Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

23 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Sınavlardan Sonra Kararsızlık

 

25 Ağustos 1943 Çarşamba

 

“Zil çaldı” sesleri arasında Harmandalı Efemle birlikte; “Daha dün annemizin kollarında!” şarkı sözleri de geliyor. Arkasından da “Asker oldum piyade!” başladı. “Çingeneler maşa yapıp satarlar! derken “Ana beni everse!” geldi. 3. Kattan (Ranza katı) inerken alt kattaki Hilmi'ye:

-Bak bak senin şarkıya başladılar! deyince Hilmi sinirlendi:

-Sabah sabah, gidin başımdan! Oysa başında falan değildik, üçümüz aynı ranzanın katlarındayız. Ben üstte, Halil ortada, Hilmi altta. Sözü ben üstüme aldım. Yürüdük. Halil, Hilmi için iyi arkadaş ama, çabuk sinirleniyor! deyince arkadan yetişen Hilmi, iyi arkadaş sözünü duymuş onun için yetişmiş. Halil birşey demeden bu sözü de gene ben üslendim:

-Sağ olsun arkadaş ara ara bana böyle söyler. O söyleyince de ben kendimi hep iyi sanır teselli olurum. Hilmi bir Halil'e bir de bana baktıktan sonra çekip gitti. Halil bana sordu:

-Neden böyle yaptın? Nedeni belli. Onun ilk çıkışı gereksizdi. İkinci çıkışı ise iyice bencillikti. Bu kadar bencilliğe de göz yumulmaz. Halil hoşlanmadı belki ama ben Hilmi'ye kendi düşünceme göre bir ders verdiğime inanmıştım.

Kahvaltıda sınava kimlerin geleceğini konuşurken, Namık Ergin Öğretmen, Fahri Tosili, yeni öğretmenlerden Muhip Kocaçınar Öğretmen geldi. Sınavı bunlara vereceğimiz anlaşıldı. Hem güldük hem de kaygılandık. Namık Öğretmenin askerlik yapmadığını biliyoruz. Ötekiler de daha çocuk gibi. Hareket yaparken güler ya da yanlış bir duruma düşersek bunlar bizi hoş görmez. Olumlu olumsuz konuşmalar yaparak derslikte toplandık. Az sonra Namık Öğretmen geldi, bizimle konuştu. Bizim, iş içinde yuğrulduğumuzu, askerlik kamplarını hayırlısı ile tamamladığımızı anlattıktan sonra:

-Sizi biraz koşturacağız, yapıp yapamamak söz konusu değil, ben ne yaparsam siz de onu yapacaksınız deyip gitti. Uzunca bir zaman sonra(Tam iki saat)Okul önünde toplanıp asfalta çıktık. Bekleyişimizin nedeni açıklandı. Yapılan gözlemlere göre asfaltın en tenha zamanıymış. Artezyene dek düzgün adımla yürüdük. Artzyen yanında kısa bir moladan sonra tek tek atlamalar, kısa kısa koşmalar yapıp okula döndük. Okul önünde de aramızdan seçilen arkadaşlar komutlar verip yürüyüş yaptırdı. Namık Öğretmen söyleyince akordiyonu alıp Harmandalı çaldım. Tüm arkadaşlar bilir bilmez kollarını kaldırıp oynadı ya da oynar gibi yaptı. Dikkat ettim, öğretmenler daha ciddi, daha düzgün oynanılar. Sınavımız Harmandalı Zeybek oyunuyla bitti. Akordiyonu çıkarırken:

-Öğretmenler benden tam not aldı! dedim. Namık Öğretmen:

-Bakın bakın bu çok önemli, benim bugün İbrahim'den aldığım bu tam not, benim için gerçekten bir başarı notudur. dedi. Arkadaşların suskun bakışlarını görünce Namık Ergin Öğretmen bu kez de arkadaşlara bakarak:

-Ne sanıyorsunuz? Öğrencileriniz sizi değerlendirmeyecek mi? Öyle değerlendirecekler kiiii! (Derken başını sallayarak)! Dilerim, o zaman siz de benim gibi mutlu olursunuz. Üstelik İbrahim, Zeybek oyunlarının ustası, hepimiz ondan öğrenmdik mi? diye dönüp sorunca, cılız da olsa; “Evet”, “Öyle” sesleri çıktı. Az ilerine duran Fahri Tosili Öğretmen de bana:

-İbrahim artık öğretmen, İbrahim Bey diyeceğiz ona diyerek güldü.

Öğretmenler ayrılınca fısıldaşlamalar sürdü:

-Niye ona? Biz öğretmen değil miyiz?

Öğle yemeğinde Mehmet Pekgirgin bizim masada oturdu. Dünkü gezi üstünde konuşuldu. Hasanoğlan köyü ile Büyük Karıştıran köylerini karşılaştırdı. Onun okuduğu bölümde köyler, kuruluşu, yönetim düzeni, üretim şekilleri, tarla ya da bahçe düzenleri; hayvan bakımları, sağlık durumları bakımından ders olarak okutuluyormuş. O bölüme gitmeyi düşünen Harun Özçelik, Yusuf Asıl, Hüseyin Orhan bunu öğrenince daha önce bu konuya hiç eğilmediklerine üzüldüler.

Mehmet Pekgirgin :

-Yemekten sonra geçen satrancı devam ettirelim mi? diye bana sordu. Pek istemiyordum ama belli etmeden “Olur” dedim. Mehmet Pekgirgin iyi oynuyor, ancak çok düşünüyor. Ben o denli sabırlı değilim. Yemekten kalkınca birlikte gittik. Boş takım varmış, hemen başladık. Onun belli oyun izlşeyicileri var, hemen toplandılar. Kamil Varlık; söylemek istemiyor ama arada bir “Hık, huk”gibi sesler çıkarıyor. Hasan Arabacı ile Numan Bayazıt benim tarafımda, Kamil'i kucaklayıp götürdüler. Mehmet Pekgirgin kavga edeceklerini düşünmüş, sorunca, iyi arkadaş oldukların anlattım. Güldü. Az sonra Kamil gene geldi. Sormadık ama o kendisi açıkladı:

-Atlattım onları!

Müzik çalışmasına başlarken Şevki Aydın sordu:

-Kaç saatiniz kaldı? Okul şarkılarını çalmak için 72 saat olarak zaman vermişti. Arkadaşlar unutmuşlar, onlar okulu bitirmeyi anladılar:

-Ohooo, ne saati? Günler, haftalar; neredeyse aylar demeye çalışırken Şevki Aydın: düzeltti, ”Şarkıları, soruyorum. Bu disiplinde çalışma, topu topuna 50 saat bile olmadı! Baksanıza, siz bu zamanı bile kısalttınız! diyerek çalışmaları övdü. Dünkü şarkı listesini sıra üstüne koyup tek tek çalanları herkese dinletti; eleştiri yaptırdı. Başı, bedeni düzeltip, mızrap tutuşları bir düzene soktu.

Şevki Aydın gerçekten haklı çıktı; arkadaşlar bütün bir bölümü gider ayak müzik çalışmalarına önem verdiler. En ilgisizlerden biri olan yeğenim İsmet bile tüm şarkıları, türküleri bir deftere yazmaya başladı. Mehmet Yücel İsmet'e takılıyor:

-İsmet Yanar, şimdiye dek aklın neredeydi? İsmet kendini savundu:

-Dayıma güveniyordum; o nasıl olsa yazacak, köylerimiz yakın; bir günde gider alırım. Oysa o şimdi uzağa gidiyor. Çaresiz kendim yazıyorum. İsmet böyle söyleyince ben de takıldım:

-Sahiden böyle düşündünse hiç değilse türküleri ben yazayım. İsmet ona da sevindi. Bu kez de ben bendekileri hemen çıkarıp ona verdim. Ben onları nasıl olsa biliyorum, ne zaman istesem, yazarım.

Yemekten sonra Eğitimbaşının bizim dersliğe geleceği söylendi. Herkeste bir ilgi uyandı:

-Neden gelecek? Yarın öğleye dek iş olduğunu biliyoruz. Yoksa işe gitmeyecek miyiz? Buna hemen hemen herkes karşı oldu. Gene de olasılıklar sıralandı:

-Bizi çalıştırmadan burada bir gün bile tutmazlar.

-Bir gün sonra Yabancı Dil dersı sınavı var, onu yapmayacaklarını söyleyecek.

-Okulda Almanca bilen kimse olmadığı için o sınavı kaldırdıklarını söyleyecek.

Bunlara inanmamamıza karşın hoşumuza gittiği için gülüyoruz. Gene de bir soru, neşemizi kaçırdı:

-Peki Eğitimbaşı bizimle konuşmaya neden gerek duydu? Bu tür soruları yemekte de sürdürdük. Lüleburgaz'da Almanca bilen hiç insan olmaz mı? Olur ama herkes öğretmen olmadığına göre sınava giremez.

-Tümenden subay isterler. Subay sürekli gelemez ama bir günlüğüne gelir. Bunlar ya da bunlara benzer sorular sorarak, yanıtlar vererek eğitimbaşını bekledik. Eğitimbaşı geldi. Kapıdan girince Bekir Temuçin'e takıldı:

-Gözcülüğün bitmek üzere! Bekir bunu olumsuzluk olarak algıladı, özür diledi. Eğitimbaşı ise bunun bir arkadaşlık ilişkisi olduğunu, geçmişte kendisinin de böyle oyunlar oynadığını anlattı. Bekir'in alınganlığı üstünde durdu. Sınavların bitti sayıldığını, yarından sonrayı da atlatınca bu defterin kapanacağını söyledi. Bu arada Almanca dersini az okuduğumuzu saptadıklarını, Milli Eğitim Bakanlığına durumu sorduklarını, oradan gelen yanıta göre sınav koyduklarını, gene oradan verilen bilgiye göre Kırklareli Ortaokulu Almanca öğretmenin görevlendirildiğini anlattı. Sözün burasını duyunca beni bir gülmek tuttu. Yandan yanda arkadaşlara baktım çoğu solgunlaşmıştı. Benim gülmem de sevinçten değil, arkadaşların tüm düşleri boşa çıkmıştı. Eğitimbaşı:

-Öğretmenlik ya da öğrenciliğe devam kararlarınız kesinleşmesi gerekir. Pek yakın bir zamanda gene böyle gelip sorduğumda sakın benden zaman isteneye kalkmayın! Bu çok önemli, bunu duyurmak istedim! deyip gitti.

Eğitimbaşı gidince konuşmalar hemen Almanca'ya döndü. Almanca derslerinden belleklerde kalanlar söylenmeye başladı. Der Esel, der Kadze, der wolf, lessen, machen, der Tischer, der Schule, das Mosche, das Minarette. der Nachtigell, der SS. denince Sami Akıncı uyardı:

-Bilmediklerinizi bilirmiş gibi tekrarlarsanız yanlışını çoğaltırsınız. Size sorulacak bir soruyu bilmezsen, karşındaki onu bilmediğini düşünür. Susacağın yerde konuşup, bir yanlış söylersen bu kez karşındaki, onu da bilmediğini öğreneceği için yanlışın ikileşmiş olur!

Eğitimbaşının gelişi iyi mi oldu, kötü mü bilinmez ama derslik Almanca sözü ile doldu taştı. Benim üç Almanca kitabım da duruyordu, ne denli unutsam hiç öğrenemeyenlere göre daha iyi olacağımı düşünerek gözlerimi kapatıp Röelein'i okudum:

 

“ Knabe sprach: “İch breche dich,

Röslein auf der Heiden!”

Röslein sprach: “ich steche dich,

das du ewig denkst an mich,

und ich will's n icht leiden”

Röslein, Röslein , Röslein rot.

Und der wilde Knabe brach,

's Röslein auf der Heiden. . . . . . .

 

Röslein ? Werme mi yoksa merwe mi olacaktı. . . . . .

Gözlerimi kapattığımı görenler uyuduğumu sanmışlar. Hüsnü Yalçın takıldı:

-Almancan iyi; rahat uyuyabilirsin. Hemen yanıtladım:

-Seninki daha iyi, gözlerin neden açık? Hünü Yalçın'la çoktandır konuşmamıştık. Bu gece o istedi konuştuk. Durumumuz iyice açıklanınca zaman olursa bizim köy gelmeye niyetlenmiş. Bulgaristan'dan gelme olduğunu söylediğimde babam ilgilenmiş, getirmemi istemişti. Salt babama verdiğim söz için uzun süre götürmeye çalıştım ama hep naza çekince vazgeçmiştim. Bu kez gönüllü olunca sevindim. Bu cumartesi günü gidebileceğimizi söyledim. Sözleştik.

Yatınca zaman zaman düşünceler beni kararmsarlığa çekiyordu. Hüsnü'nün köye gelmek istemesi hiç değilse bu gece öteki düşüncelerden kurtardı. Nasıl gideceğimizi, köyde neler yapabileceğimizi, arkadaşı sıkmadan nerelerde gezdirebileceğimi düşlerken uyudum.

 

26 Ağustos 1943 Perşembe

 

Uzun süredir unutulan eski şakalar anımsanmaya başlandı. Das Pfert. ”Ah, antvortete das pfert! N asrettin Hoce und der Esel. Arkasından “Olmadı!” uyarıları. Sami Akıncı önce düzeltmeye kalkıştıysa da sonradan vazgeçti:

-Hangi birinize yetişeyim kardeşim, içinizde doğru söyleyen yok ki!

Almanca kitaplarımla tuttuğum defterimi alıp dersliğe gittim. Önce Orta ikinci sınıftaki Röslein'i bulup takıldığım,

“Röslein wehrt sich und stach,

half ihm doch kein Weh und Ach,

musst es eben leiden.

Röslein, Röslein, Röslein rot,

Röslein auf der Heiden.

Okudum. Çevirisini bilmeme karşın genellikle burası unutmamın nedenini bir türlü anlayamadım. Almanca Büyük Lügatım Sami'deydi, Sami onu verdi. Lügatı sıramın üstüne koyup karıştırmaya başladım.

Olanak bulur da Röslein'i okursam belki sözcüklerini sorarlar düşüncesiyle sözleri bir daha gözden geçirdim. Şiirdeki tüm sözlerinin Türkçe karşılıklarını yazdım. Bunu biraz da ne çalışacağımı kestiremediğim için yaptım. Orta 1. Sınıf kitbına bakıyorum, bana çok kolay geliyor. Parçayı ezberlediğim için okuyunca anımsıyorum. 2. Sınıf kitabı da öyle. Oradaki bilmecelerde, şiirlerde takıldıklarım var. Onlara bakacağım.

Kahvaltıda kaşıklar, çatallar, bardaklar, ekmekler; çaylar, şekerler kalktı, gabel, klass, Tee, suppe, schön , warm, kalt, sehr, sözleri konuşuldu.

Atölyeye geçinde bunu sürdürmek istedikse de orada kullandığımız gereçlerin adlarının çoğunu anımsayamadık. Hepimizin tek anımsadığı söz: ”Vas ist das? Bu nedir? Onu da anımsayınca gülmeden duramadık. Hep bilmemize karşın olayı hepimiz birer kez karşılıklı olarak anlattık. Olay İspanya'da olmuş. Yeni yapılan bir binayı gezen bir Alman usta, çerçeveleri bir birine tutturan açılır kapanır tutacı görünce sormuş:

-Bu nedir? Meğer o tutaç İspanya'da yeni bulunmuş, henüz ad takılmamış. İspanya'da Alman ustalarının her şeyi bildiği inancı yaygın olduğundan Almanca “Bu nedir? Sorusu olan “Vas ist das?” tutacın adı sanıp, öyle demeğe başlamışlar. İşin ilginci sorusuna bir yanıt alamayan Alman usta benzer tutaçları üreterek Almanya'ya yaymış. Ancak o onlara İspanyolet adını vermiş. Bir süre pencereleri kilitleyip açan tıpkı ya da benzer tutaçlar İspanya'da Vas ist das, Almanya'da ise İspanyolet olarak anılmış. Bunlara gülerek sıraları gomalakladık. Sıralar renklenince daha güzel göründüler.

Halis Öğretmen bugün bize hiç uğramadı. Onlar da Tarım binasının ekini bitirmek üzereymişler. İki Öğretmen evine de yeni başlanacakmış. Salih Baydemir çok söylediğini sözü tekrarladı:

-Hiç değilse onlardan kurtulduk “Anasını sattığım!”Ne demek anasını sattığım, ne anlama geliyor? Duydukça sormak istedim ama Salih çabuk gücenen bir arkadaş. Çok çalışkan, becerikli bir arkadaş, onu gücendirmeden birlikte çalışmak, temiz iş yapmak isteyenler için sabırlı olmaları gerekir bence. Ben bunu Hasanoğlan'da iyi anladım, o gün bugündür de sürdürdüm. Öyle ki yanıma rakadaş seçerken bile çağırmadım, bekledim kendisi gelsin. Çağırırsam niyetimi anlayıp kaçabilir, diye düşündüm. Kendisi geldi, kaçmadı, o da hoşnut kaldı ben de. Ancak arkadaşın, çok başka, kendine özgü düşünceleri, tavırları var. O nedenle atölye dışında fazla birlikteliğimiz yok. Ben, özellikle ona dikkat edip atölye dışındaki zamanlarda olabildiğince uzakta durmaya çalıştım. Aramızda önemli bir çatışma olmadan okulu bitirişimizi biraz da bu sabırlı davranışıma yoruyorum.

Bugün müzik çalışması yok, gene de ben Piyano odasını bir yokladım. Şevki Aydın yoksa biraz (Onun deyimiyle tangırtadacağım.) Piyano öğrencisi olan bir arkadaşı piyano çalmaya öyle diyormuş; Piyano tangırdatma. Gülerek anlatıyor:

-Gerçekten o arkadaş piyanoya oturunca piyanodan tangırtılı sesler çıkıyor. Bir arkadaşımız daha var. O ne güzel çalıyor. Onun çalışmasından rahatsız olmuyoruz. Ancak Zeybek arkadaşımız (Arkadaşlarının soy adı Zeybek'miş) oturmaya görsün salondan kaçan kaçana! deyip gülüyor.

Gelen giden olmadı, yemek ziline dek çalıştım.

Yemekte Almanca azalmakla birlikte gene sürdü. Akşam neydi? Uyku neydi? Uyku neydi sorusuna Mehmet Aygün:

-Onu Hilmi'ye sorun! deyince Hilmi hemen tilkiyi sordu. Uykuyla tilkinin ne ilişkisi olduğu sorulunca Hilmi sinirlenerek:

- Mehmet Aygün bir tilkidir! Dikkatli bakın siz de benzeteceksiniz! deyince ben de hemen arkasından:

- Löwe! dedim. Ben öyle deyince Hilmi, Mehmet Aygün'e dönerek benim sözümü tekrarladı:

- Löwe ! Recep Kocaman güldü. Recep'in gülüşünden Hilmi bir şeyler sezinledi, bana dönerek:

-Abi, sen bizim aramıza girmiyorsuın değil mi? deyince, bu kez yanıldığımı söyleyip Fuchs, dedim, der Fuchs, diye tekrarladım. Hilmi baş edemeyeceğini bildiği için Mehmet Aygün'e:

-Bana azıcık dikkatli bak! dedi. Mehmet bakınca:

-Kim demiş benim arkadaşıma başka şeyler, o benim can arkadaşım! deyip güldü.

Hilmi'nin 180 derecelik dönüşü arkadaşlar arasında iyi karşılandı, konu gene ayrılık günlerine dayandı.

Ne var ki bu konu beni biraz rahatsız etmeye başladığından hem söze katılmadım hem de can kulağı ile dinlemedim. Yemek masaamızdaki konuşmalar da giderek dersliktekilere döndü. Dikkat ettim, 29 arkadaşın hemen hemen 20 'si: Bunlar bizim son birlikte çalışmamız oluyor; bundan sonra bizi böyle bir araya getirip kimse buluşturamaz ya da çalıştıramaz! türü sözler tekrarlıyor. Baktım, aynı sözü bu kez de Yusuf Asıl da tekrarlayınca sordum:

-Okumaktan vaz mı geçtin yoksa? Yanıt vermeden o da benden sordu:

-Nereden anladın vazgeçtiğimi? Güldüm:

-Çalışmamaktan söz ediyorsun! Yusuf Asıl:

-Burada, dikkat! Bu arkadaşlarla! diye sözünü sınırladı. Hüsnü Yalçın yanıma geldi. Önce Almanca Lügatı sordu, derslikte olduğunu söyledim. Aradığı sözü sordum, kem küm edince anladım:

-Doğrudan, vazgeçtiğini açıkça söyle, nedenini de açıklamana gerek yok. Hüsnü üzülerek, Emrullah'ı yalnız bırakamayacağını tekrarladı.

-Hiç önemli değil, gelseydin iyi olurdu!” deyip kestim. Ne var ki, düşündükçe canım sıkıldı:

Bu nasıl arkadaşlık böyle? Yoksa ben arkadaşlığın nasıl olduğunu bilmiyor muyum? Almanca çalışmalarım uçtu gitti. Derslikte kendimi bu duygudan kurtaramadım. 29 arkadaşız. Herkesin birer ikişer yakınlık duyduğu arkadaşı var. Salt ben değil onlar da böylesi bir birine girmiş değil. Bunu Hüsnü'ye söylemeyi düşündüm. Ben bunu kurarken yat zili yetişti. “Yatınca daha rahat düşünürüm!” deyip kalktım. Yanından geçerken Bekir Temuçin Schlafen'in der mi das mı aldığını sordu. Bekir'in iyi Almanca bildiğini sanıyordum. Şaka ediyor diye düşündüm ama gene de Schlafen fiil olduğu için, der demez Bekir özür diledi.

Schlafen bana uğur getirdi, yatınca gece-gündüz-öğle-akşam-bugün-yarın-hafta-ay-yıl-mevsim adları belleğime sıralandı. Arkasından sayılar geldi. Achtunk: Schlafen! deyip gözlerimi kapadım.

 

27 Ağustos 1943 Cuma

 

Geçmiş yıllarda Usta öğreticimiz olan Alman Ahmet (Lüleburgazlılar öyle ad takmıştı) Alman Milli Marşını bize anlatmıştı. Almanya Almanya sen herşeyin üstündesin! Deutschland, Deutschland über alles! Bunu anımsayanlar oldu. Arkasından hemen evvelki gün radyo haberleri anımsatıldı: 

-Almanya nalları dikiyor.

Derslikte gelecek Almanca öğretmeni ilgi konusu oldu: Onu da mı sınavda göreceğiz? 3. Sınıf kitabımdan da önce parçalara sonra da şiirlerle bilmecelere baktım, söz dizilerini okudum. Yazılı sözlerin çoğunu biliyorum gibi düşünüyorum ama kitabı kapatınca bildiğimi sandıklarımın hepsi gene uçup gidiyor.

Kahvaltına essen sie der tee, trinken sie suppe, derken Eğitimbaşı ile bir yabancı kahvaltıya geldi. Gri giysili, orta boylu ama sporcu görünüşlü biri. Merakımız giderildi. Olasılıklar ortadan kalktı. Dersliğe biraz durgun döndük. Arkadaşlara uyar gibi davranıyorum ama sanki onlardan başkaymışım gibi bir duygu taşıyorum. Bakıyorum Sami de öyle. Bundan da cesaretleniyorum. Sınıfın yarısından çoğunu geride bırakacağıma inancım tam. Yerime oturup sıram gelene dek çalışmaya karar verdim. Ortaokul 3. sınıf kitabını açıp Mimar Sinan'la başlayan parçalarını okumaya başladım. Daha önce okuduğum için hızla okuyup geçtim. 3. Sınıfın soruları önceki kitaplar kadar uzun değil, öğretmenlerin 3. kitap parçalarından çok soru sormayacağı kanısına vardım. Okudukça da kitaba iyice ısındım. Tam Stück 15' i bitirdiğimde de sıra bana geldi. Girdiğimde Hilmi, kem küm ederek bir parça okuyordu. Ben girince yabancı öğretmen sordu:

-Çalıştın mı? Çalışmadım nasıl diyebilir miyim? “Çalıştım!” dedim. Kaçıncı kitaba kadar çalıştığımı sordu. 3. kitabı bitirdiğimi söyledim. 2. Kibabı uzattı:

-Lesen sie Stück Zwanzig!

Die Katze und Fleich.

Çok iyi bildiğim bir parçaydı. Nasreddin Hoca ging einmal auf einmal auf der markt und kaufte eine okka Fleisch. Nasrettin Hoca bir okka et almış. Der demez durdurup 3. kitabı uzattı. Bu kez de :

-Lesen sie Stück Fünfundzechn! dedi.

Johann Sebastian Bach und Friedrich der Grosse

Um 17. Mai 1747 hatte Friedrich der Grosse seine Freunde zu konzert in das königliche Schloz ein gelaben. 17 Mayıs 1747 tarihinde Kral Büyük Friedrich, Johann Sebastian Bach'ı bir konser için sarayına çağırmış. Schon lange hatte er ben Bunsch gehabt, einmal ben berumten Johann Sebastian Bach zu hören. Und so hatte er ihn von Ledibzig nach Berlin eingelabın. Bu güzel ya da sevindirici çağrıyı duyar duymaz Johann Sebastian Bach Leipzıg'tan Berlin'e (gitmiş) gelmiş.

Bu arada Hilmi çıktı, Halil Basutçu geldi. Yabancı öğretmen gülümseyerek:

-Kelimesi kelimesine değil ama doğru, güzel. Götik harfleri tanıması ise çok iyi! dedi. Çıkmamı söylediler. Yabancı Öğretmen arkamdan:

-Buraya kadar gelmişsin, bari bundan sonra devam ettir! dedi. Dışarı çıkınca içimden gülmek geldi. Tevfik Uğurlu koridor nöbetçisiymiş, onu görünce sevincimden sarıldım. Hemen anlattım, o da çok sevindi. Dersliğe gitmedim bir süre öbür koridorda Tevfik'le kaldım.

Dersliğe gittiğimde 3. kitaptan benden başka Sami Akıncı'ya parça okuttuklarını öğrendim. Bu da beni çok sevindirdi. Az da olsa ara ara Almanca çalıştığım için kendimi mutlu saydım. Okumaya gidersem sil yeni baştan Almanca'ya başlayıp ilerleteceğim üstüne kendime bir kez daha söz verdim. Derslikte gene hava cıva konuşmalar başladı:

-Almanca Öğretmen atanmamış, kitap verilmemiş, falan, filan! . . . İçimden güldüm. Müzik öğretmeni verilmemişti ama ben akordiyon da mandolin de çalıyorum. Almanca derslerimiz boş geçmişti ama Sami Akıncı pekala Almanca konuşacak ölçüde o dili öğrendi. Başmüfettiş Hayrullah Örs geldiğinde Sami'nin onunla çatır çatır Almanca konuştuğunu görünce şaşırıp kalmıştık. Sınava girip çıkanların ortak sözü:

-Biraz olsun kitaba baksaymışım, başarılı olacaktım! Demek oluyor ki, hiç kimse kendi ölçüleri içinde başarılı değil. Gene de öğretmenlerin insafına sığınıp geçeceklerini umuyorlar:

-Öğretmen olup çalışsaydık başarılı olacaktık. Sınava son giren arkadaşımız Ahmet Güner çıkınca derslik kapısı kapatılıp, karşılıklı geçmiş olsunlar söylendi:

-5 yıl boşa gitmedi, bir meslek kazanmış olduk. Bundan böyle verilen görevleri sürdürenler, yurdumuza öğretmen olarak daha büyük hizmetlerde bulunabilecekler.

Yemek zili çalınca oldukça neşeli yemeğe gittik. Kalan arkadaşımız olursa, bu kalış geçici bir olay, kısa bir sürede geçilecektir. Eğitimbaşı bu konuyu uzun uun anlattı. Kalan kişi, belli bir zamanda gelip o dersinin sınavına girip öğretmenliğini gene alacaktır. Bu nedenle kalma olayı da korkulu bir olay olmaktan çıkmış durumda. Bundan dolayı herkes seviniyor.

Gülüşerek:

-Gidin! deninceye dek burada kalabiliriz. ”Ekmek elden su gölden!” Salih Baydemir gülerek ekledi:

-Anasını sattığım, bundan sonra işleri de asabiliriz! Salih bunu söyledi ama söylediğini kendisi de beğenmedi:

-Yok yahu, yediğimizi helal ettirecek kadar gene çalışalım!

Öğleden sonra ben mandolin çalışmasına katılmayacağımı, arkadaşlara söyledim, Yeni Bedir'e gidip sınavlarımın bittiğini Kamber Amcama söyleyeceğim. Onlar da yıllardır bu günü bekliyor. Derslikte az oturduktan sonra paketimi alıp bahçe kenarından yola çıktım. Oldukça sıcak. Kenardan kenardan yürüyerek gittim. Bir yandan da cumartesi günü köye gitmeyi hesapladım. Sonuç henüz kesin değil ama ben, derslerimde başardığımı sanıyorum; sorulan soruları hep yanıtladım. Kimilerinde de öğretmenler başardığımı belirttiler. Öyleyse okulu bitirdiğimi söyleyebilirim. Kendi kendime konuşarak Kamber Amcamın evi önünde durdum. Kamber Amcam, dere boyundaki mısırını kesmiş, demetleyip kuruluğa yerleştirmeye başlamış. Beni görünce:

-Gel bakalım yeğen, bugün sana da iş düşecek! dedi. İşi biliyorum, demetler arabadan alınıp aşağıya sarkıtılacak, aşağıdan birisi de onları alacak. Amcam:

-Sen gençsin, arabaya bin, orada daha çok hareket var, ben biraz eğilip bükülemiyorum! Arabaya atlayıp demetleri dağıtmadan aşağıya uzattım. Amcam haklıymış, gerçekten demeti alıp sürekli olarak ters dönüp yere bıraktım. Yengem gördü, bana değil Kamber Amcama söylendi:

-Gene dört ayağın üstüne düştün, kedi gibi. Kediler de böyle dört ayağı üstüne düşerler deyip güldü.

Mısır saplarını yerleştirdikten sonra bahçede oturduk. Kamber Amcam:

-Ali için üzülüyorum. Ali dediği Ali Ağabeyimdi, sordum. Amcam duymadın mı? diye sorunca birden telaşlandım:

-Duymadım, ne olmuş? Hemen aklıma kaza, hastalık gibi korkutucu şeyler geldi. Amcam gülümseyerek :

-Olacak şey değil, Ali'yi de askere aldılar. Ali, benim bildiğim 45'ini doldurdu. Duyduğumda inanamadım. Lüleburgaz'da sordum, doğruymuş 315'lilerden bir grubu alıp götürmüşler. Gittikleri yer de bilinmiyor. Herkes gidenlerden mektup bekliyor. Kamber Amcam:

-Askerliğin ilki neyse ama bu 2'si, 3'ü kabak tadı verdi. Sözü bana çevirip:

-Üzülmeyesin diye sana duyurmamışlardır. Amcam konuşurken köyden geleli kaç gün olduğunu düşündüm:

-Demek benin ayrıldığım günlerde olmuş bu işler. Cumartesi günü köye gitmem kesinleşti. Amcamı dinlemeyi sürdürdüm. Daha önce iki ağabeyim de gitti, 3 yıla yaklaşan bir süre 2. askerliklerini yaptılar. Onlar ikisi de Kırklareli, Edirne dolaylarında kaldı. Ali Ağabeyimi daha uzaklara götürmezler! diye içimden teselli edici düşünceler geçirdim. Ancak böyle olsa Ali Ağabeyim duyurmasa bile birlikte oldukları yerini duyurur, nerede oldukları bilinirdi. Bu bilinmemezlik neden? Yarın gitmem kesinleşti. Yengem daha da karmaşığını söyledi:

-Koca Dayım üzülmez ona, küçük oğlu nasıl olsa okulunu bitirdi: deyince Kamber Amcam:

-O okumayı burada bitirdi, ötelere gidecek, sen ona sorsana! deyince yengem:

-Koca dayım razı olursa gider, gitme derse nereye gider ki? Bir süre dalgın dalgın durdum:

-Babam bunu yapmaz ama Ali Ağabeyimin askerliği de uzun sürerse ya da uzun sürecek kaygısıyla babam böyle bir yol seçerse? deyip kendimi sarstım. Okumayı çok istememi buna yordum:

-Demek bu iş olmayacak, olmayacağını duyar gibiyim, bu nedenle de sonsuz bir isteğe kapılıyorum. Amcam başka şeyler de anlattı ama sanki onları duymadım. Cumartesi günü gideceğimi, olayın doğrusu öğreneceğimi söyleyip konuyu okula çevirdim. Anlattıklarımı iyimser olarak anlattım. Bana yaptıkları yardımları için teşekkür ettim. Tekrar geleceğimi söyleyerek ayrıldım. Köyle okul arasındaki tepede oturup iki tarafa da bir süre baktım. Bu yolu kaç kez adımladığımı düşündüm. Her hafta değilse bile 15 günde bir gitsem 3 yılda 150 kez olur. Kepirtepe'ye Haziran 1939 tarihinde geldik. 10 ay da Hasanoğlan'da kaldık. (Tam olarak 8 ay. ancak, geldi-gitti telaşlarıyla uzamıştı) böylece tamı tamına 3 yıl. 156 hafta eder. 78 gidiş 78 dönüş. 156X4=624 km. yürüme. Ayrıca arkadaşlarla da yaptığımız yürüyüşler var. Yuvarlak olarak 1000 km. yol. piyade yürüyüşüyle 200 saat eder. 200/24=8, 5 gün bu yolda yürümüş sayılıyorum.

Artezyen başında küçük sınıflardan çocuklar vardı, onlarla bir süre konuştum. Sınavları sordular. Rüştü Güvenç-Salih Aykut-Hüseyin Yalçın. Onlar da okulu bir an önce bitirmek istiyorlar. Onlara sordum:

-Yeterli bilgi almadan bıraksalar gider misiniz? Salih gideceğini söyledi. O zaten öğretmenliği sevmiyormuş. Onlara az önce tepede yaptığım hesapları anlattım. Hüseyin Yalçın, onların böyle gidecek bir yeri olmadığını söyledi. Kendi köylerine gidişlerini, buraya gelişlerini hesaplamalarını anlattım. Güldüler. Onların hesap bilgileri o denli fazla değilmiş. Rüştü:

-Büyüdüğümüzde biz de yaparız! deyince İlkokula giderken okuluna gittiğim köyle kendi köyüm arasını 4. 5. sınıflarda nasıl hesapladığımı anlattım.

-Ben o zaman ilkokuldaydım, oysa siz ortaokul 3. sınıftasınız! deyince sustular.

Bizden sonrakilerin daha iyi yetiştiği kanım giderek artıyordu. Bunu biraz da konuştuğum arkadaşlara bakarak düşünüyordum. Örneğin:

Cavit Kafkas, Tevfik Uğurlu, Doğan Güney, Rafet Kurşun, Hasan Arabacı, Hasan Gülümser, Fevzi Üner, İlyas Özcan gibi daha bir çok arkadaş, değişik etkinliklerde bizim arkadaşların çok önündeler.

Bunları düşünerek, oldukça geç olarak dersliğe döndüm. Derslikte Hüsnü ile karşılaştım. Hüsnü gene özür diledi. Bu kez konuşmamı değiştirdim:

-Ben özür dilerim, köyüme, evimi götürmek için neredeyse yalvarıyorum. Beni kimse çağırmamasına karşın ben neden başkalarını çağırdığımı da bir türlü anlayamıyorum! dedim.

Derslikte, pazartesi günü Kazanköy'e yapılacak gezi için tartışılıyordu:

Aşı görmek için köye gidilir mi?

Kavak ağacı hiç mi görmedik?

Gitmişken Ceylanköy'ü de görelim.

İskelet bizi köyüne çağırmıyor. (Mehmet Yücel için)

Ceylanköylü Mehmet Başaran da var, o neden susuyor?

Köylerine gitmemizi istemiyorlar, türü tartışmalar sürdü gitti. Sesleri uğultu dinler gibi dinledim ama karışmadım. İzin alabilirsem cumartesi günü gidip pazartesi günü dönmeyi tasarladım. Bu düşünce hoşuma gitti. Kendi kendimi üzdüğüm gibi sonunda bu kez de kendim, kendimi neşelendirdim. Arkadaşların konuşmalarına bir yerden sonra ben de katıldım. Köylerindeki ulu ağaçlardan söz eddiyorlardı. Bizim köye gelmelerini önerdim:

-Bizim köyde de ulu ulu meşeler var, görebilirsiniz. Mehmet Yücel:

-Karpuz yedirirsen geliriz. Fettah ekledi:

-Git pazardan al karpuzunu! Fettah'ın sözüne benden önce İsmet yanıt verdi:

-Pazardan karpuzun iyisini sen daha iyi alırsın; sana parasız verirler (!) Duraksamadan ben de:

-Gerçek bizim köyün karpuzları pazarda satılmaz. Pazarda bizim köyün adı söylenerek satılanların çoğu öteki köylerden gelmedir. Yumuşak bir sesle söylediğim için İsmet'in ağır sözü genelde fazla bir yankı yapmadı. Arif Kalkan sordu:

-Sizin karpuzları nasıl ayıracağız? Açıkladım:

-Bizim köyün karpuzları çok düzgündür. Altına bakarsınız, toprağa gelen yer ak olur. O aklık düzgün olarak alttaysa o bizim köydendir. Arkadaşlar güldü. Halil Basutçu doğruladı:

-Onlar karpuzları daha büyürken doğru oturtuyorlar. Arkadaşlar bu sözlere güldüler. Onlar karpuzun oturtulduğunu ilk kez duyuyormuş. Ben de ekledim:

-Kabakları da öyle yaparız, kabağın da eğrisi vardır, doğrusu vardır. Konuşmaların böyle sürmesine yardımcı oldum. Zaten üzgündüm, bir üzüntü daha çıkmasını istemedim.

Zil çalınca sevinerek yemeğe gidenlere katıldım. Konuşmalar iyice ciddileşti. Salih Baydemir ikircil bir durumda; yazı tura atacağını söylüyor. Mehmet Aygün para çıkarıp veriyor:

-At şunu da kararın kesinleşsin! Bak ben kesinleştirdim! Recep Kocaman hemen sordu:

-Sahi mi? Öyleyse şimdilik beş arkadaş olduk; İsmet, İdris, Ahmet, ben, sen. Yakup, Arif, Hüseyin, Ali, Fettaf, Sefer, Hilmi sayılıyor. Recep onlar için:

-Bana ne onlardan, bir günlük yol ötedeler. Ben yakın arkadaş olsun istiyorum. Yakup'la Arif'in köylerinin de Mehmet'in köyü kadar olduğunu söyledim. Recep ona da sevindi.

Kapıda Röslein'le karşılaştım, sınavlarımın bittiğe sevindiğini söyledi. Ben:

-Sınavlar bitti ama sonuçlar bilinmiyor, deyince, gülerek:

-Biliniyor biliniyor, ben biliyorum hepsinden geçtin. Ben öğrendim! dedi. Şaka ediyorsun! deyip ayrıldım. Ancak, bilmeden niçin biliyorum desin. Bu söyleyiş aklıma takıldı. Dönüp sorsam, kendimden kuşkulandığım ortaya çıkar. İyisi mi, aldırma! deyip yürüdüm.

Derslikte bir süre gene bunu düşündüm. Röslein birinden duymasa bu denli kesin konuşmaz. Pesent Öğretmen aklıma geldi, o öğretmenlerden duyduklarını anlatmış olabilir. Pesent Öğretmenin bana olan güvenini biliyorum:

-Buldum! “Eureka! dedim.

Kitaplarımı topladım, sıramı boşalttım. kocaman iki yığın oldu. Halil gördü, geldi sordu:

-Ne o dükkanı boşaltıyorsun! dedi. Köye gideceğimi ona söyledim. Evdekilere selamını götürmemi istedi. Biz konuşurken Salih Baydemir geldi. Salih Baydemir'in çalışkanlığını Halil de beğenir. Onun da okumasını söyledi:

-Gel, birlikte bir üç yıl daha çalışalım! dedi. Bir süre gülüştüler. Salih gene o her zamanki sözünü söyleyerek:

-Anasını sattığım, bir üç yıl daha çalışalım! deyip kararını kesinleştirdi. Salih'in kararı tüm sınıfın ilgisini çekti. Böylece sınıf ortasından değil ölçüsüz olarak bölünüyordu.

Mehmet Aygün-Fettah Biricik-Recep Kocaman-Hüsyin Serin-Sefer Tunca-İdris Destan-İsmet Yanar-Ali Önol-Hilmi Altınsoy-Yakup Tanrıkulu-Arif Kalkan-Ahmet Güner arkadaş kesin olarak öğretmenliği seçtiler. Mehmet Yücel-Mehmet Başaran-Hüsnü Yalçın-Emrullah Öztürk-İbrahim Ertur- Mustafa Saatçı-Abdullah Erçetin-Kadir Pekgöz arkadaşlar ise kendilerine “Git!” denirse okumayı sürdüreceklerini söyleyip susuyorlar. Sami Akıncı- Yusuf Asıl- Harun Özçelik- Bekir Temuçin- Hasan Üner- Halil Basutçu- Hüseyin Orhan- Salih Baydemir de benim gibi gönderileceklerine inanarak öğretmenlikten söz etmiyorlar. (Salih yeni katıldı. 12 kararlı öğretmen, 9 kararlı öğrenci, 8 kararsız ya da yarı umutlu öğrenci. Bir süre neşeli konuşmalar, takılmalar oldu. Bekir Temuçin, Hüseyin Orhan, Hasan Üner:

-Ya seçilmezsek? Sorularını sordular. Yanıtları üzgünlük. Abdullah Erçetin, Kadir Pekgöz, Mehmet Başaran ise “Ya seçilirsek!” deyip seviniyorlar. Yusuf Asıl ise Sami Akıncı gibi kendisinin seçileceğine inandığını söylüyor. Bana sordular:

-Sen ne konuşmuyorsun? Halil Basutçu yanıtladı:

-O bildiği için konuşmaya gerek görmüyor.

Şaka da olsa konuşmalar beni oldukça rahatlattı. Yatınca Ali Ağabeyimi anımsadım, oldukça yaşlı görünüyor, sağa sola nasıl dönecek. Güldüm, Ali Ağabeyim gene de iyi, ata biniyor, su taşıyor. Aynı yaşta köyde başkaları var, onlar ne yapacaklar? Köyde Pehlivan Ali, Arabacı Hasan, Küçük Ahmet. Onlar iyice yaşlı gibi.

Köyde dolaşır gibi aklımdan gezerken uyudum. Uyudum mu yoksa düşündüm mü? Çeşme dereye gitmişim, oradaki o ulu meşelerin hepsi kesilmiş. Üzüldüm. Oysa bugün arkadaşlara o meşelerden söz etmiştim. Arkadaşlar görse ne diyecekler? Arkadaşlar karşıdan çıktı bana doğru geliyorlar, telaşla onları Söğütlük dediğimiz dereye götürmeye kalktım. Oysa söğütlük bizim köyün değil, Hamitabat'ın. Kadir Pekgöz oraya sahip çıkarsa? Oldukça sıkılmış olarak uyandım. Gece yarısı olmuş. Kimse yokmuş gibi sessizlik.

 

28 Ağustos 1943 Cumartesi

 

Halil Basutçu tekrar tekrar Salih Baydemir'e soruyor. Kararında duruyor musun? Trende yer ayırtacağız. Oysa öyle bir şey yok. Amaç Salih'e verdiği kararı anımsatmak. Halil Basutçu'ya Salih 

üstünde neden bu denli durduğu sorulunca Mehmet Yücel yanıtladı: Hasanoğlan'da inşaatlar aynı hızla sürüyormuş, bu nedenle Halil Basutçu kendine çalışkan arkadaş seçmeye çalışıyormuş. İsmet ekledi:

-Seçsin seçsin, nasıl olsa orada da Sami Akıncı'yı çalıştıramayacak. Sami Akıncı İsmet'e:

-Bak dostum, artık ayrılıyoruz, bu sataşmaları bir yana bırakalım. Ben bu okula öyle olduğunu bilmeden gelmiştim. Görünce dönüp gitmek işime gelmedi, bugüne geldim. Oraya sahiden okumak için gidiyorum. Bakacağım, işime gelmezse hemen bırakacağım. Sami'nin “Hemen bırakacağım!” sözü ilgi uyandırdı, Hüseyin Serin Başta olmak üzere soranlar oldu:

-Nasıl bırakacaksın? Sami soruları yanıtlamadı:

-Bunun, elbette bir yolu vardır. Dilerim buna gerek kalmaz! deyip sustu.

Kahvaltıda öğretmenlerle öğrenciler tartıştı. Bizim masada ortada olan yok. Herkesin tavrı belli. Recep, Mehmet , Hilmi öğretmen, Yusuf, Harun, Hasan, öğrenci. Salih'le ben bir süre karışmadık.

Atölyede Halis Öğretmenle karşılaştık. Elinde bir kağıt vardı. O bir mektupmuş. Mektup Samsun/Ladik-Akpınar Köy Enstitüsü Müdürü Enver Kartekin'den gelmiş. Müdür Enver Karetekin Halis Öğretmeni çok beğeniyormuş, ona çok büyük gereksinimi varmış, gönül rızasıyla seni buraya alalım! diyor. Halis Öğretmen adına sevindik. Ancak ben içimden suskunlaştım. Koskoca bir Köy Enstitüsü Halis Öğrtetmenden nasıl medet umar? Hamdi Bağ, Naci İnan, İrfan Evren gibi hatta Ali Yilmaz Demirbilek gibi öğretmenler dururken Halis öğretmene mektup yazmayı küçümsedim. Hasanoğlan'daki ekibi anımsadım. Çalışkan çocuklar vardı. Özellikle o zamanki Okul Müdürü Nurettin Biriz bizim gözümüzü doldurmuştu. Belki de bu nedenle öğretmenleri üstünde çok durmadık, tam anımsayamadım. Ancak 700'e varan öğrencisiyle orası Halis Öğretmene kalırsa oradaki işler buradan daha iyi olamaz. Üstelik burada daha bir Namık Öğretmen var. Arkadaşlar sevindiler, gidip gitmeyeceğini sordular. Karar veremiyormuş; düşünecekmiş.

Halis Öğretmen sıraları çok beğendi, bize teşekkür etti. Saatine bakıp, bir gomlak daha çekmemizi söyleyip gitti.

Öğretmen gidince biraz ağırdan almakla birlikte isteneni yapıp sıraları kuruluğa çektik.

Bayrak töreni öncesi Şevki Aydın'a sormadan akordiyonu hazırladım. Amacım, Eğitimbaşına öyle görünüp az sonra izin istemekti. Şevki Aydın akordiyonu görünce sevindi:

-Sesleri duymuyorlar, baslara basışın çocukları cesaretlendiriyor! dedi. Eğitimbaşı öğleden sonra işleri için açıklamalar yaptı. Bizim sınıfın konuk olduğunu belli saatte dönmek üzere Lüleburgaz'a gidebileceğimizi tekrarladı. Tören güzel geçti, akordiyonu bırakıp dönerken Eğitimbaşından izinimi aldım.

Yemekte arkadaşların konuşmalarına katıldım. Ayrılacağımı kimseye söylemedim. Lüleburgaz'a gidecek bir grup oluştu. Onlara katılır gibi yapıp birlikte Lüleburgaz'a indim. Pazaryerindeki köylümü göreceğim, deyip ayrılınca Turgutbey yolundan köy yoluna çıktım. Yürüdükçe Ali Ağabeyim iyice aklımı karıştırdı:

-Ya ona da 3 yıl askerlik yapırırlarsa? Hamitabat kahvelerine varana dek bunları düşündüm. İlk kahvede beni görüp durdurdular. Önce Kahveci Mehmet Ağabey gülerek:

-Senin Agaya ne yaptılar öyle? diye güldü. (Ali Ağabeyimin askerliği için) Ona karşın oldukça serinletici bilgi aldım. Ali Ağabeyimin kurası, askerlik bitiminin sınırıymış. Askerlik Şubelerinin kimileri böyle bir kararsızlık içinde yer yer bu kuraları askere almışlar. Ancak bunun gereksizliği görülmüş, alımlar durdurulmuş. Bizim Lüleburgaz Askerlik şubesi aculluk yapıp bir parti göndermiş. Benim Ali Ağabeyim de işte o grup arasındaymış. Şimdilerde de nerede olduğu bilinmiyormuş. Konuşmamız üstüne gelenler bana sordu:

-Sen de bilmiyor musun? Yarım da olsa biraz aydınlandığım için üzüntüm azaldı. Üzüntüm, Ali Ağabeyimin yaptığı işleri şimdi kimin yaptığı. Atları kimse kullanamaz. Öteki ağabeylerim evdeler ama askerlikleri sürüyor gibi, hava değişimi, yaz izini gibi özel izinlerle işleri sürdürmeye çalışıyorlar. Çay içip ayrıldıktan sonra azıcık neşemi toplayıp bakındım. Benim buralarda göreceğim vardı. Nisan ayında konuştuğumuzdan bu yana eski ürkekliğim kalmadı. A benim düşündüklerimi çoktan unutmuş ya da unutmaya terketmiş, Beyaz Geceler'in (Dostoyevski) Nastenka'sı gibi beni bırakmış olabilir. Nastenka da :

-Seviyorum ama; gene de seni bırakıyorum! demişti. Bahçede kimsecikler yok. Karşılardaki harmanlarda çalışanlar var. Onların çoğunu ad olarak biliyordum. Şimdilerde hepsi değişti, görsem belki de tanıyamayacağım.

Köyü uzaktan görünce tüm duygularım başkalaşır gibi oldu. Köy bana küçücük göründü; Gümüş Beyin fidanlığı bile buradan büyük gibi. Dereye inince fikrim değişti, bu ağaçlığı hiç bir yerdeki ağaçlara değişmem. Altında yürürken güneşi görmek olası değil. Yarım saat uzayan bu gölgelik, yazın kolay kolay bulunmayacak bir serinlik alanı. Ne Yusuf'un köyünde ne İdris'in ne de Harun'un köyünde var. Hamitabat'ı, Kırıkköy'ü, Müsellim'i Çavuşköyü'nü, Kızılcıkdere'yi, Pancarköyü'ü, Turgutbey'i, Bedir köyleri'ni biliyorum. Hiç birisinde böyle bir gölgelik yok. Köye girmeden gölgelikten yürüdüm. Daha doğrusu gölgelik güneş batarken karanlığa dönüştü. Biberlik dediğimiz bahçemize yaklaşırken büyük ablamı gördüm. Ablacığım dereden su taşıyordu. Elinden hemen tenekeyi alıp konuşmadan bir kaç teneke su çektim. Ablam önce gülümsedi, sonra da acı bir bakışla sordu:

-Duydun mu başımıza geleni? Bu askerlik bizim aileyi yıktı, Bektaş düpedüz hasta, yatıyor. Mahmut ayakta ama tavuk karası gibi (Bir tür hastalık) Ablam benim öğrendiklerimi henüz duymamış, anlatınca sevindi. İşimizi bitirince eve döndük. Az sonra kahveye gittim. Babam sevindi. Uzun kalıp kalamayacağımı sordu. İsterse kalabileceğimi, köye bile gelebileceğimi, ancak kesin karar vermemiz gerektiğini anlattım. Babamın tavırlarından kalmam gerekeceğini çıkarınca hiç üzülmeyeceğime karar verdim. Kahveye gelenler oldu. Okulumu bitirdiğime hepsi sevindi. Köyde kalsaydım, bu zamanımın büyük bölümü askerlikte geçecekti. Oysa şimdi askerliğimi daha kısa yapacağım, bir mesleğim olduğu anlatıldı durdu. Bizim köyden Ali Ağabeyim tek olduğu için başka ilgilenenler bulunmadığından olay çok sınırlı kalmış. Hamitabat'ta dört beş kişi olduğu için konu daha çok güncellik kazanmışmış. Bizim köye haberler hep oradan geliyormuş. Benim söylediklerimi de oradan öğrendiğimi söyleyince kuşkulu bakanlar oldu. Gitmeyi pazartesiye bırakabileceğimi söyleyip eve döndüm. Geç saatlere dek yatmadım, Küçük Ablam geldi kardeş kardeş konuştuk. Babama söylediklerimi onlara da söyledim, ikisi de sevindi. Yattığımda kendimi köye dönmüş sayıp Ankara düşlerini hepten yıktım. Ankara, Şevki Aydın, Asım Kavaller'le konserlere gitmeler, Konservatuvarda Süheyla Öğretmen arama düşleri silindi gitti. Kendi kendime:

-Olsun! dedim ama bir türlü de uyuyamadım. İlk horozlar ötüşürken gözlerim açıktı. Hiç uyuyamayacağımı düşünürken dalmışım.

 

29 Ağustos 1943 Pazar

 

Babamın sesiyle uyandım. Babam geldi, gidiyor musun? diye sordu. Gidiyor musun? deyince anlayamadığım için Ben de:

-Nereye? diye sordum. Babam tekrarladı, okuluna bugün dönüyor musun? dedi. Okulun durumunu anlattım. Sınavların bittiğini, pazartesi günü Kazanköy'e gezmeye gidileceğini, bunun dersle bir ilgisi olmadığını tekrarladım. Babam, okula bugün dönmemi, gidebilirsem okumayı sürdürmemi tembihledi. Köyün durumunu özetledikten sonra:

-Kısaca köye dönmeyi düşünme, gönderirlerse git, oku: Okuyabildiğin kadar oku. Buradaki işleri sen kalsan da düzeltemezsin. Çiftçinin işleri düzeltilemeyecek derecede bozuldu. Gücü olan çiftçiye vuruyor. Sen kalıp hangi biriyle uğraşacaksın? “Battı balık yan gider!”diye bir söz vardır, biz şimdi o durumdayız. Sen uzakta kal, şansını kendin için iyi kullanmaya çalış! Müderris Ahmet Amcan öyle yaptı, köyden uzak durdu. Bir kez olsun buraya bile gelmedi. Sen gel, gel ama gezmeye, görüşmeye gel, buralara bulaşmadan uzakta dur! Babamın sesi kesik kesik çıkıyordu, çok üzgün olduğu besbelliydi. Bir şeyler söylemek istedim ama söyleyemedim. Öylece yutkunup kaldım.

Babam gidince bir süre sırtüstü uzanıp öylece durdum. Uyumuşum! Ablam seslendi:

-Neye karar verdin? Hiç bir şey düşünmeden, sorunun nedenini bile önemsemeden:

-Gideceğim! dedim.

Babam ablamla da konuşmuış. Ablam:

-Babam hayatın acılarını çok çekmiş, söyledikleri yanlış olamaz, sen onun dediklerini yaparsan aldanmamış olursun! deyip bir süre durdu, gözlerini sildi. Benim artık burada söyleyecek bir sözüm, yapacak başka bir işim kalmamıştı. En yakın zamanda gene geleceğimi söyleyip ablamın elini öpüp evden ayrıldım. Kahveye uğrayınca Eğitmen Mustafa Ağabeyle karşılaştım. Mustafa Ağabey de babama gelmiş, Ali Ağabeyimden dolaylı olarak haber almış. Ali Ağabeyimin olayını daha güvenilir bir kaynaktan Mustafa Ağabeyden dinledim.

Lüleurgaz Askerlik Şubesi yanlış bir emri uygularak topladığı vagonlar dolusu kişiyi bilinmeyen bir semte göndermiş. Bu vagonlar dolusu yaşı geçkin kişi günler sonra nasılsa Maraş İlinin Eloğlu istasyonuna varmış. O arada bir emirle vagonlar trenden kesilmiş. Eloğlu istasyonunda bekleyen kişiler, bölgesel olanaklardan yararlanarak orada besleniyormuş ama dağıtılması sakınclı olduğundan geldikleri gibi Lüleburgaz'a gene trenle getirilmeleri için üst makamlardan emir bekleniyormuş. İlgililerin sabırla en fazla üç ay kadar beklemeleri gerekiyormuş. Babam acı acı güldükten sonra bana :

-Sen benim söylediklerimi düşün, iyi değerlendirmeye çalış: Ayvaz kasap, hep bir hesap! diye bir söz vardır, köylünün işi bundan ibaret, devlet köylüyü kollar gibi gösterip bildiği gibi kullanıyor. Sen istersen buna “Eski hamam eski tas!” diyebilirsin.

Babamın elini öpüp herkese “Hoşça kalın!”diyerek yola çıktım. Uzun süre hiç bir şey düşünmeden yürüdüm. Önce küçük sonra büyük göl yanından geçerken göllerin yazın nasıl kuruduğunu, oysa kışın özellikle de nisan-mayıs aylarında nasıl güzel olduğunu düşündüm. Sabahat Öğretmene verdiğim Göl şiirimin neden beğenilmediğini, şiirin mi kötü yoksa Sabahat Öğretmenin beni sevmediği için mi öyle davrandığını düşündüm. Sabahat Öğretmen beni daha önce derse kaldırıp sorular soruyor, Eğitimbaşının odasında karşılaşığımızda kocasına bile beni övüyordu. Bu durum ne zaman değişti? Sahiden o olayla bir ilisi var mı bir daha düşünüp tarihleri saptamaya çalıştım. Mart sonlarına doğru olacak; biz aşı için ya Edirne'ye gitmek üzere ya da 1. gidişten dönmüştük. Kamber Amcamlarda konuşurken Sabahat Öğretmen üsteğmenin arkasında motosikletle Kamber Amcamın evi önüne gelip kedi-kuzu gibi bir şeyler istemişti. İşte o zaman Sabahat Öğretmenin bakışlarından hoşlanmamıştım. Selam vermek için gülümsemeye çalışırken yüzünün bozuluğunu, renginin kül gibi olduğunu farketmiştim. Daha sonra Genel Müfettiş Abidin Özmen geldiğinde bir de ona sormadan kalkıp şiir de okuyunca iyice sinirlendi, bir daha da bana yüzü gülmedi.

Sanıyorum Sabahat Öğretmen öteki arkadaşlara da kendini sevdiremedi. Arkadaşlardan onu överek ananla karşılaşmadım. Salt piyeste çalışanlar genellikle piyes süresince yakınlık gösterdiler, ondan söz ettiler ama piyesten sonra sesleri kesildi. Oysa Fikret Madaralı Öğretmeni sayısız kez “Sarsak!” diye sıfatlandırdığı arkadaşlar bile saygıyla anıyorlar.

Göller, Sabahat Öğretmen derken Lüleburgaz bağlık sırtına geldim. Buradan kasaba içine dek iniş. Karşıya Saranlı Ovasına bir daha baktım. Geçen yılki askerlik kampını, kampta ayağımın şişmesini, atışta rastlantı olarak 12'den vuruşumu anımsadım. Kimi kez rastlantılar bile çok işe yarıyor. Rastlantılar için kitaplar bile yazılmış. Kral Oidipus, Cihan Şampiyonları, Peer Gynt, Yaban, Beyaz Geceler, Anna Karenina daha başka niceleri rastlantısal olaylar üzerine kurulmuş. Hele Henry Sienkiewicz'in rüya hikayesi, rastlantının da rastlantısı. Cevizime baktım yapyalnız kalmış. Artık benim cevizliğimden çıkmış durumda, bağlar bozulduğu gibi köklerine çıkarılmış. Bağların neden bozulduğunu daha önce dinlemiştim ama bu kez Besim İyitanır Öğretmen daha anlayacağım gibi anlattı. Bostanı konuşurken köyün bağlarını sormuştu. Köydeki bizim bağların da Lüleburgaz hatta Kırklareli bağları gibi hastalandığını söyleyince Besim Öğretmen bana:

-Dur, dur, orada dur bakayım! Lüleburgaz bağlarının hastalıktan bozulduğunu kim söyledi sana! deyip sürdürdü. Lüleburgaz, Kırklareli, hatta Edirne bağları bakımsızlıktan bozuldu. Onlara bakanlar bizim azınlık dediğimiz gayrimüslümlerdi. Onlar 1934 yılında buralardan uzaklaştırılınca bağlar sahipsiz kaldı. Bakacağını söyleyip alanlar bakamadı. Sonuç böyle oldu. Sizin köydeki bağların bozulması neden? Tembellik edip bakmazlarsa onlar da bozulur elbet! demişti.

Okul binasını görünce oturup, çocuklara dün sorduğum hesabı kendime sordum. Hasanoğlan'da geçen sekiz ayı saymazsak burada kaldığım 3 yıl içinde kaç kez köye gittiğimi anımsamaya çalıştım. 19 kez gidip geldiğimi çıkardım ama bunu olası bir unutmayı da katarak kolay hesaplamak için 20 yaptım. Köyle Lüleburgaz arası 15, okulla Lüleburgaz 5 km. Gidiş dönüş 32 km. 32X 20=640 km. Edirne'den İstanbul'a yaya olarak rahat rahat gidip dönebilirmişim. Ben otururken öğrencilerden yakınıma kadar gelenler oldu. Onlar, benim de gezmek için buraya çıktığımı sandıklarından yanıma yaklaştılar. Aralarında Mehmet Yücel'in kardeşi Namık Yücel vardı. O, bana laf atınca aralarına katılıp okula indim. Derslikte, yemek masası arkadaşlarım dışında kimse yokluğumun ayırdına varmamış. Dersliğe girince Hasan Üner'le Yusuf Asıl dışında kimse ilgilenmedi. Bıraktığım gibi, gene Kazanköy'de ne yapacağız? Göreceğimiz Eğitmen bile köyde yoktur. Yakın köylü İdris Destan parladı:

-Sahi arkadaşlar biliyorsunuz pazartesi günü Lüleburgaz'ın pazarı, Kazanköylülerin çoğu pazarcıdır, kesinlikle gelirler. Bir kaç yanıt birden aldı:

- Gelsin yahu! Köyü de götürmeyecekler ya. . . .

Kazanköyle birlikte kaç Lüleburgaz köyü görmüş olacağımız konuşuldu, köyler sayıldı. Başta Yeni Bedir. Oysa Yeni Bedir'i tanıma salt yanından geçmek, yakınındaki köyü görmek. Turgutbey. Turgut Bey köyünü gördük sayılır, okulunda uygulama yaptık 5-6 kez gittik. Eski Bedir de sayıldı. Oysa oraya on kadar arkadaş gitmişti. Hamitabat'ı, Kırıkköy'ü gördük. İdris arkadaşımızın köyü Osmancık'ı gördük. Sayma burada bitince şaştım. Şaka ediliyor sananarak sordum:

-Hani Evrensekiz, büyük-küçük Karıştıranlar? Hani içinden geçerken inip durduğumuz Tatarköy? Arkadaşlar güldüler:

-Başka var mı? Umurca, höyükleri gidip gördük. Parmaklar sayıldı:

-Uhuuuu, az değilmiş. On köy. Bu kez de hayıflanmalar başladı:

-Biz, kendi ilçelerimizin bu sayıda köyünü görmedik. Sefer Tunca 4, Hüseyin Serin 3, Hilmi 3, Bekir Temuçin 2 köy deyince bu kez 2 köy diyenler çoğaldı: İsmet Yanar, Yakup Tanrıkulu, Yusuf Asıl, Harun Özçelik, Sami Akıncı, Hasan Üner sıralandı. Bu kez de ben sordum:

-Siz, komşu köylere de mi gitmediniz? Ben köyüme yakın köylere olanak buldukça hep gittim. Kırklareli'ye giderken iki köy içinden zaten zorunlu geçiyorum. Kırklareli'ye köyümün iki yolu var, biri Kavakdere, Asılbeyli köyleri içinden geçer. Öteki ise Deveçatağı ile Kızılcıkdere'den. Bu dört köyü kendi köyüm kadar bilirim. Lüleburgaz'a zorunlu-sürekli olarak Hamitabat içinden geçeriz. Ender olarak da Kırıkköy'den ya da Tatarköy'den geçeriz. Büyük yağışlar, derelerin taştığı zamanlar. Akrabalarımız olduğu için bizim çok gittiğimiz Babaeski ile pancar taşıdığımız Alpullu Şeker fabrikası vardır. Bir de çok pancar olduğunda anlaşma dışı pancarı taşıdığımız Kavaklı vardır. Kavaklı'ya giderken Erikleryurdu ile Lefeci köylerinden geçilir. Alpullu'ya Müsellim, Pancarköyü, Babaeski'ye giderken ise Kumrular, Çavuşköyü, Sofuali (Sofali) gerçilir. Bu kez de Mehmet Yücel bir:

-Ohoooo! çektikten sonra: Sen bu köylerin sayısını biliyor musun? diye sorup bir süre güldü. Gülen gülsün deyip Tekirdağ yakınındaki Kılavuzlu köyü ile Muratlı yakınındaki Arzulu köyleri ile Pınarhısar'ın Karınca köylerini de gördüğümü ekledim. Yusuf Asıl saymış:

-Tam 20 köy dedikten sonra kendi köyü Büyük Manika'yı da ekleyip 21'e çıkardı. Yusuf Asıl bununla da kalmadı, hemen aramızdaki 6 yaş farkını öne sürüp önümüzdeki 6 yıl içinde kırk köy gezeceğini söyledi. Arkadaşlar gülerek:

-Bizim köye de uğra! diye takıldılar. Kimisi de Yusuf'un müfettiş olmaya niyetlendiğini öne sürdü. Bu söylenince, az önce bizim köye de uğra! diyenler söz birliği etmişçe:

-Aman aman, bizim köye gelme! uyarısı yaptılar.

Yemekte, Yusuf'un şakası sürdü. Müfettişler ne yapar, nasıl gezerler? Gezici Başöğretmen kimler olur? Bunların nasıl yetişip seçildiği üstüne hiç birimizin bilgisi yok. Üstelik arkadaşlar, ilkokuldayken gelen müfettişler dışında müfettiş görmemişler. Bir kaç ay önce dersliğimize gelen İlköretim Müfettişi Hamit Gürsel ile Gezici Başöğretmen Mehmet Turan'ı olağanüstü bir şeylermiş gibi görüyorlar. Eski yöneticilerimizden Hüsnü Baykoca'nın, Lüleburgaz Ortaokulu müdürü Yalçın Bilguvar'ın ilköğretim müfettişi olarak bizim köye geldiklerini, daha sonra müfettişlikleri bıraktıklarını anlattım. Okul Müdürümüzün, şimdiki Eğitimbaşımızın da birer müfettiş olduğunu, ancak şimdi müfettişlikle bir ilgileri kalmadığını anımsattım. Salih Baydemir sordu:

-Sen şimdi Yusuf'un müfettiş olabileceğini mi söylemek istiyorsun? Ben bir şey söylemeden Yusuf müfettişlikten vazgeçtiğini, gördüğü müfettişlerin hep asık suratlı olduklarını, kendisininse neşeli olduğunu, sürekli güldüğü için müfettişliğe yakışmayacağını söyledi. Ben buna da karşı çıkıp, Hüsnü Baykoca Öğretmeni örnek gösterdim. Arkadaşlar hep karşı çıktı:

-Şaka ediyorsun, o müfettişlik yapamaz! Hüsnü Baykoca Öğretmenin müfettişliğinde bizim köye 3- 4 kez geldiğini, bizim kahvede bana sorular sorduğunu benimle o zaman bile benimle şakalaştığını, gene böyle buradaki gibi neşeli olduğunu anlattım. Edirne/Karaağaç için girdiğim sınavda da Hüsnü Baykoca'nın bulunduğunu, o nedenle buraya gelince bana sürekli Çeşmekolulu dediğini anımsattım. Bu kez arkadaşlar Yusuf'un da müfettiş olabileceğine karar verdiler. Müfettiş Yusuf Asıl! Kalkarken Yusuf rica etti:

-Lütfen bunu derslikte söylemeyin!

Derslikte herkesin neşeli olması ya da öyle görünmesi ilgimi çekti. Bunların hiç mi ev sorunları yok? Bunların ailelerinin hiç birinde 1315 yılında doğan yok mu? Bunların ürünlerini Toprak Mahsülleri ofisine almıyorlar mı? Bunların verdiği ürünlerin bedelleri hemen ödeniyor mu? Yusuf'un babasını gözümün önüne getirdim. İdris'in babası da Yusuf'un babası yaşında, Ali Ağabeyimden ya bir ya da iki yaş büyük-küçük olabilirler. Aynı dert onlarında başında da var. Besbelli ki oğullarına bunu duyurmuyorlar. Tıpkı bana duyurmadıkları gibi. Ne var ki ben gidip öğreniyorum. Öğrenmiş olmak, üzüntüden başka bir şey kazandırmıyor. Öyleyse ne yapmalı? En kestirme yanıt:

Kendi çalışmalarını önleyecek ölçüde üzüntü yapmamalı. Büyüttüğün üzüntü, esas sorunu çözmeyeceğine göre bir yarar sağlamıyacak demektir. Hiç değilse kendine büyük bir zarar vermesin. Sanırım babam da bana bunu söylemek istedi:

-Git, çalış, okuyabildiğin kadar oku, yaşamını bir başka yoldan yürüt!

Hasan Üner derslikte konuşurken Halis Öğretmenin mektubundan söz etmiş. Eski Eğitimbaşının müdürlüğü, Samsun/Ladik Köy Enstitüsü üstüne konuşmalar yapıldı. Hasanoğlan'a gelen eski müdür Nurettin Biriz anımsandı. Köy Enstitülerinden ayrılan müdürlerin ne iş yaptığı soruşturuldu. İlk ayrılan Köy Enstitüsü Müdürü Eskişehir/Çiftelerden olmuştu. Onu da gazetelerden okumuştuk. Daha sonra 25 Numaralı öğrenci Ali Yılmaz mektupla bildirmişti. O zaman Ali Yılmaz bizim 25 numaralı Cavit Kafkas'la mektuplaşıyordu. 2. Ayrılan Müdür, bizim Çoban Mehmet dediğimiz Mehmet Tuğrul oldu. Çoban Mehmet bir süre dillendi:

-Adamı dinleseydik belki de iyi bir adam olduğunu görecektik; dur-sus dinlemeden sırtımızı çevirdik! türü sözler söylendi. 3. Ayrılan Müdür. Samsun/Ladik Müdürü Nurettin Biriz. Onun ayrılışını Eğitimbaşımızın gitmesiyle öğrenmiş olduk. 4. Ayrılan Müdür de Kayseri Pazarören Müdürü Sabri Kolçak. Onu Veli Dalak mektubunda duyurdu. O da haziran başında falan ayrılmış. Kendi müdürümüze söz gelince sesler kesildi. Müdürümüz neden ayrıldı? Kendisi istemiştir denince Sami Akıncı:

-Asla kendi istememiştir, ayrılırken ben gördüm çok öfkeliydi, dedikten sonra beni de tanık göstererek: İbrahim de sonradan geldi, birlikte uğurladık. Pazar günüydü nöbetçi öğrenci bana: Seni Müdür Bey çağırıyor! deyince gittim, Müdür Bey odasında ayaktaydı, beni görünce yarı gülümser bir sesle masasını göstererek: Sami, şu meretin açacağını ben gene kaybetmişim, sen bunu açtırıyordun, gene birşeyler yapabilir misin? dedi. Gerçekten ben daha önce bir defa Müdür Beyin masasının gözlerini açırmıştım ama o zaman atölye açıktı, Naci İnan Öğretmen gelip kolayca açmıştı. Müdür Beye onu söyleyince bu kez de: Atölyeyi birine gene açtıramaz mısın? diye sordu. İbrahim aklıma geldi, o zaten o sıra atölyede akordiyon çalıyormuş gidip olayı anlatınca İbrahim bir şeyler aldı Müdür Beyin odasına birlikte gittik. Müdür Bey arkadaşa: Varsın bozulsun siz gene yaparsınız, zaten siz yapmadınız mı? dedi. İbrahim kırmadan az zorlayarak kapağı açtı. Kapak açılınca öteki de kendiliğinden açıldı. Müdür Bey çekmeleri öfkeyle çekip yere boşalttı. Yere dökülen kağıtlardan, zarflardan bakıp bakıp birilerini ayırdı, birilerini de yırttı. Arada da sıkıp attıkları oldu. Bize dönerek: Siz isterseniz beni biraz dışarda bekleyin, uzun sürmez, ben sizi çağırırım! dedi. Biz kapı önüne çıktık. Müdür Bey gittikçe öfkelenerek kendi kendine birşeyler konuştu. Bir süre sonra gene gülümseyerek: Benim işim tamam çocuklar, orasını biraz dağınık bırakıyorum, toplarsanız memnun olurum! dedikten sonra bize bakarak:

-Ben ayrılıyorum çocuklar, (Elini ileriye doğru atarak) öyle istemişler (!) Arkadaşlarınıza selam söyleyin, belki bir ara uğrarım! deyip gitti. Faytonla geldiğini yol kenarında faytona binince anladık. Gidiş o gidiş, bir daha da Müdür bey okula uğramadı.

Sami'nin anlattığını benzer şekilde o zaman yazmıştım. Sami'yle sıkılıp atılan kağıtlardan iki üç tanesini okumuştuk. Müdür Bey, o kağıtları okuyup okuyup sıkarak atmıştı. Sami kağıtları açarak okuduktan sonra gene çekmeye koydu. Çemeyi kapatırken rastgele alıp birini ben sakladım. Çekmeleri kapatınca çöp kutusu kenarında duran bir başka buruşuk kağıdı görünce onu da aldım. Mektup İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç'tan geliyordu, çok önemseyip hemen koynuma sıkıştırdım.

-Mektubu okusanız, Müdürümüz Nejat İdil'e yapılan büyük haksızlığı daha iyi anlayacaksınız. Bunu der demez arkadaşlar mektubu okumamı istediler. Mektup yanımda değil ama en kısa zamanda getieceğime söz verdim. Ancak mektuptan aklımda kalanları aktarınca arkadaşların çoğu inanamadı. Bana:

- Ya şaka söylüyorsun ya da aklında yanlış kalmıştır, öğretmenlerimiz için başarısız nasıl derler? Onların yerine gelenlerden hangisi onların yerini doldurur? gibi sorular sordular. Bir süre de giden öğretmenlerle gelenleri karşılaştırdık. Fikret Madaralı, Ahmet Gürsel, Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmenleri hiç kimseyle denk tutmadık. Müdür Yardımcısı İlhan Görkey'le Okul Müdürümüz Nejat İdil'i ise herhangi biri ile karşılaştırma bile yapamadık.

Zil çalınca arkadaşlar bana söz verdirdiler:

- Mektubu görmek istiyoruz. .

Yatınca gene onu düşündüm, inşaat işleriyle Matematik Öğretmeni Ahmet Gürsel'in ne ilişkisi vardı? Fikret Madaralı yapılacak inşaatlarla nasıl ilgilenecekti? Onların yerine gelenler, örneğin Sabahat Kartekin o yapılmayan öğretmen evlerini mi yaptı? Enver Kartekin hangi binayı yaptı da altı ay sonra müdür oldu?

Az duraksadım, sözde kendimi üzecek olaylardan kaçınacaktım. Birinden kaçarken ötekine saplanma bu olsa gerek. Hem de hiç bir yararı bulunmayan bir konu.

 

30 Ağustos 1943 Pazartesi

 

Kazanköy var da Kepçe köy neden yok? Bekir Temuçin'in sorusu. Sefer Tunca yanıtladı:

-  O da olacak. Sen az daha böyle gevezelik edersen senin köyünü hemen Kepçe köye çevirirler. Bir kaç arkadaş birden önerdi:

-Onun köyünün adı anlamsız, değiştirelim. Köyün adı söylendi:

-Gerdelli! Ne anlama geldiği soruldu. Bekir sustu. Üstüne vardılar, Bekir anlamını bilmediğini söyledi. Bu kez de gerçekten, li ekini kaldırıp gerdel sözü soruldu. Ben biliyordum, gerdel diye bir söz duyma ne ki, yıllarca at suladığım tahta ya da oyma su kaplarını nasıl bilmem? Söz tekrarlanarak şiir uyaklarına dönüştü, berdel, sel, gel; el, yel diyerek dersliğe geçtik.

Derslikte oturmak iyice sorun olmaya başladı. Yerine oturan yakınıyla değil öteki köşedekine rahatça bağırıyor. Sami bile çalışmayı gevşetti gibi, Gerçi elinde bir kitap oluyor ama konuşmalara sık sık karışmaya başladı. Bu sabah Bekir'in Gerdelli köyüyle başlayan tartışmalar Karaağaç köyünden çok gerçek karaağaca dönüştü. Edirne/Karaağacı ile başlayan karaağaç konusu karaağacın özelliklerine dayandı. Karaağacın ne özelliği var ki sayısız köye, kasabaya ad olmuş? Söylenenler doğruysa hemen hemen her yörede bir karaağaç köyünden söz ediliyor. Karaağaç denilen ağaçlar bizim köyde çoktur. Bizim köylüler alet edevat konusunda meşeden sonra dayanıklılık bakımından karaağacı makbul sayarlar. Aynı zamanda boldur. Çok büyür, gövdeleri samanlık, bina çatısı yapımlarında kullanılır. Gölge olarak da iyi gölge verir. Bizim köyün Eğitmeni Mustafa Ağabey (Güvener) dut aşısı denemeleri yaptı ama sanırım başarılı olamadı. Ancak o, yılmadan denemesini sürdürüyor. Karaağaçla dut ağacının bir birine yakın olduğunu söylüyordu.

Kazanköy için kumanya aldık. Harun Özçelik, Yakup Tanrıkulu, Mehmet Başaran bu geziye katılamıyormuş. Mehmet Başaran'ın, köyüne gidileceği için yan kırdığı söylendi(!) Köylüsü Mehmet Yücel'se:

-Çıkarmayın böyle gerçek dışı söylentileri, kumanyamızla gittiğimize göre ne zararınız olacak sizin bize? Mehmet Yücel hemen yanıtını aldı:

-Bugün için kumanya istenmemişti, kim söyledi de bunlar hazırlandı? Söylese söylese İskelet söylemiştir.

Stajyer öğretmenlerle Hikmet Öğretmen geldi. Bu kez Mustafa Ersoy yalnız olarak bizim aramıza katıldı. Ötekiler sürücünün yanına sıkıştılar. Mustafa Ersoy çok neşeli, her söze gülen bir görünüşü var. Çok soru soruyor. Genellikle konuşmalarında karşılaştırma yaparak “Bizim Aydın'da!” sözünü ekliyor. “Bizim Aydın'da güneş batarken kızıllıklarda kaybolur, Bizim Aydın'da yağmurlar sık yağmaz ama bir de yağarsa dereler dolup taşar!”

Bu yolu hep öğrendik, geçtiğimiz yerleri arkadaşlar kendi kendine konuşurmuş gibi sayıp döküyorlar. Fettah biraz yüksekçe sesle konuşmaya başladı. O da kendi ilçesi Meriç dolaylarını anlatıyor. Bir kaç kez Fettah da “Bizim oralarda! dedi. Benim gibi az önceki konuşmalar takılan olmuş; bu kez Fettah'dan da aynı sözleri duyunca güldüler. İsmet sabredemedi, yüksek sesle:

-Bizim oralarda ne var biliyor musunuz? diye sordu. Yanıt beklemeden de:

-Fettah'ın söylediklerinin daniskası var! deyip güldü. Daniskanın ne olduğu sorusuna İsmet:

-Her şeyin en iyisi! dedi. Mehmet Yücel gerçekte İsmet'e daha yakındır. Ancak tartışmaların büyümesini önlemeye çalıştığından kimi kez ortaya konuşur. İsmet'e sordu:

-Her şeyin en iyisi olan sizin oralarda nasıl oldu da sen böyle oldun? Bu kez de İsmet:

-İşte ben bizim oraların daniskasıyım. Arkadaşlar gülüşerek bir süre daniska İsmet dedilerse de geçtiğimiz çevrelerin ilgi çekici görüntüleri konuyu çabuk değiştirdi. Mustafa Ersoy Umurca höyüklerine takıldı. Fazla bilgimiz olmadığı için yeterli bilgi veremedik. Onların yaptığı gezileri anlattı. Bu yıl da kısa da olsa gezi yapmışlar, onu anlattı. Aslında okulun genel prgramında 20 günlük uzun geziler varmış. Önce Yeni Taşlı, arkasından Eski Taşlı az sonra da Karaağaç köylerini geçtik. Bu köyler hakkında benden başka hiç bir arkadaşın bilgisi yokmuş. Orada akrabalarımın olduğunu, onlara gidip geldiğimizi söyledim. Kazanköy'e yaklaşırken arkadaşlar şakalaşmaya başladı. Ahmet Korkut Öğretmenimin yazısında Eğitmenin köyü ağaçlandırdığı yazıyordu. Arkadaşlar tüm ağaçları Eğitmen yetiştirmiş gibi yarı şaka yarı ciddi konuşuyorlar. Oysa yazıda Ahmet Korkut Öğretmen Kazanköy'ün çok yeşillik olduğunu özellikle kavakları belirtiyordu. Köye girince hiç de sandığımız gibi olmadı, bizi ilk karşılayan Yalçın Eğitmen oldu. Ben Yalçın Eğitmen deyince soranlar oldu:

-Sen onu da mı tanıyorsun? Güldüm: “Yazıda Yalçın Eğitmen dendiğine burası da Kazanköy olduğuna göre...” demeye kalmadı, Ali Önol:

-Eğitmen yer değiştirmiş olamaz mı?

-Olur ama Yalçın Eğitmen başarılı biri, köyü için çalışıyor, yerini neden değiştirsin? Yanıtıma yanıt geldi:

-Müfettişler değiştiremez mi? Bu kez kesin yargı verildi:

-İyi çalışan görevliler, kolay kolay yerinden edilmez. Sami Akıncı güldü:

-Bazen ediliyor, örneğin bizim Müdürümüz Nejat İdil gibi.

Yalçın Eğitmen hepimizin elini sıktı. İlk soru kaç yıldır burada çalıştığı oldu. Gülerek, doğduğundan beri çalıştığını söyledi, sonra düzelterek 6 yılı tamamladığını anlattı. Ahmet Korkut Öğretmeni sordum. Yalçın Eğitmen:

-Öğretmenim, Gezici Başöğretmenim, şimdi Erzurum'da Enstitü Müdürü, mektuplaşıyoruz! Ahmet Korkut Öğretmen de, eşi Behliyar Öğretmen de çok iyiler, çocukları büyüyormuş, yeni haber aldım!

Okula gittik, küçük ama tertemiz bir okul. Okul tatil olduğu için bahçesine kendisi bakıyormuş. Yetiştirdiği kavaklığı gördük. Edirne Fidanlığında gördüğümüz kavak fidanlığına benzettik. Arkadaşlar takıldılar: Müdür Gümüş'ün fidanları! Müdür Gümüş sözünü duyan Yalçın Eğitmen hemen:

-Bildiklerimin çoğunu ondan öğrendim. Geçen yıl gene gittim, yeni çalışmalarını gösterdi bana. Yaşlı maşlı demiyor, adam durmadan yeni işler peşinde, fidanlığı durmadan büyütüyor.

Bu yıl bizim de iki kez gittiğimizi söyledik. Yalçın Eğitmen de bize neler yaptığımızı sordu. Değişik ağızlardan öğrendiklerimiz anlatıldı. Yalçın Eğitmen yaptıklarımızı dikkatle dinledi.

Yalçın Eğitmenin bizim okulda öğrencisi varmış. Arkadaşlardan anımsayanlar oldu ama ben dikkatle dinleyemedim. Mehmet denince Mehmet Karadeniz'i anımsadım. Ancak Mehmet Karadeniz, yanılmıyorsam Ceylan Köylüdür. Bu yörenin çocukları hep Mehmet mi yoksa? Birden Mehmet Karakoç'u anımsadım; O olabilir mi? Sonunda Karadeniz değil Akdeniz çıktı. Güldüm:

-Olsun işin içinde bir deniz var ya, o da yeter. Yalçın Eğitmenin öğrencisi Şükrü Akdeniz'miş. Şükrü Akdeniz’i de iyi tanırım, çalışkan bir arkadaştır. Çekingen görünür ama işe sarılışı istekledir, özverilidir.

Biz konuşurken öğretmenler yürüdü. Köy halkından aramıza katılanlar oldu. Dere kıyısında da bir süre konuşuldu. Konuşanlar tıpkı bizim köylüler gibi. Birisi köylerinin 93 Harbinden (1877-78 Osmanlı-Rus savaşı) sonra Bulgaristan'dan gelen göçmenler kurulduğunu anlattı. Onlar da bizim köylüler gibi bir çiftliğe gelip konmuşlar. Bir beyin çiftliğine (Adını da söyledi Ertuğrul Bey). Onlar bir beyin çiftliğine konmuş, bizim köylüler doğrudan Emlak-ı Şahaneye yani Padişah 2. Abdülhamit'in çiftliğine oturmuşlar.

Okula döndüğümüzde çay hazırlandığını gördük. Kumanyalarımızı çayla yedik.

Çocukların yıl sonu sergileri temiz olarak öylece duruyordu, onlara baktık. Arkadaşlar büyük bir ilgiyle izlediler. Ben kendimi bizim köyün okulunda sandım. Belki ufak tefek farklar var ama, çok değil. Çocuklar burada da çocuk, konular karga, tilki, kurt, kuzu, Nasrettin Hoca, eşeği, çiçek, kelebek.

Hikmet Öğretmen Mehmet Yücel'e takıldı:

-Seni köyüne bırakalım mı? Söz, besbelli bir şakaydı; ancak Mehmet Yücel sahiymiş gibi algılamış olacak, biraz tutuk konuştu. İsmet, bunu fırsat sayıp Mehmet Yücel'e takıldı:

-Köyüne bizi götürmemek için arkadaş önerinize razı olmaz. Hikmet Öğretmen sesini yükselterek sordu:

-Ne demek o? Sizi köyüne neden götürmesin? İsmet:

-O nedenini biliyor öğretmenim!

Konuşmaları dinleyen stajyerler de dikkatle bakmaya başladılar. Mehmet Yücel kolay bir savunma yolu buldu:

-Osmancık köyüne topluca gittiğimizde okula dönerken Ceylan köyde kalmadan dönmüşüz. (Doğrusu öyleydi) Bu kez de, öyle kısa bir uğrama yapılacaksa hiç gelmemeniz daha iyi olur!” demişmiş. İsmet zaten söylediğine pişman olduğu için, gülümseyip sustu. Oysa sözü başka olaylara dayanıyordu ki onları zaten burada açıklayamayacaktı. Hikmet Öğretmen şakalardan nasıl bir sonuç çıkardıysa bu kez:

-Öyleyse biz de gelirken uğramadığımız taşlı köylere uğrarız, bakalım onlar söylendiği kadar çok taşlı mı? deyip güldü. Yalçın Eğitmen Eski Taşlı köyünü salık verdi. Orada çalışan eğitmen yakın arkadaşıymış, yıllardır çalışmalarını birlikte sürdürüyorlarmış.

Köy Muhtarı, habersiz geldiğimiz için sitem eder gibi konuştu:

-Bu olmadı, bunu saymıyoruz, burası köy yeri, haberimiz olmazsa “Hı” deyip biz konuk ağırlayamayız. Her şeyimiz var Allaha şükür. Ne var ki, bizde kasabalar gibi hazırı yok. Kusura bakmayın! dedi. Hikmet Öğretmen okula öğrenci gönderin, daha sık gelelim! deyip ellerini sıktı. Biz de el sallayarak kamyona yürüdük. Önce Eski Taşlı'ya uğradık. Orada da Eğitmenin büyük emekleri hemen belli oluyor. Ne var ki Eğitmen, Muhtar, köyden bir çok insan Lüleburgaz pazarına indiğinden biz de, biz bize köyün içinde dolaştık, okulu dışardan gördük.

Fazla kalmadan ayrıldık. Eski Taşlı böyle olursa Yeni Taşlı farklı mı olur? derken köye girdik. Benim akraba evleri hemen yol kıyısında, bahçede insanlar var. Arkadaşlar kahve önünde inince hemen gittim. Ayşe Teyze ile kızı mısır kurutuyorlarmış, komşular yardıma geldiği için kalabalık olmuşlar. ”Erkekler pazardaymış. ”Gel, kal, falan dediler ama, durumu anlatıp selam bırakarak döndüm. Hikmet Öğretmen gülerek:

-Ne varmış bugün bu Lülerburgaz pazarında, bir de biz görelim; deyip kamyona yürüdü. Açıklamamakla birlikte biz de böyle düşünmüş olacağız, sevinerek kamyona atladık. Lüleburgaz dolup taşıyor. Çal Eczanesi karşısında kamyondan indik. Hikmet Öğretmen saatine bakarak tamı tamına 1, 5 saat izin verdi:

-Bir dakika geç kalan tabanvayı boylar!

Öğretmene yaklaşarak saatimi gösterdim:

-Doğru gitmiyor! Dedim.

Hikmet Öğretmen önce saatçiye gitmemi söyledi, gülümseyerek baktıktan sonra:

-17'20, sen 18'47 de burada ol, ben saat vereli 3 dakika oldu! deyip yürüdü. Doğru pazar yerine gittim. Salim Dayım oğlu ile sergisinin başındaydı. Önce oğlunu göstererek, iyi bir pazarcı yapacağını söyledi. Köye gelip gittiğimi duymuş. Ali Ağabeyim için önce üzüntüsünü belirtti sonra da:

-Ne yapacaksın. Devletin işleri böyle. Sizin eviniz gene kalabalık. Amcam yaşlı maşlı ama gene de işinin başında. Olanlar bizim gibilere oluyor. Biliyorsun yengen 3 yıla yakın iki çocukla çile çekti.

Salim Dayım bir karpuz ayırdı bir tane de kesti. Mırın kırın etmeye kalktım. Salim Dayım sözünü esirgemez:

-Canım istedikçe hep keserim, üstüne gelmiş ol, “Kısmetimmiş”de sen de ye işte!

Pazara giren arkadaşlardan Yusuf Asıl'la Hasan Üner geldi, birer dilim de onlar yedi. Karpuzu Salim Dayımın yanındaki eski Yeşilyurt gazetelerine sarıp aldım. Karpuz olduğu belli ama gene de görünmemesini istedim. Halkevi bahçesinde oturup bir süre gelip geçenlere bakındık. Başka arkadaşlar da geldi. Lüleburgaz'da kaldığımız günleri andık. Saat yaklaşırken Hükümet Meydanına gidip kamyona bindik. Hikmet Öğretmen Lüleburgaz'da kaldığı için Mustafa Ersoy sürücü yanına geçti. Daha rahat konuşarak okula döndük. Arkadaşlar sık sık sordu: Bir karpuzu bize nasıl bölüştüreceksin? Kimisi de:

-Kızlara verir! türü sözler yakıştırdı. Merdivenlerden çıkarken sahiden ne yapacağımı düşünürken Şevki Aydın bana:

-Gel biraz çalışalım! dedi. Elimde karpuz onun odasına girince, karpuzu karşı köşeye yerleştirdim. Çalıştık, konuştuk ayrılırken kapıya yürüyünce gazetelerin kaldı! dedi. Döndüm gazeteleri alıp karpuzu bıraktım:

-Onu sizin için getirdim! deyip ayrıldım. Gazeteleri katlayıp atmayı düşünürken Vahit Lütfü Salcı yazısını okudum. Meğer üç gazetede de Vahit Dede'nin yazısı varmış. Keşirlik Bucağı'na bağlı köylerin adları, yollarının durumları, köyler üstüne bilgiler var. Ahmatlar, (Ahmetler), Karaballar, (Karaabalılar), Malkoçlar, Devletliağaç, Tatlıpınar, Taşlıtarla, Ahlatlı, Toçular, Kocatarla, Aşağı Kanara, Yukarı Kanara, Terzi Dere, Çağlayık. Bunlar babamın “Akraba köyleri” dediği köyler. Bunları okuyunca sevindim, akrabalarımızın bulunduğu 22 köy böylece ortaya çıkmış oldu.

Dersliğe önünce köyleri bir daha sıraladım: Kızılcıkdere, Karınca, Deveçatağı, Sofuali, Umurca, Yeni Taşlı, Eski Taşlı, Umurca, Yeni Bedir, Arzılı, Kılavuzlu, bir de kendi köyümüz tam 25 oluyor. Bunlardan (kendi Köyümle) 12 adedini biliyorum. Gitsem, selamımı alacak akrabam çıkacak.

Yemekte Yusuf Karpuzu sordu. Olayı olduğu gibi anlattım. Yusuf'la Hasan Pazar yerinde yedikleri için üzülmediler. Ötekiler söylendi. Mehmet Aygün'ün önerisiyle aralarında para toplayıp önümüzdeki pazartesi bizim köylülerden karpuz alıp getirecekler, bana vermeyecekler. Yapmayacaklarını bilmeme karşın:

-Gelecek pazartesi herkes kendi köyünde olabilir, devlet bizi boş yere beslemez! dedim. Bunu bir şey bildiğime yorup sevindiler. Kesinlikle bilmediğimi söyledim. Ama arkadaşlar da böyle bir olasılığı sezinliyormuş. Konu gene ayrılığa döndü.

Derslikte ağustos ayının da bittiği, eylül geldiği konuşuldu. Yalçın Eğitmenin olağan üstü bir şey yapmadığı, çalışan herkesin yapabileceklerini yaptığı değerlendirmesi ilgimi çekti. Söze karışıp:

-“Çalışan her kişinin yapabileceği, sırt üstü yatanın değil” eklentisini yaptım. Yalçın Eğitmenle konuşurken Müdürümüz (Eski Müdürümüz dememeye söz vermiştik) Nejat İdil sözü geçmişti. O anımsatıldı, bana:

-Unutma o mektubu görmek istiyoruz! diyen oldu. Mektubun Yeni Bedir'deki çantamda olabileceğini, yarın akşam üstü gidip bakacağımı, eğer yoksa cumartesi günü köye gideceğimi söyledim. Bu kez de bizim yemek masasındaki olası tatilden söz edildi. Söz giderek onlar vermezse biz isteyelime vardı. Mustafa Saatçı, İsmet, Mehmet Yücel arkadaşlar adına hiç değilse bir hafta izin isteyecekler. Bu benim de hoşuma gitti.

Bundan sonraki tüm konuşmalar bu izin alınmış gibi, izinde yapılacaklar üstüne yürüdü. Hemen hemen herkes bir takım giysi, ayakkabı, gömlek, kravat, kasket üstüne oldu. Bunların hepsini daha önce yaptırmış olmanın rahatlığı içinde konuşulanları dinledim.

Yatınca da bir hafta da olsa izinli gitmemin yararlı olacağını, hiç değilse ablamın işlerine yardım edebileceğimi düşündüm, sebzeliği sulasam Gülsüm'ün (Ablamın kızı), kahvenin suyunu taşısam babamın işini hafifletmiş olurum, diyerek uyudum.

 

31 Ağustos 1943 Salı

 

Zil sesini duyunca utandım. Zilden önce kalkıp çalışacağıma söz vermiştim. Üstelik bunu biraz da övünerek arkadaşlara da söylemiştim. Biraz sinirli sinirli ranzadan inerken Sami Akıncı'nın sesini duydum, durmuş bana sordu:

-Bu sabah sen de kalkamamışsın! Güldüm. Sami yürüdü gitti. Geç kaldığım için sinirli sinirli ranzadan inerken birden neden sevindim? Ben düpedüz Sami Akıncı'yı örnek alıyorum. Oysa bu benim en çok korktuğum bir davranış. Öğretmenler yıllardan beri:

-Kendiniz olmaya çalışın, başkasını taklit etmek yazılı sınavlarda kopye çekmeye benzer, ne yaptığını anlamadan başkasının iteklemesiyle geçici bir başarı sağlanabilir ama sorulan bilgi kazanılmış olmaz! diyorlardı. Bunları anımsayarak dersliğe doğruldum. Derslikte benim düşündüğümü duymuşlar gibi arkadaşlar da sınavlardan, yazılı sınavlarda kopya çekmekten söz ediyorlardı. Konuşanların hiç birisi şimdiye dek kopya çekmemiş ama çekmiş gibi ballandıra ballandıra kopye sözü ediyorlar. Örneğin Yakup Tanrıkulu, küçük küçük kağıtlara konuların özetlerini yazıp gömleğinin yenine saklamış. O sonunu getirmeden susturdular:

-Öyle olmaz. Oradan çıkarıp açarken görürler! Halil Basutçu:

-Bırakın arkadaş dilediği gibi konuşsun, yapmadıklarını, yapamayacaklarını anlatsın. Hiç değilse küçük kağıtlara yazarken, yazdıklarını öğrenmiş olur. Bir ağızdan bağıranlar oldu:

-Geçmiş ola, o dediklerinizi öğrencileriniz size yapacak!

-Öyleyse, bu konu geçmiş sayılmaz, inceliklerini öğrenelim ki öğrencilerimiz bizi atlatamasın.

Yakup Tanrıkulu'dan açıklama istendi. Ancak Yakup Tanrıkulu, düşündüğünü yapabilmek için gereken kağıdı bulunmadığını öne sürdü. Harun Özçelik'ten küçük kağıt istendi. Resim odasındaki kağıt kesme aracıyla çok kağıt kesilecek, aralarında bölüşecekler. Tam bu sıra Harun geldi, konuşmaları duyunca birden:

-Beni bu işlere karıştırmayın. Resim odasında çalışıyorsam, başıma buyruk değilim. Leman Öğretmen sürekli orada. Böyle bir şey yaptığımı duyarsa beni bir daha o kapıdan içeri sokmaz! Baba Ali'nin (53 Ali Önol):

-Zaten gidiyorsun, ne olacak yani! sözüne Harun Özçelik:

-O senin düşüncen, ben, bana yardımcı olan öğretmenlerimle alnım açık olarak ayrılmak isterim. Beş yıldır öğretmenlerimle ilişkilerimi nasıl sürdürdümse öyle bitireceğim, Sami Akıncı Harun'u alkışladı. Sami'nin sıra arkadaşı Mustafa Saatçı arabuluculuk yaptı:

-Kırtasiyeci Özdilek kopya kağıdı satıyor! deyince bu kez ona takılanlar oldu:

-İmam işini biliyor, bakın kopya kağıdının satıldığı yeri bile öğrenmiş!

Kahvaltıda hangi derslerden yazılı olduk sorusu soruldu. Buna bir süre güldük, daha kaç gün geçti, nasıl unutulur? Soru değiştirildi, genellikle öteki okullarda falan yazılı dersler belirli mi? Soruyu akıl yordamıyla yanıtlamaya çalıştık. Tarih dersleri, kesinlikle yazılıdır. Böyle deyince soruların nerelerden olabileceği konu edildi. Fazlaca düşünmeden ben Balkan Savaşını, Gerileme devrinde Rusya ve Avusturya ile yapılan savaşları, Fransız Devrimi ve etkilerini, Tanzimat Devrinin yurdumuza kazandırdığı yenilikleri, Türkiye Büyük Millet Meclisinin kuruluşu üstüne soru sorulabileceğini öne sürdüm. Fazla bir etki yapmamış olacak, kimse üzerinde durmadı. Dersliğe gittiğimizde Yusuf Asıl benim söylediğim tarih sorularını tekrarladı. Sami Akıncı benim söylediklerime katıldığını söyledikten sonra, aynı yazılıda hem Balkan Savaşı hem de Rus ya da Avusturya savaşı sorulmaması gerektiğini öne sürüp Cumhuriyetin kuruluşuyla ilgili bir sorunun daha yakışabileceğini ekledi. Arkadaşlar, sanki yeni sınava girecekmiş gibi “Kolay” diyerek neredeyse sevindiler.

Atölyede gene sınavlardan söz açılınca Yusuf sordu:

-Sen o soruları nereden aldın? Soruları değil, o konuları ben İlkokullar Müfredat programında okumuştum. Ben bunu söyleyince bu kez öteki arkadaşlar dikkat kesildi:

-Bunlar ilkokullarda soruluyor mu? Bu kez de ben şaştım:

-Okutulduğuna göre neden sorulmasın? Salih Baydemir böyle sorularla karşılaşmadığını söyledi. O öyle söyleyince ben de öğleden sonra kitabı getirip göstereceğimi söyleyince tartışma durdu. Aramızdaki tartışma durdu ama ben içimdekini sürürdüm. Sözde biz Öğretmenlik Bilgisi derslerimizde İlkokul Müfredat programını incelemiştik. Tarih konusunu işleyen arkadaşlar bunları anlattıkları gibi ayrıca kitaptan da Tarih konularını Müdür Bey okutmuştu. Arkadaşlar nasıl oluyor da bunları unutuyorlar?

Hikmet Özmen Öğretmen geldi, gülümseyerek bize de takıldı:

-Size gelin bal yeyin deseydim, belki gelmeyecektiniz. (Yusuf'la Hasan'ı göstererek) Bu çocuklar arılardan korktukları için bal falan istemiyorlar! diyecektim. Buna gönlüm razı olmadı! dedi. Hikmet Öğretmen sözünü bitiremeden Halis Öğretmen söze karıştı, iki öğretmen bir süre iki ikiye konuştular. Öğretmenler konuşurken varsayımlar üretildi, Tarım bölümü için gene çalışma var! Hikmet Öğretmen ayrılırken de Yusuf Asıl'a, (Eliyle işaret ederek):

-Küçük bir tabakla gelirsen tabağın kıyısına birkaç damla damlatırız! deyip göz kırptı. Az sonra Yusuf'u gönderdik. Yusuf gerçekten küçük bir tabakla gitmiş ama dolu dolu balla geldi. Yongadan kaşık yaparak yedik. Yemekte öteki arkadaşları özendirmeyi düşlerken öğle yemeğinde tulumba tatlısıyla karşılaştık. Bal yediğimizi düşünerek dördümüz de öteki arkadaşlara tatlılarımızdan birer tane verdik. Arkasından da olayı anlattık. Hilmi Altınsoy önce sevindiğini sonra da marangozluk Bölümüne ayrılmamış olduğuna üzüldüğünü tekrarladı. Yusuf yaptığımız kovanlardan söz etti. Lüleburgazlılar için yapıldığı söyleyince bu kez de Hilmi Lüleburgazlı olmadığına üzüldü. Lüleburgaz'a atanmasını önerdik. Kovanların Lüleburgazlılara değil Lüleburgaz köylerine atananlara verileceğini söyledik. Hilmi:

-İzin verin azıcık düşüneyim! derken Mehmet Aygün:

-Bir Atasözü vardı, “Deveye hendek atlatma!” falan deniyordu. Hasan Üner sözü doğruladı:

-Bir tutam otla deveye hendek atlatırlar! Hilmi yüksek sesle sordu:

-Kim? Yani, şimdi deve ben miyim? Öyleyse sizin olsun balınız da peteğiniz de! deyip kalktı.

Öğleden sonra on kişilik bir grup geldi, Tarım binasına yapılan ek bölümlerin çatılarını hazırladılar. Biz bir tezgahı bölüşüp satranç takımlarımızı tamamladık.

Paydosta Şevki Aydın Öğretmenin odasına gittim, keman çalışıyordu. Metottan çalıştığını görünce yan gözle metodun adını okudum Seybold. Şevki Öğretmenin Süheyla Öğretmene göre çok gerilerde olduğunu anladım. Süheyla Öğretmenin 3. Seybold'u çaldığını görmüştüm. Süheyla Öğretmenden kalan notaları Şevki Öğretmene vermeyi düşündüm. Ben keman çalmayacağıma göre neden elimde tutayım onları? Bir anı olarak saklamak iyi ama keman için düzenlenmişler, Şevki Öğretmen belki parçaları sevip çalar. Böyle diyorum ama gene de içimden bir ses “Verme!” diyor. “Bi rgün karşılaşırsan sakladığını söyleyince hoşlanabilir”

Derslikte İlkokullar Müfredat Programındaki ders konularının adları soruluyor. Önce şaka sandım. Baktım, iyi tanıdığım, tembel ama iyi niyetli olduğuna inandığım Abdullah Erçetin de aralarında:

-Elinizdeki kendi müfredat programlarınıza bakın, aynı konular orada da var! dedim. Gülüşerek kitapları açtılar. Aynı konular, biraz değişik başlıklar altında toplanmıştı. İdris Destan, “On dokuzuncu ve yirminci asırlarda Avrupanın önemli olayları: başlığını okudu.

A. Napolyon savaşları,

B. Viyana kongresi,

C. Mukaddes İttifak,

D. Kongreler devri,

E. 1830 Fransız ihtilali v e etkileri,

F. 1848 ihtilalleri,

G. İtalya birliği,

H. Alman birliği,

I. Almanyanın Avrupa politikasında üstünlüğü,

J. Üçlü ittifak,

K. Üçlü itilaf,

L. Birinci cıhan savaşı,

M. Birinci cihan savaşından sonra Avrupa,

N. Birinci cihan savaşından sonra Avrupanın siyesetinde önemli olaylar,

O. İkinci cihan harbi.

İdris okumasını bitirince derslikte bir sessizlik oldu. Belli ki herkes dinlemişti. Az sonra birden:

-Biz bunları okuduk mu? diye sordular. İsmet Yanar, Mehmet Yücel sonra da Sami Akıncı bunları parça parça okuduğumuzu, biraz düşününce çoğunu da bilebileceğimizi anlattılar. Sami Akıncı, “Fikret Madaralı Öğretmen günlerce Almanya'nın Almanya'nın Polonya'ya saldırışını, eskiden beri Polonya topraklarında gözü olduğunu, oralara buğday ambarı olarak baktığını anlatmadı mı?” diye sordu. Ayrıca Almanya'nın Rusya'ya saldırdığında Hasanoğlan'ydık. Reşat Tekinay Öğretmen savaşın başladığı günlerde uzun uzun bilgi vermedi mi? Sami'nin sorularına kimse yanıt vermedi ama haksızsın da kimse diyemedi. Halil Basutçu gülerek:

-Üzülmeyin arkadaşlar, size bundan böyle burada bunları kimse sormayacak. Köye gittiğinizde size 2. Dünya Savaşını sorarlarsa:

-Biz o savaşı başlatanları o zaman daha sopalarla dövmüştük! deyip ızırgan otlarını nasıl sopaladığımızı anlatırız! deyince gülenler oldu. Halil dönerek sordu:

-Doğru değil mi arkadaşlar, siz otlara Hitler, Stalin, Mussolini adı takıp dövmediniz mi? Arkadaşlar dövdüğümüz dikenlerin adı ısırgan değil devedikeni, çakırdikeni, kuşkonmazdı! diye doğruladılar. Bu kez de Bekir Temuçin okuduğu kitapta yanlış bulduğunu söyledi. Yanlışı ise Napolyon Bonapart'ın adının geçmesiydi. Bekir, Napolyon Bonapart'la Faransız İhtilalini özdeşleştirmiş olacak, 1789, 18. yüzyıl değil midir? diye sordu. Napolyon'un 1815'e dek Fransa'nın başında kaldığı, 19. yy’ın ise 1800'den başladığı anımsatıldı. Bekir Temuçin biraz mahcup oldu. “Hıııı!” deyip yerine oturdu. Biraz gürültülü olmasına karşın yapılan tartışmalardan hoşnut olduğunu söyleyenler çıktı. Suskun olanlar susmasını sürdürdü. Öteden beri bu tür öğretici etkinliklere karşı olanlar suskunmuş gibi bir süre durdularsa da sonunda düşüncelerini gizleyemediler. Fettah Biricik sordu:

-Ne öğrendim şimdi ben? deyince Emrullah Öztürk bekliyormuş:

-Al benden de o kadar! diyerek ona katıldı. Mustafa Saatçı ile Mehmet Yücel karşılıklı bakıştılar. Emrullah'ın Fettah'ı desteklemesi hoşlarına gitmedi. Okula geldiği günden beri Fettah, Emrullah'la alay etmiş ona sayısız ad takıp küçük düşürmeye çalışmıştı. Çok değil iki gün önce “Gulu gulu! diye hindi yapan oydu. Konuşmalara katılmadım ama Emrullah'ın katılmasına da biraz şaştım.

Benim gibi öteki arkadaşlar da şaşmışlar, yemekte önce Mehmet Aygun, arkasından Salih Baydemir Emrullah'ı tutarsızlıkla sıfatlandırdı. Konuşmalar uzayınca ben, Emrullah için küçük bir eklenti yaptım. “Bir birimizle zıtlaşsak bile kimi zaman benzer düşüncelerimiz olamaz mı? Böyle bir durumda biri “Al, benden de o kadar!” deyince tüm zıtlaşmalar, ya da düşünce ayrılıkları ortadan kalkar mı? Emrullah böyle dediği için bundan böyle Fettah'ın takılmalarını hoşgörüyle karşılayabilecek mi?

Sorum yanlış anlaşıldı, arkadaşlar bu kez de beni Emrullah'ı korumakla suçladılar. Bu kez de ben açık açık Emrullah Öztürk'ü koruduğumu, salt şimdi değil ilk günlerden beri Emrullah Öztürk'le Hüsnü Yalçın'a yapılan takılmalara karşı olduğumu tekrarladım. Bu kez de içtenlikli konuşmadığım, şimdi korur görünmeme karşın koruduklarımla iyi arkadaşlık yapmadığım öne sürüldü. Buna ise güldüm. “Haksızlığa uğrayanı savunmak başka, can ciğer arkadaşlık başka. Arkadaşlık karşılıklı ilgi ile kurulur. Hüsnü Yalçın ya ha Emrullah Öztürk benimle yakın arkadaşlık kurmak istemeyince ben nasıl yaklaşabilirim? Deminden beri üstünde konuştuğumuz Fettah Biricik'le Emrullah Öztürk arkadaşların ikisiyle de benimle ta baştan beri sıkı fıkı yakınlık kuramayacağımı anladığımdan ikili ilişkilerimizi olabildiğince onlara bıraktım. Onlar yaklaşmayınca ben de önemsemedim. Durum böyle olmasına karşın birinin yaptığı hataya göz yumamam, ötekinin yaptığı kusuru da suça çevirmem. Aşık Kerem adına bizim çoban Kamber bir türkü söylerdi. Sözde Aşık Kerem, sevgilisi Aslı'yı bulmak için Halep şehrine gitmiş. Gitmiş ama bir de bakmış ki Halep çok büyük bir kent. Aslı'yı nasıl bulsun? Bir süre beklemiş, iyice umutsuzlanınca alıp sazını önce Halep şehrine çıkışmış:

-Güzel Aslı'mı benden sakladın! demiş. Sonra ne düşündüyse sözünü yumuşatıp Halep'e veda etmiş:

-İşte geldim-gidiyorum, şen olasın Halep şehri! demiş. Biz de geldik, tanıştık, beş yıl iyi fena bir arada bulunduk. Şimdi de ayrılıyoruz. Bundan sonra bir birimizi göremeyeceğimiz için karşılıklı zararımız olmayacak. O nedenle giderayak dalaşmamızın bir anlamı yok. Herkes yolunda gerek! Arkadaşlar beni haklı buldu. Hilmi Altınsoy övücü sözler söyledi.

Derslikte Türkçe dersleri grubundan okuma-yazma ile konuşma bölümlerini dikkatlice okudum. Bu bölümleri daha önce okumuş olsaydım kesinlikle okuduğum onca kitabın değerini daha iyi anlayacaktım. Adını anımsadığım bir çok kitabın kazandırmak istediğini hakkıyla kazanamadığımı daha iyi anlıyorum. Örneğin Andre Gide'in Dünya Nimetleri'ni, Knut Hamson'un Açlık'ını, Oscar Wilde'ın De Profundis ile Anatole France'ın Penguenler Adası'nı yeterince anladığımı sanmıyorum.

Yatınca aklıma geldi, Öğretmenlik Bilgisi dersinde kitaplıktan alıp karıştırdığım küçük bir kitap, Fuat Baymur'un Türkçe Öğretimi, onu gene okuyacağım. Arkadaşları düşündüm, ne acayip düşünenler var! Sınavlar bitince herşey bitiyor sanıyorlar. Abdullah Erçetin, Kadir Pekgöz, geçmiş sınavların sorularından biz ne? deyip gülüyorlar. Avanak, aynı zamanda unutkan şeyler. Okumaya gitmek istiyorsunuz. Size orada da soru soracaklar, aynı soruların sorulmayacağını nereden biliyorsunuz? Kim ne derse desin ben, okumam gereken kitapları okuyacağım, okumamız gereken derslerin konularını da okuyup öğreneceğim. Okuyup başarırsam Köy Enstitülerinde öğretmen olacağım. İşte bir Köy Enstitüsü'ndeyim. Sınavları gördüm, bir çok öğretmen sınavlara girdi ama soru soramadı. Neden soramadı? Sınav konusunu iyi bilse soramaz mı? Müfredat Proğramını inceleyip, öğrenilmesi gereken konulardan soru sorsa daha iyi olmaz mı? Olayı düşündükçe kendimi hem haklı buldum hem de kendimi daha bilinçli okumaya zorladığıma sevindim...

 

1 Eylül 1943 Çarşamba

 

1 Eylül size ne anımsatıyor? Yanıt: 1 Eylül'ü. Başka:

-Savaşı: Almanya Polonya'ya saldırdı. Arkasından da:

-Nerden çıktı şimdi bu savaş sözü. 1 Eylül, izinli gidip gidemeyeceğimizin belli olacağı gün. Sami Akıncı seslendi:

-Yağma yok, hemen bugün gidip söyleyemeyiz. Onu Okul Müdürüne söylememiz gerekir. Müdür Bey bu sıralar pek okulda olmuyor. Bu kez de 2 Eylül sözü edildi:

-2 Eylül size neyi anımsatıyor?

-Birilerinin saçmaladığını anımsatıyor.

Derslikte de aynı konu uzayıp gitti.

Ağustos ayı sınav ayıydı, o bitti. Şimdi eylül ayındayız. Ekimde dersler başlayacak. Köylere atanacaklar ne zaman atanıp gidecekler? Şevki Aydın'a sormak aklıma geldi. Sınavlar bitince onlar ne yapmış?

Kahvaltıda gözlerim Şevki Aydın'ı aradı. Mustafa Ersoy kahvaltıya yalnız geldi. Ona da sorabilirim, deyip kahvaltımı ettim. Arkadaşlar izin sözleri arasında oldukça sevinçli planlar kuruyorlar. Bizim masada köye gidecekler azınlıkta olduğu için pek konuşmuyorlar. Şimdilik ortak sevincimiz, köye gidenlere olduğu gibi okuyacaklara da para verileceği haberi. Doğruysa giysi paraları buradan çıkacak. İçimden buna ben de seviniyorum. Giysim var ama Ankara'ya gidersem orada paraya çok gereksinimim olacağını düşünüyorum. Biz kahvaltıdan çıkarken Mustafa Ersoy da kalktı, arkamızdan çıktı. Toplu olarak durup selamladık. Gülümseyerek:

-Hepiniz marangozsunuz galiba, sizi az görüyorum.

Biz de hemen hemen hepimiz birden başımızla Hilmi'yi göstererek:

-Arkadaş dışında hepimiz marangozluk atölyesinde çalışıyoruz! Daha önce anlattığı olayı anlatarak yürüdü. Kızılçullu'da ilk iki yıl çalıştıktan sonra sanat ayırımı varmış. O nedenle o da iki yıl marangozlukta çalışmış. Bu kez ben de:

-Biz ayrıldık ama, Hasanoğlan'a göçünce her şey karıştı. Hasanoğlan'da hepsini yaptık!

Mustafa Ersoy Hasanoğlan'a onlardan gidenleri sordu. Daha önce konuştuğumuzda anlattıklarımı tekrarladım:

-Hüseyin Atmaca, Yaşar Özgün, Ekrem Ula, gürbüz bedenli İsmail Öğretmeni anımsattım. Ayrılırken de sorumu sordum:

-Siz sınavları bitirince okuldan hemen ayrıldınız mı? Mustafa Ersoy az düşündükten sonra:

-Yoooo, uzun bir süre okulda bekledik, yine öğrenci olarak çalıştık. Bir ara izinli ayrıldık ama gene okula döndük. Ancak bir kaç ay sonra Hasanoğlan'a çağırıldık. Biz ilk deneme olduğumuz için Milli Eğitim Bakanlığı bir kaç kez karar değiştirdi. Sizde bu olmayacak, okuyacaklar en geç ekim başında Ankara'ya gidecekler!

Teşekkür edip ayrıldık. Derslikte tahtadaki yazıyı okuduk:

-Eksiksiz olarak atölye çalışmalarına katılınacak!

Marangozluk atölyesine gittik. Halis Öğretmen yapacağımız yeni işi söyledi:

Bitirilmiş durumda bulunan Tarım ek binasının kapı, pencere, dolap gereksinimlerinin yapımı. 4'erlik 3 grup oluşturduk. Öğleye dek ölçüleri alıp yapacaklarımızı Halis Öğretmene anlattık. Kura çekerek işbölümü yaptık. Benim grup pencereleri çekti. İstediğim de buydu. Zor ama en temiz iş pencere çerçevesi yapmak. Belli ağırlıkta ölçülü keresteyle çalışılıyor. Topu topu 6 pencere. Onların da 2'si 80X100 cm. 4'ü de 80X80 cm. Cumartesi günü bitireceğimizi planlayarak işe başladık. Bu kez Hüseyin Orhan'la Recep Kocaman grup arkadaşım oldu.

Öğle yemeğimiz oldukça buruk geçti. Özellikle yapıcılar, düpedüz kazma kürekle Tarım inşaatinin çevresini kazıp düzeltmişler. Yarın da kalıcı çalışma atölyelerinin temellerine başlanıyormuş. Şimdiki çalıştığımız atölyeler geçici olarak yapılmıştı. Yapılacak atölyeler, Yüksek Mimar Profesör Emin Onat'ın planına uygun olarak yerlerine yapılacakmış. Arkadaşlar bir birine bakıp göz kırpıyorlar. Sabahleyin Mustafa Ersoy'u dinledik; aylarca beklediklerinden, aralıksız çalıştıklarından söz etti. ”Olsun, çalışırız!” diyenler oldu. Yusuf Asıl daha başka bir teselli buldu:

-Zaten buraya 6 yıl kalmak üzere gelmiştim!

-O aynı şey değil! diretmelerine karşı Yusuf sevinçli şekilde neşesini sürdürdü.

Sami Akıncı Müdür Beyin okulda olmadığını anlattı. Bu kez de Lüleburgaz'da atanacak öğretmenlerle ilgili toplantılara katılıp, toprak, demirbaş, işlerinin nasıl yürütüleceği kararlaştırılıyormuş. Kaymakamlıkta yapılan toplantılar, gecelere dek sürüyormuş. Dünkü neşemiz uçtu itti. Daha doğrusu benim dün de neşem yoktu ama arkadaşlara uymaya çalışıyordum. Bugün uyacak bir örnek kalmadığı için doğal olarak kendimle başbaşayım.

Hüseyin Orhan'la Recep Kocaman benim önerime uyarak, yemekten sonra paydos etmeden atölyeye gittik. Seçtiğimiz parçaları ölçüp biçtik. Enler bir olduğu için iki tür boy, tek en olmak üzere parçalarımızı hazırladık. On öğrenciyle Halis Öğretmen geldi, onların bize yardımcı olacağını söyledi. Üçünü biz aldık: Mustafa Elbüken , Hasan Akyurt, Ahmet Dökme. Ben üçünü de daha önce tanımıştım. Onlar da beni tanıyordu. Mustafa çalışır ama konuşur da, Ahmet biraz dikkafa gibi ama çalışınca da gerçekten iş yapar. Hasan uyumlu, bizim Recep Kocaman'a benzetirdim onu, ne rastlantıdır geldi Recep'in yanında çalışıyor. İşimiz daha da kolaylaştı. Düşenleri toplama, aramızda gezen parçaları getirme götürme derdinden kurtulduk. Mustafa!, Ahmet!, Hasan! deyip duruyoruz. Mustafa ile Ahmet bir birlerine diş biler gibi. Sordum, ikisi de iyi geçindiklerini söylediler. “Yalan söyleyen ne olsun?” dedim. Hasan'ın sessiz sessiz, yan bakarak gülüşünden ikisi arasında dırıltı olduğunu anladım.

Halis Öğretmen gelince onları sordu. Biz üçümüz de yardımcılarımızın çok çalıştığını söyledik. Halis Öğretmen:

-Öyle ise bu hafta sizinle çalışsınlar. Ancak onlara iş yaptırın, bol bol rende kullansınlar!

Halis Öğretmen’in uyarısı üzerine o gidince yardımcıların üçüne de birer rende verdik. İlk rende tutuşları değilmiş. Hasan oldukça güzel rende kullanıyor. Parçaların kabalarını aldılar. Yarın planyadan geçirip kornişleri açacağımıza sevinerek paydos ettik. Paydos eder etmez, Yeni Bedir'e gittim. Bir arkadaşıyla Mahmut kapının önündeydi. Anne-babasının olmadığını söyledi. Kapı açıktı, girip bavulumu karıştırdım. Bavulu karıştırırken anımsadım. Eski defterlerimi eve götürmüştüm. Eski Eğitimbaşı Enver Kartekin'in Demoklesin Kılıcı öykülerini anlattığı zaman arama yapılacağını düşünerek eski yazılarımın hepsini götürmüştüm. Arkadaşlardan gene soran olursa doğrusunu söyleyip çaresiz bekleteceğim. Ayrılırken Mahmut beni şaşırttı. Önce:

-Ne aldın? diye sordu. Bir şey almadığımı söyleyince, bu kez de:

-Öyleyse neden karıştırdın! dedi. Karıştırmadığımı, daha çok düzelttiğimi söyleyince de kendi kendine “Çok hızlı karıştırıyordun da” deyip gitti.

Mahmut, anne-baba olunca evde yok gibidir. Yanıma bile arada gelir. Bu kez yalnız, herhalde kendini ev sahibi sayıyor. Belki de tembihte bulundular. Kendi küçüklüğümü anımsadım; babam yokken kahveye gelen yabancılara kahve dışında ne varsa anlatırdım. Güvercinleri, bahçedeki dut, zerdali, armut ya da çiçekleri sayıp dururdum. Mahmut'un yaşını tam bilemiyorum ama ben bunları 10-12 yaşıma dek sürdürmüştüm.

Dersliğe dönünce büyük bir sevinçle karşılaştım. Arkadaşlar Müdür Beyle görüşmüşler. Müdür Bey:

-Haklısınız, ben bunu düşünmemiştim; Milli Eğitim Bakanlığından açıklayıcı bilgiler bekliyorum. Sizi haklı buldum, siz de bana iki gün izin verin arkadaşlarla bir görüşeyim! demiş.

Arkadaşlar bunu “Evet!” olarak yorumladıklarından sevinçten uçuyorlar. Benim sevincim kat kat arttı. Yazıyı “Bulamadım!”demekten kurtulmuş gibiyim. Müdür Bey ayrıca:

-Sınıf geçme durumlarınız size bildirilecek, köylere gideceklerle okuyacaklar saptanıp kararlar kesinleşecek; Eğitimbaşı bu konuda sizi bilgilendirecek! demiş. Herkes sınıfı geçtiğine seviniyor. Ben de buna şaşıyorum. Arkadaşların sınıf geçmelerine değil, sınıfını geçtiğine sevinenlerin sınavlardaki başarısızlıklarını kendilerine bile örtbas etmiş durumdalar.

Müdür Bey Eğitimbaşı sizi gelip bilgilendirecek! demiş ya; arkadaşlar bunu “Hemen, ya da bugün” gibi algılamış, neredeyse yarısının gözleri kapıda. Bu arada çekimser durumdaki arkadaşlar da okuma niyetlerini açıklamaya başladılar. Kadir Pekgöz başta olmak üzere, Mehmet Başaran, Abdullah Erçetin, İbrahim Ertur, Emrullah Öztürk, Hüsnü Yalçın yüksek okullu olacaklar. Seçecekleri bölümleri bile söylüyorlar: Zirai Ekonomi. Yüksek matematik okuyacaklar. Dilimin ucuna geldi ama söylemedim, Yüksek Matematik derslerinde dilerim dört işlemi bu kez öğrenirler. Salt matematik hevesim için o bölüme girmek istiyorum ama arkadaşların dediği olursa Şevki Aydın'ın önerdiği gibi kendim için kolay olacağa, Güzel Sanatlar Bölümüne geçerim.

Yemekteki konuşmalar Hasanoğlan üstüne oldu. Arkadaşların çoğu staja gelenleri dikkatli dinlememiş, hazırlanmış binalara gireceklerini sanıyorlar. Ya da öyle istiyorlar. Oysa Hasanoğlan'da bizim bıraktığımız yapıların çoğu yarım duruyormuş. Harıl harıl ekipler gelip yardım ediyormuş. Yeni kurulmasına karşın Hasanoğlan'a öteki Enstitülerden aldıkları öğrenciler dışında yeni öğrenci de almışlar. Ayrıca bir de Sağlık Bölümü açılmış. Hasanoğlan'da şimdilerde Yüksek bölümle birlikte 600 öğrenci varmış. Az sayılmaz, bizim okulun tamı tamına iki katı. O nedenle orada inşaatlar sanırım eskisi gibi sürüyordur.

Ben böyle konuştukça arkadaşların yüzlerinin değiştiğini gördüm. İçimden:

-Bana ne, elin okulu, gideceği ya da seçeceği bölüm mölüm! deyip fikrimi değiştirdim. Mehmet Aygün'e gideceği köyü sordum. Söylediği köyü önce gördüğümü söyledim. Mehmet inanmadı. Sonra da nasıl gördüğümü anlattım. Kırklareli’de Şeytan Deresi olarak anılan büyük dere, çok su akıttığı gibi derindir de. Derinliği, iki yakasının yüksekliğinden belli olur. Biz Kırklareli'ye Kavakdere yolundan gidince tepeden suya bir saattan fazla yürümeden inemeyiz. Doğu yakasının yüksekliği derenin batı yakasında da sürer. Ancak Batı yakasının yüksekliği bizim taraf gibi dik yar şeklinde değil meyilli olarak uzar gider. İşte bu uzayan meyilli alana köyler serpilmiştir. Bizim köy, Şeytan deresine uzaktır. Biz Şeytan deresine balık avlamak için iki yoldan gideriz. 1. Yol, Erikleryurdu köyünü geçip Lefeci'ye iner. Lefeci köyü derenin hemen bitişiğindedir. Kimi kez de 2. yolu seçeriz. Bu yol, köye uğramadan Kumrular'ın (Köyün adı) az üst yanından gene Şeytan Deresine iner. İşte bu yoldan giderken Çırakman Yaka dediğimiz bir yüksekliğe çıkılır. Bu yükseklikten tüm karşısı görülmektedir. Oralarını bilenler, yanındakilere gösterirler: Kuzuçardağı, Karağlı, Karamesutlu, Oruçlu, Kadıköy köyleri diye. En yukarda, Kırklareli'ye yakınını iyi bilirim, Kavaklı. Oraya hem pancar taşıdım, hem de askerliğini orada yapan Bektaş Ağabeyimi görmek için geçen yıl gittim. Bizim köy çok yüksekte değildir ama gene de bir çok yerler görülür. Örneğin Alpullu Şeker Fabrikasının bacası çok rahat görülmektedir. Ayrıca beş saatlik uzaklıktaki Kırklareli'nin Yayla bölümü özellikle akşama yakın saatlerde güneş batıdan vurunca çok rahat görünmektedir. Bağı beklediğim zamanlar uzun süre baktığımı biliyorum. Hele ışıkları çok yakındaymış gibi gelirdi. İşin ilginci kimi zaman geceleri korkuya kapılırdım. O ışıkları görünce içim serinler, sanki bana yardım edeceklermiş gibi başımı çevirip sürekli o tarafa bakardım. Öyle bakarken uyuduğum çok olmuştur.

Yusuf Asıl, Mehmet Aygün'e takıldı:

-Sen hiç karşı tarafa balmadın mı? Mehmet Aygün gülerek:

-Baksam ne olacak? O taraf tüksek tepeler, ben de o tarafa güneş ya da ay doğarken bakmışımdır. Mehmet'in seçmek için peydahladığı (Kesin Karar veremiyor) dört köyün dördü de tren yoluna yakın. Recep Kocaman tren yoluna uzaklıktan yakındı. Ancak o da Edirne- Kırklareli-İstanbul şosesi yakınından geçiyor. Hilmi Altınsoy, öteden beri köyüm, köyüm deyip duruyordu ama son zamanlarda köy adından söz etmedi. Arkadaşlar sorunca:

-Daha seçmedim, aklımdan geçiriyorum, dedi. Bu kez de:

-Şu aklından geçirdiklerini söyle! diyenler oldu. Hilmi gene naz edince ilçesi olan Hayrabolu köyleri sayılmaya başlandı: Çıkrıkçı, Dambaslar, Susuzmüsellim, Umurbey, Delibedir, denince arkadaşlar önce köyün adına güldüler. Ardından da Hilmi'ye:

- Seçmedinse Delibedir'i seç! dediler. Hilmi sinirli baktı. Bu kez de Yusuf Asıl:

-O , onu seçmiştir, güleceğimizi bildiği için bize duyurmak istemiyor! deyince Hilmi gerçekten kızdı. Söylenerek kalktı:

-Elalemin köyünden bana ne? dediğini duyabildik. Salih arkasından koştu. Arkalarından gittik. Salih'le Hilmi kolkola girmişler bizi bekliyorlardı, yetiştik. Salih Baydemir:

-Biz soruşturduk Hayrabolu'da o adda bir köy yokmuş. Hasan Üner durumu anlamış; bu kez o da o köyü bilmediğini, öyle bir köy adını uydurduğunu söyledi. Gerekçe olarak da:

-Eski Bedir, Yeni Bedir oluyor da Deli Bedir neden olmasın? Söze ben de karıştım:

-Arkadaşın kendi köyü yok mu, onu neden anmıyorsunuz? Hani Sırımsıllı tüm köylerin en güzeliydi? Köyün adını yanlış söylemişim hemen düzelttiler, Sırınsıllı olacakmış. Bu kez de köyün adının anlamını sordum. Hilmi canlanır gibi oldu:

-Köy adının anlamı mı olurmuş, senin köyünün, Çeşmekolu'nun ne anlamı var? diye sordu. Bildiğim kadarıyla açıkladım:

-Köyümün yeri büyük bir çiftlik ormanıymış. O ormana Koru diyorlarmış. Korunun içinde bir dere dolduracak kadar su akıtan bir çeşme varmış. Bu çeşmeden ötürü o bölgeye Koru çeşme ya da Çeşmekoru deniyormuş. Köy kurulunca bu ad önemsenmiş, köyün adını Çeşmekoru koymuşlar. Ancak köy kurulduktan sonra Padişahın çiftliğinden ayrılan köy topraklarının genel adı Saray kayıtlarına geçerken Çeşmekoru yerine Çeşmekolu olarak geçtiğinden kimse düzelme girişiminde bulunamamış. O zamanki yönetimlerde Padişah buyrukları ancak gene Padişah buyruğuyla bozulabiliyormuş. Böylece bizim köyün adı bir yanlışlık yüzünden anlamından kaymış. Şimdilerde bizim köylüler, köy adı sorulduğunda bizim çeşmeyi Kaynarca büyük kaynağının bir kolu olarak düşleyip, ”Büyük Çeşmenin kolu” olarak açıklıyorlar. Arkadaşlar bana:

-Uydurduğunu biliyoruz ama biz gene de inandık. Soran olursa biz de bundan böyle kendi köylerimiz için öyküler uyduracağız.

Gülüşerek dersliğe girdik.

Derslikte herkes izinden söz ediyor. İzinli gidip hazırlanacaklarmış. Oysa hazırlanmak için bir hafta gitmiştik. En çok izin sözü edenlerden biri Kadir. Sefer Tunca'nın ilgisini çekmiş, Kadir'e sordu:

-Domuzormanlı, sen hangi bölüme gideceksin? Kadir karar vermediğini öyleyince Sefer:

-Sen Ormancılık Bölümüne gir, köyünüzü daha yeşillendirirsin! Kadir köyün adını Domuzormanı olarak söylemesine içerledi ama tartışmaktan çekindiği için yavaştan aldı:

-Olur Abi, senin dediklerini dikkate alacağım. Ancak gideceğim yerde Ormancılık Bölümü yokmuş. Ancak Bizim köyümüzden Ormancılık okulunda okuyan öğrenciler var. Benim adımı vererek, sınıf arkadaşı Şakir; bu yıl okulunu bitiriyor. Şakir senin dediğini yapacak. Bunu dedikten biraz sonra Kadir yanıma geldi, oldukça sinirliydi. Yatıştırmamı bekleyen bir tavrı vardı. Anladım, fısıltı olarak, güzel konuştuğunu söyledim. Ek olarak da:

-Arkadaşların, okumayı (kendi istekleriyle bırakmış olmalarına karşın) biz sürdürmeye kalkınca (ellerinde olmadan) kıskanıp üzülebileceklerini öne sürdüm. Amacım biraz da Kadir'in öğrenimini hangi bölümde sürdürmek istediğini öğrenmekti. Nedense aynı bölüme düşmek istemiyordum. Açık bir şey söylemedi. Derslik neredeyse bizim kahveye döndü. Sigara içenler çoğaldığı için tütün kokusu da arttı. Gerçi derslikte içen yok ama tuvaletlerde içip dersliğe geldiklerinden koku hemen yayılıyor. İşin ilginci sigarayı daha çok öğretmenliği seçen Yakup Tanrıkulu, Ahmet Güner, Hilmi Altınsoy, Mehmet Aygün'ün içtiği söyleniyor.

Yatınca düşündüm, Hilmi Altınsoy sağlıksız, böyleyken sigara içiyor. Mehmet Aygün'den hiç beklemezdim, inanamıyorum. Ancak tüttürürken görenler söyleyince şaşırdım. Yakup Tanrıkulu ile Ahmet Güner ara ara içiyorlardı. Bu arada Emrullah için de söylenti çıktı. Emrullah'ın ailesi Bulgaristan'da bağlantıları iyice kopmuş durumda; sigara parasını nereden buluyor?

Yatınca bir süre sigara içenleri düşündüm; niçin içiyorlar acaba? Küçüklüğümde arkadaşlar benden (büyük olanlar) sigara isterlerdi. Salt onlara iyi görünmek için dükkandan sigara çalıp dağıtıyordum. Bir keresinde babam cebimdeki sigara paketini görünce alıp bana göstererek:

-Senin için zararlı, ayrıca dükkandan parasını ödemeden çıkarman çok yanlış. Dükkanda satılanlar hep parayla alınır. Para alınmadan çıkarılanların yeri hep boş kalır. Para alınmazsa o boşluklar bir gün tüm dükkanın boşalmasına neden olur.

Babam bir daha sigaralara dokunmamamı, alacaksam istediğim kadar şeker alabileceğimi söyledi. Ondan sonra da dükkandan babamdan habersiz ne sigara ne de şeker aldım. Halamoğlu Hilmi, küçük yaşında sigaraya başladı. Annesi Hanife Halamın yalvarışlarına kulak tıkayıp içmeyi sürdürdü. Yıllarca sigara içmiş olan babası Salim Eniştem salt oğlunun sigara bırakmasına örnek olmak için sigarayı bırakıp bir daha içmemesine karşın oğlu Hilmi bırakamadı. Alışanların bırakması sanırım zor oluyor. Ne var ki bırakanlar olduğuna göre pekala bırakabiliniyor. En iyisi benim gibi hiç başlamamak. Daha sonraları dükkanda elimden yüzlerce paket gelip geçmesine karşın birini alıp yakmak aklımdan geçmedi. Buna karşın avuç dolusu şeker yediğimi söyleyebilirim.

Yatınca bir süre böyle konuları aklımdan geçirdim.

 

2 Eylül 1943 Perşembe

 

Eğitimbaşını rüyasında görenler çok. Hiç birinin sahici rüya olmadığı daha anlatılmaya başlayınca anlaşılıyor. Gene de gülerek (Rüyaya değil, bile bile yalan söyleyenlere) dinliyoruz. En çok rüya görenler Bekir Temuçin, Mustafa Saatçı, Kadir Pekgöz, Yusuf asıl, Fettah Biricik, İsmet Yanar.

Bekir Temuçin rüyası: EğitimBaşı elinde dosyayla gelmiş, hepimizin adını numarasını okumuş, sınavlarda başardığımızı söylemiş, bizim bu yıl da geçen yılki Kızılçullular gibi Ankara'ya gideceğimizi söylemiş. Hoşnut olmayanlar; “Aaaaa, olur mu, saçma! dediler.

Mustafa Saatçı rüyasını söyledi. Onda da Eğitimbaşı gene kolunun altında dosyayla gelmiş. Önce Mustafa Saatçı'yı kutlamış, iki tane kız gibi Nsu bisikletle bir Jawa motosiklet geldiğini söylemiş. Bizim sınıfı onbeş gün tatile çıkacaklarını, ancak motosiklete binmek isteyeceklerin kalıp rahatça gezebileceklerini söylemiş. Bu işleri de Mustafa Saatçı yönetecekmiş. Sami Akıncı, Halil Basutçu, İsmet Yanar'la benim dışımda herkesin izinden vazgeçtiğini söyledi.

Kadir Pekgöz de rüyasını anlatmaya başladı. Ancak bizim daha bir ay burada çalışacağımızdan söz edince herkes Kadir'e çıkıştı:

-Hadi oradan, doğru dürüst rüya bile göremiyorsun, uğursuz şey! deyip payladılar. Kadir neye oğradığını anlayamadı, bakındı kaldı. Üstelik:

-Durun ötekilerini dinleyelim! dediyse de dinleyen olmadı, arkadaşlar hep yürüyüp gitti. Bu kez İsmet bağıra çağıra otomobil gördüğünü söylemeye kalktıysa da o da birilerinin tepkisiyle karşılaşınca sustu. :

-Bize motosiklet yeter, otomobilin senin olsun! Yusuf Asıl rüyasını anlatamadığına üzülürken bir başka rüyasını anlatamayan arkadaşımız Fettah Biricik’in:

-İyi ki anlattırmadılar, anlatsaydım kesinlikle beni döveceklerdi! dediği duyuldu.

Derslikte bir yandan gülerken bir yandan da Fettah'ın rüyasını merak edenler çıktı. Fettah'ın rüyası ilginç: Öğretmen olacak arkadaşları hayvan pazarına götürmüşler, kendileri için alınacak inekleri onlar seçeceklermiş. Kaç kişi gittiyse o sayıda inek varmış. Haksızlık olmaması düşüncesiyle inekler için kura çekilmiş. Kurada en sağlıklı, en sütlü inek Fettah'a çıkmış. Rüyayı ben de dinlediğim için sordum:

-Bunda kızacak bir şey yok, o dediğin gerçekte de olabilir! Fettah:

-Sen, Kadir'e söylenenleri duymadın mı? diye sordu.

Yusuf Asıl'ın rüyasını kahvaltıda dinledik. Rüya falan değil, kafasında birşeyler kurmuş. Sözde bizim sınıftan bir kaç arkadaş okuldaki kızlarla evlendirilecekmiş. Kimleri nasıl denkleştirdiyse gülmekten söyleyemediği için uzun süre ondan açıklama bekledik. Akla uygun bir düşünce olabilir diye düşündüğümden uzun süre sabrettim. (Arkadaşın bu konuda değerlendirmesini merak etmiştim. Daha doğrusu kendimi de pay çıkarmıştım.) Yusuf gülmesi arasında Arkadaşımız Emrullah ile hiç de uygun olmayan bir kızın adını verince durumu anladık. Yusuf'unki düpe düz bir güldürme numarası.

Derslikte toplanmamız söylendi. İzin için haber çıkacağı üstüne varsayımlar üretilirken Mustafa Saatçı'nın rüyasının, rüya değil bir gerçek olduğu ortaya çıktı. Mustafa Saatçı daha önce olayı duyduğu için onu rüyaya çevirmiş. Eski kamyon sürücümüz Kazım Ustanın yardımcısı İbrahim'in bir motosikletle geldiğini görmüştük. Eğitimbaşı kısaca anlattı:

Köy Enstitüsünü bitiren her öğretmen bir müzik çalgısı çalacaksa bir de motosiklet kullanmayı öğrenecek. Milli Eğitim Bakanlığının ivedi emri bu! dedi. Numara sırasıyla 4 kişilik gruplara ayrılıp yarımşar gün motosiklet sürme çalışmaları başladı. Aynı çalışmayı biz geçmişte yapmıştık. Bu, bizim için bir deneyim tazeleme sayılacak.

Atölyeye gidip çerçevelerimizi çatmaya başladık. Grubumuzdan iki kişi, Mehmet Aygün, Recep Kocaman eksik. Öğleden sonra tamamız. Yarın sabah 2 eksik, öbürsü gün de 2 eksik. Cumartesi öğleye dek işleri bitirmemiz gerekecek. Takmasına karışmayız.

Halis Öğretmenle birlikte Namık Ergin, Fahri Tosili Öğretmenler geldiler. Uzun süre ayakta konuştular. Salih Baydemir yakınlarındaydı. 2 Öğretmen evi ile 3 atöyle binasının yapılması isteniyormuş. Bunlar geçen yılın planında varmış. Geçen yıl yapılmadığı için giden müdürün başı bundan derde girmiş. Salih söyleyince Eski Müdürümüze gelen mektubu anımsadım. Orada da 2 Öğretmen evinden söz ediliyordu.

Öğle yemeğinde haberler Mehmet Aygün'le Recep Kocaman'dan geldi. Mehmet bir, Recep iki takla atmış. Sırayla biniyorlarmış; saate bakmaca yarımşar saat motosiklet kullanmışlar. Mehmet Aygün:

- Hiç unutmamışım, biner binmez alıştım, dedi. O öyle deyince Yusuf Asıl neden takla attığını sordu. Yanıtı ilginçti:

-Motosiklet beni unutmuş!

Yusuf, düşme korkusunu yenmek için hemen gidip motosikleti okşayacağını söyledi.

İçimizde en isteksiz Hilmi; durup durup:

-Nereden çıkardılar bunu şimdi, akıllarına şimdi mi geldi? Teselli için:

-Şunun şurasında iki gün, dişimizi sıkalım dedik. Hilmi cesaretlendi, bu kez de:

-Onlar gene bir numara yaparlar! Salih Baydemir:

-Oldu olacak bize bir de ata binmeyi öğretseydiler! deyince arkadaşlar gülerken Hilmi:

-Daha neler! Köyünde hiç eşeğe binmedin mi? At da eşek gibi birşey! Hepimizin gülüşünden huylanan Hilmi:

-Siz gene benimle uğraşmaya başladınız. Az kaldı, bensiz kalınca ne yapacaksınız bakalım? Hepimiz, Hilmi'yi kalbimizde yaşatacağımızı söyleyince güldü:

-Ben, kafam için bir şey söyleyemem ama kalbim büyüktür, ben hepinizi orada sonsuza dek yaşatacağım! Mehmet Aygün teşekkür etti. Az duraksadıktan sonra gene:

-Kafan da küçük sayılmaz! deyiverdi. Tartışma bu kez iki ikiye dönüştü. Hilmi:

-Senin dilin uzun, kesmek lazım. Arkadaşlar topluca karşı durdu:

-Dil kesilir mi? Hilmi kurnazlığa saptı:

-Kesmek demedim, kısmak dedim.

Paydostan sonra mandolin çalışması olduğu duyuruldu. Mandolin çalışmasına da pek istekli olmayan Hilmi Altınsoy:

-Yahu, bizi zorla mı adam edecekler? Bu kez de Yusuf Asıl:

-Seni Deli Bedir'e adam edilmiş olarak gönderecekler. Bu kez de ben, Hilmi'nin tarafını tuttum:

-Deli Bedir'e değil SIRINSILLI'ya. Hilmi teşekkür etti:

-İçimizde helal süt emmişler var! deyip güldü.

Bizim grup gene doğrudan atölyeye gittik. 6 kişilik eksikliği hesap ederek çalışmaya başladık. Gerçekte, işi cumartesiye dek bitirmek. Bitiremezsek, başkalarına kalacak. Küçük bir gayretle yetiştirebileceğimiz işi başkalarına bırakıp emeğimizin gölgelenmesini istemiyoruz. Küçükler bizden sonra geldi. Onlara kasaların hazırlanmasını verdik. Gidip kendileri ölçtüler. Hasan'ın yazısı, çizisi çok iyi.

Recep Kocaman motosikletten hoşlanmamış:

-İleri bakınca takla atacakmışım gibi geliyor. Zaman zaman da başımın bir yüksekliğe vuracağı duygusuna kapılıyormuş. Arkadaşlar, bol bol bisiklete binmesini önerdiler. Recep bisiklete binmeyi de sevmiyormuş. Bunu söyleyince durum anlaşıldı:

-Recep Kocaman, ayaklarının yerden kesilmesinden hoşlanmıyor. Öyleyse yaşam boyu piyade adımıyla yürüyecek.

Paydos olunca mandolin çalışma yerinde toplandık. Akort kontrolundan sonra on dakika serbest çalışma yapıldı. Toplu olarak önce okul şarkılarını tekrarladık. Türküler tek tek çalındı. Beğenilmeyenler oldu, onlar tekrarlatıldı.

Bir süre piyano çalıştım. Çalıştım da diyemiyorum parmaklarımı alıştırdım. Sol elim oldukça alıştı.

Derslikte konu motosiklet. İmam Mustafa, Hafız Mustafa sözleri kalktı. Mustafa Saatçı şimdi motorcu Mustafa oldu. Ne var ki SS'den yakayı kurtaramadı. İki de bir soruluyor:

-SS'yi arkada alıp ne zaman gezdireceksin? Bu arada İdris Destan “pat!” diye bir benzetme yaptı:

-Üsteğmen Sabahat Öğretmeni nasıl gezdiriyordu! Birilerinin:

-O nasıl söz? demesine karşın başkaları çok doğalmış gibi:

-Onlara bakma, onlar öğretmen! yanıtları etkisiz kaldı. Sözlere karışmadım ama başkalarının da gördükleri üstüne yorumları olduğunu öğrenmiş oldum. Sahiden Sabahat Öğretmen niçin o üsteğmenin motosikletine binip geziyordu?

Derslikte bir süre güldürücü sözler konuşuldu. Sami Akıncı ile Mehmet Yücel düşmüşler. Sami Akıncı düpedüz korkuyormuş. Aynı sözler tekrar tekrar söyleniyor.

Kalkıp kitaplığa gittim. Kazan Köylü Şükrü Akdeniz kitaplıktaydı: Köyünüze gittik! dedim. Bildiğini söyledi; İdris Destan söylemiş. Salt konuşmuş olmak için, köylerini beğendiğimi söyledim. Sevinir gibi yaptı ama herhangi bir söz söylemedi. Şükrü Akdeniz'le komşu köylüsü Mehmet Karadeniz'i karşılaştırdım; 2. si kesinlikle bir söz söylerdi. Kitaplıkta Beyaz kitaplara baktım EFLATUN'dan kitaplar var. DEVLET 1-11 yazanı aldım, biraz baktım. O denli çok ad var ki onları ayırmak için saatte bir sayfa okumak gerekecek. Gene de inat edip aldım. Adları yazarak okumaya çalışacağım. Sokrat bu kitapta da var. Onun müdafaasını okumuştum. Bu kitabı da Sokrat'ın öğrencisi Eflatun yazmış.

Dersliğe gidince gene baştan başladım. İkinci okuyuşumda oldukça alıştım. Kitabın girişi Sokrates'le başlıyor, sanırım onunla sürecek. Sotrates bir törene katılmış. Törenden dönerken tanıdıklarla karşılaşmış. Tanıdıkların biri Sokrates'i bir eve götürmüş. O evdeki çok yaşlı bir kişi Sokrates'in sorularına yanıtlar veriyor. Konu yaşlılık. Yaşlıları gruplara ayırıyor. Gençliğinde yaşlılığını düşünerek hazırlıklı yetişen kimselerin yaşlanınca çok sıkıntı çekmediğini anlatıyor. Bu arada üç kitabını okuduğum (Kral Oidipus-Oidipus Kolonosta-Antigone) Sofokles'ten söz etti. Sofokles, bayanlar konusunda yaşlanınca rahatladığını söylüyormuş. Kısacası baylar yaşlanınca bayanlara karşı ilgisi azaldığından iç rahatlığına kavuşuyormuş. Konuşma doğruluk üzerine kayınca ilginç bir konuşma ortaya çıktı. Konuşmayı yapan Sokrates'in karşısındaki Kephalos'tu. Dinleyen Sokrates:

-Çok güzel söylüyorsun, Kephalos! dedi. “Ama, şu senin dediğin şeyi, doğruluğu nasıl anlatacağız? Sadece, gerçeği söylemek ve bir kimseden alınan bir şeyi geri vermek diye mi? Yoksa böyle davranmak bazan doğru, bazan da eğri sayılabilir mi? Örneğin biri aklı başında olan bir arkadaşının silahlarını alsa, sonra arkadaşı çıldırıp emanetleri geri istese, bu gibi emanetlerin geri verilmemesi gerektiğini, geri verenin de doğru adam olmadığını herkes söyler; bir çılgına gerçeği tam olarak söylemek isteyen de doğru adam değildir! Dinleyenler:

-Haklısın! Derler. Sokrates:

-Demek oluyor ki, doğruluk, gerçeği söylemek, emaneti geri vermekle sınırlı değildir.

İşte kitap bu tür konuşmalarla sürüp gidiyor.

Yemekte Hilmi ne düşündüyse kendiliğinden kendi köyü SIRINSILLI'ya gitmeye karar verdiğini söyledi. Ancak köyünün halkı zıt gruplardan oluşuyormuş. Yerliler, sonradan gelenler. Yerliler, sonradan gelenlere yeni gelmiş gibi yabancı gözüyle bakıyormuş. Onlar da yerlilere salt eski değil GACAL deyip küçümsüyormuş. Yusuf hemen sordu:

-Sen hangi gruptansın? Hilmi bir süre sustu. Bu kez de Salih Baydemir:

- Gacal ne demek? diye benden sordu. Bizim köylülerin Hamitabatlıların bir bölümüne Gacal dediğini, onların söylediğine göre Gacal, Rumeli, Osmanlılar tarafından alınınca buralarda oturan, Osmanlılar gelince Osmanlılara uyan eski halk, bir bakıma dönme. Ne var ki, göçmenlerin bir bölümü de dönme. Örneğin, müslüman olmuş Bulgarlar, Müslüman olmuş Sırplar ya da Yunanlılar var. Onlar dinleri gereği yurdumuza gelmektedir. Pomaklar Bulgarca konuşur. Boşnaklar da Müslümandır, Sırpça ya da öteki Balkan dillerini konuşmaktadırlar. Buna karşın oraları bırakıp yurdumuza gelmektedirler. Yurdumuzun bir çok köşesindeki insanların çok eskilerde başka uluslardan döndüğü bilinmektedir. Osmanlı ordusunun işgal ettiği yerlerde insanların kendiliğinden de din değiştirdiği bilinmektedir. Örneğin Bosna halkı, Fatih Sultan Mehmet zamanında büyük gruplar olarak Müslümanlığa geçmiştir. Yunanistan'ın Mora Yarımadası halkı da topluca Müslüman olmak istemiştir. Nedense Fatih Sultan Mehmet onlara izin vermemiştir.

Dersliğe dönünce kitabıma sarıldım.

Devlet 1'de başlıca kişiler:

Sokrates, Kephalos, Polemarkhos, Glaukon, Adeimantos, Klaitophos, Simonides Thrasymakhos.

Sokrates'in konuşma biçimine bir örnek: Thrasymakhos'la konuşmasından. Sokrates sorguluyor:

. . . Söyle bana Thrasymahkos, sence atın gördüğü bir iş var mıdır?

Var.

Peki, bir atın ya da herhangi bir hayvanın işini, yalnızca onunla görülen ya da onunla en iyi görülen bir iş diye kabul edebilir miyiz?

Anlamıyorum.

Haydi, şöyle anlatayım: Gözlerinden başka bir şeyle görebilir misin?

Tabii göremem.

Ya kulaklarından başka bir şeyle işitebilir misin?

Olamaz.

Bu işler onların işidir demek doğru olmaz mı?

Kuşkusuz doğru olur.

Güzel; bir üzüm kütüğünü bir kamayla, bir bıaçkla ve daha bir çok aletle kesebilirsin, değil mi?

Keserim.

Ama kütük her halde en iyi, bu iş için yapılmış bağ bıçağıyla kesilir.

Öyledir.

İşte biz, bu iş bağ bıçağının işidir demez miyiz?

Elbette deriz.

Demin, herhangi bir şeyin işi, yalnızca kendinin başarabileceği ya da ötekilerin hepsinden daha iyi başarabileceği iş değil midir? diye sorduğum soruyu şimdi daha iyi anlamışsındır.

Evet, anladım. : Bence de her şeyin işi, dediğin gibidir.

Peki, kendine bir iş düşen herhangi bir şeyin bir de iyiliği olduğuna inanıyor musun? Önce söylediklerimize dönelim: Gözler bir iş görür diyebilir miyiz?

Deriz.

Peki gözlerin bir de iyiliği yok mudur?

O da vardır.

Ya kulakların da bir işi yok muydu?

Vardı.

Öyleyse onların bir de iyiliği yok muydu?

İyiliği de var.

Diğer şeylerin hepsinde de böyle değil mi?

Böyle.

Dur bakayım, ya gözlerde kendisine has olan iyilik yerine kötülük varsa, onlar işlerini başarabilirler mi?

Nasıl olabilir? Anlaşılan sen görmeyi demek istiyorsun?

Bırak, onların iyiliği ne ise o olsun. Ben daha bunu sormuyorum ki! Ben sana iş gören ne varsa, işini kendine has olan iyilikle iyi; kötülükle kötü mü görür diye soruyorum?

Kuşkusuz söylediğin doğrudur.

Kendilerine has olan iyilikten yoksun olan kulaklar işlerini doğru yapabilir mi?

Yapamaz.

Başka konularda da aynı şeyi söyleyebilir miyiz?

Bence söyleyebiliriz.

Haydi öyleyse, şimdi de şunu incele: Ruhun dünyada başka hiçbir şeyin yapamayacağı bir yetisi vardır; ilgilenmek, yönetmek, karar vermek ve buna benzer şeyler. . . Bütün bu işleri ruhtan başka bir şeye yükleme hakkımız olabilir mi? Bu yetiler ruhtan başka bir organa hastır diyebilir miyiz?

Diyemeyiz.

Peki, yaşamaya gelince, bu, ruhun bir işidir diyemez miyiz?

Elbette deriz.

O halde, Thrasymakhos, ruh kendine has gücünden yoksun olunca işlerini iyi görebilir mi, göremez mi?

Göremez.

Öyleyse, kötü bir ruhun yönetimi de, ilgisi de kötü olur. ; oysa iyi bir ruh bütün bu işleri iyi yapar.

Bu kesin.

Ama doğruluk ruhun iyiliği, eğrilik ruhun kötülüğüdür dememiş miydik?

Evet demiştik.

O halde doğru ruh ve doğru insan iyi, eğri insan kötü yaşar.

Sözlerine göre öyle olmalı.

Ama, kuşkusuz iyi yaşayan mutlu, bahtlıdır; iyi yaşamayan değildir.

Tabii.

O halde doğru adam bahtlı, eğri adam bahtsızdır.

Öyle olsun.

Fakat bahtsız olmak uygun değildir, bahtlı olmak uygundur.

Elbette.

O halde, mutlu Thrasymakhos, eğrilik hiçbir zaman doğruluktan daha elverişli sayılamaz.

Bu sözler, Bendis şenliklerinde sana bir şölen olsun Sokrates.

Şöleni bana sen verdin Thrasymakhos, çünkü yumuşadın ve öfken yatıştı. Ama bu şölen senin yüzünden değil, benim yüzümden pek de güzel olmadı. Önlerine çıkarılan yemekleri kapayım derken, hiçbirinin tadını alamayan oburlar gibi, ben de sanırım asıl araştırdığımızı, yani doğruluğun ne olduğunu öğrenemeden, işi yarıda bırakıp doğruluğun kötülük mü, bilgisizlik mi, ya da bilgi ve iyilik mi olduğunu araştırmaya kalkıştım. Sonra söz, doğruluk eğrilikten daha yararlıdır fikrine dönünce, öteki fikri bırakmaktan kendimi alamadım. Sonunda da konuşmamızdan hiçbir şey öğrenemedim; çünkü doğrunun ne olduğunu bilmedikçe, doğruluğun bir iyilik olup olmadığını; kendisinde doğruluk bulunan bahtsız ya da bahtlı olup olmadığını nasıl kestirebilirim! . .

Sokrates, doğrulukla söze başlamasına karşın, doğrudan doğruluğa girmeden dolaylı olarak gene doğruluktan söz etti. Belli ki, doğruluğu daha sağlıklı kavratacak düşünceler bu, anlattıkları içinde de bulunmaktadır. Doğru insan, gözle görülen bir şekil olmadığı, doğruluğun insanın tavırlarında, yaptığı işlerde, öteki insanlarla olan ilişkilerinde geçerlik kazanan bir davranış olduğuna göre çok geniş alanda ele alınması gerektiğini Sokrates, son sözlerinde sözlemiş oluyor.

Yatarken de Sokrates'i düşündüm:

-Nasıl da kendisini dinletiyor!

 

3 Eylül 1943 Cuma

 

Mustafa Saatçı Motosiklet Öğretmeni. Nereden öğrendin? diye soranlara aklından öğrendiğini söylüyor. Arkadaşlara da:

-Siz de isterseniz, aklınızla öğrenebilirsiniz, deyince SS'yi de aklından seçmiştin ama onun haberi bile olmadı. Hadi, SS'yi al motosikletin ardına gezdir bakalım, diyenler oldu. Üsteğmen kadar bile olamadın (Sabahat Öğretmern kastedilerek) denince Sami Akıncı söze karıştı:

-Gidenin ardından konuşmak doğru değil. Ne oluyoruz yani, ikide bir bu söz ortaya getiriyor?

Sami'nin sözüne kimse karşılık vermedi.

İsmet bu tatiline bizim köyden başlayacakmış. Mehmet Yücel bana takıldı

-Dayısı, İsmet'e bir motosiklet al, sizin köye yaya gitmesin. Ben de:

-Motosiklete binmeyi öğrensin alırım. Mustafa Saatçı motosiklet fiyatlarını da biliyormuş hemen, Czeka (ÇEKA) marka motosiklet önerdi, hem ucuz hem de hafifmiş.

Kahvaltıda konu motosiklet oldu. Motosikletle Mehmet Aygün rahat rahat bir gün içinde Recep Kocaman, hatta İdris Destan'a ulaşabiliyor. Uzun uzun yol seçimi yapıldı. Babaeski'ye inip asfalt yoldan Lüleburgaz'a oradan da Pınarhisar'a gidiyor. Öteki yol daha kısa; Kırklareli-Pınarhisar. Ancak asfalt yolda motosiklet sürme daha zevkli olacağı için uzun yolu seçermiş. İsmet Yanar, Arif Kalkan, Yakup Tanrıkulu için:

-Onlar günlük olay, sabah gider akşam dönerim. Mehmet Aygün'ün motosiklet gezi sözü biterken Hilmi Altınsoy birden Mehmet Aygün'e :

-Senin arkadaşlığın bu kadar işte; ellerin köylerine gittin döndün, Hilmi arkadaşını defterden sildin! deyince Mehmet önce bozulur gibi oldu. Mehmet'i korumak için biz söze karıştık. Salih köyünün çok uzak olduğunu söyledi. Hilmi uzaklığı yakına indirmek için Babaeski-Hayrabolu yolunu öne sürdü. Bu kez de ben, Hilmi'nin henüz köyünü seçmediğini, ya da seçtiğini kesin olarak bize söylemediğini öne sürdüm. Hilmi şaşırmış gibi yüzümüze baktı, düşünür gibi yapıp:

-Doğru, kesin kararımı söylememiş olabilirim. Ancak benim kendi köyüm var. Arkadaş oraya gelebilir. SIRINSILLI, dünyanın tanıdığı köy! Hep güldük. Harun Özçelik sordu:

-Dünyanın tanıdığı köyü neden seçmiyorsun da ellerin Deli Bedir köyleriyle uğraşıyorsun?

Mehmet Aygün bu kez motosiklet almaktan vazgeçtiğini söyledi:

-Arkadaşlarımla aramı bozacaksa, istemem motosiklet falan!

Kahvaltıdan kalkmak üzereyken Eğitimbaşının duyurusu yapıldı: Öğretmen sınıfı derslikte toplansın! Gülümseyerek bir birinize baktık:

Öğretmen sınıfı biz miyiz?

Ne olacak, ne söylenecek? sorularını sorarak dersliğe gittik. Az sonra Eğitimbaşı geldi. Günaydın! dedikten sonra:

“Eylül ayı sonuna dek okulumuzun konuğusunuz. Sizleri yetişmiş birer öğretmen olarak karşılıyoruz. Ancak okulu ilk bitirenlersiniz. İlk olmanın eksisi gibi artısı da olur. Köylere atanacak arkadaşların işlemleri uzunca süreceğe benziyor. Öte yandan okumayı sürdürmek arkadaşlarınızın seçim için açıkklayıcı bekliyoruz. Gelecek emre göre ivedi işlem yapacağız. Olay şu: Okumaya ayrılanlar için bir seçim söz konusu, bu seçimi kim yapacak? Ayrıca bu ayırım orada mı yoksa burada mı yapılacak? Bu konuda aydınlatılmayı bekliyoruz. Kısacası size köylerinize gitmeniz için izin veremiyoruz. Beklenilen emir her an gelebilir. Okumak için köy seçimi yapmayanların bir sorunu da Yüksek Bölümü kazanamayıp geri dönerse ne olacak. Köye gidenlerin bizim dışımızda Maliye, Tarım, Tapu daireleriyle ilgili işleri var. Onları birlikte çözümlemeye çalışıyoruz. Bu işler sanıldığı kadar kolay olmayacağa benziyor. Daha önce konuştuğumuz gibi ben bugün sizden bir istek yazısı alacağım. Kısaca adınızı, yeni numaranızı, isteğinizi belirtmeniz yeterli. Öğretmenliği seçenler için büyük bir kaygım yok. Ancak okumak isteyip de geri dönecekler için olumsuzluklarla karşılaşma olasılığı var. Bunu bir kez daha düşünüp yazılarınızı ona göre yazmanızı anımsatırım.”

Eğitimbaşı yazıları öğleden sonra herkesin kendi alacağını söyleyip ayrıldı. Kapıdan çıkarken de:

-Şimdi işlerinize dönün, çalışmalara katılın! deyip gülümsedi.

Bizim grup iki eksik olarak atölyeye gittik. Atölyede kimse yoktu. Harun'la Yusuf motosiklet sürecek. Recep Kocaman'la Mehmet Aygün rahat. Hüseyin Orhan tedirgin. Ya seçimi (sınav da olabilir) kazanamazsam? Konuşa konuşa çalıştık. İzin umutları suya düştü. Hoş ben çok da hevesli değildim. Gene de “Cumartesi gider pazar günü dönerim!” deyip rahatlıyorum. Eğitimbaşı eylül sonunu sınır koydu, Okumak isteyenler o zaman mı gönderilecekler acaba? İşte asıl bunu öğrenmem gerekirdi. Seçim kağıdımı verirken bunu sormalıyım.

Yemekte Yusuf Asıl'ın usta biniciliğini dinledik.

Yemekten sonra sıra ile gidip seçim kağıtlarımızı verdik. Kağıdımı verirken azıcık yutkunarak izin sözünü açmak üzere yüzüne bakınca Eğitimbaşı bana:

-Senin köyün yakın, istersen kısa aralıklarla gidebilirsin! deyiverdi. Sevinçten az kalsın sıçrayacaktım.

Öğleden sonra yardımcılarımız geldi. Birlikte Tarım binasına gidip taktıkları kapı-pencere kasalarını kontrol ettik. Çok güzel takmışlar. Bunu söyleyince hepsi güldü. En çok Ahmet'in güldüğünü söyledim.

- Yoksa Ahmet mi taktı? diye sordum. Ahmet başını atarak, kendisinin kasaları tuttuğunu söyledi. Çakanlar, Mustafa ile Hasan'mış. Motosiklet olayı çıkınca grupları karıştırmıştık. Kapıcılar kapı göbeklerini yetiştiremediği için göbekleri birlikte yaptık. Göbek dediğimiz, kapı ortaları oldukça geniş alan, kalın tahtaları tutkallı eklediğimiz için oyalayıcı oldu. Gene de cumartesi günü bitirmek üzere çalışıyoruz.

İzin sözü çıkalı beri arkadaşların çoğu mandolin çalışmayı tavsatmıştı. Baktım yeni baştan bir hevesle toplanıp çalışma yerine iniler. Şevki Aydın güler yüzle bir çok arkadaşın adını söyleyerek yardımda bulundu. Toplu çaldırdı, tempoyu hızlandırdı, tek tek çaldırdı. Ayırdına varmadık, yemek ziline dek çalışmışız.

Yemekte konumuz müzik oldu. İlginçtir hiç kimse ne izinden ne de işten söz etmedi.

Derslikte de konu bizim dışımızdaki olaylardan seçildi. Afrika'daki İngiliz general Monti, (Montgomery) Alman Çöl Aslanı Rommel'in yerini almış, Almanları Afrika'dan tümüyle o atmış. Amerikalı bir generalin adı da Ayk'mış (İke) filan gibi savaş sözleri, radyo haberleri konuşulmaya başlandı. Bir süre bekledim, belki benim Ali Ağabeyim gibi askere alınmış bir 1315'liden söz edilir diye ama kimseden böyle bir söz çıkmadı.

Arkama yaslanıp Devlet'i okumayı sürdürdüm. Eflatun kitap boyunca öğretmeni Sokrat'ı konuşturacak sanırım. Bu kez de karşısına dinleyicilerinden GLAUKON'u aldı. Konu sevinç, ya da insanı sevindiren hazlar. Ancak bu kez Sokrates konuşmasını sürdürdükçe eski konuya, doğruluğa da dönerek sözü gerçekte anlatacağı Devlet'e getireceğini belli etti. Konu burada, bana göre biraz karıştığı için en az 2 kez okumadan anladığımı anlatmaya kalkmayacağım. Zaten oldukça uzun bir bölüm.

Yat zili çalınca Sokrates'ten kurtulduğuma sevinerek yatağa koştum. Sahiden Sokrates yaşamış mıdır? Baldıran zehiriyle öldürüldüğünü de Eflatun anlattığına göre neden Eflatun'un düşündüğü bir kişi olmasın? Sofokles'in Kral Oidipus'u iki kitapta nasıl geçiyorsa Eflatun da Sokrates'i iki ya da üç kitapta anlatamaz mı?

Yarınki motosiklet çalışmamı önemseyip erken uyumaya çalıştım.

 

4 Eylül 1943 Cumartesi

 

Uyanır uyanmaz sinema sözleriyle karşılaştım. Nedense bu sinema sözlerine içimden bir tepki geldi. Dün bir ara ısınır gibi olmuştum. Sinema uzun uzun konuşulacak bir olay değil bence; gitmek istersen izin alıp gidersin. Gidemeyecek bir durumdaysan o zaman da sinemayı düşünmezsin. En iyisi köye gitmek! deyip kararımı verdim. Ne var ki gider ayak arkadaşlara da çok ters düşmek istemiyorum. En iyisi Lüleburgaz'a dek onlarla birlikte olup oraya varınca önemli bir bahane uydurup köye gitmek. Nasıl olsa köyden gelecek olacaktır, onlardan duyduğum bir önemli haberi bahane edip ayrılmak. Planımı iyi kurdum, uygulayabilirsem en iyisini yapmış olacağım.

Kahvaltıda da önemli konumuz sinema oldu. Bu kez de benim anlattıklarım sorgulandı. Kırklareli'de bulunan iki sinemadan biri benin Pehlivan Amcamın. Bunu öyleyince benim sinema konusundaki bilgisizliğime şaşıyorlar. Kendilerinin böyle bir amcaları olsa sinemadan çıkmazlarmış. Olacak iş değil, ayrı bir yerde oturan insan nasıl olur da uzağındaki sinemaya sık sık gider? Gel de anlat; Hilmi başta bana soruyorlar:

-O amca dediğin çok uzağından biri olmalı. Sonunda:

-Gerçekten uzağımda: O Kırklareli'de ben de Çeşmekolu köyünde oturuyorum. Arada 32 km. yol var. Siz olsanız uçarak sinemaya gidersiniz. İşte ben onu yapamıyorum. Kırk yılda bir gittiğimde bile Pehlivan Amcam beni zorla götürüyor. Ben öyle “Görmediklik edip” gönlümün her isteğine uyamam.

Tam işe yarayacakları gün bizim yardımcılar gelmedi. Çerçeveleri tarım binasına dek kendimiz taşıdık. Besim İyitanır Öğretmen bize güzel sözler söyledi. Bana takıldı:

-Sen daha üç yıl köyünden uzak mı kalacaksın? dedi. Daha belli olmadığını söyleyince gülerek:

-Belli belli, sen gitmeyeceksin de kim gidecek? Seninki belli! deyince orada sınavla seçim yapılacağını söyledim. Besim Öğretmen gülerek:

-Ne seçimi yapacaklar? 100 öğrenci istiyorlar 80 bulurlarsa sevinsinler! dedi. Sonra da:

-O dediğiniz seçimleri onlar gelecek yıl yapacaklardır. Gelecek yıl 12 Enstitüyü en az 1000 öğrenci bitirecek. Sorun o zaman başlayacak! dedi. Besim Öğretmen ayrılınca yeni bir konumuz oldu. Geçen yıl bile Hasanoğlan'a gidenlerin yarısı köylerine dönmüş. Demek orası, herkesin gönülden bağlanacağı bir yer değil. Öyle olunca sahiden buradan gidecek 15 öğrenciyi geri çevirmezler. Topu topu üç Köy Enstitüsü, Kızılçullu, Çifteler, Kepirtepe'den öğrenci gidecek. Belki bölümlere ayrılırken istediğimizi yapamayabiliriz.

Bu yorumlar da içimizi rahatlattı. Daha çok da ben sevindim. Tam olarak hangi bölüme gireceğime karar veremiyordum. Gönlüm matematik okunan Zirai İşletme Bölümünde. Oysa Şevki Aydın açık açık:

-Yüksek Bölümde rahat etmek istiyorsan bizim bölüme gel, şimdiki bilginle bile orada çok başarılı olacaksın! diyor. İstediğim yeri kazanamazsam oraya nasıl olsa girerim. Kimseye çaktırmadan çalışırken bunları düşündüm. Benimle geleceklerden Hasan Üner, Yusuf Asıl, Harun Özçelik, Hüseyin Orhan var. Onlar durmadan panayırı, sinemayı konuşuyorlar. Özellikle de Hasanoğlan'a gidince Ankara içinde görecekleri derslerden sonra sinemalara gidip akşam okula dönülebileceği haberine seviniyorlar. Tören zili çalınca paydos ettik. Takılacak iki üst penceremiz kaldı. Biraz hızlıca törene katıldık. Eğitimbaşı uzunca bir konuşama yaptı. Yeni seçildiği bildirilen yeni öğrencilerdenden söz etti, bu arada sözü bize getirdi, konukluğumuzdan söz etti, gereksinimlerimizi karşılamamız için bizim cumartesi akşamları saat 22'00 ye dek izinli sayıldığımızı söyledi. İşte bu benim çok işime yaradı.

Dersliğe dönünce bir çok arkadaş, bu izini benim sağladığımı öne sürüp teşekkür etti. Tüm sınıf neşeli bir şekilde yemeğe gitti. Bizim masada da konu ele alındı. Üzülerek olmakla birlikte sanki ben yapmışım gibi tavırlar aldım. Ancak bir de kaçamak kapı bıraktım:

-Eğitimbaşı bunu kendisi düşünmüş, ben izin deyince bunu anımsadı: Benim size zaten böyle bir müjdem var! Dedi gibi yuvarlak sözler söyleyerek kendime pay çıkardım. Doğrusu ise ben henüz izin isteme işini tam olarak kararlaştıramamıştım bile. Talat Tarkan Öğretmen ortada yoktu. Eğitimbaşı ortalıklarda dolaşırken izini başkasından nasıl isteyecektim? Aydın da birden ortalıktan çekilmişti.

Yemekten dönerken Şevki Aydın'ın, gelecek hafta ayrılacağını söylemesi ise sevincimi altüst etti. “Neden?” Onların stajları 3 aymış. 15 -30 Eylül arası yıllık izinleriymiş. Onlar da yeni seçilenler gibi 1 Ekim 1943 günü okulda olacaklarmış. Şevki Aydın'ın üzgün olduğunu görünce bir bakıma sevindim. Sanırım buradan, bizim yakınlığımızdan hoşlandı. Öyleyse oraya gidince o da bize yakınlık duyacak, böylece yol gösterecek birini bulmuş olacağız. Şevki Aydın gülümseyerek:

-Daha bir haftamız var, konuşuruz. Biz bugün Lüleburgaz'a gidiyoruz, araç bulabilirsek Alpullu'yu görmek istiyoruz. Oralarda kalır dönemezsek töreni aksatmazsın. Dönmeye çalışırım ama belli olmaz, bakarsın bir terslik olur. Başımı sallayarak olur, sözü vermeme karşın, aklım nedeyse hemen yola çıkacak gibi köy hazırlığı içinde. Hemen karar verdim; böyle bir konuşmadan sonra “Ben köye gidiyorum!” diyemem. Ya köye gitmeyeceğim, ya da gidip yarın erkenden döneceğim. Kararsızlık içinde dersliğe döndüm. Herkes rahat. Hemen gitmek için telaşlananlar bu kez sıralara oturmuş:

-Erken gitmemize gerek yok, nasıl olsa geç döneceğiz! deyip düşler kuruyorlar. Bana da soranlar oldu. Erken gideceğimi, köyden gelenler erken dönerler, onları görmem gerektiğini söyleyip yola çıktım. Yolda Mürsel Dilek, Rüştü Güvenç, Şükrü Akdeniz, Mehmet Yüce vardı. Birlikte Lüleburgaz'a dek konuşarak gittik. Hepsi benim gibi köylerinden geleceklerle konuşmak için gittiklerini söylediler. Ancak bana bakışlarından sezinliyorum. Okulu bitirmiş olmamın sevincini taşıdığımı sanıyorlar. Böyle düşündüklerinden beni neşesiz gibi görüp niçinlerini araştırmak istediler. Önce Mürsel Dilek açtı:

-Bir üzüntün mü var abi? Ben yok, mok dediysem bile, bu kez de Mehmet Yüce:

-Herkesin üzüntüsü olabilir! diyerek kederli göründüğümü perçinledi. Bu kez ben de Ali Ağabeyimin askere alınışını anlattım. Umdum ki onların da böyle bir duyuntusu varsa bir benzerlik kurup yeni uyumlar kazanmış olayım. Onlardan böyle bir söz çıkmadı. Çarşıya girince hemen hemen hepimizin birer tanıdığı çıktı, ayrıldık. Bizim aileden kimse gelmemiş. Zaten beklemiyordum. Bizim aileden bu işleri yapan Ali Ağabeyimdi, o olmadığına göre atları kimse koşmaz. Eniştem gelebilir, diye düşünmüştüm, gelmediğini komşulardan öğrenince yola çıktım. Yayaların kestirme gittiği patika yollar var, en kestirmesini (dik yokuşlusunu) seçip yolu kısalttım. Böylece 2 saatte Hamitabat'a ulaştım. Bu kez kahvelerde pek insan yoktu ya da tanıdıklarla karşılaşmadım. Bu da iyi oldu, erkenden köye ulaştım. Köye girerken bizim okuldan ayrılan Ramazan'la karşılaştım. Üzüleceğini düşündüm; ayrılmasaydı bir yıl sonra o da öğretmen olacaktı. Ama Ramazan hiç de benim gibi düşünmüyormuş; hoşbeşten sonra kestirip attı:

-Ben orada beş yıl kalamazdım, o nedenle ayrıldım, iyi de etmişim! dedi. Böylece benim işim de kolaylaşmış oldu. Bundan sonra Ramazan'la karşılaşırsam, acıma duygusundan kurtulmuş olacağım. Babaannesini sordum; iyiymiş, arada bir o da beni soruyormuş. Ramazan'dan ayrılınca doğruca kahveye gittim. Babam yalnızdı:

-İçime doğdu, geleceğini bilir gibiydim: Ali Ağabeyinden haber aldık, sen duymamışsındır, duyurmayı düşündüm, kolay bir yol bulamadım, kendin geldin işte! dedi. Ali Ağabeyim söylendiği gibi Askerlik Şubesince; neredeyse kaçak işlemi yapılarak ilk çağrıda alınıp, bir ya da iki gün bekletildikten sonra trenle karşıya (Anadolu yakasına) geçirmişler. Trenleri Eskişehir'de bir hafta beklemiş. Daha sonra da Konya'ya gitmişler. Geriye gidecekleri haberi yayılmasına karşın gerçekten söylendiği gibi Maraş'ın Eloğlu istasyonunda trenden kesilip bırakılmışlar. Şimdilerde dönmeleri için vagonların çekilmesini bekliyorlarmış. Tatarköy, Umurca, Kazanköy sizin ötenizdeki köylerden yüzlerce insan varmış. Babam acı acı güldükten sonra:

-Askeriyenin işine sual olmazmış; götürdükleri gibi getirecekler ama, bizim işler biraz aksayacak! dedi. Kahveye gelenler oldunca ben eve çıktım. Kapı önünde Saim'i gördüm, koşarak geldi, elimden tuttu. Alıp yukarı götürdüm. Ablam görünce önce bir “Aaaa!” dedi ama sonra da geleceğini biliyordum; daha doğrusu bekliyordum deyip elimdeki paketi açıp, Saim'e getirdiğim lokumlardan verdi. Ablam da babamın anlattığına benzer sözler söyledi. Ali Ağabeyimin askerlikten yana şanssız olduğunu, bunun daha birinci askerliğinde belli olduğunu anlattı. Ali Ağabeyim birinci askerliğinde yeterince gelişmediği öne sürülüp alınmamış. Köyde tüm yaşdaşları gidince bir çoğunun diline düşmüş:

-Rüşvet verildi! Bir süre sonra alındığında Edirne Cephesi'nde Cafer Tayyar Paşa'nın birliklerinde yer almış. Ancak o Cephe çöküp komutan Cafer Tayyar Paşa düşman eline geçince Ali Ağabeyim de cepheden kaçanlara karışıp çok iyi tanıdığı Bulgaristan sınırındaki köylere gidip bir süre gizlendikten sonra (Yunanlılar tüm Trakya'yı işgal edince) Bulgaristan'a geçmiş. Sözde kendini Yunanlılara tutuklatmamış ama Bulgaristan'da iki yıl kalmış. Yunanlılar kovulunca yurda dönmüş. Askerlik Şubesine uğradığında Bulgaristan'daki kısıtlı süreci askerliğini geçtiğinden teskeresini almış. Babam; şimdiki durumun o işle ilgisi olup olmadığını araştırınca kesinlikle “Yok!” denmiş. Olsaymış şimdiye dek ortaya çıkarmış. Çünkü Askerlik Şubeleri'nde nüfus kayıtlarına uygun aile kayıtları oluyormuş. Bu kayıtlara göre iki kardeşi 1. askerliklerini yaptıktan başka 2. askerliklerine de alınmışlar. Aynı hanede kayıtlı olan birinin eksik hizmeti, onların işlemleri sırasında görülmesi gerekirmiş. Ablam hem güldü hem de bunu bir şanssızlık olarak niteledi. Sonra da vagonlar dolusu insan için de şansızlık demek doğru mu bilmem? deyip yakında geleceği haberine sevindiğini söyledi. Küçük ablam da geldiğimi görmüş, geldi; aynı konuyu bir süre de onunla konuştuk. Yarın gideceğimi söyleyince iki ablam da biraz daha uzunca kalmak için gelip gelmeyeceğimi sordular. Bunu tam bilemediği, ancak 20 gün sonra Ankara'ya gideceğimin kesinleştiğini anlattım. Daha çok Küçük Ablam biraz kaşlarını çatarak:

-Geçen beş yılda, burada; burnumuzun dibinde bile bizden uzaklaştın, Ankara'larda 3 yıl kalınca hepten bizden uzaklaşacaksın! dedi. Büyük Ablam hazırmış, hemen:

-O bizden ama artık bizim gibi yaşamayacak bu belli oldu. Varsın gönlünce yaşasın, canı içinde olduğunu bilelim, o bize yeter. Kız olsaydı ne yapacaktık? O zaman da gidecekti! deyip Zühre Teyze'min kızı (İsmet'in ablası) Ayşe'yi örnek verdi:

-Baksana, Ayşe evlendi, bir kaç ay sonra damat alıp onu Erzurum'lara götürdü. Zühre Teyze beklesin dursun Ayşe'si için. Kolsuz Hamza'nın kız kardeşi 30 yıl önce İstanbul'a gelin gitmiş. Geçen yıl ancak geldi. Bir başına gitmişti, oğlu, gelini, iki torunuyla geldi. Ayrılıklar böyle işte! deyip içini çekti. Bunları sessizce dinledim ama fazla duygulanmadım. Çünkü kendimi köyden kopmuş olarak düşünemiyorum. İşin acı tarafı, ablalarımın dediği gibi kopsam daha mutlu olacağımı bile düşünmeye çalışıyorum. Ara ara iyi, giyinmiş, cebinde parası olan biri olarak köye geldiğimi düşlemeye kalkışıyorum. Çolak Hamza Amcamın kız kardeşi gibi çocuklarım ya da torunlarımla gelmeği hiç düşünmedim ama evli gelmeyi zaman zaman düşledim. İşte bunun için çok hoşlandığım Röslein'le evlenip köye gelmeyi kesinlikle düşleyemedim. Çünkü ablamın geçen yıllar, okul kızlarını sorduğunda Röslein'in köyünü söyleyince ablam yüzünü ekşiterek:

-Bizim köylüler nedense o köy insanına iyi bakmaz! demişti. Benzer izlenimler bende daha köydeyken vardı. Tüm çevre köylerle ilişki kurarken o köy hep uzak tutuluyordu. Alpullu'ya pancar taşırken yollara dökülen köylüler kırk yıllık dostmuşçasına selamlaşırken o köyün insanları dışlanırdı. Bunu bir kez Bektaş Ağabeyime sormuştum. Bektaş Ağabeyim bana inanacağım başka bir neden söylemişti. Bizim köy güvenlik bakımında o köydeki karakola bağlı. Herhangi bir güvenlik sorunu olunca oradaki karakola baş vurulur. Suç işleyenlerin, şikayette bulunanların başvuru yeri oradaki karakoldur. Bu nedenle o köye gidenler, zaman zaman orada kalır. İşte böyle bir durumda naçar kalanlara o köylülerin hiç bir yardımda bulunmadıkları için sevilmediklerini söylemişti. Oysa Alpullu'da okuduğumuz yıl Kadir Pekgöz'le tatile dönerken o köye uğradığımızda vakit oldukça geçti. Köylüler bizi o gece orada kalmamız için neredeyse zorlamaya kalktılar. Yatacak yerler hazırlandı, yolda tehlikeler sayıldı döküldü, Başımıza gelebilecek bir aksilikten kendileri sorumlu sayacaklarını söylemekten başka Jandarma Çavuşu'nu araya koyup önlemeye kalkıştılar. Ancak karakola gelmiş olan birinin bizimle gelip bir üst köye gideceği öğrenilince insanlar bizi uğurladılar. O günkü ilgiyi düşündükçe ben, iki köy arasındaki gerginliği tek yanlı olarak görmüyorum. Sanırım başka nedenler var. Gene de düşüncelerine karşı gelecek değilim. Zaten benim için ablamın bu konudaki değerlendirmesi önemli. O bile bunları önemseyip düşündüğüne göre, bu tür olası bir takım tatsızlıkları görmezden gelmeye kalkmayacağım. Küçük Ablam gidince Gülsüm'le evin ardındaki mısırların koçanlarını toplamaya başladık. Gülsüm daha önce büyükçe bir bölümünü toplamış. Mısırları kesip sepete koyuyoruz, dolan sepetleri ben ev tarafındaki meydana yığıyorum. Karanlık olana dek çalıştık. Mısır kesme işi bitti. Köklerin kesimi de önemli. Haftaya gelip keserim, deyince Gülsüm:

-Onları kesecek var, yarıcı olarak kesiyorlar. Bina yapanlar onları tavanlarda kullanıyormuş. Merak ettim. Gülsüm anlatamadı ama, öğrenmek istedim. Daha önce konuşulduğu için kesecek koçanların toplanmasını bekliyormuş. Koçanları gömleğinden ayırma işi için de Gülsüm'ün arkadaşları gelecekmiş. İki akşamda bitireceklerini söyledi.

Yemekten sonra kahveye indim. Furtun Şerif kahvedeydi. Gülerek bana:

-Sen hepten ucuza bir öğretmenlik kazandın. Bana sorarsan bu, böyle. Geldin, gittin bizimle konuştun; ne yedin ne içtin biz bilmiyoruz ama bildiğimiz iki arada bir derede sen aramızdan sıyrılıp öğretmenliği kazandın. Bunu söylerken senin çektiğin sıkıntılar yoktu, sen zorlanmadın, demiyorum. Ancak biz işin o tarafını bilmediğimiz için senin bunu çok kolay kazandığını düşünüyoruz. Beş yıl oldu. Beş yıldır askerlik yapanlar var. Onlar burada inekleri, öküzleri tarayıp yederdi. Askerde de atları, katırları gebreleyip fırçaladılar. Dönüp geldiklerinde gene inekleri öküzleri tarayıp okşamaya başladılar. Oysa sen bizim erişemeyeceğinmiz bir yere geçip oturdun. Dinleyenler bir süre güldü. Karakütüklü Emin kısaca benim adıma yanıt verdi:

-Bir de onu dinleyelim bakalım; onun oralarda öyle adama bedavadan mevki verirler mi? En azından onlar da kendi çektiklerini hesaba katarak adamın boyunu ölçerler. Başka söz atanlar oldu, kendilerinden örnekler verdiler. İyi bellenmiş bağın, çift nadas yapılmış tarlanın verimi örnek gösterildi. Konuşmalar kesilince gene Şerif Enişte bana dönerek:

-Bunları ben her zaman dinliyorum. Sen söyle bakalım ne söyleyeceksin? Köydeki durumumu hepsinini bildiğini, işte öylece okula gittiğimi, okula gelen öteki arkadaşların çoğunun ortaokullardan geldiğini, ötekilerin de geçmiş yıllarda ortaokullarda okuduğunu, benim gibi ilkokulu bitirmiş olan birkaçının da ilkokulu yeni bitirmiş olduğunu anlattım. İlk matematik derslerinde Matematik Öğretmeni Ahmet Gürsel'in söylediklerini tekrarladım. Çok çalışıp eksiklerimi tamamladığımı, tekrarladıktan sonra da sınavlar bittiğinde sonuçlar kimseye söylenmezken karşılaştığım tüm öğretmenlerin beni kutladığını söyledim. Bir örnek de Hasanoğlan'a gittiğimizde oranın planlayıcısı Mimar-Mühendis Layoş Sili ile çalıştığımı, onun beni öğretmen yerine koyduğunu, ayrılırken de kimseye vermediği bir övücü belge verdiğini anlattım. Beş yıl içinde bir kez bile bana sorulan soruların hiç birini yanıtsız bırakmadığımı, yazılı sınavlarda bir kez bile düşük not almadığı tekrarladım. Kısacası çok çalıştım, öğretmenlerim de çalıştığımı gördüler! deyip sözü kestim. Dinleyenler hep, bundan sonraki çalışmalarımda da başarılar dilediler. Şerif Enişte ise bundan sonra bana soru soramayacağını, daha doğrusu benimle ilgili soru soramayacağını, soracaksa ancak kendisi öğrenmek istediği konularda soracağını tekrarladı:

-Sen artık bizim üstümüzde bir yerdesin, biz haddimizi biliriz! deyip güldü. Karşısındakilerden birileri:

-Ha, şunu bileydin dedi. Ancak çoğunluk:

-Öyle, öyle! deyip başlarını salladı. Ben elimi kaldırarak “Bu güzel sözlere teşekkür etmem gerekir, ben onu yapacağım ama ondan önce bir noktayı belirtmem gerekmektedir. Ben bu söyledikleriniz gibi olursam buralara hiç gelemem . Söylediğiniz gibi birileriyle siz bu kahvede böyle konuşabilir misiniz? En iyisi ben gene şimdiki gibi kalayım da sizin bu içtenlikli, yapmacıksız konuşmalarınızı severek dinleyeyim. Zaman ne gösterecek bilmem ama ben gene böyle kalmaya çalışacağım! Bu kez de büyük bir çoğunluk “İnşallah!” dedi.

Kahve bu akşam erken boşaldığı için babamla birlikte yukarı çıktık. Babam Ankara'ya gitmeden önce gene geleceğimi söyleyince:

-O zaman, bunu ayrılık saymıyoruz! deyip odasına geçti. Köye göre oldukça erken (Saat 22.30) yattım.

 

5 Eylül 1943 Pazar.

 

Çocuklar pencere önünde kalkıp kalkmadığımı konuşuyor. Yahya, Ali Rıza, Saim. Yahya daha uzun boylu; alnı camdan görünüyor. Ablam uyuduğumu sanıp onları yandaki odayı açarak sevindirdi. Koşarak gittiler. Akşam erken yatmıştım. Rahat yattığımdan olacak saate baktım, inanamadım; saat 10.30’a geliyor. Kalkıp kahvaltı ettim. Gene geleceğimi söyleyerek ablamın elini öptüm. Göremediklerime selam bırakarak kahveye indim. Babam taze çay hazırlamış, birlikte içtik. Yakın komşulardan Pehlivan Ali İle Bekar Hasan vardı. İkisinin de yetişmekte olan oğulları var; Bekar Arif, Pehlivan Kadir. Kadir'i evlerimizin yakınlığından, Arif'i de Hamitabat okuluna küçük sınıfa gitmekle birlikte 5. sınıftayken benimle gelmesinden iyi tanıyorum. Arif'lerin aynı zamanda evinin bitişiğinde kuyuları var. Kahvenin içme suyunu o kuyudan alırız. Bu nedenle her geldiğimde o kuyuya gittikçe Arif beni görünce çıkar, konuşuruz. Bir süre öteden beriden konuştuktan sonra herkese iyi günler dileyerek babamın elini öpüp yola çıktım. Nedense bu kez C'nin evine bakmadan gidiyorum. Gün sıcak olacağa benziyor. Yokuşu ağır ağır yürüyerek çıkıp Hamitabat'ı olabildiğince hızla geçtim. Köprüden sonra Lüleburgaz yolu oldukça dik. Ağır ağır yürüdüm. Yürüdükçe açıldım. Yol yükseldikçe hava serinledi. Gene patikalardan gittim. Lüleburgaz görününce kendimi gelmiş sayıyorum. Oysa en az 40 dakikalık bir yolum daha var.

Çarşıya inince Mehmet Yücel'le karşılaştım. Meğer o da dün köyüne gitmiş. Arkadaş gidip gitmemekte hala kararsız. Köy Öğretmenliğini istemiyor. Daha doğrusu o, bildiğimiz öğretmenliği istiyor da Köy Enstitüsü çıkışlara uygulanacak yöntemlerle çalışmak istemiyor. Öte yandan öğrencilikten de bıktığını söylüyor. Ailesiyle bunu son kez görüşmüş. Arkadaş görüştüğüne memnun da neye karar verdiğini kesin olarak söyleyemiyor. Tek söylediği:

-Gidip bir deneyeceğim. Buna ben de sevindim:

-Hepimiz gidip bir deneyelim!

Halkevi bahçesine gittik. Büyük bir kalabalık var ama bizden kimsecikler yok. Mehmet Yücel'in hemşerileri geldi, bir süre onlarla oturduk. Biri askerden yeni dönmüş öteki de bir kaç gün içinde gidecekmiş. Askerden dönen benim bildiğim Kavaklı’da iki yıl kalmış. Oraya gittiğimi, subayların büyük çadırlarını, oyun yerlerini anlattım. Arkadaş nedense önce benim Kavaklı deyişime şaşar gibi oldu. İki kez sordu:

-Oranın adı Kavaklar değil mi? O iki yıl kalmış hep Kavaklar sözünü duymuşmuş. İstasyondaki yazıyı söyleyince kırılasıya güldü:

-Askerlik insanı sersemletiyor. Ben o istasyona yakın yerde kaldım, defalarca da Kırklareli'ye trenle gittim. Gene de kulaklarımda hep Kavaklar sesi çınlıyor. Kavaklı'dan başka bizim komşu köyümüz Kavakdere köyü olduğunu, bu nedenle bizim ikisini de doğru bildiğimizi anlattım. Ayrıca oraya pancar taşıyışımızın acıklı öyküsünü anlattım.

Mehmet Yücel:

-Kimsenin geleceği yok, gidelim! deyince kalktıp yola çıktık. Zaten ben de törenden önce okulda olmak istiyordum. Güneş daha yükseklerdeyken okula ulaştık. Dersliğe girereken Şevki Aydın'ın keman sesini tanıdım; Seybolt 2'den parçalar çalıyor. İçimden:

-Gelmiş, bir sorumluluğum yok! deyip iyice rahatladım. Dersliğe girince neredesiniz, kaçaklar! türü sitemlerle karşılaştık. İsmet önce bana sonra da Mehmet Yücel'e çıkıştı. Ona haber verilseymiş birimizden birimize takılacakmış. Haftaya gene gideceğimi söyleyerek gönlünü aldım.

Konuşmalar bildiğim gibi; o şunu yapmış, bu bunu yapmış. Tek önemli haber; benim bildiğimin herkesce duyulmuş olması:

-Stajyerlerin ayın on beşinde ayrılması. Kimin söylediğini sordum. Mustafa Ersoy yapıcılara söylemiş. Ben bunu gizlemeye çalışacaktım, artık gerek kalmadı. Bu kez de stajyerler üstüne konuşmalar başladı. Konuşmalara katılıp, Şevki Aydın'ı övdüm. Metottan keman çalışını, ciddi tavırlarını, boş konuşmalara yer vermediğini anlattım. Benim sözlerimin benzerlerini arkadaşlar, ötekiler için de söylediler.

Yemekte de konuşmalar stajiyerler, daha doğrusu stajiyerlik üstüne oldu. Yüksek Bölüme gidenler hep böyle Köy Enstitüleri'ni tanıyacakmış. Üç yılda üç Köy Enstitüsü'nü tanımak çok sevindirici bir şey! Bana sordular:

-Hangilerini tanımak istersin? Arifiye, Haruniye bir de Gönen'i seçtim. Arifiye'yi müzik etkinlikleri için, Haruniye'yi yerinin güzelliği için; Gönen'i ise Müdürü Ömer Uzgil Öğretmenimiz için seçtiğimi anlattım. Yemekten sonra yatakhanenin açık olduğunu görünce dolabımdan kitabımı; DEVLET'i aldım.

Sırama çekilip 3. kitaba başladım. Bu bölümde de Sokrates Glaukon'a sorular sorup açıklamalar yapıyor. Konu gene doğruluk olmakla birlikte insanları okuduklarının yanılttığı görüşünü savunuyor. Yunan Tanrıları adına yapılan kimi dualarla Homeros'un destanlarında da gençleri yanıltan bölümlere değiniyor. 3. Kitap bana sahiden zor geldi. Sayısız Yunan tanrısından söz ettiği gibi Homeros'un İlyada'sında söylenen sözlerin bir bölümünü tekrarlayarak eleştiriyor. Çocukların, gençlerin onları okumamasını istiyor. Sokrates özellikle insanların yalan söylemesini kesinlikle yok etmek niyetinde. Ne var ki:

-Yalanı ancak devlet adamları söyler, onların yalan söylemesi zorunludur! demesini ise ben anlayamadım. Sokrates'i dinleyen Adeimanthos ya da Glaukon’un buna karşı duracağını sanıyordum, oysa sustular. İnsanlar, yani vatandaşlar yalan söylemeyecek ama devleti yönetenler yalan söyleyebilecek! Oysa ben bunun tam tersini düşünüyordum.

Sokrates'in anlattığı Fenike Masalı ilginç. Sokrates dinleyenlere iyi yurttaşların yetişmesi için bir çok öneriler, övütler, örnekler sıraladıktan sonra tüm kent yurttaşlarına Fenike Masalının söylenip onların buna inanmasını sağlamak gerektiğini öne sürer:

-Biz sizi bazı ilkelere yetiştirdik ya bunlar bir çeşit rüyaydı. Gerçekte siz, silahlarınız, bütün eşyalarınızla birlikte yerin altında yetiştiniz, yuğruldunuz. Toprak, bir ana gibi, iyice büyüttükten sonra yer yüzüne çıkarttı sizi. Üstünde yaşadığınız bu toprak sizleri büyüten, emziren ananızdır. Ona saldıran olursa korumak boynunuzun borcudur. Yurttaşlarınız da aynı toprağın çocuklarıdır, onlarla kardeşsiniz. Bu toplumun bir parçası olan sizler, bir birinizin kardeşisiniz ama sizi yaratan Tanrı, aranızdan önder olarak yarattıklarının mayasına altın katmıştır. Bu nedenle onlar baş tacı olurlar. Yardımcı olarak yaratılanların mayasına da gümüş katılmıştır. Ötekilerin, çoban, çiftçi, tüm bayağı işlerde çalışanların mayasına ise demir ya da tunç katılmıştır. Aranızda bir hamur birliği olduğuna göre sizden doğan çocuklar da kuşkusuz size benzeyeceklerdir. Ancak arada bir, altından gümüş, gümüşten de altın doğduğu görülecektir. Bunun için Yaratan, her şeyden önce önderlere, doğan çocuklara iyi bekçilik etmeleri, içlerine bu madenlerden hangisinin katılmış olduğunu dikkatle araştırmalarını buyurmuştur. Eğer kendi çocukları tunçla ya da demirle katışık olmuşsa hiç acımayıp, hamurlarına uygun işlere koyacak, onları; çoban, çiftçi ya da öteki işlere koyacaktır. Buna karşın çiftçi ya da işçi çocukları arasından mayaları altın ya da gümüşle karışık doğanlar olursa onları gözetecek, kimini önderliğe, kimini bekçiliğe yükseltecektir. Çünkü mayasında demir ya da tunç katışık olanların önderlik ettiği kenti mahvedeceğini Tanrı buyurmuştur. Şimdi sen yurttaşları bu masala inandırabilir misin?

Dinleyenler, yetişkinler inanmasa bile çocuklarının inanacağı kanısındadırlar, Masala ben de inanmadım. Bu, doğrudan doğruya kral ya da padişahlık yönetimlerinin işine yarayacak bir masal.

Eflatun ya da onun konuşturduğu Sokrates'in, anlayabildiğim kadarıyla çok haklı oldukları düşünceler var. Öncelikle çocuklara anlatılan masallarla anlatılan savaş ya da kahramanlık öyküleri. Sokrates Homeros'un ünlü İlyada ile Odise Destanlarındaki sözleri bile eleştiriyor. Dinleyenlerin kötü sözlerin etkisinde kalacağını belirtiyor. Hatta Eski Yunan Tanrıları için söylenen sözleri bile zararlı buluyor. Örneğin Odise’den:

-Ekmek ve et dolu sofralar, bu sofralarda da testiden taze taze boşalan şaraplar, ya da:

-Açlıktan ölmek insanın başına geleceklerin en kötüsüdür! sözleri. Gene, İlyada’dan:

-Kötülük ettin bana, ey okçu tanrı, ey tanrıların en kötü yüreklisi! Elimden gelse görürdün nasıl öç alırdım senden! Ayrıca:

-Hediyeler, Tanrıları da yola getirir, yüce kralları da! gibi genel sözlerin gençlerin düşüncelerini bozduğunu öne sürmektedir.

Ayrıca Sokrates bir benzetme yapıyor: Çoban köpekleriyle yurt bekçilerini karşılaştırıyor. Çoban köpekleri iyi yetiştilmemişse önce en büyük zararı çobana yaparlar, diyor. Bekçiler dediği belki de o zamanın askerleridir. Onların da iyi yetişmesini istiyor:

-Bekçileri öyle yerlerde, o şekilde yaşatır ki, en iyi korucu olarak kalırlar; azıtıp yurttaşlarına saldırmazlar. Öncelikle hiç mal, mülk sahibi olamamalılar. Ayrıca oturacakları yerler, yiyecekleri, onları sakladıkları yerler, her isteyenin girebileceği yerler olmalı. Özellikle de yiyecekleri ölçülü, yiğit savaşçılara yaraşan cinsten olmalı. Bekçiliklerine karşılık yurttaşların verecekleri, kendilerinin bir yıllık yiyecekleri kadar olmalı ve yemeklerini birlikte yemeliler. Altın ya da gümüş konusuna gelince; Tanrının koyduğu altını, gümüşü saklayanların, insanın vereceği altında, gümüşte gözü olmaz. Çünkü kendi altın yaradılışını dünyanın altını yüzünden kirletmek günahtır. Bilindiği gibi dünya altını yüzünden türlü kötülükler işlenmektedir. İçlerdeki altınlar tertemizdir. Kentlerde yaşayanlar arasında yalnız onlara, altına, gümüşe dokunmak, onu kullanmak, ona eşyasında, evinde yer vermek, onunla süslenmek, altın ya da gümüş kupalarla içki içmek yasaktır. Buna uydukları zman hem devleti hem de kendilerini korumuş olacaklardır. Ancak, toprakları, evleri, paraları oldu mu, koruyucu olacakları yerde kendileri de mal sahibi ve çiftçi, yurttaşların yardımcısı iken düşmanı, zorba efendisi olurlar. Ömürleri kötülemek ve kötülenmekle, tuzak kurmakla ve tuzağa düşmekle geçer; dışardaki düşmanlardan çok içerdeki düşmanlardan korkarlar. İşte o zaman hem devleti hem de kendilerini ölüme sürüklerler. İşte bunun için koruyucularımızın oturacakları yerleri ve yaşama yollarını önceden iyice belirtmek, bunu da kanunlaştırarak sağlamak gerekir.

3. Kitabı da bitirdim ama aklım kitabın içeriğinde kaldı. Vatandaş, yurttaş, halk sözleri ediliyor. Altın, gümüş, demir, tunç madenleri sözü geçiyor. Kimler, kimleri koruyor. Bekçiler kimleri bekliyor. Özellikle de bekçilerin mal-mülk edinmiş olacağından korkulan bozuk düzen örnekleri kimlerden alınıyor?  “Ömürleri, kötülemek ve kötülenmekle, tuzak kumak ve tuzağa düşmekle geçer!” Sözleri ne anlatıyor? Bunların yanıtını bulmak istiyorum.

Yatınca da bir süre bunu düşündüm. Bizim tarihimizdeki Yeni Çeri Ocağı bu düşüncelerle mi kurulmuş? Selçuk Korol Öğretmen Yeni Çeri Ocağını anlatırken bozulma nedeni olarak:

-Zayıflayan Osmanlı Devleti, Yeni Çerililere yeterli ödeneği veremeyince mal, mülk edinmesine izin verdi. İşte Ocak ondan sonra iyice bozuldu! demişti. Demek mal edinme hırsı insanların ahlakını bozuyor. Bizim köydeki dargınlıkların da büyük bir bölümü buna, mal edinmeye dayanıyor. Örneğin bizim aile ile daha doğrusu Mahmut Ağabeyimle Hoca Mustafa'nın dargınlığı bundan. Ayşe yengem kardeş olarak ağabeyi Hoca Mustafa'dan baba hakkını istemiş. Hak verme şöyle dursun, sonsuza dek konuşmama kararı alıp sırtını çevirince Ayşe Yengem de:

-Senin malın da, canın da senin olsun! deyip çekilmiş. Daha sonraları maldan, haktan vazgeçmesine karşın dargınlık ölene dek sürdü. Sanırım çocukları da bir birine uzak yetişecek. Köyde bu tür başka kardeşler de var. Bir başka örnek de Ali Eniştem. Babası ölmüş ama dedesi sağ. Dedesi oldukça da varlıklı. Ne var ki oğlu kendisinden önce öldüğü için torununu yok saymış. Eniştemi, annesi yetiştirmiş. Eniştem kıt kanaat geçinmesine karşın dava açmak istemedi. Beddua da etmedi; salt konuşmamakla yetindi. Aynı köyde oturmalarına karşın, dede torun gibi, dedenin öteki oğlu, yani eniştemin amcası da eniştemle konuşmadan karşılaşınca bakışıp selamsız geçiyorlar. Besbelli onlar da birer yabancı (Gerçek amca-yeğen) gibi yaşayıp göçecekler. Örnekleri hep yakınımdan seçtim. İki teyzem var, biri annemin büyüğü öteki küçüğü. İkisi değil ama birinin oğlu ile ötekinin eşi de dargınlar. Gene mal-mülk yüzünden. Teyzemlerin babaları (İsmet'le benim dedelerimiz) köyün varlıklılarındanmış. Öteki köylülere göre toprağı daha çokmuş. Kendisi ölünce de damat olarak giren Zühre Teyzemin eşi Muhittin Eniştem, tüm toprakları işletmeyi sürdürmüş. Büyük teyzemin oğlu Mehmet dayım, uzun süre Muhittin Eniştemden haber beklemiş. 20 yıl sonra bir gün anımsatmış. Muhittin Eniştem oralı olmayınca Mehmet Dayım soluğu mahkemede almış. Şimdiler de ara ara mahkemeye gidip hesaplaşmaya çalışıyorlar. Bu arada iki teyzem de bir birine gelip gidiyor ama ilişkileri pek candan değil. Ben gidince bir araya geliyorlar, birlikte görüyorum ne var ki, ailece bir araya gelmediklerini ben de biliyorum.

 

6 Eylül 1943 Pazartesi

 

Okula geldiğimizden bu yana, ilk kez mandolin çalma, mandolini nereden alma, telini nasıl sağlama sözleriyle karşılaştım. Fettah Biricik Edirne'de bulunup bulunmayacağını sorunca durup yüzüne dikkatle baktım. Fettah ilçe olarak Meriçli ama ili Edirne. Üstelik Edirne'ye toz kondurmayacak derecede çok bağlı olduğunu söyleyen bir Edirneli. Çok değil 3 ay önce Edirne'ye gittiğimizde; Arasta'ya girişe yakın köşedeki bir dükkan kapısının iki yanında sırayla asılı kemanlara, mandolinlere durup durup bakmıştık. Demek arkadaş onlara bakmış ama görmemiş. Gülerek anımsattım. Fettah'ın sık söyledi söz:

-Ne bileyim ben; o zaman dikkat etmemişim!

Sefer Tunca, Ali Önol, Arif Kalkan, Yakup Tanrıkulu söz birliği ettiler. Hepsi birer mandolin alacaklar. Bu arada İsmet Yanar'a da kendilerine katılmasını önerdiler. İsmet nedense katılmadı. Katılmaması bir yana kendisinin mandolin değil zurna çalmayı düşündüğünü söyleyince karşılıklı takılmalar başladı. İsmet'in zurna sözü yatakhaneyi gene eski günlere döndürdü. Sıfatlar sayılıp döküldü, yeni yeni yakıştırmalar yanında gelecekleri üstüne güldürücü varsayımlar öne sürüldü.

Derslikte küçükler dediğimiz bir grup İsmet'in zurna çalamayacağını öne sürüp gerçekte kimlerin daha iyi zurna çalabileceğini sayıp dökmeye başladılar. Zurna çalmak için yanakların tombul olması gerekirmiş; bol hava doldurup bekletebilmeliymiş. Kimileri de bu oyuna katılıp yanaklarını şişirerek soluklarını tutma denemesine kalkıştı. Ancak bu oyuna katılanlar belli arkadaşlar. İşin yavaş yavaş başka birilerine yamanacağını bile bile bir süre hepimiz güldük. Giderek de avurdunu şişirmeyenlere; “Sen de yap!” önerileri başladı. Hilmi Altınsoy'a yapılan öneriye Hilmi Altınsoy sert tepki gösterince Hüsnü Yalçın gönüllü olarak ortaya çıktı. Hüsnü Yalçın, zayıf yüzlü, ince dudaklı bir arkadaşımız. Arkadaşlar arasında zurna çalmaya en son gösterilecek arkdaşlarımızdan. O nedenle, onun neden gönüllü çıktığını herkes biliyor. Amaç arkadaşı Emrullah'a sataşmayı önlemek. İşin gerçeği böyleyken, Hüsnü Yalçın bu kez amacına ulaştı. “Yapma be Kaksi, (Hüsnü Yalçın'ın bir sıfatı- Kaksi dobralisi =Nasılsın anlamında) senin avurdun çorba kaşığına bile elverişli değil tartışmaları sürerken kahvaltı zili çaldı.

Kahvaltıda Hilmi Altınsoy, az önceki takılmalardan dolayı üzgündü. Onun üzgün olması öteki arkadaşların da neşesini kaçırmıştı. Konuşturmak için Hilmi'ye bazı önerilerde bulunmak istedim. Çok iyi niyetime karşın Hilmi beni anlayışız biri olarak karşıladığını söyledi.

-Sana takılsalar, sen ne yapacaktın söyler misin? diye de sordu. Güldüm; 3 yıl önce başımdan geçen benzer bir olayı anlattım:

-Ali Yılmaz Demirbilek Öğretmen yeni gelmişti. Marangozluk atölyesinde bizimle pek ilgisi yoktu. Çünkü kendisinden eski üç öğretmenimiz, Naci İnan, Hamdi Bağ, İrfan Evren Öğretmenlerimizle aralarımız çok iyiydi. Nedense yeni gelen Ali Yılmaz Öğretmen atölyede değil de bizim dersliğe geldikçe marangozluk atölyesinden iyi tanıdığı bizlere takılırdı. Bir akşam geldiğinde başarısızlık ya da başarılı olma konularında konuşurken bana sordu:

-Senin başarılı olduğun bir alan var mı? Soru düpedüz güvensizlik bildiriyordu. Ben sustum. Ancak arkadaşlar benim akordiyon çaldığımı söylediler. Ali Yılmaz Öğretmen, buna inanmadığını perçin lercesine gülerek sordu:

-Kim, o mu? O çalsa çalsa zurna çalar! demişti. Herkes gülmüştü. İçimden:

-Gülsün, ben akordiyon çaldığıma göre söylenen sözün ne anlamı var? deyip geçmiştim. Sonra ne mi oldu? Hasanoğlan'a gittiğimizde akordiyonumu koyacak yerim olmayınca Ali Yılmaz Öğretmen benim akordiyonumu aylarca evinde korudu. Ayrıca, çoğunuzun bildiği ya da anımsayacağı gibi Hasanoğlan'da 8 ay boyunca Ali Yılmaz Öğretmenle hiç bir sorun çıkarmadan çalıştım. Hilmi inanmamış gibi yüzüme bakınca öteki arkadaşlar olayı hep anımsayıp güzel anılar anlattılar. Hilmi bir süre sustu. Sanırım demek istediğimi ucundan da olsa anlamıştı, üzüntülü bir tavırla:

-Abi, sen bizim büyüğümüzsün, çok olaylarla karşılaşmışsın. Herhalde biz de zamanla pişeceğiz!

Derslikte terdirgin bir bekleyiş içinde, sayısız olasılıklar üstüne varsayımlar üretirken Eğitimbaşı geldi. Önce güler yüzle selamladı, genel olarak durumumuzu sordu. Yukardan açıklayıcı yazı beklediklerini söyledi. Bizim boş boş beklemekten sıkılacağımızı düşünerek, çalışan kardeşlerimizle birlikte olmamızı istediklerini, onlarla kaynaşarak daha bilinçli çalışmalarına yardımcı olacağımızı düşündüklerini anlattı. Arkasından da:

-Biz, sizi daha fazla yormamak için bir gün tarıma, bir gün sanata gitmenizi uygun bulduk. Böylece sürekli iş yükümlülüğünüz de olmayacak; ne dersiniz? sorusuna arkadaşlar: Siz bilirsiniz! Yanıtını verdiler. Eğitimbaşı:

-Öyleyse buyurun, bugün Tarımcılara yardım edin! deyip ayrıldı. Fısıltılı konuşmalarla Tarım bölümüne gittik. Besbelli daha önce onlar aralarında konuşmuşlar. Bizi kapıda karşılayan Besim İyitanır Öğretmen:

-Buyurun Beyler, sizi bekliyorduk. Emeklerinizle yetişen ürünlerimizi toplamaya katılmanız bizi sevindirdi. Bugün sizinle mısırımızı toplayıp, yağmurlar başlamadan önce kuruluğa alalım dedikten sonra mısır nasıl toplanır? diye sordu. Arkadaşlar susunca ben:

-Dün köyde mısır topladım; dedim. Besim Öğretmen:

-Hadi öyleyse yapılacak işlemleri arkadaşlarına anlat; deyince, anlattım:

-Önce koçanlar koparılıp bir yere yığılır. Koçanları saran yaprakların durumuna göre gerekirse güneşe de yayılabilir. Daha sonra mısır kökleri keskin keseceklerle kesilip demetlenerek kuruluğa konur. Gerek görülürse kök saplardaki yapraklar sıyrılarak ayrı saklanır. Böyle yapılınca gövdeler ya bir yerde kullanılır ya da atılır. Yapraklar iyice kurutulduktan sonra hayvan yemi olarak kullanılır. Koçanlar iyice kuruduktan sonra sargı yapraklarından ayrılıp koçan olarak ya da taneleri sıyrılıp mısır tanesi olarak ayrılır. Koçan yaprakları da hayvan yemi olarak saklanır. Besim Öğretmen gülerek:

-İşte bu kadar! Bundan ötesi can sağlığı, deyip bizi mısırlığa götürdü. İki sıra arasına bir kişi olarak sıralanıp mısırları koparmaya başladık. Böyle bir iş yapmamış olanlar, aralarında konuşmaya başladılar:

-Kopmuyor, nasıl koparılacak? Başarmış olanlar, nasıl yaptıklarını tarif ettikçe sızlanmalar azaldı. Tarla batıya doğru gittikçe daralıyor, daraldıkça da mısır sıraları azalıyor. Açıkta kalan arkadaşlar el arabalarıyla koçanları taşıdılar. Koparılamayan mısırlar oluyor. Soranlar oldu:

-Bunları kessek olmaz mı? Bunların kesildiğini de söyledim. Ay şeklinde küçük oraklar vardır. Bizim köyde onlarla da kesenler olur. Aynı oraklardan biz de de vardır ama biz onlarla ancak kökleri keseriz. Arkadaşların söylediğine göre ailelerinden hiç kimse tarla dolusu mısır ekmezmiş. Ekenler de bahçe köşelerine ya da bostanların bir köşesine patlatacak kadar mısır ekerlermiş. Ben de buna şaştım. Patlatacak mısırı biz de öyle ekeriz. O mısırlar bu mısır değil ki, onlar küçük, beyaz, uçları dikenli gibidir. Bunlar patlatılsa bile bir yerleri öyle kaldığından yemesi zorlaşır. Oysa patlatılacak mısırlar açıldığı zaman salt patlak olur, yerken ağızda eriyiverir.

Tarlanın yarıdan çoğunu yere indirdik. Öğleden sonra bitirmeye karar verdik. Rahat bir çalışma oldu. Arkadaşlar dilediği gibi konuşup şakalaştı. Fettah Biricik en büyük tarlasına mısır ekecek. Kesme zamanı da hepimizi çağıracak. Fettah'ın şakasına katılan hemşerisi Ali Önol:

-Bizim orada çok mısır olur ama biz ekmeyiz, mısır para etmez! dedi. Onların oralarda pamuk ekilirmiş. Ben de buna takıldım; bizim orada da pamuk en fazla bir ya da yarım dönüm yerlere ekilir. Çünkü pamuk, satılmaz, çekirdeğinin ayırması zordur. Paralı büyük çıkrıklara götürünce çok para ödenir. O nedenle ekilen pamuk sınırlıdır, evlerde küçük çıkrıklarla ayıklanır. Hasanoğlan'dan döndüğümüzde evden getirdiğim yorganın pamuğu kendimizindi. O nedenle yorganı geri aldım; dedim. Dememiş olsaydım, bir fısıltı başladı:

-Biz de alalım! Ben hemen bir yalan ekledim:

-Yanlış anlamayın arkadaşlar, ben gerçekte almadım, değiştirdim. Yüzünün yırtıldığını bahane edip dikilmek üzere Yenı Bedir'e (Amcamlara) götürdüm. Dönüşte de yerine hazır alınmış bir yorgan getirdim. Yorgan konusu kapandı. Neyse yaptığım hatayı bir yalanla kapattım. Ancak okuduğum Eflatun'un Devlet adlı kitabı gözümde birden canlandı. Sokraes'e göre yalan söylemek; insanlar için hoş görülmeyecek bir ahlaksızlık. Bu doğru mu? Yoksa Sokrates'in yalan dediği başka bir anlam mı taşıyor? Yorganımı aldım. O benimdi, onu bana ablam okul anısı olarak hazırladı. Ben de onu öyle saklamak istedim. Üstelik saklı almadım, izin alıp götürdüm. Ne var ki, bugün arkadaşlar birden benim sözüme bakıp yorgan sorunu çıkarsalardı, belki sevimsiz bir duruma ben neden olmuş olacaktım. Bunu yalan söylemeden nasıl önleyebilirdim?

Yemekte arkadaşlar mısır, mısır tarlası, patlamış mısır konuşurken ben de bunları düşündüm. Sanırım Sokrates'in ürktüğü yalanlar, insanların gene insanlara karşı büyük zarar verici yalanlardır. Örneğin delikanlı evleneceğini söyleyerek kızı aldatıyor. Kız evlilik beklerken delikanlı bir başkasıyla evleniyor. Evlenmeyip bıraktığı kız bir çocuk doğuruyor. Bırakılmış kızın bir daha evlenme şansı yarı yarıya kapanmış oluyor. Ya da bir baba oğluna borç ödemek üzere çok denecek para veriyor. Oğul gidip borcu ödeyecek, böylece baba borçtan kurtulmuş olacak. Bir süre sonra baba borcun ödenmediğini, paranın da oğlu tarafından kumarda gittiğini öğreniyor. Bir de olmuş bir olay:

Lüleburgaz köylerinden vergi olarak topladığı paraları (Yılda 6 lira) cebine indirip, yolda soyulduğunu söyleyen tahsildar; (Adı Kemal) mahkemede söylediklerinin doğru olmadığı saptanınca tutuklanıyor. Halktan aldığı parayı cebine atan kişi sözle yalan, paraları yediği için de hırsızlık yapmış oluyor. Bu tür yalanlarla benim, bana ait olan yorganı almam bir tutulmasa gerek.

Sabah çalışmalarında arkadaşların kesmekten, bıçaktan söz etmeleri Besim Öğretmeni uyarmış olacak, öğleden sonra bağ makasları ile aşı çakılarını almamızı önerdi. Arkadaşların bazıları:

-Biz alıştık, gerek yok! dediklerinde bu kez de ben onları uyardım:

-Gerek var, çünkü koçanlar bitince sapların tepe püskülleri ya da yumuşak bölümler kesilecek. Yapraklarla tepe püskülleri atlar için en önemli yiyecek! Nitekim az sonra Besim Öğretmen geldi, yeni işbölümü yaptı. On arkadaşımız tarlanın okul tarafından başlayıp tepelerle yaprakları sıyırarak, tüm tarlayı caz cavlak köklerle bıraktılar. Koçan işi bitince yerdekileri toplayıp el arabalarıyla bina önündeki alana yığdık. Besim Öğretmen paydosa yakın:

-Yaprakları ben küçüklere toplatırım; deyip bize izin verdi. Dersliğe gidince birbirimize bakarak gülüştük. İçinde bulunduğumuz duruma bir türlü kendimizi uyduramıyoruz. Öğrenci miyiz, yoksa öğretmen mi? Çalışıyor muyuz, yoksa dinleniyor muyuz? Kapısı açılınca Şevki Aydın'ın kemanını duydum. Gittiğimde kemanı bırakmadan:

-Seni bekliyordum, gel konuşalım, dedi. Girip kapıyı örttüm. Cumartesi törenden sonra gideceklerini tekrarladı. Bizim için de:

-Siz, anladığım kadarıyla eylül sonuna dek buradasınız. Daha 20 gün az değil. Bu 20 günde gel burada sıkı bir çalışma yap, gel bizim bölüme gir. Hem burada kalıp hem de çalışmazsan zamanına yazık edersin. Eğitimbaşı bana sordu:

-Bayrak Törenlerini ne yapacağız? Ben:

-Benden önce İbrahim vardı, ay sonuna dek o burada, bu zaman içinde o da birini hazırlar. Eğitimbaşı buna çok sevindi:

-Öyleyse, senin odanı biz hiç bozmayalım, gidene dek İbrahim orada çalışsın! Ondan sonrası için de Allah kerim! diyelim! dedi. Bu, senin için güzel bir haber. Gene de sen bilirsin!

Çok sevindiğimi söyledim. Dersliğe dönünce arkadaşları toplayıp aşağı koridor indik. Şarkıları birer kez tekrarladık. Mandolin grubu çok mutlu oldu. Şevki Aydın'ın gideceğini bilmiyorlar. Zaten o da gideceği güne dek ayrılacağını söylemek istemiyor. Oysa Mustafa Ersoy yapı kolundakilere söylemiş. Böyleyken mandoline gelen yapıcı arkadaşlar, Şevki Aydın'ı ayrı düşündüklerinden, biz gidene dek Şevki Aydın'ın kalacağını sanıyorlar.

Bizim masa arkadaşları hep Mandolin grubunda olduğundan yemekte konumuz müzik oldu. Hilmi ile Salih Baydemir ellerini bir birine vurup daha önce bu işe başlamadıklarına pişmanlıklarını söyleyip durdular. Mehmet Aygün de çok geç başladı ama o, çok dikkatli olduğundan söyleneni kolayca kavrıyor. Salih Baydemir de çok dikkatli aynı zamanda dengeli. O da Hasanoğlan'a gideceklerden. İkide bir:

-Oraya gider gitmez, bir çalışma ortamı yakalayıp ilerleteceğim; anasını sattığım! diyor. Hilmi'nin, yan gözle Salih'e bakıp kaşlarını oynattığını gören Mehmet Aygün

-Üzülme arkadaş, motosikleti alınca biz de bir araya gelip çalışacağız! deyip gülüyor. Konuşma giderek gelecek günlere döndü. Hilmi Altınsoy Mehmet Aygün'e göz kırparak:

-Bunlar hep bizden söz ediyor, kendileri ne yapacak, ondan neden söz etmiyorlar? diye sordu. Yusuf Asıl bir süre inşaatta çalışacağını, Harun Özçelik Hidayet Gülen Öğretmenden bir takım el-işleri öğreneceğini, Hüseyin Orhan yarım bıraktığı Almanca çalışmalarını sürdüreceğini, Hasan Üner bol bol sinemaya gideceğini sıraladı. Söz bana gelmişti; ben de konserlere gideceğimi söyledim. Konserin ne olduğu soruldu. Konserin ne olduğunu anlatacak ölçüde bilmediğimi, ancak insanların gidip orada müzik dinlediğini tekrarladım. Asım Öğretmenin üsteğmen arkadaşına gittiğimizde yanımda Hasan'la Yusuf vardı, radyoda piyano dinlediğimizi anlattım. Arkadaşlar da beni destekledi. İşte öyle bir şeyler deyip savuşturdum. Savuşturdum ama sanırım söylediklerime ben de pek önem vermedim ki aklım takıldı:

-Sahiden ben Ankara'da ne yapacağım? Kendi kendime hep kuruntu kurdum: Konservatuvara gideceğim, Süheyla Öğretmeni göreceğim, Gazi Eğitim Enstitüsü'ne gideceğim, Asım Öğretmeni göreceğim. Her gün mü bunlara gideceğim? Yılda ya bir ya da iki gün gidebilirim. Asım Öğretmene neyse ne de, Süheyla Öğretmene acaba hiç gidebilecek miyim? Ya ayrılmışsa. Kendisi okumak istiyordu ama nişanlısı Şerif Baykurt:

-O benim elimden kurtulamaz, çünkü o babasının sözünden çıkamaz. Oysa babasıyla ben iyi anlaşmış durumdayız, demişti. Kendimi dinlerken arkadaşların konuşmalarından koptum.

Sırama çekilip Devlet'i okumayı sürdürdüm. 3. Kitapta Sokrates, sıradan yurttaşlarla yurt koruyucularını ayırıp özellikle koruyucuların yasalarla görev sınırları içine alınması önerisini savunmuştu. Benim de aklım bu yasa sınırlamasına takıldı. Köy Enstitülerini açanlar, ya da açılması için fikir yürütenler sanırım Eflatun'un Devlet'ini okumuşlar. Büyük bir benzerlik var. Köy Enstitülerini bitiren öğretmenler yasa uyarınca 20 yıl görev yapacaklar. Görevden ayrılmak isterlerse okuldaki harcamalarının karşılığını ödeyecekler. Ödemezlerse, mahkemeler eliyle ve de faiziyle zorla alınacak, ayrılan kişi devlet hizmetinde çalışamayacak. Bu devlet hizmetinde çalışamamak içine Yedek Subaylığı da girmekteymiş. Bir başka kurnazlık da, Köy Enstitülerini bitirenlerin hemen kaçma yoluna sapmalarını önlemek amacıyla askerliklerini uzun yıllar geciktirmek. Kaçmaya kalkanları Yedek Subaylıktan yoksun bırakmak için düşünülen bir kurnazlık. Köy enstitüleriyle ilgili yazılar okumuş, bir bölümünü daha o zamanlar notlarıma almıştım. Yaşar Nabi Nayır, Hıfsırrahman Raşit Öymen gibi yazarlar, Köy Enstitülerinde okuyan öğrencilerin yokluk içinde yetiştirilmesini, kentlere inmelerinin yasalarla önlenmesini öneriyorlardı. Demek bu öneriler, bu kurnaz yazarların kendi fikri değilmiş, bir ucu Sokrates'e varan başka yazarlardan aparılmış görüşlermiş. Yaşar Nabi daha ileri gidip Yunanistan'da gördüğü bir öksüzler yurdunu da örnek gösteriyordu. İyi ya bu tür düşünenler okuduklarını da anlamıyor Sokrat buna benzer sözler söylüyor ama, sözleri burada bitmiyor. Bir devleti oluşturan tüm insanların belli sınırlar içinde olmak zorunluluğunu da öneriyor. Yunanistan'da keyfince dolaşan bir yazarın, nasıl bir kazanç sağladığı herkese kapalı bir ağanın, yatılı devlet okulunda karın tokluğuna çalışan öğrencilerin gelecği için söz söylemesi doğru olur mu? Bunun Sokrates'le bağlantısı kurulur mu? Kurmaya çalışan varsa ya aptaldır ya da kitabın tamamını okumamıştır.

İşte 4. Kitap böyle bir yanılgıyı önlemek için daha önce Sokrates'i sessizce dinleyen Adeimantos'un sorusuyla başlıyor. Adeimantos:

-Peki ama, Sokrates, biri çıkar da senin bu koruyucuları pek de mutlu yaşatmadığını söylerse ne diyeceksin? Üstelik mutluluklarına kendileri kıymış olacak; devlet ellerinde olmasına karşın, ondan hiçbir nimet elde edemeyecekler. Başka devletlerin başındakiler gibi toprakları, güzel, büyük evleri olmayacak. Bu evleri zevklerince döşeyemeyecekler; tanrılara kendi adlarına kurban kesemeyecekler; kimseyi konuk edemeyecekler. Demin dediğin gibi, altını, gümüşü, mutlu sayılan kişilerin kullandıklarını kullanamayacaklar. Korucular, kentlerde oturan, ama onu korumaktan başka hiçbir iş görmeyen ücretli birer kişi durumuna düşecekler. Sokrates:

-Evet, üstelik aldıkları ücret de sadece geçimlerini sağlayacak; kısacası boğaz tokluğuna çalışacaklar. O kadar ki, canları gezmek istese, kadınlara para yedirmek isteseler, mutlu insanlar gibi dilediğini satın almaya kalksalar, “OLMAZ!” diyeceğiz. Adeimantos susar ama şaşkındır. Sokrates sözlerini sürdürür. Uzun konuşur, ayrıntılara dek iner. Ancak, bir devleti oluşturan tüm insanların mutluğunu savunur. Amaç salt bekçi ya da koruyucular değil, yöneten-yönetilen tüm insanların mutluluğu söz konusudur. Sokrates tekrarlar:

-Yurt baştan başa mutlu olmalı! Peki, bu nasıl sağlanacak?

Sokrates bundan sonra insanların mutluluk yolunu saptıran iki önemli olaydan söz eder. Varsıllık, yoksulluk. Örnek olarak bir çömlekçiyi ele alır. Çömlekçinin çok çalışkanı çok çömlek yapar, yaptıklarını satınca da çok varsıl olur. Çok varsıl olan çömlekçi acaba o zaman da çok çalışır mı? Niçin çalışsın? Çalışmayan insan giderek tembelleşir. Tembelleşmiş bir usta çömlekçi eskisi gibi güzel çömlek yapar mı? Niçin yapsın? Böylece varsıllık hırsı usta bir çömlekçiyi çevresi için zararlı bir duruma sokmuş olur. Tersini düşünelim; yoksul bir çömlekçi, işi için gerekli araçları bulamazsa dilediği gibi iş çıkarabilir mi? Kesinlikle çıkaramaz. Öyleyse insanları dosdoğru olmaları için yoksulluk gibi varsıllık da zararlıdır. Sokrates hemen sözü koruyuculara getirip onların, ne varsıl ne de yoksul olmamaları gerektiğini vurgular. Onlar, çevresindekilerin davranışlarını gözetleyip onlara ayak uydurursa devletin işlerinin doğru yürüyeceğini söyler. Savaşlardan uzun uzun örnekler verir. Savaş için çokluk yerine iyi yetiştirilmiş koruyucuların olmasını salık verir. Özet olarak;

“Eğitimi ele alıp, insanlar iyi eğitilince işlerini daha düzgün yapar. Herkesin işini düzgün yapması durumunda herkesin mutlu olacağı sonucunu varır. Sokrat:

-Yurttaşlarımızın kafası iyi bir eğitimle aydınlanmışsa, bütün bu sorunları da kolayca çözdükleri gibi; konuşmadığımız başka konuların, örneğin, kadın, evlenme, çocuk gibi sorunların da üstesinden gelirler.

İlginç olaylar anlatıyor Sokrates. Örneğin atların cesur yetişmesi için onların taylık sırasında korkutulduğunu anlatıyor:

-Nasıl genç tayları gürültü patırtı içinden geçirip ürkek olup olmadıklarına bakarlarsa, biz de koruyucuları korkunç durumlarla karşılaştırmalı ya da tersine, insanı sürükleyen zevkler içine salıvermeli, onları ateşte sınar gibi sınamalıyız. Bakalım bütün bu durumlarda büyülenecek mi? Yoksa katlanıp tam bir koruyucu olduğunu kanıtlayacak, aldığı eğitime uyup ölçülü ve düzenli kalmasını, kısaca hem kendisi, hem de devleti için en yararlı olmasını bilecek mi?

Sokrates'in anlayamadığım sözlerinden biri ise müzik üstüne söylediğidir:

Müzikte yeni bir çeşidin doğması kaçınılacak bir olaydır. Bununla her şey tehlikeye girer. Damon'un dediği, benim de inandığım gibi, müzikte yol değişti mi, devletin anayasası temelinden sarsılır. İşte bence bekçilerimizin nöbet tutacakları yer burasıdır: MÜZİK ALANI!

Bunları Eflatun'un yazmış olduğuna inanamadığım için tekrar tekrar okudum. Doğruymuş, Eflatun bunları Sokrates'e söyletiyor:

Kanunlara saygısızlık buradan başlayıp yavaş yavaş gelenek, göreneklerimize sızıyor, sonra daha da güçlenerek insanlar arasındaki davranışlara geçiyor. Oradan da küstahça devletin anayasasına.

Çocuklarımızın oyunlarını daha başlangıçta sıkı bir düzene sokmalıyız, Çünkü çocuklar oyunlarında kuralların dışına çıkarsa, büyüyüp adam oldukları vakit, kanunlara saygı göstermezler.

Çocuklar, küçükken oyun kurallarına uyarlar ve müzikle düzen sevgisi içlerine işlerse, kötü yetişenlerin tersine bu sevgi ömürleri boyunca içlerinde kalır; gittikçe daha da kuvvetlenir ve eski düzenin bozulan yanlarını kendiliklerinden yoluna sokarlar.

Yaşlılar yanında edeple susmak, yaşlılara yer vermek, görünce ayağa kalkmak, ana babaya saygı göstermek; saç kesmek, giyinmede, kuşanmada, davranışlarda geleneklere uymak. Bütün bunlara dönülebilir...

Gördüğü eğitim insanı nereye sürerse oraya gider, çünkü benzer hep benzerini arar. Diyebiliriz ki, bir şey iyi başlarsa zamanla daha iyiye, kötü başlarsa daha kötüye gider. . . . .

Zil çalınca okumayı bıraktım. Ancak şaşkınlığım sürdü. Yoksa bizim arkadaşların bir bölümü bu kitabı okudu da ondan mı böyle müzik düşmanı oldular? Kendi kendime güldüm:

-Okusalardı, yalan söyleme bölümünü de görmüş olacaklardı. Belki de okuyan birilerinin etkisinde kalmışlardır. Devlet'i okuyan biri, birine; o da bir başkasına söylemiştir. Sonunda da bizim arkadaşlar duymuş olabilir. “Sırrını söyleme dostuna, dostunun da dostu vardır, o da söyler dostuna!” benzeri bir sözlü aktarma olabilir. Eflatun'un Devlet'ini gene de okuyacağım.

Yatınca bir süre bunları düşündüm, bir süre de arkadaşlara kulak misafiri oldum. Hemşerim Kadir Pekgöz bugün Aydın Tarkan'ın akordiyonunu dinlemiş. Büyük akordiyonu Aydın gene almış. Evinde çalınca revirin yanından duyuluyormuş. O denli güzel akordiyon çalıyormuş ki, onun buraya Müzik Öğretmeni olması gerekirmiş. Şevki Aydın'ı kastederek:

-Bir iki mandolin zımbırdatanlar Müzik Öğretmenliği yapıyormuş da o neden yapamazmış? İstemeyerek söze katıldım:

-Öğretmenlik, diplomaya bağlı bir meslek. Hangi ders olursa olsun, ona girecek öğretmenlerin en az öğretmen okullarını bitirmesi gerekir. Asım Öğretmen Müzik Öğretmeni değildi ama Öğretmen Okulunu bitirdiği, ona ek olarak da müzik üzerinde çalıştığı için geldi, derslerimize girdi. Aydın da Öğretmen Okulunu bitirse o zaman gelip derslere girer. Alman Ahmet Almanya'da kalmış, bir Alman kadar Almanca biliyormuş ama, gelip derslerimize giremedi; çünkü diploması yok. Başka bir gerçek örnek daha verdim. Bizim okul Edirne/Karaağaç'ta açılınca oraya Müzik Öğretmeni olarak araştırmacı, eski Bando şefi Vahit Lütfü Salcı Trakya Genel Müfettişi Kazım Dirik Paşa tarafından çağırıldı. Ben kayıt yaptırırken onun da gelişi bundandı. Ancak Vahit Dede Cumhuriyet öncesi Şehzade Ziyaeddin tarafından kurulan DARÜLMusiki-i Osmani ile Maarif Nazırlığı tarafından açılan DARÜLELHAN’dan diplomalı olmasına karşın o okulların, mezunları bizim okullarda öğretmenlik yapacak okullar listesinde olmaması nedeniyle ataması yapılamadı. Vahit Dede halk Türkülerini notaya alacak ölçüde usta, çok tanınmış bir bando şefi olmasına karşın öğretmen olarak bizim okula ataması yapılamadı.

Bizi dinleyenler varmış, hemen sordular:

-Biz Öğretmen okulunu bitirmedik, şimdi biz derse giremeyecek miyiz? Sami Akıncı dinliyormuş, benden önce gereken yanıtı verdi:

-Bizim 3803 sayılı yasamıza göre biz, ilkokullardan başka ancak Köy Enstitüleri'nde öğretmenlik yapabiliriz. O yetmez mi? sorusu yanında:

-Tuh be, ben de Edirne Lisesinde çalışmak istiyordum, şimdi ne yapacağım? Bunu söyleyen Hilmi Altınsoy, söylediğini o saat pişman oldu. Bir kaç kişi birden:

-Bak, bak, bak! Sana yetmedi mi Sırınsıllı, Deli Bedir köyleri? Deli Bedir köyünü duymamışlar varmış, gülerek sordular:

-Nerden çıktı bu Deli Bedir köyü? Gülüşler uzayınca uyarılar da arttı. Gözlerimi kapattığımda bile bir süre güldüm. Sanırım gülerken uyudum.

 

7 Eylül 1943 Salı

 

Akşamki gülüşmelerin nedenlerini iyi anlamamış bulunan hemşerim Kadir Pekgöz başını uzatıp bana baktı. Uyanıktım, bakışına “Günaydın!” diyerek yanıt verdim. Doğrusu; günaydından sonra gideceğini sanmıştım. Altımdaki katta yatan Halil Basutçu ile kısa bir konuşmadan sonra gene bana dönüp:

-Hemşerim, içimizde ne insanlar var (!) bunlarla başetmek kolay değil, dövsen de sövsen de gene bir yolunu bulup insanın üstüne geliyorlar. Baksana, senin Yeni Bedir Köyüne Deli Bedir köyü adı takmışlar. Kadir'in şaka söylediğini sandım:

-Olsun, orada yaşayanlar düşünsün, ben ayrılıyorum nasıl olsa. Bundan böyle oraya gideceğimi de sanmıyorum. Kadir, söylemek istediklerini kafasında kurduğu için, ben ne desem o onları söylemeye hazır:

-Olsun, onlar seni üzmek için yaptıklarından, gidip gitmemeni düşünmezler. Halil yatağını düzelteceğini söyleyerek Kadir'i indirdi. Ben de :

-Bunu sonra konuşuruz hemşerim, deyip kalktım. Ancak kalkınca acayip bir uyarı karşısında olduğumu anladım. Öncelikle Deli Bedir köyünün Yeni Bedir köyü ile hiç bir ilgisi yok. Deli Bedir köyü Hayrabolu ilçesinde bir köy. Onu bilen bir arkadaş Hilmi Altınsoy'a takılmak için ortaya getirdi. Biz de özellikle yemeklerde masa arkadaşlarımız arasında bunu takılma konusu yaptık. Tamlanan adın Bedir olması nedeniyle kendi aramızda yakın köy Yeni ya da Eski Bedir'lerden bu ilgiden dolayı söz ettik. Kısacası beni ilgilendiren bir durum söz konusu değil. Öyleyse kim, ne zaman, bununla bir ilgi kurup benim aleyhime bir sonuç çıkarmış? Bunun salt Kadir'in kendi kuruntusu olduğuna kesin karar verdim. Çünkü Kadir, sabah bunu bana söylediğinde Bir Deli Bedir köyü olduğunu bilmediğini de açık açık söyledi. Bunu söylemesi bile söylediklerini fazla düşünmeden ortaya attığının bir kanıtı. Önemli olan, ortaya attığını niçin, ne amaçla ortaya atmasıdır. Bunu benim bulmam zor değil:

Yeni Bedir köyünde yakın akrabalarım var; oraya sık sık gidiyorum. Oradan gelenler de oluyor. Ayıca yakınlık duyduğum arkadaşları da alıp götürüyorum. Bir başka gerçek de 29 kişilik sınıfta benimle zıtlaşan arkadaşlar da var. Bunlar kesinlikle arkamdan beni yerici sözler de söyleyebiliyorlar. Bunlar, olağan, öğretmenlerimizin zaman zaman anlattıkları gibi yatılı okullarda okuyanlar arasındakilere benzer ilişkiler. Ancak bu kez Kadir'in yaptığı bana göre pek olağan değil. Kadir bunu birinden duymadı. Deli Bedir sözünü duyunca Yeni Bedir'i çağrıştırması, Yeni Bedir'le ilişkimden dolayı beni de anımsattı. Konu bu denli açık. Üstelik, Deli Bedir köyü ortaya gelince derslikte kimse de ilgilenmedi. İbriktepeli Hüseyin Serin, köyün kendilerine yakın olduğunu, oradan gelip gidenlerle karşılaştığını söyleyince konu kapandı. Arkadaşlar açısından kapandı ama benim aklımda iyice karıştı:

-Kadir Pekgöz, bu konuda ne düşünüyor? Neden öyle düşünüyor? Onu rahatsız eden bir ortak konumuz mu var? Bir arada beş yılı geçirdik, işte ayrılıyoruz. Bir üç yıl daha birlikte olursak bu tür düşünceler nasıl bir şekil alacak?

Kahvaltıda yazı-tura atıldı; Sanat mı, Tarım mı? Tarım çıktı. Oysa Eğitimbaşı açık açık:

-Bir gün sanat, bir gün Tarım, demişti. Kahvaltıya Hikmet Özmen'le Besim İyitanır Öğretmenler gelince kur'aya iyice inandık. Ancak çıkmak üzereyken Fahri Tosili Öğretmen çağrı yaptı: Kahvaltıdan sonra hepimiz Yapıcılık Atölyesinde olacağız. Yapıcılık Atölyesindeki yoklamada 24 arkadaş bulundu. Sami Akıncı'yı Eğitimbaşı, Harun Özçelik'i Leman Öğretmen çağırmış. Öteki üç kişi sorulunca da arkadaşlar gülerek:

-Onları da hemşire Ayşe Abla çağırmış (Revirde demek)

Namık Öğretmen geldi, şakalı sözler söyledi. Hasan Üner'le Yusuf Asıl'a takıldı.

-Malayı tutamazlardı, ben onlardan harç beklerken onlar harç arabalarına oturup bir birlerini çekerlerdi! türü anılarla bir süre güldürdü. En çok da Mehmet Yücel'e takıldı:

-Mehmet çok uzun boylu ancak çok zayıftı. Onu eşleştirmek zor oluyordu. Teskereye versen Hasan ya da Yusuf'la taşıması gerekecek, boyları uymadığından harçlar dökülüyordu. Sefer'le eşleştirsen, bu kez de Sefer'in doldurduğunu kaldıramıyordu. Sonunda bir yolunu bulduk; Mehmet'i görmezden geldik, o da arkadaşlarına bol bol ad takıp güldürdü.

Namık Öğretmen bizi iki gruba ayırdı. 12+12 olarak bölündük. Bizim grubu Fahri Tosili Öğretmenle Tarım binasına yolladı. Kendisi de öteki arkadaşlarla çalışacağını söyledi. Tarım binasının eklenen bölümü; çatısı tamamlanmış, kapılar, pencereler takılmış durumda ancak ne iç, ne de dışları temizlenmiş. Önce tüm gereksiz kalıntıları toplayıp belli yerlere yığdık. Eklenen iki bölümün önce iç tabanlarını su terazisi kullanarak düzelttik. Eklentinin dış bölümü toprak yükseltisi yönünde olduğu için yukardan gelecek su akıntılarını önlemek amacıyla bir metre derinlikte iki metre uzunlukta bir kesimi kazıp toprağını çukur tarafa taşıdık. Biz toprak taşırken gelen Besim Öğretmen gülerek bize takıldı:

-Ben demiştim, “Tamamlarsa onlar tamamlayacak bizim inşaatı, kaç gündür de bunu bekliyordum. Ne demişler; “Garip kuşun yuvasını Allah yaparmış!” bizim işi de siz yapmış oluyorsunuz, elinize sağlık! dedi. Ellerinde çapa, tırmık, kürekle bir grup bahçeden geldi. Hikmet Öğretmen onları da işe koştu. Binanın tüm dışı tertemiz oldu.

Fahri Tosili Öğretmene göre oradaki işimiz bitmişti. Sevinerek yemeğe gittik. Yemekte sevincimiz kısa sürdü; öteki grup muştuladı, öğleden sonra yer değiştirecekmişiz. Öteki iş, ise düpedüz temel kazmakmış. İşi şakaya getirip gülecek konular uydurarak yemeğimizi yedik. Ancak, temel kazmak, oldukça zor bir iş. Özellikle kepir toprağını parçalamak herkesin yapacağı bir iş değil. Görünüş çatlak çatlaktır ama o çatlaklar arasındaki kesmeler kolay kolay kırılıp küçültülemez. Olduğu gibi kaldırmaksa olası değildir. Çünkü kesik, kimi kez bir metre kadar derinliklere iner.

Derslikte 4. Devlet'i okumayı sürdürdüm. Sokrates bu kez de devletin kanun yapıcılarını ele alıyor. Ne var ki, bir yandan kulağım konuşmalara kaydığı için okuduğum yerleri gene gene okumak zorunda kalıyorum. Kitabı kapatıp Halil Basutçu'ya sordum:

-Biz, öğleden sonra ne iş yapacağız? Basutçu açıkladı:

-Siz önce biraz fidan keseceksiniz, sonra da temel kazmaya başlayacaksınız. Konu anlaşıldı; öğretmen evlerinin bitişiğine iki öğretmen evi daha yapılacakmış.

Zil çalınca doğrudan Öğretmen Evleri yanına gittik. Aydın Tarkan akordiyon çalıyor. Foxtrot dediği bir parçayı tekrarlıyor. Belli ki takıldığı bir yer var. Geldiğimizi görünce yanımıza çıktı. Evde yalnızmış, paydostan sonra beni çağırdı. Arkadaşlar, ilk defa çağırıyor, sandıklarından dik dik baktılar. Oysa Aydın beni başka zaman da çağırıyordu. Aydın'ın pratikten aldığı parçalar var ama nota okumakta zorlanıyor. O nedenle benden yararlanmayı umuyor. Ayrıca Aydın’da kıskançlık diye bir düşünce yok. Bildiğini çevresindekilere duyurmaktan çok hoşlanıyor. Kendisi notadan çalmamasına karşın, İstanbul'a gittikçe basılı notalar alıyor. Özellikle tangolar alıp, kendi yöntemiyle bana veriyor. Yöntemi de sözde bana bakmak için veriyor, bir süre sonra da onları ezberlediği için almaya gerek görmüyor. Böyle böyle Aydın’dan aldığım tangoların sayısı giderek artmaktadır. Ayşe, Hatırla Sevgili, Şüphe, Beyaz Zambak, Siyah gözler, Yıldızların altında v. b. bunlardan bir kaçı.

Namık Öğretmen, Hikmet Özmen Öğretmenle birlikte geldi. Onlar konuşurken Talat Tarkan Öğretmen de evden çıktı. Bir yerler adımladılar, Namık Öğretmenin elindeki planı incelediler. Talat Tarkan Öğretmen ayaklarıyla izler yaptı o izler arasında kalan fidanların söküleceği söylendi. Üzülerek izledik, özellikle ben kendimi tutamadım bir süre söylendim. O fidanları ekenler arasındaydım. Aynı fidanlardan birini asfaltın yakınına kendi adıma ekmiştim:

-Benim elmam! diye gelene geçene gösterdiğim fidanın arkadaşları şimdi yerinden oluyordu. Nasıl bir tavır takındıysam Hikmet Öğretmen bana:

-Üzülme, biz onları yeni yerlerinde de yaşatacağız. Onların büyümesi şimdilerde, mevsim olarak durdu. Fazla zedelenmeden değiştirilirse bir şey olmaz, baharda gene boy atarlar! dedi. Beş bir taraftan, altı da bir taraftan fidan işaretlendi. Önce gidip ekilecek yerleri açtık. Daha doğrusu açmaya çalıştık. Saptadığımız yerin altı oldukça taşlı kil çıktı. Zaten geç başlamıştık, yarın devam etmek üzere paydos ettik. Aydın gene çıkınca bu kez onunla evlerine girdim. Ancak mandolin çalışmamızı söyleyip, bir başka zaman gelmek üzere erken ayrıldım. İyi etmişim Şevki Aydın beni bekliyormuş. Hazır bir dosya verdi, mandolin grubumuzun çalıştığı notaların, çaldığı şarkıların sözleri var. Burada kaldığımız sürece çalışmamıza kolaylık olsun diye öteki gruptaki arkadaşlara yazdırmış. Hemen hemen hepsi bende de vardı. Ne var ki, benimkiler, sıkışık, buruşuk, benden başkasının anlamayacağı türdendi. Alt kata indik. Şevki Aydın, en zayıflara pek çaktırmadan, sık sık yaklaşıp yararlı olmaya çalıştı. Sona doğru gene topluca çalışma yapıldı. Arkadaşlar çok memnun. Öyle ki dersliğe mandolinlerle dönüp bir süre de orada çaldılar.

Yemekte arkadaşların Şevki Aydın için söyledikleri iyi sözler, kendim için söylenmiş gibi beni sevindirdi. Ayrıca müziğe karşı olumlu tavırları da çok hoşuma gitti. Ancak arkadaşlar sevinirken okuduğum kitapta geçen sözler zaman zaman aklım takıldı. Sokrates ya da Eflatun, müzik için o sözleri nasıl söylüyor! Müzik insanların ahlakını bozarmış. Bir de Vahit Dede'in sözünü anımsadım:

-Bir müzik aleti çalarsan, o seni kötülüklerden alıkor, ne içki, sigara düşünürsün ne de kadın-kız! demişti. Ara ara kendimden kuşkulanmaya başladım:

-Acaba ben okuduklarımı yanlış mı anlıyorum? Örneğin şu söz ne anlama geliyor?

Müzikte, yeni bir çeşidin doğması kaçınılacak bir durumdur. Bununla her şey tehlikeye girer.

Burada Sokrates bir de tanık gösteriyor; Danon! O da müziği zararlı sayan Sokrates zamanında ya da biraz önce yaşamış bir Yunan Filozofu. Ona göre de; müzikte değişim olunca devletin anayasası temelden sarsılırmış.

Dördüncü Kitapta dikkatimi çeken bir durum, Sokrates'e sorular hem uzun soruluyor, hem de uzun uzun konuşmalar oluyor. Öteki bölümlerde çoğunlukla soruları neredeyse Sokrates kendisi sorup kendisi yanıtlıyordu. Burada ara ara Adeimantos, ara ara da Glaukon söze karışmaktadır. Örneğin :

-Sokrates şunu da düşün:

-Para olmazsa, devletimiz nasıl savaşır? Ya da:

-Ya böyle bir devleti yaşatmak için, canla başla çalışan insanların yiğitliğine, uysallığına ne dersin?

Türü sorularak giderek çoğalıyor.

Bu bölümde önemli gördüğüm bir yan da Sokrates'in düşündüğü devletin ilk yasasını Apollon'un yapması. Tapınakların kuruluşu, Kurban kesişler, büyük küçük tanrılara, kahramanlara yapılan törenler, ölülerin gömülmesi, saygı görmesiyle ilgili yasaları insanlar yapamazmış. İnsanların yapacağı yasalar, bunların dışında kalan işleri düzenlemek içindir. Bunları yapmak için de dört önemli belirleyici öğe öneirir. 1. Bilgelik. 2. Yiğitlik. 3. Ölçü. 4. Doğruluk. Sokrates, aynı zamanda bu dört ögenin bir devleti oluşturan insanlarda da bulunduğunu ya da bulunması gerektiğini savunur:

-Devlet bunları bizden almazsa kimden alacak? Sertlikleriyle tanınmış Trakyalıların, İskitlerin ve bütün kuzeylilerin devletlerinde de aynı sertlik ve taşkınlık görülmektedir. BİLİM tukusu da bizim memleketin özelliği sayılabilir. Fenikelilerle, Mısırlılar da ise hemen göze çarpan bir para tutkusu vardır. Bu özelliklerin devlete geçmeyeceğini ileri sürmek gülünç olmaz mı?

Sokrates bu bölümde devletle onu kurup yöneten insan arasında uzun karşılaştırma yapıp benzerlikler kurar; sonunda da beş türlü insandan söz edip beş de devlet şekli olduğunu söyler.

Birincisi; kendi kurduğu devlet şeklidir. Ancak kendi kurduğu devlete iki ad vermektedir:

1. Baştakilerden biri ötekilerden üstünse, buna MONARŞİ,

2. Baştakiler bir birine eşitse, buna da ARİSTOKRASİ, yani en iyilerin yönettiği devlet, denir.

Sokrates'e göre bu iki şekil de bir sayılır. Eğer baştakiler Sokrates'in buyruklarına göre iyi yetişmişlerse devletin anayasasını değiştirmez, ona hakkıyla uyarlarsa devlet işleri yolunda gider.

Yatınca bir süre kitabın etkisinden kurtulamadım. Aklımca çok kitap okumuştum. Okuduğum, özellikle romanlarda anlatılanları kolayca anlayıp geçiyorum. Unuttuğum yerler olsa bile aklımda kalanları kurcalayınca olayları anımsıyorum. Bunda öyle değil, her satırını anlamak zorunda kalıyorum. Örneğin eğriliği anlatıyor:

Eğrilik, bilgi ile doğruluğun çatışması sonucun bağlıyor. Eğrilik, ister istemez içinizdeki bu üç bölümün uyuşmaszlığıdır. Biri ötekinin işine karışacak. Onlara karşı koyacak. Kumandayı kendi eline almak isteyecek. Ona düşenin yönetmek değil, yönetilmek olduğunu hesaba katmayacak. Bizce eğrilik, ölçüsüzlük, korkaklık, bilgisizlik, tek söz ile tüm kötülükler bu bölümlerin düzensizliğinden doğmaktadır.

Burasını okuyunca, eğriliği anlar gibi oluyorum da anlatmak istediğimde burada söylenmiş sözlerin çoğu belleğimden uçup gitmiş oluyor. Tek kalan ise, eğri işler yapan insanların, salt eğrilik düşünmediğini, onda doğru düşüncenin de bulunduğunu ancak doğru düşüncenin bedene ya da kişinin eylemine engel olamadığını anlıyorum.

Küçüklüğümü düşünüyorum, bile bile yaramazlık yapardım. Bahçemizin bir köşesinde çitlerle çevrilmiş bir bölüm vardı. Orası tavuklara ayrılmıştı. Tavuklar orada rahatça dolaşır, korkusuz yaşarlardı. Gök yüzünde uçan büyük kuş, ya da köpek havlamaları olmazsa sessiz sakın dururlardı. Nedense oradan geçerken yerden bir nesne alıp onlara atıyordum. Atınca tavuklar telaşlanıyor, horozlar gogurdanmaya başlıyordu. Tavukların telaşlandığını duyan ablam ilgilenir, işini bırakıp dışarı çıkardı. Benim bir şey attığımı görmediği için de bana bir şey söylemezdi. Bir keresinde ablamın, söylendiğini duydum:

-Allah Allah; ne oluyor bunlara? deyip evin arkalarına çıktığını gördüm. Döndüğünde, bir süre de söylendi. Meğer ateşte süt pişiriyormuş. Dışarı çıkınca süt taşmış. Ablamın çok üzüldüğünü görünce çok korktum. Kendimin suçlu olduğunu düşünüp bir daha tavuklara dokunmmaya karar verdim. Ne var ki, oradan geçerken uzun bir süre gözlerim yerlerde atacak bir şeyler aradı durdu. Gördüğüm zaman da almamak için içimde bir direnme oldu. Daha sonraları böyle muzırlıkları iyiden bırakmıştım. İşte o zamanlar içimde yapıp yapmama kararsızlığını Sokrates burada çok güzel anlatıyor da, onun kullandığı sözleri bulup yerine ben koyamıyorum.

Yatınca sözde okuduklarımı düşünmeyecektim. Nasılsa aklıma geldi, ilkokuldan beri ben devlet şekillerini öğrendiğimi sanıyordum:

Mutlakiyet, Meşrutiyet, Cumhuriyet. Mutlakiyet, kral ya da benzer bir kişinin buyruğunda olan bir yönetim şekli. Bizim Osmanlı dönemi ya da şimdiki Almanya gibi. Meşrutiyet, kral ya da benzeri bir yetkili yanında halkın seçtiği meclis bulunması, meclisin halk tarafından seçilmesi, meclisin yasa yapma hakkı olması. Örneğin İngiltere, Japonya, İsveç, Alman işgalinden önce Hollanda, Belçika, Danimarka, Yunanistan, Bulgaristan gibi. Cumhuriyet, kendini yönetecekleri doğrudan halkın seçmesi, beğenmediği zaman da değiştirebilmesi, yönetimin kişilere bırakılmadığı bir yönetim şekli. A.B.D, Türkiye, İsviçre, Alman işgalinden önce Fransa gibi. Birden öteki ülkeleri anımsadım, Çin, Hindistan, Mogolistan; Mançurya, Finlandiya, Brezilya, Arjantin, Şili; Meksika yönetimleri nasıl acaba? Şimdilerde İspanya ile Portekiz mutlakiyet mi yoksa meşrutiyet mi? Daha bir sürü devlet var. Özellikle Güney Amerika devletlerini anımsamaya çalışırken uyudum.

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ