamış. Şimdi uzun yaşayanlara, ”Sultan Süleyman gibi!” deyip çıkıyorlar. Bizim plaklar arasında bir şarkıda da “Süleyman olsan cihane!”diye söylemektedir. Bu Süleyman’la bizim padişahımız Süleyman aynı kişiler midir? Bunları düşünürken uykum geldi. Üst üste esneyince Halil”Bari git yat!”dedi. Sözünü bitirmeden zil çaldi, ”Peki, seni dinleyeceğim!”deyip kalktım. Önümüzdeki Hüsnü Yalçın arkadaş bize “Siz ne güzel anlaşıyorusuş!”. Halil, ”Konuşuyoruz, konuşa konuşa anlaşıyoruz, siz de konuşsanız anlaşmış olursunuz!”Ben de. “Onlar susarak anlaşıyorlar! ”dedim. ”Hüsnü arkadaş”Susarak anlaşıldığı belli olmuyor. Belki susanlardan biri içinden “Hayır!” diyordur. Halil gülerek, ”Arkadaş anlaşmak istiyorsan sen de gel bizim konuşmalarımıza katıl, açık seçik anlaşma, açık seçik yüreklerle, açık seçik konuşmalarla olur. İstiyorsan biz hazırız!”dedi. Ben ayrıldım. ”Açık seçik yürek, açık-seçik konuşma!”diyerek hazırlanıp yattım. Derslikte esnememe karşın yatınca uykum açıldı. Halil yavaşça “Uyuyamadın mı? ”diye sordu. Sorduğunu duydum ama ne yanıt verdim? O sıra bir kopukluk oldu…. .
1 Mart 1940 Cuma….
Halil yavaş yavaş inerken uyandım, hemen sordum”Sen bana bir şey mi dedin? Halil, ”Hayır, ben sana hiç bir şey demedim!”İnanamadım, senin konuştuğunu duydum. Halil gülerek “Günaydın, o akşamdı, aradan kocaman bir gece geçti!”Bir süre düşündüm, ”Akşam mı, sabah mı? Hazırlanıp dersliğe çıktım. Bugün iki saat tarih dersimiz var. Fırsat bekleyeceğim. Özellikle arkadaşların çoğu tarihleri belleyemiyorlar. 1299-1361-1363-1382-1444-1453-14801517-1520-1525-1566-1579 tarihleri onlar için salt birer rakamsal sayı gibi. Boş iki ders boyunca tarih okudum, notlar aldım. Tarihi birazda Sami Akıncı için çalışıyorum. Tarihleri o da aklında tutamıyor. Ancak Fikret Öğretmen Sami Akıncı’yı düpedüz koruyor. Sami parmak kaldırmayınca kesinlikle ona soru sormuyor.
Fikret Madaralı Öğretmen oldukça gergin bir yüzle geldi. ”Günaydın!”dedikten sonra, elinde getirdiği kitap, dergi, gazete tomarını masa üzerine koydu. Boşu boşuna umutlandık, üç milyon insan ne yapabilirdi yüz milyonluk sürüye karşı? Gene de mertçe direttiler. Finlandiya, sonunda barış istemek zorunda kaldı. Dünyanın takdirini kazandı ama gener de önemli bir toprak elinden çıkacak. Anlaşma istediğine göre…. . Gazeteyi gösterdi. Gazetede kocaman bir başlık:. Finlandiya’dan bu kadar! Yazıyordu. Öğretmen Büyük Avrupa haritasının başına geçip Osmanlı İmparatorluğu yayılmasını göstererek anlattı. Bazı tarihleri tahtaya yazdırdı. Kuruluş, Rumeliye geçiş, Varna, Kosova savaşları, 1402 Ankara savaşlarına dikkatimizi çekti. Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman üstüne güzel sözler söyledi. Bu padişahların şairliği üzerinde durdu. Anlamadığımız şiirlerinden okudu. Gülerek açıklamalar yaptı. ”Bu padişahlar, saltanatları sırasında yaşayan en büyük şairlerle boy ölçüşecek derecede güçlü şairlermiş!”dedi. Yavuz Sultan Selim’i daha önce çok duymuştum. Abbas amcam Şah İsmail’le yaptığı savaşı anlatırdı. (Amcam Şah İsmail’i tutar, Yavuz Selim’i hilekar bulurdu)Edirne-Selimiye Camisi’ni bu padişah yaptırdı sanıyordum. Oysa bugün öğrendim, Selimiye’yi Yavuz Sultan Selim değil torunu olan ikinci Selim, yani Kanuni’nin oğlu yaptırmış. Böylece Selim adlı iki Osmanlı Padişahı olduğunu öğrenmiş oldum. Fatih 7. Yavuz Sultan Selim 9. Kanuni, 10, Oğlu 2. Selim (Edirne-Selimiye Camisini yaptıran) 11. padişah imiş. Öğretmen böyle not ettirdi. Padişahların adları geçince Mustafa Saatçı arkadaşımız “Hasan-Hüseyin adlarında padişah olup olmadığını sordu. Öğretmen, Mustafa Saatçı arkadaşımıza “Padişahların hepsi çok gerekli değil, sınıflarınız yükseldikçe öteki padişahları da öğreneceksiniz. Onlar arasınsa sordukların yoksa niçin olmadığını o zaman daha doğru olarak öğreneceksiniz. Ben Osmanlı Padişahlarının hepsini ad olarak bilmiyorum. Ancak tüm müslüman ülkelerde yaşamış padişahlar arasında Hasan da var Hüseyin de hatta çift ad olarak Hasan Hüseyin de vardır. İsmet parmak kaldırdı, “Öğretmenim Mustafa arkadaşın sormak istediği başka, sözü, Alevili-Sünnilik konusuna, Yavuz Selim-Şah İsmail savaşlarına getirmek istiyor!”dedi. Öğretmen güldü, ”Siz de mi bu çirkin söylentilere kapılıyorsunuz. Çocuklar, yüzlerce yıl geçmiş aradan, günümüzde böyle şeyler yok artık. Beni göstererek, ”Bakın arkadaşınız Vahit Dede diye tanıttığı Vahit Lütfi Salcı bir Bektaşi dedesi idi. Şimdi bir araştırmacı yazar. Yaptığı arartırmalar da Bektaşi gelenekleri, şarkıları, şiirleri. Bir taraftan da devlet hizmetinde çalışıyor. Okulumuz Edirne’de kalsaydı, bizim okulda görev alacaktı. O zaman geçip karşısına “Sen Bekteşi misin? diye soracak mıydınız? Sorduğunuzu var sayalım. O da: “Evet, Bektaşiyim!”diyecekti. Adam zaten saklamıyor, araştırmasını yapıp dergilerde yayımlıyor. İlgililer okuyup yararlanıyor. Ayrıca kitaplar hazırlıyor. Bildiğim kadarıyla iki kitabı daha yeni çıktı. Siz burada neyi öğrenmek istiyorsunuz? Bunlar eskilerden gelen kavga kalıntılarıdır. Günümüzde geçerliliğini yitirmiştir. Padişah adlarında Hasan olmayışı bir anlam taşımaz. Peygamberimizin iki torunundan birisi Hasan öteki de Hüseyin’dir. Osmanlı Padişahlarının çocuklarında ki bunlar, 600 yıl boyunca doğmuş sayıları binleri aşan insanlardır. İçlerince çok çok Hasan-Hüseyin adını taşıyanları olmuştur. Ancak içlerinden belki bir raslantı, padişah olan çıkmamıştır. Ona bakarsan, Ömer, Ebubekir, Ali olan padişah da yoktur. Buna karşın padişahlara yardım etmiş, savaşlar kazanmış yüzlerce sadrazamlar, ordu komutanlarıı arasında yüzleri bulan, Hasanlar, Hüseyinler vardır. Tarihe karışan bu varlar, yoklar günümüzde hiçbir değer taşımamaktadır. Olanlar olmuş, yaşananlar yaşanmıştır. Koskoca imparatorluk neden batmıştır? Biz bu gün düşüneceksek bunu düşünelim!”Koskoca bir imparatorluk batmış, onun toprakları üstünde 30 tane devlet kurulmuş. Öğretmen az durdu, gözlerini üstümüzde gezdirdikten sonra tekrar”Düşüneceksek bunu düşünelim!”dedi. Kitaplarını aldı, sakin bir sesle “Allahaısmarladık!”dedi…. Az sonra Mustafa İsmet’e “Ben sana mı çattım? Sen neden üstüne aldın? diye çıkışı. Bu kez birkaç arkadaş birden “Sahtekar İmam, şimdi dönüş yapmaya çalısıyorsun, apaçık İsmet’e, İbrahim’e dokundurmak için sordun!”diye bağırdılar. Adım geçince ayağa kalktım, ”Öğretmenin sözlerine ekleyeceğiniz varsa gelecek derste öğretmenin önünde ekleyin. Burada işi cıvıtırsanız, bu kavga ile çözümlenir. Soru bir derste sorulmuş, yanıtı da derste verilmiştir. Yarım kalan taraflar varsa derste tamamlanmalıdır. Gerçek dışı söylentileri zaten saçma sapan olaylar içinde söyleyip duruyoruz. İşin bir de gerçek tarafı var, burada o tarafı bilenlerden öğrenelim!” Mustafa bana baktı, ”Benim kötü bir niyetim yoktu, bu ndenle senin dediklerine aynen katılıyorum!”dedi. Öteki arkadaşlar da bu yaklaşımı olumlu buldular. Sakinleşmiş olarak yemeğe çıktık. Atölyede beklemediğimiz bir işle karşılaştık. Naci Öğretmen “Siz iyi alıştınız, mobilyacı olmaya yöneldiniz. Oysa sizin işleriniz arasında marangozluk, dülgerlik daha doğrusu hepsi var. Sonuç olarak köylerde ne iş çıkıyorsa hepsine çare arayacaksınız!”dedi bana baktı, ”Öyle mi? ”diye sordu. ”Öyle!”dedim. Dedim ama asıl konuyu bilmiyordum. Öğretmen açıkladı. Büyük bina ile yandaki tuvalet ekinde kullandığımız iskele kalaslarını söküp yağmurlardan önce atölyelerin batı tarafına yığmıştık. İşte o kalaslar şimdi yer değiştirecekmiş. Kaldırılan kalaslar elden geçirilip çakılmış çivileri çıkarılıp yeni inşaate hazırlanacakmış. Öteki öğretmenler henüz gelmeden Naci Öğretmen Salih Baydemir’le beni görevlendirdi. Yanımıza iki arkadaş daha verecekmiş. Biz başladık. Öğretmenler geldi. Onlar da, çıkarması zor çivileri olan kalasları ayırmamızı söylediler. Bunu duyan Yusuf Asıl bize, ”İyi öyleyse, siz de çivileri çıkarmadan oradan öteye taşıyın!”Naci Öğretmen bana “Al sana bir yardımcı!”deyip Yusuf’u gösterdi. Öteki arkadaşlar gülmeden durdular. Öğretmen Salih’sordu kendine arkadaşı sen mi seçeceksin ben mi ayırayım? ”dedi. Salih Recep Kocaman’ı seçti. Onlar ayrıldı biz çivi sökmeye başladık. Baçlangıçta çivi sökmeyi korkulu bir iş olarak düşünmüştük. Çatallı köşebent ya da bizim çivi kaldıracı dediğimiz demirlerle çivileri rahatlıkla söktük. Daha doğrusu sökmeye başladık. Önemli olan kalasları fazla zedelemeden çivileri çıkarmak. Naci Öğretmen bir süre yanımızda kaldı, Yusuf’a takıldı. ”Gitmemi bekliyorsun, ben gidince kalasları çivileriyle taşıyacaksın!”dedi. Yusuf şakalaşmayı çok seviyor. Naci Öğretmene yanıt verdi. Beni göstererek, ”Ben, abi ile çalışırken öyle şeyler yapmam, nasıl olsa abimiz verilen işi sonuna dek kendisi yapar. Ben, sizin dediğinizi, çivili kalasları ayırırsam onları kendim taşımak zorunda kalacağım!” Naci Öğretmen kahkahalarla güldü, ”Vay kurnaz tilki vay!”dedi. Gülerek
atölyeye gitti. Olayı oradakilere de anlattı. Sözlü takılmalar oluyor ama genellikle başarılı şalışıyoruz. . Çivili kalasları oldukça azalttık Onlara bir de ad taktık Yusuf’un kalasları, dedik. Az zedelenenleri var, onları yeni kereste olarak kullanabileceğiz.
. Paydostan sonra derslikte kaldım;. Izlanda Balıkçısı’nı okuyacağım . Kitap, Izlanda Balıkçısı adını taşıyor ama Izlanda ile pek ilgili değil galiba. . Fransa kıyılarında balıkçılık yapan insanların öyküsü. Balıkçılar gruplar oluşturup Kuzey Denizlerine aylarca süren balıkçılık seferleri yapıyorlar. Bu grupların çok değişik adları var. Bir grubun da adı Izlanda Balıkçısı imiş. Aslında bu insanlar, Fransa’nın Atlas kıyılarında yaşamaktadırlar. Romana 5-6 kişi ile giriliyor ama çoğunlukla romanda Gaud ile Yann’ın yeri fazla. Güzel Gaud Yann’ı seviyor, bakalım Yann bu işi ne zaman anlayacak? Belki de hiç anlamayacak. Merak ediyorum. Benim bildiğin fakir erkekler varlıklı kızları kandırmaya çalışır. Burada ise fakir Yann varsıl, aynı zamanda çok güzel Gaud’dan uzak durmayı yeğliyor. . Bu bir dolap mı yoksa? . . . . . . . . . Yemek zili çaldı…Yemekte bayanlar gene ikileşmiş. . Nahide Öğretmenin ablası gelmiş. Hidayet Öğretmenle konuşuyor. Bayan Nafıa!. Ben de bu ada takılıyorum. Nafia. Nafıa Vekaleti gibi bir şey. Bayan Nafıa! Ya da Nafı -a Hanım. Hiç birisi olmuyor. Yemekten sonra Gaud ile Yann arasında nasıl sonuçlanacağını merak ettiğim kitabı daha dikkatle okumaya başladım. . Güzel, aynı zamanda akıllı sandığım Gaud giderek gözümden düşeceğe benziyor. Yann’ın kendisini sevmemesine neden olarak varsıllığına yüklemesi akılsız olduğunu göstermeye yetecek bence…Gene de, sonu ne olursa olsun kitabı bitireceğim. Okunmuş kitap listemde Izlanda Balıkçısı olacak. Roman olarak okuduklarım çok değil zaten. Üç Silahşörler, Monte Kristo, 80 günde Devri Alem, Denizler Altında 20000 Fersah, Aya Seyahat, Bu Toprağın Kızları, Çalıkuşu, Yaban, Kuyucaklı Yusuf, Zavallı Necdet. Ömer Seyfettin’in öykü kitalarını saymıyorum. Onları tekrar tekrar okuyacağım. BeyazZambaklardaöyle. Bunlarla şiir kitaplarını sürekli tekraralayacağım. Yatınca gene balıkçıları düşündüm. Gaud’u kime benzetebilirim? Tek kişi A aklıma geliyor. A da güzel bir kız. Güzelliğine söz yok. Bence Gaud’dan da güzeldir. Ancak A, Gaud kadar kendi üstüne söz sahibi değil, anne-baba bir gölge gibi onun çevresini sarmış durumda. Bu bakımdan Gaud için tanıdıklarım arasından tam bir örnek bulup ayıramıyorum. Görünüş olarak da A’dan başka da kimseyi düşünemiyorum…Sarışın, uzun kirpikli, uzun boylu, çok hareketli, neşeli, çevresindekilere yardım etmek isteyen birisi….
2 Mart 1940 Cumartesi….
Hava güzel Rukiye Öğretmen bizi bugün dışarıya çıkaracak, bolca da koşturacak. Arkadaşlar bu tür varsayımları öne sürüyorlar. Onlar bunları dedikçe ben de beni koşturacağını, belki de kasıtlı olarak gösterdiği hareketleri inadına yaptıracağını, düşünüyorum. Yaptırdığı hareketleri anımsıyorum:Dizler üstünde dik eğilme, kalkma. . Tek ayak üzerinde öbür bacağın ileri, geri dik, arkaya, öne gidip gelmesi, dizden 90 derece kırma, ayağın yumuşak hareketi. Belden bükülerek parmakların ayak ucundan yere değmesi. Bunları yapıyorum. Halil soruyor, ”Bunları niçin yapıyorsun? ”Öğretmen yaptırırsa, doğrusunu yapmak için. !”Halil gülerek, ”Öğretmen senin doğrunu görmek isterse bunları sormaz bile, yaptıklarını topluca yaptığımız zaman görür geçer. Kasıtlı sınamak istiyorsa o zaman da bunları değil senin yapamadıklarını gözetip bulur, onları yaptırır!”Böyle söyleyince arkadaşa kızdım, ”Sen beni korkutuyorsun. Ben öğretmenin benim hakkımdaki düşüncelerinin herkesten farklı olduğunu düşünmüyorum. Bu nedenle gösterilen hareketleri doğru yapmak için çalışıyorum!”dedim. Boş geçen müzik dersi boyunca mandolin çaldım. Arkadaşların çoğu dikkatle dinledi. Çoğu şaşırdı. Birileri de “Sen daha önce çalışmış da bizden saklamışsın, bu kısa zamanda bu denli güzel çalman olanaksız!”dediler. İdris tanık oldu, ona da inanmayanlar çıktı. Hele Hidayet Öğretmenin Kafkas Dansını çalışıma hepsi şaştı. Derslikte sessizlik isteyen Sami Akıncı bile, müzik dersi olduğu günler derslikte çalışmamı önerdi. Harmandalı Zeybek havasını çalarken Rukiye Öğretmen geldi. Öğretmen gelince kestim. ”Melodisini biliyorsun bir de oyununu öğren, seni benim dersimden başarılı sayayım!”dedi. Arkadaşlar birden, ”Hepimiz öğrenemim öğretmenim!”diye bağırdılar. Öğretmen çok sevindiğini söyledi. Ancak kimden öğrenecektik? Arkadaşlar Hidayet Öğretmeni düşündüler. Rukiye Öğretmense eşi aracılığıyla askerlerden bilen olabilir, böyle birini bulursa getireceğini söyledi. Konuşmalardan sonra sevimli sözler arasında dışarıya çıktık. Beton kaldırımda eski hareketleri tekrarladık. Öğretmeni dikkatle isledim. Benim hareketlerime hiç bakmadı, ya da baktığını hiç belli etmedi. Dersten sonra bir grup arkadaş, daha doğrusu bizim marangozluk grubundan arkadaşlar oyun konusuna sarıldılar. Zeybek ya da başka oyunları konuşur olduk. Boş dersimizde tüm arkadaşlar yeni bir uğraş alanını ilgiyle karşıladılar. 79 Ahmet Güner, 75 Yakup Tanrıkulu, oyun bildiklerini, öğretebilecekleri öne sürünce olay iyice önemsendi. Bayrak Töreninde bayrağı indirip marşın bitmesini beklerken tam karşımda Rukiye Öğretmene baktım. O biraz yan dönüktü, baktığımı görmedi. Bir an için güzel bir insan olduğunu düşündüm. Ağzı, burnu, gözleri, kaşları düzgün, saçları çok güzeldi. İlk kez görmüş gibi uzun uzun baktım. Kirpiklerini bile ilk kez gördüm. Uzun, kıyrık, gözleri açılıp kapandıkça kıvır kıvır inip çıkıyor. Hidayet Öğretmen “Rahat!”deyince toparlanıp bayrak ipini gerdirerek bağladım. Yemekte tatlıdan çok Harmandalı konuşuldu. Yakup’un oyunu bizim köyde de kol kola tutuşarak oynanan bir oyun. ”Onu ben de biliyorum. Öğrenmeye çalışılacak bir tarafı yok, bacakları sallaya sallaya yürüyeceksin!”dedim. Abdullah Erçetin, Öyle ama Yakup onu çok değişik oynuyor, önce gör, sonra konuş!”dedi. Öğleden sonra uzun süre mandolin çalıştım. Daha sonra kitabımı, Izlanda Balıkçısı’nı bitirdim. Çok üzüldüm. Hiç de sandığım gibi değilmiş. Ayırdında olmadan kitaptaki insanların hepsini sevmişim. Sonunda hepsinin başına gelenlerden üzüntü duydumGaud’un babası, kızına yararı olmayan varlığını kaybetti. Güzel, akıllı Gaud sevdiği insan Yann karşısında boyun eğip yoksul yaşama razı oldu. Yoksul Gaud’u sonunda mutlu etmeye kalkışan Yann denizlere karışıp gitti. Yann’ın kız kardeşiyle evli arkadaşı Sylvestre asker oldu, uzak doğuya gitti, savaşta öldü. Büyükanne Yvonne, bakıma muhtaç bir yaşam içinde kaldı. . Böylece romanda geçen kişiyer sonunda hep cezalanmış .
oldular. Ben, en çok Gaud’un yazgısına üzüldüm. Çok uzun süre özlem duyduğu Yann’la bir yıl bile bir arada kalamadı. . Sürekli bir acı duygusu taşıdı Haritada Izlanda’yı buldum. Bir ada, Büyük bir ada…. Hidayet Öğretmen bizi yemekhaneye çağırdı, gittik. Arkadaşlar önce oyunlardan söz ettiler. Öğretmen bu ilgiye sevindi. Oyunlarda yardımcı olabileceğini, ancak oyunların bir bütünlüğü olduğunu, bu tür öğretecek ölçüde kendisinini de bilmediğini söyledi. ”Oyunlarda sizinle beraber olurum, oynarım ama bu oyun başlar, böyle sürer, böyle biter, diyecek kadar bilmiyorum!”dedi. Askerlerden yararlanma fikrini de kuşkuyla karşıladı. ”Askerler çoğu kez görevlerden kaçmak amacıyla böyle işlere kalkışırlar, sonuçta yararlı biş görülmez, ancak biz de bir deneyebiliriz!”dedi. Piyes çalışmamız iyi geçti. Çok rollü arkadaşlar oldukça ezberlemişler, öğretmen de umutlandı. İyimse olarak ayrıldık. Piyeste giyilecek giysiler gene ortaya döküldü. Herşey konuşulurken çok iyi de benim içimde hep bir burukluk var. Bir söz için çıkıp bir saat oturacağım. Buruk bir durumda yatağa girdim;öylece uyumuşum….
3 Mart 1940 Pazar
Kalk zili çalmış, hemen uyandım. Mustafa Saatçı “Nöbetçi yok mu, beni kaldırsın!”diye bağırıyor. İsmet ona yanıt veriyor:Nöbetçi sensin, kendini sen kaldır!”dedi. Mustafa telaşlandı, heyecanla sordu, ”Sahi nöbetçi ben miyim? ” herkes güldü, ”Hayır, değilsin sözleriyle, evetler bir birine karıştı. Mustafa rahatlamadı, hızla dışarı çıktı. Bu arada kapıdan tak tak sesleri geldi, hepimiz sessizce dışarı çıktık. Kahvaltı zili çaldı, kahvaltıya gittik . Abdullah Ertçetin’le İdris benimle çalışmak istediler. Atölyeye beraber gidip bir süre çalıştık. Abdullah, Adem Gürçağlayan öğretmenin öğrettiği şarkıları iyi biliyor. Ayrıca da çok güzel söylüyor. Biz Kimleriz’i, Kır Atı, söyledi. Kır Atı mandolinle kolay çıkardım. Daha doğrusu daha önce çıkarmıştım, sonradan unutmuşum. Şimdi Abdullah söyleyince anımsadım. Gençlik Marşı’nı, 10:Yıl Marşını çalıştık. Abdullah hepsini çok güzel söylüyor ama mandoline pek yanaşmıyor. Nedense bir de koşulu var, onu çok önemsiyor:”Öğretmenler beni zorlamazsa ben çalışmam!”. Böyle demesine karşın İdris’in diretmesi sonunda hiç değilse pazar günleri çalışmak üzere sözleştik. Öğleden sonra Hasan Üner’e yardıma gittim. . Mehmet Başaran, Recep Kocaman dördümüz kitapları elden geçirip sayfalarının tamam olup olmadığını saptadık. Kimi kitapların sayfaları eksik. Hasan kendi okuyacağı kitapları sıralamış. Goriot Baba, Madame Bovary, Dorian Gray’in Portresi, David Copperfied, Rüzgarlı Tepe, Lord Jim…. . Bana içlerinden birini seç!”dedi. Hiç birini seçemedim, sonra alacağım diyerek işi savsakladım. Hiç birini gözüm tutmadı, ama bildiğimden değil, adları bana yabancı geldi. Hasan’ı gücendirmemek için“Sonra alayım!”dedim. Mehmet Başaran da Hasan gibi çok okuyanlardan biri. Hiç okumayanları merak ettim. Hasan güldü, ”Hiç okumayanları bu defterden saptayamazsın, deftere herkes adını yazdırıyor. Fikret Madaralı Öğretmen “Kitap okuyanları kitaplık defterinden kontrol edeceğim!” dediği günden beri herkes düzenli kitap alıyor. Fettah Biricik bile senden çok kitap almış. Ancak akldıklarının hiç birini okumadğını da biliyorum. Hasan, Fettah’la birlikte, Salih Baydemir’i, Abdullah Erçetin’i, Hilmi Altınsoy’u da saydı. Kitaplıktan sonra derslikte Almanca ile Türkçe çalıştım. Okuduğum kitapların tam listesini yapıp romanların özetlerini çıkarmaya başladım. Monte Kristo ile Üç Silahşörleri nasıl özetleyeceğimi bilemiyorum. Onlarda o kadar çok önemli olay var ki! Örneğin Yaban romanı için, ”Bir subay savaşta yaralanmış, bedeni özürlü olarak savaştan sonra memleketine dönmemiş. Savaşta kendisiyle kader birliği eden emireriyle anlaşarak onun köyüne gitmiş. Arkadaşlık kurduğu emireriyle çok iyi anlaşmasına karşın köyde öteki insanlarla uyum sağlayamamış. Üstelik bir süre sonra emireriyle de araları açılmış. Subay başından geçenleri bir deftere not etmiş. Subayın ölümünden ya da izini kaybederek gidişinden sonra bulanlar notları kitap olarak basmışlar. Yaban romanını ayrıntılara inmeden bu kadarcık özetleyebilirim. Emireri Mehmet Ali ya da subay Ahmet Celal’in ya da öteki Salih Ağa, Memiş, Süleyman gibi kişileri katmadan kısa keseceğim. . Çünkü olaylar bir köyde belli insanlar arasında konuşmalarla sürüp gidiyor. Üç Silahşörler’de ise kişiler çok değişik yerlerde, sonuçları çok değişik olaylara karışıyor. Önce dikkatimi çeken de, . adı üç Silahşörler olmakla birlikte en azından dört silahşörle karşılaşılmaktadır. Ayrıca bir biriyle ilişkili insanlar, Fransa’da bir dönemin ünlü kişileri, kardinaller, komutanlar, krallar, kraliçeler, onların akrabaları, yakın destekçileri. Gene de kısaca yazmaya çalışacağım. Hiç değilse adları bir süre aklımda tutarım:O dönemlerde, Fransa ile İngiltere hem savaş durumunda hem de sınırları, insanları için karşılıklı gel-git olaylarında bir birine açık. Kralların aileleri bile yakın akrabalık kurmuş. Karşılıklı gelip gitmeler rahatça yapılabiliyor. İşte böyle bir durumda, sayısız olay bir birini izliyor. Hiç değilse ben, buradaki olaylara karışan adların bir kısmını aklımda tutmaya çalışacağım:Gaskonya’lı D’Artagnan’ı, gerçek üçlü silahşör Athos’u, Porthos’u, Aramis’i unutmayacağım. Öteki önemli kişiler:. Fransa’da, XIII. Louis, ünlü Kardinal Richelieu , İngiltere’den Lord Winter, çirkef Mylady vb……. Bir de yazarı, Fransız:Alexandre Dumas’yı yazarlar listesine aldım. Aynı zamanda okuduğum Monte Kristo’nun da yazarıdır…Türkçe dersime oldukça hazırlıklıyım ama Almanca dersinde ilerleme yok denecek kadar ağır gidiyor. ”Matthias Claudius’dan Abendlied’i, Johann Wolfgang von Goethe’den Mailied’i ezberledim. Öğretmen sorarsa emeğim boşa gitmeyecek. Sormazsa da şansıma diyeceğim. Şiirleri okumak da çevirmek de hem hoşuma gidiyor hem de kolay buluyorum. Gerçi bazen anlamları ters çeviriyorum ama olsun. Arkadaşlar şiirlere hiç değinmiyorlar. Johann Wolfgang von Goethe’nin Heideröslein’ini daha önce çok okuyup ezberlediğim için geçen gün rahatça okudum, açıkladım. Öğretmen memnun oldu, arkadaşların çoğu yeni duymuş gibi şaşkın şaşkın baktılar. Oysa biz o şiiri geçen yıl okumuştuk. Sami Akıncı, Bekir Temuçin, İsmet Yanar gibi bir iki çalışkan arkadaşın dışındakiler geçmiş dersleri unutu unutuveriyorlar. Arka arkaya esneyince Halil, ”Zilin çalacağını anladın!”dedi. Ben, ”Hayır, yat zili benim esnediğimi duydu, şimdi çalacak!”dedim, raslantı zil çaldı. Gülerek alt kata indik. Erken gelip uyuyanlar olmuş. 6. sınıflardan burada kalanlar var. Onlar zaman zaman erken yatıyorlar. Bu benim de işime yarıyor. Onları uyandırmamak için bizimkiler yavaş konuşuyor ya da hiç konuşmuyorlar. Bu nedenle yatar yatmaz uyumam kolaylaşmış oluyor. Mein Schlafüberkmmen
Abendlied
Der Mond ist aufgegangen,
die golden Sternlein prangen-
am Himmel hell und klar.
Der Wald steht schwarz undschweiget,
und aus dfen Wiesen steiget-
der weisse Nebel wunderbar.
Matthias Claudias
4 Mart1940 Pazartesi…
Yarı uyur yarı uyanıkken “Türkçe Dersi’nden yazılıyız sözünü işitince birden zıpladım. ”Öğretmen öyle bir şey demedi!”dedim. Dedim ama içimden “Ya olursa? ” diye bir soru geçti. Zil çaldı, kalktım. İsmet’e sordum. O da bilmiyor. İsmet bir başka fit attı. ”Öğretmen, Sami akıncı ile bize haber iletmiştir. Kıskanç Sami, bunu yalnız arkadaşlarına söylemiş, olabilir!”Okuma kitabımı karıştırdım, defterimi gözden geçirdim. Kahvaltıda herkes yazılıdan söz ediyor. Sami yanımdan geçerken sordum. Sami, ”Herkes benden soruyor, vallah billah benim haberim yok!”dedi. Öğretmen derse gülerek girdi, ”Eee, önceden haber verdiğime göre biraz çalıştığınızı umarak soruyorum!”deyip soruları yazdırmaya başladı. Neyse ki, sorular bana kolay geldi. Özellikle gramer sorusunu kolay anımsadım. Zaten aklımda kalan en köklü bilgi. Fiil, fail, mef’ul’dü. onları da öğretmen, cümleyi sorarken, söyleyiverdi. Cümlede işi yapan, yapılan iş, işin zamanı. Verilen cümleleri kusursuz yaptım. Bir yazarla eserini sordu. Reşat Nuri Güntekin’i yazdım. İstiklal Marşı’nın son dörtlüğünü açıkladım. Medeniyet, memnuniyet, merhamet, mükemmel, mefküre sözlerinin anlamlarını, cümlede kullanılması istenmişti. Hepsini yaptığıma inanarak kağıdımı verdim. Kağıtları toplayınca İsmet cesaret edip sordu, ”Öğretmenim siz yazılı yapacağınızı söylememiştiniz!”Öğretmen, ”Doğrudur söylemedim, okadarcığı da siz tahmin etmelisiniz, ders yılı bitiyor, öğretmenlerden haber beklemeye gerek var mı? Bundan sonra her gün yazılı olabilir!”. Bir birimize bakışarak oturduk kaldık. Yerimden kıpırdamadan Almanca kitabımı açtım. Az sonra Ömer Uzgil öğretmen geldi. ”Guten Tag!”dedikten sonra kağıt çıkarmamızı söyledi. Beş Almanca cümle yazdırdı beş de Türkçe, bunları çevirdik. Beş de eksik sözlü Almanca yazdırdı, eksik yerlere sözcük koyduk. Sorular bana çok kolay geldi, sevindim. Kağıdımı verince öğretmen sordu”Zorlandın mı? ”Zorlanmadığımı söyleyince “Öyleyse sözlüde seni zorlayacağım! ”dedi. Bir süre bunu düşündüm, ”Bu sözler benim için iyi mi, kötü mü? Öğle yemeğinde yazılı sınav sözleme olayı aydınlandı. Öğretmenler 6. sınıflara duyuruyormuş. Bizim arkadaşlar da onlardan duyduklarını gelip derslikte söylüyormuş. Cavit Kafkas’a ben de sordum. Matematik öğretmeni de yazılı olacağını söylemiş. ”Tarih, Tabiat Bilgisi hep yazılı!”dedi. ”Tamam bu hafta işler zor!”diye düşündüm
9 Mart 1940 Cumartesi….
Yazılı yoklamalar nedeniyle dört gündür ne mandolin çalıştım ne de not yazdım. Bugün Beden Eğtimi dersimiz iyi geçerse gene de yazmayacağım. Not yazarken bazan kafamın karıştığına inandım. Böyle daha rahat oluyorum. Bugün yarın yalnız mandolin çalışacağım. Rukiye Öğretmen geldi. Simsiyah bir giysi giymiş. Böyle daha güzel görünüyor. Gülerek “Günaydınlar!”dedi. Günaydın değil, Günaydınlar!”Hava güzel, dersi dışarda yapalım!”dedi. Dışarı çıkınca bizi koşturdu. Bizimle koşmasına şaştık. İki ikiye yariışsak kesinlikle çoğumuzu geçecek. Beton yolda gene sıra olduk. Küçük defterini açıp yoklama yaptı. İlk numara 4 Mehmet Aygün’den başlayarak hareketler yaptırdı. Hareketleri notla değerlendireceğini söyledi. Not sözü hepimizi kaskatı ettı. Gülme, konuşma herşey bitti. Sıkıntılı bir bekleyişten sonra sıra bana geldi. Neyseki belli hareketleri beklerken iyice öğrenmiştim, dikkatlice tekrarladım. Son numara 79 Ahmet Günerden sonra öğretmen defterini kapatırken İsmet notlarımızı öğrenebilecek miyiz? ” diye sordu. Öğretmen gülerek, ”Evet, neden olmasın? ” diyerek notları okudu. Tam numara alan yok. En yüksek not 9, Hüseyin Serin, Sefer Tunca, İsmet Yanar, Mehmet Yücel, Salih Baydemir 9. . Benim numaram da 8 alanlar arasında sayılınca şaşırdım. Nerdeyse “Yanlış!”diye bağıracaktım. Kendimi topladım, Sami akıncının numarasını izledim. Sami 5’li grupta çıktı. Ötesini dinlemedim. Rukiye öğretmen gözümde o denli güzelleşti ki, tuttuğum notlarda onun için daha önce ne yazdımsa hepsini silmeyi bile düşündüm. Sonra bundan vazgeçtim. İlerde de değişiklikler olur. Böyle bir düzeltmenin sonu gelmez, deyip bu düşüncemi gerçekleştirmedim. Rukiye öğretmeni törende de izledim. Gerçekten güzel mi? Sanki daha önceki derslerdeki Dürdane bu değildi. Dürdane, Dürriye, daha neler? . . .
15 Mart 1940 Cuma.
Bugün de tarih notumu öğrenirsem durumum belli olacak. Türkçe:9, Tabiat Bilgisi:10, Almanca:8, Matemati:10, Yurttaşlık Bilgisi:10, Beden Eğitimi:8. Tarihten de çok iyi bekliyorum ama, belli olmuyor, öğretmenler farklı düşünüyorlar. Hiç beklemediğim halde resim notum 8 geldi. Oysa ben en fazla 5 bekliyordum. Harun özçelik’in resmine bakınca ben, benim resmime 2 bile vermen. Harun’un lüks resmine baktım, düpedüz yaktığımız lüksler gibi. Benimki ise karmakarışık çizgiler içinde bir çizgi yumağı. Buna karşın Harun 9 numara almış ben 8…Derslerimiz boş, Halil’le konuşuyoruz. Onun da dersleri iyi. Halil çok çalışmıyor ama dengeli çalışıyor. Ya da dersin arkasını pek boş bırakmıyor. Benim notlarım çalışmama göre az gördüğünü söylüyor. Bense çok buluyorum. Tarih dersimize girdik. Öğretmen notları söyledi. Sami ile ikimiz tam numara almışız. Sanat öğretmenleri not verince notlarım ın toplamı Sami’yi geçeceğini sanıyorum. Resimle beden eğitiminden Sami’nin notlarını geçtiğim için sevinçliyim. Bakalım askerlikten ne alacağız?
17 Mart 1940 Pazar…
Uzun zamandır not tutmadım. Ya da çok kısa notlar yazdım. Parmaklarımla günleri sayıyorum. Geçen günlerde neler oldu? Nelerin notlarını tutmadım? Bunu da düşündüm. Ömer Seyfettin Ruznamesinde kimi günleri dört sözle bitiriyordu. Ben de öyle yapabilirdim. Bugün yazmak istemiyorum, o nedenle yazmadım, desem ne olacak sanki? Bundan sonra da öyle yapacağım. Kahvaltıdan sonra dolabımı temizledim. Öğleden sonra amcamlara gidip çamaşırlarımı alacağım. Gelince de mandolin çalışacağım…. .
18 Mart 1940 Pazartesi….
Fikret Madaralı Öğretmen Türkçe dersimizde gazeteden bir yazı okudu. Köy Öğretmen Okulları için hazırlanan yasayla getirilen yenilikler sıralanmaş:Süre 5 yıla inmiş. Maaş yerine yeni gelir kaynağı sağlanacakmış. Herkes kendi köyünde çalışacakmış. v. b. T. B. M. M. Başkanı Kazım Karabekir Paşa “Yedek subay olsunlar!” demiş. Öğremen, bunlar da daha kesin değil ama, kesin olan bir şey var, büyük bir değişiklik olacağa benziyor!”dedi. Öğretmen bizi teselli için kendi yaşamından, çektiği zorluklardan söz etti. Ülkemizin dışındaki savaşları anlattı. Almanca dersine de buruk bir şekilde girdik. Ömer Uzgil Öğretmen, ”Notundan memnun olmayanlar varsa yoklamaya devam edelim!”dedi Kimse tınmadı. Bu kez öğretmen “Siz bugün çok sessizsiniz önemli bir durum mu var? ”dedi. İsmet, ”Daha ne olsun öğretmenim bize ne diyerek aldılar şimdi de vaadettiklerini kesiyorlar!”dedi. Ömer Uzgil öğretmen İsmet’e “Haklısın ama, bizi yönetenlerin de bir takım hakları var, yasaları onlar yapıyorlar. Yasalara karşı koyamayız. Çıkacak yasa söylendiği gibi çıkarsa okuldan ayrılacaklar var mı? diye sordu. Böyle bir soru geleceğini bu günler hiç düşünmüordum. Birden elimi kaldırdım. ”Yedeksubay hakkımı alırsalar bir gün bile durmayacağım!”dedim. Öğretmen bu kadar kesin bir durum beklememiş olacak”Dur bakalım, yedek subay olamayacağın da nereden çıktı? ”diye sordu. Sami Akıncı”Gazeteler durmadan bunu yazıyorlar öğretmenim ben de okudum!”deyince, öğretmen sanmıyorum, diyrek konuyu yumuşatmaya çalıştı. Mustafa Saatçı, ”okul süresi 5 yıl olanlara yedek subaylık hakkı verilmiyor. Bu nedenle sanat öğretmenlerimiz yedek subay olamıyorlar. Hasan Çevik öğretmenimiz er olarak yeni gitti!”dedi. Öğretmen bir süre sustu. Sonra gülümseyerek, ”Biraz gülümsemeye gereksinimimiz var, Stück Zwanzik belki buna uygun düşecektir!”deyip her zaman olduğu gimi Sami Akıncı’ya okumasını söyledi. Sami hazırlamış mış, ”Die Katze und das Fleisch!”deyip okumaya başladı. Parçada “Hoca” sözü geçtikçe Mustafa Saatçı’ya bakanlar oldu. Arkadaşa, İmam, Hafız, son günlerde “Hoca” denmeye de başlanmıştı. Gerginlik gülümsemeye dönüştü. Öğretmen parçayı kendisi çevirip kuralları belirtti. Öğretmen çıkınca arkadaşlar çevremde toplandılar, Sahi okulu bırakmayı düşünüyor musun? ”Vallah billah!”diyerek yemin ettim. Askerde er olacaksam, burasını bitirince zoraki kendi köyüme gideceksem, ben burada emir kulu olmak için mi 5 yıl çalışacağım? diye sordum. Arkadaşlar beni haklı buldular. Başta Harun Özçelik, İsmet Yanar olmak üzere bir çoğu ayrılacaklarını söylediler. Aynı duygularla yemeğe gittik. Yemekte de konu değişmedi. Ancak araya şakalar girdikçe sinirlerimiz oldukça yumuşadı. Atölyede yapılacak binanın duş bölümü için keşif yapıldı. Namık Öğretmen geldi, ilk yapılacak köşe direkleri, tahtalar için açıklamalar yaptı, ölçüler saptandı, o ölçülere uygun tahtalar, kazıklar hazırladık. Paydostan sonra istemediğim halde arkadaşlarla kaldım. Mandolin çalışmayı da bırakır gibiyim. Okulu bırakacaksam mandolini ne yapacağım?
24 Mart 1940 Pazar.
Hava güzel, karşılar yeşillendi. Ezilmemiş yerlerde bizim bahçede bile yeşerme var. Mehmet Yücel bu yeşilliklere “Onlar ot değil, eşek dikenidir!”diyor. Mefküreci Muallim adlı kitabı okumaya başladım. Mehmet Yücel kitabı görünce gülerek, ”Öğretmen olup olmayacağın belli değil, Mefküreci Muallim kitabı okuyorsun!”deyip gülüyor. Okulu bıraksam da bundan böyle kitap okumayı kolay kolya bırakamam, diye düşünüyorum.
25 Mart 1940 Pazartesi….
Halil inerken uyandım. Uyandığıma da sevindim. Erken hazırlanmak istiyordum. Özellikle Almanca dersi için özel hazırlanacaktım. Ancak Halil’e bile söylemiyorum. Dolaptan alacaklarımı aldım dersliğe bıraktım zil çalınca da kahvaltıya gittim. Öğretmenler genellikle kahvaltı zamanında geliyorlar. Fikret Öğretmen son zamanlarda kahvaltıya gelmiyor. Nedenini Halil söylüyor: “O kendi evinde ağız tadı ile kahvaltı eder, bizim ılık çaylı suyumuzu neden içecek? ” diyor. Ders zili çalınca öğretmen gene kolunun altında bir yığın kitapla geldi. Bana iki Yeni Adam birden verdi. Biri yeni gelen biri de eski sayılardan biri. İlk derste geçen gün yarım kalan gramer konusunu tamamladık. Yazdım-yazıldım. . Güldüm-gülüştük. , baktım-bakıştık. tarttım-tartıldım. Uyudum-uyuttum-uyututuldum türünden sözlerin değişikliklerini özet olarak anlattı. Sonra da Bunları siz öğrenmediniz, sadece gördünüz. Bunlar kitaplar dolusu kurallardır. Kitapları vardır, isterseniz bulup okursunuz. Ben gene size yardımcı olurum ancak Almanca dersinize uygun olarak ayrıca bir gramer dersi sürdüremeyiz!”dedi. 2. derste okuma kitabımızdan parça okuduk. Öğretmen, bu kez parçada geçen sözcüklerin türlerini sordu. Adlar , fiiller, kökler. türemişler. Arkadaşlardan kimileri adlarla fiilleri bir birinden ayıramadılar. Öğretmen gülerek”Ben size kızmıyorum, bunlar okullarda ciddi ciddi okutulmalıdır. Bir dilin aslı esası o dilin gremeridir. Bu da okumadan, okutulmadan öğrenilmez. İşte siz bunu okutulmadan öğrenmeye çalışacaksınız, çalışırsanız öğreneceksiniz. Ancak bundan sonra başka dilleri daha kolay kavrayacaksınız. Benden söylemesi. Gene de size yardımcı olmaya çalışacağım. İyi niyetle işe sarılırsanız, elinizden hiçbir zorlu iş kurtulamaz!”Zil çalarken öğretmen tahtaya yazdığı sözcüklerin silinmemesini istedi. Almanca öğretmeni gelince onları gördü, Fikret Öğretmene teşekkür etti. Bize de sanırım öğrendiniz!”dedi. Sami Akıncı “Öğrenemedik öğretmenim tersine daha da çok karıştırdık!” dedi. Ömer Uzgil Öğretmen sakin bir sesle, ”Karıştırılacak bir durum yok, konu ele alınıncsa giderek kolaylaşacaktır. Aynı sıkıntıları biz de çektik. Siz Almanca dersinizde önüne çıkan kuralların salt o tarafını ele alıp o nun Türkçe’sini öğrenirseniz Almanca’nıza yardımı olur!”Bu kez tahtaya fiiller yazdı. Onların çekimlerini yazdı. Benzerlerini bizlere çektirdi. Almanca karşılıklarını bulduk. Bizdeki tüm çekimlerin Almanca’da olmadığını saptadık. Buna karşın bizde de Almanca’da olan kimi çekimlerin bulunmadığını gördük. Öğretmen ara vermeden 2 ders bize gramer olaylarını anlattı. Neredeyse bu gün dört saat gramer yaptık. Dersten sonra “Hiçbir şey anlamadım!”diyenler oldu ama ben çok şey öğrendim, üstelik daha çok bilgiler öğrenebileceğimi anladım. Bir kez fiillerde zaman olayını iyice kavradım. Aynı durumlar, Almanca’da da var. Hangi dil olursa olsun işlerin, oluşların belli bir zaman içinde olduğunu belirtmek zorundayız. İşte bu zaman belirtisi kullanılan fiil ekleriyle yani çekim ekleriyle seçiliyor. İş, bunları ayrı ayrı yazıp tanımak, bir bakıma ezberlemekle çözülecek. En iyisi gramer kitapları bulup kendimiz okuyarak öğrenmek! . Öğretmen derslikten çıkınca Yeni Adam dergilerimi karıştırdım. . Yeni Adam Mart sayısında (1940) Hüsamettin Bozok adlı yazar Tecüme Katliamı adlı yazısında bir kitaptan söz ediyor”. Bu kitabı bana Hasan okumak üzere verecekti, ben almamıştım:Madame Bovary. Demek önemli bir kitap!”. Yazıyı okudum. Hüsamettin Bozok başka şeyler de yazıyor ama, bence kitabın önemli olduğu da ortaya çıkıyor. Dergiyi kapatıp Hasan’a koştum, o kitabı hemen alacağımı söyledim. Hasan, benim davranışımdan kuşkulanır gibi oldu. ”Bu işin içinde bir şeyler olmasa sen gelip beni böyle sıkıştırmazdın!”gibilerde konuştu. Ben”Ne olacak ki? Senin bana önerdiğin bir kitabı istedim!”deyince Hasan, ”Bunu belki de kıramayacağın biri senden istemiş de olabilir, !”dedi. Üstüne düştüm, “ Örneğin kim olabilir, kimin için ben böyle yakana yapışırım? ”diye sordum. Hasan, ”Kızlardan biri niçin olmasın? Onlar bu kitabı çok istiyorlar!”dedi. Güldüm, ” Bence onlar, senin yaşında çocuk, kitap isterlerse senden daha rahat isterler. Onlar, kitap istemek için bana yaklaşamazlar bile!”diyerek biraz da kabalaştım. Hasan böyle konuştuğu için mahcup olduğunu söyledi, özür diledi. Atölyeye beraber indik. Kitabı alışımın gerçek nedenini yüyürken anlattım, dergideki yazıyı da gösterdim. Hasan bu kez gerçekten üzülerek tekrar tekrar özür diledi. Biz konuşurken bir öğrenci arkamızdan koşarak bir mektup getirdi. Mektup İzmir’den. Numara arkadaşım Ziya Fikri Özlen bu kez çok uzun bir mektup yazmış. Bir de imzalı fotoğraf göndermiş. İmzası da çok ilginç. İzmir’i, arkadaşlarını, okulunu anlatıyor. Okullarında öğretmen eksikliği yokmuş;tüm dersleri dolu geçiyormuş. Okullarındaki müzik çalışmalarını sormuştum. Müzik öğretmenleri varmış. Öğrencilerin çoğu mandolin çalıyormuş. Keman çalanlar da varmış. 3- 4 arkadaşları da akordiyon çalıyormuş. Okullarında piyano da varmış. Şaşırdım kaldım. Arkadaşlar merakla sorunca mektubu okumaları için onlara verdim. Arkadaşlar topluca okurken öğretmenler gelince ne yapığımızı sordularDurumu ben anlattım. Naci Öğretmen, ”Bunda şaşılacak bir taraf yok. Biz de Edirne’de kalsaydık, ayni bilgileri değil, belki de daha çoklarını siz onlara yazacaktınız. Bu nedenle ben, yazılanlara hiç şaşmıyorum. Bu, biraz da bizim şanssızlığımızdan oldu. !”dedi. Öteki öğretmenler de teselli edici sözler söylediler. Hamdi Öğretmen bana, ”Sen yakın zamanda milletvekilleriyle, genel müdürlerle hatta bakanlarla mektuplaşırsan şaşmam!”deyip, güldü. Arkasından “Takdir ediyorum, bak benzer bir okulun ne denli olanakları var, oradaki arkadaşlar öyle bolluk içinde yetişiyorlar. Sizler, ilerde, çalışma yaşamınızda onlarla boy ölçüşmek zorunda kalacaksınız. İşiniz biraz zor. Ancak isterseniz iyi yetişip onların düzeyini tutturabilirsiniz!”dedi. Bana dönerek sordu. ”İlk mektubu kim yazdı, arkadaş mı yoksa sen mi? ”Ben yazdım!”deyince “Bak, bu da önemli, ne denli bolluk içinde olursa olsun arkadaşın bunu düşünmemiş, ama güzel bir şey olduğunu anlamış, karşılık vermiş. Buluş senin olduğu için arkadaş, şimdi sana teşekkür ediyordur. Sen onun gözünde daha değişik, belki bir adım önde bir arkadaş durumundasın. Sen kurcalamasaydın o uyanmayacaktı!”Yusuf Asıl güldü. Bu kez İrfan Öğretmen Yusuf Asıl’a neden güldüğünü sordu. Yusuf, beni göstererek, “Arkadaş ta İzmir’dekileri dürtükleryip uyandırıyor ama bizim sınıfta kımseyi yerinden kıpırdatamıyor!”dedi. Öğretmenler arkladaşın sözlerine güldüler. Hamdi Bağ Öğretmen “Kıpırdatıyor, kıpırdatıyor, bunu anlamak için, onun aranızda olmadığını bir an düşünün:Sonra da olduğunu, yaptıklarını, tepkilerini, davranışlarını göz önüne getirin. Bu iki durum karşılaştırılınca, varolduğu zamanki kazançlar kolayca ortaya çıkacaktır!”Bana bakarak, ”Aferin sana ağabey!”dedi. Hepimizin yüzlerimize baktı, başka bir söz söylemeden kendi çalıştığı tezgaha döndü. Bu, “İş başı yapalım!” demekti. Hepimiz işlerimize sarıldık. Paydosa dek olağan dışı bir sessizlik içinde çalıştık. Ben kendimi mutlu saydım, içimden biraz da böbürlendim. Çok çalışmanın yararını her yönden görüyordum. Kültür dersleri öğretmenleri beni iyi bulduklarını sözle, tavırlarıyla belli ediyorlar. Sanat öğretmenleri de yaptığım işleri, beğeniyle karşılayıp özendirici sözlerle beni hep onurlandırıyorlar. Pekiyi, arkadaşların suskunlukları neden? Acaba onlar da kendilerini mi düşünüyorlar? Hasan Üner’e yavaşça benim aldığım kitabı kızların neden çok aradığını sordum. Okumalarını onlara öğretmenleri öğütlemiş. Romanın kahramanı bir kadınmış. Hasan okumuş. Yeni Adam’daki yazıyı söyledim. Hasan, ”Ben onu bilmem, elimizde bir kitap var. Yazı iki kitaptan söz ediyor. Daha doğrusu o konuda hiçbir fikrim yok. !”Bizim fısıltılı konuşmamız öteki arkadaşları da etkiledi. Önce sorular soruldu, yanıtları verildi. Paydos kampanası çaldığında her zamanki gibi dersliğe döndük. Namık Öğretmen yapıcı arkadaşlarımıza duyurmuş. Önümüzdeki pazartesi günü yatakhane binasının başlangıcı sayılan banyo bölümünün temeline başlanacakmış. Başlayan temelde bizde çalışacakmışız. Ben “Olsun, bir hafta çabuk geçer!”dedim. Halil Basutçu arkadaş düzeltme yaptı. Bundan sonra haftanın çarşamba günleri tarım bahçesinde çalışılacakmış. Okuldan başlayarak İstanbul yoluna paralel alana 1000 fidan ekilecekmiş. Bin fidan hepimizin gözünde büyüdü. Bunları bizim sınıf ekerse her birimize kaç fidan düşer? Sorusu ortaya atıldı. Kafadan sayı söyleyenlere kızan Bekir Temuçin tahtaya koşup yazdı:1000 bölü 30. kişi başına 33 fidan. 6. sınıfları eklediler, hepimizin 10 fidan ekeceği hesaplandı. Bu sayıya hiçbir tepki olmadı. İsmet “Bu sayıyı 15 olarak düşünün!” deyince sorular başladı. ”Neden düşelim? ”İsmet gülerek, ”O günün nöbetçileri var, duraksadı, ardarda , başka, başka, başka dedikten sonra koopratifçi Sami Akıncı da o gün satışta olur!”dedi. Herkes güldü. Sami derslikte değildi. Konu gülmekle geçiştirildi. İsmet önemli bir konuyu gene ortaya getirmekle iyi etti ama, arakadaşların tutumu güvenli değil. Bir ay önce yapılacağı söylenen açıklama kapandı geçti. Şimdi farklı olacak mı? Ben böyle düşünüp Madame Bovary kitabımı okumaya başladım. Kızların bu kitabı araması da benim ilgimi arttırdı. Yemekten sonra söyle bir açıp okumaya başladım. Başına bakıp bırakacaktım. Ancak kitabın girişindeki olayların azıcık belirlenmesini istedim. Genç, güzel bir kız var. Yaşlı bir adamın bakımına yardım ediyor ama aklı fikri başka işlerde. Karısıyla dırdırdan kurtulamayan doktor yaşlı adama yardım için sık sık gittiği genç kızı beğeniyor. ”Dur bakalım!”derken yat zili çalıverdi. Hasan’a hak verdim:Kızlar, bu kitabı benden bile isteyebilirler. Yatınca da düşündüm. ”Doktor, karısını boşayıp, o güzel kızla evlenecek!Kendi kendime kızdım. Ne Türkçe ne de Almanca derslerine bakmadan yattım. Yarın bir sorunla karşılaşırsam Madame Bovary neden oldu, deyip dertleneceğim. Böyle düşünürken Hanife Halamı anımsadım. Halam küçükken Mehmet Hamcam İstanbul’a göçmüş. İçerenköy, Merdivenköy, Üsküdar olmak üzere belli semtlerde oturmuşlar. Hanife Halam o zamanın koşullarında oraların okullarında okumuş. Okulu biritince de birkaç yıl gene oralarda kalmış. Daha doğrusu kensinini İstanbul insanı saymaya başladığı bir sırada yengem vefat edince amcam çocuklarını alıp köye dönmüş. Balkan Savaşı patlak verince de, bu kez İstanbul’á değil de Balıkesir’e gitmet zorunda kalmışlar. Savaş sonrasında çaresiz köye dönüp yaşam savaşlarını sürdürmüşler. Hanife Halam köy koşullarına uygun evlenmek zorunda kalmış. Bunun ne demek olduğunu benim anlamam olası değil. Ancak ben okumak üzere köyden ayrılırken, bana başarı dileyenler, söz arasında özellikle en az altı yıl okuyacağım söylenince, yolunu bulup evlilik olayını ortaya getirmeye başlamışlardı. Bu konuda fazla bir fikrim olmadığı için, ”Ben yabancı yerlerde evlenmem, evlenirsem köyden evlenirim!”gibilerde konuşunca herkes beni takdir ederken Hanife halam, içini çekerek “İşte bunu yapamazsın. Bunu yapman için kazandıklarının yarıdan çoğunu feda etmen gerekecektir. Bugün söyleyiverdiğin bu sözü ilerde yapamayacağını göreceksin. Sakın şimdiden kendini aldatmaya kalkma!”demişti. Halamın bu konuda bir bildiği olmasa böyle konuşmazdı. Güzel Emma’yı gözlerimde canlandırmaya çalışırken, Hanife Halamı anımsamam beni oldukça düşündürdü. Sanırım kitap ilerledikçe bu düşüncem gene gene benim aklımdan geçecek….
26 Mart 1940 Salı
Askerlik dersi salt benim değil tüm arkadaşların sorunu durumuna geldi. İkinci
üsteğmen kimseye bir söz söylemedi ama nedense onun bir şey dememesi de suç gibi algılandı. ”Keşke deseydi!”, türündern konuşanlar da çıktı. Ben karışmıyorum. Tek kaygım, Binbaşı gelir, gene saçma sapan konuşup, kışkırtırsa susabilecek miyim? Kahvaltıda buna benzer konuşmalar sürerken öğretmenler geldi. Salih Zira Öğretmen bana işaret etti. Koştum, yanına gittim. Ömer Uzgil Öğretmeni göstererek, ”Yöneticimiz bize bugün izin verdi, arabamızı da verdi, senin Türkgeldi’ne gideceğiz, gönüllü iki arkadaş seç, numaralarını getir!”dedi. Masaya döndüm. İlk aklıma İsmet geldi, kulağına eğilerek söyledim. İsmet sevindi, ”Olur!”dedi. Durumu anlayan yakınımdaki Hilmi Altınsoy, kolumdan tutarak”Beni de al!”dedi. 44 İsmet Yanar’la 63 Hilmi Altınsoy’u yazarak Ömer Uzgil Öğretmene götürdüm. Salih Ziya Öğretmen okul önünde beklememizi söyledi. Okul kamyonu merdiven ilerisinde duruyordu. Sürücü yardımcısı İbrahim bizi övücü sözlerle karşıladı. Bizimle çalışacağı için bugün çok mutlu olduğunu söyledi. Sürücü Kazım Usta da güzel, şakalı sözlerle bizi karşıladı. . ”Yükten korkmayın, orada yükü görevliler yükleyecek, biz yardımcı durumdayız!”dediler. Salih Öğretmenle Ahmet Gökay Abi de geldi, yola çıktık. Türkgeldi’ye iki yoldan gidilir. Biri Edirne yolundan sapılarak girilir, öteki de Lüleburgaz İstasyonu’nu geçerek. Ben bu yolu önerdim. Öğretmen “Olur!”dedi, oradan gittik. Ismarlanan fidanlar ayrılmış. Daha doğrusu fidanlar aylar önce hazırlanıp toprağa yarı yerlerine dek gömülmüş. Belli sayılarda kümeler. Bize 20’lik kümelerden gösterdiler, kamyon yanaştırıldı, fidanlar yüklendi. Gerçekten biz fidan yüklemedik. İbrahim bize takıldı. ”Ben size söylemiştim, ”Siz fidan yüklemeyeceksiniz!” Ya ne yapacaksınız? Böyle bir soru sormadınız, ben de söylemedim. Şimdi söyleyebilirim:siz de indireceksiniz!”İsmet, ”O zaman bizi buraya neden getirdiniz? Kazım Usta yanıtladı, ”Gönlünüzü almak için. Bak ne güzel gezdiniz!”Gerçekten bizim için güzel bir gezi oldu.
Okula tam yemek sırasında döndük. Öğretmen yemekten sonra indireceğimizi söyledi. Yemeğe girdik. Yemekten sonra kamyona gittiğimizde fidanların indiğini gördük. Salih Öğretmen 6. sınıfların hepsini çağırıp fidanları bahçe kenarına dizdirmiş. Benim ilk işim askerlik dersini sormak oldu. Bizim üsteğmen gelmiş, bizi de sormamış. Derslikte konurşurken beni Salih Ziya Öğretmenin aradığını söylediler. Gittim, ”Ne o izinin bitti mi sandın. Akşama dek izinlisin, al arkadaşlarını Tarım deposuna gidin!”dedi. İsmet’le Hilmi’ye haber verdim, gittik. Öğretmen gelince depodaki gerekli araçları hazırladık. Kazma, kürek, küskü, çapa, çepin türü ne varsa sıraladık. Öğretmen teşekkür etti. Yarın görüşmek üzere diyerek bize izin verdi. Paydos zili çalmamıştı. Ben Atölyeye uğredım. Naci Öğretmen “Nerdesin İbrahim, sen yoksun işler durdu!” dedi. Öğretmenin şaka ettiğini biliyordum. ”Durmaz öğretmenim, arkadaşlar iş durdurmazlar!” dedim. İş durması ise doğruymuş. Yarın bizim sınıf Tarım dersine gidecekmiş. Perşembe Cuma günleri de marangozluk atölyesindekiler Nazmi öğretmenle elektrik işlerinde çalışacakmış. Elektrik hatları elden geçirilip yakın zamanda okulumuz aydınlatılacakmış. Böylece bizim atölye işleri bir hafta bekleyecekmiş.
Paydostan sonra kısa bir süre mandolin çalıştım. Arkasından Emma’yı okumaya başladım. Ancak yarın matematik dersimiz var, Emma’yı kısa kesmek zorun dayım. Matematik dersin de bir süre uyanık olmam gerektiğini iyice düşünüyorum. Arkadaşlar da zaman zaman bana sen Sami Akıncı ile yarışamazsın, o okul yönetimince gözetiliyor. O kadar yakınmalara karşın sanat derslerini kooperatifte geçirmesimne göz yumulması bunun kanıtıdır. Öğleden sonraları kooperatiften kimse alış veriş etmediğine göre o neden orada bekliyor? Arkadaşlar haklılar. Ancak ben, “Verilen dersleri iyi izler, ödevlerimi hakkıyla yaparsam onun yakasını kolay kolay bırakmam. !”diye düşünüyorum. Daireler, silindirler, konikler üstüne tüm problemleri çözdüm. Aritmetikten karekökleri, bir bilinmeyenleri çoktan geçtim. Öğretmene iki bilinmeyenlerden söz ettim. ”Aman, azıcık yavaş gidelim. Eller dört işlemden nasibini alamamış durumda!”deyip güldü. ”Gene de sana problemler hazırlayacağım, söz veriyorum, deyip gönlümü aldı. 3. sınıf kitapları getireceğini söyledi. Bunları düşünerek hazırlanıyorum…….
27 Mart 1940 Çarşamba…
Tabiat Bilgisi dersinden bir çok arkadaş düşük not aldı. Kuş muş diyerek küçümsedikleri konuların içinden çıkamayınca öğretmen de kıt not vermiş. Kem küm edenler olunca da öğretmen “Ben öyle dolambaçlı sözlerle iş görmem, notum az olmuş diyen tahtaya kalkar, soracağım sorulara doğru yanıt verirse notunu alır. Bunu yapmıyorsa çalışır, öteki yazılıyı bekler. Bunun kuralı budur!”Herkes sustu. Matematik öğretmeni de benzer sözler söyledi. ”Bizim dersimiz matematik, adı üstünde sayıların dersidir. Her değeri ölçen bir özelliği vardır. Böyleyken yanlışla doğruyu karıştırdığımızı kimse söyleyemez. İşte tahta, işte kitaplarınız. Size kafadan soru sormayacağım. Notunu düzeltmek isteyenlere özellikle kitaptan işlenmiş soruları soracağım. İstediğiniz zaman kalkabilirsiniz!”dedi. Öğretmen dersten çıkınca herkes kalkacağını söyledi. Sami Akıncı arkadaşlara yardım sözü verdi. i. İsmet’se Sami’ye “Engel olda o da yeter!” diyerek ters bir çıkış yaptı. Mustafa Saatçı İsmet’e “Sen ne karışıyorsun? ”diyerek arka çıkınca, İsmet durmadı, Mustafa’ya, “Hafız-İmam, senin matematiğin zayıf, hem de pek zayıf, arkadaşın önce sana yardım etsin, sen onu savunacağına o seni savunsun!”dedi. Arkadaşlar buna güldüler. Bu sıra Fikret Madaralı Öğretmen geldi. Hepimize baktı, ”Neşeniz bol olsun!”dedi. ”Günaydın beklerken bu söze ne diyeceğimizi bilemediğimizden sustuk. Öğretmen güldü, bu kez “Günaydın!”dedi, canlı olarak “Günaydın!”karşılığını verdik. Öğretmen yerine oturdu. Cumhurbaşkanımnız kimdir? diye sordu. İsmet İnönü. Bunu hepimiz söyledik. Başbakan? “Refik saydam!” sayı olarak yarımız ancak söyleyebildi. T. B. M. M. Başkanı? ”Birisi ben, üç dört arkadaş “Kazım Karabekir paşa!dedik. Milli Eğitim Bakanı ? İsmet, ”Hasan Ali Yücel!” dedi. Öğretmen, ”Doğru mu diye Mehmet Yücel’e sordu. Arkadaş gülerek “Doğru öğretmenim, benim adaşım!”dedi. Sonra Milli Eğitim Bakanlığı kurumu üstüne bilgiler verdi. Bizim okulun bağlı olduğu birimin İlköğretim genel Müdürlüğü olduğunu, başındaki yöneticinin de İsmail Hakkı deyince arkasından gelen söze fırsat vermeden arkadaşlar “Baltacıoğlu!”sözünü eklediler. Öğretmen “başını sallayarak “Hayır, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, benim öğretmenimdir. Kendisi Alpullu’da geldi bizim konuğumuz oldu. Bugün de çıkardığı dergisi Yeni Adam’ı okuyan arkadaşlarınız var. Bunun bizim yönetimimizle ilgisi yok. Bu İsmail Hakkı da benim öğretmenim ama onun adı Tonguç. İsmail Hakkı Tonguç İlk Öğretim Genel Müdürü. Okulumuzun Ankara’da bağlı olduğu birimin yöneticisi İsmail Hakkı Tonguç’tur. Ondan sonra da bakanımız, eliyle Mehmet Yücel’i göstererek aynı zamanda gülerek, arkadaşınızın adaşıdır!” Hepimiz güldük. T. B. M. M. Başkanının görevlerini anlattı. Bindikleri arabaların numaralarını bile sıraladı. Cumhurbaşkanının arabası numarasız, T. B. M. M. Başkanının 1, Başbakanın 2, Milli Eğitim Bakanının 9 numara olduğunu belirtti. Öğretmen çıktıktan sonra uzun süre bakanların sıralamasıyla uğraştık. Adalet, İçişleri, Dışişleri, Milli Savunma, Maliye bakanlığından sonraki bakanlıkları bir türlü sıralayamadık. Bayındırlık, ya da Ulaşırma bakanlıkları niçin Milli Eğitimden önemli sayılmış? Yemek zili çalınca, Sağlık Bakanlığını da anımsayıp yemeğe gittik. Yemekteki konuşmalar, dikeceğimiz fidanlara yöneldi. Fidanların yarı bele kadar kış boyunca toprak altında bekletildiğini söyleyince arkadaşlar bize inanmadılar. ”Öyleyse onlar tutmaz!”deyip tartışmaya girdiler. Tartışma fidan dikeceğimiz yere dek sürdü. Salih Öğretmen, önce açıklama yaptı. Bana hazırlattığı iki cukura benim şansıma iki elma fidanı diktik. Arkadaşlar benimde benimde deyince öğretmen “Çocuklar hepsi zaten sizin şansınıza dikiliyor. Kısmetiniz olursa siz yiyeceksiniz. Haydi şimdi bencilliği bırakıp imece yapalım, elbirliğiyle bunlara hayat verdirelim. Daha geciktirirsek, kuraklara kalır, kök salamazlar. Zaten bunları başlangıçta çok sulamak zorunda kalacağız. Fidanları diktikten sonra da su arayacağız!” arkadaşlar gösterilen şekilde çukurları açmaya başladı. Öğretmen arkadaşlara sabırla anlattı. Yapıldığına inandığı grubu bırakıp ötekine geçti. Çiftleri ayırıp yeni çiftler yaptı. En güvenilir tarımcı arkadaş, Halil Basutçu, Sefer Tunca, Arif Kalkan, Hüseyin Orhan, Recep kocaman, İsmet Yanar olarak belirdi. Onların diktiklerine öğretmen sık sık “Aferin!”dedi. Öğretmen 6. sınıflar için de fidan ayırmış. Bu nedenle biz sandığımız kadar fidan dikmedik. 9’ar, 10’ar, fidanla işi bitirdik. Öğretmen bizi övdü. ”Okulun kurucuları, ağabeyleri, ilk fidanları ekti, bu ilk fidanların gölgesinde oturanlar, meyvelerinden yiyenler, onları saygıyla anacak, hayır dualar edecektir!” dedi. Biz araçları toplarken Okul Müdürü geldi. Öğretmene “Aşk olsun Salih’çiğim, eline, diline sağlık ama bana da haber verseydin, bir iki çubuk da ben ekmek isterdim!”dedi. Öğretmen, ”Estafurullah Müdür Bey, sizi unuturmuyuz. Aradık, yarın için size de ayıdık, sizin elinizin değmesi bizim için uğurdur güçtür!”dedi. Öğretmen bizim gitmemizi söyledi. Onlar dereye dek yürüdüler. Tarım çalışması, fidan dikme, bahçe kazma derken hiç de zorluk çekmediğimiz bir işi yapıp çıktık. Öğretmenin buyruğuyla araçları bizim atölyye bıraktık, kapıyı kilitledim. 6. Sınıflar yarın öğlede gelip alacaklar. Dersliğe gidip Emma’yı okumaya başladım. Okudum ama bu Emma biraz başka türlü bir kadın. Uslanacak türden değil. İsteyerek evlendiği kocasından çabucak bıktı. Bela arıyor gibi, etrafına bakınıyor. Bizim köydeki Arzu’ya benzetiyorum. Arzu, birileri kendisini isteyinceye dek, yakınlık gösterir ciddi bir istek karşısında artkasını dönerdi. Sonunda birine vardı, iki ay içinde baba evine döndü. Gene akıllanmadı, derken babası onu, uzak bir yere verdi. Arzu’yu bir daha gören olmadı. Emma bana Arzu’yu anımsatıyor. Arzu da çok güzeldi. Emma kocası doktor Charles’i küçümsemeye başladıOna yalan söylemekten çekinmedi. Öçnce Leon Dupuis, sonra Rodolphe ile ilişki kurdu. Mektuplar buluşmalar derken boğaza kadar borçlanma gelip dayanıyor. . Şaştım, bizim kızlar bu kitabın neresini seviyorlar? Bir süre duraksadım. Belki güzel bir kitap ama bence ders alacak bir tarafı yok. Acaba, bunu okuyan, ”Ben de sakın öyle olmayayım!”demek için mi okuyor. Onun içinse şaşarım:Öyle eğlence arkasında koşmazsa kesinlikle Emma gibi olmaz. Kendi kendime tartışırken Yat zili çaldı. Kitabı nerdeyse bitirecekmişim. Emma gözümden düştü. dr. Charles bu olaydan nasıl kurtulacak. Emma’nın aptalca dalaverelerine koskoca doktor nasıl göz yumuyor? Haberi yok mu? Bu adamda sezinleme diye bir duygu yok mu? O insanların bakışlarından anlaması gerekir. Uyuyor her halde!Ya da bilerek göz yumuyor. Bize yakın köy, Deveçatak’ta benzer bir olay olmuşmuş. Bir kadın bir erkekle iklişki kurmuş, bu ilişki yıllarca sürmüş. Dillere düşmüş ama kımsenin hıgı çıkmamış. Bunu duyan küçük kardeş, pusu kurup geleni öldürmüş. Çocuktan böyle bir olay beklenmediği için güvenlik güçleri yetişkinleri sorumlu tutmuşlar. Uzun uğraşlardan sonra yetişkinler kendilerini kurtardı ama, olay tüm çevreye yayıldı. Yıllar sonra da çocuk olayı ayrıntılarıyla anlattı. dr. Charles’i de belki çocuğu kurtaracaktır. Emma’nın çocuğu olacak….
31 Mart 1940 Pazar…
Nihayet bugün hamama gideceğiz. Pazar günü, hafta arası, derken 20 günü geçirdik. Uzun aralıklardan biri oldu. Alpullu’da da böyle olmuştu…. Öğleye dek mandolin çalıştım. Atölye soğuk değil, daha rahat çalışıyorum. Yeni okul şarkıları öğrendim. Ahmet Güner, Yakup Tanrıkulu türkü, Abdullah Erçetin şarkı, marş öğretti. Sırtların senin sağlamdır, mis kokan orman çamdır…Ayşem nerden gelir tarladan…İzmir’in kavakları, dökülür yaprakları. . Bir de Hidayet Öğretmenin şarkısı, Bülbül olsam, kona da bilsem dallere. (Dallara değil)…. Cavit’e Eskişehir-Çiftelerden mektup gelmiş. Bu kez de Ali Yılmaz kısacık yazmış. Onların müdürleri yeni değişmiş. Gelen müdürleri söz vermiş, ”Sizin zararınıza yasa çıkartmayız bize inanın!”demiş. Ali Yılmaz, nerdeyse bana bir daha mektup yazma, der gibi konuşup bitirmiş. Ayrıca, ”Bizim okulun müdürü genel müdür İsmail Hakkı Tonguç’un arkadaşı!” demiş. Üzüldüm. Ne olacak, yani? Ziya Fikri Özlen de yazdı, Genel Müdürün öz kardeşi de Kızılçullu’da onların Müdür Yardımcısıymış. Yasa çıkınca bunlar kime ne diyecekler ki? . . Yemekten sonra ben roman okudum. Halil Kocabalkan’dan mektup gelmiş, Hüsnü Yalçın çok sevinçli. Bana da selam var. Mektup yazmak için söz veriyorum ama bir türlü yazamıyorum. Tanımadan sevdimHüsnü Yalçın’ın arkadaşlarını, gene de ne yazacağımı bir türlü kestiremiyorum. Bulgaristan’dan gelen iki arkadaşımız, . sağ olsunla, r ikisi de birer tip örnek. Hüsnü Yalçın’a bakıp Halil Kocabalkan’a da, Hasan Hepyılmaz’a da hemen yazasım geliyor. Emrullah Öztürk’e bakınca ise elimde kalem varsa düşüveriyor. O denli farklı bir durumdalar. Hüsnü’ye gelen mektuplara bakıyorum, konuları, haklı olarak hep Bulgaristan’daki aileleri, arkadaşları. Ben şimdi kalkıp kendimi anlatsam, nasıl karşılanacaktır? Burdakileri arkadaşları iki günlüğüne köye götüremedimOnlara kalkıp köyümden nasıl söz ederim? ”Kendini tanıttğı gibi biri olsa önce oradaki arkadaşlarımızla iyi arkadaşlık kurardı!”diyeceklerinden kuşkulanıyorum. . Bunu çok düşündüm, kalemime bir türlü” Yaz!” diyemedim…Romanı açtım. . …. Emma iyice gözümden düştü. Anne olunca uslanacak sanıyordum. Emma annelik de yapmıyor. Çocuğunu başkasına baktırıyor. Emma Üç Silahşörler’deki Mylady gibi biri olma yolunda. Gerçi o bir casusluk olayı içindeydi ama güzelliğini kullanıyordu. Emma şimdilik güzelliğini salt kendi zevki için harcıyor. Hamam sıramız saat 14oo-16oo arası erken gittik. 9 Mehmet’i sordum, ortaokula gitmekten vazgeçmiş. Daha doğrusu okumaktan vazgeçmiş. Babası Osman Amca onun bu kararına sinirlenip onu köye göndermiş. Mehmet köydeki işleri sürdürüyormuş. Bu kez de okumama kararı verdiğine pişman olmuş. Şimdi de ortaokula kayıt hakkını kaybetmişmiş. Osman Amca çok dertlendi. Arkadaşlar bizim okulu önerdiler. Osman Amca “Benim oğlum haylazın biri, sizin okulda hiç başarı sağlayamaz!”diyerek kestirip attı. Fena içerlemiş gibi bir durumu var. Okula erken döndük. Gündüzleri uzadığından söz edildi. Tam bilmiyorum ama öyle bir değişiklik vardı. Sabit Soysal öğretmen tahtaya çizerek anlatmıştı, bu yıl değinen olmadı Aslında bizim köyde 21 Mart günü aşure yaparlar. Bahar başladı derler. Şu halde bahar başlayalı da bir haftadan fazla oldu. Bayrak töreninde ilginç bir olay oldu. Tam İstiklal Marşı başladığında bir otobüs durdu. Arka arkaya gelen iki de kamyon durdu. Meğer otobüsten yolcu inecekmiş, o nedenle durmuş. Kamyoncular ise durulması gerekiyor, deyip durmuşlar. Hidayet Öğretmen gidip konuştu. Durmanın gerekmediğini, tersine durmanın sakıncalarını anlattı. Yokuş olduğu için arabaları fren yapmalarda zorlanacaklardır!”dedi. Törenden sonra derslikte romanı biraz hızlandırdım. Kendime göre bir de gerekçe buldum. Bu kitabı herhalde öğretmen bize “Okuyun!”demez. O halde üstünkörü okusam da olur, deyip hızlı gidiyorum. Zaten Emma’ın işleri de iyice bozulmaya başladı. Emma sonunda bizim köydeki Arzu’ya benzeyecek galiba….
1 Nisan 1940 Pazartesi.
Dört bölümlü büyük binanın birinci bölümüne bugün başlanacak. Önce toprak tesviyesi yapılacak. Genel olarak 30 cm kuzey taraf yüksek. O yükseklik giderildikten sonra temel kazımı başlayacak. Halil bu işi iyi biliyor. Namık Öğretmenin en güvenilir yardımcısı. Ben gene marangozluk işlerindeyim. Naci Öğretmenle köşeleri saptayıp ipleri çekeceğiz. Halil’le bunları konulşurken Fikret Madaralı Öğretmen kapıdan göründü. Günaydın falan demeden sırayla arkamdam gelin, !”dedi. Öndekiler Öğretmeni izledi, biz de arkalarına takıldık. Kitap dolaplarını katına çıktık. Hasan Üner, Mehmet Başaran daha önce gelmişlermiş. Masa üstüne sıraladıkları kitaplardan hepimize birer tane verdiler. Bana bir şiir kitabı geldi. Faruk Nafiz Çamlıbel. Bu şairi zaten çok seviyordum. Çok sevindim. Kitapları aldık, dersiğe döndük. Öğretmen, ”Herkes aldığı kitabı arkadaşlarına tanıtacak!”dedi. . Kitabı tanıtması için de kitaptan bir bölümü okunacak, özllikleri arkadaşlara aktaracak. Roman kitabı alanların, öykü kitabı alanların, şiir kitabı alanların yapacakları işlemler ayrı ayrı anlatıldı. Ben şiirlerin çoğunu okudum ama bir seçim yapamadım. Çoban Çeşmesi’ni seçtim, sonra vazgeçtim, Han Duvarları’nı seçtim olmadı. Bu da uzun geldi. Tekrar Çoban çeşmesinde karar kıldım. Faruk Nafiz Çamlıbel için Yahya Kemal Beyatlı’nın söylediği bir ikiliyi, notuma ekledim. Bir Lüb_i lebiidir leizi lezaizin-Her mısra’ı cihanda Faruk Nafiz’in. Öğretmen, ”Şiier bir yana bunu saptaman hepsinden daha isabetli, dedi. Beyitin anlamını kendisi açıkladı. Faruk Nafiz’in yazdığı tüm şiirler insan dudağından zefkle dökülecek özellikler taşımaktadır. Bu ödevimi çok rahat atlattım. Öğretmen öykü seçenler üzerinde çok durdu. Kitaplar bizde kaldı. Gelecek derse dek okuyabileceğiz…Almanca dersimiz boş geçtiÖğretmenimizin bir yerlere gittiği söylendi. Bir ara da başka bir yere atandığı sözü çıkarıldı. Buna inanmadık. Daha doğrusu bunun olmasına gönlümüz razı değil. Ben Madam Bovary’yi bitirdim. Çok üzüldüm. Hasana kitabı verirken uyardım, ”Bunu sakın kızlara verme!”Öğle yemeği biraz canlı geçti. Herkes temel kazma kaygısı içinden. Salih Ziya Öğretmenin anlattıklarını anımsattım. Hilmi Altınsoy karşı durdu. ”Salih Öğretmenin dediklerini sen yanlış anlamışsın, o, tarımdaki çalışmalar için demişti!”dedi arkasından gene kendisi. ”Abi şaka söyledim!”diyerek konuyu kapattı. İnşaat yerine Namık Ergin Öğretmen başta olmak üzere önce öğretmen geldi. Temelden daha geniş bir alanın düzeltilmesi işaretlendi. Toprak kazmaya elverişli olduğu için kolay başladık. Kalas yollar döşeyerek el arabalarından yararlandık. Üst toprağı sandığımızdan daha kolay açtık. Namık Öğretmen, ”Güzel başladık, güzel iş başardık biraz erken paydos edelim derken kampana çaldı. Hepimiz güldük. ”Öğretmen kampanacıyı görünce öyle konuştu!”diyen oldu. Öğretmen “Aşk olsun, ben de yarın sizi yarım saat sonra paydos ettireyim de görün!”dedi. Herkes sumuşken 6 Ali aga “Sağolun!”deyip güldü. Bu kez Namık Öğretmen , ”Peki bu sağol şimdi neyin nesi? diye sordu. Herkes Ali Agaya bakarken Mehmet Yücel yanıtını verdi. Namık Öğretmen’sizin yarın erken bırakacağınızı düşündüğü için öyle dedi. Arkadaş erkencidir;düşündüğünü söyler. Sizin fazla çalıştıracağınızı o henüz algılamış değil, onun dandiritleri çok ağırdır!”deyince öğretmenler katılarak güldüler. Ali Aga gerçekten hiç oralı olmadan herkesle birlikte güldü. Hamdi Öğretmen Mehmet Yücel’e takıldı “Sen falcı mısın büyücü mü? Öğretmenler gülerek yürüdüler. Ayrılırken İrfan Öğretmen ayrılırken Ali Aga için sordu, Arkadaşınız bu şakaları kaldırıyor mu? ”Benden önce Harun Özçelik yanıtladı, Ali Aga, konuşulanların yarısı dinlememiştir. Sözleri tam dinlemediği için tam algılayamıyor. Derslerde de böyle!”dedi. İrfan Öğretmen üzüldüğünü söyledi. İrfan Öğretmen Ali arkadaşımızı özürlü olarak düşündüğünden üzüldü. Oysa anlatılanlar hep Ali Aganın hınzırlığını sergilemek içindi. Dersliğe gittiğimizde de aynı konular konuşuldu. Ali hiç oralı değildi. ”Siz ne derseniz deyin, benim için farketmez!”dedi. Dirseğini sıraya koyup kitabını okudu. Yemekte, yemekten sonra gözlerimiz Ömer Uzgil Öğretmeni aradı. Yok. Gerçekten bir yerlere mi gitti? Kimseye bir şey demedim ama içimden üzüldümŞiir kitabını açtım, Han duvarlarını okudum. Ço uzun bir şiir, insan bunu ezberleyemez!”dedim. Halil “İstenirse ezberlenir, yanıtını verdi. Hafızların uzun dualarını, mevlitlerini örnek verdi. Onu haklı buldum. Doğru, Kur’an okuyanlar, Mevlit okuyanlar daha uzunlarını okuyorlar. Mevlit dinlediğim için uzunluğu hakkında bilgim var. Yaz zili çalarken Ömer Uzgil Öğretmeni gördük gelmiş. Söylenenler yakıştırmaymış. . Rahatça uykuya yattım….
2 Nisan 1940 Salı
Dersliğe çıktığımda baktım herkes neşeli, gülüşü duruyor. Mustafa Saatçı, önce:”Askerlik dersinden yazılı var!”diye bağırmış;arkasından da “Bir Nisan!”demiş. . İdris Destan karşılık verdi: “Bir nisan!” bugün askerlik öğretmeni gelmeyecek!”Bir Nisan şakasını böylece bir gün sonra uygulamak istiyorlarmış. Halil Basutçu düzeltme yapmak istedi: Nisan ayının birinci günü yalan söylemek hoş görülüyormuş, ancak başka günlere taşırılırtsa suç olurmuş!”Herkes kendi havasında. Ben bir an düşündüm, İ”Nedir bu bir nisan olayı? lkokulda böyle bir şaka duydum mu? Geçen yıl da sanırım Bir Nisan’ın üzerinde durulmadı. Durulsaydı ben buralara yazardım. Konuşulmuş olsa bile ben umursammışım, bunun aslını bana anlatır mısın? ”Halil bana yanıt vermeden birden kalktı;Hamdi Öğretmen geldi:”Bir Nisan şakası önce Nisan ayının birinci günü yapılır. Bu küçük şakayı nisan ayı boyuna yayamazsınız. Böyle yapılımnca onun tadı kaçar. Ayrıca onun kişiler arasında değil de sınıflarca önceden hazırlanıp ders öğretmenlerine yapılması gelenekleştirilmiştir. Hele böyle bir gün geçtikten sonra yatarken konuşmak bir nisan şakası değil , tembelliğin daniskasıdır!”dedi. Yataklar birden boşaldı.
Geçen askerlik dersinde ben yoktum, Halil’e sordum, ”Yazılıdan söz edildi mi? Halil hatırlamadı. Ancak” Yapmaz!”diye kendi kanısını belirtti. Kahvaltıya bu rahatlık içinde gittim. Öğretmenler geldiler. Salih Ziya Öğretmen geldi. Yeni, giysilerini giymiş. Masada en yüksek sesle konuşan o. Sesi de gür olduğundan söyledikleri bizim masa rahat duyuluyor. Derslikte de öyle, Bağıra çağıra konuşuyor. Kendisi Tabiat Bilgisi öğretmeni, değil ama tüm konuları çok rahat anlatıyor. Tabiat Bilgisi dersini geçen yıl Bu denli rahat öğrenememiştik. Derslikte öğretmeni bekliyoruz. Fidanların ekilmesi öğretmeni sevindirdi. Arkadaşlar “Öğretmen fidanlıktan söz açar bir süre konuşur, böylece ders tatlı geçer!”diyorlar. Gerçekten öğretmen, geldi, önce fidanlıktan söz etti. Fıdanlık bizim derslikten görünüyor. ”Yakında orası yeşerecek diyrek öğretmen bizi o tarafa baktırdı. İkinci iş olarak, arıcılık, ardından da tavukçuluk yapılacağını anlattı. Bunların yararlarından söz etti. Salih Ziya Öğretmen ilk kez yeni çıkacak yasadan söz etti. Ancak öğretmen bizim beklediğimiz yönlerine değinmeden yapılacak tarımsal çalışmaların genişleyeceğini söyledi. Bu kez arkadaşların kimileri tedirgin bakışlarla öğretmeni dinlemeye başladılar. Öğretmen durumu hemen farketti, ”Biliyorum sizin bir bölümünüz yanlış yere gelmiş, daha doğrusu gideceği yerlere gidememiş, onların yerleri liselerdi. Ama gidememişler, şimdi de zoraki bizimle bir arada bulunuyorlar. Burtada kaldıkça da çaresiz bize uyacaklar. Bizim aramızda yaşayıp da lise hayali kurarlarsa sonunda üzülecekler Bizden söylemesi:. Ya o, ya da bu. İkisi birden söz konusu değil. Ben buranın koşullarını benimseyip sürdürmek isteyenlere söylüyorum!”Bir süre sıraların arasında gezdi. Tahtanın önüne giderek, ”Herhalde okulumuzun yeni bir yasa ile şeklinin değiştirileceğini duymuşsunuzdur!”dedi. Hepimiz sustuk. Sami Akıncı, ”Söylenti olarak duyduk ama gerçeğin ne olduğunu bilmiyoruz!”dedi . Öğretmen gülerek, ”Gerçeğin ne olduğu bu aşamada kimse bilemez zaten. Yasalar son oylamaya dek hep değiştirilebilirler. Benim de bildiğim gazetelerin yazdıklarıyla sınırlı. Gazete haberlerine göre sizler köylerde öğrencilere öğretmenlik yapacağınız gibi , köy halkının da yetiştiricisi olacaksınız. Bu bir bakıma iyi bir çiftçi olarak yertişmenizi ön koşul olarak benimsemeniz için sizi zorlayacaktır. Çiftçiye yardımcı olabilmiek için yardımcının çiftçiden bilgili olması gerekir. . Köylüler, yani işi toprakla olanlar en külyutmaz insanlardır. Kendi bildikleri sınırlı alanlarda “Dediğim dedik öttürdüğüm düdük!” derler. Karşılarındakinin bir zayıf tarafını bulunca acımasızca eleştirirler. Eleştiriyle kalsalar gene iyi işi kolayca alaya, hakarete dönüştürürler. Böyle bir ip ucu verenler artık orada yaşayamaz. Bunu kanıtlayan kitapları okudukça bunun ne demek olduğunu daha iyi öğreneceksiniz!”Sami Akıncı, Küçük Paşa’yı, Çıkrıklar Durunca’yı, Yaban’ı, Kuyucaklı Yusuf’u, Çalı Kuşu!nu okuyunca benzerlerini gördük!” dedi. Öğretmen gülerek , ”Ağzına sağlık!”dedi. Sonra Sami’ye sordu. ”Bunları sen mi okudun yoksa hepimniz mi? ”Sami’yle birlikte arkadaşlar “Hepimiz!”deyince öğretmen:”Tamam işte, beni şimdi daha iyi anlamış olacaksınız!”Arkasından, ”Yeni yasa, benim anladığım kadarıyla bizim okulların gelişmesi için bir yol açacaktır, ben böyle düşünüyorum, bunu bekliyorum. Bu benim kişisel görüşüm. Belki de böyle istediğim için böyle olacak diyorum. Gerçeği pek yakında hep birlikte göreceğiz. Diktiğimiz fidanlar daha güzel günlerde büyüyecek, biz de onlardan hep birlikte bol ürünler alacağız!”Zil çalınca öğretmen “Allahaısmarladık!”deyip ayrıldı. Arkadaşlar bir birlerine bakarak konuşmaya başladılar. En alıngan Fettah çıktı. ”Bana ne bakıyorsunuz? Ben ne yaptım? Hepiniz Tarım bahçesinde kaytarıyorsunuz, öğretmen sizi görmedi mi sanıyorsunuz? diye bağırdı. Tam o sıra Üsteğmen gülerek kapıdan girdi. Ökçelerini vurupselamladı. ”Günaydın!”dedi. ”Sağoooolll!”diye yüksek sesle bağırdık. Üsteğmen, gazete okumuyorsunuz, radyo dinlemiyorsunuz, yakında asker olacaksınız, dünyanın yeni durumundan habersiz kalmayın. Size kısaca bilgi vereyim!”diyerek söze başladı. ”Zavallı Finlandiya çaresiz, anlaşmaya yanaştı, önemli toprak kayıbını sineye çekiyor!” dedi. Rusya’nın vaktiyle kaybettiği yerleri geri aldığını tekrarladı. Polonya’nın öteden beri Slav-Cermen çatışmaları arasında ezildiğini anlattı. Fransa’nın politik olarak yıprandığını, İngiltere’nin güçsüzlünü bu nedenle Almanya’nın şımararak saldırdığını, savaşı daha da genişleteceğini söyledi. İsmet, ”Savaş bize gelecek mi? diye sordu. Üsteğmen, ”Savaş bize geldi, çevremiz düşman güçleri ile çevrili. Biz savaş istemiyoruz. Başkaları bize dokunmazsa savaşmayacağız. Ancak bizi rahatsız ederlerse tüm gücümüzle kendimizi savunacağız. Bu nedenle bizim savaş durumumuz düşmanımıza bağlı. Düşman varsa savaş olur, düşman yoksa savaş da yoktur. Ama savaş hazırlığı her zaman vardır. Hele bu sıra, tüm komşuların işgale uğradığı bir sıra savaş yok demek anlamsız olur. Soruyu İsmet sormuştu, üsteğmen İsmet’e “Öyle değil mi dostum? diye sordu. İsmet başıyla “Öyle!”işareti yaptı. Üsteğmen kitabımnızdaki Savaş Durumu bölümünü kendisi okudu. Barış bölümünü okuması için İsmet’e işaret ederken dersimiz bitti. Barışı okumamız gelecek derse kaldı. Mehmet Yücel çoktandır konuşmuyordu, konuştu:Savaş içindeyiz arkadaşlar, barış gecikecek, belirsiz şekilde geriye kaldı. Madem savaş içindeymişiz, zaten barışa gerek yok. Sıra gelirse onu da okuruz!”…. Yemek boyunca üsteğmenin anlattıklarını düşündüm. Zavallı Finlandiya, öteki adıyla Suomi, Snellmann’ın güzel yurdu(Johan Vilhelm Snellman)Aynı zamanda Snellman’ın dost diye tanıttığı Rusya tarafından savaş açılarak, toprakları elinden alınıyor.
Yemekten az sonra temellere başladık. Hamdi Bağ-Naci İnan Öğretmenler yok, yalnız İrfan Aksu Öğretmen var. Namık Ergin Öğretmen her zamanki gibi tüm inşaat şalışmalarını düzenliyor. İrfan Öğretmenin bulunuşu benim için yararlı oluyor. Sık sık iş değişikliği yapıyor. Bir süre kazınca taşımaya geçiyoruz. Taşımadan sonra da kürekleme başlıyor. Hepsi zor ama değişiklik daha dinlendirici oluyor. Bugün ellerim biraz kızardı, yanmarlar var. İrfan Öğretmen “Çabuk geçer!”diyerek beni rahatlattı. Dersten sonra kitaplığa çıktım. Madame Bovaruy’yi verip Ömer Seyfettin’den Asılzadeleri aldım. Ömer Seyfettin’in kıtaplığımızdaki son kitabıymış. Bir kitabı daha varmış ama o bizim kitaplıkta yokmuş. Bu kitap Ömer Seyyettin’in alıştığım kitaplarına benzemiyor. Bu kez çok uzun yazmış. Öteki öyküleri gibi kısa kısa değil. Burada Ashabı Kehfimiz, Bir Ermeni gencinin anlattıkları benim çok işime yaradı:O da gün gün not tutmuş. Belli günlerde gördüklerini, duyduklarını, düşündüklerini yazıyor. Ömer Seyfettin zaman zaman böyle yazılar yazmış;geçen yıl da buna benzer bir yazısını okumuştum:Ruzname…Bu yazının içeriği de ilgimi çekti. Cumhuriyet öncesi insanların değişik düşüncelerini de yansıtıyor. Osmanlı İmparatorluğunun yıkılış nedenlerinden birini açık açık anlatıyor. Asilzadeler, Efruz Bey, Ashabı Kehfimiz, Hürriyet Bayrakları(Bunu daha önce de okumuştum)
Yarın matematik dersimiz var, şaşılacak bir durum herkes matemartik çalışıyor. Öğretmenin geçen ders sorduklarından biri:Dört kardeşin yaş yoplamı 78, kardeşler arasında 5 yaş fark var:Kardeşlerin yaşları. Bunu yapamayanlar var. Sami Akıncı yardımcı oluyor. Konuşmaları dinledim. Sami anlatıyor:Birinciye göre ikinci 5 yaş büyük, üçüncü, ikinciye göre beş, birinciye göre onyaş. dördüncü, üçüncüye göre beş, ikinciye göre on yaş. Bu yaşları toplayıp, genel toplamdan çıkarıyorlar. Kalanı dörde bölüp, farkları ekliyorlar. Baktım, güldüm. Sami azıcık sinirlendi. Bana “Sen farklı mı yapıyorsun? diye sordu. ”Daha kısa olabilr!”diye düşündüğümü, söyledim. Bana baktılar ama “Yap!”diye bir öneride bulunmadılar. Yanlarından ayrıldım. Yatınca da bu konuyu düşündüm. ”Yarın benzer bir soru gelirse kısa yolu deneyeceğim, öğretmen kesinlikle memnun kalacak!”diyerek uyudum….
3 Nisan1940 Çarşamba
Zilden önce uyandım ama öyle uzanıp yattım. Halil de uyandı, yavaşça indi. İnerken dokundum. Fısıltıyla ben mi uyandırdım? diye sordu. Gülerek “Hayır, güzel bir rüya gördüm, galiba ondan uyandım!”. Zil çaldı. Rahat konuşmaya başladık. Yıkanıp ön bahçeye çıktık. Asfalt kenarında bir traktör var. Halil dün duymuş, traktör bizim bahçe için gelmiş. Ekilecek yerler önce traktörle sürülecekmiş. Kahvaltıya girerken öğretmenler geldi. Ahmet Gürsel Öğretmeni görünce heyecanlandım. Benim kendi bulduğumu sandığım çöyüm yolu hakkında ne söyleyecek acaba? Arkadaşlar, ekmekleri esmerleşmiş, çayları soğumuş buldukları için söylenirken ben yakınmadan yeyip dersliğe gittim. Kendi kendime de bir yeni kaygı çıkardım. Traktör geldiğine göre sürücü yanına nöbetçi verilirse kuşkusuz Salih Ziya Öğretmen beni seçer. O zaman matematik dersine giremem. Kendi neşemi kendim azıcık kaçırdım. Az sonra zil çaldı öğretmen geldi. Ders başlayınca çağırılmaktan kurtuldum. Öğretmen güler güzle geldi, ”Günaydın!”dedikten sonra elindeki bir kağıda bakarak 42 Mustafa Saatçı’yı kaldırdı. Mustafa’nın matematiği iyi değildir. Kalkınca rengini attı. Öğretmen Mustafa’ya, ”Senin notun da iyi değilmiş, şimdi nasıl olacak? dedi. Arkasından, ”Sen bugün izinlisin. Ancak dersi izleyen arkadaşlarından notları al, seni sonra kaldıracağım!”dedi. Mustafa ne olduğuınu anlamadığı için telaşlandı. Durumu ben anladım, Mustafa’ya “Traktöre!”dedim. Öğretmen duydu, ”Evet, Salih Bey, izin almış, benden arkadaşınızı istediler!”dedi. Durum açıklandı. Mustafa daha önce traktör sürmesini bildiğini söylerdi. Bu söylemler etkisiyle Salih Ziya Öğretmen Mustafa’yı anımsayıp çağırmış. Çok sevindim. Derse başladık. Öğretmen ödevlere baktı. Tahtaya sorular yazdı. Arkadaşlardan kahtaya kalkmak isteyenler varsa kalksın!”dedi. Arif Kalkan parmak kaldırdı. Arkasından Kadir Pekgöz, Harun Özçelik onu izledi. Öğretmen Harun’u kaldırdı. Sorulardan biri geçen gün yapılan basıt sorulardan biriydi. Dört kardeşin yaş toplamı 36, kardeşler arasında 4’er yaş fark vardır, Çocukların yaşlarının bulunması. Harun Özçelik, Sami Akıncı’nın yaptığı gibi 4+8+12=24…36-24=12/4=3 dedi sonra farkları katarak sonucu doğru buldu. Öğretmen hepimize” Doğru mu? ”diye sordu. Sami başta olmak üzere bir çok arkadaşımız “Doğru!”dedi. Öğretmen Harun Özçelik’e dönerken parmak kaldırdım. Öğretmen bana “Yanlış mı, diyorsun? ” dedi. ”Yanlış değil ama çok uzun yoldan gidiliyor. ”Matematikte daima kısa yol aranır!” diyordunuz. Ben bunun daha kısa yoldan yapabilirim!”dedim. Öğretmen “Ee. . Gel, yap öyleyse!”dedi. Tahtaya gittim, a+b+c+d=36 yazdım. b+c=18 yazdım. b=7, c=11 yazdım. arkasından a=3, d=15 yazdım. 3, 7, 11, 15 gösterdim…. Öğretmen doğru, hem doğru hem de kısa. Peki dayanağın, matematik hipotezin ne? dedi. 1-2-3-4-5-6-7-8-9-10-11-12-13-14-15 sayılarını sıraladım. 1-2-3-4 2-3-4-5 4-5-6-7 8-9-10-11. yaptım. 2+3=5 1+4=5, 3+7=7 2+5=7 5+6=11 4+7=11 9+10=19 8+11=19 yazdım. Öğretmen, ”Sınırlı olmakla beraber övünülecek bir buluş. Bu zaten var ama biz bunu kullanılır duruma getirmedik. Arkadaşınızın önerdiği sıra sayılarda geçerli bir yöntem. !”dedi. Tebaşirle tahtaya 108+109+110+111=X yazdı 109+110=219 108+111=219 yazdı. Sıra sayılar için bir kolaylıktır. Ancak atlamalı sayılarda bir geçerliliği söz konusu olamaz!”Bana dönerek, ”Böyle söylediğime bakarak önerini küçümsediğimi sanma. Senin çalışmanı hep ilgiyle izliyorum. Sana tam numara verişim de bundan. Çalışırken kendini verip düşünebiliyorsun. Öğrenim düzeyin arttıkça çok daha güzel sonuçlar alacağına inanıyorum!”dedi. Öğretmen bu kez arkadaşlara dönerek arkadaşınızın önerdiği kolaylık kısa yol olarak çok işinize yarayacaktır. a+b+c+d formülü olduğu sürece ortayı bulmak yolu çok kısaltmaktadır. Formül sonunda bir sayı olduğuna göre bu sayının yarısı bizi aydınlatacaktır. Söz gelimi sayı 88 ise b+c=44. Verilen farkı çıkarınca b ile c ortaya çıkmış olacaktır. İşlem bir bakıma burada biter. Çünkü a ile d de burada açıklanmaktadır. Bundan sonra büyük, küçük sayılarla örnekler yapıldı. Ders bitiminde öğretmen ayrılınca arkadaşlar işi şakaya dökerek aynı konuyu bir süre sürdürdüler: Yusuf Asıl’ın, İsmet Yanar’ın, Halil Basutçu’nun, Mustafa Saatçı’nın yaş toplamı 60. 2 yaş aralıklarla doğmuşlardır. bunların yaşları kaçtır? İsmet’le Halil’n toplamı 30, farkı çıkarıp ikiye böünce 14, 16 ortaya çıkar. Yusuf 12, mustafa’da 18 yaşındadır. Gülüşüp takılmalar sürdü gitti. Mehmet Yücel öneride bulundu. bütün hesaplamalara İmamın yaşını. katın, o yaşını saklamaya çalışıyor. Böylece açık konuşmaya alışır!”Fikret Madaralı Öğretmen geldi. Kolunu altında bir kese kağıdı, dolu gibi kabarık. Günaydın’dan sonra “Nihayet baharı getirdik. Gelirken baktım, karşılarda çiftçiler tarlalarını sürüyor. Dün akşam Lüleburgaz üstünden leylekler geçti. Uzaklara gidecek gruplar olsa gerek yüksekten gittiler. Sizler de bahçede çalışmaya başlayacaksınız. !”dedi. Kendi bahçöe merakından söz etti. En güzel ağaçlardan birinin ceviz ağacı olduğunu, bu nedenle ceviz getirdiğini açıkladı. Cevizleri Salih Ziya Öğretmene verecek, o da bize ektirecekmiş. Öyle konuşmuşlar. Konuşurken buralarda ceviz olup olmadığı sözü edildi. Ben karşı bağlığın tüm cevizlik olduğunu, bizim köy yolu çıkışının da cevizlikten geçtiğini anlattım. Yol üstünde benimle yaşıt cevizim olduğunu anlatınca Fikret Madaralı Öğretmen bana “Sen de her taşın altından çıkıyorsun, bu ceviz öykün çok hoşuma gitti, ceviz zamanı bir gidip görelim şu senin cevizini!”dedi. Anlattıklarıma ayrıca sevindi. ”Ağaçların insan sevgisine gereksinimi vardır, Lüleburgazlıların ceviz sevdiği üzerinde hiç durmamıştım. Evlerin bahçelerinde pek görmeyince umursamadım!”dedi. Cevizin yiyecek olarak yararları yanında ağaç olarak çok yönlü değer taşıdığını anlattı. Çalıştığı yörelerde ceviz diktirdiğini bir çok yerde “Cevizsever olarak tanındığını bundan kıvanç duyduğunu anlattı. ”Kepirtepe’de bir değil onlarca ceviz yetiştirmek istiyorum!”dedi. Bize de önerdi. Birer ceviz ekin, 30 ceviz ağacınız olacak, burasının havası bile değişecek!”dedi. Boş dersimiz süresince nedense okulun bahçesi, bahçede yetişecek meyva ağaçaları, onlar üzerine konuşmalarla geçti. Fikret Madaralı Öğretmenin ceviz ağacı severliği mi etkilemişti? Yoksa konuşa konşa bizde de yeni hevesler mi uyanmaya başlamıştı? İsmet kendi bahçedlerindeki güzelim meyve ağaçlarına dönüp bakmazken, eline kalem almış 150 öğrenci birer ağaç dikse altı yılda kaç ağaç olur? diye hesap çıkardı. Öğrenci arttıkça ağaçlar da artacak. Şu kadarı elma, bu kadarı armut, şu kadarı şeftali ya da zerdali(Kayısının Trakyalı adı) Ayrıca bağlar, asmalar. Sonunda Mehmet Yücel dayanamadı, ”Çoğunuz bahçeye inince kaçmak için tilki gibi delik arıyorsunuz. Sonra gelip derslikte bağ, bahçe hesabı yapıyorsunuz. Öğleden sonra sizi böyle candan çalışır görmezsem, oracıkta öğretmene çekiştireceğim!”dedi. Karşılıklı söz verdiler:Kepirtepe, Yeşiltepe olacak, bu kuşkonmazlık bahçelerle bağlarla canlanacak!”. Mehmet Yücel bana, ”Bak gör, bunlar senden de ileri gittiler, her biri gönüllü çiftçi olup çıktı!”dedi. Mustafa Saatçı geldi. Okulun, İstanbul tarafı, fidanlık paralelini dere içine dek sürmüşler. Mustafa traktör sürücüsünün yanında oturmuş. Bugün traktör sürmemiş ama, daha önce sürdüğü için cesareti artmış, ”Traktör olsa sürerim!”dedi. Salih Öğretmen, ”Traktör alacağız!”demiş. Mustafa kendini bir sürücü olarak görüyor. Arkadaşlar Mustafa’ya matematik dersindeki yaş hesaplama problemlerini anlattılar. Mustafa oralı bile olmadı. Traktör gelince önce bir futbol alanı düzenleyecekmiş. Futbol sözü geçince futbolcular Mustafa’nın yanına kaydılar. Matematik problemleri geri itildi. Öğleden sonra sürülmüş yerin dereye yakın tarafını Alpullu’da yaptığımıza benzer bölümler yaptık. Önce çapaladık, arkasından bir grup tırmıkladı. Salih Öğretmen bizim çamurundan yakındığımız toprağı çok güçlü buluyor. ”Az gübre, sürekli su, temiz işçilik olunca burada her sebzenin alası olur!”diyor. Bir tarım öğretmeni daha atanmış. O, daha çok bahçecilik işlerini yürütecekmiş. Havanın güzelliği ya da kendi kendimizi önceden hazırladığımızdan bugünkü tarım çalışmalarımız neşeli geçti. Salih Ziya Öğretmen “Gelecek günlerde daha güzel çalışmalarımız olacak!”dedi. Dünkü temel kazmalarda ellerim yanmaya başlamıştı. Bugün de ona benzer iş görmeme karşın ellerimde yanma manma olmadı. Ancak parmak uçlarımda biraz şişiklik gibi bir durum var. Mandolin tellerine dokununca tellere sarılıyor gibi bir şeyler duyumsuyorum. Gene de bir süre gam yaptım, ellerimi kaydırdım, çift vuruşlar yaptım. Çabuk bırakıp kitap okumaya gittim. Hasan’ın ayırdığı kitaplardan Goriot Baba’yı aldım. (Goriyo Baba) Hasan bu kitabı çok övdü. Okumaya başladım. Rahat okunuyor ama geçen insan adlarına takılıyorum. Çoğunu da doğru söylemeden geçiyorum. Bu kez de okuduğumu anlamam zorlaşıyor. Bir süre okuduktan sonra sil yeni baştan geri döndüğüm oluyor. Giriot Baba iki kızı olan bir insan. Kızlarının adlarını hep bir birine karıştırıyorum. Ancak ikisi de babalarının sevgilerini anlayacak yaratılışta olmayan insanlar. Buna karşın baba onlardan geçemiyor. Onlar ne yaparsa yapsın baba onlarsız edemiyecek kadar kızlarına bağlı. Kızları için özveride bulunuyor. İyiliksever bir baba ile babalarına bile yardım etmekten kaçınan evlatların öyküsü. Devam edecek. Yarın Türkçe dersimiz var. Yazmak . Yazdım …. . Yazıldım …Gülmek. Güldük …. . Gülüştük …. Bakmak . Baktım…. . Bakıştık…Çalmak. Çaldım…Çalındı…Gelmek. Geldim…Gelindi…. . Sözcüklerin iç eklerinin kattığı anlamın ayırdındayım ama adlandıramıyorum . Bu dersin(Gramer) kitabını bir türlü bulamadım. İbrahim Ertur arkadaşım ağabeyinden istedi:Ağabeyi de söz verdi, gönderecek, bekliyoruz. Almanca dersinde Ömer Uzgil Öğretmen biraz açıkladı ama sözcük anlamlarını Türkçe olarak vermediSaatlerce lügatten sözcük anlamı aradım. Buna mı üzüldüm yoksas yoruldum mu? Nedense bu gece neşesiz yatıyorum….
4 Nisan 1940 Perşembe
Akşam neşesiz yatmıştım. Korkulu rüyalar gördüm. Tam çıkaramıyorum ama bir şeylerden kaçıp saklanmaya çalışıyorum. Sanırım bir birine karışan olaylar. Lüleburgaz’a gidiyorum. Bir de bakıyorum gittiğim yer Lüleburgaz değil. Birilerine anlatıyorum. O birileri de bana, ”Sen yanılmışsındır, orası Lüleburgaz’dır!”diyor. Böyle diyenlere kızıyorum. Bu kez buna başkalarına anlatıyorum. Bu anlattıklarımdan birisi arkadaşlarımızdanYusuf Asıl, Yusuf gülerek, Peki sonra öğrendin mi, neresiymiş orası? ” diyor. Sinirlenip uzaklaşmaya çalışıyorum. Tam bu sırada uyanıyorum. Ortalıkta kimse yok. Arkadaşlar mışıl mışıl uyuyor. Rüyanın tamamını anımsamaya çalışırken kalk zili çaldı. Rüyamı Türkçe dersiyle karıştırıyorum. Acaba öğretmen tahtaya mı kaldıracak? Verdiği ödevleri haftaya isteyecekti, ben mi yanılıorum? . Kalktım, biraz tedirgin durumda dersliğe gittim. Kahvaltıya Halil Basutçu ile gittik. Rüyamı anlattım. Arkadaş sağ olsun, iyi övüt veriyor. ”Nasıl olduğunu anlayamadığın rüyanın kötü kötü sonuç vereceğini nereden biliyorsun? Baksana rüyanın kendisi bile karışık. Akşam karışık şeyler düşünmüşsündür!” Burası doğru, akşam gerçekten doğru dürüst bir şey düşünmeden kendimi sıkıntıya sokmuştum. Öğretmenler geldi. Bir yabancı var , herhalde geleceği söylenen yeni öğretmendir. Kahvaltıdan sonra hızla dersliğe gittim. Ödev defterimi açıp, tamamlayamadığım üç sözcüğü çıkardım. Bir yolunu bulup ortadan, öğretmene soracağım. Öğretmen gelir gelmez gene okulla ilgili son haberlerden söze başladı. Öğretmen, ”Belki de sizin için daha iyi olacaktır. Okulun 5 yıla indiği kesinlik kazanmış durumdadır!”dedi. Arkadaşlar hemen yedeksubaylık hakkımızı sordular. Öğretmen “Gazetelere göre verilecekmiş!”dedi. Ben birden parmak kaldırdım:”Beş yıl okuyup gelip bize öğretmenlik yapanlara yedeksubaylık hakkı verilmezken bize neden versinler? Öğretmen, ”Haklısın ama gösterilen derslerin durumu farklı olunca pekala verilebilir. Siz gerçek bir kültür dersi izlerseniz, 6 yıllık öğretmen okulları düzeyinde yetişebilirsiniz. Ya da o hakkı size sınavla verirler. Durum birkaç gün içinde tam olarak açıklanacakmış!”dedi. Öğretmen, bu bilgileri Ankara’dan gelen bir öğretmen arkadaştan aldığını, anlattı. Arkadaş dediği öğretmenin adını söyleyince ben , sevinerek “Benim öğretmenim!”dedim. Bu kez öğretmen “Ahmet Korkut şimdi bizim okulumuzda, kendisini gör!”dedi. Kahvaltıda yabancı dedikleri öğretmenin o olduğunu anladım. Bize arkası dönük otuduğu için dikkatli bakmamıştım. Zili sabırsızlıkla bekledim. Öğretmen çıkınca öğretmen odasına koştum. Ahmet Korkut Öğretmen Ömer Uzgil Öğretmenin odasındaymış beni görünce çağırdı. Gittim , elini öptüm. Beni, Ömer Uzgil Öğretmene”Yalnız öğrencim değil, babalarımız kan kardeşidir. Balkan Bozgunu’nda kendilikledrinden birimler oluşturup ke ndi çaplarında direnmişlerdir. Bizler onların anıları içinde yetişiyoruz. Sık sık bir araya gelir, eski günlerini anar, üzülürler, kıvanç duyarlar!”dedi. Ahmet Korkut Öğretmen şimdi müfettişlik yapıyormuş. Kendisini Ankara’ya çağırmışlar. Yetkililerle görüşmüş, Bizim okullarda yöneticilik görevi önerilmiş. O da ailesiyle görüşmek üzere bi süre istemiş, ailesiyle görüşmüş, öneriye “Evet!”demek için karar vermiş. ”Bizim okul olabilir mi? diye sordum. Ahmet Korkut Öğretmenim, ”Hayır, sanmıyorum. Yer söylenmedi ama konuşmalardan burası olmadığı sonucunu çıkardım. Çünkü atama yapacak kişi “Biraz da Anadolu yakasında çalış, yollu şaka sözler söyledi!”dedi. Sonra da”Bir süre Anadolu’da ben de kalmak isrterim. Ancak gözüm hep Trakya’da olacak!” diyerek güldü. Dersliğe dönünce arkadaşlara anlattım. Okulumuzun 5 yıla indiğini, Ahmet Korkut Öğretmen de söyledi, yedek subaylık ise henüz kararlaştırılmamış. ”Olsun” diyenler kadar “Olamaz” diyenler de varmış. Son karar T. B. M. M. ’de verilecekmiş. Tüm arkadaşlar telaşlandı. ”Ya T. B. M. M “olamazlar!”derse ne olacak. Geçmiş günlerdeki duruma döndük. Bekleyeceğiz. Resim dersimizde Ömer Uzgil Öğretmene sormak için karar aldık. Sami Akıncı soracak. Ömer Uzgil Öğretmen Sami Akıncı arkadaşımıza çok güveni var. Sami arkadaşın konuşmalarına pek sinirlenmiyor, sabırla dinleyip, yanıtlar veriyor. Kararlılık içinde bekledik. Ne var ki öğretmen derse gelmedi. Kuruntularımız içinde öğle yemeğine indik. Ahmet Korkut Öğretmen gitmiş. Galiba Ömer Uzgil Öğretmen de onunla birlikte gitmiş. Benim gördüğümde ikisi birlikte idiler. Öğleden sonra kazma işimizi sürdürdük. Arkadaşların neşelendiren şakaları gene sürdü. Namık Ergin Öğretmenin konuşmaları bizi güçlendirdi. Derslikteki o heves kırıcı durum çalışırken dağıldı. Namık Öğretmen, ”Kazı işi yarın son. Pazartesi beton işleri başlıyor!”dediği zaman hepimiz sevindik. Paydostan sonra dersliğe gittim. Romanımı okudum. Roman ilk izlenimimden daha çekici oldu. Özellikle bazı insanların yaşamları ne denli varlık içinde bazılarının da varlıklı gibi görünüp nasıl sıkıntılara katlandıklarını görme bakımından ilginç. Büyük kentlerde hep böyle midir? Romanı neredeyse zor bıraktım şöyle bir tarih dersime baktım. Ancak aklım romanda kaldı:Kişilerin ad karışıklığı olmasa sanki olayların içindeymişim gibi yakınlık duyuyorum. Bir yandan da Tarih kitabımı okuyorum ama aklımın bir ucuyla hep romanı izliyor gibiyim. . Yatarken de öyle oldu. Sanki yarın derste romandaki olaylar sorulacakmış gibi onları anımsıyorum…
5 Nisan 1940 Cuma
Arkadaşların neşesi kaçmış durumda. Kimse belli etmiyor ama, genel durum onu gösteriyor. Şakalaşmalar, kavgaya dek giden karşılıklı diretmeler bitmiş durumda. Gülmeler bile kısa kısa oluyor. Bu durumdan en az etkilendiğini söyleyen İsmet bile”Bize yalan söyleyerek buralara topladıklarına utanmayacaklar mı? diye soruyor. İsmet’in söylediğine, doğru ya da yanlış deyip kimse sahip çıkmıyor. Ancak herkesin, içinden katıldığı, kendince bir yargılama yaptığı belli oluyor. İşin asıl gerçeği, kim utanacak? Örneğin beni seçip gönderenlerin başında Salih Arı Öğretmen var. Oysa ben, beni seçip gönderdiği için sevincimden onun ellerini öpüyorum. Yalnız ben mi? geçen yaz okulunda kaldığımız süreçte hepimiz Salih Arı Öğretmeni sevmedik mi? Bizim öğrenim yıllarımızı kısdaltan Mehmet Salih Arı Öğretmen değil ki. Bunu duyunca, onun da bizim kadar üzülmeyeceğini nerden biliyoruz. ? . Bu durumda biz, kimlere kızacağız? Arkadaşlar kahvaltıda, öğleden sonra temellerin bitirilmesinden söz ettiler. Ben, hiç yapmadığım bir yan kırma duygusuna kapıldım: Temelden çok, bizim, marangozlar grubunun toprak kazma işinden kurtulacağımıza sevindim. Pazartesi günü gene atölyemize, kendi işlerimize döneceğiz. Bugün gene iki dersimiz boş. Daha doğrusu iki saat fizik dersimiz, ders yılı boyunca tümden boş geçti . Ortaokullarda okuyanlar bu derslerde düzenli fizik konularını öğrendiler. Müzik derslerimiz de öyle, yıl boyu boş geçti. İyi ki geçen yıl Adem Gürçağlayan öğretmenin beğenşisini kazanmak için yarışa kalkmış, notaları, (Dört vuruştan başlayıp 64’lük e dek) diyezleri, (Fa, do, sol, re, la, mi, si-Tek diyezden 7 diyeze dek) bemolleri, (Si, mi, la, re, sol, do, fa-tek bemolden 7 bemole dek) esleri, (Nota değerlerine koşuk değerde) bekarları, kreşendoları, diminiendoları, majör-minör gamları, moderato, allegre, largo v. b……. Bir de söylendiği gibi yedek subaylık için sınav koyarlarsa, biz o sınayları nasıl kazanacağız? Ben bunu söyleyince arkadaşım Halil güldü:Ne sınavı? Sınav konsa bile bize kim kazandırır sınavı? Üstelik bir de askere geç gitme durumumuz olacak!…Biz bunları konuşurken Fikret Madaralı Öğretmen geldi. Yüzü gergin. ”Günaydın!”dedi. Eline bir gazete aldı, T, B, M, M Başkanı General Kazım Karabekir’in özel konuşmasını okudu. Kazım Karabekir Paşa, ”İlkokuldan sonra 5 yıl daha okuyarak köy öğretmeni olan çocuklara yedek subaylık hakkı verilmelidir. !”demiş. Öğretmen bu yazıyı okuyunca iyimser olduğunu, bizim adımıza sevindiğini söyledi. Bize Kazım Karabekir Paşa’yı tanıttı. Asker olmasına karşın, savaşta ölen şehitlerin çocukları için çok çalıştığını, sayısız yetim çocuğu okuttuğunu anlattı. Az duraksadıktan sonra –gülümseyerek-“Paşamızın çocuklar için bestelelenmiş şartkıları bile vardır!”dedi. Sonra kollarını ileri geri oynatarak, ”Çelik gibi kollar-Tunçtan ayaklar-Türk yılmaz-Türk yılmaz-Cihan yıkılsa-Türk yılmaz şarkısını örnek verdi. Bu şarkıyı ben de öğrenmiştim. Köydeki 3 sınıflı okulda ilk öğrendiğim şarkılardan biriydi. Yürüyüşlerde hep bunu söylüyorduk. Bu ilk öğrendiğim marşın ünlü bir yaratıcısı olduğunu öğrenip hem sevindim hem de unutmamak üzere adını yazdım. Aynı zamanda, söylediğimiz marş ya da şarkıların bir yaratıcısı olduğu düşüncesi kafamda oluştu. Daha önce İstiklal Marşı’nı yazanın Mehmet Akif Ersoy olduğunu biliyorduk ama o sözlerini yazmıştı. Kazım Karabekir Paşa ise seslerini de yazmış. Öğretmen, oldukça yumuşak bir sesle”Söylendiği gibi olursa fazla kaygılanmaya değmez, yasalar zaman içinde değişikliklere uğrar, zararlarınız o zaman da giderilebilir!”dedi. Tarih kitabını açıp konu başlığını okudu. ”16. 17. Yüzyıllarda Avrupa. Reform, Rönesans, Din tartışmalarının getirdiği yenilikler. Kendisi anlattı. İkinci derste de aynı konuyu sürdürdü. Bu arada bizi uyardı. ”Bu konu çok önemli, Avrupa’nın üstünlüğü, bizim geri kalmışlığımızın nedenleri burada yatmaktadır. Bu nedenle bu bölümü düşünerek okuyun!”dedi. Kitabı masa üzerine koydu. ”Dur bakalım, biz geri kalmak, ileri gitmek deyip duruyoruz ama, bunlar ne demektir? Biz biraz da bunu irdeleyelim!”deyip yüzünü bize çevirdi, bakışları hepimizin üstünde gezdikten sonra hemen önünde oturan Hüseyin Orhan’na sordu. ”Biz geri kalmışız, Avrupa ileri gitmiş, sözleri ne anlam taşımaktadır? Bunu bize biraz açıklar mısın? ”dedi. Hüseyin Orhan biraz ürkek kalktı, uçaklardan, otomobillerden, trenlerden, gemilerden söz etti. ”Onlar bunların iyilerini yapıyor, biz daha yapamıyoruz!”dedi. Bana göre Hüseyin Orhan güzel yanıt vermişti. Ancak öğretmen bize dönerek geri kalmışlığımızı daha canlı örneklerle anlatamaz mıyız? ” diye sordu. Bir an sessizlik oldu. Sağ ilerimde oturan Sami Akıncı’yı izliyordum. Hiç kıpırdamadı, içimden sevinerek, parmak kaldırdım. Öğretmen işaret verince “En belirgin ilerilik, geri kalmışlık savaşlarda belli oluyor. Geri kalmışla yenilik yapamadığı için eski silahlarla savaşırlar. İleri gitmişler yeni buluşlarla onları kolay avlarlar. Plevne Savaşı’nda, Balkan Savaşı’nda biz bu nedenle kaybettik. İstanbul’u alırkense yeni toplar kullanarak düşmanı yenmiştik. !”dedim. Öğretmen, ”İki arkadaşınızında söyledikleri çok doğru, ancak geri kalmışlık salt bunlar da değil. Geri kalmışlığı büyük gemilere, yaldızlı saraylara, toplara tüfeklere bağlayıp kalmak yeterli değil. Geri kalmışlığı kendimize getirip, bizdeki gerikalmışlığı sökersek bir anlamı olur. Evlerinizi düşünün, eskidir, yıkıktır. Pat diye yenileyemezsin. O zaman ne yapacaksın? İşe temizlikten başlayacaksın. Ektiklerinin iyi tohumunu ekeceksin. Evlerinizde tohum ekerken nasıl bir ayırım yapılıyor, hiç izlediniz mi? ”Gene bir sessizlik oldu. Parmak kaldırdım. Öğretmen “Anlat!”dedi. Bizim köyde farklı anlayışların olduğunu, ancak kimlerin daha kazançlı çıktığını anlattım. Öğretmen sabırla dinledi. ”Köyümüzün karpuzu tüm Trakya’yada hatta İstanbul’da beğenilir. Karpuz tohumu alırken benim ailem de dahil birileri değişik bir yöntem kullanıyorlariKarpuzu önlerine alıp çizgilerin boylamasına üçe bölüyorlar. Alt-üst parçaları atıp orta bölümün çekirdeğini seçip tohum olarak kullanıyorlar. Bu yöntem üç yıl tekrarlanıyor. üç yıl sonunda o karpuzların çekirdekleri tarlaya ekiliyor. Bu yöntemle yetişen karpuzlar hem iri, hem de çok tatlı oluor. Bu emekli işi yapanların karpuzları daha tarlasında satılıyor. Alıcılar sahiplerini tanıdıkları için onlara inandıklarından gözü kapalı karpuzlarını alıyorlar. Bunu yapmaktan kaçınanlar ya karpuzculuğu sürdürmüyor ya da az ekim kendini kazançtan yoksun bırakıyor. Aynı yöndem buğday içinde kullanılmaktadır. Buğdayın da başağı üçe bölünür, ortadaki taneler ayıklanır. Bu da üç yıl terkrarlanır. Ayıklanmış buğdayın verimi ötekilerden çok üstün olur. Çalışkan insanlar bunun zorluğundan kaçmaz, kazancını arttırır. !” Öğretmen arkadaşlara dönerek, ”İşte size güzel bir örnek. Buğday eken bu titizliği gösterirse, karpuz eken bu emeği esirgemezse, marangozu, duvarcısı böyle ürün arttırmayı düşünürse orada bir değişme kesinlikle olur. İnsanların bu tür yeni fikirler üretim, ürün artırması ilerlemenin belirtisidir. Öğretmen saatine baktı. Gülerek “Konuşmak güzel ama insanların yeniliğe daha doğrusu çalışmaya karşı istekleri kolay kolay uyanmaz. Şimdi size sorsam acaba kaçınız doğru yanıt verecek? ”Arkadaşınız, karpuz ya da kavun, buğday tohumu ayırılışını anlatırken, içinizden, -Ben de biraz kendimi sıkıştırıp şu tarih notumu düzeltsem, diye düşünen oldu mu? Ben bunu düşündüm, şu çocuklar bir gayrete gelse de, beni üzmeseler, yıl sonunda onlar için bir engel olmasam, diye uzun uzun düşündüm!”Öğretmen gülümsedi. Yusuf Asıl gülerek”Benim tarih notum kırık olsaydı düşünürdüm!”dedi. Öğretmen, ”Tarih olması önemli değil sözüm öteki dersler de geçerlidir!”dedi. Bu kez Yusuf, ”Öğretmenim benim kırık dersim yok!” deyince, Öğretmen, ”Ama sen şimdi beni boş yere oyaladın, ben kırık dersi olanlar için konuşmuştum. Sen dikkatsizlik ettin. Bu da bir kusurdur. Ben senin Türkçe dersinden bir notunu kıracağım!”dedi. Yusuf birden değişti, korkuyla öğretmene bakmaya başladı. Öğretmen not defterini açtı, Aaaa, bu olmadı işte, senin notun zaten düşükmüş, bir not indirsem zayıfa
ineceksin. Ben herkesi kurtarmaya çalışırken senden bu indirmeyi yapamam. Bir daha dikkatli ol!”dedi. Yusuf’u izliyordum. Gerilmiş bir yüzle bekleyen Yusuf birden rahatladı , gülümsedi. Öğretmen bu kez Yusuf’a, Sana bir ceza değil görev vereceğim, gelecek tarih dersinde bugünkü konumuzu anlatacaksın. Avrupa’da Reform, Rönesans hareketleri……Öğretmen ayrılınca arkadaşlardan bir grup Yusuf’a teşekkür etti. ”Öğretmeni oyalaman iyi oldu!”Sıra arkadaşım Halil kolumu dürttü, Fikret Madaralı Öğretmenin anlattıklarını ne iyi anlamışlar. Sen bunlara çekirdek ayıklatabilir misin? İlerde sınav konacakmış. Bunlar, şimdiki sınavları başaramıyorlar. İleridekinin sözü mü olur? ”dedi. İkimiz söylene söylene yemeğe gittik. Sevdiğim yemeklerden biri etli patates, yanında çoğunlukla yanıklı pirinç pilavı. Nasıl oluyorsa pirinçlerin bir bölümü kahverengi oluncaya dek pişmiş ötekiler beyaz. Ben bu tür pilavı seviyorum. Yanında, bildiğim üzüm hoşafı. Yemekten doğru kazı yerine gittik, orada oturduk. İrfan Öğretmen de geldi, onunla atölyeye girdik. Öğretmen “Atölyeyi özledim!”dedi. Pazartesi günü atölyeye elektrik verilecekmiş. Ben nedense çok önemsemedim . İrfan Öğretmen bana “Ne o sevinmedin mi? Destereyi, planyayı özlemedin mi? Duvarlara hemen başlanacak. Duvarcılar bitirir bitirmez çatıyı dikeceğiz. Pazartesi gününden sonra işimiz yoğun!”Herkes geldi biz de onlara katıldık. Başlangıçta ben biraz araba çektim. Yusuf doldurdu ben araba sürüp döktüm. Dönüşte Yusuf arabaya oturuyor. Bir adım bile olsa bunu kar satıyor. Namık Öğretmen bizi gözetlemiş. Yaklaştığımızda, bana”Sen bununla ne oyalanıyorsun, bu düpedüz çocuk, hem de şımarık bir çocuk!”dedi. Sonra da eliyle saçlarına dokundu. ”Size takılmak istedim, iyi çalıştığınızı görüyorum!”deyip gitti. Paydosta mandolini alıp atölyeye geldim. Fikret Öğretmenin anımsattığı marşı çaldım. Mandolinle hem kolay hem de çok sesli çalınıyor. Vurdura vurdura sayısızca çaldım. Hidayet Öğretmen gibi tüm tellere vurdurarak çalışımı ben de sevdim. Aynı yöntemi İzmir Marşı’na da uyguladım. Aralarda onda da iyi oluyor. Okuma saatinde Goriot Baba’ya devam ettim. İnsanlar, öteki insanlara karşı neden bir taraflarını kapalı tutuyorlar? Goriot Baba neden kendini açıklamıyor? Ben mi anlayamıyorum yoksa roman mı kötü? Sevmeden okuyorum ama yarım bırakmayacağım. Sevmediklerim bile olsa kitabı bitirmek üzere kendi kendime söz verdim. Belki de yazar, çocuklarını seven bir babanın acıklı durumunu anlatmak için yazmıştır. İyi babaları överek, kötüleri de iyileştirmeyi düşünmüştür. Çocuklarını düşünmeyen babalar olduğu hep söylenmektedir. Bizim köyde çocuklarını bırakıp bir kadının evine taşınan birisinden söz ederlerdi. Ancak o çok kısa yaşamış. Çocuklarından ayrılmak ona uğursuzluk getirmiş olacak, kazada ölmüş. Goriot Baba, kızları nedeniyle damatlarına da yardım için kendini zorlara sokuyor. Para işleri derken işler düellolara da girdi. Bakalım sonu nereye varacak? Düellolar nasıl yapılıyor? Kılıçla ya da tabancayla olduğunu duydum ama, içlerinden biri ölünce ne oluyor? Öldüren ceza görmüyor mu? Ölenin yakınları öc almaya kalkmıyor mu? Bunları düşünerek yattım. Kitaplarda, özellikle yabancı kitaplarda (Üç Silahşörler, Monte Kristo)insanlar belinde kılıçlarla dolaşıyor, ya da dolaşıyormuş. Bizde böyle kılıçlar yoktu herhalde. Babam hiç söz etmedi. Eski martinlerden, çifte piştovlardandan söz ediyor ama kılıç sözünü babamın ağzından hiç duymadım. Kılıç kılıç kılıç…. . Çok eskilerde, Hazreti Ali cenklerinde, Hazreti Hamza, Hamr ibni Abdut cenklerinde geçiyordu…….
6 Nisan 1940 Cumartesi
Hilmi yavaş sesle, kendisinin nöbetçi olduğunu, dişi ağrıdığı için sırasını benim almamı istedi. Nöbet işlerine bakan Sami Akıncı’ya söylemiş, Sami “Değişebilirsiniz!”demiş. Kalktım. Birden sevindim. Nöbette derslere girip girmeme elimizde. Beden Eğitimi dersini böylece atlatmış olacağım. Dışarı çıktım, hava çok güzel. Mutfağa gittim. İki kız nöbetçi geldi. Birisi nöbetçi öteki arkadaş olarak gelmiş. Nöbetçi kızın başı sarılı. Nedenini sordum. Utandı, arkasını döndü. Yanındaki komşu köylüm, Kırıkköylü, Gülfize. Daha önce de birlikte bir nöbetimiz olmuştu. Bunu dışında da konuştuğumuz için iyi tanışıyoruz. Anlattı, arkadaşlarının bir kaçında saçkıran haztalığı başlamış. İlaç sürüldüğü için okul yönetimi başlarının sarılmasını istemiş. ”Geçmiş olsun!”deyip konuyu değiştirdik. Kahvaltıda baktım daha dördünün başı sarılı. Nöbetçi olmasaydım ayırdında olmayacakmışım, onlar 20 gündür başları sarılı geziyorlarmış. Kahvaltıdan sonra grekli işlerimizi yaptık. Nöbetçi kızın adını da öğrendim. Sakine. Sakin, sakine…Sakine derse girmek istedi, ”Gidebilirsin, bizim derslerimiz boş, ben nasıl olsa gitmeyeceğim!”dedim. Bir ara dersliğe uğradım. Mehmet Yücel, bana “Dürriye Öğretmen seni sordu!”dedi. İnandım, ”Nerede? diye sordum. Arkadaş “Mandolini de götür, sana Dürriye’min tenceresi kalaylı şarkısını çaldıracakmış!”dedi. İdris Destan Mehmet Yücel’e “Hadi oradan yalancı, bari doğu söyle tenceresi mi, yok kazanı, de bari!”deyince durumu anladım. Zaten başlangıçta daha anlamam gerekirdi. Çünkü uzun zamandan beri öğretmenin kendi adını, Rukiye Öğretmen diye anıyorduk. Dürriye adı şaka olarak söylenmiş gerilerde kalmıştı Zil çaldı, ben öğretmene görülmeden çıkmaya çalışırken, Rukiye Öğretmen karşıdan çıktı. Selam verip yanından geçerken öğretmen bana “Günaydın, rahatsız mısın, derse gelmiyor musun? ”dedi. Nöbetçi olduğumu söyledim. Öğretmen “Peki öyleyse!dedi yürüdü. Gene siyah giysiliydi, gene güzeldi. Daha doğrusu bakışları yumuşaktı. Arkadaşlar okulun önüne çıktılar. Yemek salonunun penceresinden onları izledim. Öğretmenin gösterdiği hareketleri arkadaşların yapamadığını gözledim. Hiç birisi yapamıyor. Kendi kendime söylendim. ”Şimdi orada ben de olsaydım en berbat yapanlardan biri de ben olacaktım. Sonra da öğretmeni eleştirip doğrucu başı kendimi sayıp böbürlenenler arasına girecektim. Kendi kendimi ayıpladım. ”Gösterilen bir beden hareketini yapamamamak, beceriksizliğin alası!”deyip kendimi uyardım. Öğretmen gösterdiğine göre dikkat edip hareketin esasını kavrayıp, mandolin çalıştığım gibi onu da çalışsam öğretmen kadar olmasa bile pekala doğrusunu yapabilirim. Üstelik bunu daha ilk günlerde Edirne-Karaağaç’ta Cıhat Öğretmen, daha sonra Alpullu’da Ömer Öğretmen bana defalarca anlattı. ”Benim kadar yapman söz konusu olmayabilir, sen kendi ölçülerin içinde en iyisini yapman için çaba göstermelisin!” demişti. O yandan bu yana bu konuda hiçbir çaba göstermedim. Yaptığım hareketlerimi kendim görsem utancımdan ağlarım herhalde!”İçimden söylenerek mutfağa gittim. Çocuklar hazırdı, iş başı yaptık. Sakine gene arkadaş getirdi, gene Gülfize. Gülfize’nin başı açık. Gülfize revani tatlısını görünce “Gene revani tatlısı var, siz mi ısmarlıyorsunuz yoksa? dedi. Benden önce Recep yanıtladı, ”Tabii o ısmarlıyor, biz hemşeriyiz, köylerimiz yakın, sizin gibi uzak durmuyoruz!”dedi. Gülfize ya anlamadı ya da anlamazdan geldi. ”Neyeymiş o, benim köyüm size daha yakın, tam bilmiyorum ama abinin köyü daha uzak. Sen nasıl daha yakın dersin? ”diye çıkıştı. Tören zili çaldı. Az daha bayrak işini unutuyordum, koştum, yetiştim. Törenden sonra yemek sorunsuz olarak geçti. Gözlerim Rukiye Öğretmende oldu. Nahide Öğretmenle konuştu. Tam onlar kalkarken Hamdi Bağ Öğretmen geldi. Ayaküstü konuşup ayrıldılar. Hamdi Bağ Öğretmen bana “Dürriye Öğretmende bir değişiklik buluyor musun? diye sordu. Mehmet Yücel’in şakasındaki yanılgıya düşmedim, hemen düzelttim. ”Benim Dürriye adlı bir öğretmenim yok, benim öğretmenimin adı Rukiye!”dedim. Hamdi Öğretmen gülerek, ”Pekiyi öyleyse Rukiye Öğretmenin soyadını söyler misin? diye sordu. ”Dökmen!”yanıtını verince. Hamdi Bağ Öğretmen , ”Sahiden senin belleğin çok güçlü. Ben bunu en az on arkadaşına zaman zaman sordum. Hiç birisi doğru yanıt vermedi. Sen nasıl öğrenip aklında tuttun? . Gerçekten öğretmen bize soy adından hiç söz etmedi ama adı yoklama defterinde var. O adını yazmıyor salt imzasını atıyor ama Beden Eğitimi dersi yazısı altında mühür baskılı yerde adı yazıyor. Hamdi Öğretmen gülerek bunu Rukiye Öğretmene anlatacağım, eminim çok sevinecek!”Yemekten sonra işlerimizi tamamladık. Hava güzel arkadaşlar öbek öbek dereden tepeye dek dağılmışlar, oyun kurup oyalanıyorlar. Atölyeye girip mandolin çalmaya hazırlanırken İsmet koşarak geldi, ”Dayı, koca eniştem geldi, koş. Şaşırdım. Babam kesinlikle gelmezdi, gelmeyeceğini söylüyordu, neden geldi? Koştum. Babam okula sapmamış, yeni fidanlık boyunca dereye doğru yürümüş, orada durduş. Ne düşündüyse gördüğü çocuklara benim değil de İsmet’in adını vermiş. Koşup yetiştim. Arkamdan İsmet geldi. Babam Yeni Bedir’e Kamber amcama gidiyormuş. Geçerken de bizi şöyle bir görmek istemiş. Babam buraları adım adım biliyormuş. Kamber Amcamlar burasını almadan önce buraları satılık olunca alıcılar arasına Kamber Amcam girince babamı çağırmış, birlikte dolaşmışlar. Bu nedenle Yeni Bedir köyü gibi bizim okul toprakları da babamın yabancısı değilmiş. . Konuşa konuşa köyün yakınına kadar yürüdük. Biz döndük. Babam pazartesi günü Lüleburgaz’a dönecek. Ali ağabeyim gelip Lüleburgaz’dan babamı alacakmış. Babam doğrudan sormadı ama İsmet okuldaki değişiklik söylentilerini anlattı. Babam bizim duyduklarımızı hep biliyor. Ben, okumak istediğimi, çok çalışıp ilerde başka okullara geçmeye çalışacağımı anlattım. Babam çok sevindi. ”Lüleburgaz’da ortaokul açıldı, oraya geçemiyor musun? diye sordu. Yaşım dolayısiyle geçemiyecveğimi söylüyorlar!” dedim. Babam, Yalçın Beyi tanıdığını ondan soracağını söyledi. Ben, yedek subaylıklık hakkımız elimizden alınmazsa, 5 yıldan daha aza da indirilmezse burada okuyacağımı kesin olarak söyledim. Babam da benden bunu beklediğini ekledi. İsmet’le okula döndük. Okula dönünce birden içime bir sıkıntı çöktü. Babam geldi ama, bu nasıl bir geliş ki, onu bir yere oturtamadım. Babam oğlunu görmeye geliyor, okula girip göremiyor. Babam mı giremiyor yoksa okul mu almıyor? Gelse turtacak bir yer yokSalt babam değil hiç kimse gelmiyor. Daha doğrusu gelemiyor, gelse kalamıyor. Bir süre kalsa gidemiyor. Bunları düşündüm üzüldüm. Babam bunları düşünüp nasıl bir garip yere sıkıştığıma derecesiz üzülmüştür. Daha olanaklı bir yere gönderemediği için de kendini kınamıştır. Konuşkan Şerif Eniştemi anımsadım. O bana arasıra övütler verirken bir sözü çok tekrarlar. Bana, ”Senin baban seni çok seviyor. Gönlünden geçen yardımı sana yapamadığı için de kendini sorumlu tutuyor. Kim ne derse desin o bunu içinden gelerek yapıyor. Bunu iyi bil, sakın bir gün ona, ”Sen benim için ne yaptın ki deme, bunu anımsatacak bir tavır takınma, onun yaşamını zehir edersin, ödeyemeyeceğin bir büyük günaha girersin!”der. İşte bu gün babam böyle bir acı çekti. Neyse ki Kamber amca yakın, akla uygun bir bahane var. Üstelik ben burada kalmak istediğimi söylüyorum. Belki bunlar onu biraz olsun rahatlatır. Mandolini tın bile ettirmeden yerine koydum, gene yemekhaneye gittim. Kimse olmayınca yukarı kitaplık salonuna çıktım. Hasan Üner, Mehmet Başaran, Hüseyin Orhan, Harun Özçelik, Kadir Pekgöz, Ahmet Güneri, Bekir Temuçin, Mehmet Aygün arkadaşlar hep orada. . Goriot Baba’yı yazan yazar için bilgi aradım. Onurlu monurlu gibi anılan bir ad buldum. Honore de Balzac- Bir Fransız yazarı. 50 yıl yaşamış 100 kadar kitap yazmış. Anasından doğarken yazmaya başlamış olsa yılda iki kitap eder. Balzac benim yaşımdayken otuzdan fazla kitap yazmış galiba. Nedense kendi kendime konuşunca arkadaşlar bana takıldılar. ”Derslikte konuşanlara karşı oluyorsun, kitaplıkta konuşuyorsun!”Sustum, çıktım. Arkadaşların kitap okumaları hoşuma gitti. Derslikte Hüsnü Yalçın arkadaşla konuştuk. Hüsnü çok sessiz, sakin konuşuyor ama söylemek istediğini de yerinde söylüyor. Babamın geldiğini Hüsnü’ye bir türlü söyleyemedim. Onunki gelemiyor, benimki geliyor. Bunu nasıl karşılar bilemediğim için öyle geçiştirdimç. İçimden de “Seninki geliyor da ne oluyor sanki? Geldi de söylediklerinle karşılaştıracak bir gözlem mi yapabildi? Yattığım yeri gördü mü? Yemek yediğim yerleri, yediğin yemekleri, mandolin çalıştığın yerleri gördü mü? Baban arkadaşlarını görmek istemez mi? Öğretmenlerinle niçin tanışmasın? Tarım Öğretmenin Salih Ziya Öğretmenle, fidan, çiçek, arı, ceviz ağacı yetiştirmeleri konusunda niçin konuşmasın? Öğretmenlerin Naci İnan, Hamdi Bağ, İrfan Evren Öğretmenlerlele konuşup işe yatkınlığın, verilen görevlere yaklaşımların için onların görüşlerini niçin öğrenmesin? Burada geçen tüm yaşamımı gene ben anlatacaksam, bu inandırıcı olur mu? İnsanlar oldum olası kendilerini överler. Bu böyle bilindiğinden, gene insanlar, anlatılanı bir de başkasından dinlemeyi yeğlerler. Özellikle tüm öğrenciler anne-babalarına kendilerini en iyi olarak anlatıyorlardır. Oysa ben, matematik dersindeki başarımı kendim anlatacağıma öğretmenimin anlatmasını istiyordum. Öyle sanıyorum ki benim babama anlatacaklarımı, arkadaşlarımdan Hüseyin Serin ya da Ali Önol da babalarına benzer şekilde anlatmışlardır. Oysa Ahmet Gürsel Öğretmen matematik derslerinde çok farklı konuşmaktır. Bence, verilen emeklerin, kazanılan başarıların karşılığı olan bu farklı konuşmaların farkını ancak Ahmet Gürsel Öğretmen yansıtabilmektedir. Babam bu yansımalardan neden esinlenmesin? Şimdi ise herşey kapalı durumda. Anne-babalar gerçek yerine çocuklarının kendilereine yakıştırdıkları değerlere göre umut bağlayıp çoğunlukla aldanıyorlar. Açıkçası yaşamları, gerçek yerine hiçbir zaman gerçek olmayacak bir hayal umudun ardına takılmış olmaktadır. Üstelik bizler, öğretmen olunca köylere gidip köyde yaşayanlarla yakın ilişki kuracağız. Beni yetiştiren okula benim babam bile gelip rahatlıkla giremezken beklenilen ilişkiler ne zaman, nasıl, kiminle kurulabilecektir? . . . . Yemekhaneye döndüm. Nöbetçiler hazırlığa başlamışlar. Cemalettin, Mehmet, Sakine, Sakine’nin arkadaşı tertipli tertipli tabak dizdiler, bardakları sıraladılar. Mercimek, makarna, yoğurt. Akşam yemekleri beğenilmedi. . Aşçıbaşı bir savunma yaptı:”Papaz, her zaman yahni yemez!”Bu söze hepimiz güldük. Çocuklar ustaya sordular:Ne demek bu? Usta yanıtladı:Bu bir darbımeseldir!İnsan her zaman istediğini bulup yiyemez. Her zaman sevdiğin yemeği bulamazsın. . Darbımesele Atasözü dedik. Ancak anlamı pek uymadı…Gene de ustanın söylediğine uyup sustuk. Biliyoruz ki, ustanın elinde olan bir şey değil. Gerçi o yapıyorum, ediyorum diyor ama, günlük yemek listeleri onun da eline hazırlanıp veriliyor. Akşam yemeği olağan geçti. Öğretmen olarak Hidayet Öğretmenle Nahide Öğretmen geldi. Hidayet Öğretmen bana”Bu gece isterseniz çalışma yapmayalım. Sizler hafta içinde çok yoruldunuz, bıkkınlık olmasın, haftaya çalışırız!”dedi. Ben arkadaşlara duyurdum, herkes sevindi. Hilmi Altınsoy nöbet değiştiğim için bana teşekkür etti. Mehmet Yücel, Hilmi Altınsoy’a takıldı, “Sen ona değil o sana teşekkür etsin. Sen onu Dürriye Öğretmenden kurtardın!”Ben de, Dürriye Öğretmen diye biri yok, Rukiye Öğretmen var, o da beni iyi tanıyor, başkaları düşünsün!”dedim. Güngüzki düşüncemi biraz değiştirerek açıkladım. ” Bundan sonra mandolin yerine spor çalışması yapacağım, Rukiye Öğretmenden de tam numara alacağım!”dedim. Mehmet Yücel söz değiştirdi”Vallahi bunu yaparsan iyi edersin. Sen zaten güçlü kuvvetli bir insansın. Şimdiye dek önem vermemişsin, biraz üstüne varsan en mükemmelini yaparsın!”dedi. Biz konuşurken İsmet geldi, babamın geldiğini arkadaşlara söyledi. Hüsnü Yalçın da duydu, hemen”Bana neden söylemedin? ” diye sordu. Ben açıklama yaptım:Babam okula değil Yeni Bedir’e gelmiş. Yolda görünce konuştuk. Babam okula gelmiyor. Ben ona anlatmıştım, ”Gelenleri oturtup konuşulacak bir yerimiz bile yok. Gelenler olmuyor herhalde, giç bir öğrenciyi gelenleriyle bir arada görmedim. Kamber Amcam gelince beni ya Müdür Odasına ya da Ömer Uzgil Öğretmenin odasına çağırttığını söyledim. Babam bu yüzden okula gelmek istemiyor!”Hüsnü arkadaştan çok ötekilerin de sorunu olduğu için konu hemen bir olaya dönüştü. Herkes, ”Sahi babam gelse nasıl görüşeceğiz? Lüleburgaz’a gitsek, gitmek, gelmek bir sorun. Burada kalsak, nerede oturup konuşacağız? Ben Edirne’yi anımsattım:Orada koskoca bir salon vardı, Ali ağabeyim, Muhittin eniştem, Vahit Dede( İki kez)geldiklerinde o salonda saatlerce konuşmuştuk. Vahit Dede geldiğinde ise Fikret Madaralı Öğretmen de konuşmalara katılmıştı. Arkadaşlar konuyu okul müdürüne duyurmaya karar verdiler. Meğer bu konu salt benim değil tüm arkadaşların ortak konusuymuş. Arkalı önlü kümeleşerek dertleşmeler oldu, bazı öneriler bile öne sürüldü. Örneğin asfaltın karşısına bir konukevi yapılsın. Gelen anne-babalar orada kalsın. Bu yapılısa gönüllü çalışalım. Cumartesi-pazar günleri de çalışıp, hemen bitirelim. Tek katlı, genişçe bir köy evi olsun. Oturacak bir ya da iki salonu olsun. v. b. Bu öneri o denli benimsendi ki, birileri plan çizmeye bile kalkıştı. Yat zili çaldığında arkadaşların çoğu plan üstünde tartışmayı sürdürdüler. Yapılırsa iyi olacağını düşünerek ben yatmayı yeğledim. İş günü olmamasına karşın yorulmuş olacağım, yatar yatmaz uyudum.
7 Nisan 1940 Pazar
Erken uyandım. Halil de uyandı. Sordum, ”Nöbetçi misin? Halil , ”Bana kimse bir şey demedi!”deyince telaşlandım. Hilmi Altınsoy derinliğine uyuyor. Halil’e ben önerdim. ”Sen bugün tut, Hilmi yarın yapsın nöbetini. Dişi ağrıyordu. Belki gece ağrıdan uyuyamadı, şimdi rahatladığı için uyuyordur!”Biz hazırlasnırken zil çaldı, Hilmi’yi uyandırdım. Teşekkür etti. Ağrısı aralıklarla sürüyormuş. Halil arkadaşla birlikte mutfağa gittik. Hava güzel. Aşçı başı bize övücü sözler söyledi. ”Yaz geldi, şu benim mutfakta biraz düzeltme yapın. Arka kiler rahat kullanılmıyor!”dedi. Şaka dediğini biliyoruz ama, ustanın sıkıntısı olduğu da belli. Okul gittikçe kalabalıklaşıyor. Oysa onun mutfağı geçici olarak hemen kotarılmıştı. Söz verdik, yapacağız. Kahvaltı zili çalınca oturdum, kahvaltımı yaptım. Bugün banyo yok. Tüm gün mandolin çalışıp, roman okuyacağım. Türkçe, Almanca, matematik ödevlerimi yapacağım. Kararım iyi. Önce dersliğe gittim. Goriot Baba okudum. Göriot Baba gün geçtikçe fakirleşti. Pahalı bir yerden daha ucuz bir yere taşındı. Bu da yetmedi daha ucuz bir bulup orasını da bıraktı. Şimdi de daha ucuz bir yer arıyor. Tanıdıkları onun gizli işler çevirdiğini sanıyorlar. Gerçekten o da gizli işler çeviriyor ama söylendiği gibi değil, kendi yufka yürekliliğinin izinde gidiyor. İsmet geldi “Birlikte Almanca çalışalım!”dedi. bu teklif hoşuma gitti. Kitapları alıp Lüleburgaz tarafındaki tepeye çıktık. Sesli okuyarak parçaları tekrarladık. İsmet daha kolay okuyup çeviriyor. Sözcük sorma oyunu oynadık. Ne kadar konuşup çalıştığımızın ayırdında değiliz, zil sesine toparlandık, öğle yemeği zamanı gelmişmiş. Bu çalışma benim için iyi oldu. İsmet’in yer yer şaklabanlık yaparak okuduğu parçalar daha çok aklımda kaldı. Öğleden sonra Mandolin çalıştım. Bir ara İdris’le Abdullah da geldi. Sonunda Abdullah da mandolin çalışmaya karar vermiş. Hidayet Öğretmen ona bir mandolin ayarlayacakmış. Öğretmen öyle söylemiş:Ben sana bir mandolin ayarlayayım, sen sürekli çalış!”demiş. Ben de “Beraber çalışırız!”dedim. Bir arkadaş olursa benim için de iyi olacak. İdris başladı ama sürdürmedi, ”Ben sıkılıyorum!”deyip yarıda kesti. Onlar gidince bir süre daha çalışıp gene dersliğe gittim. Halil gramer çalışıyordu. Bir süre onu izledim. Yazdım-yazdın-yazdı-yazdık-yazdınız-yazdılar dedikten sonra yazıldım-yazıldın-yazıldı- yazıldık-yazıldınız-yazıldılar deyip duruyor. Yormak fiilini de benzer şekilde çekimleyip duruyor. Aralarındaki ayrılığın ne olduğunu soruyor. Halil çalışırken birden gözüme takıldı. Değişikliğin çekimlerle ilgisi yok. Ayrılık, fiil olarak söylenen sözün kendisindeki değişiklik önemli. Yormak-yorulmak. Sözcük sonuna değil içine ek alıp anlam değiştiriyor. Yazmak-yazılmak, çizmek-çizilmek, koşmak-koşulmak, durmak-durulmak. Ayrıca tüm fiiller il-ıl almıyor. Örneğin, gülmek-gülüşmek, itmek-itişmek, dövmek-dövüşmek ayrıca, kalmak-kalınmak, almak-alınmak, çalmak –çalınmak…Okuma kitabımızı açarak başka örnekler seçtik. ”Bizden sorulan bunların fiillikleri değil sözcük yapılışlarıyla ilgili değişmeleridir!”deyip Örnekleri çoğalttık. Aldı-alındı, çaldı-çalındı, saldı-salındı, kaldı kalındı, geldi-gelindi. baktı-bakıştı, güldük-gülüştük, geldi-gelişti, itti-itişti, koştu-koşuştu. Böylece sözcüğün içine takılarak anlam değiştiren ekleri çoğalttık: il-ıl-ul-ül, in-ın-un-ün, iş, ış, üş, uş. Bu ekler belli fiillerin sonuna değil içine eklenip anlam değişimi yapmaktadırlar. Aynı zamanda eski eklerini alarak gene çekimleri yapılır. Kimi fiillerde bu ekler uzatılmaktadır: Koştu, koşuldu-koşuşuldu, koşturuldu. Dövdü-dövüştü-dövüştürüldü , geldi, gelişti-geliştirildi v. b. gibi. Halil güldü. Sahi bizden bu mu sorulmuştu? Eğer buysa, biz bunu keşfettik!”diye sevinçe güldü. . Dağru yanlış, biz yapabileceğimizi yaptık. Hiç değilse yaptıklarımızı görünce öğretmen çalıştığımızı anlayacak. Zaten kendi çalışmanızla sorunu çözemezsiniz. Hiç değilse bir kitap alın!”demişti. Gramer kitabını ancak İstanbul’da bulabilirsiniz. Şimdi okullarda okutulmadığı için kitap basılmıyormuş. Gene Goriot Baba okumaya başladım. Elimdeki kitabı Mehmet Yücel gördü başlığının sadece baba yazısını okumuş, 53 Ali Önol’a bağırdı “Senin kitabını okuyor. Ali Önol arkadaşa “Baba Ali adını takmışlardı. Baba Ali, dendiğinde arkadaş çok sert tepkiler vermekte, ağzına geleni söylemektedir. Ancak aramız pek iyi değildir. Ben ona asla takılmam, Baba Ali, türünden söz sözlemem. O bunu bildiği için kızmadı, güldü geçti. Ancak içi rahat etmemiş olacak, geldi, eğilerek kitabı adını okudu. Gene gülüp gitti. Kitabı bitirmeye karar verdim. Konuşmalara kulaklarımı kapatıp okudum. Zaten okudukça kitap ilginç bir yola yöneldi. Olaylar Goriot babanın çevresinde geçmesine karşın o hepsinin içinde oldu. Gittikçe de güçten düştü. Sonunda yoksulluk, yalnızlık içinde yaşama veda etti. Goriot baba can verdiği gece iki kızı da sabahlara dek baloda dens ettiler. Babalarının hastalığını umursamadıkları besbelliydi. Oysa Goriot Baba, kendisi için değil kızlarına yardım etmek için yaşamak istiyordu…. Kitabı okuduğuma pişman olmadım. Ancak verilmek istenen dersi doğru aldığımı sanmıyorum. Kitaptaki kişilerin her biri bir örnek durumda. Ben onları önemsemediğim için, değerlendiremedim. Goriot Baba beni daha çok çekti. Yazarın daha yüz kitabı varmış, herhalde on kadarını okuyacağım. Hasan’a sordum, bizde daha iki kitabı varmışEugenie Grandet, İki Yeni Gelinin Hatıraları. Bu sonuncuyu haftaya alacağım. İki yeni gelin bakalım neler yazmış? Yat zili çalınca Goriot Baba’yı düşünerek yattım. Bütün babaların işleri zor galiba. Babam şimdi sıkılıyordur. Böyleyken geldi. Amacı benim durumumu yakından görüp rahat olduğuma kendini iyice inanmak. Kuşkusuz öteki babalar da benzer düşünceler taşıyordur…
8 Nisan 1940 Pazartesi
Uyanınca Halil’le dünkü çalışmamızı düşündüm. Doğru yaptık, buna inanıyorum. Ancak Halil kalkmaya çekinecek. Ben de o kalksın diye geriye çekilirsem Sami Akıncı gene ortaya çıkacak. Bu nedenle Halil’i uyaracağım. Beraber kalktık. Hilmi nöbetini tutacakmış, uyandı, ”İyi oldum!”dedi. Gittik ona yardım ettik. Kahvaltıdayken öğretmenler geldi. Fikret Madaralı Öğretmen kahvaltıya gene gelmedi. ”Kahvaltıyı beğenmiyordur!”dedim. Hasan Üner başta olmak üzere birkaç arkadaş birden “Hayır, bilemedim, bizim hakkımızı, zorunlu olmadıkça yememek için!”dediler. Sözümü gei aldım. Zaten bu benim fikrim değildi. Bunu bana bir başka arkadaş söylemişti. Size sorsaydım, belki yanlış yorumlanacaktı. Böylece daha iyi oldu. Ben de sizin gibi düşünüyorum. Fiket Madaralı Öğretmen hak yememeyi yemek seçmekten çok önde tutar!”Dersliğe böyle konuşarak gittik. Az sonra öğretmen geldi. ” Günaydın!”dedikten sonra bana, gazetelerin gelip gelmediğini sordu. Çarşamba gününden beri gazete gelmediğini söyledim. ”Öyleyse bundan sonra gazete almayalım, sadece dergi gelsin yeter. Düzenli gelmeyen gazetenin okunması da tatsız oluyor!”dedi. Ayrıca okul yönetimi haber saatlerinde bundan böyle radyoyu açtıracak, sabah, öğle, akşam haberleri bahçeye verilecek, isterseniz dinlersiniz!”dedi. Ancak haberler beklediğiniz gibi güzel olmayacağa benziyor. Hitler efendi bu kez batıya döndü. Hem de öyle bir dönüş ki dört devlete, Danimarka, Norveç, Belçika, Holanda’ya birden ültümotom verdi. Hitler’e göre bu savaş demek oluyor. Bir iki gün içinde oraları işgal etmek için savaşa girecektir. Onlara savaş açarsa İngiltere ile Fransa karşı duracak. Böylece büyük bir savaş kaçınılmaz olacaktır. Neyse ki Hitler’in batıya dönmesi belki bizim yararımıza olacaktır!”dedi. Harun Özçelik’in önündeki okuma kitabını aldı. Sayfaları çevirdi. Kitabı bıraktı, ”Ödev vermiştim, neler yaptınız? ” diye sordu. Kimseden ses çıkmadı. Sami ödevin ne oluğunu açıkladı. ”Almanca dersimimizde geçen Perfekt , pluskı. imperfekt , derken öğretmen, ”Anımsadım!”deyip neler yaptığımızı sordu. Gene kimseden ses çıkmayınca Halil’i dürtükledim. Öğretmen gördü, ”Ne o Halil’i zorlamı kardırmaya çalışıyorsun? dedi. Bu kez biz beraber çalıştık. Adlandıramıyoruz ama kendimize göre kurallar saptadık!”dedim. Hadi, Halil’i zorlama sen kalk!”dedi. Zaten ben de bunu istiyordum. Kaltkım. Fiil çekimlerinden söze başladım. Bizdeki zamanların bazıları Almanca’da yok ya da değişik gösteriliyor. Bu değişiklikler onlarda sözcük tekrarlaerı ya da eklerle, kısaltmalarla yapılıyor. Onlara benzer değişiklikler bizim dilimizde de var. Örneğin gördüm. Görmek sözcüğünün, şimdiki zaman durumu. Görüldüm şekline girince de şimdiki zaman ama anlam tamamen değişiyor. Bunu görüştüm olarak da kıllanıyoruz. Bu da bambaşka bir anlama geliyor. Biz bunları tam olarak bilemezsek Almanca kuralları kolay kolay öğrenemeyeceğiz. Halil’le yaptığımız çalışmadaki örnekleri tekrarladım. Öğretmen Halil’e sordu, ”Doğru mu? . Halil “Doğru!”dedi. Öğretmen bana, ”Size öğretmen falan gerekmez, bu yaptıklarınızın sadece adlarını öğrenin, Almanca sözcüklerle karşılaştırarak çalışmanıza devam edin. Bu yazdıklarınızın hep birer kuralı vardır. O kuralları bilenler de bunları yapar. Türkçe gramerde sınırlı kurallar vardır. Bu kurallar, günlük konuşmalarda geçen sözlerin kullanılışını öğretir. Bu da sanıldığı kadar zor değildir. Bunlarını öğrenmek çözümün koşuludur. Yabancı dil öğrenmede de bu kural geçerlidir. O dilin birkaç kuralını kavrayınca çat pat konuşulur. Konuşuldukça da günden güne ilerleme sağlanır. Siz şimdi Almanca dersinizde onların kullanığı zamanları yazıp karşılarına bizim çekimlerimizi koyacaksınız. Bizdeki fazlaları, bir yana bırakıp onların fazlalarını ekleyeceksiniz. Örneğin Almanca’da aktif, passif olayı var:İch rufe…İch ver gerufen. Ya da ich rief – ich Wurde gerufen. . Bunların tıpkısı dilimizden yoktur ama değişik söylenenler vardır. Bunları karşılaştırarak bulabilirsiniz. Kendiniz uğraşarak bulursanız kesinlikle unutmayacak şekilde öğrenmiş olacaksınız. Öğretmen, sözü azıcık uzattının ayırdunda kapıya doğru yürürken Almanca dersimize gelen Ömer Uzgil Öğretmenle karşılaştı. Gülüşerek selamlaştırlar. Fikret Madaralı Öğretmen “Dersinizle ilgili sözler söyledim, yanlışlarımı lütfen düzeltin!”dedi, ayrıldı. Ömer Uzgil Öğretmen her zamanki gibi Guten Tag!”diyerek girdi. Fikret Öğretmenin sözlerini duymamış gibi başını kaldırarak hepimizi süzdü. ”Atlayarak geçtiğimiz parçalardan biri okuyalım!” dedikten sonra kendisi Eine erfolgreiche Heilung başlıklı parçayı okudu. Nedense parçayı arka arkaya iki kez okudu. Daha sonra da arkadaşlara okuttu. Okumaları hiç beğenmedi. Bekir Temuçin için “Hızlı okuma, Sami akıncı için ise sözcükler arasında bağlara dikkat dedi. Böylece hiç kimsenin okuması tam olmadı. Parçada Trotzdem , Klavierspielen, Fussball, mehreren, Behandlung, dauert, sözleri defalarca düzeltildi. Konjunktionen, Die Wortfolge im deutschen Aussagesatz, Die Wortfolge im deutschen Fragesatz cümlelerinin okunmaları gibi anlamlarını anlamakta zorluk çektik. Öğretmen sonunda, ”Ben bunu bildiğim için geri bırakmıştım. Ancak biz ilerleyemediğimiz için gene zorlanıyoruz!”dedi. Üzerinde durmadığını sandığımız Fikret Öğretmenin dediklerini tekrarladı. ”Almanca öğrenmek istiyorsanız ki bugün değilse bile birgün bunu isteyeceksiniz. Yalnız bu Almanca olmayabilir, onun yerine Fransızca ya da İngilizce olabilir. Ne olursa olsun bir yabancı dil sorununuz olacaktır. İkinci bir dili insana başkası öğretemez. İsteyen insan kendisi öğrenir. Bu da büyük bir istekle olur. Bütün sanatlar böyledir. Yabancı dil de bir sanat gibidir. Bireysel gayretler sonunda kazanılır. Bir ressama resim yapmayı kimse öğretmemiştir. Şöyle şöyle yap diyen olmuştur ama, fırçayı alıp kaullanan ressamın kendisidir. Müzik de öyledir. Kemanın yayı böyle çekilir dendiğinde hiç kimse yayın nasıl çekileceğini öğrenemez Kişi yayı eline alıp çekince durum anlaşılır. Almanca da tıpkı böyledir. İch verde kommen. Bir fiildir. Bizdeki gelecek zaman. Biz, Ben geleceğim, demeyiz. Almanlar bunu derler. Almanca konuşmak istiyen onu öyle benimseyip gereğini yerine getirecektir. Bunlar basit gibi görünen ama yapılması zorunlu inceliklerdir. Bu incelikleri atlayarak yabancı dil öğrenilmez!”Zil çalarken Ömer Uzgil Öğretmen bundan böyle günlük haberlerin öğrencilere duyurulacağını, belli saatlerde öğrencilerin sessizce haberleri dinlemeleri istediklerini, haber saatlerinde belli yerlere yığılınmamasını, gürültü yapılmamasını, arkadaşlarının dinlemelerine en olunmamasını tembihledi. Ayrıca okul önünde dinleyenlerin merdivenlere kesinlikle oturmamalarını sözlerine ekledi. Almanca dersimizdeki yılgınlığımız çabuk geçti. Haberleri dinlemek güzel bir gelişme olarak sevindirici geldi. Radroyu toplu olarak Edirne-Karaağaç da Atamızın yaslı günlerinde dinlemiştik. Daha sonra Alpullu’da komşu evlerin radyolarını kulak misafiri olarak dinlemiştik. Özellikle maçlarda Ait Çelebi’nin heyecanlı söyleyişlerine bayılıyorduk. Lüleburgaz , içinde olduğumuz için radyoya gereksinim duymadık. Ancak şimdi durum çok değişti. Günlük gazete alamıyoruz. Savaş tüm hızıyla hem sürüyor hem de giderek yaygınlaşıyor. Üstüne üstlük öğretmenlerimiz de sık sık savaştan söz ediyor. Radyo bu açıdan ilgimizi çekiyor. Yemekte bunu konuştukAtölyeye gidince Alman Ahmet dediğimiz Elektrik öğreticimizle Nazmi Aybar öğretmen geldi. Elektrik hatlarını çekiyorlar. Nazmi Öğretmen ilgilendiği için radyoyu bir de ondan sorduk. Tesisatı tamamlanmış, bugün haber saatlerinde yayınlar verilecekmiş. Öğretmenler geldi. Onlar konuşurken bir çatırtı oldu, radyo açılmış. Başlangıçta bu tür çıtırtılar oluyormuş. Sonradan sakinleşti. Tek öğrendiğimiz haber, Almanya Danimarka, Norveç, Belçika, Holanda hükümetlerine ultümotom vermiş. Onlar da Almanya’ya karşılık vermemişler. Almanya bu suskunluğu savaş olarak sayacakmış. Açıkçası bu devletler arasında yarın savaş başlayabilirmiş. Bir kendi aramızda algılayabildiğimiz kadarıyla savaş olmaz, deyip geçtik. Atölyemize yarın elektrik bağlanacak. Planya ya da destere tezgahları için atölyede değişiklik yaptık. Kulanılmamış keresteleri dışarıya taşıdık. Oldukça çok kerestemiz var. Yorulduk diyemiyoruz ama yorulduk. İşin ilginç yanı öğretmenler de bizimle vbirlikte koca kona kirişlikleri taşıdılar. Tam bu sırada gene radyo çatırtısı başladı. Dikkat kesildik. Radyoda güzel bir müzik çaldı. Kolay bir müzik ama güzel. Marş gibi bir ses akışı var. Muzik kesilince arkasından “Almanya’dan Türkçe yayına başlıyoruz. !”dendi. Radyonun söylediklerini hiç dinlemedim. Duyduğum müzik çok güzeldi, aklımda ne kadarı kaldı? Bir daha çalacak mı? şeklinde soruları sıralarken müzik gene çalındı. Bu kez daha iyi algılayabildi. La, la, laaaaa, la, la, laaaa, la, la, la, la, la, la, la, laaaaa, la, la, laaaa, la, la, laaaa, la, la, la, la, la, la la, laaaaa……Sonrasına başka dinlemelere bıraktım. Gene çalınırsa, o zaman öğrenirim, dedim. Arkadaşlarla konuşurken İrfan Öğretmen duydu, açıklama uyaptı. Almanya radyosu çoktandır Türkçe yayın yapıyormuş. Yayınları açılışı ile kapanışını da o müzikle yapıyormuş. İstersen her zaman dinleyebilirsin!dedi. Benim isteğim salt dinlemek değil aynı zamanda o müziğin ne olduğunu öğrenmek tamamını bulmak, çalmak. Sustum, yarını beklemekten başka yapacak bir işim yok. Paydostan sonra mandoline elimi sürmedim. Çalmaya kalkışırsam, melodiği kaçırırım diye düşündüm. Kimseye de bir söz söylemiyorum. Hidayet Öğretmene sormaya karar verdim. Akşam Hidayet Öğretmeni göremedim. Dersliğe gidince Askerlik kitabımı açıp dikkatlice geçtiğimiz tüm bölümleri okudum. Arkadaşım Halil dikkat etmiş, sordu, ”Sen boş yere askerlik kitabını okumazsın, yazılı yapılacağı hakkında duyumların var, ne? dedi. Yok, öyle bir şey duymadığımı ama tahmin edebileceğimizi, askerlerin savaş olaylarında sinirleri bozulunca gelip bizden öc alabileceklerini söyledim. Güldük. Yat zili çalınca düşüncelerimde duyduğum müzik var gibi ama ne söylemeye ne de çalmaya yetecek gücüm yok. Aslında melodiyi kaybetmiş gibiyim. Kulaklarımda tınlıyorsa da tekrara olası değil. Öylece yattım. O denli düşündüm ki, kesinlikle gece bunu rüyamda doğru olarak tekrarlayacağıma inandım…
9 Nisan1940 Salı
Zil sesine uyandım. Uyanınca kendimi yokladım. Rüya falan görmemişim. Düşündüğüm melodi de ortalıkta yok. Kendi kendime teselli buldum. Melodi yoksa bende yok;her gün radyoda çalındığına göre insanlar onu biliyorlar. Ben de bir bilene sorup öğrenirim. İçim rahatladı. Hidayet Öğretmenin sesini duyunca koştum. Doğrudan soramam ama belki bir olanak yakalarım. ”Günaydın!deyip yanında geçtim. Bir olaya sinirlenmiş olacak, söylenerek bizim yatakhaneye girdi, birilerine bağırdı. Ben beklemeden üst kata döndüm. Sonra da, ”Sırası değil!deyip dışarı çıktım. Yeni bir plan kurdum:Üsteğmenden sormak. O savaşlarla ilgili, Alman radyosunu kesinlikle dinler. Her açılışta çalınan müziği neden bilmesin? Ancak bunu nasıl soracağım? Bunun planını kurmaya çalıştım. Kahvaltıdan sonra derslikte bunları düşünürken, aynı melodiyi duyar gibi oldum. Dikkat ettim, Abdullah Erçetin. Ancak o benim gibi la, la, la değilde pam, pam, pammmm pam, pam, pammmm, pam, pam, pam, pam, pam, pam. .
yapıyor. Olaydan habersizmiş gimi, ”Nedir bu? diye sordum. Almanya radyosunun başlangıç müziği, dinlemedin mi? Çok güzel!”dedi. Önemsememiş gibi, ”Aa, evet, evet, deyip geçiştirdim. Kafam iyice karıştı. Üsteğmen gelirse soracağım. Boş dersler boyunca planlar kurdum olmadı. Üsteğmene müzik sorulur mu? Yanlış anlar, sinirlenir. Bir süre de onunla uğraşmak zorunda kalırım!”deyip susmaya karar verdim. Matematik öğretmenim Ahmet Gürsel en iyisi. Müzik sever olduğuna, keman çaldığına göre bana yardımcı olur. En iyisi yarın beklemek! Ben böyle içimden konulşurken üsteğmen gülerek geldi sert bir hareketle topuklarını vurdu, sert bir sesle “Günaydın!”dedi. İlk sözü savaşlar hakkında ne biliyorsunuz? Ben sizinle bu konuları rahat rahat konuşuyorum. Bu benim için bir staj oluyor. Bir de bana sorular sorsanız, sorabilseniz daha çok heveslenip bu konuya eğileceğim. !”dedi. Almanya’nın yeni planlarını tekrarladı. Asıl büyük savaşlar iki gün sonra başlayacak!”deyip. Almanya’yı, Rusya’yı, Fransa’yı, İngilterre’yı anlattı. 2. Derste de bu devletlerin bize geçmişte yaptıkları kötülükleri tekrarladı. İlgiyle dinledik. O denli canlı anlattı ki ben müziği falan unuttum. Sonunda gene sordu, ”Soracağınız bir sorunuz var mı? Arkadaşlar sustular ama ben elimi kaldırdım. Almanya radyosunu dinliyoruz, Türkçe konuşuyorlar. Bunu, gerçekten dostluk için mi yapıyorlar? dedim. Üsteğmen “Asla! diyerek başladı, ”En düşmanca bir tavır, öyle yalan dolan haberler veriliyor ki, bunlara okumuş insanlarımız bile kanıyorlar. Haberleri büyük uzmanlarına hazırlatıyorlar. Uzmanların yalanları sıradan insanlar tarafından kolay anlaşılmaz!”dedi arkasından da sahtekarlığın en alası da Mozart’ın güzelim Türk Marşı’nı çalmalarıdır. Biliyorlar biz, Mozart’ın bizim adımıza yazdığı Marş Allaturka’yı severek dinleriz. Salt bunun için, birkaç insana daha kendilerini dinlettirmek için o güzelim müzi de alet edip bizdeki olumlu etkisinin azalmasına neden oluyorlar!”dedi. Mozart, Marş Allaturka, sözlerini askerlik kitabının kenarına yazdım. İki gündür beklediğim haberi almış olmanın sevinciyle üsteğmenin “Allahaısmartladık!” sözüne tüm gücümle yanıt verdim. ”Sağollll!Yemekte Üsteğmeni gözledim. Birden daha sevimli geldi. Konuşmalarını seviyordum ama bu denli sağlıklı bilgi verdiğini de pek anlayamıyordum. Benim beklediğim bilgiyi vermesi beni tümüyle doğru konuştuğu kanısına götürdü. Mozart-Marş Türk. -Türk Marşı Artık Abdullah ile de çalışıp hiç değilse marşın birazını çıkarabiliriz. Öğleden sonra atölyede radyo bekleyenlere katıldım. Benim için haberler değil çalınan müzik. Radyo azıcık geç ayarlandı marşın yarısını dinledim. Kapanırken de öbür yarısı çalındı. Radyoyu erken kapattılar. Olsun başı ile sonunu dinlemek de yeter. Abdullagh ile ayrı grupta çalışıyoruz. İkinci kez o da dinlemiş. Beni görünce gene pam, pam;pam, yaptı. Sordum, ”Neden pam, pam, pam yapıyorsun? ”dedim. Dinlediği müziğe pam, pam, pam sesleri daha uygun geliyormuş. La, la, la sesleri ise yayılıyormuş. Abdullahın açıklaması da hoşuma gitti. Ben böyle bir ayırım yapamıyorum. Atölyeden sonra mandolinle birinci bölümü yapmış gibi sevindim La, la, laaaa, la, la, laaaa, la, la, la, la, la, la, la, la, la, laaaaa, la, la, laaaa, la, la, la, la, la, la, la, laa, la, la, laaaa!. .
Parçanın küçük bir bölümünü çıkarmamı büyük başarı sayıp rahatladım. Yemekten sonra nedense büyük bir rahatlık içinde matematık çalıştım. Dairelerden başlayıp silindirler, konikler, alanları, hacimleri tekrarladım. Daire üçgen ilişkilerini bir daha gözden geçirdim. Kendi kendime denklemler oluşturup çözdüm. Geometriyi nedense çok kolay buluyor, yapamadıklarımı bile zevkle düşünüp üstüne gidiyorum. Şimdiye dek geometriden çalışıp da çözemediğim bir problemle karşılaşmadım. Öğretmen, ”Bunlar senin için kolay da ondan, ama düşün ki, senin yaptıklarının hiç biri gerçek matematik problemi değil, problemlere giriş gibi birşeyler. Gelecek yıl biraz başlayacak ondan sonraki yıllar biraz zorlanacaksınız . Daha sonra öğreniminizi sürdürürsemniz asıl zorluklar o zaman başlayacak. O derslerin asıl acı Cebir oluyor. Cebir Arap dilinde zor anlamına geliyormuş. Dikkat edin dersin adı bile zor. Zor! yani Cebir!…. Daireler, kirişler, çaplar, yarıçaplar bunların birleşere oluşturduğu üçgenler, ikiskenar üçgenler, alanları, bunları hesaplamak hoşuma gidiyor. Nedense başka arkadaşlar bunlarla hiç ilgilenmiyorlar. Yatınca düşündüm, dün gece sorunum neydi, bu gece ne? İyi mi yapıyorum, kötü mü? Öteki arkadaşlar gibi biraz da vurdumduymaz olsam daha mı iyi olur? ”Asla!” diye içimden bir ses geliyor. Çalışmak, başarılı olmak üzere yola çıktım. Babama, ailemden herkese, büyük halama, amcalarıma, Hele Vahit Dede’me öğretmenlerime verilmiş sözüm var. Gülümserken esnedim. Bu da güzel. Esnemek, sinirlerin rahatlığınuı gösterirmiş. Esneyen insanlar rahat uyurmuş. Babamın gözlemleri: “İnsan esnerse iyi uyur, gerinirse bedeni sakinleşir, sinir gerginliği kalmaz!”der.
10 Nisan1940. . Çarşamba
Üsteğmen, ”Savaş olacak mı sorusuna, ”Asıl büyük savaşın olup olmayacağı 10 nisanda belli olacak!demişti. Bugün işte 10 nisan! İçimden çok güvenmeme karşın üsteğmen ne bilsin? Herhalde başka çareler de bulunur, diye düşünüyorum. Almanya ne denli güçlü olursa olsun dört devlete birden savaş açar mı? Arkadaşlar uyandılar. Onlar genellikle çapalamakta olduğumuz bahçeden, fidanlardan söz ediyorlar. Savaş sözü geçmiyor. Hazırlanıp kahvaltıya gittim. Kahvaltıda da konu bahçe kazmak. Yapıcı arkadaşilar bahçe kazmayı daha kolay buluyorlar. Marangozların çoğu tarımdan yılgınlar. Hasan Üner güzel söyledi, ”Biz aslında marangozlukta çalışmaktan da şikayetçiyiz ama, sesimizi çıkaramıyoruz!”Ben de Hasan’a “Yeni yasa çıkınca iş saatleri daha da artacakmış, demircilik, arıcılık, çiftçilik, koyun-keçi yetiştirme dersleri konacakmış. O zaman ne yapacaksınız? Hilmi Altınsoy yüksek sesle bağırdı “Ağabey, sen de bizi korkutuyorsun. O dediklerini kim söyledi? diye sordu. Benden önce başka arkadaşlar, ”Bunları o söylemedi, gazeteler yazdı!”dediler. Hilmi şaşkın, sabah sabah iştahımı kapattınız!diyerek kalktı. Hepimiz kalktık. Dersliğe giderken haberleri izledik. Alman orduları Danimarka ile Norveç topraklarında ilerliyormuş. ”Tamam!”dedik üsteğmenin dediği çıktı. ”Büyük bir savaşın ilk belirtisi. Bundan sonra daha büyük savaşlar olacak. Dersliğe biraz şaşkın gittik. Haberler yeterli değil birilerinin anlatmasını istiyoruz. Matematik öğretmeni geldi. Üzgün bir sesle “Günaydın!” dedi. Sami Akıncı arkadaşımız, ”Öğretmenim yeniden savaş başlamış!”deyince öğretmen, yaşını söyledi. ”Benim çocukluğum savaş içinde geçti. Savaşın nemene bir şey olduğunu iyi biliyorum. Size bu korkunç olaydan söz edip üzmek istemem. Ancak sorunuzu da umursamamazlık edemem. Bugün korkunç bir döneme girmiş buylunuyoruz. Bir devlet komşu iki devleti birkaç saat içinde çökerti. Görülmemiş, duyulmamış bir olay. Tarihte böyle bir savaşa ratlanmamıştır. Size bu konuda bir yorum yapamam. Ancak gelecek günler hepimiz için kaygı vericidir. Ben daha fazla bir söz söyleyemeyeceğim. Öteki arkadaşlar da sanırım ellerinden geldiğince sizi aytınlatacaklardır. Şimdilik bununla yetinelim. Öğretmen bunları söyledidikten sonra tahtaya büyükçe bir daire çizdi. Bize çizgiği göstererek geometrinin yarısı bu dairededir. Silindirler, Küreler, konikler, çemberler, piramitler hatta hatta üstünde yaşadığımız yer kürenin hesapları bu dairecik elinden geçer!”dedikten sonra sormaya başladı. Dairenin kendisi nedir? . Arka arkaya kaldırılan dört arkadaş hiçbir yanıt vermedi. Öğretmen “Daire size küstü!”deyip onları oturttu. Tahtaya kalkmak isteyenleri sordu. Sami Akıncı, ben, İsmet, Bekir Temuçin parmak kaldırdık. Öğretmen bana, ”Daireyi geometrik bir şekil olarak nasıl tanımlarsın? ”diye sordu. Ben, ”Bir noktaya ayni uzaklıkta sıralanmış sayısız noktalardan oluşmuş bir geometrik şekildir!”dedim. ”Sayısızlıktan kastın nedir? diye sorunca ben, ”Aslında sayısız değil belli bir sayısı vardır ama onları ben sayma olanağını bulamadığım için öyle diyorum!”dedim. Öğretmen “Aferin, yanıtın tam geometrı diline uygun düştü!”dedi. Ders arası zili çaldı…İkinci derste gene daire üzerinde işlemler yapıldı. Bekir benim tanımıma uygun belirli noktalarla daire çizdi. Sami Akıncı daireye teğet çizgiler çizerek merkezden geçen doğrunun 90 derecelik açılar oluşturduğunu, İsmet daire çevresini çap uzunluğuna bölerek pi sayısını kanıtladı. Öğretmen bu kez daire içine teğetler aracılığıyla üçgenler çizdi. Çizilen üçgenlerin ikizkenar olma koşullarını buldurdu. Mertkezden geçip teğet çizgilerinle oluşan üçgenlerin dik üçgen oluşlarını kanıtlanmasını istedi. İlk parmak kaldırtanlara sonra sonra katılan arkadaşlar oldu. Öğretmen şöyle baktı, ”Şöyle böyle on kişisiniz , iyi de direniyorsunuz. Sizi küçümsemiyorum. Her okulun her sınıfında böyle dirençli on kişi çıkmaz. Kepirtepe’nin yağışı, çamuru , soğuğu sizi daha da dirençli yapacaktır. ”Üzüm üzme baka baka olgunlaşırmış, size bakarak daha olgunlaşacaklar bulunacaktır. Savaş mavaş bir yana, beni, bizi teselli sizler edeceksiniz. İnşallah sizi koruyacak iyi bir de yasa çıkar, belirli haklarınız olur. Yasalar, devlet hizmetindeki insanların güvencesidir. Bu nedenle güvence içinde çalışığınızda emekleriniz boşa gitmez bilakis değerlendirilir!”Öğretmen sözünü bitirirken zil çaldı. Bu kez öğretmen gülerek, ”Matematik işte budur. Gördünüz mü ders bitti, sözüm de bitti!”dedi, gülerek “Allahaısmarladık!”deyip ayrıldı. Öğretmenden sonra bir süre hiç birimiz yerlerimizden kalkmadık. Kimler ne düşündü tam bilinmez ama ben kendi kendime azıcık böbürlendim. İlk geometri dersimde ben küp çiziminde turşu küpü yapmıştım. Ahmet Gürsel Öğretmen bana, ”Çalışırsan başarırsın ama işin çok kolay değil “Evlat!”demişti. O gün çömlek değil, geometrik küp çizenlerden 20 tanesi. Çömlek gibi oturdular. Öğretmenin direnenler grubu dediği gruptayım. Üstelik matematik dersinden tam numara alan iki kişiden biriyim…. . Biz öylece otururken Fikret Madaralı Öğretmen geldi. Elinde üç dört gazete var. Gazeteleri masaya koydu. Kötü haberleri aldınız, daha doğrusu hepimiz aldık. Ah vah ederek vakit geçirecek değiliz, Biz, kendi gücümüzün elverdiğince görevlerimi yapacağız. Ancak, yurt çapında alışverişimiz olan ülkeler savaşa girdikçe bizim işlerimiz de bozulacak. Bu durumdan halkımız etkilenecek. Şimdiden bir takım kısıtlamalar başladı. , Köylerinizle haberleşiyor musunuz, onlar nelerle karşılaşıyor? deyince ben parmak kaldırdım. ”Babam iki gün önce geldi, ondan duydum. Tahıl satışları yasaklanmış. At arabaları sayımı yapılmış, satışı durdurulmuş. Her an orduya teslimi yapılabilecekmiş. Bu kaygıdan dolayı babam yaya geldi. İki ağabeyimin askere gitmesinden sonra bunun da duyurulması babamı çok üzdü!”dedim. Öğretmen işte bu, olacağı buydu. Arkadaşınız babasından dinlemiş. Ben gazetelerden okuyorum. Yakın zamanda yiyeceklerimiz de denetim altına girecektir. Bunlar, savaş sürecinde olan şeyler. Buna karşın biz çalışmalarımızı sürdüreceğiz. Şaka olarak da olsa Alpullu çayırlığında sopaladığımız insanlarla onları başıboş bırakanlar savaş sorumluları. Yazık dünya bir kez daha kana boyanacak. Bugün iki ülke Danimarka ile Norveç hiç karşı koymadan teslim oldu. Belki yarın da iki üç ülke onları izleyecek. Bekleyip göreceğiz. Bunlardan çıkaracağımız dersler var. Çalışmak, çalışmak, gene çalışmak. ! Öğretmen, ”Size bir görev vermeyi düşündüm. Bu bir deneme olacak. Yazının başlığı, ”Yurttaşlık görevlerimiz. Bu başlığa göre neler düşüneceksiniz, kendinizi bir deneyin!Bunu ben de yazacağım. Yurdumuza, yurttaşlarımıza karşı hepimizin değişik açılardan borcu var. Var ama bu görev borçları nelerdir? Bunları kendimiz seçip yazalım bakalım!”Öğretmen ayrıldı. Bundan sonraki dersimiz de boş. Az önceki konuşmalar yapılmamış gibi yüksek sdesle konuşmalar başladı. Yusul Asıl, ”Susalım arkadaşlar, içimizde ödev yapanlar var, onlara karşı görevlerimizi iyi yapalım!”dedi. Hemen yanıtlar verildi. İyi ama bizim görevlerimiz arkadaşlardan çok yurttaşlara. Arkadaşlar yurttaş sayılır mı sayılmaz mı? İsmet Yanar yusufa çıkıştı, ”Sen daha çocuksun, yurttaş bile sayılmazsın, bari sus, ağabeylerin ne yapıyorsa onlara uymaya çalış!”Sami Akıncı sinirlendi, sesi titreyerek, ”Ne söz anlamayan insanlarsınız, Ahmet Gürsel Öğretmen ne söyledi? Kime söyledi o kadar sözü? Fikret Madaralı Öğretmen ne söyledi? Bir ders boyu övüt verdi. Hiç mi etkisi olmadı? Sessiz, sakin çalışamıza fırsat vermiyorsunuz. Bir de kalkıp yurttaşlara yardım konusunda yazı yazacaksınız. Burada beni, çalışan arkadaşları rahatsız edenler yurttaşlara yarardan çok zarar vereceklerdir. bunu da ben yazacağım!”dedi. Sami Akıncı arkadaş, dediğini yapan biri olarak tanındığından bir anda herkes sustu. Yemek zili çalana dek kimse konuşmadı. Öğleden sonra tarım çalışmalarına katıldık. Diktiğimiz fidanlar arasında genellikle diken otları çıkmış. Salih Ziya Öğretmen dikenli otlar için bilgi verdi. Kepir toprağının özelliği olarak biten dikenli otların derin köklü olduklarını, çok derinden kesilmezse gene çıktıklarını anlattı. Benimle birlikte dört arkadaş daha seçerek bize fidanların arasındaki dikenleri kesme görevi verdi. Sefer Tunca, Arif Kalkan, Recep kocaman, Mehmet Yücel arkadaşlarla güle oynaya çıkmış otları kesip topladıkPaydosa yakın saatte o güzel müzik gene çaldı ama savaş durumu nedeniyle hevesim azaldığı için şöyle bir dinledim. Abdullah Erçertin parçanın tamamını kavramış durumda. beni görünce başlıyor pam, pam, pammm yapmaya. Paydostan sonra mandolinde denedim. Sesleri oldukça yakıştırdım. Ancak benim çalışım müziğin güzelliğini yansıtmıyor. Radyoda dinleyen insanların benim mandolinimden zevk alacağını aklımdan bile geçirmem. Ancak radyoda çaldıkça dikkatle dinlemeyi sürdüreceğim. Yemekte Cavit Kafkas yanıma geldi, fısılıyla bana, onların sınıfından iki arkadaşının okuldan ayrılacağını söyledi. Çok gizliymiş. Yeni yasayı beğenmeyip ayrılanlardan para istenmeyecekmiş . Tekirdaglı iki öğrencinin babaları gelmiş, Okul Mürüdü ile konuşmuşlar. Okul Müdürü, ”Çocuklarınızı şimdi alıp gidebilirsiniz, ancak aylar sonra pişman olduk, dierek getiremezsiniz. İyi düşünün, kesin karar verin, biz kayıtlarımızı ona göre kapatır, yeni öğrenci alırız!”demiş. Cavit’in söylediğine göre biri kesin kararlıymış, dersler kesilince, yani, sınıf geçme durumu kesinleşince ayrılacakmış. Okul Müdürü buna da “Olur!”demişmiş. Ben düşüncemi gene söyledim:Yedek subaylık hakkımız sürerse ayrılmayacağım. Babamla da öyle konuştuk. Ben ayrılırsam okuma hakkım iyiden kaybolacak. Yaşıma yakın olanlar askerlik şubelerince yoklamaya çağırılıyorlar. Bir yıl sonra beni de alabilirler. Böylece okulu bırakmam zararıma olur. Okulda kalırsam iyi çalışarak, başka okullara geçme yollarını bulmaya çalışırım. Cavit de benim gibi düşünüyor, o da çok çalışma yollarını deneyecek. Cavit’e bunları anlattım ama o gittikten sonra da kara kara düşündüm. Nereye, hangi okula girebilirim ki? Lüleburgaz’da, Kırklareli’de yalnız ortaokul var. Ben ortaokulu bitireceğime göre oralarda okumam söz konusu değil. Lise için Edirne ya da daha uzak yerlere gitmem gerekecek. Bunun için para bulmam olanaksız. Ağabeyler asker, ekim-biçim yarı yarıya eksilmiş. Eksilmemiş olsa bile satım işleri yasaklanmış. Atlı arabalar her an alınabilecekmiş. Bunları düşünüp, babamın suskunluğunu da buna bağlayıp yutkunuyorum. Bu duruma göre yıllarca bekleyip ona göre tavır alma şansım kalmamış. Tek şansım, çıkacak yasanın bana yedek subaylık hakkı tanıması. Süre ise 4 ya da 5 yıl bile olsa benim yararıma olacak. Bunları başkalarıyla da konuşmak istiyorum. Öncelikle İsmet’e açıyorum. İsmet işin şakasında. ”Dayı isterse okul kapansın, ben köye gidip evlenrim, kendi işlerimi sürdürürüm!” diyor. Daha da iyi olur!”deyip kestiriyor. Sıra arkadaşım Halil ise bu konuda hiç konuşmuyor. Sanki onun köyü yok, annesi babası var mı yok mu belli değil. Onlardan hiç söz etmediği gibi ne yapıp ne edeceği üstüne de söz açmıyor. Ben önce onun bu tavrını, Hüsnü ile Emrullah’ın durumlarına bağlıyordum. Onlar, anne-babalarından uzakta, görme olanaklarından yoksunlar. Onların yanında anne-babadan, kardeşten, evden söz etmek üzüntü yaratır. Arkadaşları üzmeyelim, düşüncesine bağlıyordum. Gün geçtikçe bu kanım değişti;arkadaş gerçekten o tarafını adeta saklıyor ya da anmak istemiyor. Bir kaç kez açtımsa da o, konuyu değiştirdi. Şimdi okulla ilgili haberler için de duymuyormuş gibi susuyor, ”Ne olursa olacak!” deyip geçiyor. İzmir-Kızılçullu’dan numara arkadaşım Ziya Fikri Özlen’in ilk mektubunu okuduğumda hiç tınmadı. 2. mektubunda da “Bak ne yazmış? ” deyip okumaya kalktığımda arkadaş bana “Ne yazmışsa yazmış!”deyip sözü ağzıma tıkadı. Bunu üzerine ben de ona bir daha mektuptan, haberden söz etmedim. Bu durumdan ben rahatsız oluyorum ama sanırım arkadaş böylesinden memnun oluyor. Ders çalışmalarda da bazı noktalarda farklı düşünüyoruz . Ben çalıştığımı dersin öğretmenine göstermek için çaba harcıyorum. Arkadaş “Ne lüzum var? ” deyip geçiyor. Bildiği konularda da öyle, öğretmen kaldırırsa birşeyler yapmaya çalışıyor. Kaldırılmazsa sanki derslikte yok gibi. Bu tavırlarını eleştirmeme karşın çok iyi bir tarafı var. Kimsenin karşısında değil, olaylar karşısında ne yapacağı belli. Her zaman doğrunun yanında, çalışanları kıskanma yok. Arkadan söz sözlemez. Özellikle iş derslerinde çok becerikli, üretken bir arkadaş. Ortak dolap, ortak sıra kullanıyoruz. Sıramız, dolabımız her zaman tertiplidir. Küçük ablam bana soruyor “Sen nasıl tertipli olursun? ”diyor. Galiba ben bu tertipliliğimi arkadaşıma borçluyum. Halil, yanımda tarih okuyor. Bana, ”Sen buraları ezberledin değil mi? ” diye sordu …Güldüm, ama yanıt vermedim. Yat zili çalında da ayrıldık. Aslında yatakhanede de beraberiz, ben bu kez alt ranzada o üst ranzada. Ranzalara binip-inişte de çok dikkatliyiz. O benim için ne diyor, bilmiyorum ama, ben ondan kesinlikle memnunum. Bazan onu, Zühre Teyzemin, ” Benim Paşa çocuğum!”dediği yeğenim İsmet’ten bile yakın buluyorum…. .
11 Nisan 1940 Perşembe
Kapı yanında birinin elektrikleri yakıp söndürmesiyle uyandım. Uzaklardan bir ses: “Yakma!” diye bağırdı. Bir başkası da “Yanlışlıkla yaktım!”dedi. Yanlışlık falan değil, derken kalk zili çaldı. Hepimiz uyandık. Fısıltı sorular, ”Türkçe ödevi bugün için mi? ”Hayır, Salı günü için. Üstelik ödev Türkçe için değil Yutttaşlık Bilgisi için. Bir süre, öyleydi, böyleydi tartışması yapıldı. . Tartışma kahvaltıya dek sürdü. Kahvaltıda yeni bir konu, öğleden sonra marangozlar ödünç olarak yapıcılara katılacakmış. Kısacası beton dökümü için çok insana gereksinim varmış. Marangozlar, beton taşıyacaklarmış. Böyle, beton taşımak diye ayırım yapılmaya ben kızıyorum”. Neden taşımak!” Belki de betonu yayarız ya da hazırlarız. . Ben sözcük yanlışı düzeltirken yakınımızdan öğretmenler geçti. Durarak selam verdik. İçlerinden birisi, ”Almanya’nın da yaptığı çılgınlık, dün iki devleti çökertti, bugün de üç devlete birden sardırmış, akıl almaz bir cesaret!” diyerek yürüdü. ”Tamam!”dedim içimden, Almanya üsteğmenin anlattığı gibi Belçika ile Holanda’ya da saldırdı. 3. Devlet de Fransa’dır. Dersliğe girdim arkadaşlar daha önce haber almışlar. Ben, 3. devleti, Fransa olarak söyleyince Lüksenburg deyip, düzelttiler. Halanda, Belçika, Lüksenburg…”Lüksenburk diye bir devlet olduğunu bilmiyordum!”deyince Mehmet Yücel “ İyi öyleyse, Almanya savaş açarak sana büyük bir iyiylik etti. Böylece Lüksenburg’u öğrenmiş oldun. !”Fikret Madaralı Öğretmen geldi. ”Günaydın!”dedikten sonra. ”Eh çocuklar, derslerinizin bazıları iyice kolaylaşacak. Özellikle coğrafya derslerinizde artık birkaç devleti okuyacaksınız. Alman orduları bugün de Belçika, Holanda, Lüksenburg devletlerine saldırdı. Bu küçük devletlerin Alman ordularına karşı koyacak gücü yok. Büyük bir olasılıkla bir hafta, on gün sonra teslim olacaktırr. Saydınız mı Almanya kaç devleti haritadan kaldırdı? Parmaklarıyla saydı, Çekoslovakya, Avusturya, Polonya, Macaristan, Norveç, Danimarka. Şimdi de Lüksenburk, Holanda, Belçika. Arnavutluk ile Yunanistan da var-yok arası. Öbür taraftan Rusya, Finlandiya’dan sonra Baltık Devletleri dediğimiz üç küçük devleti haritadan silsi. Böylece 15 devlet ortadan kalkmış oldu. Öğrenciler bundan sonra coğrafya dersinde bu devletleri okumayacaklar!”. Ancak “Lar” ekini çok uzattı. ondan sonra da “mı? ”diyerek “mıııı? ”, sorusunu ekledi. ”İki olasılık da eşit durumda:Almanya büyüklük tutkusuyla çılgınca savaşırken yıpranıp kaybedebilir. Tarihte bu çok görülmüştür. Almanya’nın zaten birleşmesi henüz yenidir Şöyle böyle 7o yıl önceye dek sayısız Alman devleti vardı. Gene öyle olabilir. O nedenle ben size takılıyorum. Gelecekte coğrafya dersleri daha karmaşık da olabilir. Ancak şu andaki görünüşe bakılırsa dünya birkaç büyük devletin adı altında toplanıyor; ya da toplanacağa benziyor!”. Öğretmen Avrupa’da kalan devletleri değerlendirdi. İrlanda, Portekiz, İspanya için, ”Onlar zaten Almanya’nın uydusu gibidir. İrlanda İngiltere’ye tarihsel düşmanlığından öteki ikisinin de diktatörce yönetildiklerinden Almanya’nın yanında olduklarını. Kalan Yugoslavya, Bulgarista, Romanya içinse daha ilgimn sözler söyledi. Bu üç devletin kralları Alman kanı taşır. Buna karşın halkları Slav asıllıdır. Bu nedenle Almanya ile Rusya bu üç devlet için savaşmak zorunda kalacaklardır!”. Öğretmeni n anlattıklarını solumuzu keserek dinledik. Ancak Sami Akıncı arkadaşımız sessizliği bozdu. ”Öğretmenim, öyleyse biz, Rusya ile Almanya’nın savaşına dek savaşın dışında kalacağız!”dedi. Öğretmen Sami’ye teşekkür etti. ”Ben de öyne düşünmek istiyorum ama bizim başka bir zayıf tarafımız var:Biliyorsunuz Güney komşularımız birer sömürge. Bu sömürgeler el değiştirirken oralarda da savaş sürecektir. Örneğin bir Fransız sömürgesi olan Suriye’den Fransa ile anlaşarak Hatay’ı aldık. Suriye Almanya sömürgesi olunca bizden Hatay’ı geri isteyebilir. Çünkü sömürgelerden “Sözüm sözdür!”türü bir dürüstlük beklenemez. İrak da öyle. O da bir İngiliz sömürgesi. İrak’la da petrol andlaşmalarımız var, bize yıllık vergi ödüyorlar. Orasını da Almanya alırsa, onlar da yeni bir sorun çıkarabilirler. Böylece Almanya ile aramızda savaş olasılıkları yok demek bence olayların derinliğine inmemek olur. Öte yandan Tarih boyunca savaştığımız Rusya da büyüme sevdasında. Onun da Kafkasya tarafında bizimle tartışmalı yerleri var. Eline fırsat geçince Rusya kesinlikle o fırsatları kullanmaya kalkacaktır. . Böylece biz savaşın ne içindeyiz ne de dışında. Sözün tam anlamıyla savaşın sınırındayız. Bu savaşın en büyük sıkıntısını da sizler çekeceksiniz. Benden söylemesi. !”…Ders sonunda öğretmen ayrılınca arkadaşlar haritaların karşısına geçip uzun süre devlet sınırlarını parmaklarıyla çizdiler. Resim dersinde bahçeye çıktık. Öğretmen serbest çalışma dedi. Ben, okulun resmini yaptım. Öğretmen çalışırken geldi baktı, gülerek, ”Okulun fotoğrafı yok mu? Onu büyüt!”dedi.
Ben bunu iyi bir öneri sandım. Yusuf yavaşça, ”Öğretmen seninle alay etti!dedi. Yusuf’a sinirlendim. Daha sonra Harun Özçelik arkadaşa anlattım. O da “Yusuf haklı, öğretmen fotoğraf gibi çalışmaları sevmiyor. Her zaman “Fotoğraf çalışmalarından kaçının!”diye uyarıyor!”dedi. Oysa ben, bununla da yetinmeyecek, dolabımda okulun tam karşısından çekilmiş bir fotoğrafı var, onu büyütüp öğretmene vermeyi düşünüyordum. Harun da okul binasını yapmış ama o tam karşıdan değil bir köşeden; hem en hem de boy tarafını görmüş. Pencereler küçüklü büyüklü, Duvarlar sayısız çizgi ile adeta karalanmış. Benzer karalamaları ben de yaptım. Güzelim okul binam çizgi ya da karalamalar arkasında kaldıHızımı alamadım, yerleri de karaladım. Harun gülerek, ”İyi oldu, öğretmen bunu beğenecek!”dedi. Bir iki çizgi de o ekledi. Öğle yemeğinde Cavit bir çocukla yanıma geldi. İnce uzun boylu bir çocuk. Adı da Halil’miş. Halil Basutçu’ya gösterdim. ”Bak addaşın!”dedim. Sonra da “Benim de bir adım Halil’dir. Addaşız, gene konuşalım!”dedim. Konuyu biliyoruz ama açıklamıyoruz. Yemekten sonra Namık Öğretmenin komutuyla toplanıp işbölümü yaptık. Marangozluk grubu olarak biz, birlikte çalıştık. Ben grup başkanıyım. Namık Öğretmen seçti. Hasan Üner’e bakarak”Seni seçecektim ama, ”Başkanım diyerek, kasılır, çalışmazsın, işler geri kalır. Kusura bakma iş olmadığı bir gün de seni başkan yapar, yan gelir yatarız!”dedi. Hasan, adı üstünde herkesin “Küçük Hasan!”dediği zayıf bir arkadaşımız. Ben çoğunlukla onunla çalışıyorum. Söz dinliyor. Geçen yaz tüm yaz boyu aramızda hiçbir tatsızlık olmadı. Üstelik çok okuyor. Benim daha yirmi dolayına ancak çıkardığım kitap sayısını Hasan yuze ulaştırdı. Kitaplıktaki tüm romanla hakkında bilgi sahibi. Biz bugün taşıyıcıyız. Kalas üstünden elarabası sürmek sanıldığı kadar zor değilmiş. ”Salt bir gün, ne varmış bunda!”deyip güle oynaya çalıştık. Benim kulağım radyoda. Hasan, olayın ayırdında değil. ”Ne yapacaksın radyo dinleyip? Diyor. Fikret Madaralı Öğretmen söyledi işte, Almanya savaşı kazanacak!”diyor. Radyo önce bir çatırtı yaptı arkasından beklediğim müzik başladı. Az ilerde de Abdullah Erçetin bana bakıp gülerek pam, pam, pammmm, pam, pam, pammmm yapmaya başladı. . Almanya’nın Sesi yayınları önce Alman ordusunun dün gece başlattığı harekat tamamlanmıştır. Yani Holanda, Belçika, Lüksenburk Alman ordusu tarafından teslim alınmıştır. Çocukça şakalar yapıyoruz. ”Biz de gidip birkaç devlet teslim alalım!” Mehmet Yücel “Tamam, size Izlanda ile Gronland kaldı!”diyor. Paydos olunca dünkü gerginlik geçmiş gibi. Dün , Holanda ile Belçika için kaygı duyuyorduk. Bugün o kaygı kalktı. Gerçi daha derinliğine bir düşünce başladı ama, nedense bugünkü savaş haberlerini umursamaz gibiyiz. Ben melodimi daha da geliştirdim. Abdullah’ın yardımıyla birinci bölümü çıkardım. İkinci bölümü zaten çıkarmış durumdaydım. Çaldığım parçalar arasına bir tane daha eklemek üzereyim. Hasan Üner beni çağırdı, pencereyi gösterdi. Baktım, İsmet birisiyle konuşuyor. Kamber Amcam. Koştum. Kamber Amca ile dereye kadar konuşa konuşa gittik. Amcam babamı anlatı. Babam, okulun değişme olayını benim şansıma daha doğruasu şansızlığıma bağlayıp üzülüyormuş. Edirne dendi, Alpullu dendi arkasından Lüleburgaz derken Kepirtepe, şimdi de olmak olmamak şekline dönüştü!” deyip dertleniyormuş. Amcam biraz teselli etmiş, babam, köye daha rahat dönmüş. Amcam babama uzun uzun yazıp rahat olduğuma inandırmamı söyledi. ”İstersen sana bir hafta izin alayım, köye git, dayımın gönlü olsun!”dedi. ”Düşüneyim!”deyip ayrıldım. Bir hafta izin iyi olur ama, bu kez de köyde söylentilere yanıt vermek zorunda kalacağım. İsmet’le konuştuk. İsmet, ”Cumartesi gidip pazar günü dönelim!”önerisinde bulundu”. Bu daha güzel olacak!”deyip cumartesi günü gitmeye karar verdik. Yeni karar tüm planlarımı değiştirdi. Fikret Öğretmenin ödevini hemen yazmam gerekecek. Pazar günü geç geleceğimize göre o gün yazamam, şimdiden hazır olmalı. Yemekten sonra biraz ofuldayıp pofuldayarak Yurttaşlık ya da Türkçe daha doğrusu Fikret Madaralı Öğretmenin ödevini tamamladım. Matematik ödevlerim var ama onları gelince tamamlarım. Matematik dersim çarşamba olduğuna göre zamanım olacak. Savaş durumu gittikçe karıştığına göre ağabeylerimin askerlikleri uzayacak. Böylece babamın sorumlulukları giderek büyüyecek. Onların sıkıntısı üstüne bir de beni düşünürse bu haksızlık olacak. Ben bu haksızlığ sebep olmamalıyım. O nedenle ben okulumdan memnunum. Nasıl bir değişiklik olursa olsun ben burada okuyacağım. Okulumdan memnun olduğumu görürse babam rahatlayacaktır. Bunları düşündüm, söyleyecek sözlerimi saptadım. Anlamsız yorumlara ya da karmaşık sonuçlar çıkacak konuşmlara karışmamak yolunda kendi kendime söz verdim. Bu duygular içinde uyudum.
12 Nisan1940 Cuma. .
Erken uyandım. Herkes uyuyor. Ellerimde bir sıcaklık var. Dün arabanın saplarını fazla sıktığım belli. Kızarıklık falan yok ama, sanki azıcık kabarıklık olmuş gibi. Ellerimi bir birine ovuştururken ranzada bir sallanma olmuş galiba, yukardan arkadaş, ”Uyandın mı? ”diye sordu. Tam bu sıra zil çaldı. Ben de “Uyandım!”diye yanıtladım. Bunu duyanlar “Ne varmış bunda? ”Bizde uyandık!”diye tekrarlamaya başladılar. Mustafa Saatçı yüksek sesle “Ben rüyamda gördüm Hitler bu gece Madagasgar’ı aldı!” dedi. Madagasgar’ın yeri için tartışılırken Hamdi Bağ Öğretmen’in sesi duyuldu “Beş dakika sonra kapılar kapanacak!”
Kahvaltıda Madagasgar tartışması sürdü gitti. Dersliğe gidince Madagasgar adası haritada bulundu da tartışma bitti. Meğer Madagasgar Afrika kıtası’nın doğusundaymış. Bu kez de Mustafa Saatçı’nın şaşı baktığı tartışma konusu oldu. Boş geçen fizik dedrsimizde Ömer Uzgil Öğretmen geldi”Sizin görüşlerinize gereksinim duydum, bana yardım edin!”dedi. Hep beraber ön bahçeye çıktık. Bayrak töreni alanı dışında kalan yerlere oturmak için banklar konması, bankların nerelere nasıl yerleştirilmesi tartışıldı. Metrelerle ölçüldü, planlar çizildi. Ona göre banklar yapılıp konacak. Bu arada bahçenin temiz olmadığını saptadık, kendi isteğimizle bir güzel temizledik. Biz bahçedeyken Fikret Madaralı Öğretmen geldi. Bizim girişimimizi öven sözler söyledi. Bu arada “Büyük Alman şairi Goethe’nin bir sözü vardır, ”Herkes kendi kapısının önünü temizlese, bütün şehir tertemiz olur!demiş” dedi. Sonra da “Goethe diye bir yazar duydunuz mu? diye sordu. ilk yanıtçı olmak amacıyla biraz bağırarak “Duyduk!”dedim. Fikret Öğretmen bana baktı “Nerede nerede? diye sordu. Heideröslein şiirinden iki dize okudum. ”Röslein Röslein röslein Rot-Röslein auf der Heiden. İki öğretmen de bana sevecen bakışlarla baktılar. Arkasından derse girdik. Fikret Madaralı Öğretmen ne düşündüyse düşündü. Savaşları uluslar yapmaz, ulusları yönetenler yapar!” diyerek söze başladı. Konu gene Almanya oldu ama bu kez Almanya’da yetişmiş büyük sanatçılar, şairler, yazarlardı. Johann Wolfgang von Goethe, Friedrich Schiller adlarını yazdı . Ardından da Friedrich Schiller’den Wilhelm Tell kitabını okudu. Kitabı”Dersimizde bitirmiş olmak için atlayarak okuyorum, Siz tamamını mutlaka okumalısınız!”diye tembih etti. Kitabı okuyunca gerçekten Almanya ile Alman insanlarının ya da bir devletle o devleti oluşturan insanların belli bir ayrışım yönleri olduğunu düşünür olduk. Usta avcı W. Tell’in dürüstlüğü, halkın ona güvenine, sevgisine karşın, genel vali ya da kralın acımasızlığı, çocuğun babasına güveni ile babanın çocuğuna yürekten bağlılığı, baba ile halkın birliktelikleri bizde var olan duyguları birden yeşertti. Öyle kral olmaktansa dağlarda dolaşmayı göze alacağımızı söyledik durduk. Öğle yemeğinde de konu avcının ustalığı, çocuğun babasına güveni üstüne oldu. Atölyede Naci Öğretmenle hazırlanmış kirişlerin kalıplara göre çizimlerini yaptık. Salih Baydemir İrfan Öğretmen grubu da kesmeye başladılar. Artık elektrikli hızarımızla planyamız çalışıyor. Almanya’nın Sesi radyosunun açılışını tüm arkadaşlar müziğinden tanımaya başladı. . Türk Marşı çalıyor diyenler çoğalıyor. Ancak arada “O Türk marşı da İstiklal arşı ya da Onuncu Yıl marşı değil mi diyenler de çıkıyor. O zaman bizim sınıftan olanlar yanıtını veriyoruz. Onu bir yabancı bir Alman bestecisi olan Mozart bestelemiş, adını da o koymuş!”diyoruz. Ordan ötesini karışitırmıyoruz. Alaturka ya da Marşalaturka falan demiyoruz. Kötü haber geldi. Bugün de Almanya işgal ettiği üç devleti teslim almiş. Yani Norveç ile Danimarka’yı dün almıştı, Belçika-Holanda-Lüksenburg’u da bugün 10 Nisan günü teslim almış. Böylece dört kıralla bir derebeyi(Lüksenburg için Fikret Madaralı
Öğretmen , Derebeylik zamanından kalma bir kent devlettir, dedi. ) ortadan kalktı. Naci Öğretmen, 6 aydır gönye tutmaya tutmaya ellerim hantallaşmış!”dedi. Ben, ” 6 değil 8!”diye düzeltme yaptım. Öğretmen, ”Sen de amma doğrucu başısın ha!”dedi. Öğretmen 6 ayı, sayı hesabı olarak değil söz gelişi söylediğini, bu tür ölçülerin konuşmalarda geçtiğini, bunların düzeltilemeyeceğini anlattı. Örneğin “Kırkyılda bir doğru söyledin!” dendiği zaman karşısındaki acaba kırk yıl oldu mu diye düşünmesi o kişinin kendi dilinin özelliklerini bilmediğini gösterir. Böyle çok sözler vardır. ”Kırk yıllık kahvenin hatırı”Kırkbir kere maşallah!” Kırk temenna ile yanına varmak!” gibi basma kalıp sözler için söylenen sayılar söz olarak söylenir. Buradaki sayıları matematik değerler olarak düşünmemeliyiz!”Öğretmenden özür diledim. Öğretmen bugün beni iyice eğitmeye kararlı. Bu kez de özür dilememi eleştirdi. ”Ben senin yanlışını söylemek için konuşmadım. Bunlara dikkat ederek konuşmanı önermek için söyledim. Öğretmenin yanlış düzeltmesi karşısından öğrencinin özür dilemesi de olağan değildir. Bir yabancı kişi, “Bu da bir yanlış!” diyebilir. Buna dikkatini çektim. Biz şimdi burada arkadaş olarak hem çalışıyoruz hem de konuşuyoruz. Olanak buldukça yanlışlarımızı, eksiklerimizi konuşursak, bu hepimiz için yararlı olur. Siz yeni bilgiler edinirsiniz, yanlışlarınızı doğrultursunuz. Biz de bize düşen öğretme, eğitme görevlerimizi yapmanın mutluluğunu duyarız!”Öğretmen gülerek, ”Bak görüyor musun? Benim mutlu olmammı senin yanlışlarına bağladım. Sen de bunu eleştirebilirsin!” Öğretmen bir de kahkaha attı. Sonra da bir öğretmeni ile geçmişte olan bir olayı anlattı. Yatılı öğrenciliğinde bir arkadaşıyle bir tatil gününde okul bahçesinin öğrencilerin çıkması yasak kapısından çıkmışlar. Öğretmen bunları görmüş, azarlamış, ceza olarak da o gün dışarıya çıkmalarını yasaklamış. Yasaklı iki öğrenci bir süre arka kapıdan çıkmayı denemişler. Bir de ne gösünler ceza veren öğretmen orada. Öğretmen cezalıları çağırmış, sormuş, ”Size ceza verdim, burada ne işiniz var? demiş. Naci Öğretmen boynunu bükmüş, ”Öğretmenim, inanın verdiğiniz cezayı haketmiş olarak çekiyoruz. Ancak siz bize güvensiz gözlerle baktınız, biz bunu içimiz sızlayarak duyumsadık. Bize güvensizlik konusunda sizi haklı çıkarmak için buraya geldik. Siz bizi buralarda görün, bu çocuklara ceza vermekte haklımışım deyip gönül rahatlığı duymanızı istedik!”demiş. Ceza veren öğretmen bir süre düşünmüş, eliyle saçlarını düzeltmiş, saatine bakarak”Vakit geç oldu ama hadi koştura koştura nereye gidecekseniz gidin, gelin!”demiş. Öğrenciliğini ağır koşullar altında sürdüren ben bile öğretmenlerle böyle dalaşırdım. Saygıyla andığım o öğretmene yalan söylediğim zaman, hele onun bunu kötüye yormayıp aldanmış gibi cezamızı kaldırdığı zaman harika bir zekam olduğuna nerdeyse inanmıştım . Oysa işin içinde zeka meka yok, doğrudan doğruya adamın duygusal bir yanından yakalayıp, suçtan sıyrılmak. O öğretmen orada olmasaydı, doğrudan doğruya kaçmış olacaktık. Okuldan kaçmak gibi bir suçu işlemeye çalışırken bir başka suça kalkışmak ise zeka işi değil tam tersi zeka yetmezliğidir, başına bela aramaktır!”
Paydosta hemen dersliğe gittim. Yarın yemekten sonra yola çıkacak şekilde hazırlığımı yaptım. İsmet’te yolculuğa hazır. Ben zorlamıyorum. O kendisi bana teklifte bulundu. Belki de bana yardımcı olmak istiyor. Aslında İsmet yaya yürümeyi pek sevmiyor. Ancak bu kez gönüllü. Sözleştik. Yola çıkmadan önce kimseye açıklamayacağız. Akşam yemeğinde Ömer Uzgil Öğretmen kalktı ellerini bir birine vurarak Bir dakika!”dedikten sonra 6. 7. sınıfların yarın dersleri yapılmayacak, bu sınıfların öğrencileri cumartesi günü tüm gün pazar günü de öğleye kadar inşaatte çalışacaktır. Bunu duyunca ağlamaklı oldum. İsmet hemen geldi, ”Ben vazgeçeyim, sen yalnız olarak izin iste!”dedi. Ben izin isteyemem deyince de İsmet, ”Ben senin için izin isteyeyim!”dedi. Buna razı oldum. İsmet kendine güvenerek gideceğini söyledi. Beraber oturduk. Ömer Uzgil öğretmen Hidayet Gülen, Hamdi Bağ öğrtmenlerle konuşarak yemeği oldukça uzattılar. İsmet sabredemedi, kalktı. Ben dersliğe gidecek sandım arkasından giderken o döndü Ömer Uzgil Öğretmenden bana izin istedi. Ben kapının önünde durmuştum. Konuşmaları duydum. Ömer Uzgil Öğretmen “Üzgünüm, ben izin veremiyorum. İzinleri ancak Okul Müdürü veriyor. Kendisi bu kararı vermiş. Müdür beyden isteyin. Hem neden sen istiyorsun? O kendisi isterse daha etkili olur. Müdür Bey yarın burada olacak, kendisi Müdür Beye söylesin!”İsmet arkasını dönüp kapıya yaklaşırken farkında olmadan kapının ışığına çıktım. Ömer Uzgil Öğretmen beni çağırdı, aynı sözleri söyledi. Bu kez ben, kendime göre bir uydurma plan kurdum. Babam Yeni Bedir’e amcamlara geldi. İsmet’le birlikte gittik. Amcamla İsmet kendi aralarında konuşmuşlar. Amcam gelip bana bir hafta izin isteyecekmiş. Ben derslerimden kalmak istemediğim için haftalık izinden vaz geçilmiş. Bu kez de İsmet Kamber Amcama, ”Zahmet etme ben izin işini hallederim!”diyerek işi kendi üstüne almış. Hamdi Öğretmen “Vay vay vay, bir gün izin amma da önemli oldu. Yarın sen bana gel, ben seni gönderirim. Gerekirse senin yerine ben çalışırım!”dedi. Hidayet Gülen Öğretmen de “İşte güven denilen şey budur:Öğretmeni öğrencisine kefil oluyor, yerine de çalışacağını söylüyor!”Bana dönerek”Seni yarın göndeririz. Müdür beye senin için ben de söylerim. Rahat ol!”dedi. Ömer Uzgil Öğretmen, ”Vallahi bu yetki ben alındığı için ben destek veremiyorum. Siz hallederseniz, ben de memnun olurum. Sonuç olarak, tatil günü gidip gelecek!”İsmet’e “Beraber gidemediğimize göre ben de vaz geçeyim, haftaya gene birlikte gidelim!”dedim. İsmet “Olur!”deyince köy yolculuğunu haftaya bıraktık. Hamdi Öğretmene ne diyeceğiz? İsmet kendisi de gitmeye karar verdiğinden haftaya bıraktık. İzin işi canımı sıktı. Ömer Uzgil Öğretmen sahiden izin vermiyor mu, yoksa bizi mi atlattı? ”Bizi atlattı demek içimden gelmiyor, belki de Müdür Bey öyle demiştir. Herşey birdenbire değişiyor. Güzel güzel çalışırken bir neden çıkıyor çalışmalar karışıyor. Tam sevinç duyarak okula bağlendiğimi sanırken bir pürüz çıkıp hevesimi köstekliyor. Çalışmaktan kaçmıyorum ama bana gerekli olan tatil günüme iş konup bana engel olunması hevesimi azaltıyor. Hergün atölyede çalışırken yorulmaktan yakınmıyorum ama, çalışmalar, başkasının işlerine dönünce anlamsızlaşıyor. Şimdiki iş de böyle:Çabuk bitmesi için herkes çalışacakmış. İçimden söylenerek uzun süre uyanık durdum. Arkadaşlardan da konuşanlar oldu. Onları dinlerken sonunda uyudum.
13 Nisan1940 Cumartesi
Hava güzel. Köye gitseydim güzel bir havada yolculuk yapmış olacaktım. Geçmiş günlerde yolculuklarım hep soğukta, yağmurda, fırtınalı günlerde geçti. Geçen yaz boyunca sürekli çalıştım:Galiba çalışmalar zaman geçince unutuluyor. Ömer Uzgil Öğretmen haklı olabilir ama ben kendimi haksız bulmuyorum. Bu üzüntümü de buraya hiçbir şey yazmayarak anlatmaya çalışacağım. Yazarsam okuyanlar bunu suça dönüşecek şekle çevirip beni zor durumda bırakabilirler…Kahvaltıdan sonra işbaşı yaptık. Namık Öğretmen beni Halil Basutçu grubuna verdi. Halil’le yan yana çalıştık. O köşeyi ördü , ben, köşeden kapıya dek düz duvarı yükselttim. Namık Öğretmen beni yapıcılıktan ayrılmamış sayıyormuş. Salih Baydemir’le karşılıklı örüyoruz. Hasan Üner, Yusuf Asıl yardımcılarımız. Yusuf durmadan konuşuyor. Hasan da onu susturmak için çırpınıyor…Bayrak töreninde bir süre Okul Müdürü beklendi. Müdür Bey telefondan ayrılamamış, biz töreni yaptık. Böylece Okul Müdürünün konuşması gene geri kaldı…. Yemekte tulumba tatlısı vardı. Buna çok sevindim. İsmet bizim masaya geldi, ”Gitseydin tatlıdan olacaktın!”dedi. ”Gitseydin!”deyince Hilmi Altınsoy telaşlandı”Abi nereye gidiyorsun? ”Okuldan ayrıldığımı sanmış. Yemekten sonra hemen işbaşı yaptık. Bizim üç metrelik bölüm birkaç sıra yükseldi. Yükselince de Namık Öğretmen bizi övdü…Almanya’nın sesi radyosu Marş Allaturka’yı çaldı. Yalnız ben ilgileniyorum sanıyordum. Oysa bir çok arkadaş aynı melodiyi nerdeyse doğru olarak mırıldanmaya başladılar. İdris, Bekir Abdullah’a katılıp yarıdan çoğunu doğru söylemeye başlamışlar. Onları görünce bendeki eksikliği anlamaya başladım. Adem Gürçağlayan Öğretmeni anımsadım. Bana, ”Sen de öğrenirsin ama herkesin beşine karşı on çalışırsan!”demişti…. İçimden bunları geçirdim…Herkesin beşine karşı on, onbeş , yirmi. . …. Paydos zilinde bizim üç metrelik bölüm tamamlandı. Kapı tarafını merdivenli bıraktık. Oraları lentolar konunca örülecek. Namık Öğretmen bize muştuladı, ” Lentoları da yarın siz koyacaksınız. İçimden sevindim, yarın biz gene marangozuz…Akşam da güzl yemekler verildi. Tas kebabı, yanıklı pirinç pilavı, aşure. . Hilmi bir kitap almış, okuyamamış. Sıkıldığım için aldım okudum. Yakılacak kitap. Kolay okunuyor. Yat zilin dek yarısını okudum. Yatarken bir çok soru aklıma geldi. ”Nasıl olur? ”Üç Silahşörleri okurken bile bu kadar soru sormamıştım:”Nasıl olur? ”Ancak savaşlarda kaybolan insanlar, özellikle çocuklar, nasıl bilsin gerçek kimliklerini? Fikret Öğretmen geçen gün Kazım Karabekir Paşa’yı tanıtırken, ”Doğu Anadolu’da savaşta annesi, babası ölen binlerce küçük çocuğu toplatıp baktırmış, okumalarını sağlamış. Onların çoğu bugün, öğretmen, subay başka devlet dairelerinde görevli, demişti. Onların içinde bir birlerinden habersiz kardeşler bulunabilir. Kendi annemi düşündüm. Büyük ablam 3 yaşında küçük ablam henüz doğmamış. Balkan Savaşı başlayınca Trakya halkı Anadolu yakasına geçmiş. Annem de kendi ailesiyle Balıkesir-Şamlı köyüne göçmüş. Küçük ablam orada doğmuş. Ailenin başına bir kaza gelseydi ablalarım-bana göre- oralarda kaybolup kalacaktı……
14 Nisan1940. Pazar
Fısıltılı konuşmalar giderek yüksek seslere dönüşmeye başladı. ”Tatile girdik, tatilde de böyle hergün çalışma var!”diyenler oldu. Zil çaldı, sesler yükseldi. Mustafa Saatçı muştuladı, yeni su motoru takılmış. Güçlü bir motormuş, bundan sonra su sorunu olmayacakmış. Ayrız yeni arteziyene de başlanacakmış. Elektrikler gündüz de
kesilmeyecekmiş. Okula motosiklet alınacakmış. Öğrenciler motosiklete binmeyi öğreneceklermiş. Mehmet Yücel “Otobüs alsınlar otobüs, şunun şurasında Lüleburgaz’a karpuz kamyonuyla gidiyoruz. Buraya fayton işletsinler, annelerimiz, babalarımız gelmek isteyince gelebilsinler. Bir yer ayırsınlar, gelenimiz olunca oraya oturtalım!”Alkışlayanlar oldu . Alkışlayanların bizim yatakhanede yatan 6. sınıfların olduğu dikkatimizi çekti. Kahvaltı zili çalınca toparlanıp kahvaltıya yetiştik. İşbaşı yapınca biz atölyemize geçtik. Yalnız İrfan Öğretmen geldi. Lento ölçülerini, sayılarını verdi. 7 pencereye 14 birinci tertip, iki kapıya 4, ikin ci tertip kornişi hazırlayıp yükselen yerlere yerleştirdik. Namık Öğretmen teşekkür etti, ”Çatıyı sakın unutmayın, ivedi hazırlayın!” diyerek bize takıldı. Buraya ek yapılacak. öğle ile Akşam arasını doldur.
Bayrak töreninden sonra gene bekledik. Bu kez Okul Müdürümüz geldi, ”Sizinle konuşacak birikmiş çok sorunumuz var, ancak bugünlerde bunları anlatmak çok zor olacak. Sizin sorumlu olmadığınız hatta benim de sorumluluklarımın çok dışında olan bir takım aksaklıklar nedeniyle kendi işlerimiizi görmekte zorlanıyoruz. Bunlardan biri kendi temizliğimiz. Biliyorsunuz Alpullu’da da böyle bir durum oldu, sonunda sıvayıp kolları kendi banyomuzu kendimiz yapıp namerde muhtaç olmaktan kurtulduk. Gene öyle bir durumla karşı karşıyayız. Bu işin kısa zamanda olması için yetkililerden izin aldık, okulumuzun derslerini bir hafta tatil ediyoruz. İlerde bir hafta da işleri tatil edip dersler arasında bir takas yapacağız. Bu nedenle önümüzdeki hafta çalışma haftasıdır. Kültür dersi öğretmenleriniz bu hafta izinlidirler. Önümüzdeki cumartesi günü de sizinle burada bir başka önemli konuyu konuşacağız. Hepinize başarılı çalışmalar diliyorum, sizlerden güzel işler bekliyorum!”dedi…. . Bir hafta tatil olmuş gibi sevinenler çıktı. Ben bir şey olmamış gibi durdum kaldım. Banyonun bir an önce yapılıp kullanılması güzel bir şey. Uzayıp gitmesindense bir an önce bitmesini ben de istiyorum. Müdür Beyin söylemediği bir takım kapalı işler var, ben onları merak ettim. Yeni yasa ile gelecek yenilikler mi? Müdür Bey neden yeni yasaya hiç değinmiyor. Öğrenci babası gelmiş oğlunu buradan almış. Müdür bey bunu neden önemsemiyor. Bütün babalar gelip çocuklarını alsa gene sessiz mi kalacak? Kızılçullu ile Çiftelerden yazan arkadaşlar, ikisi de “Bizim okullarımızın müdürleri araştırdı, yeni yasa bize zarar vermeyecekmiş, dediler. Bizim müdürümüz kimse ile konuşmuyor mu? Konuşuyorsa bize neden birşeyler demiyor? Ben bunları düşündüm. Yakılacak Kitap’ı okudum. Acıklı bir olay ama ben gene de fazla üzülmedim. Goriot Baba beni daha çok düşündürmüştü. Balzac’ın İki Yeni Gelinin Hatıralarını okuyacağım. İşten sonra sürekli kitap okuyacağım. Atölyede çalıştığımız için ayrıca seviniyorum. Desteremiz, planyamız da çalıştığına göre, yorulma da azalacak. Lüleburgaz’daki çalışmaya döndük….
18 Nisan1940 Perşembe
Binamızım hamam bölümü çatısının batısı kırık çatı. Oldukça bizi oyaladı. Doğu tarafı devam edeceği için dik çatı ya da kalkan çatı diyoruz. Biz bugün çatı işini bitiriyoruz. Kiremit altı çıtalarını bugün tamamlayacağı. Çıta çakmak kolay . Daha doğrusu çıta çakma ustaları aramızda çok. Hasan, Yusuf, Abdullah, Bekir, Mehmer(Başaran)
arı gibi çalışıyorlar. Kapıların , pencerelerin kasalarını taktık. Kapıları, çerçeveleri biçiyoruz. ”Bunlar sıvalardan son takılacağı için acelemiz yok!”diyor öğretmenler. Pencereler küçük, 60/90 cm. 7 pencere, biri çift kanat, biri tek kanat üç kapı. Yarın öğleye dek tamam olacak. Duvarcılar, binanın çevresini açıp temizlediler. Müdür bey yarın gelip görecekmiş. Kiremitler? Namık Öğretmen kiremit işini önemsemiyor. . ”Kiremitten çok, alt kanal işleri önemli, kanallar hesaplı yapılmazsa taşmalar binanın ömrünü kısaltır!”diyor. Ayrıca binanın devamı tuvalet olacak. Böylece kanallar birleşecek. Bunlar, bu inşaatın en önemli yanlarıymış. Ben bu konuda bir bilgi sahibi değilim. Bu nedenle çatının kapatılması, kapıları, pencerelerin takılması, kiremitlerin döşenmesi benim için binanın bitimi sayılıyor. Paydosta ayrılırken İrfan Öğretmen, ”Biz, bize verilen bölümü tamamladık. İsterlerse kiremit döşemede de yardım ederiz!”dediDerslikte herkes Müdür Beyin yarınki konuşmasını tahmin etmeye çalışıyor. Bana göre en ilginç tahmin Hilmi Altınsoy arkadaşımızınki. Hilmi’ye göre Müdür Bey yarın bayrak çelildikten sonra merdivene çıkıp “Çocukla, sizinle bir buçuk yıldır iyi fena bir arada yaşadık. Devletimiz bizi aç bırakmadı, susuz bırakmadı. Ancak devletimizin de belirli gücü var. Bundan sonra size bakamayacağını bildirdi. Yeni yasa masa boş laf anlayana sivrisinek, anlamayana davul zurna azmış. Davul zurna beklemede, daha doğrusu size defolup gidin demeden, sıvışmanızı salık veririm. Benim sözlerimi sinek sesi olarak kabul etmezseniz, bir süre sonra bu sesler sizin için davul zurnadan da öte ordu bandosu gibi daha gürültülü gelecektir. Beni dinlerseniz, ben size “Güle güle Karaoğlanlar!”dertken siz de çıkınlarınızı alıp birer birer sıvışın!”diyecekmiş. Hilmi Altınsoy’u herkes dinledi. Çoğumuz güldük. 6 Ali, birden sinirlendi”Hilmi’ye bağırmaya başladı. ”Nereye gidecekmişiz. Bakalım gidecek yerimiz var mı? Hilmi de arkadaşlar da şaşırdı. Bunun bir şaka olduğunu, gidilecekse hilmi’nin de gideceğini yana yakıla Ali Aga’ya anlattılar. Ali Aga bir türlü yatışmadı, Hilmi’ye uzun süre öfkeyle baktı. Sami Akıncı bu tür şakaların yapılmamasını gene anımsattı. ”Hepimiz sinirliyiz, bir de böyle şakalarla sarsılırsak iyice şaşıracağımızı söyledi. ”Lütfen yarın Müdür Bey konuşuncaya dek sessiz duralım!” dedi. Sami arkadaşın bu önerisi yerinde karşılandı . . Ancak İsmet dayanamadı Sami’ye, ”Okul kapanırsa senin kooperetif gene çalışacak mı? diye sordu. Yüzleri sıralarına dönük kimi arkadaşlar, tıs, pıs, ederek güldüler. Sami biraz renkli bir yüzle İsmet’e “Sen şimdi benden hesap mı sordun? dedi. İsmet susmadı, ”Yo, ben senden hesap sormadım, sadece geçmişte geçen bir konuşmayı anımsattım!”dedi. Herkes sustu. Hasan’dan ısrarla İki Yeni Gelinin Hatıralarını istemiştim. Başkası almış, Bana gene Balzac’danEugenia Grandet diye bir kitap getirdi. Kiabın adını görünce atasım geldi. Ancak Hasan okumuş çok beğenmiş, bunu söyleyince aldımGoriot Baba gibi bir kitap okuyacağımı bile bile başladım. Gerçekten öyle. . Gene işin başında önemli bir kişi baba Grandet. İşini bilen, daha doğrusu zengin olmak için her türlü olanağı kullanan yaşlı adam, kendi karısına, kızına saygı duymadan varlığına varlık katar. Zenginleştikçe de cimrileşir. Karısını dışlayarak, hizmetçisi ile yakınlaşır. Daha doğrusu karısından kızından çok hizmetçisine güvenir. Buraya kadar Goriot Baba düşlerken burada büyük bir ayrılık belirdi. Bu baba kızını asla sevmiyor. Ya da yaklaşması çok farklı. Gene de okumayı sürdüreceğim. . Bakalım bu güzel kız sonunda nasıl olacak. Cimri babanın servetinden yararlanabilecek mi? Ayırdında değiliz ama hapimiz yorgunuz. Çok konuşkanlar bile yorgunluklarından sözlerinin yarısını esnerken söylemeye çalışıyorlar. Halil bile yanımda “Yarın Müdür Bey bizimle ne konuşacak? ”derken “ne” sözcüğünü “neeeeeaaa” olarak söyledi. Bir süre güldük. Ben Himi’nin olasılığına çok güldüm ama katılmadım. Müdür Bey kötü bir şey söylenecek olsa toplayıp konuşmazdı. Topluca dinlememizi uygun gördüğüne göre fazla zararımıza bir durum yoktur, sanıyorum. Esneye esneye yataklara serildik. Geçen günleri düşündüm. Pazartesi çatının batı tarafı V kirişlerini hazırladık. Salı günü diğer kirişleri derine dikip geçici olarak tutturduk. Çarşamba-perşembe günleri tüm çatı bağlantılarına son şekli verdik. Cuma, yani bugün de kiremit altı çıtaları, pencere-kapı lentoları il pencere kasaları tamamlandı. İrfan Öğretmen yarınki işimiz kısa sürecek ama önemli dedi. Ancak ne olduğunu söylemedi. Öğleden önce bitireceğimize göre bence sorun değil, deyip gözlerimi kapadım.