Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

25 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

İki Yıl Sonra Köylerimize, Müfettişlik Ünvanı İle Dönüyoruz

 

8 Temmuz 1945 Pazar

 

Yakınımda bizim bölüm arkadaşlarımız olduğunda fısıltılar arasında hep Yelaldı sözü geçiyor. İçimden ben halâ “Nasıl olur?,, diye soruyorum. “Nasılı masılı yok, olmuş işte!,,

 Kahvaltıda olabildiğince değinmemeye çalışsak da Yelaldı’nın kalışı hepimizi şaşırttı. Doğrusu ben, kendim için “Yüzde yüz geçerim!,, umudu içinde tutuyordum. Bu kuruntum şimdi sıfıra indi. Piyano çalışım dışında Yelaldı’daki becerilerin hiç birisini kendimde göremiyorum. Öteki bölüm arkadaşlarımız da kalanlar için en çok Mehmet Yelaldı’yı konuşuyorlar. Ekrem’le Halil, Yelaldı’yı aramışlar:

-Ortalıkta yok! Belki de gitmiş! dediler. Bu kez de gitme işine takıldık:

-Nereye gidecek? Kalan gelecek yıl sınavlarına kalıyormuş. Kalanlar bir yıl ne yapacaklar? Hiç değilse bunları öğrenelim! deyip konuyu değiştirdik.

Halil Basutçu, Kepirlilerin toplanacağını söyledi; hep birlikte karar verip birlikte gideceğiz; Kepirtepe’den ayrıldığımız gibi. On altı arkadaş ayrılmıştık, bu kez on üç olarak gideceğiz. Mehmet Yücel geri dönmüştü, Yusuf Asıl (geçen yıl, Sami Akıncı (bu yıl) hastalandıklarından grubumuz eksildi.

Duyuru yapıldı

- Birinci, İkinci sınıflar ayrı ayrı toplanılacak, saat 14:00’te! Toplantı yerleri: 1. sınıf Büyük Salon, 2. Sınıf Kitaplık! Eğitimbaşı Hürrem Arman konuşma yapacak; Gülenler oldu:

-Ne konuşacak acaba? İbrahim Şen:

-Genel Müdür’den selâm getirmiştir! Halil Yıldırım:

-Belki de ayrılıyordur, geçen yılki bugünlerde ayrılmıştı. Nihat Şengül:

-Çok beklersiniz, adam bulmuş burada rahatı, başka yere gider mi? Kadir Pekgöz:

-Bize ne söyleyecek ki? Buna da ben karşılık yakıştırdım:

-O bizim hemşerimiz, ilk karşılaştığımızda öyle demişti. Şimdi de Kırklareli’ye selâm gönderir.

Kendi salonumuza döndük. Tüm ders yılı boyu özlemle beklediğimiz gün geldi ama sevinemiyoruz; gittiğimiz yerlerde nelerle karşılaşacağız? Durup durup birbirimizi telaşlandıracak olasılıklar öne sürüyoruz.

Alt odaya inip piyano çalışmakta çare aradım, bir süre sonra Doğan geldi. Doğan staj için burada kalacağını düşünüyormuş, oysa burada bu yıl kimse kalmamış. Doğan’ı yatıştırdım:

-Son sınıflar yaz boyu burada, onlar varken neden bıraksınlar? Zaten onlardan ikisi öğretmen olarak burada kalacaklarını garantilemişler. Hüseyin Çakar’la Abdullah Ön kendilerini buralı sayıyorlar.

Biz Doğan’la konuşurken Öztekin Öğretmenin beni sorduğu söylendi, bunu bekliyordum. Öztekin Öğretmen:

-Git, bir ay izin yap, bunu ben izin sayıyorum, bir ay sonra seni aldıracağım, Çakar burada ama Çakar benim pek işime yaramıyor. İyi hoş arkadaş ama kendine özgü sorunları var, kısacası, biz pek anlaşamıyoruz. Yetkilerimi kullanıp onu üzmek istemiyorum. Sen geçen yaz başarılı oldun, bu ahengi gene sürdürelim. Gideceğin belli olunca dolapların anahtarlarını bana bırak, gelince gene alırsın! deyip ayrıldı.

Bunlar çok doğal sözlerdi ama beni derinden üzdü; sanki şimdiye dek söylenenler gerçek değildi de ayrılık şimdi gerçekleşti gibi bir derin sızı duydum. Besbelli kendimi ayırdında olamadan, hep burada kalacak gibi inandırmışım. Yemeğe oldukça üzgün gittim. Arkadaşlar hemen anladılar:

-Ne oldu, bir şeye mi canın sıkıldı? gibilerde sorular soruldu. Şaka olarak:

-Sevgilimden ayrıldığıma üzülüyorum dedim. Hemen yorumlar yapıldı, Halil Yıldırım ağzından baklayı çıkardı:

-Ben demiştim size! Ne demişti? Tartışmayı uzatmamak için sustum. Gene de içimden sordum:

-Bunlar kimden söz ediyor? Bella’yla arkadaşına Çay Evi’nde yakınlık göstermiştik, söz buradan mı çıkıyor? Nebahat’tan olacağını hiç düşünmüyorum. Yoksa Yıldız için mi kuşku var!

İlk toplantı Kitaplıkta yapıldı. Eğitimbaşı, elinde bir kitapla geldi, hepimizi kutladı, yetiştiğimiz bölgelere daha yüksek yetkilerle döndüğümüzü, bunun bir başlangıç sayıldığını, gerçek görevlerimizin pek yakında olacağını umut ettiğini söyledi. Elindeki kitaptan her birimize bir tane veremediği için üzüldüğünü ancak gideceğimiz yerlerde bunun kesinlikle bulunacağını, şimdilerde bütün Köy Enstitüsü işlerinin buna göre yapılması zorunluğundan dolayı her yetkilide bulunması gerektiğini anlattı. Gene de fırsat bulmuşken önemli maddelerini okumamızın yararından söz etti.

Mehmet Toydemir söz istedi:

-Sabahattin Eyuboğlu Öğretmen bize zaman zaman teksir edilmiş yazılar veriyor. Siz de böyle bir olanak yok mu, teksir ettirseniz! dedi. Hürrem Arman gülümseyerek:

-Güzel bir öneri ama geç kalınmış olarak öneriliyor. “Arkadaşların bir bölümü”, başını üstümüzde gezdirerek, (birilerine baktı) “Ankaralılardan gidecekler bile var!” Arkadaşlardan Mehmet Toydemir’e susması işaret edildi. Besbelli danışıklı dövüştü.

Okul Müdürü Rauf İnan:

-Sakin sakin dertleşiyor musunuz? diyerek geldi. Ayağa kalktık. Rauf İnan gülümseyerek oturmamızı söyledi. Hürrem Arman ilk olarak Mehmet Toydemir’in önerisini söyledi. Rauf İnan, üzülmüş gibi yaparak:

-Ya, ya, ya! dedikten sonra:

-Bu geç kalınmış falan değil hemen yapalım!

-Yola çıkanlar var!

-Olsun efendim, bizde adresler var hemen postalarız! Okul Müdürü çok olumlu tavırlarla (belli ki gönlümüzü kazanmak için) bize güvendiğini, başarılı çalışmalar yapacağımızı söyleyip (soru sormamızı önlemek için olacak) öbür tarafta toplananların, (1. sınıfların) staja ilk çıkacaklarını söyleyerek daha heyecanla beklediklerini öne sürerek toplantıyı kısa kesti.

 *

Arkadaşlar dağılınca biz Kepirliler bir araya geldik. On üç arkadaşız, geldiğimiz gibi gene Kepirtepe’ye birlikte döneceğiz. Mustafa Saatçi rüyasında görmüş, biz hep birlikte gelecek yıl da Kepirtepe’ye birlikte gidecekmişiz. Belli ki bu bir şakaydı ama hemen olumsuz tarafından alındı:

-Üç tane müzik Öğretmeni verirler mi? Ben savundum:

-Neden verilmesin? Biz, salt müzik dersi görmüyoruz, resim derslerimiz de var. Bölümün adı Güzel Sanatlar! Okulun temsil işlerini de düzene sokacağız! Halil Basutçu duramadı:

-Rüya yorumlarında bile anlaşamıyoruz, bırakalım şimdi geleceği de bu güne bakalım; yola ne zaman çıkacağız? Bugün geçti sayılır zaten para işleri yarın tamamlanacak. Yarın akşama yetişir miyiz? Harun Özçelik öneride bulundu:

-Gelin acele etmeyelim, yarın hazırlığımızı yapalım. İsteyen öbür gün Ankara’ya gitsin, gezsin. Zaten “Salı günü yolculuğa çıkılmaz!,, derler; Çarşamba günü gidelim; ne dersiniz? Herkes olumlu baktı, 1 Temmuz Çarşamba günü yola çıkmak üzere sözleştik.

Yapılan konuşmalardan öğrenildiğine göre (geçen yıl öyle yapılmış) her arkadaş, kendi ili sınırları içinde görevlendiriliyormuş. Kendi bölgelerimizi konuştuk. On üç arkadaşız, Halil Basutçu, Bekir Temuçin, İbrahim Ertur, Mustafa Saatçi Edirne; Harun Özçelik, Hasan Üner Tekirdağ; İbrahim Tunalı, Hüseyin Orhan, Kadir Pekgöz, Mehmet Başaran, Abdullah Erçetin Kırklareli; Hüsnü Yalçın, Emrullah Öztürk Edirne’yi istediler. (Onlar Bulgaristan’dan gelmişti) Böylece Edirne grubu altı, Tekirdağ, iki, Kırklareli beş kişi olarak kendimizi bölüştürdük. Biz Kırklareli grubu da Abdullah Erçetin’e Kırklareli’nin Edirne tarafını bırakıp İstanbul tarafını ikiye böldük. Pınarhisar, Vize ile Lüleburgaz’ın İstanbul tarafını Hüseyin Orhan’la Mehmet Başaran, Kırklareli’nin batı, Babaeski, Lüleburgaz’ın batı bölgesini Kadir Pekgöz’le ben üslendim. Kadir’le ben de ayırım yaptık. Kendi köylerimizden kesen bir hatla kuzey-güney diye ayırdık. Kadir güneyi ben de kuzey köylerini üstlendim. Eğer olay söylendiği gibi olacaksa bu duruma çok sevineceğim; bölgemdeki köyleri hep biliyorum. Bu bölgede benim sınıfımdan tek kişi yeğenim İsmet var. Bizden sonraki sınıftan da hep tanıdığım arkadaşlar; Haydar Mandacı, Kâmil Varlık, Mürsel Dilek. Belki başka yerden gelme bir iki başka arkadaş olacaktır.

İki yıldır, belki ilk kez bir araya gelerek, dırıltısız-gürültüsüz konuşup anlaşmamız, hepimizin ilgisini çekti. Mehmet Başaran bana sordu:

-Abi, bölge ayırdık deyip bir birinizden uzak durmayacağız değil mi? Ben de:

-Çok doğal, Kepirtepe’de ya da Lüleburgaz’da buluştukça konuşup, dertleşeceğiz, aynı işleri görüyoruz, neden dertleşmeyelim? Arkadaş başka zamanlar olur olmaz sözlerden alınıp kaçıyordu. Bu kez böyle konuşması hoşuma gitti. Gezide şair Fazıl Hüsnü selâm göndermişti, onu bile söylememiştim. Hiç değilse onu söylemeyi tasarladım. Ancak arkadaşların yanında söyleyip şımarmasını önlemek için, selâm gönderenin adını unuttuğumu, ancak defterimde yazılı olduğunu (subay olduğunu da sakladım), bakıp sonra adını da söyleyebileceğimi ekleyerek:

- Birisi seni sordu, selâm söyledi! dedim. Arkadaş, hiç önemsemedi:

-Bizim köylüler İstanbul’a çok gelir, onlardan biridir! deyip sözü kapattı. Gene de ad vermeyi doğru buldum. Bir ara olanak yaratıp söyleyeceğim; bakalım ona mektup yazdığından söz edecek mi? Arkadaşlar dağılınca Vahit Dede’nin yazılarını bir daha gözden geçirmek üzere Varlık Dergilerinin kalanlarını (çoğu eksilmişti) karıştırdım. Cahit Sıtkı’yı ben yeni sanıyordum; oysa o çok eskilerden beri şiir yazıyormuş. 1942 Varlık’larında; “Eski şiirleri bir daha yayınlıyoruz!,, dendiğini görünce şaşırdım. İki şiirini yazıyorum, ancak bunlar çok eski değil, kırklı yılların Varlık dergilerinden. Zaten soyadı kullanılması da bunu anlatıyor. Biri trenle ilgili, trende arkadaşlara okurum. 2. şiir tüm arkadaşları ilgilendirecektir, sanırım. Yazar Sadri Ertem’i hepimiz tanıyorduk, Çıkrıklar Durunca romanı ile Silindir Şapka Giyen Köylü hikâyelerini birlikte okumuştuk. Üstünde konuşup üzüleceğiz ama, hiç değilse saygıyla anmış olacağız!

 

 Uğurlanırken
 
 Nereye bu gece vakti,
 Güzel tren, garip tren?
 Düdüğün pek acı geldi;
 Hatıra neler getiren!
 Çok mudur mendil sallasam?
 Her yolcu az çok âşinâm!
 Haydi, yolun açık olsun;
 Geçtiğin köprüler sağlam.
 
 Cahit Sıtkı Tarancı

 

 Sadri Ertem’i Düşünürken
 
 İnanamıyorum öldüğüne!
 Her zaman seyahat ederdi;
 Gözümüzü yolda bırakmaz,
 Haftasına kalmadan döner,
 Şenlendirirdi soframızı;
 Türlü fıkralar naklederek…
 Halâ dönmediğine göre
 Bu seferki seyahatinden,
 Kabahat yollarda olmalı;
 Ona kalsa böyle gecikmez,
 Sözünün üstüne gelirdi;
 Ne de olsa iyi adamdı!
 
 Cahit Sıtkı Tarancı

 

Arkadaşlara Sadri Ertem’in öldüğünü duyurmak için yazdım ama kendim şimdiden üzüldüm. Yol sıkıntıları arasında arkadaşlara okumam doğru olur mu?

Halil Dere beni aramış, soluk soluğa geldi:

-Neredesin? Seni arıyorum, bizim arkadaşlar karar aldı, yarın sabah gidiyoruz! Birlikte çıktık. Halil Dere’nin “Arkadaşlar!” dediği sınıfın, yarısı tüm Kızılçullu grubu! Bir an duraladım; biz yanlış karar aldık sanırım. Neyse, karar verilmişti, yapacak başka bir iş yok, beklerken sıkı bir piyano çalışması yaparım. Birlikte Öğrenci kantinine gittik, arkadaşlar neşeli; birbirlerine takılıyorlar. Konuşmaların çoğu da evlenme, nişanlanma üstüne!

Akşam yemeği, bizim masada bir bakıma ayrılık yemeği gibi oldu. Yarın sabah, ayrılık telaşıyla konuşamayacağımızı düşünerek söyleyeceklerimizi söylemeye çalıştık. Bizim masa hep Kızılçullu çıkışlı, onlara takılıyoruz:

-Eski müdürünüz Emin Soysal’a öykünüp “Kavak- Kabak” olmayın. Emin Soysal, kendisini teftişe gelen iki müfettişe, biri uzun boylu olduğu için Kavak, öteki de kısa olduğu için Kabak demişmiş… Şakalaşarak bunları anımsattık. Halil Basutçu geldi, bir süre satranç oynadık. Erken yatmak için erken ayrıldık ama uyumak kolay olmadı. Gece, nedense iki kez uyandım. Birinde rüyam uyandırdı, trende akordiyonu unutmuşum, vagonlar arasında koştururken uyandım. Bir süre rüya yorumu yapmaya çalıştım, uyumuşum.

 

 9 Temmuz 1945 Pazartesi

 

Enver Ötnü konuştu:

-Bizi bırakmayın ne olur? Enver Ötnü’nün Hasanoğlan’da kalacağı söyleniyordu, onu anımsatmak için Hasan Gülel:

-Abi numara yapma, sen bizi bırakıyorsun, bizi bırakma da gitmeyelim! Enver Ötnü:

-Ağzımla yakalandım, haklısınız güle güle gidiniz! Güle güle gitler, güle güle kallar arsında yatakhaneyi terkettim. Hiç düşünmezken, Bölüm salonuna gittim. Kimsecikler yok. Bir an oturup piyano çalmak geçti içimden, oturamadım. Arkadaşları uğurladıktan sonra gelmek üzere kahvaltıya gittim. Masamızdaki beş arkadaşımız da yolcu, onlara iyi yolculuklar, başarılı çalışmalar diledik.

Tren az gecikerek geldi, Durak Amiri Selim Bey, treni az durdurdu, resim çekenler oldu. Resim çeken enstitü bölümündeki bir öğretmenin kardeşiydi, kendisinden bir resim rica ettim. Söz verdi, gerçekleşirse bir anı olacak

Pencereden bakanlar, üç Aydınlı; ön-Şükrü Koç, üst- Faik Demir, alt-Arif Işılak

Gidenler gitti, Kadir Pekgöz gelmemişti, Abdullah Erçetin’le ikimiz geri döndük. Abdullah, Kadir’in gelmeyişini, Ekrem’i sevmeyişine bağladı. “Ekrem’in her sözü onu incitiyor!” dedi. Abdullah’ın dediğine pek katılmamakla birlikte Kadir’in kısa boylu oluşu nedeniyle alıngan olabileceğini düşündüm. Kısalarla köseler kinci olurmuş. Napolyon Bonapart kısa boyluymuş. Öğrenciliğinde kendisine takılan uzun boyluları, ünlü olduğunda yakınına alıp onlara emirler vererek öc alırmış. İmparator olunca da tüm çevresindekileri hep uzun boylulardan seçmişmiş. Salona döndük, kimseler yok.1. sınıflardan da ayrılanlar olmuş. Az sonra Kadir geldi, üzgün bir tavırla arkadaşları uğurlamaya gidemediğinden söz etti. Birileri lâfa tutmuşlar. Yarın için Ankara’ya gideceğini söyledi, köylüsü İsmet Akın:

-Gitmeden, gel görüşelim! demişmiş.

Salonda üç Kepirli kaldık; onlar kemanları çıkardı ben de piyanoya oturdum, bir süre çalıştık. Az sonra Ahmet Yol, Abdülkadir Ariç, Bayram Bayrak, Naci Ön geldiler; hepsi Kayseri tarafına yolcuymuş. Yıldız’al Necmiye de geldi, onlar da yarın gidecekmiş. Necmiye, kesin olarak Ev Sanatları bölümü öğrencisi olmuş. Zaten o işleri biliyormuş. Merak ettiğimden sordum:

-Ne okuyacaksın orada? Genel dersler dışında pek bir ders yokmuş, daha çok el çalışmaları varmış. Tren saati gelince yolcuları yolladık. Abdullah’la Kadir de ayrıldı, geçen yaz olduğu gibi gene salonda yalnız kaldım. Az sonra Öztekin Öğretmen geldi, gülerek:

-Sabret, bir ay sonra gene burada olacaksın, geçen yıl izin yapmadın, bir süre ara vermekte yarar vardır! dedi.

Dolapların hepsinin kilidi vardı, anahtarları vermek istedim. Öğretmen yarın akşama doğru geleceğini söyledi:

- O zaman alayım, sıkılırsan plâk dinlersin! deyip ayrıldı. Öğretmen gidince yarı sevinçli yarı kederli bir süre kendimi dinleyerek çalıştım; giderek de kederimden sıyrıldım:

-Ne var bunda kederlenecek; birbirimize yapışık değiliz. Gidenler neşeli olarak gittiler!

Yemekte, Hasanoğlan’da kalacak olanlarla atandıkları yerlere henüz gitmemiş olanlardan bir grupla birlikte oturduk. Sivas/Yıldızeli’ne gidecek, Seyhan/Haruniye’ye gidecek olanlar var. Seyhan/Haruniye’ye gidecek olan Hüseyin Sezgin. Pek konulmadığım biriydi. Çok konuşkandı ama, konuştuğu arkadaşlarıyla yaptığı şakaları sevmediğim için uzak duruyordum. Ayrıca Ahmet Emin Yalman’ın kitabındaki konuşmalarınım beğenmemiştim. Dergide yazdığı yazıları da pek ciddî bulmadığım için mi ne, iki ikiye konuşmuşluğumuz yoktu. Bu kez karşı karşıya oturunca, konuştuklarını dinledim. Haruniye’de tanıdığım iki öğretmen var. Biri Vahdet Kayık, 1941 yılında ekip başında buraya gelmişti. Öğrenci-öğretmen demedi benimle arkadaş gibi konuşuyordu. Öteki Öğretmen de Kepirtepe’den oraya atanmıştı, Faik Bakır. Faik Bakır öğretmen de derslerimize girmemişti ama çok candan bir insan olduğu için onu tüm arkadaşlar çok sevmiştik. Özellikle saygılarımı götürmesini söyledim. Hüseyin Sezgin’in buna gereksinimi varmış çok sevindi:

-Gider gitmez Faik Bakır Öğretmeni sorup ona sarılacağım! dedi. Böylece, iki yıldır karşılıklı bakışıp üst üste iki söz söylemediğimiz iki kişi birden yakınlaştık. Hüseyin Sezgin söz verdi, bana mektup yazacak. Öteden beri kendimi mektup sever biri olarak bilirken, ayrılanlara mektup yaz demeyi unutmak bir yana kendim de yazmayı hiç düşünmemiştim. Üstelik Hüseyin Sezgin bir de anılık fotoğraf verdi. Hüseyin Sezgin, gerçekte iyilik sever bir arkadaş, anımsadığım kadarıyla kendisine takılanlar zaman zaman terazinin kefesini dengesizleştirse de o aldırmaz, işi tatlıya bağlamaya çaba gösterirdi. Nedense ona “Motor” adı takılmış. Hakkında konuşanlar:

-Motor mu, o öyledir işte! diyerek onu küçümseyen tavır takınırlar. Oysa ben şu anda başka türlü düşünmeye başladım. Neşeli olması mı kıskanıldı acaba?

 

 

Hüseyin Sezgin

 

Yemekten sonra gene salona dönüp, Weber Dansa Davet’i dinledim. Kemancıları anımsadım, özellikle Yelaldı diyecektim diyemedim. Nasıl üzülmüştür kim bilir! Geçen yaz böyle yalnız kaldıkça Mozart Maman Varyasyonu çalardım. O zaman gelenler olurdu, şimdi öyle bir durum yok. Nebahat gelecekti, gelemedi. Gelemedi mi yoksa gelmedi mi? Ben piyanoyu çekiçlerken sesler geldi. Baktım, Yıldız, Halise, Pakize. Pakize’nin benden bir ricası varmış. Önce anlayamadım, sordum:

-Yapılması zor bir iş mi? Pakize güldü:

-Zor değil bir selâm, saygı. Kepirtepe’de benim öğretmenim var! deyince anımsadım:

-Daha önce konuşmuştuk, Pesent Ilgaz! Pakize onu hep saygıyla anıyormuş.

-Pesent Öğretmeni ben de saygıyla anarım, iyi bir insandır, selâmın benim için de bir bahane olacak, böylece Pesent Öğretmenle konuşmuş olacağım.

Onlar da yarın sabah gidiyorlarmış. İçimden geldi, Maman’ı önce çocuk şarkısı olarak çok yavaş giderek pedalı çaldım. Arkasından da Für Elise ile Beethoven Menuet’i çaldım. Üç ay sonra görüşmek üzere ayrılırlarken duramadım, bir ay sonra buraya döneceğimi söyledim. Bu da benim övüncüm, söylemeden edemedim.

 

                     

 Halise Sarıkaya Yıldız Kırktepeli   Pakize Yılmaz

 

Onlar gidince nedense rahatladım. Bana gelip, ayrıldıklarını söylemelerinden, sanki beni sayıyorlarmışçasına bir gurur payı çıkardım. Onlar gitti arkalarından Kepirli arkadaşlar geldi. Halil Basutçu:

-Biz kimin neyi, kimin fesi bilmeyiz, arkadaş sen kendin güzel saydığın her şeyi çalabilirsin. Halil Basutçu’ya bir numara yaptım. Köydeki plâklar arasında bir şarkı vardı, “Akasyalar açarken”. Edirne/Karaağaç’a ilk geldiğimiz günler bir eğlencede Halil Basutçu o şarkıyı söylemişti. Onu çaldım. Önce toparlayamadı ama sonradan anımsatıldı. Bu kez de arkadaşımız Ahmet Güner’in söylediği Edirne Köprüsü Taştan’ı istediler. Onu henüz öğrenemediğimi arkadaşımız Ahmet Güner’i bu kez bulursam öğreneceğimi söyledim. Böylece arkadaşımız Ahmet Güner’in söylediği bir şarkı için adının aşık kalışını da konuşmuş olduk. Arkadaşlara plâk çaldım. Halil Basutçu bizim köye gelmişti, gramofonu, plâkları biliyordu. Burada da pikapla plâklarla ilgilendiğimi görünce:

-Sen bu işe alıştın, ilk işin bir pikap almak olmalıdır! deyince arkadaşlar radyoyu anımsattılar. Halil Basutçu:

-Radyo başka, bunda istediğini elinle çalıyorsun! diyerek fikrinde direndi. Arkadaşlar yarını nasıl geçireceğiz? diye bir soru sordular. Kadir Pekgöz, Mustafa Saatçi, İbrahim Ertur Ankara’ya gidecekler. Biz kalanlar da öğleden önce banyoya gitmeye, öğleden sonra da gene burada toplanmaya karar verdik.

Ankara’ya gidecekler uyarıldı:

-Yarın zaten Ankara’da olacağız, trenimiz akşamüstü kalkacak! Neredeyse günümüz Ankara’da geçecek, bugün gitmenin ne anlamı var? İbrahim Ertur’un subay olan ağabeyi, salı günü gelmesini istemiş. Mustafa Saatçi de Ertur’a arkadaşlık edecekmiş. Hemşerim Kadir yalnız kaldığını anlayınca:

-Düşüneyim! dedi. Dedi ama belli ki o cayacak. Bir ara Hüseyin Orhan’ı götürmek istedi. Hüseyin Orhan Mehmet Başaran’la sözleşmişler, staj süresince birlikte çalışacakmışlar. İkisi de aynı bölümde oldukları için, zaten bir ortak yanları var; birlikte ödev hazırlamışlar; Dergide çıkacakmış (onlar buna çıkmış gözüyle bakıyorlar). Bu nedenle şimdiden bir sözbirliği içindeler.

Yemekte iki masa ancak doldurabildik. Enver Ötnü, Süleyman Alkan, Abdullah Ön var. Ekrem Ula, Hüseyin Çakar, İsmail Koralay izinli gitmişler. Abdullah Ön takıldı:

-Ne mutlu size, öğretmenlerle yemek yiyorsunuz, dönüşte böyle bir hoşgörü bulamayacaksınız! deyip güldü. Abdullah Ön’ün şakacılığını pek bilmeyen Harun Özçelik tepki gösterdi:

-Yemek huzur içinde yenirse yiyene yararı dokunur. İnsanın çevresinde kasıntılı kişiler bulununca zaten orada yenilen yemek yemek olmaz, insan içinden içinden kendini yer! Abdullah Ön bu kez kahkahayla gülerek:

-Bunu hep düşünürdüm ama bu kadar veciz söyleyemediğim için susardım. Arkadaşım beni cesaretlendirdi, arkadaşım beni bağışlasın ben o sözü kasıtlı söyledim; bizim masa ile hiç ilgisi yok. (Eliyle karşıdaki Enstitü Bölümü öğretmen masalarını göstererek) Benim sözüm oradaki birilerinedir. Biz yarından sonra orada oturacağız; kaşıkları ağzımız götürürken beynimizden neler geçeceğini bilir gibiyiz.

Abdullah bunu söylediği zaman karşı masalarda oturanları tanıyordum: Cemil Toygar, Nazif Balcıoğlu, Ziya Kaplan, Bedia Aygen, Rahmiye Tarıman, Fatma Özbay vardı. Üzüldüm; söz bunlar içinse, bu işte büyük bir yanlış var. Abdullah sözüne açıklık getirdi:

-Genel olarak konuşuyorum. Oradakileri çok iyi tanıyorum, hepsine saygım sonsuz. Ancak biz hep onlarla birlikte olacak değiliz, siz de bilirsiniz, ne zibidi insanlar öğretmen olup karşımıza çıkıyor.

Yemekten sonra bir süre kitaplıkta oturduk. Mehmet Başaran’la konuşacağımı düşünerek Fazıl Hüsnü (Dağlarca) üstüne bilgi aradım. Varlık Dergisi’nde çoktandır yazıyormuş, altı şiirini buldum; hem de uzun uzun şiirler yazmış. Demek ki beğenilen bir şair. Mehmet Başaran öyle birine neden mektup yazmasın? Mehmet Başaran, Varlık okumadığını söylemişti. Belki de Fazıl Hüsnü başka dergilerde de yazıyordur. Ya Başaran Varlık okuduğunu saklıyor ya da şair çok şiir yazıyor; Şinasi Özden gibi. Şinasi Özden, onca şiirin yanında bir de konuşmalar yapıyor, edebiyat, şiir, sanat üzerine. Benim yaşımda gençler, nasıl yetişti bunlar ki? Şinasi Özden’in Sabahattin Eyuboğlu, Yunus Kâzım Köni öğretmenlerin yanında Hüseyin Cahit Yalçın, Falih Rıfkı Atay, Prof. Fuat Köprülü, Peyami Safa, Hasan Ali Yücel gibi ünlülere de sorular soruyor. Kimi yerlerde de tartışmaya bile kalkışıyor. Demek ki sorduğu soruların karşılıklarını kendisi biliyor!

 

 Fazıl Hüsnü’nün şiiri:

 

 Devam Eden
 
 Çeşmeler ki rahatsızlık verir kalbe,
 Gece yarısı geçen arabalar gibi.
 Meçhul bir çocuk yastık, yer değiştirir,
 Ve bir serinlik duyar hayatın nasibi!
 
 Harap şehirleri çeviren çirkin dağlar,
 Varlığın talihine iştirak etmek,
 Ve bilinmez serçeleri bahçeme kondurur,
 İçim onları uzaktan severek.
 
 Yüzüme değdikçe bazı bazı,
 Beni dehşetle titretir elim.
 Komşularım ki gündüzleri işe gider,
 Gece ne yaparlar ah bilmek isterim.
 
 Uyku içinde bir göl ki yalnız rüya,
 Neden sonra yaşamak.
 Dallar nedametle eğildi yerlere,
 Kalmadı topraktan başka inanacak!
 
 Fazıl Hüsnü

 

Şiir, birinci dizeleri serbest ikinci dizeleri uyaklı olarak düzenlenmiş. Sanki ikinci dizeler birincilerin uzantısıdır. Şiirde söylenenler, ilk okumada pek anlaşılmıyorsa da, bir kaç kez tekrarlanınca sözlerin anlamları yerine oturuyor.

 

 

Fazıl Hüsnü Dağlarca

 

Şairin söyledikleri, ilk bakışta bölük börçük fikirler izlenimi veriyorsa da hepsi insanın aklına takılacak sözler. Şair, bir şey anlatmak için yazmamış, okuyucuyu düşündürmek için yazmış. “Yüzüme bazı bazı elim dokununca ürperirim!” demiyor da,

 “Yüzüme değdikçe bazı bazı,

 Beni dehşetle titretir elim!,,

Belki böyle söylemenin kendince güzelliğini beğeniyor. Şiiri önce beğenmemiştim, okudukça sanki güzel tarafları varmış duygusuna kapıldım. Cahit Sıkı gibi rahat söylemiyor, gene de bir şeyler söylüyor!

Sıraladığım genç şairler listeme, Şinasi Özden, Behçet Kemal Çağlar, Oktay Rıfat, Melih Cevdet, Orhan Veli, Cahit Sıtkı, Ahmet Muhip, Cahit Külebi, Behçet Necatigil, Rıfat Ilgaz derken bir de Fazıl Hüsnü eklendi. Bunlar hep yeni, genç şairler.1910-1920 arası doğmuşlar. İçlerinde benim yaşımda olanları var. Bunları düşünerek uyudum.

 

 10 Temmuz 1945 Salı

 

Ne kalk diyen oldu ne de uyuyor musun? Köydeki yalnızlığım başlamış gibi, değişik uygular içinde kalktım. Hasan Üner az ileride uyuyor. Ne rahat! Dedim ama gidip yakından baktım, rahatsız da olabilir. Hasan uyandı, uyanır uyanmaz da:

-Oh be, rahat bir uyku uyudum! Birlikte çıktık. Yıldız gidecek, uğurlamak istedim. Ancak yalnız gitmek istemiyorum; Abdullah’a söyledim, arkadaş çok doğal benim de arkadaşım! deyip benimle gelmeye razı oldu. Kahvaltıyı alelacele yapıp, tren durağına indik. Yıldız’la 2 arkadaşı daha önce durağa inmişmiş. Yıldız sevinerek:

-Gelmeseydin üzülecektim! dedi. Halise ile Pakize de birlikteler. Üçünü de uğurladık. Bizim arkadaşlardan Mustafa Saatçi ile İbrahim Ertur da var. Onlara da söyledim:

-Arkadaşlara istasyonda yardımcı olacaklar. Abdullah’la gülüşerek geri döndük. Abdullah sordu:

-Bizi uğurlayan olacak mı? Soruya soruyla karşılık:

-Uğurlayan olsun mu istiyorsun? Abdullah duyarlı, demek istediğimi anladı:

-Aman aman, şimdilerde olmasın!

Abdullah yukarı çıktı, ben, kararlaştırdığımız banyo saatine dek salonda piyano çaldım. Tam kalkmak üzereyken Bella çıktı geldi. Yanında arkadaşı Naggy (belki de Maggy) Bella:

-Aaa, sen gitmedin mi?

-Gitseydim buraya neden gelecektin ki? dedim. Güldü. Bir solukta yapacaklarını sıraladı. Öztekin Öğretmenle anlaşmış, her gün iki saat piyano çalışacakmış. Yaptıracağı ritmik jimnastik için özel müzikleri kendisinin çalması gerekiyormuş. Ancak biraz daha çalışmalıymış. Saati göstererek arkadaşların bekleyeceğini söyleyip ayrıldım. Bunu hem şans hem de şanssızlık saydım. Burada sürekli kalsaydım! diyesim geldi, kendimi uyardım:

-Yolcu yolunda gerek! Arkadaşlara yetiştim. Aklımın bir tarafında Bella. Saçını kısaltmış, bunun için takaza edebilirdim. Dönünce görürsem kesinlikler saçlarından söz edeceğim. Köye yaklaştıkça uzakları göstererek eski anıları tazeledik. Reşat Tekinay Öğretmenin anlattıklarını gülerek anımsadık. Öğretmen Okulu müdürünün baldızına takılıyormuş, bize bunu anlatıyordu. Bu gezide Reşat Tardu’yu gördüm. Adam, general Salih Omurtag gibi biri, kaşlar sürekli çatık. İstanbul-Balmumcu Öğretmen Okulu müdürü. İzinliyken aniden okula çağırdığı bir görevli birkaç saat gecikti diye görevinden atan biri. Sanmam onunla senli benli konuşacak bir öğrenci olsun! Şimdiki öğrenciler (benim gördüklerim) bucak bucak kaçıyorlar. Bizimle bile ağzının ucuyla konuştu.

Köy çeşmesinin başında durup bizden önceki durumunu konuştuk:

-Bataklıktan yaklaşılmıyordu. Bir yandan da köylü kadınlar bulabildikleri uygun bir yerde, ellerinde çomaklarla çamaşır pataklıyorlardı. Şimdi ise hayvanlar bir yerden girip öbür tarafa zarar vermeden yola çıkıyorlar. Köylü kadınlar eski alışkanlıkları gene sürdürüyor ama, hayvanlar kendilerini rahatsız etmiyor. Öte yandan yükseltilen oluklar, su alacaklara her zaman açık.

Dönüşte, Sili usta ile dolaştığım taşlı dikenli yerler şimdi yeşillenmiş. Oraları da tıpkı Kepirtepe gibi kır- kıraçtı. Köylüler oraları için; “Hamurbasan, şeytan kırlığı, orda heç bi şey olmaz!,, derlerdi. Şimdiki yeşilliği görünce ne diyorlar acaba?

“Günü yarıladık!,, deyip yemekhaneye gittik. Abdullah Ön yalnız oturuyordu. Abdullah Ön’e takıldım:

-Oturabilir miyiz öğretmenim? Abdullah Ön:

-Şakanın sırası değil İbrahim, ben ağlamak üzereyim! dedi. Enstitü Müdürü onlara yazılı bildirmiş, her biri bir sınıfın masasında oturup yemek yiyecekmiş. Bizim arkadaşlar yorum yaptı:

-Şimdiye dek öteki öğretmenler öyle yapmıyordu! Abdullah Ön:

-Vur abalıya! diye bir söz vardır, bizimki öyle. Bizi, daha ilk günden sindirmek için çareler aramışlar. Arkasından daha neler çıkacağı bilinmez! Nazif Balcıoğlu geldi, neşeli sözler söyledi. Kendilerinin Köy Enstitülerinin çalışma temposuna ayak uyduramadıklarını, koyunun olmadığı yerde keçi örneği gibilerde yakıştırma yaptı. “Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi, denirmiş! Abdullah Ön, övücü sözler söyleyerek Nazif Balcıoğlu Öğretmeni onurlandırdı.

Yemekten sonra Kitaplıkta bir süre kitap karıştırdım. Jean Jacques Rousseau’nun İtiraflar’ına baktım. Julie yahut Yeni Heloise’ini sevmiştim. İtirafları da okumak istedim. Üç cilt. Nasıl olsa zamanım olacak. Ben kitap karıştırırken Bella geldi. Kitaplıktan sorumluymuş, Enstitü Bölümü öğrencilerine koşullu kitap veriyormuş. Bana takıldı:

-Kitabı aylarca yanında tutamazsın! Okuyunca göndereceğimi söyledim. Saçlarına takılmayı kurmuştum:

-Uzun saç sana daha güzel gidiyor, deyip neden kestirdiğini sordum. Herkes benim gibi düşünmüyormuş, “Saçını kısalt!” diyenler de olmuş. Bella, burada sıkılacağını söyledi, mektup yazmamı istedi. Yazacağımı söyleyince uyardı:

-Sevgilin değilim bak, ona göre yaz! Böyle deyince o güldü, bense utandım. Sevgili sözünü o rahatça söylüyor da, o söyleyince ben utanıyorum. Sevgilisi olup olmadığını sordum. İsteyen olduğunu ancak kendisinin bir süre evlenmeyeceğini söyledi. Arkasında da:

-Ben biraz inatçıyım! deyince ben de:

-Keçi gibi mi? diye sordum. Bella gülerek:

-Evet! deyince güldüm. Niçin güldüğümü sordu ama söyleyemedim. Nasıl söylerdim; o öyle deyince çobanlık günlerime gittim. Sonbaharda koyunların keçilerin çiftleşme aylarıdır. Koyunlarda koçlar, belli zamanlarda istekli koyunları bulur. Keçilerde ise dişi keçiler, gider tekelerin boynuzlarına vurur, sanki dövüşmek istiyormuş gibi bunu tekrarlar. Sonunda teke görevini yapar. Bella niçin güldüğümü tekrar sorarken, nöbetçi öğrenci, Bella’yı Md. Yardımcısı Tahir Erdem’in çağırdığını söyledi. Bella gitti, uzun süre gelmeyince kalkıp kendi salonumuza gittim. Kimseler yoktu. Bomboş salonu görünce birden heveslendim, son bir daha gönlümce boş salonda müziksever dinleyicileri  düşleyerek piyano çalacağım. Salona girince, alt odadaki piyanonun sesi kulağıma çalındı. Nöbetçi öğrencilerin girebileceğini, onlara neler söylemem gerektiğini düşünerek kapıyı açınca bir de baktım, piyanonun başında Abdullah Erçetin. Beni görünce kalktı. Özür dilerce açıklama yaptı:

-Sen çaldıkça kendimi hep suçladım, neden ben de piyanoya ayrılmadım! diye. Kemanı kolay sanmıştım, aldanmışım!

Abdullah’a ne diyeyim? O, kemanı yapamadığından değil çalışmadığından ilerleyemiyor. Benim piyanoda rahat ilerlediğimi gördükçe bunu kolaylıkla yaptığımı sanıyor. Giderayak kırmamak için karşılık vermedim. Ancak Öztekin Öğretmeninin bir sözünü anımsattım: Esas enstrümanı bırakmamak kaydıyla ikinci bir çalgı seçmek şansın var, onu kullan. Belli ki Abdullah da işin kolayında, piyanoya oturunca kendi pratiği içinde bildiği şarkıları çıkarıyor. Onu bile yapamayanlara karşı bir beceriymiş gibi gösteri yapma hevesine kapılmış. Bunu zaten tüm arkadaşlar mandolin konusunda yapıyor. Eline bir süre mandolin alanlar, “Menekşe Buldum Derede!” deyip tımbırdatınca “Mandolin çalıyor!,, tafrasına tutuluyorlar. Önüne bir nota koysan, yüzünün şekli değişiyor. Daha acayibi:

- Mandolinle nota mı çalınırmış? gibilerde soranlar bile var. Evet arkadaşım, mandolinle nota çalınıyor. Vivaldi, Mozart, Ludwig Van Beethoven gibi büyük besteciler bile mandolinle çalmak üzere besteler yapmış. Bu eserler, çalınmak üzere Mandolin çalıcıları bekliyor! Bunları Abdullah için söylemiyorum, o zaten bunları biliyor. Ne var ki bugünkü tavrı sanki bildiklerini unutmuş gibime geldi. Biz konuşurken Halil Basutçu ile Harun Özçelik geldi, onlara özel olarak parçalar çaldım. Bir süre dereden tepeden konuştuktan sonra yemeğe gittik. Nedense son akşam yemeğini biz Kepirliler olarak yedik. Ankara’dan dönen arkadaşlarımız, günlerini nasıl geçirdiklerini anlattılar. İbrahim Ertur’un ağabeyine Doğu hizmeti çıkmış. Millî Savunma Bakanlığında hemşerileri Seyfi Kurtbek, atamayı durdurmuş, arkadaş, sevinçle onu anlattı. Nedense ben arkadaşın sevincine katılmadım. İçimden içimden kızdım bile:

-Alavere dalavere Kürt Mehmet nöbete! Yeni döndüğümüz Askerlik Kampında bunu üzülerek tekrarlıyorduk. Buna, en az benim kadar adaşım İbrahim Ertur da üzülüyordu. Oysa şimdi, ağabeyi için bir “Kürt Mehmet,, nöbete gönderilmiş, adaşım çok mutlu.

Yemekten sonra, yarın Ankara’da zamanımızı nasıl geçireceğimizi konuştuk. Sonunda da:

-Ankara’ya inince bir yolunu buluruz! deyip yataklara serildik. Yatınca uzun süre uyuyamadım. Halil Dere’yi düşündüm. Arkadaşım şimdilerde yollarda. Muğlalılar oldukça kalabalık. Kimlerdi, kimlerdi, diyerek adları sıraladım; Halil Dere; Ziya Fikri Özlen, Mehmet Toydemir, Kemal Karadeniz, Hasan Gülün, Süleyman koyuncu, Sabri Taşkın. Yedi kişi… Sayıları azmış, oysa ben daha çok sanıyordum. Bir ara da Yıldız’a takıldım, nasıl alışacak gittiği yere acaba? Sıra Bella’ya geldi; uzun uzun konuştum da bir “Allahaısmarladık! diyemedim. Sabah görüşebileceğimi sanmıyorum. Üzüldüm…

 

11 Temmuz 1945 Çarşamba

 

Halil Basutçu erkenci, uyardı:

-Arkadaş kalk treni kaçırmayalım! Koskoca yatakhanede birkaç kişiyiz. Gürültüden rahatsız oluyorduk, oysa sessizlik daha rahatsız ediciymiş! Böyle söyleyince arkadaşım rahat:

- Evlerimize gidince oraya çabuk alışırız! diyerek gönül aldı. Götüreceğimiz eşyalarımızı ellerimize alıp alt salona indirdik. Kahvaltıda da biz bize oturduk. İçimize kapanıp garipleşmemek için şakalaşıyoruz ama şakalar gene içimize dokunuyor:

-Biz herkesi uğurladık, bizi uğurlayan yok! deyip gülüyoruz ama içimizden bir ses:

-Demek senin şansın bu! dermişçesine bir depreşme oluyor.

Elimizde eşyalarımız, konuşa konuşa tren durağına indik. Gerçekten bizden başka kimseler yoktu. Hepimiz neşeli gibiyiz; hiç değilse öyle görünmeye çalışıyoruz. Birileri arasında kaş göz oynatanlar olduğunu sezdim. Ne ola ki? diye düşünürken, Harun Özçelik çıtlattı:

-Bizler evlerimize gidiyoruz, ne mutlu bize! Ya o arkadaşlar ne yapacak? Onlar, bizlerden ayrılınca iyot gibi açıkta kalacaklar. “Edirne’ye gideceğiz” diyorlar ama Edirne’de de kimseleri yok. Hiç düşünmemiştim, üzüldüm:

-Kepirtepe’de iken Hüsnü’yü iki günlüğüne köye götürebilmiştim. Emrullah, direndi, gelmedi. Şimdi de bir süre için götürebilirim; ancak ben söyleyemem. Siz konuşun ikisini de bir hafta konuk edebilirim.

Ankara Garında inince eşyalarımızı emanete verdikten sonra Ulus’a çıktık. Gazeteciler bağrışıyorlar:

-Güneş tutulması üstüne yeni bilgiler! Ay tutulmasını biliyordum ama güneş tutulması görmemiştim. Ancak olayın nasıl olduğunu biliyordum. Bilmeyenler varmış, Aile Çay Bahçesi’ne oturunca anlattım. Hepimiz neşeli gibiyiz. Sanki Ankara’dan bıkmış gibi bir durumumuz var. Sinemadan söz edildi kimse umursamadı. Belli ki tedirginiz. Gene de neşelenmeye çabalıyoruz. Güneş tutulmasını anlatırken Hasan Üner’le Harun Özçelik’i iki yanıma alıp ay-güneş diyerek tutulma deneyi yaptım. İnanmayanlar inanmış göründüler. Hemen hemen hepimizin bir ay tutulma anısı var. Bunları konuşurken hemşerim Kadir sordu:

-Ayla güneş tutuluyor da dünya neden tutulmuyor? Bu yetti, bir süre bunu tekrarlayıp güldük. Çay Bahçesi’nin yan kapısından geçenler vardı; hepsinin giyimleri bir. Çay getiren çocuk:

- Onlar Milletvekilleri, meclise gidiyorlar! T.B.M.M toplantısına girmeye karar verdik. Topluca gittik ama bugünkü toplantı çok özelmiş, izleyici alınmıyormuş; üzülerek geri döndük. Sinemalara dağılmayı konuştuk, çoğunluk istemedi. Gazi Çiftliğine gitmeyi öneren oldu. Orası hakkında benim az da olsa bilgim vardı, açıkladım. Söz birliği içinde gittik. Bahçede şenlik falan yoktu ama sanki şenlik varmış gibi yüksek seslerle gülüşen, masadan masaya birbirleriyle söz yarışı edenler vardı. Masalarında bira şişeleri sıralanmıştı. Biz de bira söyledik. İlk bira içişini anlatanlar oldu. Çoğunluk, ilk biralarını geçen yıl staj süresince içmiş. Bense, daha ilkokul günlerimde içtiğimi söyledim. Sanırım arkadaşlar, pek inanmayarak dinlediler. Köyde kahvemiz olduğunu, dükkânımızda tekel ürünlerinin satıldığını, sanki boş yere anlatıyordum. Bağımız olduğunu fıçılar dolusu şıra çıkardığımızı, bu şıraların bir bölümünün pekmez bir bölümünün de şarap yapıldığını da sanki boş yere anlatmıştım. Halil Basutçu’nun acı anısını dinledik. Geçen yıl, Zekeriya Kayhan, İbrahim Şen, Yusuf Asıl Kayseri/ Pazarören Köy Enstitüsü’ne gitmişlerdi. Pazarören’e varmadan (yol oldukça uzun) bir yerde yemek yerken şarap içmişler. Yusuf Asıl, o şarabı içtikten sonra rahatsız olmuş. Arkadaş o olayı anlatınca bardaklardaki biralar öylece kaldı. Ben bardağımı boşalttığımdan başka, şişelerden de aldım. Arkadaşlara bir de ağabey öğüdü verdim:

-Deneyimler, bilginin de kökleşmesini sağlar. Deneyimsiz öğrenilen bilgiler uçucudur. Deneyim salt laboratuvarlarda yapılmaz, yaşam, içinde belli belirsiz yapılan deneyimler de vardır. Yusuf Asıl şarap içtiği için hastalandı, ben de bira içersem hastalanırım! deyip biradan vazgeçmek, bir bakıma deneyimden de kaçmak sayılır!

Arkadaşlar, gülüşerek şişelere sarıldılar. Kalkınca bir süre tren yolu boyunca gezdik. İki kez kamp yaptığımız yörelere baktık. Kır kıraç tepeler, oralarda neden ağaç olmuyor? Oralarda orman olsa daha güzel olur mu gibilerde sözler üreterek sözü Atatürk’e dayadık. Atatürk, burasını orası gibi çıplak bulmuş, fidan diktirerek ağaçlandırmış. Ankara–Kayseri arası tren duraklarını biliyoruz, böylesi yeşillik var mı? İşte İstanbul’a gidiyoruz, dikkat edelim, geçeceğimiz tren istasyonlarında böylesini görecek miyiz?

Konuştukça birbirimizi etkiledik. Ankara’ya oldukça durgun döndük. Gençlik parkında masalara dağılmış çiftleri görünce hava değişti. İlk çatışma Mustafa Saatçi ile oldu. Mustafa Saatçi, Kepirtepe’de okuduğumuz sürece S.’ye aşık olduğunu söylüyordu. Saatçi’nin soyadını S’ye ekleyip kızın adı SS yapılmıştı. Yüksek Köy Enstitüsü’ne gidene dek Mustafa Saatçi ile SS birlikte anılıyordu. Sonra sonra bu salt Kepirliler arasında kalan, ara ara anılan bir konuydu. S, şimdi Kepirtepe’de öğretmen. Karşı masalarda iki ikiye oturan gençleri görünce arkadaşlar Mustafa Saatçi’ye sordular:

-Nasıl, seni Lüleburgaz Belediye Parkında SS ile böyle görecek miyiz? Mustafa Saatçi kızdı:

-Neden başka biriniz değil de ben? Tartışma başladı:

-Yapma Hafız, vefasızlığın öylesi de görülmemiştir; SS, yıllarca senin için söylenenleri duymuştu. Şimdi senden bir şeyler umar! Mustafa Saatçi direndiyse de arkadaşları durduramadı. Sonunda Emrullah Öztürk eski alışkanlıkla:

-İmam korkuyor! deyince Mustafa Saatçi:

-Gulü gulü yaptı. Böylece Kepirtepe’ye ulaşmadan daha Kepirtepe’de neler konuşulacağı, günlerin nasıl geçirileceği hakkında olasılıklar belirmiş oldu. Gene de konuşuldu:

-Kepirtepe’de bu tür şakaları tekrarlamayalım!

Oldukça sıkıntılı bir günü, trene atlayarak Ankara’da bırakmış olduk. Biletlerimiz 3. Mevki, bir süre yer tartışması yaşandı; 8 arkadaş bir kompartımanda 5 arkadaş bir başka kompartımanda olacak. 8 arkadaşın bir arada olduğu kompartımanı herkes istiyor, araya yabancı girmeyecekmiş. Ben, ötekine razı oldum. Yazarak, ad çekimiyle seçim yapıldı. Benim bulunduğum kompartımana Polatlı’ya dek inen binen oldu. Ondan sonra biri yabancı altı kişi olarak, ötekilere göre biraz daha rahatça oturduk. Öteki tren yolculuklarıma göre bu kez daha rahattım. Gerçi uzun duraklarda, kimi kez de yüksek sesli konuşmalarda uyansam da “Uyur-uyanık!,, Bilecik’e dek gittim. Bilecik’ten sonra trene insanlar doluştu. İkide bir kapı açılınca uykum kaçtı. Sapanca’dan sonra bir süre koridora çıkıp geçilen yerleri izledim. Yemyeşil yörelerden geçiliyor. İzmit’te pişmaniyeyi öğrenmiştik, bu kez pek ilgi duymadım. Arkadaşlardan alanlar oldu. Güneş doğarken İstanbul’a girdik. İstanbul içinde tren yavaşladı, çevreyi rahat görüyoruz. Birbirini andıran evler, gül bahçeleri içinde, balkonlarda cicili bicili bayanlar. Haydarpaşa Garına bu kez de tersinden girdik.

 

12 Temmuz 1945 Perşembe

 

İstanbul’a dek rahat geldik sayılır. İstanbul’da kalmayı düşünmüyorduk, doğrudan Sirkeci’ye geçtik. Tren ucuz, ancak Lüleburgaz İstasyonunda gece inilecek. Oradan Kepirtepe’ye gidiş, otobüs fiyatını geçiyor, otobüsle gitmeye karar verdik. Otobüsün iki saat sonra kalkacağı söylendi. Biz otobüsü doldurduk, hemen gitmek istedik ama, otobüs işletmesinin kararı öyleymiş. Karşılıklı otobüs çalışıyormuş, falan filan dediler. İstanbul’u yeni dolaştığımız için kendimize güvenimiz var. Hiç değilse ben oldukça bilinçliyim. Birlikte gezdiğimiz Kadir Pekgöz’le Abdullah Erçetin de bildiklerini söylediler. Toplu gezmekten hoşlanmayanlar çıktı böylece üç gruba ayrıldık. Ben tramvayla Beyazıt’a gitmeyi önerdim. Hasan Üner, Harun Özçelik benimle geldi. Beyazıt Meydanı’ndan Kapalı Çarşıya girdikse de zamanımızı hesaplayarak yarıdan geri dönüp Sirkeci’ye indik. Öteki arkadaşlar, ayrılmadan köprüde dolaşmışlar.

Otobüsümüz zamanında kalktı. Lüleburgaz için ortalama üç saat diyorlar ama zaman zaman dört saat oluyormuş. Çorlu’da uzunca bir süre bekledik. Sürücü Çorlu’da oturuyormuş. Her zaman böyle yapmazmış ama bugün şansımıza böyle olmuş. Yardımcısı böyle söyledi. Sürücü dönünce Halil Basutçu:

-Bizi çok beklettin usta! dedi. Adam pişkinmiş, gülümseyerek:

-Telafi ederim be dostum, siz az sonra evinize ineceksiniz, benim kaynım da orada okuyor, yabancınız değilim! deyip sözü tatlıya bağladı. Çorlu Lüleburgaz arası 50 km. derler, biz kilometre sayıklarken az sonra kendimizi Yeni Bedir köyünde, derken Kepirtepe önünde bulduk. Okul, sanki boş gibi, yoldan merdivenlere yönelince Eğitimbaşı Kemal Üstün merdivenlere çıktı. Biz, oldukça tedirgin bakışlarla merdivenlere dayanınca Kemal Üstün:

-Ağır ağır çıkacaksınız bu merdivenlerden! deyip güldü. Arkasından da:

-Bu şiir böyle değildi, unutmuş olacağım, içinizde şairler var, doğrusunu söylesinler! deyince gülenlerimiz oldu. Mehmet Başaran, duyulur duyulmaz mırıldandı:

-Al işte sana bir belâ!

Kemal Üstün önümüzde, birlikte içeri girdik. Kemâl Üstün Eğitimbaşı olmasına karşın bizi Müdür gibi karşıladı. Az sonra da açıkladı:

-Müdür Bey izinli, birkaç gün sonra gelecek. Okul hakkında genel bilgi verdi. Bu yıl okullarında son sınıf olmadığından gelecek öğretim yılı mezun veremeyeceklermiş. Okulda şimdilik bir 4. sınıf, bir 3. sınıf iki de 2 sınıf varmış.1. Sınıfların bir grubu izinliymiş, birisi buradaymış dördüncü sınıflar iki grup olarak İmece çalışmalarındanmış (Biri Samsun/Ladik, öteki de Aydın/Ortaklardaymış). O nedenle okul çok tenha sayılırmış. Bundan sonra da bizim için Bakanlık Yüksek Makamından verilen emri duyurdu. Bizler, bu ayın sonuna kadar izinli sayılacakmışız. Ağustos ayı başında da yapılacak bir program uyarınca seçilecek bölgelerde görevlerimizi sürdürecekmişiz. Arkadaşlar hemen program hakkında bilgi istediler. Kemal Üstün, gülümseyerek:

-Ben, vekilim, haddimi bilirim, o zaman Okul Müdürü burada olacak, onunla bunları konuşursunuz! dedi. Arkasından da okulun bizim sürekli evimiz sayıldığını, Köy Enstitüleri’nin bir yanının da yuvaya bağlılık olduğunu, daha doğrusu olması gerektiğini anlattı. Yasaya göre zaman zaman yapılması istenen meslekte gelişme çalışmalarının bu amaca yönelik olduğunu anımsattı. Kemal Üstün, biz, son sınıfın son günlerini geçirirken gelmişti, o nedenle pek yakından tanıyamamıştık. Konuştukça, kendisini Rauf İnan’a benzetir gibi oldum. Gene de bize sahip çıkar göründü, bizimle birlikte yemeğe geldi. Hepimize sorular sordu. Köylerimizi tanıtınca, benim köyümden öğrenci bulunduğunu söyledi. Mahmut Ağabeyimin oğlu Yahya ile köyden bir başkasının okulda olduğunu biliyordum.

Yemekten sonra öğretmen odasında oturduk. Radyo vardı, uzun süre radyo dinledik. Güneş tutulması üstüne yarı şaka yarı ciddi konuşmalar oldu. Geç vakit, yataklarımıza yattık. Yorum yapmadık ama hepimiz biraz daha üzgün gibiydik. Sanırım hepimiz, sabah kalkınca köyüne nasıl gideceğini düşünüyordu. Benimse aklıma, arkadaşlarımız, Emrullah ile Hüsnü ne yapacaktı? Onların gidecek köyü yok, tıpkı Kepirtepe’de okurken olduğu gibi gene okulda yalnız mı kalacaklardı? 20 gün az da sayılmaz! Onları düşünürken uyumuşum.

 

13 Temmuz 1945 Cuma

 

Ey Gaziler yol göründü! Rumeli türküsü konuşulurken uyandım. Konuşanlardan bir Hüsnü Yalçın. Gülerek konuştuğu için sevinir gibi oldum. Hemen:

-Var mısın bizim köye gidelim! Hüsnü duraksar gibi oldu, sanki olur diyecekti, beklerken:

-Emrullah ile karşılıklı anlaştık, Edirne’ye gideceğiz. Edirne Göçmen Evi, bizim eski evimiz, orada kalıp, bizim yıllar önce olduğumuz gibi umutsuzca bekleyenlere yol göstereceğiz. Bizi oradan kurtaran Osman Nuri Peremeci’nin yaptığını bir neden yapmayalım?

Hüsnü’ye söyleyecek söz bulmadım, başarılar diledim. Kahvaltıda Selçuk Korol Öğretmen geldi, o da yönetici olmuş, hal hatır sordu. Selçuk Korol Öğretmen Edirne’yi çok iyi biliyor, Hüsnü’nün dediklerini anlattım. Selçuk Öğretmen:

-Kaygılanma, bırak onlar gitsin, ben onları kendi hallerine bırakmam. Bir günümü alır, gider kendilerini bir yere yerleştiririm! Az sonra baktım, Selçuk Öğretmen doğrudan Edirne’ye gidecek Edirneli soruyordu. Hüsnü söyledi:

-Ben doğru Edirne’ye gidiyorum. Selçuk Öğretmen ricasını etti (!)

-Bir arkadaşıma ivedi bir haberim olacak, adresi kolay, bu mektubu verirsen sevineceğim.

Eğitimbaşı Kemal Üstün, önlemini almış, az sonra okulun kamyonu bizi Lüleburgaz’a indirdi. Halkevi bahçesinde bir süre oyalandık. Sanki hiç gitmemişiz gibi, diyenler oldu. Konular değişince zaman zaman:

-Ne kadar da değişmiş denildi. Gerçekte oturduğumuz yerden görünen binalarda bir değişiklik yoktu. Tam karşımızda görünen okulla (Atatürk İlkokulu) Maarif Memuru Salih Arı’nın evi eskisi gibiydi. Salt yoldan geçen araçların sayısı artmış gibiydi. İstasyona gelip giden faytonlar artmış gibiydi. Kalkıp Edirne’ye gidecekleri otobüs durağına götürdük. Abdullah Erçetin de onlarla Babaeski’ye dek gitmek istedi, ayrıldı. Harun Özçelik’le Hasan Üner orada ayrılmak üzere Çorlu’ya gittiler. Biz dört Lüleburgazlı ortalıkta kalıverdik. Hüseyin Orhan’ın köyü İstanbul yoluna yakın, otobüsle dönecek. Kadir Pekgöz’le ben çaresiz yaya olarak üç saat yürüyeceğiz. Mehmet Başaran bir köylüsü ile karşılaştı, birlikte dönecekler. Kadir’le ikimiz kalınca onun köylüsü, benim okul arkadaşım Fırıncı Hasan’a uğradık. Biz fırıncı diyoruz ama Hasan şimdi koskoca bir mağaza işletiyor. Biraz yukardan bakarak bizi karşıladı:

-Nerede kaldınız, sizleri özledik! türü sözler söyledi. Hasan’ı okul arkadaşı olarak bildiğimden, tıpkı okuldaki gibi düşünerek sözlerine aldırmıyorum.

Hasan, iyi yüreklidir. Kepirtepe’de olduğum yıllarda hep kendisine uğradım. O zaman fırında çalışıyordu, köyden gelenleri aradığımda bana Hasan kolayca buluyordu. Bizim köylüleri tanıdığı için Lüleburgaz’da kimin nereye gideceğini sanki biliyordu. Bunları bildiğim için onun şımarık tavrını kendi mutluluğuna yordum. Sormadan Hasan söyledi, köyden gelen olmaz. Zaten tam iş zamanı, gelecekler pazartesi günü gelip dönerler. Karpuzcular henüz satıma başlamadı, gidecekseniz tabanvayla gideceksiniz. Siz zaten çok oturdunuz, biraz gezin, yollardaki izleriniz silinmeye başlamıştı! deyip bir de gülünce Kadir iyice sinirlendi. Hasan’a ağabeyi Şahin’i sordum, Şahin’i de severdim. Sınıf arkadaşımız İbrahim Sarıdemir’den söz etti. İbrahim Harp okulunda okudu, subay oldu. Fakat üsteğmenliği sürecinde ordudan ayrıldı. Şimdilerde Lüleburgaz Belediyesinde çalışıyormuş, Hasan azıcık onu eleştirdi:

-Sen subay olmuşsun, insan subaylığı bırakır mı? deyince Kadir:

-Ne yapsın, sağlık sorunu var! Hasan bu konuda kararlı, Kadir’e sordu:

-Ordunun doktoru yok mu? Trakya’nın en büyük hastanesi Çorlu’daki Askerî hastane! dedi. Hasan konuşkan, sözü bitmedi ama birden müşteriler geldi. Biz ayrılırken de yanımıza yaklaşarak:

-Ayağınız uğurlu, sizi her zaman beklerim! deyip işine döndü. Köye gittiğimde hep gazete sorarlardı, iki gazete aldım. Akşam, Cumhuriyet. Akşamı Kadir, Cumhuriyet gazetesini ben başımıza korunak yapıp yola çıktık. Bağlık yolu bizi oldukça terletti. Oradan ötesi hep esintili olduğu için fazla zorlanmadık. Tepeden, bilmem kaçıncı kez Hamitabat köyünü izledik. Köyde bir değişiklik yok. Kadir her zamanki gibi, ayrılırken “Görüşelim abi!” deyip ayrıldı. “Umarım!,, dedim içimden, “Olmasa da olur!,, demeye dilim varmadı. Kendi köyüme de tepeden baktım, görüntü olarak bir değişiklik yok. İki yılda ne değişiklik olabilir ki? Köye girerken, Kepirtepe’ye gelip, geri dönen Ramadan’ın evi önünden geçerken onu düşündüm. Ayrılmasaydı şimdi öğretmen olacaktı. İyi mi etti kötü mü? Öğretmen olan sınıf arkadaşları, Hamitabatlı Mehmet Özalp, İrfan Taşkın, yakın köylü Mürsel Dilek’le karşılaşınca içinden neler geçecek acaba? Neyse evlerinin yanından geçerken görmediğime sevindim. İnsanlar işlerinde, bahçe içlerinde çocuklar, itiş kakış oynuyor. Bunlar bir gün büyüyüp belki okuyacak. Benimle birlikte Hamitabat İlkokuluna gelenler vardı, Abbas Kamber, Ahmet Ağa Ahmet, Ellez Emin, (Köyde İlyas adı Ellez olarak söyleniyor.) Kaplı Ahmet… İçlerinde bir Emin okumayı sürdürdü. Lüleburgaz Ortaokuluna gidiyordu, sanırım bitirdi.

Bunları düşünerek kahvenin önüne dek geldim. Babam yalnız, bahçede çiçekleriyle uğraşıyordu. Beni görünce ilk sözü:

-Bu sıcakta yürüdün mü? Bana sıcak gelmediğini söyledim. Elini öpmek istedim, babam elini çekti:

-Sabahtan beri bunlarla uğraşıyorum, temiz değildir! dedi. Mektubumun geçen pazartesi günü geldiğini, mevsim yaz olduğu için posta işlerinin de aksadığını, köyde kimsenin de bu işlerle uğraşmadığını, köy yerlerinde bu işlerin böyle olduğunu anlattı. Babam bunları söylerken düşündüm:

-Babam bunları neden anlatıyor? Geldiğime sevindiğini biliyorum, sevincini söyleyecek başka söz mü bulamıyor? Çay ya da gazoz içip içmeyeceğimi sordu. Sordu ama ben bir şey demeden, çayın iyi geleceğini söyleyip çay getirdi. Kaç gün kalacağımı sordu. Bunu sorunca konuşacağım tuttu, anlatmam gereken bütün sözleri anlattım. Köyleri gezeceğimi söyleyince babam duraksadı:

-Bu yaz gününde köylerde ne yapacaksın ki, okullar kapalı, öğretmenler çoktan köyleri terk etti. İşi olmayan insan yazın köyde neden dursun? diye de sordu. Eğitmen Mustafa Ağabeyi sordum. Babam, Mustafa Ağabey için:

-O başka, onun yurdu yuvası burası, ter, toprak içinde işlerini sürdürüyor.

Gelenler olunca konuşmamız kesildi. Gelenler, yakın komşularımızdı, ağız ucuyla da olsa hal hatır soruldu, uzun zamandan beri köye uğramadığım söylendi Oysa çok değil iki yıl deyince iki yıl bir askerlik süreci olarak adlandırıldı. Askerlikte bile iki yıl birkaç kez izinlerle bölünüyormuş. Geçen yıl kendi isteğimle okulumda kalıp çalıştığımı anlattım. Anlatırken de sırtımın terlediğini duyar gibi oldum. Çalıştığım alanın ne olduğunu sorsaydılar ne diyecektim? Piyano desem kimse bir şey anlamayacak. Onlara göre müzik, def dümbelek, çengi işi. Köyün davul-zurnacısı Topal Yusuf’la oğlu Halil. Dünyanın dillere destan müzik üstadı da Kırklareli’deki Soğan Mustafa, onun üstüne zurna çalan yoktur. Bizim kahvede söz birliği ile benimsenmiş üstün insanlar vardır. Müzik alanında Soğan Mustafa, onun gibi zurna çalan görülmemiştir. Onuncu Yıl Marşını, Dağlar Dağlar Viran Dağları, Alişimin Kaşları Kare’yi, Trampetler Çalınır Davul mu Sandın’ı onun gibi döktüren görülmemiştir. İnsan gücü olarak da Tekirdağlı Hüseyin! Adam, araba giderken şaka olsun diye tekeri tutunca hayvanlar arabayı çekmek için yerlere yatıyormuş. Kendisine meydan okuyanlara, kızınca tepesi üstü yere çakıyormuş. Asker olarak da General Fikri Tirkeş’i ağızlarından düşürmezler. Tirkeş paşa subayları öyle elinin içinde oynatıyormuş ki, birini çarşıda pazarda görünce feleğini şaşırtıyormuş. Binbaşıları tokatlıyormuş. Böyle bir olaya tanık olan yok, hep duymuşlar. Gerçekte Fikri Tirkeş Paşayı gören de yoktur. Bunları bildiğim için zevkle çalıştığım alanı söylemekten çekiniyorum. İşin ilginç bir yanı da bizim köylüler Bektaşi tarikatından olduklarını söylerler. Herkesin “Gizli-mizli” dediği toplantılarında nefesler söylenir. Güzel nefes okuyanlar da kendi aralarında çok makbul sayılır, sevilirler. Düğünlerde, bayramlarda güzel şarkılar söyleyenler parmakla gösterilir, sevgiyle anılır. Nefeslere bağlamayla katılanlar el üstünde tutulurlar. Öyleyken onlara “piyano çalışıyorum, dünyanın saygıyla andığı bestecileri tanıyorum, onların eserlerini Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ile birlikte her cumartesi konserlerinde izliyorum!” diyemiyorum.

Konuşmalar arasında izin isteyip eve çıktım. Ablam yalnızdı, boynuma sarıldı, sevindiğini söyledi, arkasından ağladı. Hep böyle yapar, önce kendi için sevinir, sonra da annemi anıp, bu günlerimizi göremediğine hayıflanır. Biz konuşurken yan odadan bebek sesi geldi. Küçük ablamın bebek beklediğini biliyordum, onun sandığım için:

-Ablamın oğlu var, kız bekliyordu, kız mı? diye sordum. Ablamın yüzü değişti:

-Erkek ama bebek Şerife’nin değil, biz sana yazamadık, bebek benim torunum. Sen gittikten bir süre sonra aniden karar verildi, Gülsüm’ü evlendirdik. Ali ağabeyinin bir çocukluk arkadaşının oğlunu damat olarak aldık. Senin bunu istemeyeceğini düşünerek, oralarda canını sıkmak istemedik. Damadımız, iyi çıktı, şikayetçi değiliz ama askerliği yakınmış, hemen aldılar. Oğlunu büyütmeye çalışıyoruz. Küçük ablamı sordum. Ablam, henüz doğum yapmamış ama gün sayıyormuş. Nedense bundan da hoşlanmadım, sanki olaylar benim rahatımı kaçırmak için sıralanmış gibiydi. İçimden içimden de güldüm; ya Hüsnü Yalçın’la Emrullah Öztürk arkadaşlar benim çağrıma uyup gelseydi! Bir an yorulduğumu duyumsar gibi oldum, her zaman kaldığım odaya ablam bir yatak serdi, öylece yatağa uzandım. Hasanoğlan’ı, son günleri, arkadaşları, onların da benzer olaylarla karşılaşabileceğini düşünürken uyumuşum. Uyandığımda, köpeklerin havlaması bana köyü anımsattı. Yatağı yokladım, yerdeyim. Köyde olduğumu ayırdına vardım, karşılaştığım olayları bir daha gözümün önünden geçirdim. Olağan karşılayıp gözlerimi kapadım.

 

14 Temmuz 1945 Cumartesi

 

Babam çoktan kahveyi açmış. Gelen giden pek olmuyormuş ama o, alışkanlığını sürdürüyormuş. Bana bir şey demedi ama sanırım uzun uyuduğumu görünce kuşkulandı. Ablamla konuşmalarını dinledim Babam:

-Bir şeyler yedi mi? deyince ablam:

- Yedi, yedi, iştahı yerinde! deyince babamın sesi değişti. Eğitmen Mustafa Ağabey, geldiğimi duyunca kahveye gelmiş:

-Akşam, gene uğrarım! deyip ayrılmış. Babamla birlikte kahveye indim. Kahve bomboş. Yaz günleri, gündüzleri hep böyle olur. Eskiden, kahve böyle boş olunca, yalnız kalmaktan hoşlanırdım. Babamla konuşmak hoşuma gidiyordu. Sanırım babam da hoşlanıyordu, bahaneler bulur bir olay anlatırdı. Nedense bugün birileri gelsin istiyorum. Besbelli babam da benim gibi düşünüyor, sanki birini bekliyormuşçasına, ikide bir karşı yola bakıyor. Neyse yalnızlığımız uzun sürmedi; Köyde Çolak Hamza olarak anılan Çanakkale Savaşı gazilerinden Hamza Amca geldi. Hep neşelidir. “Maşallah, maşallah!” dedikten sonra bir giriş yaptı:

-Dün gelirken seni gördüm. Bu şimdi böyle yalnız geliyor ama yakında “Düt, düt” yaparak geçecek yanımızdan! Acele etme Hamza! dedim o da olacak! Helâl süt emenlerin hakkıdır, bunlar! Arkasından da:

-E, bu kez çok uzattın, ben mi yanılıyorum; iki, üç yıl oldu sanırım. Yaşlandık artık, sayıları da unutuyoruz! Babam iki yıl olduğunu söyledi. Hamza Amca bundan sonra Ankara hakkında sorular sordu. Zühtü Beyi görüp görmediğimi, onun seçim zamanlarında buralara gelip seçimden sonra yok olduğundan yakındı.

-Çiftçilerin malları heder ediliyor, hakkımızı korusun diye onları Meclise yolluyoruz, adamlar orada dut yutmuş gibi susuyorlar. Adamı Gazi, aramızdan bizim haklarımızı korusun diye aldı götürdü. O gün bu gündür bizimki arpacı kumrusu gibi susuyor. Yapamıyorsa bıraksın gelsin efendim! diye söylendikten sonra sesini yumuşatarak gene sordu:

-Gördüğün oluyor mu?

Olayı olduğu gibi anlattım. Zühtü Akın’ın oğlu İsmet’le onların köyünde birlikte okuyorduk. Ankara’da da buluşuyoruz. Ancak babasının işlerinden o söz etmediği için biz de inandırmak için Kadir’i de işin içine sokarak) sormuyoruz.

Hamza Amca, oldukça anlayışlı, giderek benimle ilgili sorular sordu. Evlilik için geç kalmamamı, şimdiden söz kesmemi önerdi. Hamza Amca’nın kız kardeşi İstanbul’da yaşamaktadır. Evlenmiş, gençlik süresince köy gelmemiş. Damatları köyü sevmiyormuş. Onlar da bir iki kez gelip gittikten sonra ayaklarını kesmişler. Hamza Amca:

-Ne de olsa kardeş, uzun süre ta oradan kalbinin atışını duyar gibi oldum. Çocukları oldu, sevindim, görmek istedim. Görmek için İstanbul’a da gittim. Sonra sonra da kendime sordum:

-Hamza sen istiyorsun ama acaba onlar istiyor mu? İsteseler gelmezler mi? Böyle diye diye büsbütün uzaklaştım. Baktım ne bizim çocuklar ne de onun çocukları karşılıklı bir talepte bulunmuyorlar. İhtiyarlığı bahane sayarak defteri kapattım! Ya bak işte, köylülükle kasabalılığın böyle bir tarafı vardır. Bak sizin Hasan; çok farklı, ikide bir geliyor ama, yalnız geliyor. Eşini, çocuklarını getirmiyor.

Hamza Amca olayı rahat anlatsa da belli ki bu konuda rahat değildi. Sonuçta bana nasıl bir öğütte bulunacaktı; bunu beklerken gelenler olunca konu değişti. Sil yeni baştan Hoş geldinler, teşekkürler, sağollarla Ankara üstüne konuşulmaya dönüldü. Genel ilgi, komşu köylümüz, Milletvekili Zühtü Akın! İlk soru:

-Zühtü Akın’ı görüyor musun? Soru sorulunca söze karışan oluyor:

-Görmez olur mu? Ankara, avuç içi gibi bir yer, İstanbul değil ki!

-Nerde görecek onu? Onlar halk arasına çıkmaz. Çoğu kumar oynamaktan başını kaldırmaz!

-Ne kumarı yahu, adamlar kanunlarla uğraşıyor, kanun yapmak kolay mı?

-Ne kanunu yahu, kanun yapanlar belli insanlar, hukukçular, köyden gidenler kanun mu yaparmış?

-Nerden çıktı bu kumar işi, Zühtü Akın böyle işlere girer mi?

-Sen onu külahıma anlat, aldıkları onca parayı ne yapıyorlar sanıyorsun! Kumar sözü ilgi çekti, tekrar soruldu:

-Sahi öyle bir söz duyulmuştu, doğru mu?

-Vallahi ben başkasının yalancısıyım, kendi köylüleri böyle söylediler! Eğitmen Mustafa Abi gelince konuşmalar kesildi. Mustafa Abi hiç değişmemiş, gene öyle güleç, neşeli, herkesi selâmladı, bana sarıldı. Görüştüğümüze şükür! dedi. O gelince konuşmalar durdu. Herkes Mustafa Abi’nin söyleyeceklerini bekler gibiydi. Mustafa Abi, benim yerimi boş bırakmadıklarını iki öğrenci gönderdiklerini, bunu önümüzdeki yıllarda üçe, dörde çıkarmak niyetinde olduklarını anlattı. Arkasından bir soru geldi:

-Bunlar çoğalınca sizin pabuçlar dama atılacak mı? Mustafa Abi, olgun, gülümseyerek:

-Pabucun dama atılmasının ne demek olduğunu bilmem ama Devlet Hizmetinde olanların belli bir yaştan sonra emekli oldukları bir gerçektir.

- Yaşlanınca benim de çekilmem normal değil mi?

O güne dek gelecek arkadaşlarımız beni üç sınıf okutmaktan kurtaracak! Konu Eğitmenlik üstüne döndü. Mustafa Abi, Köy Enstitüleri, özellikle Trakya’da ihtiyacı karşıladığı için sayılarının azaldığını, Kepirtepe’nin geçen yıl 200, bu yıl 40 öğretmen çıkardığını, gelecek yıl mezun vermeyeceğini ondan sonraki yıllar için her yıl yüz öğretmen çıkarmayı amaçlandığını anlattı. Mustafa Abi konuştukça, ilgisi benim dikkatimi çekti. Konuşmalar benim olmamla ilgili gibiydi ama nedense ilgi Kepirtepe üstüne doğru gidiyordu. Öğretmenler çoğalınca ne olacaktı? Mustafa Abi’nin karşılığı kesin, susturucu oldu:

-Onu devleti yönetenler düşünür? Komşumuz Pehlivan Ali, sordu:

-O devleti yönetenler dediklerin, öğretmenlere vermesi gerekenleri vermiyorlar ama! Ben bizim Ali geldikçe dinliyorum, hiç de güzel şeyler söylemiyor. Bu arada öğrendim, Pehlivan Ali’nin kardeşi Pehlivan Mustafa’nın oğlu Ali Kepirtepe’de öğrenciymiş. Mustafa Abi;

-Okuldaki haberlerin çoğunu öğrenciler köylerinden götürür. Bizim Trakya halkı biraz dedikoducudur. Biz Eğitmenler için de yıllarca dedikodu yaptılar. Sekiz yıldır aranızdayım; var mı bir şikâyetiniz?

-Estafurullah, o nasıl söz, biz memnunuz! Pehlivan Ali, sözüne açıklık getirmek istedi. Nedense birkaç kişi birden susturdular:

-Bilmeden çocuğun verdiği yarım bilgilere göre konuşma!

Mustafa Abi, bir süre burada olduğum için konuşacağımızı umut ettiğini söyleyerek ayrıldı. O ayrılınca da ötekiler birer ikişer gittiler. Kahvede yalnız kalınca babam önce köylülerin bilmedikleri konularda yaptıkları boşboğazlıktan yakındı. Arkasından da bunu bilerek yaptıklarını, sürekli başkalarından hınç almak istediklerini anlattı. Bu akşamki konuşmaların da belli bir amaca yönelik olduğunu, iki yıl önce de benin arkamdan benzer konuşmalar yaptığını, söylediklerinin doğru olmadığını defalarca anlatmalarına karşın tekrarladıklarını anlattı. Babam böyle söyleyince benim de aklım takıldı:

-Benim arkamdan ne söyleyebilirler ki? Birden bir bayan dedikodusu uydurabilirler! deyip sözü uzatmadım.

Babam kahve boşalınca, sabah için hazırlık yapar. Su güğümünü (çay suyu kaynatılan kap) temizleyip taze su doldurur. Ocak kömürünü hazırlar. Babama yardım ettim. Babam, konuşmasını değiştirip, damattan söz etti:

-Ahmet, tam işe alışırken bıraktı gitti. O gidince Ali gene işinin başına döndü. Böylece benim işim gene bana kaldı. Kırk yıldır alıştığım bir iş olduğu için yüksünmüyorum ama, günden güne de yorulmaya başladığımı fark etmeye başladım. Ali, zaman zaman kahveyi kapatalım diyor. Kahveyi kapatınca oyuncağı elinden alınmış çocuğa döneceğimi düşünerek biraz daha sürdürmeyi düşünüyorum. Köyde ikinci bir kahve açıldı, müşteri de azaldı. Zaten kar düşündüğümüz yok. Bizim mahalleli özellikle de bizimkilerin gelmesi bile yeterli. Eski kahve olduğundan köye gelenler bize gelmeden edemiyor. Dükkândaki ufak tefek satışlarla, kâr etmesek bile zarar çekmiyoruz. Sekseni bulursam bırakacağım!

Babam konuşurken yaşını anımsadım. Babamın anlattığına göre 1867 yılında doğmuş. 33+45=78. Babam, 78 yaşında. Demek kendine bir sınır koymuş. Hem sevindim hem de üzüldüm:

-Bilinçli bir yaşam! Sokrates’in dediği; “Kendini bil!” bu olsa gerek…

Yatınca köyde geçen ilk günümü değerlendirmeye çalıştım. Erich Maria Remarque’ın romanının adını anımsadım:

-Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok! Gene de bizim köyde var. Yan odada, ablacım, beşik sallıyor. Geldiğimi duyunca beşiği bırakıp geldi. Benden önce sanki soracağımı bilmiş gibi açıkladı:

-Az önceye dek Gülsüm baktı. Ne yapsın, gün boyu orak salladı, gözlerinin kapandığını görünce dayanamadım! Ablacığım, düpedüz bana yalan söylüyordu; sanki başka geceler o bakmamış gibi benden inanmamı bekliyordu! Ablamı düşünürken Gorki’nin Ana romanını anımsadım; Ana Pelageya! Sanırım tüm anneler bir parça Pelageya! Bu benzerlik nereden geliyor? İşte bunu bilmek sanırım bilgi sahibi olmakla ilgili...

 

15 Temmuz 1945 Pazar

 

Dün sabahın tersine erkenden uyandım. Ali Ağabeyimin sesini duydum:

-Efendi uyuyor mu? İncitici bir söz! Ali Ağabeyimi bilmesem hemen kalkıp cevaplarım. Ancak Ali ağabeyim böyle konuşmaları sever. O, kullandığı sıfatları, karşısındakine yakıştırdığı için değil, kendisi kullanmak istediği için söyler. Sıradan insanlara “Beyim, Paşam, Efendi! dediğini bilirim. Bugün de bunlardan birini benim için seçmiş deyip geçtim. Kalkmam gerekirdi belki ama kalkmadım. Bu kez de ben kendime göre bir tavır takındım. İnsanlar işe giderken kalkıp aralarında olmak, onlar giderken Güle güle deyip dönüp yatmak yerine, görünmeden gitmelerini beklemeyi yeğledim. Herkes ortalıktan çekilince kalkıp kahvaltı ettim. Ablam sordu:

-Bebekle hiç ilgilenmiyorsun, adını bile sormadın? Özür diledim, “Daha çok küçük, nasıl ilgileneyim? Adını sen söylemedin, nasıl olsa öğreneceğim, uzun süre kalacağım, konuşacağız diye acele etmiyorum!”dDedim. Ablam söyledi, bebeğin adı Zülfü! Zülüf bildiğim bir söz, zülfü ise çok ünlü adların kesilmiş şekli, azıcık duraksadım. Zülfikâr, Hazreti Ali’nin kılıcının adı. Zülküf, bir peygamber adı. Ancak Zülfü’nün ad olduğunu ilk kez duyuyorum. Babası asker, çavuşunun adı Zülfü imiş, babası öyle istemiş. Bunu duyunca ilgisizliğimi bir ön sezgiye bağladım. Bizim ailede, benim bildiğim tüm adları babam seçer. Küçük ablamın oğlunu eniştem, askerlikte tanıdığı çavuştan aldı, Saim. Ailemiz dışında bir ad. Bu da ikincisi oldu, gene bir meçhul çavuş adı, Zülfü. Öteki adların seçicisi babamdı. Yahya için hem peygamber hem de Yemen kahramanlarından birinin adıymış. Ali Rıza için ise, Balkan Savaşı savaş sonrası, Yunan işgalinde Trakya’da kahramanlıklar gösteren, babamın yakından tanıdığı Ali Rıza Dursunkaya’ dan esinlenilmiş bir ad.

Kahvede, dayı dediğim, köydeki yaygın adı ile Abdi Ahmet olarak anılan aynı zamanda köy korucusu olan Ahmet Dayı ile bir süre konuştuk. Onun da benimle ilgili anıları varmış, neşelenerek anlattı. Özellikle sünnet olayını canlı canlı anımsattı. İşin ilginci o anlatınca mı anımsadım, sahiden belleğimde o denli canlı mı idi, anlattıklarını bir daha yaşadım. On kadar arkadaş bir günde sünnet olmuştuk. Birliktelik işini babam kotarmıştı. Sıra ile bizi yatırdılar, dikkatle bekliyoruz. Ahmet Dayı, bana geldi:

-Sen çok cesursun, en güzel sapanı sen atıyorsun, sana yeni bir lâstik sapan alındı, yanında bir de zilli mızıka var; gel onları alalım, deyip sarılmıştı. Bıraktığı zaman bir yabancı yüzle karşılaştım. Bir karışıklık oldu, az sonra kendimi, ilk yattığım yerde buldum. Bektaş ağabeyim ellerimi tutuyordu. Gerçekten lâstik sapan, zilli mızıka vardı. Ancak gözlerim öteki arkadaşlardaydı. Hepsi ağlaşıyordu. Bektaş Ağabeyim beni oyaladı. Belli ki yalandan icatlar çıkarıyordu. Mızıkayı üflüyor ses çıkaramıyordu. Tersinden üflediğini görünce uyarmıştım. Bu uyarım, bende bir cesaret yarattı, mızıkayı alıp öttürmeye başladım. Yakınımdaki arkadaş istedi, verdim. Mızıka havayı değiştirmişti. Ağlayanlar oldu vakit geçtikçe yatanlar birer ikişer ayrıldı. Dört arkadaş kalmıştık.

Ahmet Dayı, bunları, sanki o günü anlatır gibi canlı anlattı. Bununla da kalmadı, bir başka olayı da, tam benim belleğimdekine uygun tekrarladı. Yaş ve de düşünce ayırımımda olduğundan, bunu sık sık düşündüğüm hattâ yazdığım için olay gerçeğine uygun beynime yerleşti. İlkokul 4. sınıftayken okulda öğretmen olan ama dersime girmeyen bir bayan öğretmen (Fıtnat Öğretmen) bir gün elime bir sepet tutuşturup:

-Sizin bağınız varmış, bana bunu doldur getir! dedi. Okulumdaki öğretmene bir sepet üzüm getirmeyi onur saydım. Sepeti götürüp bağla ilgilenen Bektaş ağabeyime verdim. Bektaş ağabeyim bir gün sonraya hazırladığı sepeti sabahleyin elime verince sevinerek okula götürdüm (okul köyümüze 4 km. uzaklıktaki Hamitabat köyündeydi), götürdüm ama kollarımın ağrımasına katlanarak! Öğretmen teşekkür bile etmedi. Bir hafta sonra aynı sepet gene elime tutuşturuldu. Sepet elimde köye dönerken içimde bir tepki belirdi:

-Kendi öğretmenim istemiyor başka sınıfın öğretmeni benden üzüm istiyor. Sepeti önce götürdüğümde babam, Ali Ağabeyim görmüştü; elimde görürlerse doldurup gönderirler kuruntusuna kapılıp köprüden geçerken sepeti elimden attım. İki gün sonra öğretmen sepeti sorunca kem küm ederek, sonra getireceğimi söyledim. Onu izleyen günlerde okula gitmedim. Okulun açık olmadığını, öğretmenin hastalandığını söyleyerek birkaç gün kazandım. Evde herkes işinde ben de rahatımdaydım. Kahvede babama yardım ettiğimden olay unutuldu sayıyordum. Bir gün Ali Ağabeyim atlı araba ile kahve önüne geldi. Her zaman gelir, babamla dükkâna alınacakları konuşup giderdi. Oysa bugün konuşmalar uzamıştı. Merakla arabanın yanına gittim. Sanki beni bekliyormuşlar, Mahmut, Bektaş Ağabeylerimle Abdi Ahmet Amca da arabanın yanına geldi. Ali Ağabeyim bana:

-Seni de götüreyim! deyince telaşlandım ama okul aklımdan bile geçmiyordu. Ali Ağabeyim:

-Uzağa gitmeyeceğiz köyün altına kadar! deyince kuşkulandım; uzaklaşmaya çalışırken Mahmut Ağabeyim bana sarıldı, Bektaş ağabeyim bacaklarımdan tutarak arabaya koydular. Abdi Ahmet Amca “bağırıp çağırma sonra seni karakola götürürler!” dedi. Kıskıvrak Hamitabat ilkokulu önüne götürüldüm. Başöğretmen Nuri Bey geldi. Beni suçlu saymayacağını söyledi, Ağabeylerime teşekkür etti. “Bir daha böyle yaparsa jandarma göndereceğim” dedi. Elimden tutup arkasını dönerken belimdeki kınlı bıçak düştü. Bıçak Bektaş ağabeyimindi ondan habersiz almıştım. Nuri Bey bana sordu:

-Bu bıçak senin mi?

-Hayır, Bektaş Ağabeyimin!

- Almak için izin istedin mi?

-Hayır, anlamında başımı oynatınca; yanağıma Nuri Beyin şamarı yapıştı. Arkasından da:

-Bak seni dövmeyecektim ama bu yaptığın büyük bir suç, bunu hak ettin! dedikten sonra Ağabeylerime teşekkür ederek:

-Merek etmeyin bundan sonra bizim adamlarımız onu takip edecekler, okula bir gün bile gelmemezlik edemeyecek, bundan emin olun! deyip beni okula götürdü.

Bundan sonrasını bilmediği için Abdi Ahmet Amca susunca, ötelerini ben bir çırpıda sıraladım; salt o yıl değil, devrisi yıl 5. sınıf süresince de tek bir gün okuldan kalmadığım gibi devam, tertip ve düzen dahil tüm derslerden pekiyi dereceli diploma alarak okuldan ayrıldım. Köy Enstitüsü diplomamın pekiyi olmasını da buna bağlıyorum. Nuri Beyin tokatı bana bir başka ders de verdi. Yaşamım boyu üstümde çakı, bıçak gibi bir nesne bulundurmadım. Yedek Subaylığımla İlköğretim Müfettişliğim dışında tabanca da taşımadım. Oysa kamp atışlarında on ikiden vurdukça tüfeklere ilgi duymuş avcılık yapmak bile aklımdan geçmişti.

Bir ara eve döndüm, Şerife Ablam geldi, Saim okula başlamış ikide bir:

-Dayım gibi okuyacağım! deyip duruyormuş. Kepirtepe’de okuyan Yahya geldikçe Saim’i de oraya götüreceğini söylediğinde Saim:

-Ben oraya gitmem, gidersem çok uzaklara dayımın yanına giderim! diyormuş!

İçimden:

-Dayısının Kepirtepe’de çektiklerini ne bilsin, çocuk! Ablam çekine çekine biberleri sulayıp sulamayacağımı sordu. Severek, dereye indim. Biber deniyor ama salt biber değil, patlıcan, domates, nane, pek tanımadığım bitkiler var. Her cins arıklara ayrılmış. Arıklarına dökünce sular tüm arığa yayılıyor. Su, altı yedi basamaklı toprak merdivenli akan dereden alınıyor. Bu işi çocukluğumdan beri yaptığımdan hiç yadırgamadım. Tam bitiriyordum, evi tam karşıda olan Salim Amcam geldi:

-Vay, vay, vay; Ankaralı gelmiş de bize haber bile vermiyor! diyerek güldü, sarıldı. Bir süre konuştuk. Salim Amcamın Arifiye macerasını sezgilerimle kendim kotardım. O açmazsa söz etmeyeceğim, bu nedenle bekledim. Salim Amcam sanki benim düşlediğim yerlerde yoktu. Ben de sustum, yanılmış olabilirim. Başka gelenler oldu bir süre ayaküstü konuştuktan sonra ayrıldık. Sanki köye iyice alışmıştım. Arkadaşlarımdan Nebi’lerin evi önünden geçerken Nebi’nin annesi “Hoş geldin! dedi. Yenge hiç değişmemiş gibi geldi. Kendimi toparladım, o mu? Yoksa kendisine benzer biri mi? Oydu. Nasıl olur? Yıllarca önce çocukluğumuzda kız kaçırma oyunları oynarken adaşım İbrahim utturmuştu:

-Ben Nebi’nin annesini kaçıracağım. Bunu bir süre konuşmuştuk. Bir gün teyze bize çıkıştı:

-Bir daha sizi burada görmeyeyim, bıktım sizden! Bunu, İbrahim’in seçimine yorduğumuzdan o semte bir daha oyun için uğramamıştık. Yalnız olarak gitmiştim, zaten hemen hemen her gün atları suya oradan götürüp getirirdim. Teyze bana güler yüzle bakardı. Kepirtepe yıllarında da uğradığım olmuştu. O günlerden kalan yüz sanki hiç değişmemiş gibi geldi. Olur mu olmaz mı? Oscar Wilde’i, onun Dorian Gray’in Portresi’ni anımsadım. İnsan yüzleri zamanla değiştiği gibi değişmeye de bilir mi?

Ali Eniştem haber göndermiş:

-Kahvede doğru dürüst konuşulmuyor, beş on dakikasını alacağım! demiş, Bu benim de işime yaradı. Hayatta ışığı görünce yengelerim de gelirler. Kahveye inmedim. Gülsüm, Ali ağabeyim hep birlikte yemek yedik. Ayşe, Fatma yengemler geldi. Ali Eniştemin evinden görünüyor, yabancı insan var diye o gelmeyi geciktirmiş, yengemler ayrılınca geldi. Ali Eniştemle çok sınırlı konularımız vardır. O insanların okuması gerektiğine inanmış, kendisi bunu yapamadığı için çok üzgün. Çocuklarını okutmak için şimdiden tasalara düşmüş. Arka arkaya iki kez 3’er yıl askerlik yapması ekonomik olarak belini bükmüş. Devletten yakınıyor, elindeki hububat fazlasını almasına karşın ederini bir ya da iki yıl sonra ödemesi anlaşır gibi değil deyip kaşlarını kaldırarak yüzüme bakıyor. Eniştemin konuşması beni de etkiledi. Saim 4 yıl sonra ilkokulu bitirecek. Ben bu zaman içinde okulumu bitirip askerliğimi de atlatmış olacağım. Saim’i yanıma neden almayayım? Belki de bir yıl sonra olur, bir yıl gecikme fazla bir süreç değil. Enişteme söz verdim. Eniştem çok memnun oldu. Hemen ablam için:

-Şerife buna çok sevinecek, gider gitmez söyleyeceğim! dedi.

Eniştem ayrılınca ben de sanki bir şey yapmışım gibi rahatladım:

-Niçin olmasın? Saim’i yanıma alır, güzel bir çalıştırır sınavlara sokarım. Liselere giremese bile sanat okullarına neden girmesin? Yapı Usta Okulu aklıma takıldı. Namık Öğretmen orasını bitirdi, öylesine memnun ki, kardeşi Kenan’ı da oraya yerleştirip oradan çıkarttı. Yapı Usta Okulu’nu bitirenler Köy Enstitülerini kuran insanlar. Bir çok Köy Enstitüsü onlara bile muhtaç.

Eniştemden sonra, kendime güzel bir görev yüklediğim için oldukça rahatladım.

Yatınca bir ara Salim Amcamı anımsadım, acaba Arifiye’yi defterden sildi mi? Yoksa ben Yıldız’a haksız olarak mı başka türlü bakıyorum? Bakışımda bir kötülük olmadığını bildiğimden gocunmaya gerek olmadığını düşündüm. Birden aklım gene Saim’e takıldı. Ben kesin karar verdim ama gene de başka bir şans tanımakta yarar var. Saim Kepirtepe için hazırlanmalı. Orası olmadığı zaman ben devreye girmeliyim. Bunu, bir fırsat bulunca enişteme de ablama da ayrıntılı olarak anlatacağım. Kepirtepe daha sonra okuması yollarını da aralıyor. Üstelik askerlik kısa, Yedek Subay olarak yapacak; Eniştemi yıldıran uzun süreçler söz konusu değil. Saim’i köy okulu düzeyinde bırakmayacağıma inanarak uyudum.

 

16 Temmuz 1945 Pazartesi

 

Gece bir iki kez uyandım. Değişen bir şey yok, köpekler sürekli havlıyor. Bizim ev köyün oldukça dışındadır. Kuzey doğumuz, Kuru Dere denilen çayır-çimen kırlıktır. Kuzeyimizdeki komşumuz Furtun Şeriflerle aramızda bizim altı dönümlük, arpalık dediğimiz tarla vardır. Doğu güneyimizde büyük bir arsa ile Kahve bulunmakta. Güneyimizde bize en yakın Pehlivan Ali’nin eviyle aramız da yakın sayılmaz. Bu nedenle ben, bizim evi neredeyse köyün dışında sayıyorum. Böyleyken köyün köpeklerinin gece havlamalarından yakınıyorum. Köyün ortalarında oturanlar bu seslere nasıl katlanıyorlar, merak ediyorum. Bu konuyu açsam, biliyorum onlar, konuyu düşünmek yerine benim bunları düşünmeme şaşacak, belki de kendi mantalitelerine göre umulmayan yorumlar yapacaklardır. “Kestane kabuğundan çıkmış, kabuğunu beğenmiyor!”, “Kendini ne sanıyor?”, “Adam olmuş (!)” türü sözleri tekrarlayacaklardır.

Sandığımdan daha çabuk alıştım. Kendi davranışlarımı da doğal sayıyorum; kalkıp tarlaya gitsem, benden istenenleri yapamayacağımı biliyorum. Öyleyse, yapmacık tavırlara kalkışmayayım!

Ablam, sütlü kahvaltı hazırlamış, kalkınca, kendi kendime kahvaltımı ettim. Babam, sabahları kuyudan su çeker, ona yardım edersem makbule geçeceğini biliyorum. Kahveye indim. Geç kalmışım babam kuyuya bir sefer yapmış bile. İkinciyi ben yaptım. Bekârların kuyusu. Bekâr Hasan, oğlu Arif, ben 5. sınıftayken Hamitabat okuluna başlamıştı. Sekiz yıl geçti, Arif şimdi tarlada. Bekar Hasan Amcanın ilginç askerlik öykülerini anımsıyorum; sık sık anlatırdı. “Seferberlikte, Galiçya’ya gittim!,, Galiçya neresi? Uzun süre bunu öğrenememiştim. Kahvede dinlediğim askerlik öykülerinin en etkilisi benim için o olurdu. Yemen’den Fizan’dan söz edilirdi. Fizan için bir ölçü verilmezdi. Ancak Yemen için gidip gelme yedi yıl olarak söylenirdi. Galiçya denince de susulurdu. Hasan Amca gidince de kimi zaman arkasından dedikodusu yapılırdı:

-Ne Galiçya’sı, gittiği yeri yanlış bellemiş. Gidilen bir yer olsa başkası da giderdi; var mı başka Galiçya’dan söz eden? Galiçya’nın Avusturya’da bir yöre olduğunu öğrenince Hasan Amca’yı töhmetten kurtarmıştım. Galiçya’yı öğrendikten sonra ilk gelişimde Hasan Amcayı konuşturup Galiçya hakkında bilgi vermiştim. Hasan Amca Galiçya hakkında bilgi vermemekte haklıydı. O bir askerdi, bağlı bulunduğu alayla gitmişti. Gittiği yer bir kent değil, bir yörenin adıydı. Tıpkı Trakya, ya da Rumeli, Anadolu gibi…

Mahallede hemen hemen herkes gördüğü için alıştım, merhabalaşıp geçiyoruz. Köyde, ebelik yaptığı için Alikoç Ebe denilen teyze ile karşılaştım, arkadaşı sordu. Kepirtepe’de son sınıftayken arkadaşım Halil Basutçu ile gelmiştim. Halil o zaman sürekli bir baş ağrısından yakınıyordu. Bu ablama söylemiştim. Ablam da bunu Alikoç Ebe’ye sormuş. Ebe bir gün bir bahaneyle bize geldi. Yaşlı bir teyze olarak onunla konuştuk. Çok konuşkan bir insan Halil’in yedi sülalesini sordu. Söz uzayınca Halil baş ağrısından da söz etti. Halil, Faruk Nafiz Çamlıbel’in Akın piyesinde İstemihan rolünü oynamıştı. Söz arasında Halil’i övme amacıyla çok başarılı olduğunu anlatmıştım. Belki gereksizdi ama Akın piyesinin kısa bir özetini de anlatmıştım. Alikoç ebe ayrılırken Halil’e bir anne gibi konuşarak (evli kızı, damadı, torunları var) öğütler verdi, uymasını önerdi. Olaydan iki hafta sonra köy geldiğimde ablam bana:

-Senin arkadaşına söyleyemedik ama Alikoç Ebe onun için:

-Sırılsıklam aşık! İçini kimseye açamadığı için sıkıntısı başına vuruyor; önemli değil, geçici bir durum, kaygılanmayın! demiş. Akın piyesinde İstemihan’ın kızı, okulun en güzel kızlarından biriydi. Güzelliği yanında ağır başlılığı ile de tanınıyordu. Üstelik rolüne de çok uygun düşmüştü.; gerçek bir Han kızı gibiydi. Halil gerçekten bir süre sonra toparlandı, iki yıldır da herhangi bir sağlık sorunu yok. Alikoç Ebeyi görünce bunları anımsadım.

Sanırım babam, benim sıkıldığımı ya da sıkılacağımı düşünüyor. Bir ara yanında kitap getirdin mi diye sordu. Getirdiğimi, biraz dinlendikten sonra okumaya başlayacağımı söyledim. Hamitabat köyüne bizim köylüler Domuzormanı derler. Domuzormanlı arkadaşın nasıl? diye sordu. Kadir’in babası oğlundan çok şikâyet ediyormuş. İyi olduğunu, akşam sabah birlikte olduğumuzu aynı masada yemek yediğimizi anlattım. Babam sevindi, Kadir’in gelip gelmediğini sordu. Birlikte geldiğimizi, Kadir’le birlikte çalışacağımızı anlattım. Babam:

-“Öyleyse ben ona bir dahaki gelişinde azıcık çıkışayım; sen ne istiyorsun oğlundan? Diyeyim” diyerek güldü. Biz konuşurken köyün yaşlılarından Damgalı Dede geldi. Babam yaşında ama oldukça çökmüş. Ancak konuşkanlığı sürüyor. Damgalı Dedeyi bir zaman çok dinliyordum, özellikle eski olayları ayrıntılı olarak anlatıyordu. Sonra sonra ondan çok yakınanları tanıdım. Dede oldukça acımasızmış. Bunları öğrenince ben de çekinmeye başladım. Örneğin Ali Eniştem Damgalı Dede’nin torunu. Ancak torunu ile dede dargın. Dedenin oğlu yani Ali Eniştemin babası şehit olmuş. Eniştem birkaç yaşlarında, kardeşi Fatma da daha bir yaşında. Dul kalan anneyi dede, gelinini, iki torunu ile baba evine göndermiş. Eniştem büyüyünce köyüm deyip gelmiş. Gelmiş ama dede evine almamış. Eniştem de geri dönmeyeyim deyip köyünde kalmış, kardeşiyle annesini de getirmiş.. Bizim köyde bir gelenek oluşturulmuş. Eğer bir oğul ya da kız babadan önce ölürse onların çocukları mirastan yoksun bırakılır. Ali Eniştemle kardeşi böylece baba mirasından yoksun bırakılmış. Eniştem küçük ablamla evlenip yuvasını kurmuş, kardeşi de Bektaş Ağabeyimle evlendi. Dede mirasına muhtaç kalmadılar ama aileden dışlanmışlığı da affetmediler. Böyleyken Damgalı Dede bizim kahveye geliyor, konuşuyor. Torununun biri, kahvenin hemen arkasındaki evde, biri de bir ev ötede. İkisinin de çocukları yetişiyor. Damgalı Dede’nin evinde bir oğlu var. Makbul oğul. Ne var ki onun çocuğu olmuyor. Torunlarının torunları büyürken malının mülkünün üstüne kapaklanmış dede elinde bastonu torun çocuklarının seslerini duymazdan gelip kahvede oturuyor, konuşuyor. Tam romanlık bir olay. Fyodor Karamozof’un bir başka türlüsü. Damgalı Dede fazla kalmadı. O gidince babam:

-Küçük Ada’ya mısır, kabak, patates türü yiyecekler ektik. Çoktandır gidilmedi, gidelim mi? diye sordu.

Babamın benimle gezmek istemesine sevindim. Yakın bir yer, konuşa konuşa gittik. Çocukluğumda ürküntüyle baktığım kavaklar sanki küçülmüş gibi geldi. Küçük Ada dediğimiz yer bir yarım hisse. Daha köy kurulurken, su altı olan sınırlı bir yer küçük parçalar olarak üleşilmiş. Öteki yerlere göre küçük olduğundan adı da Küçük Ada olmuş. Babam bakacaklarına baktı, kestane kabaklarını (büyük kabaklar) düzgün olarak oturttu. Dönüşte, köyde alt yol olarak anılan yoldan döndük. Yol kenarında Salim Amcamın bahçesi var. Oradaymış, bizi çağırdı. Salim Amca babama dayı der. Karpuz yetiştirmiş, buyur etti. Babam az oturdu, kahvenin açık olduğunu söyleyip ayrıldı. Salim Amca beni bırakmadı:

-Dünkü konuşmalarımız yarım kalmıştı tamamlayalım, ben yakında Lüleburgaz’a taşınacağım, Pazar işini genişlettim. Belki görüşemeyiz deyip beni oturttu. Güzel bir bahçe yetiştirmiş. Evi az yukarıda. Buraları eskiden boştu, biz yukardan aşağıya koşarak inerdik. Salim Amca oraları kapatıp fidan ekmiş. En alt tarafa da kuyu kazmış. Dere yakını olduğu için iki metrede bol su çıkmış. Salim Amca, fidan hevesini Sapanca’da aldım, insanlar durmadan bahçe büyütüyorlar. Fidanlarla uğraşmak beni yormuyor, daha da dinçleştiriyor diyerek sözü Sapanca’ya getirince oradan konuşmak istediğini anladım. Bunu fırsat bilip, aklıma takılan konuyu kurcalamak istedim. Salim Amca’nın Kalaycı Köydeki askerliğinden girerek, onun bir gönül takıntısı olduğunu bunun bir açıklık kazanmasını düşündüm. Aklıma Yıldız geldi. Sözde Yıldız, bir konuşmamızda Arifiye’den geçerken buluşmamızı anımsamış, Salim Amca’dan da söz etmişmiş. Annesini anımsattım; Müdür, Süleyman Edip Balkır’ın özek hizmetlisi bayanın kızı! deyince Salim Amca ilgiyle:

-Bak, bak! dereden nereye! dedi. Yıldız’ın o zaman çok küçük olduğunu, annesinin onun üstüne titrediğini, onun yüzünden okulda çalıştığını, çok iyi bir insan olduğunu anlattıktan sonra kendisinin, askerliğin verdiği sıkıntıların üstesinden gelmek üzere yapmış olduğu oyalantılar sırasında birisiyle mercimeği fırına verdiğini, o kişinin annesinin tanıdığı birisi olduğu için görmezden geldiğini giderek de kendilerine yardımcı olduğunu anlattı. Salim Amca kendini affettirmek düşüncesiyle kendi durumunu anlatırken sevincimden sanki hiç dinlememiştim. Çünkü Salim Amcanın mercimeği kiminle fırına verdiğini anlamıştım. Böylece, Yıldız da benim kuşkulu bakışımdan kurtulmuş oldu. Salim Amcanın sözü bitmez. O da bunu bildiği için sık sık:

-Dilimiz var konuşmak ister, söz bitmesin ki dilimiz durmasın! deyip kaşlarını çatar. Arkasından da:

- Allah geçinden versin! deyip güler. Gene öyle yaptı, gelmemi bekleyeceğini söyleyerek beni uğurladı.

Eve uğradığımda ablam sordu:

-Yarın Ali Ağabeyin Alpullu’ya gidecek, seni de götürmek istiyor:

-Özlemiştir oralarını dedi. Belki de yalnız gitmek istemiyor, gider misin? diye sordu. Nasıl “Hayır!,, derim ki? Sevineceğimi söyledim. Oysa kısa zaman önce gitmiştim. İlgimi çekti, Ali Ağabeyim yalnız olarak Alpullu’ya neden gidiyor? Orada çok kalır mı? Gelince öğrenirim deyip yatağıma uzandım, uyumuşum. Uyandığımda havanın karardığını gördüm. Az sonra da Ali Ağabeyim geldi. Olayı kendi anlattı. Ali Ağabeyim bizim köydeki pancar ekicilerin temsilcisiymiş. Pancar taşıma başladığında taşımaların programlı olması için fabrika yönetimi bir taşım ölçüsü koyuyormuş, taşıyıcılar ölçü fazlası getirip fabrika kapılarında beklemesin diye bir kontenjan programı dağıtılıyormuş. İşte bu program yarın temsilcilere verilecekmiş. Ali Ağbeyim:

-Gelirsen sevinirim, hem eski okulunu, gelip gittiğin yolları görürsün hem de bana arkadaş olursun. Alpullu üç saat derler, ama biz iki saatte gidip iki saatte geleceğiz. İstersen erken de çıkarız. İstersen Sofuali’ye uğrar Hasan’ı da görürüz. Hasan dediği Kiremitçi Hasan Amcam, görmek isterim ama, yolun uzayacağını düşünerek, aybaşında Babaeski’ye zaten gideceğimi, o zaman göreceğimi söyleyip yolun uzamasını önledim. Uyumama karşın, uykum varmışçasına erkenden yattım. Burada 3. günümü tamamladım. 20 ya da 21 günüm kaldı. Bu kadar Çeşmekolu sayacağım. Sonra? Sonra da pek farklı olmayacak, benimki bir tür göçebelik!

 

17 Temmuz 1945 Salı

 

Ali Ağabeyim:

-Yolcu yolunda gerek! deyip kırbacı şaklattı. Faruk Nafiz Çamlıbel’in şiiri Han Duvarları şiirini anımsadım. Anımsadım ama bir türlü toparlayıp sürdüremedim. Kendi kendime bahaneler buldum, bizim atlar yağız değil. Biri kına, biri doru. Üstelik arabamız da yaylı sayılmaz. Yarım yaylı, pek öyle sallanmıyor. Gene de ilk çıkış etkileyici oluyor. Köyde ayrılıp Çeşme yoluna doğrulunca köye bir kez de oradan baktım. Bizim köy sahiden de çok küçük. Neresinden baksan öte yanı görebilirsin. Tırmandığımız yokuşun ucundan başlayan bir çukurluğun iki tarafına sıralanmış evler. Bir taraf yukarı mahalle, öte taraf aşağı mahalle.

Bunları düşünürken Çeşmeye geldik. Adı çeşme ama ortada çeşme falan yok, bir yükseltinin altında su kayıyor. Oldukça gür bir kaynak. Hasanoğlan Köyü çeşmesi de yapılmadan önce böyle çıkıyordu (o biraz daha gürdü). Köyümüzün adı bu çeşmeden alınma. Babamın anlattığına göre çeşme köyün kurulduğu 1900 yıllarının başlarında da gür akarmış. Köy kurulduktan sonra suyun yüksekten akışı için yapılan bilgisiz çalışmalar yüzünden su azalmış. Köylüler bunu anlayınca bir daha dokunmamışlar. Bu cıvarlar, daha Abdülaziz zamanında şehzadelerden Abdülhamit’e çiftlik olarak ayrılmış. Her taraf orman olduğundan yer yer hayvan ağılları varmış. En büyük kesim de bizim köyün doğu tarafındaki yamaçlardaymış. Yazları dereler kuruduğunda oradaki sürüler şimdi bizim köyün konumlandığı yerden geçen bir yolu izleyerek çeşmeye gidiyormuş. Böylece çeşme yolu oluşmuş. Köyün adı Çeşmeyolu olacakken nasılsa Çeşmekolu olarak kayda geçmiş bir daha da değişmemiş. Bu yakınlarda bir başka çeşme olmadığı için çeşme kolu olmanın bir anlamı yok. Ancak, çeşmeden sürülerin yararlanıldığını kanıtlayan izler var. Örneğin koyun sürülerinin gölgelenmesi için ulu meşeler. Mandaların serinlemesi için özel, sığ su birikinti gölleri. Sığır sürüleri için açılmış alanlar var. Bizim köylüler eski çiftliğin sürdürdüğü düzeni 40 yıldır sürdürüyor. Tek fark, sürülerin yolları değişmiş. Şimdilerde köyden çıkan sürüler, köyün hemen yakındaki Sayadere geçidinden otlaklara çıkıp öğleye dek otladıktan sonra Ardıçlık denilen tepelerden Çeşmenin su yolu olan dereye inip suyunu içtikten sonra koyun sürüleri kendi meşe ağaçları gölgelerine, sığırlar kendi alanlarına, mandalar da çamurlu göllerine ulaşıp öğle dinlenmesini yapıyorlar. Birkaç saat sonra çobanların uyarıcı seslerini duyunca yerlerinden kalkan hayvanlar geldikleri otlak alanlarını tarayarak karanlık olmadan önce köye ulaşıyorlar. Çeşme çevresinde 12 büyük meşe vardı. Bu meşelerin her birinin sahibi sürüler vardı. Beni en çok üzen de buydu. Geçmiş zamanlarda sürülerin sayılarına göre yapılan bir ayırımdan sonra değişmeler olmuş. Örneğin bizim o zaman koyun sayımız azmış, sürümüze göre daha küçük bir meşe peydahlanış. Daha sonra sürümüz büyüdü ama ilk ayırım sürdü. Neyse ağabeylerim sürüyü gene küçültünce benim sorunum da ortadan kalktı. Çeşme önünden geçerken saydım, meşeler azalmış. Ağabeyime sordum. O bu konuda çok rahat:

-Meşeler çok yaşlandı, kendiliklerinden kuruyorlar! dedi. Çeşmeden sonra yolumuz oldukça dik, atlar yavaşladı. Ağabeyim bir kez daha bana Faruk Nafiz’i anımsattı. Bu kez gerçekten kırbaç şakladı. Şiiri toparlamaya kalkıştım.

 

Han Duvarları
 
Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
 Bir dakika araba yerinde durakladı,
 Neden sonra sarsıldı altımda çelik yaylar
 Gözlerimin önünden geçti kervan saraylar.

 

Bir süre ben de durakladım. Birçok mısra aklımdan geçiyor ama, belleğimdeki anımsayamadığım sese uymuyor. Ali Ağabeyimin dikkatinden kaçmamış sordu:

-Rahatsız mı oldun? Yalan söyledim:

-Gittiğimiz yolun üstündeki köyün adını karıştırdım! Ali ağabeyim:

-Müsellim! deyince sevinir gibi yaptım. Tam bu sıra da ilk mısraı anımsadım:

 

 Gidiyordum gurbeti gönlümde duya duya
 Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya
 İlk sevgiye benzeyen, ilk acı, ilk ayrılık
 Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık..

 

Ali Ağabeyim sordu:

-İstersen Kumrular’dan geçelim, orası biraz uzar ama, Çavuş Köyü de görürüz, senin öğretmeninin köyünü…Ahmet Korkut Öğretmeni görür gibi oldum. O şimdi Edirne’de…Tam doruğa çıkınca arkalarda, ta uzakta ulu meşe ağaçları arasında Çeşme, gözüme takıldı. Gene Faruk Nafiz Çamlıbel, bu kez de Çoban Çeşmesi… Faruk Nafiz sanki Çoban Çeşmesi şiirini burası için yazmış. Şiiri duraksamadan içimden okudum.

 

 Çoban Çeşmesi
 
 Derinden derine ırmaklar ağlar,
 Uzaktan uzağa çoban çeşmesi,
 Ey suyun sesinden anlayan bağlar,
 Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi?
 
 “Gönlünü Şirin’in aşkı sarınca
 Yol almış hayatın ufuklarınca;
 O hızla dağları Ferhat yarınca,
 Başlamış akmaya çoban çeşmesi…,,
 
 O zaman başından aşkındı derdi,
 Mermeri oyardı, taşı delerdi.
 Kaç yanık yolcuya soğuk su verdi,
 Değdi kaç dudağa çoban çeşmesi!
 
 Vefasız Aslı’ya yok gösteren bu,
 Kerem’in sazına cevap veren bu,
 Kuruyan gözlere yaş gönderen bu…
 Sızmazdı toprağa çoban çeşmesi.
 
 Leyla gelin oldu, Mecnun mezarda,
 Susuz bir yolcu yok şimdi dağlarda;
 Ateşten kızaran bir gül arar da
 Gezer bağdan bağa çoban çeşmesi.
 
 Ne şair yaş döker, ne aşık ağlar,
 Tarihe karıştı eski sevdalar:
 Beyhude seslenir, beyhude çağlar
 Bir sola, bir sağa çoban çeşmesi!
 
Faruk Nafiz Çamlıbel

 

Şiiri okudum, çeşmeden de uzaklaştık ama anılara takıldım; benim çobanlara katıldığımda en yaşlı çoban Kamber vardı. Kamber Aga olarak anılıyordu. Köy Muhtarı olan Hüseyin Çavuş’un çobanıydı. En kalabalık sürü de onundu. O nedenle çeşmenin hemen üstündeki büyük meşenin altında onun sürüsü olurdu. Kamber Aga Bulgaristan’dan kaçarak ülkemize sığınmıştı. Kaçması bir suçtan falan değil, Bulgaristan’da askerlik yapmak istememekten. Okur-yazarlığı yoktu ama olağanüstü masal ya da hikâye anlatıyordu. En çok anlattığı da Aşık Kerem- Aslı aşkı üstüneydi. Arada şarkılarını da söylerdi. Anlattıklarında Aslı, hep bir yerlere gider, Kerem de sazını alıp arkasına takılırdı. Anımsadığıma göre Aslının gittiği yerler, çoğunluklu Tebriz, Şam, Halep dolaylarıydı. O zamanlar Kamber Aga’yı sorgulamadan dinlediğim hikâyeleri sonraları, anımsadıkça zaman zaman sorguladığım oldu. Tebriz neresi, Halep ya da Şam neresi? Meğer Kamber Aga’nın anlatıları, tümüyle masal yöntemiymiş. Halep, Şam ya da Tebriz kentleri, gerçek yerlerinde değil, gezegen yerlermiş. Aslı da öyle; kimdir, nedir, ne yer, ne içer? Sanki bir kuş! Ancak Kerem gerçektir, sazını elinden bırakmaz! Dinleyenler de ilginç. Kim nedir, ya da orası neresidir? türü soru sormazlar. Olaya tek katıldıkları; Kerem’in Halep ya da Şam’da Aslı’nın olduğunu duyunca söyledikleridir. Bir de Kerem’in diş çektirmesi gündemden düşmez. Aslı’yı kaçıranlar belirsizdirler ama onlar bizim çeşmenin başında gün boyu küfrü yerler.

Müsellim köyüne girince 1939 yılında ilk dinlencemden Alpullu’ya dönerken İlyas Usta ile birlikte buradan geçmiştik. İlyas Usta, köpeklerin eşeklere dost olduğunu, saldırmadığını anlatmıştı. Müsellim köyünde her kapının önünde birkaç köpek görünce irkilmiştim. İlyas Usta beni rahatlatmak için:

-Yanımızda eşek olduğundan köpekler bizi dost sayacaklar! demişti. Gerçekten onca köpek arasından rahatça geçip gitmiştik. O, bu barışıklığı, insanların bu iki tür hayvana çok acımasız davrandığına yoruyordu. İnsanların, köpeklerin gözü önünde eşeklere türlü eziyetlerini gören köpekler, onlara acıma duygusundan kendini kurtaramazmış. Bunu tersini de düşünmeliymişiz. Köpekleri hakir görmek de eşeklerin onlara acımasına yol açarmış. Buna örnek olarak hapishanelerde yatanların birbirlerine sarılışlarını örnek vermişti. “En masum bir mahkûm, bir kâtil bile olsa hapishane müdürünün hakaretine uğradığında o katil için hapishane müdürünü o an öldürebilir!” demişti.

Müsellim’den sonra yolumuz iyice düzlüğe çıktı. Istranca dağlarından bu yana giderek alçalan tepeler Ergene nehir yatağına yaklaştıkça düzleşiyor. Edirne-İstanbul yolundan sonra ise dümdüz oluyor. Pancar köy bu düzlüğün üstünde. Pancar köyün eski adı Alpullu. Şimdiki Alpullu, bu köyün toprakları üstünde kurulmuş bir tren istasyonu. 1910 yıllarında kuulmuş. 1930’larda Şeker Fabrikası kurulunca Alpullu adı oraya kaydırılmış. Karışıklık olmasın düşüncesiyle köyün adı da Pancar Köy olmuş. Bizim köyün deresi de buralarda ortalıktan kalkıyor. Istranca eteklerindeki Üsküp yöresinde toplanan sular, Üsküpdere köyünde iyice dereleştiğinden adı Üsküpdere oluyor. Dere, Ergeneye ulaşmak için Üsküpdere köyünden sonra Bayramdere, Deveçatak, Çeşmekolu, Kırıkköy’den geçip Ergene’ye ulaşıyor. Derenin adı, Üsküp topraklarında oluşmaya başladığında Üsküpdere adını taşıyor.

Çeşmeden uzaklaşıp Müsellim sırtına çıkınca karşımıza çıkan fabrikanın bacası gerçek görünümüyle karşımıza çıktı. Kendimi öteki kuruntulardan sıyırıp 1939 yılına döndüm. O zamandan beri bu yoldan böylesi gözlemleyerek girmemiştim. Solumda sebze bahçemiz, sağımda okulumuz olacak. Solumda sebze bahçemizden eser yok, yerinde yeller esmiyor, binalar yükselmiş. Sağımda okulum duruyor. Ancak, o da değişmiş. Bahçedeki ağaçlar eksilmiş. Hemen hemen her pencere önünde ağaçlar, atkestaneleri vardı, seyrelmiş. Başöğretmen Ferit Beyi anımsadım. Saçları kırlaşmıştı, emekli olmuş olabilir!

 

 

 1939 Ders yılı Şubat-Nisan ayları arasında barındığımız Alpullu Şeker İlkokulu

 

Ali Ağabeyim sevinçli, tam zamanında gelmişiz. Arabayı bir gölgeliğe çekip atlara yemlerini taktı. Yakında, başka arabalar da vardı, birisi Hamitabatlı, Ali Ağabeyimle selâmlaştılar. O da oğluyla gelmiş. Onlar ayrılıp gidince çocukla konuştum, ilkokuldaymış. İrfan Taşkın öğretmenden söz etti, dersine gelmiyormuş ama komşuymuşlar. 4. sınıfa geçmiş. Biz konuşurken yakın arabalardan bir çocuk daha geldi. Onlara güvenerek çıkıp dolaştım. Gezecek fazla bir yer yok, okula dek gidip döndüm. Okulun durumu çok değişmiş. Bana, sanki büyümüş gibi geldi. Kat mı eklenmiş, yoksa uzatılmış mı? O günleri anımsadım, okulun alt katında kalıyorduk. Üst bahçeye çıkmak bize yasaktı. Beşinci sınıfta oldukça değişmiş kızlar vardı. Birisinin yüzünde ben vardı. Ona hemen Benli adı takılmıştı. Yeğenim İsmet, zaman zaman “Ah Benli, vah Benli” diyordu. Tüm arkadaşlar aldanmıştı, İsmet’in Benlisi köydeydi. Köydeki benli değildi ama ailenin adı Benli idi. Kızılcıkdere köyünde Benli ailesi tanınmış bir aile. Benim yaşımda bir de oğulları var Mehmet Ali, köyde oldukça adı anılan biridir. Kepirtepe’ye geçtiğimizde arkadaşlar zaman zaman İsmet’e takılırdı:

-Vefasız, Benliyi ne çabuk unuttun! İsmen yeminli meminli konuşuyordu:

 -Ben, Benli’ye ihanet etmem! Tüm arkadaşlar aldandı, İsmet son sınıfta arkadaşları uyutup gerçek Benli’sini kaçırdı; arkadaşlar bunu duyamadı. Ancak diplomaları alınca öğrendiler gerçek Benli’yi.

Ali Ağabeyimin işi azmış, erken geldi, gelir gelmez de yola çıktık.

 “Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı!,,

Böyle bir şey olmadı ama onu anımsatan bir durum oldu. Gene, mısra aramaya başladım. Pancar Köyü geçerken, yolun bozuk yerine gelmiştik. Ali Ağabeyim:

-Arabayı hep değiştirmek istiyorum, ancak istediğim arabalar yüksek, kolay devrilir türden. Yollarımız buna elverişli değil. Ali Ağabeyimin gözü faytonlarda olduğu gibi yaylı arabalarda. Ali Ağabeyim bana bakarak sordu:

-Senin araba nasıldı? Anlamadım… Anlamadım ama yakıştırdım, benim fikrimi sordu, sandım:

-Bana sorarsan bu araba güzel, bu yollarda böylesi gerekli! Ali Ağabeyim:

-Hayır hayır, senin sattığın araba nasıldı? Şaşırdım, ne satması, ne arabası? diye sordum. Ali Ağabeyim beni dinlememiş gibi:

-Okuldan verdikleri araba nasıldı? Soruya soruyla karşılık verdim:

-Bana okuldan araba mı verdiler ki? Ali Ağabeyimin yüzü değişti, dik dik bakarak:

-Size okuldan araba vermediler mi? Sadece hayvan mı verdiler? Ali ağabeyimin, köye gidenlere verilenleri bize de verdiler mi acaba diye kurnazca soru sorduğunu düşünüp güldüm.

-Ağabey sen ne diyorsun, köylere gidenlere bile doğru dürüst zamanında veremediler, bize nasıl verecekler? Ali Ağabeyim:

-Bunca insan yalan mı söylüyor, size at, araba verildiğini gazeteler bile yazdı! dediler. Ali ağabeyim yumuşayarak:

-Öyle bir tevatür dolaşmıştı, biz de inanmadık ama insanlar bunu o denli yaygınlaştırdılar ki, biz de:

-Niçin olmasın, paraya ihtiyacı olacak, bizi sıkıştırmamak için satmış olabilir! deyip geçtik.

Kafam karıştı. Az da olsa yokuş yukarı gittiğimiz için Ali Ağabeyim zaman zaman kırbacı şaklattı ama Han Duvarları gibi Faruk Nafiz de uçup gitmişti. Bu at, araba satma nereden çıkmıştı? Bunu babam da duymuştur. Öyleyse geldiğimden beri babam, beni bu işi yaptığıma inanarak izliyor. Arabadan atlayasım geldi. Sabah ne güzel başlamıştı. Böyle dedim ama Ali Ağabeyimin aklında bu sorduğu gene vardı. İyi ki sordu, olayı kurcalayıp gerçeğe onları inandıracağım. İyi ki yakınımızda Kadir Pekgöz var. Hafız Amca yalan söyleyecek değil ya! Bunları kurarken çeşmenin yanında sessizce geçtik. Ne çobanlar, ne sürüler vardı. O ulu meşeler bile küçülmüştü. Karanlık olmadan eve döndük. Ali Ağabeyim, bugün Kırklareli Salı pazarına gidecekti, haftaya bıraktı. Haftaya gidişini şimdiden plânlıyor. Bana gelir misin? diye sordu. Önümüzdeki ay tümden orada kalacağım için gitmek istemediğimi söyledim.

Ablam yorulup yorulmadığımı sordu. Yorulmadığımı, araba yolcuğunu unuttuğum için bana biraz değişik gibi geldiğini söyleyip yatağa uzandım. Gece yarıları bir ara uyanır gibi oldum gene uyudum.

 

18 Temmuz 1945 Çarşamba

 

 Geç vakit ablam geldi, üzülerek:

-Keşke gitmeseydin, araba seni sarsmıştır! dedi. Üzüntümden acımsı gülümseyerek arkamdan uydurulan yalana üzüldüğümü, iki yıl önce onlardan bir şey saklayarak gitmediğimi, okuldan, okumaya gidenlere, salt yolculuk için tren bileti verildiğini anlattım. Ablam:

-Söylediler ama biz onlara inanmadık, İsmet, doğrusunu o zaman daha anlattı. Elin ağzı torba değil bağlayamazsın, konuştular durdular.

Ablam konuşunca biraz rahatladım. Ancak bu kuyruklu yalan nereden çıkmıştı? Ablam bana öğüt verdi:

-Sen bunu kurcalama şimdi, babam o zaman buna inanmadı ama başkalarının inanmış görünmesi onu ister istemez üzmüştü. Şimdi depreştirirsen gene üzülür. Gelmiş geçmiş bir olay!

Ablama da hak verdim ama nasıl duymazdan gelirim? Bu balonun nereden uçurulduğunu merak etmeye başladım. Kadir’in Babası Hafız Amca’yı anımsadım, belki bu yakınlarda gelir. Kahveye indim. Babam, kahvenin arka bahçesine yeni çubuk dikmiş 2 yıllık, kocaman bağ kütüğü olmuşlar. Babam:

-Gelecek yıl, bu vakitler gelirsen üzüm yiyeceksin! dedi. Az duraksadım; gelecek yıl bu günler sanmam geleyim. Hasanoğlan’da kalmam gerçekleşirse gelirim, bir yerlere gideceksem, gelmem olanaksız. Üzüm değil de gelememek içimi sızlattı. Baktım, su azalmış, iki kez gidip dönerek su kaplarını doldurdum. Bugün biberleri de sulayacağım. Günü geçirmek için plânlar yapıyorum. Jean Jacques Rousseau’nun İtiraflar’ını getirdim, her an başlayabilirim. Ancak şimdilerde biraz huzurum kaçtı gibi. Okumaya başlayınca rahat olmak, kesmeden okumak istiyorum. Az değil üç kitap! Bağ içinde dolaşırken az ileride halamoğlu Hilmi’lerin evi, görmüş, el etti. Hanife halamı gözetiyordum, hasta olmuş, kardeşi Hasan Amcam alıp hastaneye götürmüş. Babası da annesinin yanındaymış. Hilmi özür diledi, eşi de biraz keyifsizmiş (hasta demedi) kendisi çocuk bakıyormuş. Güldü:

-Senin anlayacağın askerlikten kurtulduk, hastalıklarla savaşıyoruz! Hanife halamın rahatsızlığına üzüldüm. İki yıl önce geldiğimde de hastaydı. Neyse ki, kardeşi hastanede görevli, rahatça hastaneye yatabiliyor.

Hilmi’den ayrıldıktan sonra biberliğe indim. Biberliğin kapısı önünde dere akıyor. Gene de su taşıma işi var. Salim Amca’nın yaptığı gibi bir kuyu kazılsa, inip çıkma yerine çıkrıkla çekip dökme daha kolay olmaz mı? Kuyu yeri fazla değil, dört metre kare tutacak. Yerini de seçtim, şimdilerde orası boş. Bunları düşünerek indim çıktım. Eve dönerken Nebi görmüş, yola çıktı. Nebi her zamanki gibi ölçülü konuşuyor. Sanırım yaşlandıkça daha da olgunlaşıyor. Çocukları sıralamış, çocuk bacağına sarılmış, Nebi hem konuşuyor hem de çocuğun saçlarını parmaklarıyla karıştırıyor. Çocuk bir ara mızmızladı. Nebi, beni gösterdi:

-Bak abi okudu, kentlere gitti, sen de oku, onun gibi kentlere git! (*)

(*) Not, gerçekten Nebi’nin oğlu öğretmen olmuş, bir rastlantı, bir gezide karşılaştık, beni evinde ağırlamıştı, geçmişle ilgili güzel olaylardan söz etmiştik)

Nebi’den ayrılınca eve çıktım. Kuyu işini ablama söyledim. Meğer onlar onu düşünmüş, o seçtiğim yeri de onun için boş bırakmışlar. Ancak, kuyu kazmak için getirdikleri usta, yerin kum olması nedeniyle taş örülmezse kısa zamanda çökebileceğini söylemiş. Örnek verdiğim Salim Amcamın yeri yüksekte ve de suya dek inen tabakanın toprak oluşu nedeniyle çökmediği öne sürülmüş. Önerimin gerçekleşmediğine üzüldüm.

Lüleburgaz’a gidenler olmuş, gazete getirmişler, Cumhuriyet gazetesi. Hem de üç tane, 15, 16, 17 tarihli gazeteler. Konuşurken, Cumhuriyet ya da Akşam okuyorum! demiştim; bunu mu anımsamışlar yoksa rastlantı mı? Gazetelerde bana göre pek bir şey yok. Politik haberlerle ilgilenmek istemiyorum. Savaş bitti! deniyor; oysa ötede beride savaş açmak için çalışmalar sürdürülüyor. Şekip Tunç’un yazısı var onu okuyacağım. Gene de Kahvede isterlerse politik yazıları okurum. Nadir Nadi Sovyetleri eski adıyla Rusya olarak yazmış. Babam buna sevinir. O da; adını ne kadar değiştirse aynı soyun b… der. Japonya’dan haber yok, savaşı sürdürmek niyetinde sanırım. Geçen gün Amerika barış istemişti, korktu mu sandı ne? Amerika bundan böyle kimseden korkmaz! İki büyük savaşı da kazandı; bu gerçeği görenler, onunla bol ölçüşmeye kalmaz! Gerçek şu ki, Almanya’nın 1870 zaferinden sonra olmaya çalıştığını, Amerika sessiz sakin oldu:

-Dünyanın en güçlü Devleti!

Babam, pazartesi akşamları gelenler olur, demişti. Birer ikişer gelen oldu. Furtun Şerif Enişte gelir gelmez, gazeteyi benim okumamı istedi. Yunan-Bulgar çatışmasını okudum. Şerif enişte ağzını bozdu:

-Köpek bunlar, düne kadar ikisi de esirdi, gıkı çıkmıyordu, elin yardımıyla kurtuldular. Kurtulur kurtulmaz gene başladılar. Gâvurların içleri rahat değil. Şerif Enişte doğrularak sordu:

-Biz bunları bizden sayıp 500 yıl yanımızda tuttuk. Öyle değil mi? Yoksa biz mi bozduk bunları? Öteki gâvurların hiç birisi bunlar kadar edepsiz değil. Araplar da öyle! Arabacı Ali karşı durdu:

-Komşu, sen bunları yereceğine bizi yerip onları koruyorsun, farkında mısın? Şerif enişte güldü:

-Öyle mi yaptım? Herkes güldü. Pazartesi pazarından gelenler yakınmaya başladılar. Geçen pazartesi gününden bu yana değişen fiyatları sıraladılar. Hububat fiyatları ise “Yok!,, denecek düzeydeymiş. Çiftçiyi öldürmek için böyle yapıldığı ön sürüldü. Başbakan Şükrü Saraçoğlu için:

-Adamın umurunda mı çiftçinin buğdayı, mısırı? Adam kapağı atmış köşke, dünyaya oradan bakıyor! Bu arada, Milletvekili Zühtü Akın da paparayı yedi. Bana da sorular sordular. Benden beklemiyorlardı belki, sanırım ilk kez böyle bir tepkiyle karşılaştılar:

-Ben, köyde, aralarında çobanlık yaparken beni alıp okuttuklarını, Köylerde kalıcı öğretmen için Köy Enstitülerini açtıklarını, Eğitmen Mustafa Ağabeyden önce köyde aşı bilinmezken, şimdi herkesin aşılı meyve ağaçları olduğunu anlattım. Ayrıca Ziraat Marşı’nın dizelerini okuyarak, çiftçiyi nasıl onurlandırdıklarını söyledim. Arkasından da sordum:

-Bu marşı duydunuz, biliyorum duydunuz ama ilgi gösterip öğrenmediniz. Siz, gerçekte kendinizi düşünmüyorsunuz. Kendinizi düşünmediğiniz için de sizi düşünenleri de duymazdan geliyorsunuz! Başbakan Saraçoğlu için köşkten saraydan söz ediyorsunuz, onun da bir köyden yetişebileceğini hiç düşünmüyorsunuz. Çok değil, bundan bir ay önce bizim kamp yaptığımız yere gelip öğrencilerle Zeybek oynadığını söylesem belki inanmayacaksınız. Adam gençliğinde dağlara çıkıp Yunan çeteleriyle savaşmış, Ödemiş dolaylarında Efe olarak ad yapmış, çalışkanlığından dolayı Başbakanlığa dek yükselmiş. Tüm dünya savaşırken savaş dışında kalmamızı sağlayanlardan biri de Dışişleri Bakanı olarak o değil mi idi? Zühtü Akın’ın konuşmadığını söylüyorsunuz, bunu siz nereden biliyorsunuz? Hem T.B.M.M’de herkes kalkıp dangır dungur konuşuyor mu sanıyorsunuz? Oradaki konuşmalar, hesaplı kitaplı yapılır. Konuşmaları dinleyenler, adama boş lâf ettirmez. Zühtü Akın az konuşuyorsa o, nerede konuşacağını iyi bildiğindendir.

Birden dilim çözüldü, neredeyse öc alırca, daha bir şeyler söylemek istememe karşın kestim. Kısa bir sessizlikten sonra sanki sıraya girmişçe:

-Haklısın, doğru söyledin, biz nereden bileceğiz bunları, okumuşluk başka şey, bizimki boşboğazlık! türü sözler edildi. Ekledim:

-İsteseniz öğrenebilirsiniz. İçinizden yetişmiş Eğitmen Mustafa Ağabey bunları, benden daha iyi biliyor. Sormuyorsunuz ki söylesin, dinlemiyorsunuz ki anlatsın! Furtun Şerif, elini dizine vurup konuştu:

-Beri bak! (O, konuşmasına genellikle böyle başlar) sen iki üç kez böyle konuşursan bu kahveye kimse gelmez, babanın müşterilerini kaçırırsın! deyip yüzüme baktı. O susmamıştı ama, hep yaptığı gibi soluk aldı. Ancak çevresindekiler mırıldandılar:

-Kim nereye kaçacak, kaçıp da nereye gidecek ki? Sesimi az değiştirerek sordum:

-Zühtü Akın kaç dönemdir Milletvekili? İki diyen oldu, üç diyen oldu (doğrusu üç) Üç dönemde işinize yaramadığınızı anladınız, yerine bir başkasının seçilmesini düşündünüz mü? Birkaç kişi birden:

-Bize soran mı var?

-Soran yoksa bile, birini düşünüp, hiç değilse:

-Bu olsa! diyemez misiniz? Kırklareli Milletvekili olarak Zühtü Akın yalnız değil, ötekileri neden anmıyorsunuz. Şevket Ödül, ardından da dr. Fuat Umay söylendi. Ben de dördüncüyü ekledim:

- Nafi Atıf Kansu’yu hiç duydunuz mu? Hiç değilse kusuru bölüştürün. Zühtü Akın sizin tanıdığınız, köye on dakika uzakta tarlası var, değirmeninin sesini duyuyor, kolayca gidip buğdayınızı un ettiriyorsunuz. Bu yakınlık size kolay yergi hakkı vermemeli!

Söz bulamadıklarından mı, yoksa değer görmediklerinden mi, “Haklısın!” deyip sustular, cahilliklerinden falan söz ettiler, vakit geçtiğini öne sürüp birer ikişer ayrıldılar. Babamla ikimiz kalınca babama sordum:

-Konuşmam, senin müşterilerini gerçekten eksiltir mi? Babam gülerek:

-Bunu Şerif’in sözüne bakarak mı soruyorsun?

-Biraz öyle!

-Eksilmek şöyle dursun daha da arttırır. Onlar senin söylediklerini iyi anladılar. Hem anladılar hem de sevindiler. Onların her biri, söylenenleri kendilerine değil, ötekilere söylendiğini düşündüklerinden sevindiler. Çünkü ötekileri sen biraz paylamıştın. Bu nedenle kahveye gelmemeleri söz konusu değildir. Seyrek gelmeleri sıkı iş zamanı oluşundan. Bir süre buradasın, dikkat et, gelmemek şöyle dursun gelenlerin sayısı günden güne artacaktır. Köylük insanı, nasıl bir çıkmazda olduğunu çok iyi bilir. Kör değil ki, görebildiği kadar çevresindeki olanları görüyor. Kendilerinin böyle olmasında suçlu kim? Bunu bir bilen var mı? İşte bunu onlar da bilmediği için sık sık suçlu icat edip veriştiriyorlar. Senin söylediklerini benim bildiğim birçok insan söylemiştir. Öyleyken bildiklerini söylüyorlar. Sen onların dediklerine bakma, bildiklerini onlara anlat. Anlatırsan bilgili olduğuna inanırlar. İnandıklarını belli etmeseler bile karşı durmaktan çekinirler. Benim bildiğim bunların hakkından Salcı gelir. O ağzını açtı mı, ne cahillikleri kalır, beceriksizlikleri…Bir süre gocunsalar da Salcı’nın arkasından söz edemezler!

Babamın önemsemediğine sevindim. Ancak babamım söylediğini iyi anlamam gerekiyor. “Konuş, onları bilgilendir!” diyor. Bunu nasıl yaparım! Vahit Dede aklıma geldi, söze onunla başlayabilirim. Onun yazılarını getirdim, onlardan yer yer okurum. Okuduğumu duyarsa Vahit Dede de çok sevinecektir. Gezilerde gördüklerimi anlatabilirim. 1. Gezi, Konya, Isparta, Burdur, Kayseri, 2. Gezi; İznik, Gemlik, Bursa, Adapazarı, İstanbul, Edirne! Buralarda gördüklerimi anlatsam, özellikle de buralara dağılmış Köy Enstitülerinde okuyan binlerce öğrenci onların Kepirtepe’ye karşı güvenini arttıracaktır. Bunu nasıl yaparım? Konuşmalar arasında bu yerlerden biri anılınca bunu bahane edip olayı istediğim yöne çekebilirim.

Oldukça iyimser duygular içinde uyudum. Gece bir ara uyandım, uykulu uykulu aklıma geldi, sesini dinledim; Zühtü Akın’ın değirmeni çalışıyor. Hep aynı ses, kalp atışı gibi bizim köyden duyuluyor. Tanıdığım Sakıp Ağabey (köylüler ona Sagup, diyor) şimdi motorun başındadır. Olası ki, bir Çeşmekolulunun bırakılmış buğdayını un ediyor. Bildiğim kadarıyla kimi zaman, başka tahıllar (çavdar, arpa,yulaf) öğütülürken bizim köyden giden olunca, taşlar arasındaki kalıntılarla karışma olmasın diye, buğday bekletilir, taşlar temizlendikten sonra buğday öğütmeye geçince onlar da öğütülür. Bunları görür gibi olduğum bir sırada değirmenin pat patı giderek uzaklaştı.

 

19 Temmuz 1945 Perşembe

 

Gece uyanınca değirmen pat patını uzun dinlemiş olacağım, oldukça geç kalktım. Bugün evde Gülsüm kalmış, bebeğine çıkışıyordu:

-Sen hiç susmaz mısın? Benden beklemiyordu sanırım:

-O çok uslu, kaç gündür sesini duymamıştım! Gülsüm, rahatsız olduğumu sandı:

-Ben, onu alır yengemlere giderim! dedi. Demek istediğimi açıklayınca, anlaştık. Kahvaltı edip, odama kapandım. Jean Jacques Rousseau’nun İtiraflar kitabını açtım. Okumaya başlayınca afalladım, koskoca Rousseau, çocukluğunu, neredeyse çocuk gibi anlatıyor. Anlattıkları da anne-baba, dedesi falan. Öylesi rahat anlatıyor ki, onun anlattıklarını ben de anlatırım! diyesim geliyor. Yer yer de sanki beni anlatıyor sanısına kapılıyorum. Özellikle de, annesinin ölümü sonrasında baba oğul kalınca birbirini avutmaya çalışmaları tıpkı bizim gibi… Tek fark, onlar kitap okuyor, bizse önceleri oyunla, sonraları küçük çaplı ayak işleri yapıyorduk…Babam, daha çok okuma söz konusu olunca:

-Annen, senin okumanı çok isterdi! deyip dalıp giderdi. Sıkılmadım, ancak birden babamı göresim geldi. Babam, yazarın anlattığından farklı olarak annemi anmazdı ama sanki sürekli onu düşünüyormuş sanısını uyandırıyordu. Yazarı da düşledim, yazdıkları çocukluğu hatta doğmadan önceki durumu, bunları ise yaşlılığında yazıyor. Salt çocukluğunu anımsamak değil duyduklarına yorumlar da katıyor. Sevmediği dadısının tabağına çiş etmek bir anı olabilir, ancak babasının kardeş sayılarını, dedesinin ya da anne taraflarının nasıl ya da niceliğini anlatması kesinlikle duyuntudur. Böyleyken usta bir anlatıcı olan yazar duyduklarıyla anılarını, hattâ zaman zaman düşünceleri katıp, anlatmak istediklerini okuyucuya inandıracak biçimde sunuyor. Kendime pay çıkarmak için okuduklarımı oldukça dikkatle okuyorum. Ne var ki, çocuk olarak ya da baba oğul yakınlıkları açısından benzerlik bulmama karşın yaşam koşulları ya da toplumsal katmandaki konumlarımız arasında çok büyük farklar var. Benim babam bir köyde çiftçilikle geçiniyor. Çalışkanlığı nedeniyle köylüler kendisine köy yöneticiliği anlamına gelen bir Muhtarlık payesi vermişler. İşlerini sürdürecek oğulları yetiştiğinden, bir ek uğraş olarak kahve işletiyor. Muhtarlığı nedeniyle İstanbul’a gitmiş. Gençliğinde bir süre Edirne’de kalmış. Kendi ili Kırklareli ile ilçesi Lüleburgaz’ı çok iyi biliyor. Oysa karşılaştırma yaptığım yazarın babası ünlü bir saat ustasıdır. Ünlü olmasa koskoca Osmanlı İmparatorluğu sarayına Saatçi Ustası olarak gidebilir mi? Bu soruyu sorunca belleğimde bir kıpırdanma oldu;

Osmanlı İmparatorluğu döneminde Avrupa’dan usta getirtmek (!) Rousseau’nun babası neyse ki gene de önemli bir meslek sahibi. Selçuk öğretmenin sesini duyar gibi oldum. Bir tarih dersinde İstanbul’u anlatırken büyük yangınlar çıktığını, zaman zaman yangınların İstanbul’u kül ettiğini tekrarlardı. Bir defasında da yangınların genellikle mahalle aralarından tüm kente yayıldığını, genellikle de Müslüman mahallelerinde çok yangın olduğunu anlatmıştı. Bunun nedenini sorduğumuzda Müslüman halkın, dinsel telkinler nedeniyle giyim kuşam gibi mekânları da umursamadığını, evleri, salt oturulan bir sığınak saydığını, oysa azınlıkların evlerini dikkatle, dayanıklı yapmaları bir yana, çiçeklerle süslediğini, bahçelerini Müslümanların düşlediği Cennet Bahçeleriyle yarıştırdıklarını anlattıktan sonra acımsı acımı gülümseyen öğretmen:

- Yangınlar çıktıkça Osmanlı uleması (din adamları) Kur’an’da olmadığını bile bile yangın ayeti ararlardı. Yüz yıllar sonra yangınları önlemek için Avrupa’dan baca temizleyici getirtip onlara Paşa payesi verdiler de yangınlar önlendi. Önlendi ama bu kez de o baca temizleyici Paşalar (!), Müslüman kılığına girdikten başka kazandığı altınlarla Boğazın en güzel yalılarının sahibi oldular! demiş, bazı adlar söylemişti. Bunu düşününce babasına övgü yağdıran yazara ben de katıldım. Besbelli paşalığa özenip yurdunu terk etmemiş.

Babamın öğütlerini dinleyip, kahvede daha değişik konularda konuşma yöntemleri düşündüm, belli konular seçtim. Bunlardan biri de, yaptığımız gezileri, gördüğüm yerleri, o yerlerde gördüklerimizi anlatmak. Örneğin Gemlik’te üzüm bağları, en az bir metre yükseğe kaldırılmış, salkımlar sütlü inek memeleri gibi aşağıya sarkıyor. Bağcıların söylediğine göre böyle büyüyen salkımların taneleri daha iri oluyormuş. Bizim kahvenin önündeki asma, papaz karası türü. Bu tür üzüm bağlarda da var. Ancak bağlardaki salkımlar bu denli iri taneli olmuyor. Bunu da kendim, şimdi düşünüp örnekledim. Gemlik’teki bağcıların anlattıkları ile bunun arasında bir ilgi olabilir. Bunu pekâlâ örnek gösterebilirim. Gemlik deyince anımsadım, Sun’i İpek fabrikasından aldığım örnekler var, onları getirdim. Onları gösterip fabrika hakkında bilgi verebilirim. Örnekleri, önce kahveye götürüp, görülecek yerlere koymayı tasarladım. İnsanlar bunları sorunca anlatmak daha ilgi çekici olacaktır. Örnek parçalar çok değil ama ilgi çekici. Düpedüz ağaç, deri şekline gelmiş hali. Deri şekli kurdele gibi olmuş. Kurdele, ipek yumağı olmuş. Yumaklar iplik olmuş. Önce beyazımsı olan iplikler, daha sonra bildiğimiz her türlü ipek. O renklerin beze dönüşmüş parçaları. Bir tane de hediye ipek mendil!

Konya, Kayseri gezimi toparlamayı düşündüm. Yeni gezdiğimiz İstanbul’la Bursa, Edirne hakkında da konuşabilirim. Bir akşam da sözü edilince Vahit Lütfi Salcı’yı anlatabilirim. Onun hakkında ne biliyorlar ki? “Gel Vahit Dede, git Vahit Dede!” Prof. Mahmut Ragıp Gazimihal’in onun için yazdığını okuduğumda, hem Vahit Dede’yi onurlandırmış olacağım, hem de gerçeği duyuracağım. Vahit Lütfi Salcı’nın okul arkadaşlarından Mahmut Muray’la yaptığım konuşmayı neden Vahit Dede’yi tanıyanlara duyurmayayım? Birlikte çalıştıkları zaman çekilmiş fotoğraflarını neden göstermeyeyim?

Dünyaca ünlü Rus bestecisi, piyanist Sergey Rahmaninov’un Türk kökenli olduğunu bilen bu memlekette kaç kişi vardır?

Cumhurbaşkanlığı Orkestrası emekli üyelerinden Klarnetçi Mahmut Muray, Vahit Lütfi Salcı ile birlikte çalıştığını anımsadı, o günkü çalışma koşullarının zorluğunu, yüz dolayındaki arkadaşlarından çoğunun savaşlar yüzünden, savaşlardan sonraki yaşam koşulları nedeniyle meslek değiştirdiklerini anlattı. Kendisinin Cumhurbaşkanlığı Orkestrasına girmesini de “Şans!” diye niteledi

 

    Mahmut Muray

 

 

Vahit Lütfi Salcı’nın öğrenim gördüğü Müzik Okullarından bir anı fotoğrafı

 (Sayın Mahmut Muray’ dan alınmıştır.)

 

Vahit Dede’nin yazılarını hazırladım. Vahit Dede’nin Bektaşilik üzerine yazdıklarını Abbas Amcama okumak üzere ayırmıştım, bu kez hepsini toparladım. İyi bir hazırlık yaptığıma inanarak bir süre İtiraflar’ı okudum. Rousseau, çocukluğunu anlatıyor. Çok değişik yaşlardan söz ettiği için kendimle karşılaşırken kimi kez duraksıyorum. Yazarın anlattığı, okuduğum yerlerde genel bir süreçte. Ancak şimdilerde 8 yaşlarının anılarını belirgin şekilde anlatmayı başladı. Gene de anlattıkları, sekiz yaşın duyguları değil, yaşanırken henüz gelişmemiş, ancak yaşlandıkça gelişmiş duyguları o yaşlara yaslayarak anlatması ilginç. Öğretmeni Lambercier’e yaklaşımını öylesi anlatıyor ki, okuyan, arkasından bir aşk olayı bekleme noktasına yaklaştığı zaman olay değişiyor. Gene de, her cümlede olağanüstü bir anlatış ustalığı ile karşılaşılıyor.

Kahveye inince Poyraz Mehmet Amca ile karşılaştım. Tüfeği elinde. Köyün usta avcılarındandır. İkinci başarısı da bostancılık. Köyde en tatlı kapuzu onun yetiştirdiği söylenir. Bana göre bir başka büyük başarısını da ben biliyorum; bunu o bile tam olarak bilmez. Onu görünce değil, yağmur yağınca, çamurlu bir yol görünce, yoğunluktan söz edilince ben hep onu anarım:

-Kepirtepe’ den köye bir izinli gidişimde, ayağımda lastik-iskarpin ayakkabı vardı. Yağmur yağdığını biliyordum ama yolların çamur olacağını unutmuştum. Üstelik Lüleburgaz’dan da geç çıkmıştım. Bağlık yokuşunu çıktım ama neredeyse yıkılacak duruma gelmiştim. Geri dönmeye karar verdim, fakat Lüleburgaz’a gitmeyi göze alamadım. Neredeyse ağlayacaktım, Poyraz Mehmet Amca arkamdan yetişti. Gülerek:

-Gençlik böyledir işte, kuş gibi uçtun, sana bir türlü yetişemedim. Önce alay falan sandım, değildi, o, çamurdan değil yokuştan yakınıyordu. Ayağında çok hafif lastik ayakkabı vardı. Az konuşup soluduktan sonra yola çıktık. Çıktık ama benim ayaklar gitmiyor. Çamur değil çok ağır, ayak bileklerim durmuş gibi. Poyraz Amca, benim lastiklerimi çıkartıp eline aldı, bana avcılık anılarını anlata anlata köye götürdü. Öyle ki, evi geride kalmasına karşın uğramadan beni kahveye bırakıp döndü. Bunları düşünürken aklıma Rousseau’nun İtiraflar’ı takıldı. Bir gün ben de anılarımı yazarsam kesinlikle bu olayın minnetle anacağım.

Poyraz Amca, açıklama yaptı, Kurudere denilen yerin yukarısındaki (bizim de orada tarlamız var) tarlasına bostan ekmiş, karpuzlar (ellerini açarak gösterdi) böyle, böyle olmuş; beni davet etti. Tarlanın hemen bitişiğinde Deveçatak köyünün korusu vardır; oradan sık sık domuzlar çıkıp zarar veriyormuş. O nedenle geceleri bekliyormuş. Gündüzleri oralarda sürüler, çobanlar bulunduğundan domuz ya da çakallar ortalığa çıkamıyormuş. Poyraz Amca’nın sorduğu kimi sorularını karşıladım, memnun olduğunu söyledi. Kaç gün kalacağımı sordu. On gün kadar burada olduğumu söyleyince sevindi, babama bakarak:

-Öyleyse ikinizi de bir hafta sonra bekliyorum. Nişanladığım karpuzlar tam kıvamında olacak! deyip ayrıldı.

Babamla yalnız kalınca götürdüğüm ipekli örnekleri göz önünde olacak şekilde yerleştirdik. Babamın oldukça büyük camlı bir kutusu var. İsterse onu kilitliyor. İçine, veresiye çay kahve içenlerin listelerini koymuştu, onları çıkarıp örnekleri taktık. Çok da güzel oldu, herkes bakabilecek, el süremeyecek! Öneklerin kapalı oluşuna sevindiğimi görünce babam:

-Garip kuşun yuvasını Allah yapar! demişler. Buna inanmam ama bazı bazı doğru çıkıyor. Ben gelmeden önce Abbas Amcam uğramış, o da geçen gün Kırklareli’ne gitmişmiş. Hanife Halamın iyi olduğunu söylemiş, Hasan Amcamın ikiz kızı olmuş. Babam güldü, bir kapıda dört kız! Bu dört damat demektir. El oğluyla uğraş gücün varsa Hasan! dedi. Anladım ki babam bizim damattan memnun değil.

Babam haklı çıktı, ben, “Kimse gelemez!,, diye düşünürken dün akşama göre kahve doldu, dışarda kalanlar bile oldu. Bu ilgi biraz da gazeteler içindi. Gazetenin birinde Churchill, Truman, Stalin üçlüsünün resmi vardı. Üç resmin içinde Stalin sanki daha heybetli gibi duruyordu. Önce ona beddualar okundu. “Amerika yardım etmeseydi Hitler onu tüyecekti’ diyen oldu. Oldu ama ona karşı da:

-Hop, hooop! Stalingrat’ta Almanlara kan kusturan Amerika değildi. O beğenmediğimiz adam, adını taşıyan kenti, hakkıyla korudu, Hitler’in palavra olduğunu da gösterdi! dendi. Resimlere bakarak yapılan konuşmalarda Truman da nasibini (!) aldı. Pısırık bir görünümü olduğu, karşısında Mareşal Stalin’den adeta sindiği söylendi. Söz, Franklin Roosevelt’e gelince onun güçlü görüntüsü övüldü. Onun bulunduğu toplantı resimlerinde Stalin’in hep silik kaldığı öne sürüldü. Belli ki, Roosevelt’in felçli olduğu unutulmuştu. Onun, çocukluğundan beri ayağa bile kalkamadığını anımsattım. Ancak gelmiş geçmiş Amerika Cumhurbaşkanları içinde en büyüklerden biri olduğunu anlattım. (Bu arada, çok yakında okuduğum, Amerika ile ilgili bir kitaptan öğrendiğim, belli başlı Amerika Başkanlarını da sıraladım) Söylediklerimin dikkatli dinlendiğini görünce Eski eğitimbaşımız Tahsin Türkay’ın bize anlattığı Stalin’in eşkıyalık olayını da araya sıkıştırdım. Özellikle Stalin’in Devlet Başkanı olduktan sonra bile intikam için eski haydutluk arkadaşını bulup öldürmesine şaştılar. Ben konuşurken dışardakilerin içeri gelip beni ayakta dinlemeleri ilgimi çekti. Babam haklıymış, gelmemek şöyle dursun insanlar gitmeyecek gibi beni dinliyordu. Çançik Ali:

-Yorganı alıp gelmeyi düşündüm ama, azıcık yerim kaldı, başaklar neredeyse çatlayacak; bir iki gün sonra sabaha kadar dinleyebilirim! deyince yaylar boşandı, kahkahalarla güldüler, “Sözünü balla keselim!,, söylemini tekrarlayarak dağıldılar.

Babam, doğrudan bana bir şey söylemeden, kendi kendine konuştu:

-Bunlar böyledir işte! Ancak, bu aldıklarını iki gün taşırlar, bir yandan da için için fesadı düşünürler. Bana dönerek:

-Senin için demiyorum, senin için bir fesatlığı neden düşünsünler? Onların seninle çatışan bir çıkarları yok. Senin anlattıkların hakkında bir bilgileri de yok. O nedenle kuzu kuzu dinlediler. Köyde sürekli kalsan o zaman işi hinliğe dökerler. Sen bildiğin doğruları çekinmeden anlat. Vahit böyle yapa yapa kazandı onları. Kazandı ama, çoğunun babasından başladı bu işe. Seferberlikten beri (1914-1918 Dünya Savaşı) gelir gider buraya. Senin yaşından çok; neredeyse kırk yıl!

Babamın tavırlarından, yaptığım konuşmaların yararlı olduğu kanısına varınca rahatladım. Yatınca da bir süre, anlatmam gerekecek konuları sıralayarak üstlerinde düşündüm. Pazartesi günleri Pazar yerinde yer kiralayıp pazarcılık yapan Salim Amcam yıllardır yerilmektedir. Sıfırla başladığı bu işi, oldukça başarılı sürdürürken askere alınınca kesilmişti. Dönünce gene sıfırdan başlamış. Buna karşın çok mutlu, işi sürekli pazara çevirmeyi düşlüyor. İki oğlu var onları şimdiden alıştırmış. Bunun güzel bir girişim olduğunu neden savunmayayım?

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ