Dergide Tanıtılan Kitap Tartışmaları Giderek Artıyor
7 Aralık 1945 Cuma
Yatakhanede sesi duyulmayanlardan, benim eski mektup arkadaşım (onun isteğine göre) adaşım Ziya Fikri Özlen bu sabah konuştu:
-Bana ne onların büyük davalar peşinde koşan kitaplarından, yazarlarından; okunacak başka kitap mı yok! Pitigrilli’ler, Dale Carnegie’ler var. Bakın, Citadel-Şahika yazarının yeni kitabı çıktı. Cronin, Doktor Cronin, arkasından da Arşibalt (Arshibald) Josef (Joseph) Cronin sözleri tekrarlandı:
Dr. Archibald Joseph Cronin
-Pitigrilli’nin nesi vardı?
-18 Kıratlık bakire!
-Şunu, 20’ye tamamlamamış mı?
-Neyi?
-Kır atları canım!
-Ne kır atı? Bir kahkaha koptu:
-At değil beygir deyin şuna! Saman sarısı olacak değil ya, kır at olacak tabii! Birileri, 18 Kıratlık Bâkire kitabındaki kırat sözünü kır at, olarak algılamış. Kır atla, kırat sözleri açıklandı;
-Kır at, kurşun rengini andıran, tüylü at (Beygir); kırat, bir ölçü birimi, çoğunlukla altın, gümüş gibi değerli madenlerin ölçümünde kullanılır.
Yazarların kitapları sayılıp döküldü…. Dino Serge Pitigrilli; 18 Kıratlık Bâkire, Kokain, Sarışın Bebek, Muşa ve Çömezleri… Dale Carnegie’nin, Dost Kazanmak ve İnsanlar Üzerinde Tesir Yapmak, Üzüntüyü Bırak Yaşamaya Bak, Söz Söylemek ve İş Başarmak Sanatı, Meşhur Adamların Meçhul Tarafları…. dr. Cronin, Citadel-Şahika, Cennetin Anahtarları, Karanfilli Kadın, Yeşil Yıllar…
Kahvaltıda, titrememe yarışına kalkışıldı. Ekrem Bilgin gene numarasını yaptı:
-Ben uzun boyluyum, kiloluyum, hava boşluğu içinde hepinizden çok yer tutuyorum; sizinle yarışamam! Gülenler oldu. Hemşerim Kadir Pekgöz ise birden sinirlendi:
-Senin için bozuk, ne varsa kafanda var; kafa tasının bir kontrol ettir. Arkadaşlar bakıştılar:
-Sen neden sinirlendin?
Kadir, sorulanlara karşılık vermeden kalkıp gitti. Hemen olasılıklar öne sürüldü:
-Kadir, oturur oturmaz, çok düşünmediğinden söz etmiş. Bunu duyan Ekrem Bilgin, düşünmüş taşınmış, onun boyunu anımsatacak bir şaka bulmuş. Ancak Kadir, bu boy konusunda o denli duyarlı ki, leb demeden leblebiyi anlamış!
Hep gülündü ama yer yer de Ekrem Bilgin ayıplandı. Sonunda Ekrem Bilgin de bardağı taşırdığını anlamış olacak, özür dileyeceğini söyledi. Konu açılmıştı, hemen sorular yöneltildi:
-İnsanların bedenlerinin yüz ölçümü nasıl saptanır? Saptansa nasıl bir sonuç çıkar? Herkes bir yöntem üretmeye kalkıştı.
Ben:
-Tüm organlara kâğıt ya da bez sarıp, bezleri ölçerek, hesaplamayı önerdim. İşin ilginci, arkadaşların “Bunu, hiç düşünmemiştim!” dediği olayı, ben daha önce düşünmüştüm. Niçin ya da neden bunu, o zaman düşündüğümü anımsamadım ama; o zaman da oldukça bunun üstünde durmuştum. Örneğin parmaklarımın hepsini eşit büyüklükte sayarak birini bezle ya da iple ölçer, ipi de cetvelle ölçerdim. Bilekleri, kol bölümlerini de aynı yöntemi uygulardım. Bacak bölümlerini de böyle ölçünce bedenle kafa kalır. Beden de ayı şekilde iple ölçülerek yazılır. Boyunla kafa da eklenince, tam olmasa da insana bir fikir verecek bir sonuç çıkar. Bu organlar arasındaki büyüklük, küçüklük durumları onların hava boşluğunda kapladığı oylum hakkında bir fikir verir.
-Kafayı bulmak kolay, onu geometri derslerinde öğrendik! deyince Halil Yıldırım:
-Kim öğrendi? diye dikelerek karşılık verdi. Ben de buna şaştım:
-Geometri okumadınız mı? Halil Yıldırım:
-Okuduk ama insan kafasını ölçmedik!
-İnsan kafası ölçmeye gerek yok, bir topla deney yapabilirdiniz.
-Biz topla oynamaya da vakit bulamıyorduk.
-Size karpuz da mı yasaktı?
-Daire okumuşsunuzdur. Küre aynı zamanda bir dairedir, Yarı çapının karesi, çapı, yarı çapı olur. Yarı çapının karesi ile pi sayısı çarpımının 4 katı, kürenin dış alanını verir. İnsanlar bunu karpuz yerken bile hesaplayabilirler. xpi4 çarpımları kürenin dış yüz alanını formülüdür. Başımızın yarı çapını bulmak da kolay, kulaktan kulağa, cetvelle ölçünce bulacağımız sayının iki katı bile işimizi görür. Çıkacak bir çember olduğuna göre, çemberi pi sayısına (3,14) bölünce yarı çap bulunur. Bulunan yarı çap, kürenin de yarı çapıdır. Böylece kürenin dış yüzeyi ölçülmüş olur.
Nihat Şengül sabredemedi:
-İyi be, sabah sabah bir de matematik dersi gördük! Halil Yıldırım da sordu:
-Siz bunları sahiden okudunuz mu? Gözlerini de Abdullah’a dikti. Abdullah gülümseyerek:
-İbrahim anlattığına göre okumuşuzdur. Anımsadığıma göre iyi bir matematik öğretmenimiz vardı, derslerde o öğretmenle Sami Akıncı, İbrahim uzun uzun konuşuyorlardı. Her halde bunları tartışmışlar (!) Sami Akıncı, biliyorsunuz Ekonomi Bölümünde Matematik Öğretmeni, Halit Ziya Kalkancı’nın gözdesi diye anılıyor.
Salon dönünce, beklemediğimiz bir olayla karşılaşıldı, 3 sınıfı da salonda toplandı. 1., 2. sınıfların dersleri de boşmuş. Her zaman biz, 10 arkadaş kendimizi kalabalık bulurken 30 kişi, salona tıka basa dolunca, biraz yadırgadık. Fazla düşünmeden Pikap masasına oturup, ödevimi yazmaya başladığım Malik Aksel öğretmenin Sanat Tarihi Ödevi:
Güzel Sanatlarda Batılılaşma! (Müzik-Resim-Heykel-Tiyatro- Raks)
Güzel Sanatlarda Batılılaşma, Tanzimat hareketiyle başlar. Genelde bu, böyle bilinir, böyle söylenir. Ancak Güzel Sanatlar, hemen öyle bir fermanla, bir dizi kararla yoluna girecek işlerden değildir. Batı ile ilişkiler, ta Fatih Sultan Mehmet zamanında başlamıştı. Arada bölüntüler olmasına karşın ilişkiler sonraları da türlü görüntüler altında sürmüştür. Bölük börçük de olsa bu çok aralıklı ilişkileri artarda sıralayınca uzunca bir tarih gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Erişebildiğim sınırlı olanaklar içinde ben böyle bir ilişkiler zinciri oluşturabildim.
Not: Özel olarak Güzel Sanatlar söz konusu olduğundan, politik ya da ticari ilişkileri konuma katmadım.
1479-Fatih Sultan Mehmet, kendi portresini çizdirmek, ayrıca sarayını Batı sarayları biçiminde düzenletmek üzere İtalya’dan Matteo De Petti, Constance Di Ferrara ile özellikle de kendi resmini çizmesi için Venedik’ten ünlü ressam Gentili Bellini’yi getirtti.
1514-İstanbul’a ilk kez Avrupa’dan konser vermek amacıyla Orgcu Ottmar Luscinius gelmiştir.
1520-Fransa kralı 1. François tarafından, Kanunî Sultan Süleyman’a dostluk simgesi olarak bir orkestra gönderildi. Padişah buna çok sevindi. Ne var ki çevresinin, çalınan müziğin cengaverlik duygularını yumuşatacağı uyarısı üzerine, getirilen müziğin yayılmasını önlemek için kısa zamanda yasakladı. Gelenleri de geri gönderdi.
1674-Padişah 4. Mehmet’in kızı evlendirilirken düğünde ilk kez org çalınmış, böylece Batı yapımı bir müzik çalgısı Osmanlı Sarayı’na, girmiştir.
Not: Gerçekte, tüm kiliselerde her pazar orglar çalınıyordu. Ancak onları Müslümanlar duymazdan geliyordu (!)
1718-Damat İbrahim Paşa’nın sadarete geçmesiyle başlayan Lale Devri Avrupa özellikle de Fransa ile ilişkileri artırmıştır. İstanbul’un Paris başta olmak üzere Avrupa’nın öteki kentlerinde görülen güzelleşme, süs olaylarına önem verildi. Bu amaçla getirtilen uzmanlar arasında Ressam Antonia de Farrav, Jean Batista van Mour, Liotard Çastellan, Melling, Baron de Tott, Manzoni gibi o günlerin ünlüleri vardı.
1804-İstanbul’da Saray’a baş kaldıran Yeniçeri Ocağına karşı asker gönderen Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa, bir de Avrupa modeli bando takımı gönderdi. Bu Bando takımı sonraları kurulan Ordu Bandosu’nun temeli oldu.
1826-Padişah 2. Mahmut yağlı boya ile tablosunun yapılmasına izin verdi. Tablolar belli yerlerde duvarlara asıldı. Ayrıca, Tasviri Hümâyun adlı bir Nişan kuruldu. Bundan böyle Padişah’ın resmini yapanlara (beğenilirse) nişan verilmeye başlandı.
1827- Padişah 2. Mahmut’un isteğiyle yeni kurulan ordunun bandosunda büyük değişikler yapıldı. 500 yıldır hiç değişmemiş Mehter Takımı yerine geçen Bandonun gelişmesi için, özellikle bu konuda çok gelişme gösteren Sardunya Krallığı seçilerek oranın elçisi aracılığıyla ünlü opera bestecisi Gaetano Donizetti’nin kardeşi, Gioseppe Donizetti getirtildi Ağabey Gaetano Donizetti için, en büyük opera bestecilerinden biri olarak söz ediliyor ama nedense bizim ülkemize henüz getirilmemiş. Bunu Aydın Gün öğretmene sorduğumuzda:
-Gaetano Donizetti operalarının bazı özellikleri var, o nedenle biz onlara henüz el atamıyoruz! demişti. O zaman da şaşmıştım:
- Gaetano Donizetti, opera sahasında Mozart’tan daha mı usta ki? Kardeş Gioseppe Donizetti, Napolyon Bonapart bandolarında yetişmiş bir bandocuymuş.
Giuseppe Donizetti Paşa
Deneyimli bir bandocu olarak, işi temelden daha sağlam tutarak kısa sürede başarılı çalışmalar yaptı. Kurduğu bandonun 2. Mahmut tarafından beğenilmesi sonunda Paşalık payesi, yanında Osmanlı Orduları genel Bando Direktörü alarak uzun yıllar çalıştı. 2. Mahmut adını taşıyan Mahmudiye Marşı’nı besteledi. 1840 yılında tahta geçen Abdülmecit için de Mecidiye marşı ile başka marşlar besteledi. 29 yıl hizmet sonrası 1856 yılında öldü.
1836-G. Donizetti Paşa’nın isteğiyle gene bir İtalyan müzikçi olan Callisto Guatelli getirtildi. 48 yıl, Ordu-Saray Bandosunda çalışan Guatelli de paşalık payesini kazandı, ölümüne dek İstanbul’da kaldı. Padişah Abdülaziz için bestelediği Aziziye Marşı’ndan başka Sergi Marşı vardır. Beş Padişah döneminde 63 yıl hizmet gören Guatelli Paşa 1899 yılında öldü.
Callisto Guatelli Paşa
Not: Ödevim sürecek. Defterimi toplarken Arif Gelen arkadaş geldi. Zaman zaman konuşuyoruz ama daha çok o gelirse bu oluyor. Arif, müziği çok sevdiğini söylüyor. Çalışmasını önerdim, Almanca çalıştığını biliyordum:
-Almanca’ya tüm gücümle sarıldım, gevşetemem! deyince aklıma geldi:
-Yabancı adların doğru yazılışını beceremiyorum! Arif, bana “Peti Larus’a bakıyor musun?” diye sordu. Peti Larus? Arif gülerek, kalemi alıp:
-Le Petit Larousse, yazdı. El kitabı bir Fransızca lügatmiş. LE PETİT LAROUSSE! J. J. Rousseau’nun adını anımsattığı için çabuk benimsedim. Kitapçılarda satılıyormuş. Arkadaşı İsa Öztürk almış. Üstelik İsa, Anafartalar-Eski Kitapçıdan daha ucuza almış. Sevindim, aynı kitapçılardan ben de zaman zaman nota alıyorum. Sahiden bu doğru çıkarsa, büyük bestecileri de orada bulurum. Örneğin Rus Beşlerinden Cesar Cui, Balakirev hakkında fazla bilgi bulamadım. Keza, Fransız, Eduard Lalo, Georges Bizet için de öyle. Hele, Joseph Haydn, Mozart üstünde önemli etkileri olan Mannheim Okulu diye anılan Stamitz’ler (Baba oğul) için bilgi bulursam çok sevineceğim. Büyük Bach’ın oğulları için de öyle. Bunlar için de açık açık, güven verici bilgi bulamıyorum.
Yemekte bir sevinç! Arka masadan duyuruldu, Bölüm Başkanı haber göndermiş:
-Her konsere gitmek zorunda değiliz, belki de yarın konser olmayacaktır! demişmiş. Önce inanmadım, daha doğrusu Bölüm Başkanı’nın böyle deyişini garipsedim. Konser neden olmasın? Kar çok, sıfır altı bilmem kaç diyorlar. Ankara içi de mi böyle! Uzatmaya ne gerek:
-Yarın konsere gitmiyoruz! dese, yeterdi.
Birden aklıma İstanbul olayları geldi,
-Yoksa Ankara’da da öyle bir tevatür mü var? Olur mu olur; İstanbul’da olan Ankara’da neden olmasın? Yıkıcıları, C. H. P desteklediğine göre, kimden korkacaklar?
Arkadaşlar topluca Öğretmenler kantinine gitmeye karar verdi. Bizden önce gidenler olmuş. Yüksek Bölün öğretmenlerinden kimse yok. Enstitü Bölümünden Cemil Toygar, Nazif Balcıoğlu, Ali Coşkun var. Bizden sonra Bayan Rezzan Taşçıoğlu ile arkadaşı geldi. Halil Dere satranç oynamak istedi. Satranç masası bayanlara yakındı, oraya geçtik. Kulaklarım, yan masalarda. Enstitü Bölümü bayan öğretmenlerle kontur giden Cemil Toygar bunlarla can ciğer. Bu lokale seyrek gittiğimden bu durumu biliyordum; Halil Dere fısıldadı:
-Onlar bazen iki ikiye de oturuyorlar. Bizim Doç İbrahim Yasa da zaman zaman ötekiyle oturuyormuş. Bayanların ikisi de pantolon giyinmişler, benim dikkatimi bu da çekti. Mimar Muallâ Eyuboğlu da pantolonlu ama, onun, inşaat işlerinde çalıştığını bildiğimden yadırgamıyordun. Adını bir türlü öğrenemediğim öteki sarışın (Handan, Candan, ya da Canan) durmadan gülüyor. Belki de söylenen sözleri duymak istemiyordur!
Geç vakitlere dek satranç oynadık.
Yatınca bir süre düşündüm:
-İşte birileri buna alışmış, başka türlüsünü yapamıyor. Bunlara iradesizler deniyor. Babamsa böylelerine “Mangafa!” der. İlginçtir, Fikret Madaralı öğretmen de bu sözü çok kullanırdı. Belki de Bulgaristan kaynaklı bir sözdür. Madaralı öğretmenin en çok kullandığı Sarsak sözünü ise babamdan hiç duymadım. Sarsak, kafası sallanan, sallak baş demek, sanırdık. Akılsız demekmiş, sonra öğrendik.
8 Aralık 1945 Cumartesi
Bu sabah, bizim bölümdekiler şakıdılar:
-Üç yıldır ilk kez konser kaçırıyoruz.
Ahmet Allı, hemşerisi Yusuf Demirçin’e takıldı:
-Ne var bunda şaşacak? Biz tüm cumartesileri konsersiz geçiriyoruz.
Azmi Erdoğan:
-Müzik ruhun gıdasıdır, sizin ruhlarınız kurumuş, biz müziksiz edemeyiz.
Hasan Gülün:
-Çalın şunlara Topal Koşma’yı da gıdalansınlar.
Mehmet Kocaefe:
-Neden Topal Koşma, aksağı olmayan yok mu şunun?
Zekeriya Kayhan:
-Var var hemşerim, onlar duymamış, geçen gün bir bacak eklediler, şimdi rahat koşuyor.
Kahvaltıda da aynı konu sürdü:
-Sahiden biz hiç konser kaçırmadık mı? Ekrem Bilgin:
-Sizi bilmem ama ben hepsini kaçırdım, sanırım gitmediklerimi düşünürken gittiklerimi de unuttum.
Nihat Şengül:
-Şaka ediyorsun arkadaşım, kaç kez seninle, arkadaşlar Konservatuvar yoluna yönelince Hal yolundan sapıp Kızılırmak’a dönmüştük.
Arkadaşlardan gülenler oldu. Ekrem hiç aldırmayarak:
-Bak onları bile unutmuşum!
Halil Yıldırım:
-Seninki unutmak değil, vurdum duymazlık!
Vurdum duymazlık sözüne takılan oldu. Tabir! Ben hemen düzeltme yaptım, Deyim! Benim Küçük kitabım onu deyim olarak gösteriyor. (Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu) Deyim, Terim, Atasözü, geçmiş günlerde tartışıldığından bu kez kimseden ses çıkmadı. İbrahim Kavasoğlu, bir süre plâk dinlemeyi önerdi. Bir süre yöntem düşünüldü:
-Öteki sınıflara ne diyeceğiz, onlar çalışmak isterse? Kamil Yıldırım kolayını buldu:
- Sus, konserde konuşulmaz!
“Bir deneriz!” diyerek kalktık. Salonda kimseler yoktu. Abdullah Erçetin’le sobayı yaktık. Salonun tenhalığı, arkadaşların çalışma şevkini kabartmış olacak, kemanlara sarıldılar. Az sonra öteki sınıflar da gelince konser unutuldu. Bir yandan da gözler kapıda: Bölüm Başkanı gelir mi?
Küçük odanın kapısı çok açılmadığından oldukça rahat çalıştım.
Öğle yemeğinde herkes hoşnuttu:
-Boş günlerimizde başka zaman neden böyle çalışmıyoruz?
“Boş günlerimiz” sözü beğenilmedi, yerine “Boş zamanlarımız” sözü önerildi. Plâk dinlemeyi akşama bıraktık. Ya Bölüm Başkanı gelirse? Arka masadakiler de onu konuşuyormuş, muştuladılar:
-“Gelirse”si yok, toplanmamız için haber göndermiş.
Halil Yıldırım sabırsız:
-İşte bu kadar!
Hemşerim Kadir az daha ileri giderek:
-Adam öğleye dek evinde ısındı, durur mu, gelip çalıştıracak!
Teselli için sözler söylendi:
-Yok canım, fazla kalmaz, bir iki cızbız ettirdikten sonra ayrılır gider.
Bu kez de ben takıldım:
-Siz mesleğinizi ciddiye almıyorsunuz, cızbız ne demek? Ekrem Bilgin:
-Biz, hep öyle diyoruz. Piyano için de sözümüz var; tıngır mıngır! Direndim:
-O sözleri ben de diyorum ama onlar Alaturkacılar için geçerlidir; dur durakları belirsiz sesler için söylenmiş sözler. “Arap’ın yalellisi” türü!
Kalkınca konu değişti, kemancılar, Stradivari’lerine (!) bir an önce kavuşmak isteğiyle koşuştular.
Küçük odadaki piyanoya rahatça oturdum. Konuşmalar kulağımda tekrarlanır gibi:
-Alın size tıngır mıngır!
Tuşlara, tüm gücümle vurmaya başladım. Bir yandan da sözü tekrarlıyorum:
-Piyano için, tıngır mıngır diyorlarmış!
Bölüm Başkanı kapıyı açtı, bir eli kapının açacağında öylece durdu, gülerek:
-İbrahim, şans mans derler ama ben buna inanmıyorum. Bak sen başarını düzenli çalışarak yakalıyorsun. İçerdekiler soba yanarken ellerinin üşüdüğünden söz ediyor. Oysa senin soban moban da yok!
Bölüm başkanı böyle deyip gitti. Geçen zamanın ayırdında değilmişim, bir süre sonra salona baktım, arkadaşlardan bir grup soba etrafına oturmuş, Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümünün, Konservatuvarın kaloriferli çalışma odalarından söz ediyordu. Kalorifer! Köy Enstitüleri! Henüz dış sıvası bile yapılmamış binalarda kaloriferli derslikler düşlemek, hele, Enstitüler kurulduktan sonra yapılan dağınık, küçük binaların kaloriferle ısıtılacağını ummak gerçek dışı bir istek bence! Böyle düşündüm ama arkasından da:
-Ne var yani, köyleri modernleştireceğiz, kuyuları çeşmeleştireceğiz, karanlıkları aydınlaştıracağız, yolları şoseleştireceğiz (Neyse ki asfalt demiyorlar!) diye toplantılarda nutuk atanlar, bunu da yapıverirler (!)
Akşam yemeğimiz oldukça neşeli geçti, daha çok ilk gezimiz üzerinde durduk. Isparta/Gönen Köy Enstitüsü deyince biz Kepirliler, eski öğretmenimiz, oranın o zamanki müdürü Ömer Uzgil’i anımsadık. Kızılçullu çıkışlılar da eski öğretmenleri Hayri Çakaloz’u övdüler. Hayrı Çakaloz da şimdilerde Aydın/Ortaklar Köy Enstitüsü müdürüymüş. Ömer Uzgil Resim-Elişleri öğretmeniydi. Hayri Çakaloz Psikoloji öğretmeniymiş. Benim çok ilgilendiğim bir olay; Psikoloji sözü Köy Enstitüleri müfredat programında geçiyor ama doğrudan psikoloji dersi yoktu. Beklediğimi bulamadım. Hayri Çakaloz, masamızdaki iki arkadaşın bir yıl Türkçe derslerine girmiş, sonra Müdür Yardımcısı olup derslere girmemiş. Konya/İvriz’e gittiğimizde Müdür yoktu. Biz, eski öğretmenimiz Salih Zeki Büyükaksoy’u andık. Arkadaşlarsa, gezinin o bölümünü tümden Konya Gezisi olarak algılamışlar. Kayseri/Pazarören müdürü de Kızılçullu’dan gitmeymiş; Şevket Gedikoğlu. İlk yıl onun konuşmasını dinlemiştik. Ancak Şevket Gedikoğlu, arkadaşımız Yusuf Asıl’ın hastalığında büyük duyarsızlık gösterdiğini öğrenince genelde gözümüzden düşmüştü. (Arkadaşımız, ilk yıl stajı için gittiğinin ilk günlerinde rahatsız olunca uzun süre umursanmamış, durum ölümcül bir duruma dönüşünce doktor ya da hastane yerine hastabakıcı düzeyinde oldukça duyarsız yaklaşımda bulunulmuş, arkadaşlar arası haberleşmeler sonunda ailesi işe el koymuş, arkadaş hastaneye kaldırılmıştı.)
Buna karşın arkadaşlar, Müdür Şevket Gedikoğlu hakkında öğretmenliği süresince öğrencilere yaklaşımından hoşnut olduklarını söylediklerinden fazla yerilmedi. Gene de Kayseri/ Pazarören Köy Enstitüsü gezisi deyince unutulmaz çift, Sabiha-Ömer Epçim öğretmenler akla geliyor. Ömer Öğretmen, bizim Namık Ergin öğretmenimiz denginde bir usta, sahiden inşaat işlerinden anlayan bir kişi. Biz onu, 1941 yılında, Kızılçullu’dan Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün kurulmasına katılan ekibin başında tanımıştık. Öteki ekiplerin başında gelenlerin hiç birisi ile karşılaştırılamayacak özellikler taşıdığını daha o zaman anlamıştık. Pazarören’de görünce, o düşüncelere ek olarak başka özelliklerini çabuk sezdik. Eşi Sabiha Öğretmen, o yaz, Pazarören’den Hasanoğlan’a gelen ekibe bir başka arkadaşıyla katılmıştı. İşin ilginci, Sabiha öğretmenin ablası Saliha Öğretmeni, arkadaşımız Ekrem Ula deli gibi seviyordu. Sabiha öğretmen bize çay içmeye gelir, Ekrem’le ablası için zaman zaman tartışır, över, zaman zaman da ikisini de eleştirirdi. Bu özelliklerinden ötürü Epçim çifti, bizde Kayseri/ Pazarören Köy Enstitüsü simgesi olmuştu.
Arkadaşımız İbrahim Kavasoğlu, ilk stajını orada yapmıştı, bazı bilmediğimiz özellikleri anlattı. Pazarören Kurucu Müdürü Sabri Kolçak, ilk günleri ile çevre özelliklerini Zamantı Mektupları başlığı altında yazmışmış. Zamantı oralarda akan bir su imiş. Kurucu müdürlerin uzaklaştırılmasını bir türlü anlayamadığımız için, konu açılınca aynı tepkileri gösteriyoruz. Konu gene ayrılan müdürlere döndü. Ekrem Bilgin kehanette bulundu:
-Rüyamda Rauf İnan’ın ayrıldığını gördüm! deyince Halil Yıldırım:
-Aç tavuk rüyasında buğday görürmüş!
Gülüşerek masadan kalktık. Öğrenci Başkanı Hasan Yılmaz’a uğramayı düşündüm. Genelde hep arkadaşları oluyor, başkaları varken kendimi sığıntı sayıyorum. Bu kez yalnız yakaladım. Gazete okuyordu. Sevindim, “Gelenler olursa alır gazeteyi okurum!” diyerek oturdum. Bir süre gelen olmadı. Gelenler olunca da gerçekten bir kenara çekilerek Cumhuriyet gazetesini ilânlarına varana dek okudum. Şaşırtıcı bir resim (bana göre şaşırtıcı) A.B.D Başkanı Truman’la Sovyet Başkanı Stalin, Berlin’de buluşmuş, yan yana resimleri var:
Harry Truman/Josef Stalin-Berlin, 1945
Neredesin, o dünyayı titrettiğini sanan, “Bana havada, sırtlan, denizde kaplan, karada aslan, yedi devlete kan kusturan Berlin’deki Alman derler!” gibisine övünen Adolf Hitler?
Adolf Hitler –Benito Mussolini-Berlin 1938
Evvelki günkü İstanbul gösterilerinden sonra dün de İzmir ve Bursa’da gençler sokaklara dökülmüş.
Bu arada olay, Başbakan’a da yansımış. Başbakan olayı çok önemsediklerini belirtiyor. İşin içine yabancılar da katılıyormuş. Kim bu yabancılar acaba? Birden, okuduğum bir kitabı anımsadım, Fransa-Paris, Alman işgali günlerini anlatıyor, Joseph Kessel, Gölgeler Ordusu. Kitabı (Remzi Kitabevi) bir daha okumaya karar verdim.
Bir süre, sessiz sakin gazete okudum. Dalgın dalgın okuduğumu gözlemiş olan Hasan Yılmaz:
-Abi, başka gazeteler de var, Milli Eğitim Bakanlığı’na staja giden abiler, sağ olsun, her akşam getiriyorlar. Elimdeki gazeteyi göstererek:
-Onu sizin Kepirli ağabey Bekir Temuçin getirdi! dedi. Bekir Temuçin, Hasan Yılmaz! İkisinin de doğum tarihlerini bilmiyorum ama, bedensel durumlarını anımsayınca gülümsedim. Bekir, zayıf bedenli, kısa boylu. Hasan Yılmaz oldukça iri. Aralarındaki bu görüntü farkı, ağabeyliğe ters düşüyor. Hemen bir başka Kepirliyi anımsadım, o da şimdi burada; Recep Türköz. Bizden iki sınıf altta idi. Kendi sınıfında, kesinlikle en yaşlı idi. Aynı sınıfta olan Rüştü Güvenç, Nuri Altınseven ona ağabey diyordu. Recep bizim dersliğe sık sık gelirdi. Bizim sınıfın yaşça küçükleri (1925-1926) Hasan Üner, Yusuf Asıl, Mehmet Başaran’la konuşurken onlara ağabey deyişine şaşıyorduk. Recep burada da hemen hemen herkese ağabey demeyi sürdürüyor. Nedense ben bu durumu normal sayamıyorum. Ağabey-kardeş, doğrudan yaşlar arasındaki farkı anlatmaktadır. Buna uymamak, kişilerin elinde olmamalı. Bu düşüncemden olacak, Hasan Yılmaz’ın Bekir Temuçin’e ağabey deyişini benimseyemedim. Gerçi Hasan, sınıf farkını anarak söyledi ama gene de bunları anımsadım. Hasan, bu arada dolaptan bir yığın Ulus’la Cumhuriyet gazetesi indirdi. 5 Aralık tarihli Cumhuriyet’te bir haber, çetin karakış, bütün Anadolu’da sürüyormuş. Kendi kendime konuştum:
-Ne haber, tüm Anadolu donuyormuş! Aynı gazetede bir başka başlık:
- Çılgınca sokağa dökülen Üniversite gençliği gazeteleri basıp, yakmış yıkmış.
Tanin Gazetesi’nin Hüseyin Cahit Yalçın’ın olduğunu biliyordum. Meğer basılan gazete Tan imiş, onda Sabiha-Zekeriya Sertel çifti yazıyormuş. Bu adları, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’den dinlemiştim. Bunu bir kez daha anlatmıştım. Köy Enstitüleri Müdürleri 1944 yazında Hasanoğlan’da toplantı yaptığında Hasan Ali Yücel de katılmıştı. Tam o sıralar, Ahmet Emin Yalman “Yarınki Türkiye’ye Seyahat” adlı kitabını yayınlamıştı. Müdürlerden biri, Ahmet Emin Yalman’ın bu girişimini değerlendirmesini istemişti. Hasan Ali Yücel umulmadık bir yüz gerginliği takınarak:
-Ahmet Emin Yalman’a hiç güvenim yoktur, o, bin tane övgü yazar, arkasından bir yergi yaparak tüm övgülerini sıfıra müncel eder” (çevirir anlamında). Arkasından da Sabiha Sertel’le eşi Zekeriya Sertel’i Ahmet Emin Yalman’a katarak onların gazetecilik anlayışlarını uzun uzun eleştirmişti. Bu arada bir de başından geçen olayı anlatmıştı:
-Yaşımın otuzlu yıllarından birinde, o günlerin pek modası olan Köycülük konusu üstüne yazılar yazıyordum. Yazılarım, ötekilerin yazıları gibi “Yaparım, ederim”li değildi, her zamanki gibi aklıselimimi (sağduyumu) kullanıyordum. Demek istediğim de şuydu: “Köyün kalkınması, maddî olduğu kadar manevî destek de ister. Aynı konular üzerinde durmak bilmeksizin yazanlar vardı. Bu arada bir gün Sabiha Sertel Hanımefendiden bir davet aldım. Benim yazılarımı çok takdir ediyormuş, görüşmemizden mutlu olacakmış. Eve davet edilmiştim. Neden gazetede değil de evde görüşülecek? Zekeriya Bey’in rahatsız olabileceği düşüncesiyle eve çağırılabileceğimi düşünerek belirtilen günde verilen adrese gittim. Kadıköy’ün en mutena yerlerinden birinde evi buldum. Görkemli bir mesken, kapı açıldı, şık giyimli bir bayan, beni sorgulayıp içeri aldı. Karşılayan bayan çok şıktı ama sanırım çok gençti. Sabiha Sertel’in o olamayacağını düşünüp sonucu bekledim. Bayanla birlikte bir kapıdan girdik. Tam karşımızda bir başka bayan belirdi. Beni karşılayan bayana tanıttı:
-Beyefendiyi, hanım efendiye takdim et! Anladım ki o bayan da bir başkası. Bir oda içeriye girdik. İkinci bayan özür diledi:
-“Sabiha Hanım sizi bekliyordu, geldiğinizi duyurduk, çok memnun oldular, hemen gelecekler” deyip çıktı.
Yalnız kalınca etrafıma bakındım, kapalı çarşıda zaman zaman gördüğüm altın işlemeli mahaller gibi büyükçe bir salon. Sehpalar üzerinde altın kuğular, sırtlarında içmeye hazır Amerikan sigaraları. Altın horoz ibikli masa çakmakları, sigara yakmak için heyecanla bekliyor. Ben dalgın dalgın düş kurarken Sabiha Hanım boy gösterdi. Bu kez de yanında bir başka bayan vardı. Sabiha Hanım boynundan bir eşarp çıkarıp ona verdi, eliyle de çıkmasını işaret etti. Nihayet, Sabiha Sertel Hanımefendi ile karşı karşıya kalmıştım. Sabiha Hanım incelikli sözlerle hal hatır sorarken bir yandan da Altın Kuğudan sigara ikram etti, Altın Horoz çakmakla sigaram yakıldı. Bu arada Zekeriya Sertel’in Ankara’da olduğunu öğrendim. Daha önce birkaç yılım Avrupa’da geçmişti. Yaşamasam bile benzer mekânlar görmüştüm, bir eziklik duymadım. Ancak çağrı nedenimle buluşma ortamının zıtlığı beni rahatsız etmişti. Sabiha Hanım davet ettiğine göre sadede gelişi ondan bekledim. Sonunda olay açıklandı, gazetelerde yazdığı yazıların beğenildiğini, bu konuda işbirliği yapabileceğimizi Sabiha Hanım saydı döktü. Sabiha Hanımın bu konudaki yazılarını okuduğum için söylemek istediklerini kolay anlamıştım. Ben, söz konusu olayın, devlet politikasının sağlıklı sürmesi durumunda çözüleceği inancındaydım. Bu inancım nedeniyle bugün de karşınızdayım. Sabiha Hanım, bunun yeterli olmadığını, Devlet’i de karşıya alarak düzeltme niyetindendi. Ona katılmadığımı söyledim. Üzgünüm, Sabiha Hanım, benim rüyamda bile göremeyeceğim bir konfor içinde yaşıyor. Kapısında bekleyen Greta Garbo’yu kıskandıracak görünüşlü üç bayanın yanında benim eşim, çocuklarıma bakacak bir dadıdan yoksun, sıradan bir halk mahallesinde yaşamaktadır.
Hasan Ali Yücel az sustuktan sonra, sözü Ahmet Emin Yalman’agetirerek:
-O da bu tür gazetecilerdendir. Gerçekten gazetecilik eğitimi görmüştür ama nerede? Amerika’da, Amerikan havası içinde dünyaya, dünyadaki olaylara bakıp eyyam kesmektedir. Ahmet Emin’in bizim davamıza yardım için yazı yazacağını beklemiyorum. Eğer yazdıysa onun bunda kesinlikle çıkarı olduğu için yazmıştır Lütfen konuyu, enine boyuna inceleyin, yanıldığımı söylediğinizde sizden çok sevineceğim.
Yazı başlıklarına bakıyorum.
İspanya İç Savaşı hakkında tek bilgim, Eski Başbakanlardan Celal Bayar’ın oğlu Refi’i Bayar’ın oradaki kralcılara devletimizin sipariş verdiği uçakları satması, olay açıklığa çıkınca (yakalanınca) da intihar etmesi; uzun uzun yazılıp çizilmişti. Şu işe bak!
Celal Bayar, şimdi de parti kuruyormuş. Belki de gene Başbakan olup öteki çocukları için hırsızlık ortamı hazırlayacak. İnönü, bunları unuttu mu ki?
Millî Şefimizin iltifatı çok bol besbelli.
Gelenler olunca toparlandım. Gazeteyi masada açık bırakmıştım. Gelenlerden biri Gölköy çıkışlı Mehmet Öztürk:
-Aferin gençlere, vursunlar komünistlerin kafalarına! dedi. Besbelli, buraya gelmeden önce bu konuda konuşmalara katılmış, sözünü tamamlayan bir tekrardı bu:
-Vursunlar komünistlerin kafalarına!
Kim bu komünistler? Göğüslerinde işaretleri mi var? Komünist diye Mehmet Öztürk’ün kafasına vururlarsa ne olacak? Mehmet Öztürk, bu konuda rahat! Merak ettim ama soramadım, bizim komünistler için bir düşündüğü var mı? Çiftelerli on kadar arkadaş için bu hep söyleniyor. Komünist kitabı okumuşlar, suçüstü yapılarak mahkemeye verilmişler. Söylendiğine göre Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel araya girip mahkemeyi durdurmuş. Durup durup bu ortaya getiriliyor. Bu arkadaşlardan yalnız Talip Apaydın’ı tanıdım; üç yıldır birlikteyiz, Talip Apaydın kadar uyumlu, çalışkan az arkadaş tanıyorum. Bu nedenle söylenenlere inanamıyorum. Ne var ki söylene söylene Talip Apaydın da sindirilmiş, çekingenliği bence bundan!
Başkaları da gelince, sessizce ayrıldım. Onların konuşacak başka konuları varmış, bilmediğim, ilgilenmediğim konular!
Yatakhaneye geçtim, başka yatanlar da varmış, sessizce yatağıma uzandım. Yatağım pek rahat değil ama daha rahatını bilmiyorum zaten. Köyde, düpedüz yerde yatıyordum. Bu arada gene J. J. Rousseau’yu anımsadım, günlerce yürüdükten sonra bir akşam, bir kilisenin mermerleri üstüne uzanıp yatmış. Öylesine rahat uyumuş ki, İtiraflar’ında bunu, yıllar sonra özlemle anıyor. Rahat yatakta ben de Köy Öğretmen Okuluna gidince 3-4 ay yatmıştım. O yataklar bir daha geri gelmedi. Sahi o karyolaları kimler yapardı? Karaağaç’ta 80 öğrenciydik. En az 100 kadar karyola vardı. O yüz karyolayı kimler sahiplendi?
9 Aralık 1945 Pazar
Uyanınca, nedense yatarkenki düşüncelerim depreşti. Karaağaç’taki karyolalar gelmeseydi, Alpullu’da nerede yatacaktık? Öyleyse o karyolalar. Alpullu’dan sonra yok oldu. Bu kez de Lüleburgaz’ı aklıma taktım. Biz, sekiz ay orada da demir karyolada yatmıştık. Kaldığımız okulun Başöğretmeni Salih Arı mı sahiplendi o karyolaları?
Kahvaltıda, Kitap Tanıtmalar üstüne dedikodu:
-Tanıtılan kitapları kimler seçiyor? Bu konuda hiç birimizin doğru dürüst bir fikri yok. Bugün Şükrü Koç tanıtma yapacak. Kızılçullu çıkışlılar, güven içinde bekliyorlar. Onlar oldum olası kendi arkadaşlarının başarılı olacağı güveni içindedirler. Hemşerim Kadir Pekgöz kimi zaman bunu onların yüzüne söylüyor:
-Size göre, Kızılçullu’lar başarılı, Çiftelerliler başarısız. Emin Soysal size bunu aşılamış. Çiftelerliler de bunun tersini söylüyor. Onlara da Rauf İnan böyle söylemiş. Hani sizin kendi düşünceleriniz, gözlemleriniz, deneyleriniz?
Şükrü Koç, kitabını tanıttığında, elindeki özet yazıdan bir nüsha bana da verecekti. Tanıtma sonunda oldukça patırtı koparıldı. İngiltere son seçimlerinde, o uzun savaşı neredeyse Winston Churchill kazandı denirken, İngiliz halkı tam tersini yaptı, seçimde Churchill’i devirip İşçi Partisini iktidara getirdi. İşçi Partisi’ni bir bakıma komünistlere yakın görenler, bir İşçi Partisi taraftarı yazarı olan Harold Laski’yi seçişi nedeniyle Şükrü Koç’u çok eleştirdi. Sanırım bundan biraz gocunan arkadaş, bunca zamana rağmen söz verdiği yazıyı vermekte gecikti. Gerçi 4. Dergi’de yazı yayınlanmıştı ama, ben verdiği söz üzere ondan bekliyordum. Ayrıca inci gibi güzel yazısı da bir anı olacaktı. Bu gerçekleşmeyince bu kez oturdum kendim yazdım. Harold Laski salt politikacı değil aynı zamanda üniversite profesörü imiş. Anlattıkları, öyle ucuzundan sözler değil, bilimlere dayanan fikirlermiş. İngiltere’deki seçimlerde konuşmaları ve yazılarıyla etkili olmuş. Şükrü Koç da Harold Laski’nin bu yönlerini belirterek söze başlıyor. Kitabın adı Demokrasi ve Sosyalizm olmakla birlikte bunlara karşı olan başka rejimlere de değinilmektedir.
Şükrü Koç’la, sıkı fıkı arkadaş değiliz, onu belli davranışları içinde beğenirim ama sanırım onun kendine özgü davranışları nedeniyle, çok yaklaştığımı sanmıyorum. Örneğin Halil Dere düzeyinde bir yakınlık kuramadım. Şükrü’yü nedense bizim Kepirli Sami Akıncı’ya benzetiyorum. O da çevresindekilerle belli ölçüler içinde ilişki kurar; bu konuda hesaplı kitaplıdır. Tanıttığı kitabın sonunda yaptığı özetin özetini okuyunca onun oldukça bilgili olduğu üstüne kanım arttı.
Prof. Harold Laski
“Öyleyse kitabın özünü ve asıl tezini şöyle toplayabiliriz:
-Dünya siyasî ve ekonomik bakımdan bir çöküntü arifesindedir. Öncelikle bu savaşla siyasî iktidar, sonra kapitalist düzen çökecektir. Böylece burjuvacı ekonomi ortadan kalkacak ve yerine plânlı toplum ekonomisi olan sosyalist düzen geçecektir. Devlet ve bilim adamlarının tek görevi gençliği ve tüm bireyleri bu esaslara göre hazırlamaktır. Sosyalizm, çökmekte olan kapitalizmin şiddet ve gürültüsünü unutturacak ve bittiği yerden bir yaşam başlangıcı ve yeni bir tarih dönemi başlayacaktır. Bu bir zorunluluktur. Bu zorunluluk içinde SOSYALİST DÜZEN, işi ele alacak ve çizilen ilkeleri gerçekleştirmeye çalışacaktır!”
Şükrü Koç ne derse desin, Prof. Harold Laski ne yazarsa yazsın, son büyük savaştan İngiltere’yi zaferle çıkaran Winston Churchill’i İngiliz halkı, hemen öyle kenara itemez. O, kasketini başına çekip Londra sokaklarında dolaşmasaydı, pilotsuz Alman uçaklarının yaydığı korkudan titreyen İngilizler, çoktan Adolf Hitler’e boyun eğecekti. Winston Churchill’in bu seçimi kaybetme nedenini tek bir olaya bağlamak, yanlıştır bence! Belki de Churchill, zaman zaman müstemlekelerin bazılarından vazgeçebileceklerini söylediğinden, ona küstüler. İngilizlerin, çok çıkarcı bir toplum olduğunu bilmeyen yoktur. İngiliz halkı için ilk dersi babamdan aldım diyebilirim. Babamın bildikleri de kulaktan kulağa dolaşan söylemlerdir. Babam, 1880’li yıllardan berisi hakkında oldukça kesin konuşur. Girit Adası, (Dömeke Savaşı), Bulgaristan ayrılığı, Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşı, Büyük Savaş’ın (Babam ona Seferberlik der) acılarını çekmiştir.
Bunları anımsayarak yemeğe gittim. Arkadaşlar kendi havasında, soğuğun sürdüğü, öğretmenlerin gelmeyeceği üzerine olasılık öne sürerken, gelen öğretmenlerin adları sıralandı. Nedense bizim öğretmenlerin başında Selçuk Uraz öğretmen sayıldı. Selçuk Öğretmenin adını, ilk söylenişte duyunca (alışmadığımdan olacak) “Aaa!” dedim. Arkadaşlar bunu, “Beklemezdim” anlamına çektiler, bir süre akıllarınca, bana takıldılar:
-Baskına uğradın!
Yani “Sen de bizim gibi bu kez ‘açık verdin!’” gibisine konuştular. Sözleri henüz bitmemişti, Yönetim binası nöbetçisi geldi, Selçuk Öğretmenin beni Yönetim binasındaki piyanolu odada beklediğini söyledi. Arkadaşlara uygun bir durum doğmuştu, Selçuk Öğretmen beni özlemiş, suçüstü yakalamak istemişti. Onlara göre ben de dersimi çalışmamış olabilirdim. Oysa benim böyle bir kaygım yok, her zamandan daha dikkatli çalışmıştım. Bu sıra çağırılışıma gene de bir anlam veremedim. Gene de piyanolu odada beklediğine göre piyano çalmak aklımdan geçti. Odaya varmadan da bir neden buldum:
-Kendisiyle birlikte gelen birilerine beni dinletecek! Kendimi toparlayarak açık kapıdan girdim. Selçuk öğretmenin yanında Bella vardı, gülümseyerek:
-Seni bu akşam ben dinleyeceğim, bakalım derslerini doğru çalıştın mı? deyip güldü. Selçuk Öğretmen hemen:
-İbrahim her zaman derslerini hazırlar, o bir öğrenci değil müziğe tutkulu bir müzikseverdir! dedi. Hemen aklıma Bella’nın istediği parçalar geldi, belki de öğretmen bana onları çalacak! Hiçbiri olmadı, Selçuk Öğretmen, birlikte çalıştığımız parçaların notalarıyla, Beringer Metodu’nu alıp gelmemi rica etti. Ardından da:
-Bu gece de burada çalışalım, belki bizi dinleyenler olur. Nasıl çalıştığımızı görüp değerlendirirler!
Çalışma olayına aklım yattı ama, birilerinin bizi dinlemesi gibi sözler gene de tam açıklanmadı. İstenen notaları alıp döndüm. Bu kez odada tümü değil belki ama kızların çoğu orada idi. Sandalyeler sıralanmış, sıra sıra oturmuşlar. Öğretmen açıkladı:
-Arkadaşlar bir süredir benden bir resital istiyordu. Sizin orasını bir türlü uygun göremedim, arkadaşlarınızın tek çalışma yeri orası. Çalışan bir kişi bile olsa, onu susturup, zamanını çalmak istemem. Bella ile bugün konuşurken bunu söyledim, o da bana burasını önerdi. Gelir gelmez baktım, çok uygun, hemen uygulamaya geçtim. Arkadaşlarımız konserlere gidemiyormuş, bir yanda müziğe çok önem veriliyor, bir yanda müziksever, eli altındaki olanaklardan yoksun arkadaşlar! Bu denemeyi başarırsak, sık sık tekrarlarız.
Öğretmen önce beni dinleyip dinlemediklerini sordu. Bir iki hık, mık edilince öğretmen bana işaret etti: Aklında ne varsa çalabilirsin! dedi.
Selçuk Uraz Öğretmen-Eşi Ulvi Uraz
Beringer’den öğrendiğim, kıvrak bir iki parçam vardı, W. Alter-Allegretto’su, Leo Norden- Allegro Moderatosu, Diyabelli’nin Rondosu… derken öğretmen Beringer’i açıp birlikte çalıştığımız Mozart 4 el sonatı gösterdi. Parça bitince işaret etti kalktım. Bu kez öğretmen. Frans Lizt’in ünlü 5. Macar Rapsodisini, arkasından da Beethoven’in Ay Işığı Sonatını çaldı. Bu kez de öğretmen bana:
-Ara ara gel burada çalış! dedi. Devamla:
-Arkadaşların kulak dolgunluğu olan parçalar vardır, bunlar radyoda sık sık tekrarlanır, öylelerinden seçersen daha rahat dinletebilirsin. Bir de örnek verdi: “Mozart’ın Türk marşı gibi” deyince ben bu kez, biraz şımardım sanırım; geçen yaz denediğim olayı anımsayıp, hemen Mozart Maman Varyasyonun girişini çaldım. Selçuk Öğretmen:
-Evet evet! deyince çalmayı sürdürdüm. Varyasyona geçmeden tüm yüzler gülümsemişti. İkinci varyasyona geçince durdum. Herkesin yüzü değişti. Geçen yaz yaptığım denemeleri anlattım. Önce öğrencilerin, daha sonra öğretmenlerin “Biliyorum!” dedikleri melodinin ses yayılımı (varyasyon) gelince nasıl şaşırdıklarını hep gördüm. Özellikle öğretmenler sık sık sordu, “Bu nasıl oluyor?”
Anlattıklarıma öğretmen katıla katıla güldü. Sonra da:
-Öyleyse sen onu seviyorsun, bize de çal! dedi. Maman’ı baştan sona çaldım. Ancak sonunda girişi çok yavaş tekrarladım. Varyasyonları dikkatle dinleyenler, girişi tekrarlarken hep gülümsediler. Çünkü onlar, melodinin orasını rahat algılayabiliyorlardı. Öğretmen bana teşekkür etti, “Buna benzer çalışmaları ara ara yapalım mı?” diye sorunca arkadaşlar bir ağızdan:
-Yapalım! dediler.
Bunu hazırlamak için de Bella’yı görevlendirdiler. Notalarımı alıp ayrıldım. Yatakhaneye dönünce oldukça geç olduğunun ayırdına vardım, arkadaşların çoğu uyumuştu. Olayı bir daha ayrıntılarıyla anımsadım. Acaba nasıl bir etki bıraktım? Ayrılırken Bella çok candan gülümsüyordu. Belli ki hoşnut olmuştu. Pakize ile hiç göz göze gelemedim, o ne dedi acaba? Çok yanda oturduğu için doğru dürüst bakamamıştım. Gerçi, Yıldız’la Halise de vardı, onlardan bilgi alacaktım. Onların bulunuşu bir başka açıdan da hoşuma gitti, olayı arkadaşlara anlatacaklardır. Bana rahat bir gösteri yapma olanağı hazırlayan Maman notasını da çok değerli olarak sıraladığım notlarıma ekledim.
Yatınca bir süre uyuyamadım. Olayı çok önemsemediğimi düşünmeye çalıştımsa da, önemsemiş olacağım; oradan buradan kırpıntılar kopararak kendimi gözetler gibi parça buçuk sahneleri sıralarken uyumuşum.
10 Aralık 1945 Pazartesi
Doğan Güney geldi:
-Abi, akşam neredeydin, seni her yerde aradım. Nezir Üşenmez’den mektup aldım, Tevfik Uğurlu ona, burada adının geçtiğini, senin için bir gazetede yazı okumuş, falan diye yazmış. Nezir soruyor: O gazetenin adını verir mi?
Olayı anımsadım:
-O yazıyı ben İlköğretim Dergisi’nde okumuştum. Tevfik yanlış anlamış olacak, İlköğretim Dergisi’nin numarasını, tarihini verebilirim.
Doğan’ın “aradım, bulamadım!” deyişi ilgimi çekti. Kuşkusuz, başka arkadaşlar da aramıştır, onlar da soracaklar, onlara şanına yakışır bir cevap bulmalıyım: Selçuk Öğretmen hazırladı desem etkili olmaz; kızların çağırdığını söylemek daha uygun düşecek diyerek öylesi bir söz düzeni kurdum.
Boşuna kuruntuya kapılmışım, arkadaşlar kendi dertlerine saplanmış, geçmiş derslerde verilen ödevleri sıraladılar da akşam üstüne bir lâf eden çıkmadı. Nasıl olsa akşam hakkında tanıklık edecek Halise ile Yıldız vardı; onlardan bir “Çıtlama” olabilirdi En çok da Faik Canselen öğretmenden söz edildi, bizden soğumuş gibi bir tavrı varmış. Halil Yıldırım yorum yaptı:
-Bizi neden tutsun, doğru dürüst ödev yapmıyoruz, kısaca dersine çalışmıyoruz. Yeni öğrencileri daha iyi çalışıyorsa neden onları bizden öne almasın?
Ben,
-Faik Öğretmende öyle bir uzaklaşma sezmedim, biz kendimizi suçlu saydığımızdan böyle yorumlara kalkışıyoruz dedim.
Salona koşarak gittim, Abdullah Erçetin’le Mahir Öğretmene soba sözü vermiştik. Nöbetçi öğrenci her şeyi hazırlamış, Tiryaki Kâmil Yıldırım kibriti çaktı, soba tutuştu. Az sonra da Mahir Canova öğretmen geldi. İlk söz olarak:
-Görevlerinin idrakinde olanları takdir ederim! deyip Abdullah’a baktı. Tam karşımda duran ise bana baktı. Azmi’nin azıcık fesat olduğunu biliyordum ama bu kadarını beklemiyordum. Üstelik, gülümsedi de. Mahir Öğretmen de durumu sezmiş olmalı bana:
-Yoksa, erken gelip çalışıyor musun? Ben de senin avantajından mı yararlanıyorum? Arkadaşlar:
-Yok öğretmenim, özellikle sizin ilk dersiniz için birlikte geldik Öğretmen teşekkür etti. Gülümseyerek:
-Ben de sizi bugün dinlendireceğim. Dram türünün en büyük ustası Shakespeare’in Julius Caesar’ını okuyacağız.
Kitabı okuyan olup olmadığını sordu. Ben okumuştum; okuduğumu söyleyince:
-Hadi seninle başlayalım, yorulunca değiştiririz. Ancak ara ara durduracağız.
Tam okumaya başlarken öğretmen ne düşündüyse durdurup Caesar’ın Roma tarihindeki yerini özetledi:
-Bildiğimiz tarihin iki cephesi vardır. İnsanlar bu iki cephede inceler:
1. Olayların oluş sırasına göre, ellerindeki takvime kaydederler.
2. Olayları birbirine takarak sürdürürler.
Sonradan ele alınarak anlatılanlar bu ikinci cephenin devamıdır. Bir örnek Roma’dan verebiliriz. Roma İsa öncesi, 753 yılında kurulmuştur. Ondan sonraki yıllar birbirini zincirle sürer; buna kronolojik tarih denir. Öteki ise, belli başlı olaylar seçilerek anlatılır. Bu, o dönemin insanların belleğinde kalmış olaylar zinciridir; bunlarda sıra aralıklı olabilir. Sophokles piyesinde gördüğümüz olay buna örnek verilebilir. Oedipus, doğduğunda bir dağa bırakılır. Küçük çocuktur, büyür, yaman bir delikanlı olur. Bir bebeğin yaman bir delikanlı olması için zaman geçmiştir. Oedipus yıllar içinde büyürken onu doğuran anne ya da babası en az 20 yıl yaşlanmıştır. Söz gelimi onu doğuran anne 20. yirminci yaşında doğursa 40lı yıllarına ulaşmıştır. Oedipus kahramanlıkları sonunda (bilmeden) annesiyle evlenir; olur mu olur! Bu yetmez, çocukları olur. Onlar da yetişirler. Kraliçe İokaste, hâlâ genç bir kraliçedir. Bu tür olaylar o dönemde sık sık görülür. Burada kronolojik tarih söz konusu değildir. Bizim bugün üstünde duracağımız tarih bu tür olayların olduğu üstündedir. Bu nedenle anlatılanları, tarihin neresinde kaç yıl gibi sorulara dökmeyeceğiz. İşte bizim Shakespeare usta konuları bu açıdan ortaya koymuştur. Örneğin Julius Caesar diye biri yaşamıştır. Yakın tarihlerde yaşadığı için belli olaylar belli tarihlerdedir. Homeros’u okurken bunu bulamayız.
Öğretmen, bundan sonra bizlere Roma Tarihi hakkında bildiklerimizi sordu. Ben parmak kaldırdım. İlkokulda karşılaştığım bir olaydan sonra (*) Roma tarihine ilgi duymuştum. Orta 1. sınıfta tarihi kitaptan izlenmiştim, o nedenle olayları, bir düzen içinde, gerçek sırasına uygun bilgilenmiştim. Zaten belleğimin gücüne, bu istekli çalışmam nedeniyle ulaştığımın ayırdındaydım. Bu bana bu konuda bildiklerimi tekrarlama olanağı verdi. Roma halkının üç katmandan oluştuğunu söyleyerek başladım:
Köleler, Halk dediğimiz çalışan grup, Asiller. Roma’da kölelerin hiçbir hakkı yoktu. Onlar insandı ama neredeyse hayvanlardan farksız sayılırdı. Öyleyken aralarında öteki katmanların üstüne çıkacak işler görüyordu. Devlet yönetiminde hiçbir söz hakkı yoktu. Halk dediğimiz katmanın, çok olmasa da kendilerini yaşatacak hakları vardı. Özellikle bunlar asker oluyor, savaşlarda başarı kazanıyor, kazanılan zaferler sonunda belli paylar alıyordu. Roma o denli büyümüştü ki, neredeyse tüm Avrupa kıtası ile Afrika kuzeyi, Küçük Asya onlarındı. Başlangıçta savaşan orduların başına asiller geçiyordu. Sonra sonra halktan birçok başarılı komutan da ünlü olmuştu. Bu kez kazanılan savaşlar sonundaki ganimetlere halktan da katılanlar oldu. Bu sınıflar arası yumuşama giderek hak tartışmalarına yol açtı; kazanılan yerlerden Halk katmanı da yararlanmaya başladı. Sonunda Marius adlı bir yönetici savaşlarda kazanılan tüm yerlerin halka dağıtılmasına karar verdi. Halk coşmuştu, Marius’u bağrına bastı. Gel gelelim, hazıra alışmış löpçü asiller buna karşı çıktı. Marius’a karşı zayıftılar ama devletin önemli noktalarında onlar oturuyordu. Özellikle Senato onların elindeydi, verilen kararlar onların hakları yönünde işliyordu. Uzun bir gerginlikten sonra asillerin geleneksel entrikaları nedeniyle Marius’u hilelerle düşürdü. Sulla adlı bir diktatör işleri, eski hamam eski tas durumuna döndürdü. Döndürdü ama halk gerçeği az çok görmüş, dönen dümenleri anlamıştı. Genç komutanlar zaferler kazanıyordu, “Ok yaydan çıkmıştı”, Marius’un ektiği tohumlar yeşerdi, Pompei adlı bir komutan ilk bayrağı açtı. Bu arada Roma’da bulunamamış Galya, Britanya adalarını almış olan Marius’un yeğeni Julius Caesar, Roma’ya döndü. Onun, çok güçlü bir ordusu vardı. Sulla ile didişen Pompei’nin yanına geçti. Sezar da dayısı gibi halktan yanaydı. Bu arada Sulla’ya karşı duran bir başka komutan Cracus da onlara katılınca üçlü bir anlaşma yapıp diktatör Sulla’yı devirdiler. Savaş kolay olmadı, yıllar sonra da olsa zaferi kazandılar. Ancak Senato denilen üst kuruluş asillerin elindeydi. Bir süre sonra üçlü yönetimin de arası bozuldu. Bu kez de Pompei ile Sezar karşı karşıya gelmişti. İşin ilginci Roma durmadan yeni ülkeler alıyordu ama o yerleri bir türlü elinde tutamıyordu. Bu arada doğudaki ülkeler ayaklanmıştı. Cracus, Küçük Asya’da savaşırken öldü. Caesar’la Pompei kıyasına savaştılar. Pompei, Mısır’a gitti. Ancak Sezar onun orada yaşamasına izin vermedi, arkasından gitti, ortalıktan kaldırdı. Böylece 1. Triumvirlik denen dönem kapanmış oldu. Sezar, büyük bir güç olmuştu. Gelenekleşen, karşı olup devirmek söz konusu değildi. Tam anlamıyla diktatördü ama, diktatörlüğünü çevresindekilere yapıyordu; o da Marius gibi halka haklar tanımıştı. Asillerin karşı koyacak bir gücü kalmamıştı. Caesar bir diktatördü ama Cumhuriyet Yönetimini ayakta tutuyordu. Senatoyu sindirmesine karşın yok etmemişti. Kesinlikle yeni bir düzen düşlüyordu, zaman zaman senatoya gidip tartışmaları dinliyordu. Onun bu yanını bilen karşıtlar suikast düzenleyerek ortalıktan kaldırmayı kurdular. Onların mayası zaten bu tür kirli birikimlerden geliyordu. Sezar Senatoya her zamanki rahatlıkla girerken, kendisinin en yakınları da dahil 8-10 cani birden üstüne saldırdılar. Caniler arasında kendi oğulluğu Brutus de vardı. Caesar onu görünce “Sen de mi Brütüs?” deyip sustu. Sezar öldürüldüğünde yeğeni Octavius savaştaydı. Güçlü bir ordusu vardı. Olayları duyunca Roma’ya dönmek üzere yola çıktı. Sezar’ı seven Antonius olaya çok üzülmüştü, Katillerden öç almayı kuruyordu. Hava birden bir iç savaşa dönmüştü, İşte Shakespeare, bu noktaya parmak basıp konuyu sahneye taşımıştır.
Mahir Öğretmen teşekkür etti, tarihi onlara bir kez daha anımsattığımı söyledi
(*) Not. Olay, ilkokul anılarımdan unutamadığım küçük ama onursal bir tavırla başlar. Ayrı bir köye giderek okuduğum için arkadaşlarımla kaynaşamıyordum. Arkadaşların ayrımcılığından değil bu, benim çekingenliğimden geliyordu. Sanırım bunu sezen arkadaşların bir bölümü, yan çizmeme karşın tersine bana daha çok yaklaşıyordu. Oyunlarda, birlikteki etkinliklerde giderek beni ite taka aralarına alıyorlardı. Ders yılı sonuna doğru okul çapında bir eğlence programı hazırlığına başlanmıştı. Bu arada bir de temsil hazırlanıyordu. Temsilin konusu ilginçti. Pancar tohumu, nasıl pancar oluyor, pancar, nasıl şekere dönüşüyordu. Temsilde, konuşanların yanında, sıra ile halka şeklinde duranlar da vardı. Ben de duranlar sırasına alınmıştım. Anlamsızdı belki ama, bu, benim için büyük bir başarıydı. Bir süre bunun üstünde duruldu, Niçinini, nedenini bilmediğim bu duruşların birinde çalıştıran öğretmen (Münevver Öğretmen) oyunu durdurup uyardı:
-Şöyle şöyle duracaksınız, eğilme sallanmak yok! Bakın aranızdaki 188 (benim numaram) nasıl duruyor, Ogüst gibi dedi. Herkes bana baktı, tıs pıs gülenler oldu. Bense dondum kaldım. Ogüst, sözünü, çok yakından tanıdığım, sık sık duyduğum öküz, olarak algıladım. Ayakta durdum ama, bayılacak derecede de takatten kesilmiştim. Çalışma sonunda arkadaşların bunu kurcalamasını beklerken bir arkadaşım geldi:
-Neden öylesin? Öğretmen seni övdü, farkında değil misin? Ben:
-Ne övmesi? diye sertleştim. Arkadaşım gülerek:
-Ay sen, Ogüst’ü bilmiyorsun, o bir kral, Roma kralı! deyince birden rahatladım:
-Ne kralı? diye sordum. Arkadaşım, sevinerek bana, Roma Kralı olduğunu söylediği Ogüst’ü bir süre anlattı. Gerçekten arkadaşım, konuyu önemsedi, bana Ogüst’ün kitaptaki resmini gösterdi. Ogüst, dimdik, ayakta duran biriydi. Zaten öğretmen arkadaşların duruşlarını beğenmemiş, beni örnek göstermişti. Birden rahatladım. Nasıl sevindiğimi anlatamam. Bu, benim için önemli bir uyarı oldu. Ondan sonra tarihe ilgim arttı; Ogüst, Caesar, Brutus falan derken tarih, kolayıma giden bir öğrenim alanı oldu.
Jül Sezar kitabını okurken Mahir öğretmen yer yer durdurup dikkatimizi çekti:
- Tarih olayları drama dönüştürülürken tıpkılık söz konusu olamaz. Konuyu ele alan yazar, olayı izleyiciye sunmak için kendi düşüncelerini de katar. Bu nedenle, dramlarda sunulan olaylar tıpkı tarih olamaz. Bununla birlikte, tarih olaylarına bir tür söylemler de katar. Söz gelimi Sezar, Senatoya girerken bıçaklanmıştır. Bunu biz Shakespeare’den öğreniyoruz. Belki de çıkarken bıçaklanmıştır. Eğer öyleyse o, bizim bilgimiz dışında kaldığından, biz Shakespeare ustanın deyişine katılıyoruz. Bu tür tarihe yaslatılan olayların gerçekte olmadığı da söylenebilir. Örneğin Shakespeare ustanın Hamlet’ i için bunu öne sürenler vardır. Olay Danimarka’da geçer. Olabilecek bir olaydır, ama olmayabilir de! Danimarka tarihini inceleyenler, böyle biz ize rastlamamışlardır. Nitekim bizim tarihimizden de bir örnek vardır, Fransız yazar Jean Racine, Bayazıt adlı bir dram yazmıştır. Oyunun kurgusu bizim Osmanlı sarayına kesinlikle uymamaktadır. Yazar, kendi bilgileri içinde bizden seçtiği kahramanları kullanmaktadır. Kahramanlar, sanki Fransız saraylarında yaşar gibi, çevrelerin ağır yaşam çemberinden habersiz düş kurmaktadırlar.
Süleyman Güler Öğretmen gelince Mahir öğretmen:
- Sözü uzatmışız, devam edeceğiz! deyip ayrıldı.
Süleyman öğretmen ilk olarak:
-Nasıl, bir yukarı çıkış denemesi yaptık mı? diye sordu. Doğrusu ben hiç çalışmamıştım. İçimden utandım ama ağırdan alarak arkadaşlara uymaya çalıştım. Doğruculardan (!) Muttalip, Ekrem, hemşerim Kadir, çalıştıklarını ancak başarı sağlayamadıklarını söylediler. Öğretmen de, başarının pek öyle aceleci olmadığını, ağırdan ağırdan geldiğini söyledi. Piyanoya oturup bana bakınca sevindim. Bana piyanoya otur diyeceğini sanmıştım. Oysa öğretmen:
-Senden başlayalım mı? dedi. Çaresiz toparlanıp, gülümsemeye çalıştım. Neyse ki, önce çok tekrar ettiğimiz çıkıcı, inici gamlardan başladık. Birkaç tekrardan sonra, sıramı atlattım beklentisi içindeyken Öğretmen:
-Farkında mısın, gamlarda çıkışların kusurlu, inişleri güzel yaptığına göre onu da düzeltmelisin! deyince şaşırdım. Öğretmen:
-Özellikle do gamındaki kusur, öteki majör gamlarda da sol-fa kusuru tekrarlanıyor. Piyanoda çalışırsan kolayca düzeltirsin! deyip geçti. Sıramı savmıştım ama aklım sol-fa aralığına takıldı.
Öğretmen, kusurlarımızı saydıktan sonra, bunların küçük yaşlarda geliştirilmesi gerektiğini, bizim bu devreyi geçirdiğimizi, amacının bunları bizim uygulama yaparak tekniğini öğrenmemiz olduğunu, bizim okutacağımız 10-12 yaşlarındaki öğrencilere doğru uygulayıp onları kazanmamızı söyledi. Bundan sonra da bir yığın çizim resimleri gösterdi. Çizimler, kafa sesi dedikleri, doğru, güçlü ses çıkışının ağızdaki dil değişiklerinin çizimleriydi. Bunların yüzyıllardır Batıda titizlikle kullanıldığını, biraz da bu nedenle oralarda üstün sesler kazanıldığını anlaktı. Sonunda gülümseyerek:
-Böyle diyorum ama gene de bu çalışmaları yapmayanlar arasından da olağanüstü sesli insanlar da çıkıyor. Bu, bir bakıma bireylerin biyolojik yapısıyla ilgilidir.
Dersin bundan sonraki bölümünde marşları tekrarladık. Arkadaşlar, İstiklâl Marşı’nın zorluğundan söz etti. Süleyman Öğretmen:
-İstiklâl Marşı’nı zorlaştıran sesi değil sözleri. Sözleri marş değil destan, okununca bir destan olduğu anlaşılıyor. Oysa biz onu Milli Marş olarak okuyoruz. Millî Marşlar daha çok halkın kolay anlayacağı, genelde herkesin belleyeceği türdendir. Bence bizim de bir gün, halkın rahat söyleyeceği bir Millî Marşımız olacaktır.
Öğretmen bize ödev verdi, bildiğimiz marşlar içinde halkın kolay öğrenebileceği bir marşı seçeceğiz. Amacımız, böylece marş türünün özelliklerini belirgin bir şekilde öğrenmek: Söylenmesi kolay, sözleri duru, toplumumuzun geçmişiyle ilgili övücü bir Türkçe, olabildiğince kısa olsun! Biz marş seçecek değiliz. Ben de başka uluslardan birkaç örnek veririm.
Yermekte konumuz bu oldu. Arkadaşlar, değişik örnek sıralamalarına karşın sonunda 10. Yıl marşında birleştiler. Oysa ben 10. Yıl marşını çok sevmeme karşın açık açık Cumhuriyet’in onuncu yılını anlattığına göre uygun bulmadığımı söyledim. Onun yerine sözlerini Hasan Ali Yücel’in yazdığı bir okul şarkısını önerdim. O seçilsin demedim ama sanki o tür bir marş olabilir! dedim. Sözleri kolay, ancak kolay olmasına karşın anlamlı. Ayrıca bayrak üstüne yazılmış, bayrağa bağlılığı anlatıyor, onun her bayraktan üstünlüğünü söylüyor. Bilmeyen ya da unutan varmış, tekrarladım.
Bayrağım Atalarım gökten yere, İndirmişler ay yıldızı, Bir buluta sarmışlar ki Rengi şafaktan kırmızı. Onun ateş kırmızısı, Ne gelincik, ne de gülden, Türk oğlunun öz kanıdır, Ona bu al rengi veren Ay yıldızı gök yüzünün Ayla yıldızından yüksek Türkün alın yazısıdır, Türk’tür onu yükseltecek. Vazifemdir bayrağımı Üstün tutmak her bayraktan. Can veririm, kan dökerim, Vaz geçemem ben bu haktan. Hasan Ali Yücel
Bu kez de marş örneğinden çok şairin Hasan Ali Yücel olması konuyu Hasan Ali Yücel’e döndürdü. Hasan Ali Yücel hakkında neler biliyoruz? Hemen hemen herkes, ilk kez nerede, nasıl, gördüğünü anlattı. O konuda biz Kepirliler şanslı çıktık. Kepirtepe’ye geldiğinden başka, Hasanoğlan Köy Enstitüsü kurulurken de gelmiş, uzun süre bizimle kalmıştı.
Gecikmeli olarak salona döndüm. Selçuk Öğretmen gelmiş, piyanoya oturmuştu. Özür diledim. Öğretmen önemsemedi:
-Her zaman bu tür gecikmeleri hepimiz yaparız!
Önce oktav olarak sonra iki daha sonra da üç oktavlık gamlar yaptım. Öğretmen, ellerimin 4. 5. parmaklarının önemlice kusurlu oynadığını, örnek vererek gösterdi:
-Konser piyanisti olmayacaksın, ancak bunca emekten sonra kendin için bile olsa sevdiğin parçaları kusurlu çalmana gönlüm razı değil, seçtiğin bir parçayı çalacak ölçüde nota okuyorsun, istersen bir süre o parmaklar üzerinde duralım!
Öğretmen bundan sonra 1’den 50’ye kadar çaldığım Hanon’u açarak ilk iki parçayı çaldırdı. Kusurlarımı tekrar tekrar gösterdi. İçimden üzülmekle birlikte öğretmeni haklı bulduğumdan olayı benimsedim. Öğretmen:
-Zaman zaman, sıkılmadan ağır ağır gamlar yap, o parmakları ayrı ayrı da çalış! deyip ayrıldı.
Öğretmen ayrılınca birden bir sıkıntıya girdim. Neredeyse ağlayacaktım. Gelenler olunca toparlandım. Şükrü Öğretmen de kemancıları haşlamış, onları dinleyince şükrettim. Hiç değilse Selçuk Öğretmen kötü söz söylemiyor.
Faik Canselen öğretmen, bugün çok neşeliydi, önce yeni bestelemekte olan iki parçasını seslendirdi. Tez olarak neler seçtiğimizi sordu. Benimkini bildiğini ekledikten sonra tüm arkadaşları sıraladı. Talip Apaydın türkü toplayacağını söyleyince öğretmen sanırım yanlış anladı, buna sevindiğini, kendisine yardım edeceğini söyledi. Dergi’ de Şevki Aydın’ın geçen yıl çok seslendirdiği türküleri örnek verdi. Dergi sordu, vardı, verdim. Türküleri birer birer çaldı. Şevki Aydın’ın türkülerinde gördüğü bir iki kusuru söyledi. Sonra da:
-Armoniye kalkışan her kimse, kesinlikle piyano çalmak zorundadır. Tek sesli çalgılarla bu iş zordur! deyince arkadaşlar gülümsediler. Öğretmen de gülümseyerek:
-Biz bu işi, ta baştan kaçırdık mı? diyorsunuz! dedi. Gene Şevki Aydın’ı örnek verdi:
-İsteyen pekâlâ başarıyor! dedi.
Öğretmenin yumuşak tavırlarından yararlanan arkadaşlar. Faik Öğretmenin Köy Düğünü süitini istediler. Öğretmen gülümseyerek:
-Bu sıralar ben de çalmayı düşünüyordum, iyi bir fırsat oldu! deyip eseri seslendirdi.
Ardından da, Köy Düğünü Süiti’nin daha önceleri birkaç kez dinlediğimiz öyküsünü anlattı:
Her Türk çocuğu gibi Osmanlı ailesine okunan dualar arasında dünyaya gelmişim. İlk çocukluk anılarım arasında genellikle çocukluk arkadaşlarımın acılı olduklarını duyardım. Kimisi annesiz, kimisi babasız. Çocuk aklımla sorardım:
-Ne oldu onların anne-babalarına? Aldığım karşılıklar hep aynı olurdu:
-Babaları savaşta öldü, anneleri de yalnızlığa katlanamadı!
Derken bir gün bizim kapı da çalındı; bizimki terk-i diyar eylemek! Evimizi, tüm varlıklarımızı bırakıp bir at arabası içinde zamanını anımsayamadım uzun bir süre sonra adı Kırkkilise denen bir yere geldik. Yolculuk bitti diye sevinmiştim. Meğer bitmemişmiş, çoğunun adını anımsamadığım birçok yeri dolaştıktan sonra kendimi bir kasaba okulunda buldum. Nereden nereye? Bağlı bahçeli neredeyse Konak diyebileceğim rahat evden atılıp, uzunca bir çileden sonra bir lokma ekmeğe muhtaç kalmıştım. Sanırım bundan bir ders çıkarmışım, şükrederek derslerime sıkıca sarıldım. O zamanlar öğretmenlik geçerli bir meslekti, kısa yoldan bir meslek tutma yolunu seçtim. Girdiğim Öğretmen Okulunda müzik dersleri çok önemseniyordu. Bütün gücümle müziğe sarıldım. Burada şansım da yardımcı oldu, Müzik bölümüne seçildim. Burasını başarıyla bitirerek orta okul müzik öğretmeni olma hakkını kazandım. Tam da bu sıralar Devlet Konservatuvarı açılmıştı. Oraya girmeyi düşündüm ama bu olmadı. Çünkü Konservatuvar’a yatılı öğrenci alınmıyordu. Sizin anlayacağınız parası olanlar gündüzlü olarak gidebiliyordu. Öğretmen olarak bir süre çalışıp Konservatuvar hakkını kullanmayı plânladım. Çanakkale Orta Okuluna öğretmen olarak atandım. Çanakkale’de iyi bir çalışma ortamı bulmuştum; bu nedenle düşüncelerim bu uğurda beni umutlandırdı. Sınırlı bilgilerimle çocuk şarkıları, ufak tefek denecek türden beste denemeleri yaptım. Bu arada da genel basını izliyordum. O zamanlar çok yaygın okunan Cumhuriyet gazetesinin yarışma açtığını okuyunca katılmaya karar verdim. Daha önce gözlemlediğim halk oyunlarını, melodilerini, parça buçuk notaya almıştım. Bu kez onları bir araya getirerek Köy Düğünü adlı Süitimle yarışmaya katıldım. 1. olarak seçilince, o zaman benim için çok değerli bir gelire kavuşmuştum; artık Konservatuvara girebilirdim. Tam da o sıralar sınav açılmıştı, onu kazanarak, bu kez doğrudan Bestecilik derslerini izlemeye başladım. Çok iyi öğretmenlerim vardı, sahiden büyük isteğime kavuşmuştum. Orasını da başarıyla bitirince okuduğum okulda öğretmen olarak kaldım. İşte benim öğrencilik serüvenim ve “Sabreden derviş, muradına ermiş!” sözünü gerçekleştiren yaşam savaşım! Sizler de bir bakıma benim durumuma yakın bir yaşam kavgasına girişmiş durumdasınız. Siz de benim gibi, sabreden bir derviş neden olmayasınız?
Faik Öğretmen, gülümseyerek:
-Yaşamak güzel bir olay ama, gidilen yollar bazen zorluk çıkarıyor! Ne var ki insanlarda bir de sabır mekanizması var, onu da iyi kullanmak gerekiyor! deyip ayrıldı. Faik Canselen öğretmen ayrılınca bir süre karşılıklı bakıştık. Sanırım hepimiz, öğretmenin anlattıklarıyla kendi durumlarımızı karşılaştırdık. Muttalip Çardak daha sabırsız olacak, birden:
-Ben Derviş olamam ki o kadar bekleyeyim? Ekrem Bilgin de:
-Derviş olamazsan sen de “Dalında piş, (olgunlaş) ağzıma düş!” beklentisi içinde ömrünü tüketirsin! Bu kez de Nihat Şengül, konuyu değiştirdi:
-Şu insanlar arasındaki farkı görüyor musunuz? Bir Faik öğretmenin konuşmasına bakın, bir de Şükrü öğretmenin iki saat önceki söylediklerine! Meğer bir önceki derste Şükrü Arseven öğretmen derste kemancıları, çalışmadıklarını söyleyerek bir güzel paylamış. Yorumlar başladı:
-Biz, alt tarafı birer Müzik öğretmeni olacağız. Adam bize Konservatuvar öğrencisi gözüyle bakıyor?
Akşam yemeğinde de konu bu oldu. Bu arada gelmeyen öğretmenler duyuruldu: Sabahattin Eyuboğlu ile Yunus Kâzım Köni öğretmenler gelmemiş. Masadaki hava birden neşeye dönüştü:
-Bir gün daha kazandık (!)
Yemekten sonra salona dönüp, salondaki kuyrukluda bir süre Hanon çalıştım. Kimse kalmayınca ben de ayrıldım. Büyük salona girerken Başkan Hasan Yılmaz’la karşılaştım, beni odasına çağırdı. Hasan, işlere alıştığını, okul müdürü ile iyi anlaştığını söyleyince sevindim. Gölköy’lü arkadaşlarının da kendisine canla başla yardımcı olduğunu söyledi. Yatınca bir süre kendimi, bizim Kepirli arkadaşları düşündüm. Onlar da böylesi bir yardımda bulunur mu? Yazık ki bu konuda hepsi için iyimser olamadım. Biri ikisi dışında, fazla yorum yapmadan uyudum.
11 Aralık 1945 Salı
Uyandığımda Sabahattin Öğretmen adı geçiyordu. 2. sınıftan Haşim Kanar, bilgiç bilgiç konuşuyordu:
-Eyuboğlu Öğretmen, İstanbul Üniversitesinde doçent olarak çalışıyorken, yakında olacağı profesörlüğü bile bırakarak Ankara’ya gelmiş. Köy Enstitüleri konusunda Hakkı Tonguç’u çok takdir ettiği için, salt ona yardımcı olmak amacıyla gelmiş.
Pek inandırıcı bulmadım ama gene de tam olarak haksız bulmadım. Gerçekten Sabahattin Öğretmen Köy Enstitülerini açık açık tutuyor. Ancak ondaki titiz çalışma ilkesiyle ters düşen Köy Enstitüleri’ndeki gevşek yönetim mekanizmasını göre göre bu zıtlığa neden göz yumuyor, bunu pek anlayamıyorum. Halil Yıldırım uyardı:
-Başka işiniz yok mu sizin, elin özel işlerine burnunuzu sokmasanız olmaz mı?
Çoğunluk da böyle düşünüyormuş besbelli, birden:
-Haklısın arkadaş! dediler. Ekrem Bilgin yarım kalan bir tartışmayı anımsattı:
-Hani ne oldu, bir sonuca bağladık mı? Gittiğimiz konserlerde kaç piyano, kaç keman konçertosu dinledik? Gerçekten bir süre bunu tartışmıştık; keman mı yoksa piyano konçertosu mu daha çok dinledik? Konserleri hep yazıyorum ama geçmiş yılların notlarının çoğunu köyde bıraktım. Arkadaşlar güldü:
- Ne anlamı var o türlü notun? Sözü uzatmamak için kestirme karşılık verdim:
-Bir anlamı olsaydı siz de tutardınız! Tartışma başka bir yöne döndü; konserlerde çalınan konçertoların sayısı, gerçekte var olan konçertoların sayısıyla oranlıdır. Bestelenmiş keman konçertosu çoksa o daha çok çalınır. Kimileri hemen parmak saymaya başladı ama sayılar dört ya da beşten öte gitmedi. Şükrü Arseven öğretmenin bana getireceği listeden söz ettim; orkestra kütüphanesinde, çalınan ya da çalınacak sayısız eserinin listesi varmış.
Derslerin boş geçeceği düşüncesiyle ağır aksak salona döndük. Az sonra Bölüm Başkanı geldi. Gelir gelmez de bir dizi arkadaşı, alttaki küçük odaya çağırdı. Üstteki piyanolu oda için:
-İbrahim’in hakkını yemeyelim! diyerek bana olan güvenini bir kez daha ortaya döktü.
Öğle yemeğinde aynı konu gene açıldı. Bölüm Başkanına da söylemişler, meğer onlar da öğrenciliklerinde bu konu üstünde durmuşlar. Bölüm Başkanı:
-En kısa zamanda notlarımı karıştırır; bu konuda size bilgi veririm! demiş. Böyle kararlaştırılmasına karşın, bizler dinlediğimiz konçerto konserlerini gerçeğe yakın bir doğrulukta sıraladık. Özellikle çalanları anımsadıkça eserler kendiliğinden sıralanıyor:
-Mithat Fenmen ne çalmıştı? Ferhunde Erkin ne çalmıştı? derken on kadar piyano konçertosunu bulduk. Kemancı arkadaşlar daha dikkatliymiş, sayı kemanlarda 15’i buldu. Yalnız, Eduard Lalo’nun İspanyol Senfonisi’nde anlaşamadık. Eserin adı senfoni olduğuna göre neden konçerto sayılıyor? Ayrıca, Barok Dönemi Konçerto Grossoları konçerto sayılıyor mu?
Yemekten sonra olay aydınlandı, Bölüm Başkanı bu kez üslendiği ödevi önemsemiş olacak, gülümseyerek geldi:
-Şansımız yaver gitti, eski çıkınları karıştırırken ilk kez aradığım en üstte çıktı, ben de alıp geldim. Bu listeye göre, dünya konser salonlarında muttasıl çalınan konçertolar, öyle sanıldığı gibi pek çok değil, bir iki farkla 60 (altmış) olarak saptanmış. Bunları, besteci doğum dönemleri olarak sıralayabiliriz. Ancak şöyle bir durum var, biliyoruz ki piyano yeni bir müzik çalgısı. Daha önce onun gibi tuşlu çalgılar vardı, org, klavsen v.b. gibi. Bunlar sonraları piyanoya uyarlanmışsa da özgün piyano eseri sayılmadığından bu listeye alınmamıştır. Bu nedenle sıralamamızı Büyük Bach’la başlıyoruz:
1. Johann Sebastian Bach: 5 Piyano Konçertosu: 2 tek piyano, 1 iki piyano, 1 üç piyano, 1 dört piyano için
2. Ludwig van Beethoven: 6 piyano konçertosu, (5’i tek piyano, 1’i Triple yani keman, viyolonsel)
3. Joseph Haydn: 2 piyano konçertosu
4. Camille Saint-Saens: 5 piyano konçertosu
5. Rachmaninov: 3 Piyano konçertosu.
6. Mendelsshon: 2 Piyano konçertosu.
7. Tschaikowski: 2 piyano konçertosu.
8. Johannes Brahms: 2 piyano konçertosu.
9. Robert Schumann: 1 piyano konçertosu.
10. Eduard Grieg: 1 piyano konçertosu.
11. Anton Dvr’ak: 1 piyano konçertosu.
12. Franz List: 2 piyano konçertosu
13. Wolfgang Amadeus Mozart: 30 piyano konçertosu. Mozart için 30 diyoruz ama sanırım fazlası var. Keman-Piyano ikili, 2 piyano, 3 piyano için olanları da var.
Mozart denince arkadaşlar:
-Aaa! diyerek tepki gösterince öğretmen de:
-Neden şaşıyorsunuz, ona boş yere mi “Deha!” diyorlar? karşılığını verdi.
Öğretmen bundan sonra keman konçertolarına geçti. Önce uzunca bir giriş yaptı:
-Kemanlar için piyanolarda olduğu gibi kesin bir başlama tarihi söylenemez. Çünkü keman ya da onun atası çalgılar çok eskiden beri vardı. Konçerto dışındaki müzik türleri, çok eskilere dek gider. Konçerto, daha doğrusu Konçerto Grosso denilen Barok Çağ türleri konçerto olarak düşünülürse, bu çağı konçerto başlangıcı sayabiliriz. Ancak Konçerto Grosso ile bizim bildiğimiz konçertolar biraz farklıdır. Bunu biz diye yaklaştırmak da yeterli değildir, neredeyse ad benzerliği var demek doğru olur. Konçerto grosssolar, Barok çağı küçük orkestraları için düşünülmüş, ayrıca orkestra iki grup olarak oluşturulup, eserin temasını neredeyse tartışarak ortaya sermektedir. Özellikle İtalyan bestecilerinde bu açıkça sezilir. Örneğin bizim tanıdığımız Vivaldi, bunun en güzel örneğini vermiştir. Genel anlayışa biz de katılırsak, bunları konçerto olarak saymayız. Gelelim bizim tanıdığımız konçertolara! Kemandan önce bu tür konçertolar, üflemeli çalgılarda görülmektedir. Özellikle flüt çalgısını sayabiliriz. Günümüzde özellikle Barok besteci olarak tanıdığımız büyük besteciler kuşağı olan, Telemann, Büyük Bach, Haendell, ki bunlar aynı zamanda kendilerinden sonra değişecek müzik çağı için öncü sayılırlar. Özellikle Büyük Bach, flüt ya da başka çalgılar gibi keman için de konçerto türünü başlatmıştır. Bach’ın hemen ardında parlayan Viyana ile Mannheim müzik toplulukları hemen hemen aynı günlerde keman konçertolarının örneklerini vermişlerdir. Viyana’nın birden parlaması karşısında ikinci plana düşen Mannheim okulunda, Stamits, Leopold Mozart gibi sonralara kalacak adları, Josef Haydn’ı da katabiliriz. Biliyorsunuz hemen ardından Mozart, Beethoven yetişerek keman konçertolarının genel taslağını tamamlamışlardır. Romantik çağda, konu sunuşları ya da armoni işlemeleri dışında fazla bir değişiklik olmamıştır. Bu çağda, besteciler genellikle araştırma, deneme yollarını yoklamış, kısmen değişik konçertolar dışında fazla bir gelişme olmamıştır. Konçertolar da özüyle Sonat formundadır. Klasik deyimle Giriş, gelişme sonuç olarak başlayıp sürer. Deneme yolunu seçenler bu forma bir ek yapmışlardır. Örneğin Beethoven konçertosuna bir Şerzo eklemiştir. Eduard Lalo, konçertosuna Senfoni demiştir.
Belli başlı keman konçertoları:
1. Johann Sebastian Bach: 4 keman konçertosu (2 kemanlı da var)
2. Josef Haydn: 2 keman konçertosu.
3. Wolfgang Amadeus Mozart: 7 keman konçertosu, ayrıca bir keman piyano, bir de keman viyola konçertoları (Konçertoların altıncısı kayıptır.)
4. Ludwig van Beethoven.: 1 keman konçertosu.
5. Carl Stamitz: 1 keman konçertosu.
6. Hector Berlioz: keman konçertosu.
7. Niccolo Paganini: 5 keman konçertosu.
8. Johannes Brahms: 1 keman konçertosu.
9. Felix Mendelsshon: 2 keman konçertosu.
10. Anton Dvr’ak: 1 keman konçertosu.
11. Jean Sibelius: 1 keman konçertosu.
12. Peter Tschaikovski: 1 keman konçertosu.
13. Henryk Wieniawski: 1 keman konçertosu.
14. Robert Schumann: 1 keman konçerto.
15. Max Bruch: 2 keman konçertosu.
Eskilerden unutulmuşlar olabileceği gibi yeni bestecilerin de bu listeye girmemiş konçertoları da vardır; onlara da ulaştıkça ekleriz. Öğretmen daha sonra bir keman istedi. Kemanı alınca önce Beethoven’in konçertosundan, daha sonra Eduard Lalo’nun, Mendelsshon 1. konçertosundan, sıra ile Mozart, Brahms, Tschaikovski konçertolarından anımsatmalar yaptı. Arkasından da arkadaşlara takıldı:
-Sizlerden de bunları bekliyorum; bunun hiçbir zorluğu yok, merak ederseniz kesinlikle başarırsınız!
Öğretmen ayrılınca, arkasından takdirli sözler söylendi:
-Elbette çalar, Cumhurbaşkanlığı Orkestrasında çalışmış! Ekrem Bilgin hemen öneride bulundu:
-Bunları Şükrü öğretmenden de isteyelim, o, orkestrada çalıştığına göre vereceği örnekleri uzatabilir.
Akşam yemeğinde bir süre tartışıldı:
-Neden yapamayalım, bir eserin bütününü çalmak neden şart olsun, çıkıp konser verecek değiliz ya, kendi kendimize anımsatmak için. Söze karışıp ben de örnekler verdim:
-Birçok büyük eserin özetleri var, örneğin benim sıkça çaldığım Bach, Wachet auf, büyük bir eserin bir bölümünden çıkarılmıştır. Ayrıca, Beethoven’in 9. Senfoniden alınan bir bölüm okullarda şarkı olarak kullanılıyor. Josef Haydn’ın bir kuartetinden alınan bir bölüm, Alman Millî Marşı olarak kullanılıyor. Olayın yapılabilirliği fikri üzerinde anlaşarak, masadan kalktık.
Arkadaşlar toptan Büyük Salon dediğimiz, yatakhanenin altına gittiler. Ben bizim salona dönüp biraz çalışmayı yeğledim. Salonda yalnız Talip Apaydın vardı. Talip, Martini’nin bir gavotunu çalışıyordu. Sessiz salonda kemanın sesi oldukça etkili geldi. Parça, keman- piyano için düzenlenmiş. Notayı alıp, gözden geçirdim. Birlikte çalışmayı, Talip’le bir kez daha denemiştik. Bu kezki parça daha kolay geldi, denedik. İkimiz de sevindik, bundan sonra çalışacağız. Pek bilmiyordum, salonun sessizliğinden mi, yoksa Talip mi ilerletmiş, keman çalışını beğendim. Talip’in mandolin çalışı da ötekilerden biraz farklıydı, bu fark kemanda da belirginleşmiş. Bu kez başarı için direneceğimiz kararlılığı içinde yatakhaneye döndük.
Yatınca kendimi eleştirdim. Birlikte çalışırken, kemanın bana uymasını değil benim kemana uyma zorunluğum var. Öyleyse, biraz farklı çalışmam gerekecek; bu dikkati gösterebilecek miyim? Keman-piyano konserleri düşlerken uyudum.
12 Aralık 1945 Çarşamba
Doç. Burhan Güvenir’e takılmalar arasında uyandım:
-Doç, konuşmalar uzun sürer mi? Burhan Güvenir, heceleri uzatarak karşılık veriyor:
- Ne bileyim ben yahu?
“Ne bileyim!” öylesine seslendiriliyor ki, sanki bildiğini duyuruyor gibi anlam çıkarılabilir.
Burhan Güvenir, sahiden İbrahim Yasa öğretmenin yardımcısı gibi, öğretmen ona giderek güvenini artırdı.
Kahvaltıda bizim arkadaşlar rahat olduklarını söylediler. Ödevlerle geçecek dersler boş sayılıyor. Oysa bir gün onlar ödev okuyacaklar; bunu düşünen yok. Ödevi yapıp yapmadığım soruldu. Yapmıştım ama “Yapmadım!” dedim. Başta hemşerim Kadir olmak üzere birileri inanmadı.
Salona topluca gittik. Salonda dağılıyoruz. Halil Dere’nin benim için ayırdığı gibi onların da arkadaşları var, yanlarına sığınıveriyorlar.
Gerçekten, öğretmen gelir gelmez söz alacakları sordu. Veli Demiröz başta olmak üzereSüleyman Karagöz, Hüseyin Orhan, Süleyman Koyuncu ayağa kalktı. Öğretmen ilk sözü Veli Demiröz’e verdi. Veli Demiröz, konuşmayı seven bir arkadaş, sesi, tavırları da konuşmasını kolaylaştırıyor. Tartışmalara hep katılıyor, ancak çabuk sinirlenmesi, onu bazen zor duruma sokuyor. Konuşmaya hevesli olmasına karşın bu zayıf tarafı yüzünden “Kavgacı!” bir sıfat yüklenmiş bulunmaktadır. Bence, kavgacılığını, “Tartışma” sınırları içinde tutabilmektedir.
Öğretmen Veli Demiröz’den önce, yöresini, ilini, ilçesinitanıtmasını istedi. Veli:
-Konya! deyip durdu: Konya’yı tüm arkadaşlar bilir, Türkiye’nin en geniş topraklı ilidir! dedikten sonrası ilçesi Bozkır’ı anlatmaya başlarken öğretmen ilçenin adını sordu:
-Bozkır, benim bildiğim, Anadolu’muzun bir çok yeri bozkır ya da boz kırlıktır, oraya neden , özel olarak “Bozkır” diye ad vermişler?
Veli az duralar gibi oldu. Ancak çabuk toparlanıp, ilçesi Bozkır’ın tarihinden söz etti. Bozkır, gerçekte o çevrenin bitki örtüsünün özelliğinden dolayı verilmiş bir admış. Şimdiki Bozkır’ın Romalılar tarafından kurulduğunu, Roma ikiye bölününce, Bozkır’ın da öteki Anadolu kasabaları gibi Doğu Roma, yani Bizans’a geçtiğinisöyledi. Adının isenereden geldiğini kesin olarak bulamadığını söyledi. Halk arasındaki söylentilere göre Sıristadolduğunu, bunun Roma döneminden önce başka kavimlerce konduğunu sandığını söyledi. Bunu da bir halk söyleminden aldığını anlattı. Bu sözden anlaşılacağı üzere Bozkır, çevresine egemen bir düzeydeymiş, dönemlerine göre çevresini çekiyormuş. Sözü tekrarladı:
Aşağı yanı Fart, yukarı yanı Çat, ortasında yetmiş köyün parasını yiyen Sıristad
Öğretmen katılarak güldükten sonra:
-Halkın yaratıcılığı tarihe de malzeme oluyor! dedi. Veli arkadaş, konusunu oldukça ayrıntılı hazırlamış. Yapacakları, salt onun gücüyle yapılacak türden değil. Sanırım o da bunu bildiği için Eğitmen ağabeyinin yardımından söz etti. Ağabeyi, anladığıma göre çevrede sevilen biriymiş. Bizim köy Eğitmeni Mustafa Ağabeyi anımsadım. Birkaç yıl içinde köyün havasını değiştirmişti. Ancak Veli Demiröz’ün ikide bir söylediği söze takıldım; işleri hep sertleşmeye, zıtlaşmaya götürüyor. Örneğin:
-Biz güçlendikçe karşımızdakiler sinecekler!
Okul Müdürü Rauf İnan’ın sözleri de böyledir, besbelli etkilenmiş! diye düşünürken Veli Demiröz, sözünü bitirdi. Mehmet Toydemir, besbelli ki, son sözü bekliyormuş, hemen parmak kaldırdı. Mehmet Toydemir:
-Arkadaş bu anlattıklarını, Çifteler Köy Enstitüsünde okurken köye gideceğini düşünerek plânlamıştı. Oysa şimdi Yüksek Koy Enstitüsü’nü bitiriyor. Buradan sonra çalışacağı yer Köy Enstitüsü öğretmenliği. Buralardan nasıl bir yardımda bulunabilir?
Birkaç parmak kalktı, baktım bizim bölümden Muttalip Çardak da var. İçimden: Konyalı hemşerisini savunacak, diye kurarken, sahiden öğretmen, Muttalip’e söz verdi. Muttalip:
-Burasını bitirince köyüne gidemez mi, buna bir engel var mı? diye biraz heyecanlı bir sesle sordu. Parmaklar kalktı, konunun Çifteler-Kızılçullu tartışmasına dönüşeceği belliydi. Öğretmen de bunu sezdi, yoksa bir rastlantı mı; Mehmet Toydemir’e sordu:
-Sen nereden biliyorsun, arkadaşının bu konuyu daha önce ele aldığını?
Mehmet Toydemir, Ahmet Emin Yalman’ın iki yıl önce çıkardığı “Yarınki Türkiye’ye Seyahat!” kitabından söz etti. Öğretmen kitabın birilerinde olup olmadığını sorunca bu kez Mestan Yapıcı kitabı kaldırarak kendisinde olduğunu söyledi. Öğretmen kitabı isteyince Mestan Yapıcı yanındakine uzattı, o da Mustafa Parlar’a verdi; Mustafa Parlar, kitabı göstererek:
-Okuyayım efendim! deyince öğretmen okumasını söyledi. Şaşırtıcı bir çeviklikle Mustafa Parlar, sayfayı bulup okumaya başladı. Sahiden tıpa tıp olmasa bile benzer sözler geçiyordu. “Yapacağız, edeceğiz, kooperatifimiz güçlenince tefecileri sindireceğiz…” Öğretmen kitabı istedi, kendisinin kitabı gördüğünü, o zaman pek ilgisi çekmediğini anlattı. Bu kez de Hasan Özden söz istedi. Hasan Özden önce sözlerinin Veli Demiröz’le ilgili olmadığını, ancak onun kendisinin konuşmasına neden olduğunu söyleyerek Veli Demiröz’e teşekkür etti. Hasan Özden:
-Köy Enstitülerinden önce açılan Köy Öğretmen Okulları, köylerin uyanması için düşünülmüş kuruluşlardı. Yurdumuzda yapılan genel eğitim havası içinde olabildiğince köye yaklaşacak kültürü almış insanlar, zamanla köylerde çoğalacak, kendilerinden sonra gelen öğretmenlere alan açacak, bir zaman sonra köylerde öğretmenlerin dilinden anlayan bir kitle oluşturacaktı. Bunu söylemekle Köy Öğretmen Okulları iyiydi, Enstitüler kötü demek istemiyorum. Köy Enstitüleri, Millî Eğitim Bakanlığı’nın sınırlı yasal çerçevesinden çıkarılarak Devlet’in korumasına geçirilince amaçları değişti. Köy Enstitülerinde görev alan yöneticiler de işi biraz ileriye götürdüler. Köye gidip uyum sağlaması istenen öğretmen adayları neredeyse, köyün gerçeğiyle, ağası, imamı, muhtarıyla mücadeleye hazırlanıyorlar. Bizim dergimize bakmak bile yeter. Hemen hemen tüm Enstitü öğrencileri, toplantılarda, eğlencelerde Köyde Ağalarla, Muhtarlarıyla öğretmen cebelleşmesine tanık oluyor. Millî Eğitim Bakanlığı’nın yetkilerini az bulup Köy Enstitüleri’ni Devlet’e yaslayanlar, yasalarda kendilerine görev yüklenen Tarım Bakanlığı’nın İçişleri Bakanlığı’nın Sağlık Bakanlığı’nın Köy Enstitülerini “YOK!” saymasının nedenini düşünmemiz gerekir. Devleti yönetenler politikacılardır. Sıkıntıları içinde yaşadığımız Büyük Savaş sonunda yeni bir Dünya kurulmaktadır. İngiltere’ye iki büyük savaş kazandırdı diye övülen Winston Churchill, ilk seçimde düşürüldü. Halklar böyledir, insanlar bir yerde bencil olmak zorundadır. Büyüklerimizin dediğine göre bizim ülkemizde de partiler kuruluyor, daha da kurulacak. Hepimiz gittik kendi bölgelerimizi gezip gördük. Konuşmalarda sözü edilen düzenli bir çalışmayla karşılaştık mı?
Salonda çıt çıkmadı. Doç. İbrahim Yasa, “Ben ne diyeyim?” der gibi iki elini yanlara açarak bizlere baktıktan sonra:
-İşte tüm bunlar için sizin bir an önce işleri yüklenmenizi istiyoruz!
Gülümseyerek, Hasan Özden’e teşekkür etti. Kürsüden kalkarken de:
-Acı ama gerçek, yine de iyimser olmalıyız; Ata’mızın öğütlerini unutmayalım!
Almanca dersimiz yoktu ama bile bile biz Kepirliler, salondan ayrılıp kitaplığa gittik. Kitaplık oldukça soğuktu. Harun bizi Hidayet öğretmenin atölyesine çağırdı; Hidayet öğretmen yokmuş; Harun “Biz bizeyiz!” deyince ben de katıldım. Harun, sahipmişçesine bize çay ikram etti. Biz Kepirliler elimizde olmayarak bir araya gelince hemen Kepirtepe’den söz açarız; gene öyle oldu, Kepir’deki numara sırasına göre köylerdeki arkadaşları andık. 4 Mehmet! deyince hepimiz güldük. Çünkü arkadaşımız, kendisine 4 Mehmet denince sahiden kızıyordu. Bunun nedeni de ilk numara olduğundan hemen hemen tüm öğretmenler, sözlü yoklamalarda onunla başlardı. Bir konuşmasında anlatmıştı, öylesine sıkılmış ki, okuldan kaçmayı bile düşünmüş. Sonra gelen numara 6 Ali Güleren, anınca üzüldüğümüz arkadaş. Bu kez kimse tınmadı. Kısa bir sessizlikten sonra neşeli arkadaşımız, 7 Fettah Biricik! Fettah için herkesin anlatacağı varmış, sıralandı. Okul Müdürü İhsan Kalabay bir derste, yasalara göre öğretmenlerin köydeki görevleri saymıştı. Dersten sonra Fettah Biricik:
- Vay, anacığım, bunları ben de mi yapacağım (!) diye çığlık atmıştı.
Bir süre sonra ben ayrıldım, arkadaşlar kaldılar. Meğer, vakit geçmiş az sonra yemek zili çaldı.
Yemek sürecinde, geçmiş dersten kimse söz etmedi. Bu ilgisizlik dikkatimi çekmişti. Sonradan öğrendim ki bizim salonda büyük bir patırtı kopmuş. Konuya değinilmediğini görünce, Hamdi Keskin öğretmenin dersinden söz açtım. Hecenin Beş Şairinden söz etmişti: Faruk Nafiz Çamlıbel, Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhun, Enis Behiç Koryürek, Halit Fahri Ozansoy. Hemşerim Kadir sordu:
-Abi bunları nasıl ezberliyorsun? Şaka olsun diye:
-Ezberlemiyorum, şiirlerini okuyorum, şairleri aklımda kalıyor. Ekrem Bilin hazırmış gibi, Kadir’e dönerek:
-Bak, sen de şairlerin adlarını oku, şiirlerini ezberleyeceksin! Tartışma salona dek sürdü. Bölüm Başkanı yeni bir etkinlikten söz etti; bu yılbaşında Hasanoğlan Köy Enstitüsü, Yüksek bölümün katılımıyla davetiyeli bir gösteri yapacakmış. Gülümseyerek:
-Kambersiz düğün olmaz! sözüne uyarak biz de karınca kaderince o programa katılacağız.
Konu bir süre konuşuldu, birlikte olacağına göre Enstitü bölümü öğretmenleriyle (Abdullah Ön- Hüseyin Çakar) görüşerek birlikte bir program taslağı hazırlanmasına, bu bağlantı için Abdullah Erçetin ile Halil Koçyiğit’in ilgilenmesine karar verildi. Daha sonra, bir süre koro çalışması yapıldı. Arkadaşlar toplu keman çalışmasına geçince ben de piyanoya oturdum. Oda oldukça soğuktu fazla çalışamadım.
Akşam yemeğinde bir süre yapılacak gösteri üzerine varsayımlar öne sürüldü:
-Önemli konuk dedikleri kim olabilir?
Abdullah Erçetin benden önce Köy Muhtarı Ahmet Çakır’ı söyledi. İbrahim Kavasoğlu ise okul Müdürü Rauf İnan’ın Çifteler Köy Enstitüsü’nden bir grup çağıracağını söyledi. Şakalar cıvıklaşınca konuyu değiştirdik:
-Yarın kimleri öğreneceğiz? Faruk Nafiz Çamlıbel’i, Orhan Seyfi Orhon’u herkes biliyor. Yusuf Ziya Ortaç ile Halit Fahri Ozansoy’u da anımsayan çıktı. Enis Behiç Koryürek’i kimse söyleyemedi. Ben de buna şaştım. Oysa, okulumuz Köy Enstitüsü’ne dönüşmeden önce biz de üç yıl ortaokul Türkçe kitaplarını izlemiştik. O kitaplarda Enis Behiç Koryürek’in şiirleri vardı. Şair soyadının “E” harfine benzeterek yazdığı için ilgimizi çekiyordu, Süvariler Gemiciler! Ayrıca biz Kepirtepeliler, şairin Biz Kimleriz, adlı uzun şiirinden yapılan marşı daha ilk yıl öğrenip söylemiştik:
-Biz kimleriz, biz Altay’dan gelen erleriz,
Çamlıbel’de uğuldarız, coşar, gürleriz!
Abdullah Erçetin ile Kadir Pekgöz’ün bunu unutmasına şaştım.
Not. Yukarıda, geçmişte tuttuğum notları bilgisayara aktarırken, Veli Demiröz arkadaşı görür gibi oldum. Konuşmayı seven, sanırım kendine güvenli, tok sesli atılgan bir arkadaştı. Sert tartışmalara giriyordu ama kesinlikle kavgacı değildi. Güzel Sanatlar konuları dışındaki tartışmalarda hep vardı. Nedense bizim bölümdeki arkadaşlarla tartışmıyordu. Benimle konuşurken de şaka olarak:-Müzikçi yerine mızıkçı deyip gülerdi. Veli Demiröz’le, okulu bitirdikten sonra bir kez karşılaştım. O da hepimiz gibi, ta Tanzimat günlerinde başlatılan Millî Eğitimde Batılılaşma hamlelerinin Cumhuriyet döneminde doruk noktasına yaklaştığı süreçte beklenmeyen bir afet olarak Milli Eğitimizin başına oturtulan (Türk halkının makûs talihi) sokak politikacısı Tevfik İleri ile yandaşlarının Köy Enstitüsü çıkışlılara yaptığı zulümden çok çekmişti. Türk Millî Eğitim tarihine, yaptıklarının cezasını kendini, kendi eliyle yok ettiği için kendini katleden cani olarak geçecek bir günahkâr hepimizi yaşamdan soğutmuştu. Ben, kendime güveniyordum ama bir çıkış kapısı bulamıyordum. İki yıl daha okumayı göze alıp Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji bölümüne girmiştim O sıralar Veli Demiröz’le karşılaşmıştık. O da benim gibi okumaya karar vermişti. Dediğini yapmış olacak, başka arkadaşlardan çalıştığı yerlerdeki başarılarını duyuyordum. Bilgisayarı karıştırırken, arkadaşın yararlı olmak için çırpındığı Bozkır ilçesi ile karşılaştım. Armutlu köyünde soyadını taşıyan bir okul var. Çok sevindim. Veli Demiröz’le karşılaşmamıştım ama onun sık sık tartıştığı hemşerisi Bekir Semerci ile sık sık ondan söz ediyorduk. İki hemşeri, ilçeleri için tartışıyorlardı. Bekir Semerci ilçesi Karaman’ı, Veli Demiröz ise Bozkır’ı üstün gösteriyordu. Bu tartışma Çifteler’e girdikleri ilk günler (1938) başlamış, sekiz yıllık öğrenciliklerinde hep sürmüş. Bekir Semerci Karaman Beyliği’ni över, Bozkır’ı oraya bağlı bir belde olarak küçümserdi. Veli Demiröz ise bu bağlılık sözüne kızar, bunun despotluk, sömürü anlayışı olduğunu söyler, sonra da Bozkırlıların tarihten kaynaklanan sözünü tekrarlardı:-Aşağı yanı Fart, yukarı yanı Çad, ortasında yetmiş köyün parasını yiyen Sıristad!Veli bunu zaman zaman Karaman olarak söylerdi.Bekir Semerci ile emekli olduktan sonra sık sık buluşuyorduk. Hemen hemen her buluşmada eski günlere değinir, arkadaşları anardık. Geçmişteki önemli olayları da gene gene irdelerken birçok arkadaşımız konu edilirdi. Bir kez de hemşerisi Veli Demiröz’ü sormuştum. Bekir yeni gördüğünü söylemişti: Veli yeni bir araba almış, Bekir’i de gezdirmek istemiş, Bekir, gülümseyerek:-Onun arabasına biner miyim? O kendisi şimdilerde sık sık söylediği Sıristadlı olmuş! demişti. İlçeleri için sürekli tartışan arkadaşlar, gerçekte ikisi de birer Konya severdi. Rahmetlik olan iki arkadaşımı sevgiyle, rahmetle andım. (7 Ekim 2018)