Çevre Gezilerinde Değişen Değerlendirmeler- Çatışan Duygusallıklar
5 Nisan 1944 Çarşamba
2. sınıflar, dolaylı olarak söz atıyorlar:
-Köy Enstitüleri, Yüksek Bölümünü biz açtırdık! demeyelim. Önce biz geldik ama çile çekmeye geldik. Ankara'ya geliş gidişlerimiz bile rezaletti. Bizim sınıf kastedilerek:
-Adamlar geldi, istasyon bile kuruldu. Şimdi de köy gezmeleri başladı! 2. sınıflardan Hüseyin Yücel böyle deyince, bizim sınıftan Ekrem Bilgin yanıt verdi:
-Bize karşı bu tür gönül almalar çok doğal, çünkü hemşerimiz Başbakan. Hüseyin Yücel, beklenen tepkiyi göstermedi:
-Senin hemşerim dediğin Başbakan Şükrü Saraçoğlu, yıllardır benim Ankara'mda oturuyor; iş ona kalsa beni de sizden ayırmazdı! Bizim sınıftaki Ankaralı arkadaşlar:
-Bastır Hüseyin Abi! dediler. Hüseyin Yücel gülerek:
-Yok arkadaşlar, yanlış anlaşılmasın; gözümüz yok, yakında biz de gideceğiz; aramızda kıskançlığı yaşatmayalım.
Başbakan Şükrü Saraoğlu'nun İzmirli olduğunu öğrenmiş oldum.
Kahvaltıda Ekrem Bilgin, neredeyse "Akrabam!" diyecek kadar benimseyerek yakınlık gösterdi.
Kumanyalarımızı alıp "Özellikle söylüyoruz" Hasanoğlan İstasyonu'na indik. Tren gelmeden yoklama yapıldı Sami Akıncı, Hasan Gülün, Bekir Temuçin, Ziya Fikri Özlen; Fatma Ersin, Düriye. . . . . . . gelmediği duyuruldu.
Doç. İbrahim Yasa, yanında bir grupla son dakikada yetişti. (Burhan Güvenir, Muhittin Bilgin, Mustafa Buğday, Mustafa Aydoğan, Ali Bayrak, Ali Bilgin, Ahmet Allı, Azmi Erdoğan, Yusuf Demirçin) Burhan Güvenir, öğretmenden aldığı talimata uyarak Lalahan'da ineceğimizi, öğretmenin orada açıklama yapacağını söyledi. Tam bu sıra tren geldi. İstasyon görevlisi Selim Bey'in tümümüz binmeden trene kalkış işareti vermeyeceğini bile bile telaşlanarak trene doluştuk. Binmemizle inmemiz bir oldu. Lalahan'da 1941 yazında bir süre kalmıştık; o nedenle, biz Kepirliler pek yadırgamadık:
-3 yıl sonra gene geldik, burada değişen bir şey yok. Görevliler gene karşımızda öyle durdular. Yusuf Asıl birisine sordu:
-Beni tanıdın mı? Sorduğu değil de az uzakta duran biri tanıdı:
-Sen Ekipçilerdensin, çok gülüyordun!
Öğretmen bizi topladı önerilerini yaptı. Tiftik Çiftliğini görelim, en yakın köy oldukça uzak, yaya yürümek zorundayız, isterseniz bir durak sonraki köye de gideriz! Arkadaşların çoğu önce o köye gitmek istediler. Halil Dere voleybol oynarken elini incitmiş, bileği sarılı. Öğretmen Halil Dere'ye üzülmüş olarak baktı,
-Burada kalacaklar var, beraber olun! deyip başını sallayarak bana da baktı. Doğrusu, hiç de gitmek istemiyordum. Sevincimden güleyazdım. Soruları Muhittin almış, yardımcısı da Ahmet Allı. Ahmet Allı:
-Ne sorusu gardaş, ben, çok keçi çobanlığı yaptım. Yeni şehre sizinle gittim ama çok köylerini bilirik? deyince iyice şaşırdım. Sahiden Ankara Hasanoğlanlılar gibi konuşuyor. Bilirik, yaparık, ederik gibi "erikli!" konuşuyor.
Şakalaşarak oldukça uzun bir yokuşu tırmanarak çiftliğe çıktık. Önceden haberli olduklarından bizi karşıladılar. Karşılayanlar işçi kılıklı kimselerdi. Az sonra kravatlı biri çıktı bizi "Hoşgeldiniz!" türü incelikli selamladıktan sonra sordu:
-Bu kadarcık mısınız? Biz sizi daha kalabalık gelecekler sanıyorduk. Arkadaşlar açıkladılar: “Arkadaşlarımız daha sonra gelecekler.” Konuşan kişi:
-Öyle mi? Yaaa! falan dedikten sonra, “Biz konuşabiliriz öyleyse, onlar gelince de konuşmamızı sürdürebiliriz. Çünkü çok eskilere dayanan bir yaratılışın, uzun geleceklerde sürmesi için uğraş veriyoruz. Nereden baksak saatlar sürer!” dedikten sonra keçilerin çoktandır kapalı kaldığını, havanın ılıması üzerine iki gündür erkenden dışa bırakıldıklarını, ancak bir kaç saat içinde döneceklerini anlattı. Sonra da bu keçi türünün eski bir tür olduğunu, tarihin yazdığına göre anavatanlarının Mezopotamya olduğunu, Osmanlılar oraları alınca bu yararlı keçiyi de Anadolu'ya getirdiklerini ancak keçinin tüm üretilen yerlerde aslını korumadığını, hemen oranın yerlisine dönüştüğünü, bizde de dört yörede genel özelliklerini korumakla birlikte, bunların da öz rengini değiştirdiğini, örneğin Konya yöresinde sarı, Siirt yöresinde siyah, Yozgat yöresinde gri, Ankara’da ise beyaz olmak üzere dört renk ayrımına dönüştüğünü anlattı. Osmanlının bu başarısını gören İspanyollarla Fransızlar, bizden alarak yurtlarına götürmeyi denediler. Başarılı olamadılar. Daha sonra İngilizler, İngiltere'de değil Anadolu iklim koşullarına uygun bölgelerde deneyerek örneğin Güney Afrika ile Avustralya'da başarılı oldular. Onlardan özenen A.B.D. de bir süre sonra başarılı oldu. Bizdeki renklerin en makbulü olan beyazı onlar da ürettiler. Gene de biz dünyada üretilen yıllık 10 ton beyaz tiftiğin yarısı olan 5 tonunun sahibiyiz. Ancak Büyük Savaşların duraksattığı dış pazarlara uzanamadığımız için üretim, günden güne düşmektedir. Bizim çiftliğimiz üretimden çok cins özelliğinin değişmesini önleme amaçlıdır. Siirt, Konya, Yozgat yörelerindeki benzer çiftlikler de cinsel dönüşümün nedenlerini araştırmaktadırlar.
Canlı olarak Ankara keçileri (beyaz tiftikler) keçi diyorsak da bildiğimiz kıl keçilerinden farklı bir yapıdadırlar. Görünüş olarak, ağır tavırlı, başlar küçük, (gövdelere göre) boynuzlar, çok uzamaz. Boyunlar kısa görüntüsü verir. Bu biraz da çok yünlü olması nedeniyle gözleri yanıltmaktadır. Yılda bir kez tüyü alınır (ilkbaharda). Genel olarak bir keçiden 3 kg yün alınır. İyi bakımlı iri keçilerle teke denilen türlerde 6 kg alındığı da olur. Tüy uzunluğu 20 cm. kadardır. Tiftik alınmak istenen keçiler genellikle sağılmaz. Sütünün alınması, tüylerin büyümesini engeller.
Konuşan kişiye, (Oranın müdürüymüş, sonradan öğrendik) az ilerimizde bir grup keçiyi gösterip, yaklaşıp yaklaşamayacağımızı sorduk. Konuşan kişi:
-Biliyorsunuz nisan ayındayız, bu ay onların annelik duyarlığı dönemidir. Korkması, bir tehlike duyarlığı yaşaması doğumlarını etkiler. Gününden önce ya da geç doğurmalara neden olur. (Prematüre) Biz insanlar buna aldırmayız ama yanlış yaptığımız da kesindir. Sayısız çocuğun bu umursamazlık yüzünden kusurlu büyüdüğünü bilmemize karşın, bilmezden geliriz. Böyle doğumlarla karşılaştığımızda hayvanların çok acı çektiğine tanık olduk. (Bu arada konuşanın Veteriner olduğunu öğrendik) Lütfen az sabredelim ağıllarına dönünce çok rahat olurlar, elinizi uzatsanız ellerinizi öperler. (Bir yiyecek verildiğini sanarak bunu yaparlar ama biz buna el öpme diyoruz) Konuşanın veteriner olduğunu öğrenince özellikle Sadri Ertem'in kitabı Çıkrıklar Durunca'yı okuyup okumadığını sordum. Sadri Ertem'i iyi tanıdığını, kitabının olduğunu bildiğini, ancak onun kitabının bir roman olduğunu, kendi meslekleriyle bir ilgi kuramadığını anlattı. “Zaten Sadrettin Bey olayı da bizim alandan biraz dışarıya kaydırmış. Ankara Keçisi deniyor ama günümüzdeki tüm Ankara yörelerinde yaşadığı söylenemez. Özellikle Bolu, hatta Bolu'nun da batı ya da kuzey ötesinde geçen bir olayın tiftik keçilerinin kaçırılmasına bağlanması inandırıcı olamaz. Ancak anlattığı olay doğrudur. Pekala, sürülerle yer değiştirip değişik iskelelerden vapurlara bindirilmiş olabilir.”
Veteriner, bundan sonra tiftik keçilerinin güvenilir, bilgili insanların elinde olduğunu anlattı.
Öğleyi yaptık, gelen giden olmadı. Halil Dere:
-Bizi unutup gitmiş olmasınlar? Bunun olamayacağını söylemekle birlikte istasyona indik, kumanyalarımızı yerken bir grup geldi; onlar da ikiye bölünmüş; bir bölümü yakın köyde inmiş, ötekiler Ortaköy'e geçmiş. Tren saatlarını öğrenmişler, gözler yollarda. Öğretmen de o gruptaymış. Muhittin, veterinerin anlattıklarını söyleyince şaşıranlar oldu. Hasan Özden uyarıda bulundu:
-Ben tam günümde doğdum, annemi kızdırdığım zamanlar, bunu kaç kez söylemiştir. Annem yalan söylemez! Çabuk öfkelenenler, kendilerini tutamayanlar, boyu uzun, boyu kısalar bunu hep düşünsün. Veteriner demek doktor demektir. Aristoteles'e göre hepimiz hayvanız; kimimiz konuşur, kimimiz konuşmaz. Tartışma sürerken beklenen tren geldi, öğretmenle öteki arkadaşlar da inerek bize katıldılar. Onlar, kumanyalarını durdukları yerde yemişler. Sorumlu olarak bırakılan Muhittin Bilgin konuşmaları bir bir anlattı. Hemen, Çıkrıklar Durunca kitabından söz edildi. Özellikle bizim Kepirtepeliler söylenenlere kulak kesildiler. Fikret Madaralı Öğretmen kendisi sınıfta okumuştu, onu anımsattı. Sahiden Halil Basutçu da öğretmen yoruldukça ara ara okuma yardımı yapmıştı. Mehmet Başaran ise çiftlik yöneticisini bize anlattıklarından dolayı kınar gibi konuştu. Ben Müdürün bir veteriner olduğunu, söz konusu yazarı da iyi tanıdığını, Sadri Ertem'in öğrencisi olduğunu söylediğini (Ankara lisesinden), kitabı eleştirmediğini ancak tiftik keçilerinin alanını geniş tutup Ankara Keçisi özelliğine dikkat etmediğini anlattı! dedim. Örneğin Bolu, Zonguldak, Bilecik, Eskişehir yörelerindeki keçilerin şekil benzerliklerine karşın kıllarından tiftik alınamadığını söyledi! dedim. Bu sıra aralarında öğretmenin bulunduğu grup geldi. Kısa bir duraklamadan, neden böyle bölük börçük olduğumuzdan söz edildi. Ancak öğretmenin bunu olağan karşıladığını görünce Muhittin Bilgin sürünün ancak geri döndüğünü, birlikte gitseydik keçileri toplu göremeyecektik! dedi. Muhittin böyle deyince öğretmen birden neşelenerek:
-Bu da bir şans! deyip çiftlik tarafına yöneldi. Öğretmen ne düşündüyse bize dönerek:
-Görmüş olanlar, 2. kez gelmemiş olabilirler; ancak okula birlikte döneceğiz, bu koşula uyalım! deyip yürüdü. İlk giden bizim 10 kişilik grup 20 kadar oldu. Değişik nedenler öne sürüp gitmekten vazgeçtiklerini söylediler. Öğretmenle gidenleri beklerken, söz döndü dolaştı, gene çiftlik müdürünün Çıkrıklar Durunca kitabının eleştirisine geldi. Kitabı başka okuyanlar da varmış, birbirlerini destekleyerek anımsattılar.
Çıkrıklar Durunca romanı düşsel olarak Osmanlı döneminin çöküş sürecini anlatır. Devlet erki zayıf, halk bezgin, gemisini kurtaranlar rüşvetçi taifesiyle tam bir birlik içinde, din sömürüsü doruktadır. Bir bakıma halk, yaşam kaygısıyla dinsel kümelere bölünmüş, kendi dünyalarında yaşam savaşı vermektedir. Sünnilik-Alevilik çatışıklığı doruktadır. Romandaki genel görüntüye göre Aleviler, kendi dinsel kuralları içinde yaşamlarını sürdürmektedir. Bölge olarak Bolu-Mengen-Devrek yöresinde (Tiftik alanı dışında sayılır) geçmektedir. Adaköy denilen yerde Hasan adlı delikanlı, aynı köyden Hatice adlı güzel kızı sever. Her dönemde gene her yörede olagelen bir olaydır. Güzel Hatice'yi köyün ağası, Sıddıkzade de sevmiş, daha doğrusu geçici bir gönül koymuştur. Hevesini giderecektir. Hatice, geçici heveslere takılacak türden değildir, o Hasan'a gönül vermiş, kavline sadıktır. Sıddıkzade de verdiği karardan dönmek istemez, Hatice'yi sıkıştırır. Güzellikle olmazsa Sıddıkzade'nin yapacağı hayvansı işler de vardır. Nitekim Hatice'nin güzel yüzünü acımasızca bıçakla çizerek (aklınca) onu çirkinleştirmiştir.
Hasan yoksul bir aile çocuğudur, bir yuva kuracak geliri yoktur; çalışmak için köyden uzaklaşır. Hasan gidince Hatice evlendirilir, evlilik konusunda öteki tüm Müslüman kızları gibi Hatice'nin de karşı koyma hakkı yoktur. Ancak onun yüreciğinde Hasan vardır, yaşadıkça da o olacaktır. Bir kaç yıl sonra Hasan çıkar gelir. Gelir gelmez de Hatice ile buluşur. Bu, çeşme başında bir konuşmadır. Ne var ki onların özlemi biraz farklıdır, onlar o an kararını vermiştir: Birlikte kaçmak!
Hatice ile Hasan birlikte kaçmış; arkalarında bir iz bırakmamıştır. Adaköy yerinden oynar. Bir süre sonra kaçak aşıklar Dergaha sığınıp, karınlarını doyururlar. Sıddıkzade, tüm köyü yanına çekmiştir. Olay, onun deyimiyle Adaköy'ün de namusudur. Dergaha giremezler ama Hatice bir gün elbette çıkacaktır. Sonunda beklenen olur; Hatice dere kıyısına inmiştir.
Sıddıkzade Hatice'yi öldüresiye döver, Hatice bir süre sonra ölür. Adaköylüler Sıddıkzade'nin bir katil olduğunu bile bile çevresindedirler. Çünkü Sıddıkzade varlıklıdır. Ayıca hükümet kapısında sayısız dostu vardır. Hükümet işleri de zaten iyi gitmemektedir. Köylünün ürünleri satılmamakta; satılsa bile karşılığı zamanında alınamamaktadır. Kasabalardaki tefecilerin adamları köyleri dolaşarak kandırmaktadır. Bu arada Osmanlı Hükümeti de yenilik yapıyoruz! diyerek dışardan gelen tüketim mallarına kolaylık kararları almış, dış pazarların yerli ürünleri lebalep bizim pazarları doldurmuştur.
Çevrede olanlar Adaköy’de de aynen olmuştur. Sıddıkzade köyün tek dükkanını yabancı malla doldurmuş, bunları ucuz yerli üretimlerle değişmeye başlamıştır. Hasan-Hatice olayında Sıddıkzade çevresinde dönen halk giderek işin dalaveresini anlamış Sıdıkzade'ye kin tutmaya başlamıştır.
Dergahın sürüsünü otlatan Hasan ise Hatice'sinin acısını gün gün daha derinleştirmiştir. Onun için söylediği ağıtlar, şarkılar, türküler yüreğindeki ateşi daha da çoğaltmıştır. Dergaha gelenler Hasan'a özel ilgi gösterirler. Bu kez de Şeyh Durdu Hatun karşılarına çıkıp onları uyarır.
Sıddıkzade dergahın tiftiklerine el koyar. Amacı, köyde kimsenin tezgah kurup dokuma yapmaması; ondan hazır bez almasıdır. Sıddıkzade'nin bu denli yerli ürün düşmanlığı halkı ayaklandırır. Toplanıp karar verirler. Bir kurul kurulur, bu kurulun verdiği karar isyandır. İsyancılar kısa bir dönemde etrafı yakıp yıkarlar. Mengen, Devrek yörelerini uzun zamandır kontrolu altında tutan Pazvantoğlu adlı eşkiya çetesi Adaköylülerle iş birliği yapar. Bolu'dan büyük güç gelince de Pazvantoğlu, geri çekilip kaçar. Adaköylüler yiğitçe direnirler. Bu arada Hasan, yanına aldığı birkaç arkadaşıyla gidip Sıddıkzade'nin evini ateşe verir, Sıddıkzade ile yanındaki bir kadını evle birlikte yakar. Adaköylüler, gelen büyük güçlere kahramanca direnip tek kişiye kalana dek savaşı sürdürmüşlerdir.
Sıddıkzade ile tüm varlığı yok olmasından başka, Dergah da yakılmıştır.
Verdiği haklı savaşının sonunda çaresiz kalan halk, dokuma çıkrıklarını kaldırıp ucuz Avrupa bezlerine sarılmıştır.
Böylece, zaten olacak bir olay, uzun süre bekledikten sonra yazar Sadri Ertem'in romanıyla okur yazarlara bir belge niteliğinde kalmıştır.
Arkadaşlardan gülenler oldu. Öğretmenle gidenler çabuk döndüler. Veteriner nedense öğretmenle değişik konuşmuş, daha ziyade çiftliğin geliri-gideri üstünde durmuş. Canlı satış yapılmadığını anlatmış, çalışanların aylığını Devlet ödüyormuş. Otlak ya da kalacak yer için para ödenmiyor, bu nedenle kendi yağlarıyla kavruluyorlarmış. Savaş durumunu atlatınca büyük hamlelere kalkışacaklarmış. Yabancı ülkelerden, özellikle Güney Amerika ülkelerinden ortak çalışma teklifleri alıyorlarmış. Buna karşın bizim halkımızın giderek tiftiği unuttuğunu, buna karşın domuz beslemeye kalkıştığını anlatmış. Bu söz üzerine Öğretmenin:
-Onu da yetiştirsin, onu da efendim, deyişine anlamlı anlamlı baktıktan sonra:
-Öyle mi efendim? deyip iyice susmuş.
İstasyonda toplandık, az sonra tren gelince trene doluştuk. Binmemizle inmemiz bir oldu.
İbrahim Yasa Öğretmen bizden birer rapor istedi. Biraz küçümserce gülümseyerek “buna birer günlük de diyebilirsiniz. "Hafıza-ı beşer nisyan ile malûldur!" dedi, arkasından da:
-Doğru söyleyebildim mi? diye sordu.
Bizim Güzel Sanatlar Bölümü binası önünden geçerken "BUYUR!" ettik. Öğretmen bu çağrıyı tekrarlayacağımızı umut ettiğini söyleyerek teşekkür edip ayrıldı.
Salonda Öztekin Öğretmen yoktu, bir süre gezi üstüne konuşuldu; bu tür gezilerin yararı olup olmayacağı tartışıldı. "Hep yarardan söz ediliyor, zararı nedir? derslikte oturacağımıza kırlarda temiz hava almamız yararsız mı oldu?" Benim sözüme en çok Talip Apaydın yakınlık gösterdi. "Hep köylü çocuğuyuz ama şimdiden, köylerimizden kopmuşuz ya da kopmaya çalışıyoruz. Konuşmalarımız hep kent özlemi üstüne. Oysa kentlerde oturanlar, köyleri bizden daha iyi anlıyor!” deyip bir şiir okudu "Anadolu’nun kaderinden Bahseden şiirler! " Şinasi Özden(oğlu) Daha önce bir şiirini okumamış, adını da duymamıştım. Talip Apaydın'ın şiirle ilgilenmesi hoşuma gitti. Hamdi Keskin Öğretmenden söz ettim. Talip yüzünü ekşiterek onun dersini sevmediğini; o eski bayat şiirleriyse hiç sevmediğini söyleyiverdi. Oldukça şaşırmama karşın belli etmedim.
Arkadaşlar, birer ikişer kemanlarını çıkarınca notlarımı alıp alt odaya geçtim. Çok istekliyken Tchaikovski'nin Polis Dansı'nı olgunlaştırdım. Çalıştıkça parça hoşuma gitti. Adı polisli olunca sertmiş gibi bir tepki duyuluyorsa da parça çok hafif, tam anlamıyla bir dans havası. Piyano çalışırken yaptığımız inceleme gezisini de içimden bir kez daha yaptım. "Kitap okudum!" falan diye kuruntulandığım oluyor ama, okuduğum kitapların çoğu uçmuş gibi. Çıkrıklar Durunca da uçanlardan biri. Kitapta bir Köy Ağasından söz ediliyordu ama arkadaşların bugün tanıttığı Sıddıkzade ile hiçbir bağıntı kuramadım. Tüm romanlarda hacılar, hocalar bulunur, bunların çoğu yaşlı insanlardır; elbirliği etmişçesine zarar verecekleri insanlara zararları başkalarına verdirirler. Buradaki Sıddıkzade genç, kendini ortaya atıyor. Ben, Çıkrıklar Durunca'da da genelde olduğu gibi yaşlıların ortalığa çıkacağını bekliyordum. Örneğin Kuyucaklı Yusuf'ta, Yeşil Gece'de, Vurun Kahpeye'de, Yaban'da öyledir. Yaşlılar gençleri kışkırtıp kendileri geri çekilirler. Talip Apaydın'ın şiir ayırımı ilgimi çekti. Özellikle "Bayat şiir" sözü ile ne kastetmişti? Faruk Nafiz Çamlıbel, en beğendiğim şairdi; onun At, Ali, Çoban Çeşmesi, Secere şiirlerini ezbere biliyordum. Yahya Kemal Beyatlı'yı Büyük şairimiz olarak Fikret Madaralı Öğrtmen tanıtmıştı. Açık Deniz, Mahurdan Gazel, Mehlika Sultan şiirlerini ezber biliyordum. Kemalettin Kamu, Rıza Tevfik şiirlerini sevdiğim şairlerdi. Tevfik Fikret'le Mehmet Akif'in şiirlerini ben de sevmemiştim; yoksa Talip onları mı kastetmişti? Bir yolunu bulup sormayı düşünürken, okula geldiğimiz ilk günler kulağımıza gelen bir sözü anımsadım:
-Eskişehir/Çiftelerden gelen öğrenciler arasında, yasak şiirleri gizli olarak okudukları için polislerce izlenip mahkemeye verilmiş kimseler varmış! Bu söz o zaman bizim üzerimizde çok olumsuz bir etki bırakmıştı. Çiftelerden gelenlerin tümüyle bir süre uzak duruşmuştuk. Özellikle Talip Apaydın çok yaklaşımlı tavrıyla bu zannın sürmesini önlemişti. Kendi kendime sordum:
-Şimdi ne olacak? Hiç kimseye duyurmadan, kendim izleyip kararımı vereceğim. Şiir konusunu da bir süre açmayacağım. O açarsa, piyano durumumu öne sürüp şiir tutkumu geriye attığımı söyleyeceğim.
Yemekte konu gene gezi üstünde tartışmalarla geçti. Öğretmenin bizi çok serbest bırakması hepimizin hoşuna gitmesine karşın gene de eleştirilmesine katılmadığımdan sustum. Bir ara da:
-Okuduğumu sandığım bir kitabı neredeyse bir kez daha okumuş oldum. Kitapta anlatılan Tiftik keçilerini tekrar yakından gördüm (Biz, 1941 yazında da o çiftliğine gitmiştik). O nedenle, ben bu geziden daha fazlasını beklemiyordum.
Günlük gezimiz, olumlu olumsuz yorumlardan sonra 20 günlük Büyük Gezileri ortaya getirdi. O gezilerin ayrı özelliklerinden söz edildi; en az iki öğretmen katılacak. Gruplar kalabalık olmayacak. (Bizim bölüm 25 kişi) Ayrıca aramızda işbölümü yapılıp, kendi işlerimizi kendimiz göreceğimizden arkadaşlara karşı sorumluluk duygularımız söz konusu olacak! Bir başka önemli nokta da, bölüm gezilerinde doğrudan derslerimizle ilgili bilgiler alınacak, o yer için aldığımız bilgiler tazelenip belleğimiz kendisini denetlemiş olacak:
-Yeşil Türbe nerede? Burmalı minare nerede? Uzunköprü kaç kemer üstündedir? Buna benzer sorular bizlerin dikkatini ayakta tutacak. “Haklısın” ya da onaylıyormuş gibi görünmek için “Hı, mı” sesleri arasında yemekten kalktık. Arkadaşların çoğu Güzel Sanatlar salonuna gitti. Ben daha önce verdiğim kararıma uyarak kitaplığa gittim. Pazartesi ile çarşamba akşamları kitaplıkta çalışmam gerekiyor. Çünkü Salı günü Sabahattin Öğretmenin, perşembe günü de Hamdi Keskin Öğretmenin dersleri var. Bu iki öğretmenin önüne boyun bükerek çıkmak istemiyorum. Öteki derslerin boyu- posu bence sınırlı değil, bilmek kadar bilmemek her zaman olası. Oysa Türkçe-Edebiyat derslerinin bir sürekliliği, akar su gibi bir yönde birbirine bağlı gidiyor. Kişiler değişse bile genel bilgiler sürekli. Fuzuli'yi unutsan bile onun özelliklerinin bir bölümü Baki’de, Ahmet Paşa ya da Necati’de var. Onun çağrışımıyla Fuzuli'nin şiir şekilleri üstüne örneğin gazelleri, kasideleri ya da mesnevileri üstüne genel bilgiler verebilirsin. Söylediğin eksik bile olsa, suskunluktan kendini kurtarmış olursun. Bunun için de, bu derslerde susup kalmamanın ilk koşulu, okunup geçilen konuları gene gene okuyup onlardan kopmamaktır. Ben de bunu yapıyorum. Örneğin Necmettin Halil Onan'ın İzahlı Divan Şiiri Antolojisi ile Prof. dr. Köprülüzade Mehmet Fuat'ın Eski Şairlerimiz Divan Edebiyatı Antolojisi çarşamba akşamları, Montaigne, La Fontaine ile Montaigne'i anımsatan bir kitap. Montaigne'den çok farklı ama onun gibi bilgi yüklü. Tanık gösterdiği kişilerin sözlerini de Türkçe söylüyor. Kitabın adı "Felsefe Meseleleri!" Buna sonraları değineceğim.
Hamdi Keskin Öğretmen:
-Konulara tekrar döneceğiz, bu yılki çalışmalarımız bir tanışmadır. Bu yıl bu zincirin büyük halkalarına değiniyoruz; gelecek yıl arada kalanları da ekleyeceğiz, sanat yanlarını da irdeleyeceğiz demişti. Kesin olmamakla birlikte sanırım Hamdi Keskin Öğretmen Necmettin Halil Onan'ın kitabını benimsememiş, onun kitabını izlemiyor. İzlese vezinlerine, söz sanatlarına yer verirdi. Şairleri seçerken de yaş sırasına bakmadan topluluklardan bir tane alıp geçiyor. Kitapta alınan şairlerin özelliklerine baktım; öğretmenin önemsedikleri önek parçalarının başında kaside geliyor. Buna göre biz bundan sonra daha iki şair okuyacağız. Nedim, Şeyh Galip. Çünkü bunların ikisinde kaside var. Ötekilerin örnekleri hep bir tek gazelle örnek birkaç beyit. Bu olasılığa göre yarınki konumuz şair Nedim olacak! Az sonra da:
-Yarın olmazsa gelecek hafta olacak; yaz Nedim'den örnekler! deyip Kaside'den başladım.
Önce, Lale Devri diye anılan süreçte Padişah olan 3. Ahmet'e Sa'adabâd Vasfı Zımnında KASİDE olarak sunulmuştur. ( 1) Sonraları değişik adlar altında anılır olmuştur. İstanbul’a üstün övgü nedeniyle gerçek İstanbul Kasidesi'yle karıştıranlar da vardır. Oysa o kaside, Lale Devri ile adı özleştirilmiş Nevşehirli Damad İbrahim Paşa'ya "İstanbul Vasfı Zımnında İbrahim Paşa'ya sunulmuştur. (2)
Padişah 3. Ahmet'e Kaside (1) Bak Sitanbülun şu Sa'dâbâd-i nev-bünyânınaAdemin canlar katar âb-ü havâsı cânına Ey sabâ gördün mü mislin bunca demdir âleminPüşt-ü pâ urmaktasın İrânına Turânına Ey felek insâf ey mihr-i elhân - ârâ amanBir naziri var ise söylen konulsun yanına Ben de bilmem böyle rüh-efzâlığın aslın meğerHızr tohm-i ömr câvid ekdi nahlistânına Hey ne feyz-i câvifandır kim olur serv-i sehîSürseler bir katra âbın nâvegin peykânıma Hey ne hâlettir ki düdun sünbül-i sir-âb ederUğrasa bâd-ı sabâsı düzahın nirânına Şöyle feyzâfeyzdir cüş-ü hurûş-i nevbârKim erişmiştir telâtum âsmân eyvânına Turfe rengâreng-i aheng-eylemiş sahrâyı pürKüh ses verdikçe şeydâ bülbülün efgânına Sabr-ü tâkatsız çıkup bir gül dahi peydâ ederHande sığmaz goncenin zirâ leb-i handânına Arşedek çıkmakta mânend-i düâ-yi müsteceabUğrayan âb-i musaffâ râh-i şadırvânına Sizde böyle müşg olur mu deyu hâkkinden birazAh göndersem sabâ ile Huten hâkânıma Cedvel-i sîm -içre âdem binse bir zevrakçeyeİstese mümkün varılmak cennetin tâ yanına Olsa ger kasrınkaki nakş ü nigâra bir şebihAnı yanmaz mıydı Gaffâri Nigâristânına Olsa kisrâlar zamânında ya Firdevsî anıEylemez miydi şeref Şehnâmenin ünvânına Gûş kıl ey rüh-i Kisra ey revân-i Cem işitBen kapılmam ehl-i tarihin sühan sencânına İkiniz de olmamış mâlik ana aldım haberinÇerh-î pîrin ant verdim dinine îmânına Dersiniz kim çerh- pîre yok yere verdin kasemKim o bîimandır anın kim bakar îmânına Vaktinizde çerh âmennâ ki bîiman idiEhl-i dil makrûn idi endüh-i bîpâyânına Şimdi ammâ ehl-perverdir müselmandır tamâmOlalı mahkûm Sultan Ahmet'in fermânınaNedim
Ölçü-Vezin Takti. Vak ti niz de çer- h â men nâ ki bî î mâ ni di
Eh- li dil mek run i di en düh i bî pâ yâ nı na
- . - - / - . - - / - . - - / - . -
Fa i lâ tün fa i lâ tün fa i lâ tün fa i lün
Açıklaması. İstanbul'da yeni kurulan Sadabat'ını bir gör, insanı yeni doğmuş gibi canlandırıyor. Hele suyu, havası insanı daha güçlü kılıyor. Sen söyle sabah rüzgarı ki sen bunca zamandır İran; Turan demez dolaşırsın, bir benzerini gördünse getir karşılaştıralım. Bu denli güzel olabileceğini ben de ummuyordum, sanırım Hızır, onun bağına bahçesine sonsuz güzellikler tohumunu ekmiştir. Onda öyle bir üreme gücü vardır ki, bir damlası demir okun ucuna sürülünce düzgün bir servi olur. Ne olağanüstü bir güçtür ki, oranın sabah esintisi, cehennemin isli dumanını sümbül kokusuna çevirir. Baharın neşesi öyle coşkuludur ki, kabarıp çoğalarak tüm semayı doldurmuştur. Çılgın bülbülün yakarışlarını yankılayan dağlar cıhana ayrı bir renk verir. Gülüşler, henüz açılmamış goncaların dudaklarına sığmayınca katlanarak çoğalırlar. Şadırvanların yoluna uğrayan sular, Allah için edilen dualar gibi göklere çıkmaktadır. Elimden gelse de "Sizler böyle misk kokusu gördünüz mü?" diye Sadabat toprağından bir avuç Huten hakanına gönderebilsem. İnanın gümüş nehirde bir sandala binebilen cennetin yakınına yaklaşır. Köşkündeki resimlerden, süslerden bir tanesi (Sadabat'takiler kadar) o kadar güzel olsaydı, kesinlikle onu Gaffarî(1), Nigâristan(2)'ına koyardı. Salt o değil Kisralar (3) döneminde olsaydı Firdevsi de (4)Şehnamasini (5) onunla şereflendirirdi. Ey Nuşirevan'ın ruhu dinle, ey Cem'in ruhu sen de duy! Ben tarihçilerin övücü yazılarına kapılıp kalmam. Bence, ikiniz de böylesi bir eser verememişsiniz. Bunu ben yaşlı felekten öğrendim. Ama siz diyeceksiniz ki yaşlı felek ne bilir? "Biliyorum!" dese de inanılmaz; çünkü onun yemini de geçerli değildir. Ancak o, sizin zamanınızda öyleydi, bu nedenle nice değerli insan onun kötülüğünü görmüştü. Şimdi devran değişti; Şimdi Sultan Ahmet'in fermanı yürürlüktedir. Onun hükmü altına gireli felek de değer korumayı öğrenmiş imana gelip Müslüman olmuştur. )
(1) İranlı bir yazar, (2) Gaffari'nin eseri, (3) Sasaniler Dönemi, (4) Ünlü bir şair, (5) Firdevsi'nin uzun destanı
Kaside (2)İstanbul vasfı zımnında İbrahim Paşa'ya kaside Bu şehr-i Sitanbûl ki bî-misl ü bahâdırBir sengine yek-pâre Acem mülkü fedâdır Bir gevher-i yekpâre iki bâhr arasındaHurşid-i cıhan-tâb ile tartılsa sezâdır Bir kân-ı niamdır ki anın gevher-i ikbâlBir bağ-ı iremdi ki gülü izz ü alâdır Altında mı üstün de midir cennet-i a'lâEl-hak bu ne Hâlet bu ne hoş âb u havâdır Her bağçesi bir çemenistan-ı letâfetHer gûşesi bir meclis-i pür-feyz ü safâdır İnsaf değildir onı dünyaya değişmekGülzârların cennete teşbîhi hatâdırHerkes erişir anda murâdına anınçünDergâları melce-i erbâb-ı recâdırKâlâ-yı maârif satılır sûklarında,Bâzâr-ı hüner ma'den-i ilm ü ûlemâdırCâmilerinin her biri bir kûh-i tecelliEbrü-yi melek andaki mihrâb-ı duâdırMelislerinin her biri bir lücce-i envârKandilleri meh gibi leb-riz-i ziyâdırSer-çeşmeleri olmada insana revân-bahşGermâbeleri câna safâ cisme şifâdırHep halkının etvârı pesendîde vü makbûlDerler ki: "Biraz dilberi bî-mihr-ü vefadır"Şimdi yapılan âlem-i nev-resm-i safânınEvsafı hele bşka kitâb olsa sezâdırNâmı gibi olmuştur o hem sa'd hem âbâdİstanbul'a sermâye-i fahr olsa revâdırKühsârları bağları kasrları hepGûyâ ki bütün şevk ü tarab zevk ü safâdırİstanbul'un evsâfını mümkün mü beyân hiçMaksûd hemen sadr-ı kerem-kâre senâdır.Hey sadr-ı kerem-kâr ki dergâh-ı refiinErbâb-ı dile kıble-i ümmîd ü recâdırSensin o cıhân- sadr felek-pâye ki dâimDergâhına ikbâl ü şeref perde-güşâdırIdin ola ikbâl ü saâdetle mübarekGünden güne ikbâlin ola gün gibi zahirSadrında seni eyleye Hak daim ü sâbitHep âlemin ettikleri şimi u duâdırEy sadr-ı cihan- hân! ede Hak devletin efsûnKim devletin erbâb-ı dile lütf-i Hudâdır.Ez-cümle Nedimâ kulun ey âsaf-ı devran,Müstağrak-ı lütf ü kerem ü cûd u atâdırNedim.
Ölçü-vezin, Takti: I din o la ik bal ü sa â det le mü bâ rek
gün den gü ne ik bal li - no lâ gün gi bi zâ hir
- - . / . - - . / . - - . / . - -
Mef û lü me fa î lü me fa î lü fe û lün
Açıklaması: Bu İstanbul yok mu, çok değerli bir kenttir, bir küçük parçası için bile tüm Acem ülkesi verilebilir. İki deniz arasında bir cevherdir ki ancak güneşle karşılaştırılabilinir. Öyle bir nimetler kaynağıdır ki İrem bahçeleri onun bir gülü olabilir. Cennetin bile onun altında mı yoksa üstünde mi olduğu konuşulabilir. Her yanı yeşil çimenlik, her yanı eğlence yeridir. Onu dünya ile değişmek ile akıl işi olmayacağı gibi cennetle karşılaştırmak da doğu değildir. Orada herkes muradına erer, bunun için de dergahları lebaled doludur. Onun bilgi kaynakları doludur, bu bilgiler kumaş olarak okunup pazarlarında çok çok satılır. Camilerinin hepsi Tanrı'nın göründüğü dağlardır. Dua mihrabları ise meleklerin kaşlarılarıdır. Halkının tavırları mutluluklarını muştular, yalnız güzelleri biraz vefasızdır.
Şimdilerde yapılan coşkulu şenlikler ayrı bir olay ayrı bir kitap işidir. Adı üstünde, şimdi oldu hem sâd hem âbâd, İstanbul bu, hem bakımlı, bayındır hem de insanları mutlu. Bağları, bahçeleri canlı, taze, yeşil olduğu gibi, insanları da zevkli, neşelidir. İstanbul'un tüm özelliklerini saymak olası değil.
Ey, hayırsever, gönlü bol Sadrazam, yüksek dergâhın gönül alıcı, umut kıblesi; o, gök gibi yüce olan cihan sadrazamı sensin! Daima yüksek-yüce olansa senin dergahının perde açıcısıdır. Bayramın bahtlılıkta, mutlulukta kutlu olsun, makamın günden güne daha aydınlık daha güneşli geçsin! Tanrı seni sadrazamlığında başarılı kılsın, şimdi tüm alemin de isteği budur. Ey cihanın sahibi sadrazam! Tanrı mutluluğunu arttırsın, senin devletin, gönül sahiplerine Tanrı lütfudur. Ey dünya veziri, özellikle Nedim kulun lütuf, kerem, cömertlik ve bahşişine gark olmuştur!
GazelTahammül mülkünü yıktın Hülagü Han mısın kâfirHaman dünyayı yaktın ateş-i suzan mısın kâfirKızoğlan nazı nazın şehlevent avazı avazınBelâsın ben de bilmem kız mısın oğlan mısın kafirNe mani gösterir düşundaki ol ateşin atlasKi yani şule-i can suzi hüsn ü an mısın kâfirNedir bu gizli ahlar çak-i giribanlarAcep bir şuha sen de aşık-ı nalân mısın kâfirSana kimisi canım kimisi cananım deyu söylerNesin sen doğru söyle can mısın canan mısın kâfirŞarab-ı âteşin rengi ruyûn şulelendirmişBu haletle çerağ-ı meclis-i mestan mısın kâfirNeden sık sık bakarsın berit-i mücellâyaMeğer sen dahi kendi hüsnüne hayran mısın kâfirNedim-i zarı bir afet esir etmiş işitmiştimSen ol cellât-ı din ol düşmen-i iman mısın kâfirNedim
Ölçü-vezinTakti: Ne dim i zâr ı bir â fet e sir et miş i şit miş tim
Se-n ol cel lât ı din ol düş men - i i man mı sın ka fir
. - - - / . - - - / . - - - / . - - -
Me fa î lün me fa î lün me fa î lün me fa î lün
Açıklama: (Tahammül mülkü, tüm sabrım tükendi anlamında) Sabrımı taşırdın, dur sus anlamıyorsun yoksa sen şu tarihte gaddarlığıyla tanınan Hulâgû Han mısın? kâfir. (Hulagû Han, Mogol İmparatoru Cengiz Han'ın torunu, Bağdat'ı alınca İslâm Halifesini Muttasımı Dicle Nehrine attırıp İslam Halifeliğine son veren Mogol Han İlhanlı Devletinin de kurucusu). Kâfir, burada bir takılma sözüdür. Aman dünyayı yaktın, yoksa sen güneşin en yakıcı yanı mısın? Kız-oğlan arası naz ediyorsun oysa sesin, taşkınlığın deniz savaşçılarını andırıyor, doğru şaşıyorum; söyle kız mısın, oğlan mısın? Giydiğin o ateş renkli atlasın ne anlamı var? Yoksa sen o can yakıcı güzellerden misin? Bu ara ara ahlar; vahlar çekiyorsun, acaba sen de bir aşığın için mi inliyorsun (Acı çekiyorsun) Sana kimileri can kimileri ise canan diyor; doğru söyle can mısın canan mısın? (takılma) İçtiğin şarabın rengi yüzüne vurmuş, alevlenirmiş, yoksa içki meclisinin ışığı mısın? Aynaya ya da aynalara neden sık sık bakıyorsun? Yoksa kendi güzelliğine aşık olup sen de mi inliyorsun? Aşktan iflah olmayan zavallı Nedim'i bir insafsız güzel esir etmiş, bunu duymuşum. Yoksa o din cellâtı, o iman düşmanı sen misin?
Not:Her dizenin sonunda söylemesi gereken "Kâfir! " sözü bilerek tekrarlanmamıştır.
GazelMuradın anlarız ol gamzenin izanımız vardırBeliğ söz bilmeyiz ama biraz irfanımız vardırO şuhun sunduğu peymaneyi reddetmeyiz elbetAnınla böylece aht etmişiz peymanımız vardırMünasiptir sana ey tıfl-ı nazım hüccetin al gelBeşiktaş’a yakın bir hane-i viranımız vardırElin koy sine-i billura aşıka rahm et ziraBeyaz üzre bizim de pençe bir fermanımız vardırGüzel sevmekte zahit müşkülün varsa bizden sorBizim ol fende çok tetkikimiz itkaamız vardırKoçup her dem miyanınla canına can katmada ağyarBe hey zalim sen insaf et bizim de canımız vardırSıkılma bezme gel bigane yok davetlimiz ancakNedima bendeniz var bir dahi sultanımız vardırNedim
Ölçüsü-vezni-Takt: Sı kıl mâ bez me gel biî gâ ne yok dâ vet li miz an cak
Ne dî mâ ben de niz var bir da hî sul tâ nı mız var dır
. . - - / . - - - / . - - - / . - - - -
Me fa î lün me fa î lün me fa î lün me fa î lün
Açıklama: O süzgün bakışların nedenini anlarız, fazla konuşacak söz bilmeyiz ama bu konuda biraz deneyimimiz vardır. Şuhların sunduğu kadehi alırız, Çünkü onlarla doğuştan gelen bir anlaşmamız vardır. (Doğal bir güdü) Hey nazlı dilber, Beşiktaş'a yakın bir viranemiz (Size layik olmayan) vardır, oraya gelebilecek durumdaysanız gelebilirsin. Lütfen billur gibi göğsüne elini koy (Acımasız olma) düşün ki biz de bir belirli (ya da tanınmış) insanız-Bizimki de candır! Ey zait (Tutucu gibi görünen anlayışsız) güzel sevmekte zorluk çekiyorsan bize sor; çünkü bu konuda oldukça deneyimimiz vardır. Başkaları her gece sana sarılıyor (Bize sırt çeviriyorsun) çok acımasızsın, bizim canımız yok mu? (Davet edince) Meclisimize sıkılmadan gelin, çünkü orada size uzak duracak ya da sıkacak kimseler yok, davetlimiz, bir bendeniz (Sizi seven) Nedim; bir de sizsiniz (Sultanımız) olacak.
Gazel (Müstezat)Ey şuh-i kerempişe dilzar senindirYok minnetin aslaEy kan-ı güher anda ne ki var senindirPinhan-ı hüveydaSen kim gelesin meclise bir yer mi bulunmazBaş üstünde yerin varGül goncesisin kuşe-i destar senindirGel ey gül-i ranaNeylersin edip bir iki gün har-ı cefayıSabret de sonraPeymane senin hane senin yar senindirEy dil tek ü tenhaBir buse-i can bahşine ver nakt-i hayatıGer kail olursaSenden yanadır söz yine pazar senindirEy aşık-ı şeydaÇeşmanı siyeh mest-i sitem kahkülü pür hamEbruları pür çinBenzer ki bu dil-dâr-ı cefakâr senindirBiçâre NedimaNedim
ölçüsü, vezni-takti: Çeş mâ nı si yeh mest i si tem kah kü lü pür ham
Mef û lü / me fa î lü / me fa î lü / fe û lün
Eb rû la rı pür çin
Mef û lü / fe û lün
Ben zer ki bu dil dar ı ce fa kâr se nin dir
Mef û lü / me fa î lü / me fa î l ü / fa lün
Bî çâ re / Ne dî mâ
Mef û lü fe û lün
mef û lü/me fa î lü/ me fa î lü/ fe û lün (Fa lün)
Açıklama: Ey gönül kırmayan, cömert güzel, söyle; bu ah çeken gönül senin (Seni seviyor). Hiç oralı değilsin. Ey özü cevher dilber, gönlümde açık, kapalı ne değeler varsa senindir. Sen meclise gelmiş olsan sersiz kalmazsın, ey sarı-kırmızı gül (Rana) sarığımın özel gül takılacak yeri senindir, gel.
Ey gönül, bir süre cefa çekmeyi göze alırsan (al anlamında) sonra, evin, kadehin, sevdiğin senin olur, hem de sevgilinle başbaşa kalmış olarak. Eğer gönlünü ederek, sevgiliden alınan bir öpücük için canını verebilir, ey çılgın aşık, bunu yapabilirsen söz de senin olur, kazançlı da sen çıkarsın. Büyülü bakışlı, aşk sarhoşu tavırlı, kahkülleri burmalı, çatık kaşlı, cefa edici bakışlı dilber, olsa olsa gönlü onun için tutuşan coşkun aşık Nedim'indir!
Hamdi Keskin Öğretmen’e, beğenebileceği titizlikte bir görev hazırladığıma inanarak yattım. O kendisi, bir değil bir kaç kez:
-Bu konulara bir daha döneceğiz, bu ilk tanıma oluyor, sonrakilerde ele aldığımız parçalar salt konu olarak değil sanatsal şekilleri, değerleri, getirdiği yenilikler kısacası ele alınan kimsenin Edebiyatımızdaki yerini de saptamaya çalışacağız! demiştir. O nedenle vezinlerini buldum, özetler çıkardım ama o çağda çok özenilen sanatsal yönlerine değinmedim. Salt beyit kurgusuna göre adlarını yazdım. Gerektiğinde edebi sanatları üstüne de bir kaç söz söyleyebilirim.
Örneğin bir gazel 12-14 ya da 16 beyitlik bir şiir olarak düşünülmez; başarılı bir gazel biçimsel olarak da özellikler taşır. Önce konusuna bakılır. Şair gazelini bir konu üstüne düzenlemişse buna Yek-ahenk, yani ahenksiz gazel denir. Genellikle eski gazellerde konu daldan dala atlar. Bu tür gazeller daha makbul sayılırmış. Ayrıca mısraların uzunluğuna ya da beyitlerin kafiyelenişine göre de adlanırlar. Müstesat Gazel, Musammat Gazel. Böylece Gazellerin kimi kez bir uzun bir kısa mısralardan oluştuğunu görürüz, bunlara müstezat gazel, kimi kez de beyitlerini içli kafiyelerle süsler, bunlara da müsammat gazel adı verilir.
Yekahenk gazel:Yahya Kemal Beyatlı'dan Mahurdan Gazel
"Gördüm ol meh düşüne bir şal atıp MahurdanGül yanaklar üstüne yaşmak tutunmuş nurdan. . . . . . . "
diyerek bir güzelin merdivenlerden deniz kıyısındaki sandala binişini, karşıya geçişini anlatır. Gazeli okurken gerçekten bir güzeli görür gibi oluruz. . . .
Ahenkli gazel: Dehhani'den
" Bir kadehle bizi sâki gamdan âzâd eylediŞâd olsun gönlü anın gönlümü şâd eylediBende idi bunca yıllar kaddine serrevanDoğrulukla kulluk ettiğiyçin âzadeyledi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .Od ile korkutma vaız bizikim lâlinigârGölümüz bizim oda yanmaya mutâdeyledi. . . .
Müstezat Gazel:Nedim'den
Ey şûh-ı kerem-pişe dil zâr senindirYok minnetin aslâEy kân-ı güher anda ne kim var senindirPinhan u hüveydâ. . . . . . . . . . . . . . . . . .
Müsammat Gazel:Fuzuli'den
Beni candan usandırdı - cefâdan yâr usanmaz mıFelekler yandı ahımdan - murâdım şem'i yanmaz mıKamu bîmarına cânân - devayı derd eder ihsânNiçin kılmaz bana derman - beni bîmar sanmaz mıŞeb -i hicrân yanar cânım - döker kan çeşm-i giryânımUyarır halkı efgaanım - kara bahrım uyanmaz mı
Dikkat edilince mısraların içinde de bir kafiye düzeni görülebilir.
Gazeller ayrıca beyit düzenlemesinde de değişik adlar alır. Bunlar:
1. İlk beyit: Matla, 2. Son beyit Makta, 3. en güzel beyit, Beyt-ül gazel, 4. Şairin adı geçen beyit: Mahlâs olarak anılır.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Almanca dersi için 10 sözcüğün Türkçesi bulunacaktı. Ben, 20 sözcük bulup tamamladım. Bir de şiir ekledim eski bir kitaptan.
1, der Zahn: diş. 2 der Unterschreiben: İmza atmak, 3. wergessen: unutmak, 4. der Zweig: dal, dalcık küçük dal. 5, teuer: Pahalı, 6. die Lüge: yalan, 7. der Schuster: Kunduracı, 8. Arm: fakir, 9. dieTraube: üzüm. Nelke: karanfil, 10. der Boden: toprak. 11. tun: yaprak, 12. derTopf: tencere, 13. vergessen: unutmak, 14. bunt: alaca, çok renkli, 15:die Forsilbe: önek, 16. der schlüssel: anahtar. 16. das Schiff: gemi, 17. wartden beklemek. 18. der schrief, 19. Das Nest: yuva. 20. der Kaiser: imparator.
Beherzigung; kendine güvenme, yetinme, kararlı olma!
BeherzigungFayger GebandenBanglisches SchmantenWeibilsches zagen.Ungftlisches klagenWenbet sein klend Allen gevaltenSum trup sich beugenSimmer sich zeigenKraftik sich UrmeDer götter herbei.Johann Wolfgang von Goethe
Çevirisi:
İnsanların istekleri nasıl olmalı?Hoş hoş durmalı mı, yoksa devinmeli mi durmadan?Gördüklerini hep sahiplenmeli mi?Yoksa öylesine, (dervişler gibi) başına buyruk mu olmalı? Başını sokacak bir yeri olmalı mı?Yoksa çadırlarda mı barınmalı? ağaç kovuklarında mı?Korku saçan dünyada habersizmiş gibiDirenmeli mi tek başına kaderine? Böyleleri var sayılsa bile bu uymaz herkeseKendini bilmeli kişi, kendi yolunda yürümeliDuracak yerini, güvenli olduğunu; bilmeli.Ortalığa düşmemeli, düştüğünde de!
Yatınca bir süre Almanca dersini düşündüm; yaptığım doğru mu, değil mi? Bile bile kendimi kandırıyorum. Elimde büyük bir lügat var, ondan yararlanarak ödev yapıyorum ama öğrendiğim bir şey yok. Salt sabırla sene sonunu beklemek; hırıltısız gürültüsüz staj için burada kalmak. Burada kalınca nasıl çalışacağım? Piyano çalışıyorum, Tarih, Sanat Tarihi, Edebiyat derslerini çalışıyorum da Almancaya neden sarılamadım? Bunu anlamaya çalışacağım. Öğretmeni falan bahane ettim ama bunda büyük bir yanılgı içindeyim. Öğretmenin tavırları beni neden ilgilendirsin? Olaya bu açıdan bakıp bir olumlu dönüş yapmayı düşünmeye başladım. Çenelerim gerilerek esneyince yatakta olduğumun ayırdıma vardım.
6 Nisan 1944 Perşembe
Gürültüden uyanmış toparlanırken Abdullah Erçetin :
-Başkan Hüseyin Atmaca akşam geldi seni aradı, önemli bir işiniz varmış, hemen görmelisin! dedi. Düşündüm, Hüseyin Atmaca ile hemen görülecek işim ne olabilir? Kahvaltıda baktım, yoktu. Yapıcılık Kolu bölümünde odası var, oraya gittim. Hüseyin Atmaca çok iyimser, başkalarını rahatsız etmekten çekinen biri; öyle geldi-gittilere gerek görmeden işlerin yürümesini istediğinden haberi ayaküstü söylemek istemişmiş. Okul Müdürü bizimle toplantı yapmak istiyormuş. Ben, niçinini sormadan anlattı:
-Her bölümden birer temsilci bulunmasını istemiş, bizim bölümden de beni yazdırmışlar. Sormadan kendi isteğim doğrultusunda nedeninin adını koyduğum gibi biraz da sevindim, birileri:
-Alavere dalavere, Kürt Mehmet nöbete hesabı akıllarınca beni angaryaya koşuyorlar ama bu benim çıkarıma da olabilir. Sonuç olarak bir görev yapıldığına göre, neden bir değerlendiren bulunmasın?
Toplantının yerini, saatini öğrenip ayrılırken ayaklarım suya değdi:
- Bu toplantı umduğum iş için olamaz! Çünkü geleceklerin içinde 2. sınıflar çoğunlukta, onların yazın burada kalması olanaksız. Ancak toplantıya katılacaklar içinde güven duyduğum kimseler olduğundan bir yanım rahat, ama bir yanımla kuşku içinde kahvaltıya gittim. Masaya oturur oturmaz arkadaşlar sorgulamaya başladı:
-İşe ne zaman başlıyoruz. "Ne işi?” demeye kalmadan olay açıklandı. Yüksek Bölüm Öğrencileri öteden beri kendileri için bir dinlenme yeri istiyordu, işte, öyle bir yer bulunmuş, kısa zamanda tamamlanacakmış. Okul Müdürü bunun için temsilcilerle görüşüp, işi, "İş konusu" yapmamamız için bize bırakmış. Yer de yemekhane binasının bir köşesiymiş. Durum anlaşıldı ama ben sevinemedim. Sevinmediğimi gören arkadaşlar hemen yorum yaptılar:
- Kendisi piyanodan kalkıp gitmeyeceği için sevinmedi! Nasıl söyleyeyim ki? "Ben yazın burada kalacağım haberini beklerken kahveye benzer bir yer yapılacağı haberi karşıma çıktı, bunun neresine sevineyim? Elimde olmadan gene de karşı duruşumu gösterdim:
-Tatile çıkarken buna ne gerek var? İsteyenler zaten çoğu gece öğretmenler için ayrılan yerde oturuyorlar. Şurada 20 gün daha aynı durum sürdürülemez mi? Benim düşüncemde olanlar varmış, yorumlar başladı:
-Maksat, yıl sonu nedeniyle sık sık boş kalan derslerde bizi çalıştırmak!
Sevinçle beklediğim derse yok yere üzüntü üslenmiş olarak girdim.
Hami Keskin Öğretmen gülümseyerek geldi. Geçmiş derslerde üstünde durduğumuz konuları tekrarlattı. Göçebe halkın kullandığı eşyaları gibi kültürü de hafif, kalıcı değil geçici olur. "Dağlar, dağlar ulu dağlar! "diye söylenen bir şarkı ne denli etkili söylense de bizi fazla etkilemez, bunun yanında "Ilgaz Anadolu’nun sen yüce bir dağısın!” denince yüreğimiz hoplar! deyip güldü. Daha sonra yerleşik duruma geçince, kentleşme değiştikçe bu değişime uyan Divan Edebiyatından söz etti. Bu arada bir de uyarıda bulundu:
-Kısaca değindik ama halk edebiyatını sonraya bıraktığımız için yeterince karşılaştırmadık. Divan Edebiyatı bir yerleşik düzen, Halk Edebiyatı ise bir kırsal yaşam edebiyatıdır. Bu nedenle Divan Edebiyatının kuralları katı ve kesindir. Halk Edebiyatının kuralları daha hoşgörülüdür. Bunlar üstünde ayrıca duracağız. Divan Edebiyatı örneği olarak kimlerden okuduk? deyince değişik kişiler adlar söyledi. Fuzûlî, Bâki, Necâti, Ahmet Paşa, Bağdatlı Ruhî, Nef'î, Ali Şîr Nevâî, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Şahismail, Ahmet Yesevi-Yusuf Hashacip, Kaşgarlı Mahmut, Edip Ahmet Mevlânâ, Süleyman Çelebi. . . . . . . Bu adlar karışık olarak değişik kişilerce söylenince öğretmen:
-Bunları yaşadıkları tarih sırasına koyup kısa notlarla tanıtırsak gelecekte bize yardımcı olur! dedikten sonra gülümseyerek:
-Bugün de bir tane ekleyelim; Lale Devri'ni tarih derslerinde hep okuruz! Kalanları görmezden gelip zamanla zaten yıkılacak olan binalara hayıflanırız! dedikten sonra az durdu, devamla; "Bu bizim toplum olarak çok zayıf nayif tarafımız! Öğretmen Eski Yunan uygarlığını, Mısır'ı örnek verdi. İnsanlar, yaptıklarını ayrıntısına dek yazmışlar. Başka ülkelerin yönetimi altına girse de kültürünü sürdürüyor. Uzağa gitmeyelim, Yunanistan Makedonya boyunduruğundan sonra Roma; Bizans, Osmanlı yönetimi altında 2300 yıl kaldı. O, ne mene uygarlıkmış ki, Osmanlı’yı, Bizans'ı Roma'yı bir yana itip Yunan uygarlığına sarılıyoruz. Salt biz değil, tüm dünya böyle! . . . . . .
Gelelim bizim Lale Dönemimize, bu öyle uzun bir dönem değildir, topu topu 14 yıldır. 1715-1730 arası. Derler ki bu 15 yılda yapılan modern, güzel yapıların hepsi bir günde yıkıldı. Yıkılmayan bir 3. Ahmet Çeşmesi, derler. Bu doğru mu? Bakalım şair Nedim ne diyor?
Öğretmen önce Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa kasidesini okuyup, açıkladı. Arkasından 3. Ahmet için yazdığı kasideyi okuyup onu da açıkladı. Sonra da, kendisi Nedim'in dilinin yeniliğine dikkatimizi çekti, eski mazmunları kullanmasına karşın daha Türkçe bir hava getirdiğini, bu yüzden daha kolay anlaşıldığını söyleyip üst üste üç "Sana!" redifli gazel okudu.
1. Gazel- "Haddeden geçmiş nezâket, yâl ü bâl olmuş sana
Mey süzülmüş şişeden ; ruhsâr-ı âl olmuş sana. . . . "
2. Gazel- "Gör kaddi yari, seri çemen söylerin sana
Bak ol dehâna, râz-nihân söylerim sana. . . . "
3. Gazel-
" Çünkü bülülünsün gönül, bir gülistân lâzım sana,
Çünkü dil koymuşlar adın , dilsitân lâzım sana. . . . . . . "
1. Gazel Haddeden geçmiş nezâket yalü bâl olmuş sanaMey süzülmüş şişeden ruhsarı al olmuş sanaBuyi gül takdir olunmuş nazım işlenmiş ucuBiri olmuş hoy birisi destimâl olmuş sanaSihrü efsun ile dolduştur derûnun ey kalemZülfi Harut'un demek mümkün ki nâl olmuş sanaŞöyle gird olmuş firengistan birikmiş bir yereSonra gelmiş güşei ebruda hâl olmuş sanaOl büti tersa sana mey nûşeder misin demişEl'aman ey dil ne müşkilter sual olmuş sanaSen ne câmın mestisin haya kimin hayranısınKendin aldırdın gönül noldun ne hal olmuş sanaLeplerin mecruh olur dendanı sini bûsedenLâ'lin öptürmek bu haletle muhal olmuş sanaYok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber NedimBir peri suret görünmüş bir hayâl olmuş sanaNedim
Ölçü-vezin-takti: Yok bu şeh-r iç / re se nin va / det ti ğin dil / ber Ne dim
Bir pe rî sû / ret gö rün müş / bir ha yal ol / muş sa na
Fa i lâ tün fa i lâ tün fa i lâ tün fa i lün
- . - - / - . - - / - . - - / - . -
Açıklama: Nezaket denilen davranış inceliğini süzgeçten geçirerek senin boyunu yapmışlar (O denli zarifsin.) Şişelerden şaraplar süzülerek yanaklarının rengi oluşmuş. Nazının zarifliği ile şarabın rengi senin, terinle mendilin olmuş. İçin ya da ruhun öyle gizlerle (Sırlar) dolmuş ki sana Harut'ın zülfü ya da doğrudan Zülfü Harut demişler. (Zülfü Harut, güzellikleri topladığı için cezalandırılmış bir melek) Frengistanda yapılan kimyasal ne varsa verilip sana ben yapılmış. Böylece yabancılaşan o güzel gelip sana sormuş "Mey içer misin?" demiş. "Aman Tanrım! "bu ne zor cevaplanacak soru?
Sen kime, hangi güzele bağlandın, kimin hayranısın? Şaşırmış durumdasın hangisini sevdiğini seçemez durumdasın, ne oldu nedendir bu şaşkınlık. Her dudağı öpmek öpen dudakları aşındırır(Tatsızlaştırır. ) Sen renkli olanını öpmelisin, sen buna kendini alıştır.
Ey Nedim! Bu anlattığın ya da anlatmak istediğin biri yok; ya bir peri kızı gördün ya da hayal kurdun!
2. Gazel Gör kaddi yarı servi çeman söylerim sanaBak ol dehana razı nihan söylerim sanaSorma peyamı lâ'lini peyman duymasınEy dil tehalük etme aman söylerim sanaBen şairim o kameti mevzuunu doğusuSevmem desem de belki yalan söylerim sanaVardır huzura söyleyecek bir sözüm anıAda kaçan uyur o zaman söylerim sanaHamdır dü zülfi zülfe veş anında bil hmanEy bâd-ı suph işte nişan söylerim sanaSöylenmez ol peri ile seyr-i Hisâr'ımızZannetme ey dil ânı heman söylerim sanaEy meh rikâbı al da gör ikbali, ben bunuHer vath ü her zaman ü her an söylerim sanHiç bir nişane yok o miyan ü dehadanAgâh olursam ey dil ü can her an söylerim sanaEylerse bana dahi nazar ol hidivi ahtHemçün Nedim sihri beyan söylerim sana Nedim
Ölçü-vezin-takti; Gök kad di ya rı ser vi çe man söy le rim sa na
Bak ol de ha na râ zı ni han söy le rim sa na
- - . / - . - . / . - - . / - . -
mef û lü fa i lâ tü me fa î lü fa i lün
Açıklama: Sevgilimin boyu, gülistanın boyu, çemenliğin boyu gibi diyorum sana, ağzı ise küçüktür ama gizler kutusudur diyorum sana.
Ey gönül yarin dudağından söz etme, sakın kadeh duymasın; aman yavaş davran, ben anlatırım sana.
Ben şairim, o güzelliği sevemedim dersem, inan ki yalan söylemiş olurum sana. Yüzüne söyleyecek bir sözüm var, ancak onu; düşmanlar uyumadan söyleyemem sana. Doğrusu, o peri güzeliyle birlikte girdiğimiz hisar hemen anlatılacak türden değildir, onu ben sonra anlatırım sana. Ey sabah yeli, tanık olasın diye iki zülfünün birbirine bükümlendiğini söylüyorum.
Ey ay, onun özengisi ol da gökleri görenin göremediğin yerleri göreceğini söylerim sana. O belden o ağızdan fazla bir şey görülmesi olası değildir. Ey gönül (Ya da can), onlardan haber alırsam (alınca )söylerim sana.
Bana da bir gün (gelir) tüm güzelliğle görünürse hemen (gelir) Nedim'in sihirli anlatımıyla söylerim sana.
3. Gazel Çünkü bülbülsün gönül bir gülistan lâzım sanaÇünki dil koymuşlar adın dilsitan lâzım sanaNevcevanlık âlemin tâ kim getirsin yadınaDahi pek pîr olmadan bir nevcevan lâzım sanaÇünki şairsin hayali tazedir senden muradPes yeni bir dil rübayı mûmiyn lâzım sanaBir güzel sev duymasın amma sakın zâlim felekGenç ola amma nihan ender nihan lâzım sanaÇünki ta'mir etti tali' hanei virânınıGayri zahir bir münasip mihman lâzım sanaAhüvanı ma'ni nev saydin hep cümledenŞimdi bir gisü kement ebru keman lâzım sanaÇünkü tiri hecrile oldun zaimnâk ey gönülÇek çevir kendin ki bir kaşı-keman lâzım sanaVasfı lâli dilber ise kasdın ey kilki beyanTerceman olmaklığ şirin zebân lâzım sana,Kıl metâ-ı nazmını arâyiş-i sûk-i kemâlEy Nedim-i pür hüner zib-i dükân lâzım sanaNedim
Ölçü-vezin-Takti; Çün kü tî ri hecr i le ol dun za im nâk ey gö nül
Çek çe vir ken din ki bir ka şı ke man lâ zım sa na
- . - - / - . - - / - . - - / - . -
Fa i lâ tün fa i lâ tün fa i lâ tün fa i lün
Açıklama: Bülbül olduğun kesin, öyleyse bir Gülistan'ın (Gül bahçesi) olmalı. Bak; adını dil koymuşlar, (Buradaki dil, gönül anlamındadır) öyleyse bir gönül alıcın, derdini dinleyenin olmalı. Gençliğin ne olduğunu bilirsin ya da bilmelisin ki yaşlanmadan (iş işten geçmeden) bir genç getirmeliler yanına.
Düşün ki şairsin düşlerin hep taze, yenilikler üstünedir. Bu nedenle sana yeniliklerden, güzelliklerden, değişikliklerden söz eden getirilsin. Zalim felek duymadan bir güzel sev, Bir güzel sev ama sahiden güzel olsun. Çünkü Yaratan gönlünü gençleştirdi. Bu nedenle gönül işlerinden anlayan bir mihman gerekli sana. Şimdiye dek ceylanların saçına, püskülüne bakıp yakalanmazlar olarak bakardım. Şimdi ise keman kaşlı, sevgiden anlayan biri gerekli. Oldukça değiştin ey gönül (Aklın başına geldi) Kendini toparlarsan bir kaşı keman yakışır sana. Eğer amacın (Bütün söylediklerin) sevgilinin özelliklerini anlatmaksa, fazla uzatmaya gerek yok; tatlı dilli, sana uyan bir güzel lâzım sana.
Ey usta şair Nedim, sözleri hünerli söyleyen şair. Hüner, bir şiiri süsleyip onunla yetinmek değil; öylesi güzel şiirlerini dükkanlar dolusu çoğaltmaktır.
Hamdi Keskin Öğretmen kısa bir duraksamadan sonra Nedim'in şiir anlayışını da şiirlerini de sevdiğini söyledi. Bize de öteki şairlerle karşılaştırarak okuyunca bunu anlayacağımızı; bunu da iki nedene bağladı:
1. Onun döneminde yetişmiş halk şairlerinin ustalığı,
2. Sınırlı süreci olan İran-Arap kaynaklarının kendisinden önce iyiden iyiye eşelenmiş olduğunu gösterdi.
Bize de:
-İsterseniz Nef'i ile karşılaştırın, Nef'i, "Onlardan üstünüm!" diyerek sayısı azımsanmayan şair anar. Bu bir itiraf sayılabilir. Nedim’de buna pek rastlanmaz. Bir karşılaştırma yapalım!
Öğretmen arkadaşlarla konuşurken önümde açık duran Nef'i'nin 4. Murat için yazdığı Bahar kasidesine yan gözle baktım. Yabancı adlar zaten çizilmişti. Hafız, Muhteşem, Hakani, Rüstem, Cem, Faruk, İkbal, Pervez, İskender, Yusuf, Feridun, Behram olmak üzere 12 yabancı adı işaretledim. Bunların hepsi şair değil biliyorum, örneğin Rüstem savaşçı, Cem ise Hakan, Behram'la İskender’in de birer savaşçı olduğunu biliyorum. Gene de İran şairlerinden alınmış olabilir.
Öğretmen, Nedim'in yaşadığı neşeli hayatın, çevresiyle ilgisini öğrenmemizi, bu açıdan Nef'i'nin yaşadığı günler arasındaki farkları saptamamızı, 1630 yılları ile 1730 yılları arasındaki tarih olaylarını kısaca anımsamamızı istedi.
Tarihi sevdiğim için, istenen ödevi önemsemedim. İçimden, 1630'lu yıllar, çocuk, deli Padişahlar dönemi, Köprülüler yardımıyla az toparlanmalar sonunda büyük felâket 2. Viyana Kuşatması, arkasından büyük bir yıkım, 1687-1703 arası üç padişahın başarısız yönetimleri, kellelerini vermeleri, düşmanların, alabileceklerini aldıktan sonra bizi bir süre rahat bırakmaları, salt Rusya'nın 1711 yılındaki saldırısının püskürtülmesi, arkasından Avusturya ile yapılan anlaşma sonucu başlayan barış dönemi, savaşlardan yılmış insanların barış içinde yaşama özlemi geçti. Bu salt, İstanbul'un bir semtinde görülen uyanma değil tüm Osmanlı ülkesinde bir yaşama sevincinin tomurcuklanma dönemidir. Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa Devletlerine bakışı gibi Batı devletlerinin bakışı da bu dönemde değişmiş, karşılıklı ilişkiler kurulmuş, dış ilişkiler süreklilik kazanmıştır. Azınlıklara daha çok özgürlükler tanınmış, bunun sonucu olarak, İstanbul'da yapısal bir onarım eylemi başlamıştır. Günümüzde bir ilin çiçeğine indirgenerek simgeleşen Lale Devri, Osmanlı insanıyla Batılıların anlaşabilirliliğinin ilk belirtisidir. 1730 kıyamında o güne dek yapılanların hepsi yıkılmış ise de (Böyle söyleniyor) bence bu yetersiz hatta geçersiz bir bilgidir. Azgın bir grup Sadabat denilen yeni bir semti yıkmışsa da, o günün anlayışı içinde yapılan örneğin, azınlıkların Pera ya da Tepebaşı gibi gözde semtlerindekilere dokunulmamıştır.
Öğretmen selam verip ayrılırken dalgınlığımdan uyandım. Özellikle, kitaplığa yetişmek için bizim Kepirtepelilerin telaşı beni uyandırdı, Almanca dersi için Kitaplığa koştuk. Doç. Niyazi Çitakoğlu, çok az değindiği savaş olayıyla söz başladı:
-Almanya'nın tüm dünyayı karşısına alıp savaşmasını delilik sayıyorum ama gene de bu savaşı kazanmasını istiyorum. Kırım'da büyük bir taktikle Rusları tersgeri etmişler! deyince Sami Akıncı:
-Öğretmenim siz hâlâ Almanların bu savaşı kazanacağına inanıyor musunuz? diye sordu. Öğretmen:
-Elbette, ben Almanları iyi bilirim, Adolf Hitler kıvıramayacağını anlayınca yerini bir başkasına bırakacaktır. Ayrıca şimdi Almanlarla savaşan devletlerden bazıları savaştan çekilebilir. Örneğin Amerika çekilse Rusya'nın işi bitiktir. Öğretmen bunu deyince sevindim, babamın bir Rus düşmanı olduğunu anlattıktan sonra buna çok sevineceğimizi tekrarladım. Öğretmen yüzüme baktı:
-Sen beni yanlış anladın galiba. Ben de gönlümden geçenleri söylüyorum ama, kesin bir sonucu düşünmeden konuşuyorum. Sakın bu varsayımlarımı ciddiye almayın. Amerika ile Rusya kanlı bıçaklı düşman, ancak dünyada kalıp yaşama umuduyla bir birine sarılmış durumda. Halk deyimiyle "Denize düşen yılana sarılır!" Bu iki büyük güç bu denli korkmasa bu denli bir birine sarılır mı? Bu iki gücü böyle yapmak zorunda bırakan Almanya gerçekten bu denli güçlü olmasa bunlar olur mu? Sakın benim gönlümden geçenleri, sizin sıkıntılarınızı dağıtmak için söylediklerimi gerçek sanmayın. Savaş üstüne tüm söylediklerim için sobe diyorum; aman arkadaşlar, bu konuda bir görüşe gönül bağlayıp sıkıntınızı atmaya kalkışmayın. Böyle yaparsanız, yarın daha fazla sıkıntıya düşersiniz.
Öğretmen Emrullah'a dönüp “Sobe nedir?” dedi. Emrullah bilmesine karşın yanlış anlamış numarası yaparak, sobanın Almancası olan "Ofen!" dedi. Öğretmen, biraz yapmacık olarak güldü. Arkasından şakalaşmayı çok sevdiğini, Emrullah'ın uzun süredir durgunluğuna üzüldüğünü anlattı. Ciddileşerek gene sordu:
-Sobe nedir? Bu kez Yusuf Asıl parmak kaldırıp açıklama yaptı:
-Emrullah arkadaşımız oyun oynamayı sevmez. Biz bunu, onun Bulgaristan'da yetişmesine yoruyoruz. Dilini bilmediği çocuklarla oynamadığı için, oyun kurallarını da bilmez. Niyazi Çitakoğlu Yusuf'u dinlememiş gibi gene Emrullah'a bakınca bu kez Mustafa Saatçı yorum yaptı:
-Emrullah arkadaşımız ağır hareket eden biridir. Oyunda sobe yapmak için koşmak, çevik hareket gerekli, Emrullah arkadaşımız bu bakımdan çocukluğunda bu sözü hiç söylememiş olabilir.
Öğretmen gülümseyerek hepimize:
-Çok hoşsunuz, benim burada niçin oturduğumu hiç düşünmüyorsunuz. Ben de bunu dalgınlığa getirir gibi yaparak saatı geçiriyoruz. İçinizden bundan memnun olmayanlar da bulunur belki! Bir soralım mı? deyince Sami parmak kaldırdı. Öğretmen söz verince Sami ara sıra böyle konuşmaların dersleri daha neşeli yaptığını, dersimiz Almanca olduğundan Almanca düşünemediğimiz için sıkışıp kaldığımızı anlattı. Sami'den sonra öğretmen bana bakınca Johann Wolfgang von Goethe'den yazdığım şiirle çevirisini okudum. Öğretmen şiir okuyuşumu eleştirdi. Haklıydı, yarım dizelerin seslerini doğru kesemiyordum. Öğretmen Goethe'den bir şiir okudu, Veilhcen! (Menekşe!) Öğretmen Veilhcen, Veilhcen, diye iki kez tekrarlayınca anladım ki benim okuduğum Röslein şiirimi unutmamış. Sonunda gene bana dönerek:
-Goethe ikisinde de aynı acıyı tattırıyor değil mi? diye sordu. Oysa hiç bir anlam çıkaramamıştım.
Öğretmen açıkladı, Röslein için acının bölüşülmesi; bunda, Menekşe'de ise tek yanlı aşk! Sanki ben anlamışım gibi davranınca, öğretmen, arkadaşlara dönerek:
-Siz de azıcık ilgi gösterseniz bizim duygularımıza katılırsınız, şiir bir duygu işidir. Avrupalılar Latinceyi şiir okuyarak öğreniyorlar; bunu duydunuz mu; biliyor musunuz? dedi. Öğretmen, böyle bir karşılaştırma hiç beklemiyormuş olacak, Mustafa Saatçı:
- Bizim din bilginlerimiz de Kur'an'ı ezberleyerek Arapçayı öğreniyorlar! deyince, Mustafa'ya tuhaf tuhaf baktı. Sami Akıncı bir bahane öne sürüp atışmayı önledi. Mustafa Saatçı'ya:
-Sen yanlış anladın, öğretmen, “şiir okuya okuya Latince öğreniyorlar!” dedi. Oysa sen tersini söylüyorsun: Kur'an okumak için öncelikle Arapça bilmek gerekmektedir. Yeni yazıyı kastediyorsan onda da gene Kur'an okuyan Kur'anın anlattıklarını öğrenir. Ben Ömer Rıza Doğrul'un Kur'an'ını okudum ama Kur'anın buyrukları dışında Arapça öğrenmedim.
Öğretmen Sami Akıncı'ya teşekkür etti. Bana da Veilhcen (Menekşe) şiirini verdi. Toplu olarak da yurdumuzda bir zamanlar bulunmuş bir Alman subayın annesine yazdığı mektubu çevirmek için verdi. Yazının başında Moltke yazılı olduğunu görünce anladım, bu, o ünlü Mareşal Moltke'dir, 1870 savaşında Fransız imparatoru 3. Napolyonu tahtından indiren general. Türkiye Mektupları adlı kitabı da vardı. Öğretmen bana takıldı:
- Goethe başka çiçekler için de şiir yazmıştır, onları da bulalım! Söz verdim. Nereden bulacağımı sorunca da Sili Layoş'u söyledim. Oysa Sili Layoş'la bu konuda hiç konuşmamıştım. Salt iyi Almanca bildiğini 1941 yılında birlikte çalışırken yanımıza gelen İköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç Sili Layoş'un ustalığını överken söylemişti. Arkadaşım Hüseyin Orhan'la o zaman Almanca çalışmaya heveslenmiştik. İkimiz de tüm gün Sili Usta ile çalışmamıza karşın bunu ona açamamıştık. Çünkü o, memleketini Almanlar yüzünden terkedip buralara gelmişti. Duygusal olarak önerimizi iyi karşılamayabilirdi. Bu arada da, Milli Eğitim Bakanlığı Kitaplığındaki Dora Abla aklıma gelmişti ama nedense onu da söylemek istemedim. Bunu, düpedüz kıskançlığımdan yapmadım; arkadaşlar, orasını öğrenip doluşursa "Dora Abla!" hikâyemin de sonu gelmiş olur. Doç. Niyazi Çitakoğlu nedense:
-Değişik bahaneler altında Almanca yayınları izlemiyorsunuz. Bari, ara ara alt yazılı filmler geliyor, onlara gidin! dedikten sonra Almancadan çevrilmiş roman okuyup okumadığımızı sordu. Hasan Üner başta olmak üzere birkaç arkadaş birden: Erich Maria Remarque, arkasından da Garb Cephesinde Yeni Bir Şey Yok! Hasan, İnsanları Seveceksin! diye ikinci kitabı ekledi. Başka ses çıkmadığını görünce ben de Merhamet, Bizim Deniz'i (Mare Nostrum'u) ekledim. Öğretmen yüzüme gülümseyerek bakınca bu kez de Mein Kamp aklıma geldi, "Mein Kamp!” diye biraz yüksek sesle söyledim. Öğretmen kaşlarını çatarak esas duruşa geçer gibi yapıp “Heil Hitler'e HAYIIIR! ! ! !” diye uzatarak güldü. Bu kez Adolf Hitler'e Alman halkının neden "Heil!" dediğini anlattı, Heil, onların dilinde iyi, iyilik, temiz, doğru, olgun anlamlarına geliyormuş. Daha doğrusu bizim dilimizdeki "Yaşa!" sözü gibi bir anlam taşıyormuş. Sözün, halk deyimiyle sözlükteki anlamını aşan büyük bir kutsallık anlamı varmış. Öğretmen bu kez de bana Alman Milli Marşını sordu. Müziği üstüne bir konuşma dinlemiştim ama geniş anlamda bir bilgim yoktu. Mahir Canova Öğretmeni düşünerek ödevi yüklendim. Öğretmen buna da teşekkür etti.
Öğretmen gidince arkadaşlar bana acıyımsayarak:
-Adam sana olay çıkartman için yükleniyor, farkında değil misin? türü sözler söylediler. Bu sözlere de hiç aldırmadım; üstelik sorulan bir müzik, müzik okuduğuma göre neden öğrenmeyeyim? Daha önce kimse istemeden Fransız Milli Marşı için ilginç bilgiler toplamıştım.
Öğle yemeğinde de gene aynı konu açılınca bu kez biraz çıkışarak:
-Ben öğretmenin son günlerdeki tavırlarından gocunmuyorum. Üstelik bana eski günlere göre daha güvenli davranıyor. Örneğin; "Alman Milli Marşı için bilgi bulamadım!" desem, bana kötü bir söz söyleyeceğini hiç düşünmüyorum. Olsa olsa, verilen görevi yerine getirmediğim için sizlere baktığı gibi bakar! diyerek konuyu kapattım.
Yemekten kalkınca geçen hafta konuşulan yeni çalışma programı anımsandı; bugünden başlayarak 4 arkadaşımız haftanın bir günü Enstitü Bölümüne gidip iki ders uygulama çalışması yapacak. Kura çekilerek sıralanacak bu çalışma günleri Enstitü Bölümünün ders kesimine dek sürecek. Hemen parmaklar sayıldı; 6 Nisan, 13 Nisan, 20 Nisan, 27 Nisan, 3 Mayıs, 10 Mayıs, 17 Mayıs, 24 Mayıs, derken uyaran oldu:
-Enstitüler ondan önce tatil olacak! Biz kapıdan girerken Öztekin Öğretmen yetişti, sanki tartışmalarımızı duymuş gibi:
-Biliyorsunuz, bugün yeni bir programa başlıyoruz. Sizler değişerek nöbetleşe yapacaksınız ama hiç değilse bir süre ben iki saat orada olacağım. Baştan sıkı tutup işi yoluna koyabilirsek, sonrası öyle gider! Yüzlerine bakarak arkadaşları dörder dörder ayırdı; Ali Kuş, Kadir Pekgöz, Halil Yıldırım-Yusuf Demirçin/ Nihat Şengün, Abdullah Erçetin, Muttalip Çardak, Mehmet Ünver/Kamil Yıldırım, Talip Apaydın, Azmi Erdoğan, İbrahim Şen. Öğretmen küçük kağıtlara birden dörde dek numara yazıp çektirdi. Kamil Yıldırım 1, Ali Kuş 2, Nihat Şengül 3 numaraları çekti. Ekrem Bilgin'le ben kenarda kaldım. Ben sustum. Ekrem dayanamadı:
-Öğretmenim, biz! derken öğretmen:
-Sen bana yardım edeceksin, İbrahim gerek görüldükçe alıp akordiyonu oraya gidecek. Bunu da sen izleyip kovuşturacaksın. Merak etme, elbirliğiyle bu işin içinden çıkacağız! Biz serbest çalışma saati olarak enstrüman çalışırken Öztekin Öğretmenle beş arkadaş gitti. İşin içeriğini bilmemize karşın arkadaşlar bir süre olur-olmaz tartışması yaptı. Arkadaşlar gelince olay iyice anlaşıldı. Şimdilik 2. 3. sınıflara Müzik Dersi altında bildiğimiz, şarkıları-türküleri doğru olarak söyletmek (Bizim söylediğimiz gibi) 4. 5. sınıflara bizim bölüm 2. sınıflar, geçen yıldan beri giriyormuş. Çoktandır açmadığım akordiyonu açtım. Talip Apaydın'ın bir zamanlar:
-Yaz gelince burada keman çalışacağım! diye peylediği alt kattaki bölümlerden birini düzenleyip akordiyon çalışma yeri yaptım. Kapısı da var. Zaten piyano odasının bitişiği. Enstitü bölümüne geçen yıldan beri ara ara giden Abdullah Ön'le Şevki Aydın'dan, şarkı-türkü adlarını, Ekrem Ula'dan da oyun adlarını aldım. Piyanodan usanınca onları tekrarlamaya karar verdim. Zaten sabah oyunlarının 15 Nisan sabahı saat 06:30’da başlayacağını biliyordum. Bu da benim bu yaz burada kalacağımın en belirgin işaretiydi. Geçen yıl kalan Hüseyin Çakar'dan soracaklarımı sormam söylenmişti.
Konuşmaları duyan Abdullah Ön’ün bu konuda hazırladığı yazıda oyunların, şarkıların, türkülerin listesi var. "Al arkadaş, sana bir yardımım olsun!" deyip bir liste verdi. Listedekilerin bir ikisi dışındakilerin hepsi vardı ama bu liste beni daha da cesaretlendirdi.
Liste: 1- Milli oyunlar: Harmandalı,Bengi,SomalıAydın ZeybeğiDağlıKordon ZeybeğiArpazlı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7 Oyun 2. Halaylar: Çankırı HalayıDanarayka (*)Merzifon HalayıHoşbilezikTemurağa,KalecikHaynora (*)Erzincan'dan Kemah'tanHey Sürmeli. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9 Halay 3. Marşlar: İstiklâl MarşıZiraat "Gençlik "Toprak "Ant "Dumlupınar"Ankara "Harbiye "İzci "İler "Onuncu Yıl". . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11 Marş 4. Şarkılar: YalancıSansarBülbülBaltalar ElimizdeOkulda ÇocuklarYaşasın OkulumuzSabahSonbaharGeceVedaDemirciRüzgar EserKışKuğularEl gibi dolaşma . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15 Şarkı 5. Türküler: ÇiçeklerZillerArpa BuğdayÇiğ KöfteBalta DestanıKöroğluZekiyemKeklikEfe TürküsüGülelim SesimizEdremit EfesiYenice YollarıMenekşeMecnunum LeylamıMeşeliAyşemDeğirmenin BendineGevheri'denPara DestanıEşimden AyrıldımBülbülAtımı BağladımGökçen EfeSüpürgesi YoncadanKınıkSivrihisar KoşmasıAltın YüzükŞişmanoğlu. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .28 Türkü
Oyunların hepsini hem oynadım hem de çaldım. Marşları söylemem bile gereksiz hepsi parmaklarımın ucunda; şarkılar da öyle. Türkülerinse çoğunun adını yeni duyuyorum. Ancak bir kaygım yok, türkülerde zaten bir katılımcı ödevi yapıyorum; çocuklar söylüyor ben onları izliyorum. Ancak belli noktalarda yapılan uzatma ya da dağılmaları akordiyonun sesini yükselterek uyarıyorum.
Yukarıya çıktığımda arkadaşların çoğu olandan memnun. Hemşerim Kadir Pekgöz bile, "Çocukların arasında dolaşmak, buradaki suskunluktan iyi!” gibi bir söz söyledi. Hemşerime karşı olmak istememekle birlikte ona katılanların sığ görüşlerine önce güldüm, sonra da sorular sorarak konunun irdelenmesine zorladım. Öğrenciler, her zaman ilk karşılaştıkları öğretmene gösterdiği saygıyı göstermez. İçlerinde, durup dururken olay çıkaranlar olur. Biz gerçek öğretmen olmadığımız için, bize, ummadığımız engel de çıkarabilirler. Bu nedenle olayı, o denli küçümsemeyelim! Bu kez de, "Karşılaşılacak olasılıkları!" olmadan ele almanın mantıksızlığı ortaya atıldı. Olacakları, olduğu yerde çözmenin erdeminden söz edildi. İlk bakışta yalnız kalmış gibi görünmeme karşın üzülmedim. Arkadaşlarımın özlemlerinden, deneyimlerinden yararlanacağım sevincini şimdiden duyumsadığımı söyleyip ayrıldım. Oysa durum o denli kolay değildi.
Çok eskilere gittim, ilk üç sınıfı tek öğretmenden okuduğum için bu konuda bir ayrım anımsamadım. Ancak 4. 5. sınıflarda öğretmenler çoğaldı. Dersler arası dinlenmelerde bile değişik öğretmenlerin değişik isteklerini sezmeye başladım. Dersine girmediğime hep üzüldüğüm Münevver Öğretmen bahçeye çıkınca sanki güller açıyordu. Fıtnat Öğretmeni büyük kapıda gören okul arkasına neredeyse koşarak sığınıyordu. İkisinden de arkadaşlarım önünde olumsuz bir duruma düşmedim. Ancak düşenleri görünce Fıtnat Öğretmen benim için öcü olmuştu. Yıllar sonra okulun bir işi için bir grup öğrenci biraz uzakça bir yere gidecekti. Namık Öğretmen beni de seçmişti. Okul merdiveninde Okul Müdürü Nejat İdil'le karşılaştık. Onlar kapının önünde, ben arkalarında kalmış beklerken konuşmalarını zorunlu dinledim; okul müdürü Namık Öğretmene sordu:
-Yanına bir öğretmen arkadaş daha alsaydın, çalışma grubu değişince çocuklar boş kalmasın! Namık Öğretmen, "Hidayet Gülen Öğretmen geliyor!" yanıtı verince Okul Müdürü gülümseyerek:
-Ben de onu önerecektim, Çocuk halet-i ruhiyesinden habersiz, üstelik bir de gammazlığı öğretmenlik için hak sayanla gidersen sıkıntın katmerleşir!" deyip Namık Öğretmeni uğurlamıştı.
Kapı önünde duyduğum, doğrusu önce pek de doğruca anlamadığım bu sözü sonraları çok iyi anladığım gibi sayısız olayda birçok öğretmeni de bu söz terazisiyle tarttım. Gerek derslikteki şakalaşmalarda gerekse öğretmenlerle olan acı tatlı ilişkilerde hep bunu düşündüm. "Çocuk haleti ruhiyesinden habersiz!" Son sınıfa geçtiğimizde bu kez yeni gelen okul müdürümüz İhsan Kalabay, Mehmet Yücel arkadaşımla beni, uygulama dersleri soruşturması için Lüleburgaz Maarif Memurluğuna (İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü) göndermişti. Arkadaşım Mehmet Yücel'le ikimiz, aynı zamanda Arıcılık Öğretmenimiz olan Salih Arı Öğretmenin odasına girdiğimizde bizi çok içtenlikle karşılamış, Lüleburgaz'daki iki okul gibi köy okullarında da rahatça çalışabileceğimizi söylemişti. Biz bunu, Lüleburgazlı oluşumuza yorup içten içe gururlanırken Mehmet Salih Arı Öğretmen birini arattı. Arattığı öğretmeni daha önce tanımıştık. (Daha önce biz Kepirtepe'deki okulu kurarken 8 ay bu okulda kalmıştık) Hakkı Yücel adlı öğretmen. Hakkı Yücel şimdilerde Mehmet Salih Öğretmenin yardımcısıymış. Uzunca konuşmalardan, sınıf öğretmenlerini bir bir gözden geçirdikten sonra çalışma günü, saati, sınıfı verdiler. Verilen uygulama sınıflarımı görünce ben pek memnun olmadım. Daha doğrusu ben işin gösterişindeydim, başka bir düşüncem yoktu; yeni yeni akordiyon çalıyordum. İstiyordum ki 5. sınıflara gireyim, onlara marifetimi göstereyim. Hakkı Yücel Öğretmen ayrıldıktan sonra Mehmet Salih Öğretmen bize neredeyse fısıldayarak olayı anlattı:
-Öğrencilerimizin sizi beğenmelerini istiyoruz. Ancak öğrencilerin beğenmeleri için onların güvendiği kimselerin de katılması gerekir. Maalesef tüm öğretmenlerimizden bunu beklemiyoruz. Bu konuda yapacağımız en küçük uyarı ummadığımız bir tepki de oluşturabilir. Halk deyimiyle; "Kaş yapalım derken göz çıkarmayalım!" Sizi yakından tanıyorum, öğrenmek istediğinizi inceliklerine dek öğrenmek isteyeceksiniz. Sizin istediklerinize doğru yanıt verecek öğretmenimizin sayılı olduğunu şimdiden bilmenizde yarar var.
Mehmet Salih Öğretmen'den ayrılınca bir süre bakışıp bakışıp gülüştük. Biz buradan bir şey öğrenmeden çıkacağımız için üzülürken, bir şey öğrenmemişlerin yurdu çoktan kapladığını öğrenmekte geç kalmışız. Bu kez de kendimizi kınadık; "Okula girdiğimiz günden beri öğretmenler bize anlatıyor; anlattıklarını da koyun kaval dinler gibi dinliyoruz!" Mehmet Yücel, sıkıldığını söyledi, “Uygulama derslerine Lüleburgaz içinde değil köylerde girmeyi önerelim. Bir iki örnek dışında köyler üzerinde duralım.” Kendimize savunma da bulduk. Lüleburgaz'da her sınıfın öğretmeni var, yüz yıllık okul. Oysa biz yokluk içindeki okullarda çalışacağız. Bizim uygulamalarımız salt çocuklar üstüne olacak! Sahiden buna arkadaşlarımızı inandırarak, Turgutbey Köyü okulunda bir hafta topluca uygulama yapmıştık. Aradan henüz bir yıl bile geçmedi, bu süreçte öğretmenlerde ne değişti ki? Bugün de aynı duyarsızlıklar sürüyor. Mehmet Yücel'le o gün efkârlanarak söylediklerimizi gene tekrarlayabiliriz.
Öğle yemeğinde, karışık duygular içinde karışık konular üstüne tartıştık. Daha doğrusu tartışma değil de dertleşme oldu. Sanki az önce ben, geçmişte tanık olduğum olayları gene anlatmışım gibi bu kez arkadaşlar benzerlerini ortaya getirdiler. Ekrem Bilgin doğrucu, ya da kestirme gidenlerden:
-İyi öğretmen olup olmamak insanın kendi elinde olan bir şey değil, kötü yöneticiyle çalışırsan nasıl iyi olursun? diye sordu. Arkasından da “Kötü öğrenciyle karşılaşırsan ona nasıl yardımcı olursun?” sorusu soruldu. Abdullah Erçetin, uzlaşımcı arkadaşım, gülerek:
-İyi ya, biz de iyi yönetici ile uyumlu öğrencileri bulup çalışır, başarılı öğretmen oluruz! Hepimiz güldük! “Belki de şimdi de öyleyizdir, 7 aydır; ara ara yakınmamıza karşın büyük bir kötülükle karşılaşmadık!” Sanırım, bu söz üzerine herkes içinden bir geçmiş taraması yaptı. Herkes gülümsedi:
-Sahiden öyle, yakınıp duruyoruz ama bize verilen ödevleri de istenilen ölçülerde yapmıyoruz. Halil Yıldırım Malik Aksel Öğretmeni anımsattı; “Bakın adamcağız geçen hafta üç ressam saydıktan sonra:
-Bundan ötesi size düşüyor! dedi. Yarın dersi var, bize sorsa, hangimiz yanıt verir?” İbrahim Şen yanıtladı:
-Şimdiye dek kim kime soru sordu da yanıt aldı ki? Bir sessizlikten sonra, herkesin yüzü değişti. İlk anımsadığım, geçmiş derslerimizin birinde Malik Aksel Öğretmene bilgiççe müzikten söz etmiştik, Mussorgsky'nin Bir Sergiden Tablolar'ını ona anlatmaya kalktığımızda hiç istifini bozmadan bize müzikle anlatılan tabloların adlarını söylemişti. Sormaz ya, bir gün sorsa hangimiz yanıt verebiliriz? Hangimiz, örneğin, Bir Sergiden Tablolar’ın ilk tablosu "Promenade!" diyebiliriz? (Bunu bile bilmek önemlidir. Çünkü bu tema ara ara tekrar eder, neredeyse öteki tabloları bir birine bağlar.) Kimi yorumculara göre promenade tablodan tabloya dikkatle bakarak geçen besteciyi anlatır. Böylece 1. bölüm, Promenade ile başlar 2. (Gnomus) Cüce. Gene promenade, 3. İlvecchio kastello, bir Trubadur şarkı söyler, onu promenade izler, 4. Bydlo, promenade, 5. Civcivler balesi, 6. İki Polonyalı (Biri varsıl öteki yoksul, (Samuel Goldenberg-Schmuyle) promenade, 7. Limoges pazarı, 8. Yeraltı Mezarı, 9. Babayaga Kulesi, . 10. Kief'in Bogatyrler Kapısı. . . .
Açıklama:1. Promede, (Promenade, Fransızca gezintidir. Böylece bu gezinti izlenen tablolar arasında sürer. 2. Gnomus, ufak daha doğrusu cüce anlamındadır. 3. İl vecchio castello, bir orta çağ şatosu, önünde bir Trubadur (bizim saz şairlerimiz benzeri) şarkı söylemektedir. 4. Tuillerie Bahçesi, oynayan çekişen çocuklar, yanında bakıcıları. 5. Bydlo, öküzlerle çekilen eski tip bir Leh arabası. 6. Kırılmamış kabukları içindeki civcivlerin balesi. 7. İki Leh yahudisi, efendisi, uşağı, 8. Limoges'te bir pazar (bir kent), Pazarcıların atışmaları. 9. Eski bir mezarlıkla Babayaya Kulesinin uzaktan görünüşü. 10. Kief'in ünlü Bogatyrler kapısıdır. Mussorgsky'nin eseri Bir Sergiden Tablolar’ı dinler ya da konuşurken bunları yerine koyabilir miyiz? Ben çalışırken böyle ayrıntıları düşünüyorum. Çok dikkat ettim, öğretmenler, hepsi değilse bile çoğu bir konuyu anlatırken; hangi nedenle olursa olsun konu saptırılınca şaşkın şaşkın durup kalmıyor, konunun sapıldığı yerden bir yolunu bulup ya eski konuya dönüyor ya da konunun yeni yönüne yönelip o konuda söylenmesi gereken sözleri söylüyor. Bunları düşünerek kendime, daha rahat çalışarak bilgi edinme yolu bulmaya çalışıyorum. Bu konuda öteki arkadaşlardan biraz farklıyım, bunun ayırdındayım. Ne var ki bu yeterli değil. Örneğin Malik Aksel Öğretmen için küçük bir hazırlık yaptım. Geçmiş yıllarda, İspanyol Ressam Goya ile bir düşes aşkından söz eden kitap okumuştum. Goya diye 18. yy'de yaşamış birini anımsıyordum ama, biliyordum ki bu Malik Öğretmenin istediği bilgi değil. Daha önce üstünde durduğum Andrea del Sarto olayını da unutmamıştım. Fransız Kralı 1. Fransuva'nın resim severliğini, Rus Çariçesi 2. Katerina'nın (1770-90) özel bir müze yaptırdığını, bizim ülkemizde çıkarılan eski sanat eserlerinin, örneğin Milo Venüsü gibi Truva ile Bergama'dan çok eser kaçırıldığını biliyordum. Ne var ki, bu dağınık bilgiler derste sorulacak soruların karşılığı olacak mı? Mikelanjelo, Rafaello, Leonardo da Vinci. . . . . Musa heykeli, Aziz Petrus Bazilikası, Madonna... İstediğin kadar ad sırala, bunların bir araya gelmesi için ustalıklı anlatıma gereksinim var. İşte önemlisi de bu; belli ki öğretmenler bizi bu konuda eğitmeye ya da bu tür çalışmaya yönlendirmeye çabalıyor.
Kitaplıkta ansiklopediyi karıştırırken bir yazıyla karşılaştım; Güzel Sanatların En Yaygını RESİM! başlıklı yazı ilgimi çekti. Adı resim ama doğrudan Sanat Tarihi ile ilgili. Eski Çağlarda Resim, Orta Çağda Resim, Rönesansta Resim gibi başlıklar altında hiç duymadığımız bilgiler var. İnsanların binlerce yıl önce resim yaptığından söz ediliyor. Eski Mısır'da papirus kağıdına İsa’dan önce 3000 yıllarında çizilen resimlerden, daha sonraki yıllarda moda olan ev duvarlarına yapılan resimlerden söz ediyor. Eski Yunanistan, daha sonra Roma dönemlerinde de resim sanatının sürdüğünü, Bizanslılar döneminde ise kilisece de benimsenen resim, mozaik sanatı eliyle insan kılığını ölmezleştirmek amacıyla kullanılmıştır. Din ileri gelenleri, Hıristiyanlık dinsel söylemleri kiliselere işlenmiştir. İstanbul/Ayasofya ile öteki kiliselerdeki örnekler İstanbul Türkler tarafından alınınca bu işin ustaları İtalya'ya giderek orada daha rahat bir ortam bulunca bu kez doğrudan insan resimlerine el atılmış, İsa başta olmak üzere Hıristiyanlık uğrunda çalışanlar kiliselere çizilerek Ressamlık alanı genişletilmiştir. Rönesansın getirdiği günümüz resim sanatı böylece dinsel yasakların kıskacından kurtulmuş, insanların duygularını geliştiren, yaşamın sevilmesine katkısı olan bir boyut kazanmıştır. İslam Dinini benimsemiş ülkelerde dinsel olarak yasak olmasına karşın giderek oralarda da resim sanatı hızla benimsenmektedir. İlginç olan Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde de kiliselerde resim yasak edilmek istenmiştir. Uzun uğraşlardan sonra mozaik benimsenmiş, özellikle Ayasofya Müzesi yapıldıktan sonra Hıristiyan dünyasında bir model sayılıp Rönesans'ın doğup gelişmesine destek olmuştur. Rönesansla büyük bir benimsenme kazanan Resim Sanatı sonraki dönemlerde genellikle insanla doğayı konu edip uygarlaştıkça daha güzeli düşleyen çağdaş insanların özellikle yaşamının bir parçası durumuna erişen görsel değişim (Fotoğraf-Sinema-renkli spor gösterileri-Moda gösterileri) ortamında “Olmazsa olmaz!” diyebileceği bir düzeye ulaşmıştır.
Yazdığımın eksik olduğunu bile bile burada kestim. Hıristiyanlar yasak olan resmi kiliseye nasıl sokmuşlar, okuyunca şaşırdım. Örneğin Hazreti İsa’nın yüzü çizilemez diyenlere, “Hazreti İsa terleyince yüzünü silip mendilini attı, mendilin terli yeri kurumadı; böylece yüzü bize kaldı” diyenler olduğu gibi, “kendisine yapılan işkenceler arasında yüzündeki kanların silinen mendildeki izlerine göre sonradan İsa'nın yüzü ortalığa çıkmış oldu!” diyenler taraftar topladıkça İsa'nın resmi yapılmaya başlanmış. Bunca kilise ya da müzede İsa resimlerine karşın, günümüzde de yasakçılar bulunmasına karşın sayıca az olduklarından sesleri duyulmuyormuş. Nedense bizde böyle bir kıpırtı yok. Okullarda resim dersi gören çocuk, sergilerde öğrenci gezdiren öğretmen, şarkı söyler gibi kendini duyarlığa kaptırmadan, yeri gelince "Dinimizce resim yasaktır!" deyip geçiyoruz. Öte yandan cami resimleri kartpostal olarak tüm dünyayı dolaşıyor. "Bu ne perhis, bu ne lahana turşusu! Tarihin yazdığına göre; "Gavur icadı!” deyip bir süre askerler tüfek kullanmak istememiş. Şimdi herkesin belinde bir tabanca var. Babam kahveye gramofon aldığında bizim köyde de buna benzer söz edenler olmuş. "Gramofon, gavur icadı, içinde şeytan saklanıyor!" diyenlerin sonra sonra gramofon dinleme tiryakisi olduğu söylenip gülünürdü.
Böyle düşünerek yattım ama, gramofonun, olmayan sesi nasıl koruduğunu, bunca gramofon, pikap kullanmama karşın anlamış değilim. Sorduklarım hep aynı sözleri söylüyor:
-Sesler önce plağa alınır, sesler plağın çizgileri arasında kalır, iğne plağın üstünde gezerken sesler tekrar çıkar! Onu, biliyorum, anlatmaya gerek yok. İşte bildiğimin ötesinde de bir olay var, orasını anlamıyorum. Çevremdekilere bakıyorum, onlar çok rahat; çoğu da bana hayranlıkla bakıyorlar:
-Sen bunu kullanmayı nasıl öğrendin? Oysa bunu bana kimse öğretmedi; kahvede yıllarca babam, ağabeylerim kullanırken baktım. Bir gün kahvede yalnız kalınca denedim oldu. Zaman zaman deneyimi arttırdım. Babam bunu anlamış, bir gün:
-Hadi sıra sende! deyince koşarak gidip gizli yaptıklarımı kanıtladığım gibi sevdiğim plağı koyarak gizimi de açıklamış oldum:
-Evvel kendin gelirdin baygın Cemilem, şimdi selamı kestin! Plağın söylediği Baygın Cemile’yi bilmezdim ama benim C'nin, çalınan plağı dinlediği kesindi; o denli yakın oturuyordu.
7 Nisan 1944 Cuma
Nedense uyanır uyanmaz, Malik Aksel Öğretmeninin, Mussorgsky'nin arkadaşının sergisindeki tablolar için yazdığı eserin ayrıntılarını nasıl aklında tuttuğu geldi. Derken onun Bir Resim Sergisinde Otuz Gün adlı kitabı; arkasından da önümüzdeki günler gideceğimiz söylenen Etnoğrafya Müzesine takıldım. Malik Öğretmen bize resim, heykel ya da benzeri sanatlardan söz ediyor ama bunların toplandığı yerler hep müze olarak anılıyor. Louvre Müzesi, Ermitage Müzesi, dün yeni birini öğrendim Madrid/Prado Müzesi. Etnoğrafya Müzesine niçin gidildiğini bilir gibiyim (Atatürk için) Ancak orada da resim ya da heykel var mı? Louvre Müzesinde sürekli sergiler olduğuna göre neden Louvre Sergisi denmiyor? Müze anlamı, sergiden daha mı kapsamlıdır?
Bu düşüncemi kahvaltıda arkadaşlara da açtım. Bana katılanlar oldu. Ekrem Bilgin hemen Ayasofya Camisi'nin müzeye çevrilmesini örnek gösterdi. Ayasofya deyince Topkapı Sarayı aklıma geldi, ancak çabuk toparlandım, orası saray, Dolmabahçe, Yıldız, Beylerbeyi Sarayları gibi.
Konuştuk ama kesin bir sonuç almadan derse gittik.
Malik Aksel Öğretmen gülümseyerek hal-hatır sordu. Gezilerimiz üstüne bilgi almış:
-Bu yıl geziniz Konya imiş, üzgünüm, benim Konya gezim bir yıl sonraya. Bizim yıllık gezilerimiz, daha önce saptanıyor. Kısmet olursa gelecek yıl İstanbul'da görüşeceğiz! dedi. Öğretmen böyle yumuşak davranınca Ekrem Bilgin hemen, kahvaltıda konuştuklarımızı anlattı. Malik Öğretmen sanki bunu bekliyormuş, kısaca sergi tarihinden söz edip müze işine geçti. İkisinin de koruyuculuk, gösteriye değer oluşlarından bir biri yerine kullanıldığını, ancak sergi işinin çok yaygın alanlarda geçici işlevlerinden ötürü gerçek alanda görevini müzeye bıraktığını anlattı. Öte yandan Batı dillerinde serginin de kavram olarak müze ölçüsünde itibar gördüğünü söyleyip, gezici devlet sergilerinden söz ederek, serginin derinliğine değil de güncel yaygın anlamına dikkatimizi çekti. Ayasofya Müzesi için ise kesin bir söz söyleyemeyeceğini ancak, iç süslemelerinin çok değerli olmasından dolayı müze onurunu hak ettiğini söyledi. Daha sonra Ayasofya duvar süslerinin Mısır-Sümer dönemlerine dayandığını ancak Ayasofya'da doruk noktasına çıktığını anlattı. Öğretmen gülümseyerek:
-Zaten İstanbul'u konuşacaktık, konuyu ters çevirip öyle girelim! deyip İstanbul'un daha doğrusu Bizans'ın kuruluşundan başlayarak, İstanbul'un Roma karşısına dikilen bir anıt kent olarak bilinçli kurulduğunu söyledi. Ayasofya'nın ise eski, çok Tanrılı anlayışın karşısına Hıristiyanlığın ebedî simgesi olarak dikildiğini anlattı. Fatih Sultan Mehmet'in Ayasofya'yı yıktırmayıp, salt renklerini kapattırmasının, Atatürk'ünse, özgün şekline çevirip müze yaptırmasının sanat alanında çok büyük ün kazandırdığını anlattı. Malik Aksel Öğretmen tarihten kötü örnekler vererek kutsal anıtlara zarar verenlerin lanetle anıldığını açıkladı. Ayasofya'nın ayrıca bizim ünlü mimarımız Mimar Sinan için de bir model sayıldığını, Mimar Sinan’ın, tıpkısını yapmaktan kaçınarak onun, estetiğinden yararlandığını tekrarladı.
Öğretmen ayrılırken gülümseyerek:
-Ben sizlere soru soracaktım, atik davrandınız, ama iyi oldu, bazan böyle toplu bilgiler üstünde durmak da gerekiyor! Yeri gelmişken düşüncemi size de söyleyeyim, yetkili olsam Ayasofya'nın çevresini gerçekten büyük bir müzeye çevirir "ANADOLU MÜZESİ!" yaptırırım. Daha önce kaçırılanları da geri alır, Anadolu toprağının tarihini bir araya toplarım. İşte o zaman Ayasofya yalnız kalmadığı gibi kimsenin de malı sayılmaz! deyip ayrıldı.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Veysel Öğretmen gelir gelmez, “Malik Öğretmen sizi gene sergilerde gezdirmiştir!” dedi. Muttalip Çardak karşılık verdi:
-Sizi de gezdirmiştir. Veysel Öğretmen bu kez:
-Gerçekten gezdirdi, Madrid Le Prado'yu yıllar sonra hiç yabancılık çekmeden Malik Aksel Öğretmenin anlattıklarını anımsaya anımsaya dolaşmıştım. Başta Rafael, Rembrand, Titien, Le Tintoretto, El Greco, Hans Holbein, Andrea del Sarto, Bellini, şu bizim Fatih Sultan Mehmet'in resmini yapan ressam olan Giovanni Bellini, Botticelli, Rubens, Bruegel, Dürer, Velasquez, Goya hepsi yerli yerinde duruyordu.
Öğretmen bunu anlatırken şaşkın şaşkın yüzüne baktık. Dışardan bir şey sezilmiyor ama çevremizdeki insanların beyinlerinde neler var, neler?
Veysel Öğretmen sıradan sözler söylemiş gibi (önemsemeden) sözünü kesip yüzlerimize bakarak dışarda çalışıp çalışmak isteyip istemediğimizi sordu. Benden başka herkes istekliymiş, "İstiyoruz!" deyince öğretmen:
-Buyurun öyleyse! deyip yürüdü. Kapı önünde durup tren yolu tarafını gösterdi. Tren yoluna inerken sol yükseltideki bizim diktiğimiz "Hasanoğlan Köy Enstitüsü" yazısına döndü. Oldukça büyük direkler üstüne kondurulmuş büyük bir tahta levha. Levhanın değişik taraflarına dağılıp yer beğenerek çizmeye başladık. Kadir Pekgöz dayanamadı, Abdullah Erçetin'e:
-Bir gün gelip bunun resmini çizeceğini o günler düşünmüş müydün?" Veysel Öğretmen soruyu tam duyamamış ya da yanlış yorumlamış, Kadir'e değil de Abdullah'a:
-Resim çalışmalarında model önemli değildir, o modelden bir resim çıkarmaktır önemli olan! deyince Abdullah, açıklama yaptı; direkleri oraya nasıl taşıdığımızı, başımızda öğretmen olarak bulunan Hidayet Gülen Öğretmenin bizi nasıl güldürdüğünü anlattı. Mustafa Güneri'nin de adı geçti. Bu ara benim de aklıma hemşerim Şerif Baykurt geldi. Onun adını söyleyince Veysel Öğretmen bana dönerek:
-Aaa, Şerif'i ara ara uzaktan görüyorum, konuşma olanağı bulamadım ama sanırım buralarda bir yerlerde çalışıyor! deyince yüreğim hopladı. Hemşerim vaktiyle Süheyla Öğretmen için; “O benim elimden kurtulamaz!” demişti, demek bunu boşuna söylememiş! deyip kendi içime döndüm.
Öğretmen önce resimleri toplayıp eleştirdi. Abdullah, Kadir, üçümüzün resimlerimizi imzalayıp bize verdi. "Unutulmayacak bir anınız olduğuna göre o anınıza beni de eklerseniz mutlu olurum! dedi.
Arkadaşlar, renkli kağıt yapmak istediler. Öğretmen gelecek ders için gerekli bir liste verdi, masa, su kabı, helva karavanası ya da o büyüklükte en az üç kap deyip, Abdullah, Talip, Mehmet, Yusuf Demirçin arkadaşları görevlendirdi. Öğretmen ne düşündüyse kapıdan dönerek:
-O işi, bir sonraki haftaya bırakalım, daha iyi olur! deyip gitti.
Öğretmen gidince bir çıngar koptu; Kamil Yıldırım; “Onları okullarda yaptık, tekrara ne gerek var?” Halil Yıldırım'la Nihat Şengül Kamil'i yatıştırdılar.
Yemekte, öğleden sonra yapılacak çalışmalar sıralandı. Gerçekte öğleden sonra çalışmaları oldukça karışmıştı. Öztekin Öğretmen çoktandır istediği gibi değişiklik yapıyor, onun yerine o yapılıyordu. Bundan sonraki haftalar Enstitü bölümüne gitmeyenler serbest çalışacak. Bunun dışında yapılacak çalışmaları sil baştan sıralayacağız. Gene ders yapılacak haftalar sayıldı. Nedense salt nisan haftaları sayılıyor, mayıs ayında sınav yapılmazsa (Geçen yıl yapılmamış, sınıf geçmek için en büyük etken staj yapılan Enstitü Müdürlüklerinden gelen başarı raporları olmuş; gene öyle olabilirmiş! )
Yemekte duyuru yapıldı, Binbaşı Nuri Teoman gelecekmiş, saat 17:00'de salonda toplanacağız.
Yemek yerken çok konuştuğumuz için derse ucu ucuna yetiştik. Mehmet Öztekin Öğretmen, önce önümüzdeki hafta başlayacağımız Enstitü Bölümü çalışmalarından söz etti. Sözlerinin çoğu bir anımsatma, bir tekrarlama niteliğindeydi ama gene de yen altından cop gösterme yerine söylenmişti. Bence bu bizim için gerekliydi. Sorulan sorular arasında konunun pek doğru anlaşılmadığı konuşuldukça ortaya çıktı. Örneğin, aramızda en yumuşak huylu, şakacı arkadaşımız Muttalip Çardak:
-Staja gittiğimiz yerde dersimizi ihlal eden olursa nasıl bir durum takınacağız? Öğretmen değiliz, böylesi bir öğrenciyi derslikten atamayız. O karşımızda durdukça sinirlerimizi tutup sakin sakin ders de yapamayız!
Öztekin Öğretmen buradaki görevinden önce Eskişehir/Çifteler Köy Enstitüsü'nde çalışmış; Muttalip'e sordu:
-Benim derslerimde sen böyle bir durumla karşılaştın mı? Muttalip; “Hayır!” dedikten sonra, "Ama!" diye söze başlarken Öztekin Öğretmen:
-Benimle burada üç yıl çalışan bir kimse benim yaptığımı tüm meslek yaşamı boyunca rahatça sürdürür. O nedenle ben bu tür konuşmaları zevzeklik sayıp üstünde durmam! diye konuyu kapatıp tasarladığımız çalışma programlarımızı sordu. Ben üç türkü, üç okul şarkısı, bir marş, bir de salt akordiyon sevdirmek için iyi çaldığıma inandığım bir parça yazmıştım, onları gösterdim. Öğretmen tüm arkadaşları dinledikten sonra önce beni dinledi. Ben Arpa-Buğday, Menekşe, Süpürgesi Yonca'dan türkülerini, Sonbahar, El Gibi Dolaşma, Bülbül şarkılarını, Dağlar Marşını, Temurağa oyunu, Johannes Brahms'ın no:5 Macar Dansını seçmiştim. Öğretmen, türkülerle, şarkıların girişlerinden başlar başlamaz beni durdurarak arkadaşlara geçti. Johannes Brahms'ın parçasını eleştirebilirdi. Gerçekte ben onu yazmıştım ama, onun yerine çocukların isteyeceği şarkıları da çalacaktım. Gerçekte böyle birer örnek ilk program istendi ama bu değişmez değildi. Öğretmenin hoşnut olması için dikkat etmiştim, sanırım bunda başarılı oldum. Öğretmen, arkadaşların kimisiyle iyiden iyiye sert konuştu. Sanat çalışmalarıyla gevşekliğin ya da kaçamaklığın bir arada gitmediğini, bizim ülkemizde sanatçı yetişmemesinin bu huysuzluktan ileri geldiğini tekrarladı. İlk kez de, yeterli başarıyı göstermeyenlerin sandığı gibi kolay diploma alamayacağından söz etti. Yüksek Köy Enstitüsünün sınıf geçme yöntemini anlattı:
-Tüm derslerden geçseniz, benim olurum olmadan buradan diploma alamazsınız. Evet, öğretmensiniz ama bölüm başkanı "Olur!" demedikçe ancak köylerde çalışırsınız, bunu da böyle bilin dedi. Öğretmen konuştukça sözleri daha korkutucu olmaya başladı. Bir ara önümüzdeki yaz staj için orada kalmaktan duyduğum sevinç uçar gibi oldu. Uzunca bir sessizlikten sonra soru soranlar oldu; soru-cevap, derken dersimiz geçti. Her zamanki neşe yerine kaygılı yüzlerle dersliğe gittik. Öteki arkadaşların neşeleri bir ölçüde içimizi rahatlattı.
Binbaşı Nuri Teoman, alışageldiğimiz simsiyah giysileri değiştirmiş, siyaha yakın koyu yeşil giysiler içinde gülümseyerek geldi. Onun giysilerinin rengi bana eski bir olayı anımsattı. İlkokulu bitirdiğim yıl, yaz boyunca Kırklareli Ortaokuluna yazılacağıma, orada okuyacağıma kendimi inandırmış, evde verilen her işe severek koşuyordum. Bağımız, Erikleryurdu Köyü tarafındaki kepirlik yörededir. Köyle bağ arasında köyde adı "Büyük Koru!" olarak anılan bir orman var. Bağımız oldukça yüksek bir tepe üstündedir. Yattığım çardaktan özellikle güneşin batış yönündeki tepelere inerken Kırklareli aydınlanır, tam olarak seçilememekle birlikte beyaz büyük binalar görülür. İşte bunlardan biri Ortaokuldur. Böyle bir günde her günkü düşlerimi kurarken önce büyük bir gürültü duydum. Gürültü giderek yaklaşır gibi oldu ama ortalıkta görünen bir şeyler yoktu. Hem korktum hem de gürültünün ne olduğunu öğrenme hevesine kapıldım. Bizim bağın tam karşısına düşen tepede de başka bağlar vardı. Orada bekleyen arkadaşlara gitmeye karar verdim. Ben onlara ulaşırken gürültü çıkaranlar, yakınımızın önünü kapatan tepenin arkasından geçen Kırklareli-Lüleburgaz eski yolu dediğimiz (kullanılmayan yerlerden) bana göre çok garip arabaların gittiğini gördüm. Toz-toprak içinde arka arkada gidiyorlar, ayağa kalkar gibi yapıp yan yatıyorlar. O zamanlar bok böceği dediğimiz (sonradan Mayıs böcekleri) böcekler gibi düşe kalka karşı bayırdaki köy yoluna ulaşıp, köye girdiler. Bağlıkta kimse kalmamıştı; bir koşuda eve gittim. Ne var ki o böcek sandığım araçlar, köyü geçmiş, Hamitabat köyüne doğru daha düzgün sıralanmış olarak gidiyordu. Onların tank olduğunu, çukura düşmediklerini, kurşun işlemediğini o saat öğrenmiştim. Gürültü kulaklarımdan gitti, kargaç burgaç yürümeler gözümün önünden uzaklaştı ama gözlerimde bir daha silinmeyen bir renk kalmıştı. Sonraki yıllarda çok tank gördüm, ilk kampımızda dururken tanka bindiğim de oldu. Törenlerdeki tank renkleri, benim bağ beklerken gördüğüm renkleri hiç anımsatmadı. Nasıl bir çağrışımsa Binbaşı Nuri Teoman'ın giysileri benim tanklarımın rengiyle örtüştü. Çok yakınıma gelince aradaki farkı seziyorum ama o, kendine özgü yürüyüşüyle uzaklaşınca Hamitabat sırtından giden tanklar gözüme takılı takılıverdi. Bir ara sorular sordu. Sorular, Alman-Sovyet savaşının Kırım bölgesindeki son direnişlerle ilgiliydi. Nuri Teoman, ilk derslerde söylediği bir sözü tekrarladı. “Almanya savaşı ta 1941 Aralığında, Alman Orduları Kara Kuvvetleri Komutanı Mareşal Brauchitsch'i görevden alan Hitler, Kara Kuvvetleri başkomutanlığını üstlendiğinde kaybetmişti!” dedi. Nuri Binbaşı az sustuktan sonra:
-Oysa Mareşal Walter von Brauchitsch çok deneyimli bir askerdi. 1. Dünya savaşındaki başarıları bir yana bu savaşta da, Polonya, Macaristan; Romanya, Ukrayna, Kırım kuşatmalarını başarıyla yürütmüştü. İlk denemesinde Moskova'yı alamaması hiç alamayacak anlamına gelmezdi. Hitler sabretseydi, Napolyon Bonapart gibi geçici de olsa Kremlin kapısından girecekti. Belli ki Hitler, bunu hak ettiğine kendi de inanmamıştı.
Nuri Teoman bir süre yerine arkadaşını göndereceğini, onu tanıdığımızı, aynı suhuleti ona da göstereceğimizi söyleyip ayrıldı.
Öğretmen ayrılınca, bir daha gelmeyeceği söylendi. Tartışma çıktı:
-Öyle olsa söylerdi, neden dolaylı olarak konuşsun? Daha önce kampa çıkınca da görüşeceğimizi söylemişti! türü tartışmalar arasında salondan ayrıldım.
Yarın, konser nedeniyle günümüz tümden boş geçiyor. Akşamları kimi kez salonda kimse olmayınca çalışıyorum ama bu, her zaman olmuyor. Bu nedenle kulaklarımı tıkayıp alt odaya geçtim. İlk işim Tchaikovsky Polis Dansını, pişirmek değil, iyice hamur ettim. Mozart 545 Kv. No: 16'nın Allegro, Andante bölümlerini sanki ayrı parçaymış gibi düşünerek aralıklarla çalıştım.
Bırakmak üzereyken Abdullah ile hemşerim Kadir geldi; ikisi de telaş, kararsızlık içinde:
-Kepirtepe Köy Enstitüsü Müdürü İhsan Kalabay, pazar günü bizim okulu tanıtacak (Kepirtepe Köy Enstitüsü'nü). Biz ona karşı nasıl davranacağız? Aynı düşünceler benim de kafamda dolaşıyor. Biz, ötekiler gibi değiliz. Okulun müdürüyse müdürü, biz oradan ayrıldığımıza göre, o bizim saygı duyduğumuz bir insan; çağırırsa gider saygımızı sunarız. Arkadaşlarla konuşur uygun görülürse topluca bir "Hoşgeldin!"e de gideriz. Bunları konuşarak Kitaplığa gittik, oradaki arkadaşlar topluca aynı konuyu konuşuyormuş. Bizim açıklamamıza gerek kalmadan Sami Akıncı bizim gibi düşündüğünü söyleyince herkesin içi rahatladı. Gene de içimizde bizi rahatsız eden bir takım yan düşünceler kıpırdadı. Öteki okul müdürleri için koşuşturan kimseler; bizim ilgisizliğimizi kötüye yorar mı? Bu kez de arkadaşlar bir başka yöntem düşündüler. Müdür İhsan Kalabay'ın içimizde kendi tavırlarıyla kanıtladığı kendine daha yakın sandığı arkadaşlarımız var. Mustafa Saatçı, Harun Özçelik. Bu arkadaşlar bizim adımıza Müdür Beyle daha yakından ilgilenecekler! Bu kararımızı hep beğendik, içimiz rahat olarak ayrıldık.
Not: Mustafa Saatçı teknik işleri seven bir arkadaşımız. Daha ilk yıldan başlayarak okulun, teknik işlerini ucundan ucundan üslenmişti. Son sınıfa geldiğimizde elektrik santralını bile o çalıştırıyordu. Harun Özçelik, aramızda ressamdır. Leman Kalabay Öğretmen Harun Özçelik'i oğlu gibi sever. Bu nedenle verilen karar, Müdür İhsan Kalabay için düşünülen en akla uygun karşılama olacaktır!
Akşam yemeğinde, her zaman olduğu gibi yarınki konser olasılıkları öne sürüldü; "Bach, Beethoven, Haydn, Mozart, Mendelsshon, Hândell, Vivaldi, Verdi, Wagner, Weber, Tchaikovsky, Brahms, Schumann, Schubert. . . . . . Arkasından da, senfoni, konçerto, uvertür. . . . . . Piyano, keman, klarnet, viyolonsel, viyola. . . . . . . . . . Barok, Romantik, Viyana Klasikleri. . . . . .
Duramadım, yine Güzel Sanatlar Salonuna gittim. Piyano için yığınla ince baskılı kitapçıklar var. Besteci adları, beste adları; hepsinin üstünde JORJ D. PAPAJORJİU -İSTANBUL. . . . ya hiç açılmamış ya da açıldığı belli olmasın diye çok dikkatle kapatılmış. Gelenlere karşı bir görev yapıyormuşum tavrı içinde on kadar nota ayırdım. Ayırdıklarım arasında 3 tanesi Johannes Brahms'ın Macar Dansları. Bende bir tane vardı, ben onun üstündeki numaraya pek bir anlam veremiyordum. Asım Öğretmen anlattı sanırım ama aklımda kalmamış. Bir de sıralamaya baktım tam 21 tane Macar Dansı. Hepsinden öte Mehmet Yelaldı'nın parçası Toselli Serenad'ın piyano notaları çıktı. Çıkardıklarımı gene alt gözlere yerleştirip bir tanesini aldım. Bu biraz kalıncaydı. Notalara baktım zincir gibi diziler. Bundan bir tane piyanonun üstünde duruyordu. Oscar Beringer. Bu da ona benziyor ama Türkçe açıklamaları var, 60 parça, C:L HANON. . . . . Onu alıp küçük odaya götürdüm. Kitap,
PARMAKLARIN HAKİMİYETİ, KUVVETİ, ÇABUKLUĞU, ÇEVİKLİĞİ, MÜKEMMEL BİR MÜSAVATI, BİLEĞİN YUMUŞAKLIĞINI ELDE EDEBİLMEK İÇİN HAZIRLANMIŞTIR.
G. ANFOSSİNİ. . .
Bunu söyleyen piyanist olsa gerek!
Kitabın, bana yarayacağını düşünerek kitaplarım arasına kattım. Dersler kesilinceye dek de ellememeye karar verdim. Onun yerine Toselli Serenad'ı Mehmet Yelaldı'ya gösterip daha önce verdiğimiz kararı uygulamayı önerdim. Yelaldı tek keman olarak oldukça güzel çalıyor. Ancak onun dileği de piyano ile süsleyerek çalmak.
Kendi kendime kuruntulanarak yattım.
Her cuma akşamı gibi geçen bugünün eğrisini doğrusunu gözden geçirip yarın için düşler kurarak uyudum.
8 Nisan 1944 Cumartesi
Halil Dere ile iki gündür görüşmemiştik, gelip gelmeyeceğini bilmiyorum. Gelirse iyi oluyor, müzikle doğrudan ilgilenmediği için konularımız çoğunlukla genel konular üstünedir. Sinema, kızlar, giyim kuşam daha çok da gelecek üstüne oluyor. Onun da benim gibi kararlı bir düş saptaması yok. Zaman zaman “ah Muğla!” falan diyor ama vazgeçemeyecek ölçüde bir tutkusu yok; tıpkı benim gibi. Ben de zaman zaman köyümü, Lüleburgaz'ı vazgeçilmez gibi göstermekle birlikte yurdun her yanına gitmekten çekinmiyorum. Gideceğim yerlerde insanlar yaşayabiliyorsa ben neden yaşayamayayım?
Halil Dere, bir kaç kez çelişkili karardan sonra kesin olarak benimle yola çıktı. Hem de bugün ben ne dersem bana uyacak. Trene erken mi indik yoksa gecikme mi oldu, bir süre bekledik. Öztekin Öğretmen Halil Dere'yi görünce gülerek:
-Hadi, kesin kararını ver de seneye seni tümden aramızda görelim! dedi. Halil Dere:
-Sağolun öğretmenim, müziği çok seviyorum ama benim sesim yok, çocukların karşısına çıkıp nasıl şarkı söylerim?
Öztekin Öğretmen yarı şaka yarı ciddi olarak, Halil Dere'ye yanlış düşündüğünü söyleyerek, opera sanatçısı olmayacağını, Köy Enstitülerinde öğretmen olacağını hatırlattı, “Köy enstitülerinde şimdi müzik okutanların acıklı durumunu bilsen şimdi bile gitmek istersin!” deyince bizim arkadaşlar bakıştılar.
Trene binince bir süre konu edildi. Kadir Pekgöz, Mehmet Ünver, Kamil Yıldırım, Halil Yıldırım Halil Dere'ye teşekkür ettiler. Teşekkürlerin nedenini Halil Dere anlamadı, doğrusu bir süre ben de anlamadım. Arkasından yapılan konuşmalar olayı açıkladı:
-Köy Enstitüleri'nin gereksinimi oldukça bizi sınıfta bırakmazlar! Bu kanı gerçekten genel bir olumlu hava yarattı. Kurtuluş'tan Konservatuvara dek Halil Dere'ye teşekkürler yağdı.
Faik Öğretmen bizi kapıda karşıladı. Alttaki piyanolu salon boşmuş oraya oturduk.
Faik Öğretmen önce günün programını küçümser gibi konuştu. Armoni derslerinde tekrarladığı benzer sözleri tekrarladı. Çok sesli müziğin armoni örgüsünün kurallarından söz etti. Piyanoya oturup örnekler verdi. Örnekleri hep Beethoven, Haydn, Mozart, Brahms gibi Alman bestecilerden seçti. Arkasından Vivaldi, Verdi, Rossini, Bizet'den seçti. Karşılaştırmalar yaptırdıktan sonra armoni konusunda Almanların başarısını övdü. İtalya bestecilerinin melodiye kaçtığını anlattı. Önce Rossini'den örnekler verdi. Rossini için, büyük bir besteci değil, ünlü bir besteci olduğunu anlattıktan sonra bir de karşılaştırma yaptı. Rossini armoniyi bir yana itip melodiye kayınca halkın daha çok beğenisini kazanmış. Operalarından çok para kazanmış. Aynı tarihlerde yaşayan Beethoven'den daha paralı durumdaymış. Beethoven, kendisi bekar, kardeşinin çocuğunun bakımını üstüne almış. Çocuk büyüdüğünde Rossini'nin varsıllığının nedenini öğrenince amcası Beethoven'e çatmış:
-Sen de Rossini gibi beste yap, sen de varsıl ol! demiş. Faik Öğretmen böyle örneklerle bize Kuzey-Güney müzikleri diyerek yeni bir bilgi verdi:
-Kuzey (daha çok Alman bestecileri) armoniyi benimsemiş, güney (İtalya, Fransa) olabildiğince melodiye sarılmış. Fransız besteci Edouard Lalo için ise eserini bir konçerto olarak bestelemesine karşın senfoni demesinin bir biçim uyumsuzluğundan kaynaklandığını, dinlenebilir bir eser olduğunu, bestecinin kendisinin de iyi bir kemancı olduğunu anlattı. Birçok bestecinin değişik nedenlerle kendi ülkelerinin dışından ad aldığını, örneğin Mozart'ın Türk Marşı gibi, Saraydan Kız Kaçırma Operasına bizi karıştırması, eniştesi Michel Haydn'ın doğrudan Türk Konçertosu yazdığını anlattı. Büyük Bach'ın ise bir dizi İngiliz, Fransız, İtalyan süitleri bestelediğini, daha sonraları Peter Tchaikovsky'nin de İtalyan Kapriçiyosu'nu, Bela Bartok'un Romen Danslarını bunlara birer örnek gösterdi.
Bu günkü konserde çalınacak gerçek senfoninin bestecisi Gustav Mahler için, kan olarak Alman olmamakla birlikte Alman müziği içinde yetişmiş bir Avusturyalı dedi. Arkasından da:
-Gustav Mahler hemşerileri Smetana, Anton Dvor'ak gibi Çek müziğine eğilmemiş ama işin dışında da kalamamış, senfoni alanında yenilikler yapmış 10 büyük senfoni bırakmıştır. Senfonileri, değme orkestra ya da şeflerin kıvıramayacağı boyuttadır. O nedenle az çalınır ama büyük orkestraların, büyük şeflerin vazgeçemediği değerdedir.
Çalınacak 5. Senfoni için de:
-İşte size 5 bölümlü bir senfoni! deyip konuşmasını kesti.
Kapı önünde cicili bicili giyinmiş çocuklar vardı, kimisi anneleriyle. Konservatuvarın ilk sınıfına öğrenci alınacağı duyurulunca burası günlerce böyle doluyormuş.
Konserde çalınacak eserler
1. Gioacchino Rossini Sevil Berberi Uvertürü
2. Edouard Lalo İspanyol Senfonisi
3. Gustav Mahler 5. Senfoni
Abdullah Erçetin Halil Dere'ye takıldı:
-Sen de yaptır kaydını! Aylardır, Halil Dere ile Ragıp Öğretmenin kızı (biz öyle ad verdik, Ragıp Öğretmenin belki gerçek öğrencisi bile değil) için konuşup duruyorduk ama bunu aramızda sanıp aklımızca giz sanıyorduk. Orhan Doğan kahkahayla gülerek:
-Ne kaydı sayıklıyorsunuz, arkadaş buradan yakında nikâh dairesine gidecek! deyince tüm arkadaşlar güldüler. Belli ki bizim giz sandığımız olay, bize özgü giz saydığımız olaylar kimsenin gözünden kaçmıyor. Halil Dere, karşı durmak için hazırlanırken Abdullah Ön de:
-Sen sifta et arkadaşım, hepimize nasip olsun, bir taşla iki kuş vurmuş oluruz, hem müzik içinde kalırız hem de Başkentli oluruz! "İnşallah, avucunu yala!” gibi zıt söylemler arasında Ulus yolunu tuttuk. Yeni Sinemada çok güzel bir film varmış. Nihat Şengül:
-Bu film kaçırılmaz! deyince Halil Dere ile gruba katıldık. Filmin ortasında girip öteki ortasında çıkmak işimize geliyor. Gerekirse 2. yarıyı iki kez izlemiş oluyoruz. Bu bir bakıma bizim çıkarımıza oluyor. Film öncesi onlarca kez tekrarlanan şaklabanlıkları araya almış oluyoruz.
Güzel bir bayan, Marlene Dietrich. Alt yazılı filmleri salt izliyorum, yazı okuyup izlerken bir çok güzelliği kaçırdığıma inanıyorum. Doğal olarak filmi tam anlamadan sinemadan çıktığım da oluyor. Yeni bir durum da öğrenmiş oldum. Dün gazeteleri karıştırırken bu filmin İstanbul'da da oynandığını söyledim. Cumhuriyet Gazetesinde ilanı vardı. Meğer bu hep oluyormuş; sinemalar anlaşarak ara ara filmleri değiştiriyormuş. Ayrıca filmler çoğaltılıyormuş. Sinemadan sonra Halkevi Bahçesine dek yürüdük. Çarşamba günü gideceğimiz Etnoğrafya Müzesi hemen Halkevi bitişiğinde. Ankara'ya bahar iyiden iyiye gelmiş, herkes renkli ince giysiler içinde. Aile Bahçesinde bu kez oturup çay içtik. Çay içerken Ankara'nın görülecek yerlerini saptadık. Özellikle Ankara Kalesi'ni ilk görülecek sıraya koyduk. Çubuk Barajı'nı çok övüyorlar. Bir süre Park Kıraathanesinde oturup karşıda duran eski Roma sütunu üstüne konuştuk. Tam bilmiyoruz ama duymuşluğumuz var, Romalılardan kalmaymış. İçimden kendimi yermek geçti:
-Hani, araştıracaktın? Hani bir konu ya bilinir ya da bilinmezdi? Roma'daki, Paris'teki taşı ezberlemeye kalkışıyorsun, içinde oturduğun kahvenin bahçesinde dikili taşı araştırmıyorsun! Bunu kimden sorarım? Doçent Halil Demircioğlu bilir ama benim anlayacağım şekilde uzun uzun anlatmaz. "Yazılı yerler vardır, bul oku!" der. Ben de buncağızı ona sormadan yapabilirim.
Yanımda oyunculara bakan Halil Dere sordu:
-Gene ne düşünüyorsun? Bunu anlatmadım, bunun yerine Kepirtepe Köy Enstitü Müdürü acaba bizim bilmediğimiz bir şey anlatacak mı? diye düşündüğümü söyledim. Halil Dere uyanık bir arkadaş:
-O size değil, sizin bildiklerinizi bilmeyenlere anlatacak! deyip güldü. Erken yola çıkıp konservatuvara ulaştık. Bizden erkenciler varmış, Ragıp Öğretmen hiç kalkmamış gibi yerinde. Yanındaki sandalyeyi yan çevirip kolunu dayamış, kitap ya da benzeri bir nesneye ya bakıyor ya da içinden okuyor. Dudaklar kımıldamadan öyle duruyor. Saçlar kırlaşmış kabarık, yüzü öne eğik, bize göre tam yarım yüz. Halil Dere bana:
-Gözün aydın, gelecek! deyince ben de ona aynı sözü tekrarladım. Az sonra da tavrımı değiştirip yer değiştirmeyi önerdim. Geçerken, çaresiz benim yanımdan geçecek. Ayrıca sandalyeyi çevirerek oturmak zorunda, ister istemez bu tarafa bakacak, göz göze gelir göz kırparsın! dedim. Halil Dere:
-Çocuk kandırıyorsun aklınca derken, bayan geldi, tam da dediğim gibi hemen bitişiğimden geçti, yerine girmek için dönerken de gülümseyerek “Afedersiniz!” deyip oturdu. Gülümseyince iki yanağının da çukurlaştığını gördük. Oturur oturmaz Ragıp Öğretmene bir şeyler anlattıktan sonra neredeyse yüksekçe denecek sesle güldü. Halil Dere'yi dizimle uyardım:
-Bundan sonra olsun ağabeyini dinlemelisin!
Alkışlar başlayınca ciddi tavrımızı alıp konseri izledik. Rossini uvertürünü dinlemiştim. Kemancıların yaylarını merak ediyordum, nasıl çalıyorlar o denli hızlı? Kolları yay gibi olsa gerek. Ancak oturduğum yerden görmek olası değil. Faik Öğretmenin dediklerine bir ara katılmaz gibi oldum. Uvertür, o denli uyumlu o denli etkileyici ki. . . Smetana Satılmış Nişanlı uvertürü de anımsattı. Çok alkışlandı. Genç biri siyah giysiler içinde gülümseyerek geldi. Yüzü oldukça düzgün, ortanın üstünde boyu olduğu şef Praeterius'ın elini sıkarken anlaşıldı. Alkışlar durunca senfoni beklerken ortalıkta bir kemancı, sanki yanlış gelmiş gibi... Şef Prof. Praetorius kemancıyı görmezden gelir gibi orkestrayı başlattı. Şaka gibi, gerçekten kemancı kısa bir süre de olsa ortalıkta kaldıktan sonra çalanlara katıldı. Ne katılması, az sonra öne geçti, orkestra homurdanır gibi ses çıkarırken keman tam anlamıyla horozlanmaya başladı. Sahiden karşılıklı gösteri yaparken güzel bir müziğin içine giriverdik. Keman sanki gevşeyerek orkestraya uymaya başladı. Zaman zaman gene zıtlıklar olmasına karşın orkestra kâh susarak kâh çok hafif çalarak kemana yer verdi. Çok dikkat kesildim bu keman konçertosunda öteki konçertolara göre bir ayrılık var. Örneğin Mendelsshon keman konçertosunda ses su gibi akıp gidiyor ama orkestra onun arkasındaymış gibi bağlı olarak onu izliyor. Burada ise keman, orkestranın çaldığını sanki tekrarlayarak renklendiriyor.
Alkışlar başlayınca eserin bitişini de tam saptayamadım, birden kesildi sanırım. Alkışlar arasında bizim güzel kalktı, gene gamzelerini belli ederek gülümsedi, Ragıp Öğretmenden izin istedi bizden de özür dileyip çıktı. Arkasından "Kaçma, Ayhan, kaçıyor!” diyen oldu. Durdu, söz atanlara "Aaaa, ben o kadar sabırlı değilim, zaten bu konserleri bu denli uzun tutanlar benim gibi sabırsızları düşünmemiş!” deyip gitti. O gitti ama biz memnun olduk, teşekkürünü, gülücüğünü aldık. Sevinmemiz gerekirken Halil Dere kulağıma:
-Hadi oradan, biz kendi kendimize gelin güveyi oyunu oynayarak gönül avutuyoruz. Baksana o çok tanınmış biri, kimseye umursadığı yok. Ayhan adından anımsadım. Hilmi Girginkoç öğretmen bir konservatuvar sınavından söz ederken bir öğrenci piyanonun hangi tuşuna basılsa "Mi!" yanıtını verirmiş, bir süre sonra arkadaşları arasında adı Mi'ci Ayhan kalmış ama sonra konservatuvarın baş sopranolarından biri oldu! demişti. Yoksa o Mi'ci Ayhan bu mu? Halil Dere ile bir süre güldük. “Olsun, biz onun yakınında oturmaktan hoşnuduz. O da hoşnut ki, bize kendiliğinden selam vermeye başladı. Aramızdaki şakaları bir yana itip pekâlâ tanıdık olabiliriz.” Halil Dere dirseğiyle vurdu; Züğürt tesellisi. Bir alkış koptu, arkasından tiiiii, tiiiii! sesi, daha sonra tek tek vuruşlu çalgı sesleri derken yükselen homurtular gelmeye başladı. derinden bir şeyler çeker gibi sesler azalıp yükseldi. Bitti bitecek gibi sakin sakin sürerken sesler titreşmeye başladı, Az bir kesintiden sonra tüm orkestra canlandı. . . . Bu canlılık çok sürmedi gene başa döner gibi orkestra sakin sakin kendi arasında ses git-gel yapmaya başladı. Gerçekten kaçan güzelin dediği gibi sabır isteyen bir durum oldu. Orkestra başlayacakmış gibi yapıyor, sanki arkalarından durduran varmış gibi çalgılar kendi aralarında çekişti durdu. Bir ara ise iyice durmuş gibi sessizliğe gömüldü. Neyse karşılıklı fısıldamalar başladı. Sesleri, eski günlerde, bağ beklerken ya da koyun-kuzu güderken sırtüstü yatıp bulutları izlediğim günleri anımsadım. Bulutlar da böyle inatlaşırca birbirine girer ya da girmek için çalışırdı. Gustav Mahler de sesleri onlara benzetmiş; sesler, öteki bestecilerdeki gibi kendilerini alıp gitmiyor. Sanki bir kaç küme insan ayrı ayrı konuşuyor. Konuşuyor ama öteki kümenin konuşmasını örtmemek için çaba gösteriyor.
Halil Dere bir ara elimi tuttu, kulağıma eğilerek:
-Ara sıra elimi sık! dedi. Önce bir anlam veremedim, az düşününce anladım. Zaten o sıra iyice sessizlik olmuştu. Sonra bir boru ortalıkta gezer gibi ötmeye başladı. Halil Dere'nin elini sıkmaya çalışırken elimde olmayarak oldukça sesli esnedim. Gözlerim açıldı. Ragıp Öğretmen bir konuşmasında "Büyük Senfoniler vardır, onları her orkestra çalamaz; örneğin Anton Bruckner'in, Gustav Mahler'in senfonileri! "demişti. Bunu kastetmemişti herhalde. Bu 5 numaralı olduğuna göre sanmam ayrı olsun. Şef. Prof. Praetorius'un elleri bile zoraki sallanır gibi oraya buraya gidiyor. Derken beni utandırmak için olacak birden sesler çoğaldı, İşte, böyle! derken tümden susuldu. Dikkatle izlemeye başladım, bir nefesli saz öncü olarak bir canlanma başladı. Bu kez sahiden öteki senfonilerdeki gibi bir melodi oluşmaya başladı. Ta, ta, ta, tiii. ta-ta, ta; ta. tiiiii, ta- Sonunda Halil Dere elini çekerek:
- Bırak uyuyayım! dedi. Bu sıra sahiden sesler tümden kesilmişti ama Şef. Prof. Praetorius'un elleri halâ da havadaydı. Halil Dere uyur uyanık güldü, şef için:
-Adam ellerini durdurmayı unuttu! deyince benim gibi bir ötede oturan da güldü. Fısıltılarımızın duyulduğunu anlayınca toparlandık. Bu ara orkestradan da sesler gelmeye başladı. Vals temposunu andıran bir ritimle çalgılar sıraya girdi. İçimden, bir, iki, üç sayarak uykumu dağıtmaya çalıştım. 3'lü tempo uzun sürmedi, havadaki bulutlar gene bir birinin içine girer gibi ses gel-gitleri oldu. Tümden umudumu kestiğim bir anda bir şarkı gibi bir melodi başladı, biraz da hızlandı. Böyle bitmesini diledim. Gerçekten bir süre melodi sürdü, değişik çalgılar alıp alıp yeniden başlattılar. Laaaaa, la-la-laaaaaa, la-la, la-la-la-laa, la-la. . . . . . . . Melodi değişmeden tüm çalgılarca ötekilerinin eşliğinde tekrarlandı. Doğrusu bir süre daha böyle gitmesini beklerken tek vuruşla bitti, Bum!
Halil Dere'ye baktım yüzü gülüyor. Yandakileri düşünmeden konuştu:
-Son bölümü başta çalsalardı yarıda kalkar giderdim! Yanıtlar verildi.
-Öbür defa konserin yarısında girersin. Halil Dere anlamazdan geldi; bana:
-Kız haklıymış, vallahi akıllı birine benziyor o! "Senin gibi! "dedim. Dış kapıya dek konuşmadık. Yola çıkınca bize katılanlar oldu, konserden çok Marlene Dietrich konu oldu, boyu, ince beli, kıvraklığı üstüne sözler söylendi. Başka filmleri sıralandı. Alman subaylarının sarkıntılığından ürktüğü için ülkesini terkettiği anlatıldı. İlk aklıma gelen soru, acaba çocukları var mıydı; vardı da onları da mı bıraktı? Marlene Dietrich'in yüzü bana durup dururken kitaplarda okuduğum iki bayanı anımsattı Biri Henrik İbsen'in Nora'sı. Nora da güzel, giyimine önem veren, eşini seven çocuklarına düşkün bir anneydi. Eşinin amansız bir hastalığa tutulması sonucu, onun hastalığını önleyecek hekim harcamaları için borç alması, bu borçları ödemek için büyük özveriler gösterip çalışması, buna karşın çıkarcı insanların tuzağına düştüğünde eşinden beklediği yardımı göremeyince evini, çocuklarını bir daha görmemek üzere terketmesi, unutamadığım bir olaydır. Bir annenin çocuklarını terkedecek ölçüde kırılması! Öteki de yenilerde okuyup üstünde durduğumuz Euripides'in Medea'sı. Medea da unutulmayacak bir insan. Gerçi, eski anlayışla yazılmış mitoloji falan ama o, benim gözümde bir anne. Başka ülkelerden gelip sevildiğini sanıp birisiyle evleniyor. Mutlu bir anne olarak çocuklarını yetiştirirken bir gün eşinin kendisini terketmek üzere olduğunu öğreniyor. Beklenmedik bir olay, kuşkusuz ölüm haberinden daha kötü. Üstelik çocukları da elinden alınıyor. Bahtsız anne tüm çareleri deniyor. Sevdiği, çocuklarını büyüttüğü eşi, dünyalık çıkarları için kendisini ortalıkta bıraktığını söylüyor. Medea'yı bu noktaya dek Nora'ya benzetiyorum. Bundan sonrasını fazla düşünemiyorum, yazarları kendi değerlendirmelerine göre sonucu başka başka yönlere götürüyor. Yurdunu terkeden Marlena Dietrich de acaba böyle bir durumda kaldı mı? Yoksa Madam Bovary ya da Anna Karenina gibi çocuklarını aşk yüzünden terkedip gitti mi? Biliyorum andıklarım, insanların yazdığı örnekler ama, sanki onlar benim yakınlarımda yaşayan insanlar gibi canlı canlı dolaşanlardan birileri gibiler.
Hava güzel, insanlar yollar boyunca, Kızılırmak Kıraathanesine girmeden Halkevi-İstasyon yolu kesişmesine dek yürüdük. Etnografya müzesi söz konusu oldu. Atatürk için hazırlanan anıt tamamlanınca Atatürk'ü oraya götürüleceği söylendi. Yusuf Demirçin arkadaşımız Ankaralı, bize göre daha ilgili, Atatürk için hazırlanan mezar yerini uzaktan gösterdi. Konuşmalar arasında Emin Onat adı geçti. Emin Onat diye birini biliyorum ama Atatürk'ün mezarıyla hiç bir bağlantı kurmadığımdan dinleyip geçtim. Oradan İstasyona yönelip trene erken bindik. Kırıkkale'ye, Elmadağ'a yapacağımız gezileri konuşurken Hasanoğlan'da trenden indik. Yemekte bizi gören arkadaşlar:
-Müdürünüz geldi! muştusunu verdi. Biz üç kişiyiz, Kadir, Abdullah, ben. Öteki arkadaşlar karşılamıştır; rahatlığı içinde konuşanlara aldırmadık. Kitaplığa uğradığımızda Kepirtepeli arkadaşlar durumu anlattı; hiç olağanüstü bir durum yok, müdürümüz olayı çok doğal karşılıyormuş, "Okul hakkında bilgi istediler, elimizdeki bilgileri aktaracağım, fazlasını isteyenleri de Kepirtepe'ye buyur edeceğim!" deyip gülmüş. Şimdi Öğretmenler Lokalinde Müdür Hürrem Arman'la konuşuyormuş. İçim rahat olarak Güzel Sanatlar Salonuna dönüp piyano ödevlerimi çalıştım. Öztekin Öğretmenin müzik kitaplığına bıraktığı Musiki Mecmualarını anımsadım, onlarda bir çok yazı var. Karıştırırken bugün keman çalanın resmini gördüm, Orhan Borar, fotoğrafın altında 1. Kemanların Şefi yazılı.
Orhan Borar
Fazla yazı yok ama iyi bir kemancı olduğu yazılmış. Buna sevindim. Umarım Öztekin Öğretmenin tanıdıklarındandır. Ayrıca 1. Kemanların Şefi ne demek, onu da öğrenebileceğim. Nedense buna sevindim. Çünkü gündüz, Faik Canselen Öğretmen ya unuttu ya da konuşmaya değer görmedi. Her zaman çalanları tanıtırken bugün İspanyol Senfonisini anlattı da çalanından hiç söz etmedi, unutmuş olmalı. Gerekirse pazartesi günü arkadaşlara sorduracağım. Kemancı oldukları için onların ilgisini daha çok çekmiş olur. (Faik öğretmen öyle düşünür. Bu nedenle ben sormuyorum:
-Kemanla ilgin yok kemancı peşindesin! derse Faik Öğretmenin yüzüne uzun süre bakamam.
Kitaplığa gittim, kimse olmadığını görünce büyük salona uğradım. İyi ki uğramışım, Kepirtepeli arkadaşlar Müdür İhsan Kalabay'ın çevresini sarmış dinliyor. Müdür Bey beni görünce:
-Nerdesin? Rahatsız falan değilsin ya? Gözlerim aradı, göremeyince o aklıma geldi. Öyle bir durumla karşılaşırsam üzülürüm kaygısıyla sormadım! dedi. Halil Basutçu beni savundu:
-Arkadaş içimizde en düzenli çalışanımız, dakikalarını saniyelerini bile boşa harcamıyor dedi. Müdür İhsan Kalabay:
-Onun okulda kalmasını ben çok istedim, haklı olarak o gönlünün istediğini yaptı. Ama "Tilkinin son durağı kürkçü dükkanı!" derler, iki yıl bekleyeceğiz. Arkadaşlara dönerek:
-Onun ayrıca komşu köyde bekleyen akrabaları var. Ailesini oraya kolayca getirip yerleşebilir! deyip güldü. Müdür Bey gülünce Yusuf Asıl:
-Bizi düğününe çağırır herhalde! deyince Müdür Bey Yusuf 'a:
-Ya ne sandın? Kepirtepe'deki şakacılığını sürdürüyorsun, şakacılık iyidir de yaşamın şakası yok, beklemediğiniz bir yerde evlilik karşınıza çıkacak. Onu, aile ocağı içinde gerçekleştirmenin ayrı bir anlamı vardır. Çevreyi tanıyınca İbrahim'in bu şansını öğrendim. İlk yıllarda uzaklara bir süre gitse de aile özlemine tümden bigâne kalamayacaktır.
Müdür Bey, kendi çocuklarından söz etti. Eşi Leman Kalabay Öğretmenin çalışmalarını anlattı. Arkadaşlar öteki öğretmenleri sordular. En çok sorulan Selçuk Korol olunca bunun nedenini araştırdı. 1941 yılı buraya geldiğimizde bizimle olduğunu, bize öğretmenlik ötesinde ağabeylik ettiğini arkadaşlar uzun uzun anılarla anlattılar. Selçuk Korol'un şimdi yönetici olduğunu söyledi. Müdür Hürrem Arman geldi, gülerek:
-Yarın uzun-güzel bir gününüz olacak, Müdür Beyi uykusuz bırakmayalım! deyip koluna girerek götürdü.
Yatınca, benim için söylenenleri düşündüm. Böylesi bir yerleşimi hiç aklımdan geçirmemiştim. Kepirden ayrılınca Yeni Bedir, Kepirtepe hatta Lüleburgaz bana dar gelecek gibi bir duyguya kapılmıştım. Köyümün ayrı bir yakınlığı vardı, evdekileri oradan Yeni Bedir'e taşınmayı düşünmek ise içimde acıklı bir duygu uyandırdı. Koskoca okul müdürü nasıl böyle sakat düşünür diye bir süre şaşkınlık geçirdim. Öyle ki, bu söylenenleri sıralayıp yerlerine oturtunca Kepirtepe bana acayip bir yer gelmeye başladı. Bunu düşündükçe, Kepirtepe'den uzak oluşuma sevinir gibi oldum. Köyü anımsayıp rahatladım, her şey yerli yerindeydi, görür gibi oldum, içime bir aydınlık doğar gibi oldu, o anlar uyumuşum.
9 Nisan 1944 Pazar
Uyanınca Müdür Beyin söylediklerini akşam değil yıllar önce dinlemiş gibi, eski birer öykü olarak düşündüm. Kepirtepe kurulmadan önce Yeni Bedir köyü kurulurken oraya gittiğimi, İstanbul-Edirne asfaltının o sıralar henüz kazıldığını, daha sonra Kepirtepe'de inşaat çalışmalarını, Yeni Bedir'e sık sık gidişimi, Kamber Amcamın babacan tavırlarını, yengemin amcama sık sık takılmalarını, onu küçümseyen konuşmalarını düşündüm. Yengemin Yusuf Asıl'ı evlendirmek istemesi, seçtiği kızın ise bizim köy muhtarı Çavuş Amcanın kızı Fatma oluşunu anımsayıp güldüm. O sıra Yusuf uzaktan seslendi, banyoya bizimle gelmek istediğini söyledi.
Kahvaltıdan sonra çoğu Kepirli bir grup banyo yolunu tuttuk. Yolda çevreyi inceleyince bu yıl baharın daha erken geldiği kanısına vardık. 1941 yılında 18 Nisan günü trenden Lalabel’de inmiştik. Çevrenin o günkü görüntüden daha yeşil olduğunu gözledik. Yusuf Asıl banyo yakınında Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'le konuşurken Mustafa Güneri resmini çekmişti. Mustafa Güneri çektiği resimleri dağıtıyordu. Yusuf almış, o resmi gösterdi. Bir süre tam resim yerini saptamaya çalıştık. Oysa yeni yapılan duvarlar gerçek yeri kapatmıştı. Yusuf'a öneride bulunanlar oldu; o resimle Hasan Ali Yücel'in makamına çık! Yusuf sordu:
-Eeee, sonra ne olacak? Kahkahalar arasından bir ses:
-Sakın ha, adam resmini alır, geri vermez! İlerde sen bakan olunca sana karşı kullanır! Gülüşerek döndük.
Müdür Beyin konuşması saat 14:00 olarak duyurulmuştu. Yemekten sonra Güzel Sanatlar Salonuna gittim. Çok az arkadaş vardı, salondaki piyanoda çalışırken bir grup Kepirli ile Müdür İhsan Kalabay geldi. Bunu çok istiyordum ama beklemiyordum. Özellikle yanında Sami Akıncı ile Mehmet Başaran'ın bulunması beni şaşırttı. (Onlar da çaresiz kalıp gelmiş olabilirler. Çünkü Halil Basutçu piyano çalışımı akşam da övmüştü) Çok iyi bir zamanıma rastgeldi, severek çalıştığım dört beş parça çaldım. Müdür İhsan Kalabay bu kadarını beklemiyormuş, ellerimi eline alıp sıkarken:
-Yazın staja oraya gelirsen sana yeni piyano alacağıma söz veriyorum! dedi. Onlar çıkınca ben de birlikte çıktım. Kepirtepe yazısı asılı binaya gittik. O binanın öyküsünü anlattım, Sili Ustanın verdiği hediyeyle takdir yazısından söz ettim. Müdür Bey bunlardan haberi olmadığını, bunları küçümsediğim için beni eleştirdi. "Bunları Kepirtepe'de duymadığıma üzüldüm!" dedi.
Saat gelince Büyük salonda toplandık. Geçen toplantılardaki telaşlar olmadı. Müdür Hürrem Arman, Eğitimbaşı Tahsin Türkbay, Hidayet Gülen, Mustafa Güneri fazladan katıldılar.
Okul Müdürü Hürrem Arman değişik bir ağız kullandı; "Başarılı Milli Eğitim Müdürlerimizden, örnek bir Köy Enstitüsü Müdürü İhsan Kalabay!" diye tanıttı.
İhsan Kalabay, Milli Eğitimin her kademesinde çalıştığını, bu kademelerin kendilerine özgü zorlukları olduğunu ancak Köy Enstitülerinin zor değil çok ayrıntılı görevleri olduğunu söyleyerek konuşmasına başladı. Özet olarak öğretmenlerin, müfettişlerin, Milli Eğitim Müdürlerinin görevlerini çizdikten sonra, bunların toplamının Köy Enstitüsü yönetiminde olduğunu, üstelik yetiştirdiği öğretmenlerin, yetiştirme sorumluluğunun sürekliliğini söyleyerek; Köy Enstitüleri yönetim makamlarının Türkiye’nin geleceği üstüne büyük yükümlülükler taşıdığını söyledi. Bu nedenle bu görevlerdeki arkadaşların bu gerçeğin bilincinde olarak çalışmak zorunda olduklarını bilmeleri gerektiğini, bu sözleri bizlere, yakın bir gelecekte bu görevleri sizler yükleneceksiniz diyerek özellikle anımsattığını tekrarladı. .
Kepirtepe'ye gelince deyip az durduktan sonra:
-Ben Kepirtepe için öteki enstitülerin müdürleri gibi "Sıvadık kolları, işe başladık!" diyerek başlamayacağım. Başlangıcında ben bulunmadım ama oraya sonradan gitmeme karşın oradaymışım gibi olumsuz etkilerini yaşadığım için başlangıçta bulunmuşça konuşacağım.
Öğretmen yetersizliği karşısında geçici olarak Eğitmen fikri ortaya atılınca ilk akla gelen yerlerin birisi de Edirne'dir. Bunun bir kaç nedeni vardır. Edirne, yurdumuzun okul-öğretmen açısından en gelişmiş kentidir. Tarım, sanayi açısından da öyle sayılır. Köye örnek olarak gidecek Eğitmenin yetişmesi, gözlemleyerek bile olsa bilgisini arttırması için örnekler vardır. Ayrıca barınacak elverişli yerleri de vardır. Geçmiş dönemlerde yapılmış ordu barınağı kışlalardan yararlanma olanağı vardır. Bunlar düşünülerek 1937 yılında Edirne/Karaağaç'ta Eğitmen Kursu açılmıştır. Eğitmen kursu denemesi, eldeki olanaklar, aynı amaçlarla bir köy Öğretmen Okulu açma fikrini geliştirmiştir. Bilindiği gibi bu girişin bir yıl önce İzmir/Kızılçullu ile Eskişehir/Çifteler'de uygulanmıştır. Böylece öğretime başlayan 3. Köy Öğretmen Okulu, tüm Trakya yöresinden öğrenci aldığı için adı da Trakya Köy Öğretmen Okulu olmuştur. Rahat rahat 2000 öğrenci alacak okul binası, her türlü spor tesisi; bir okul için gerekli olan her gereksinim tamamdır. (Çünkü daha Cumhuriyet Yönetiminin ilk yıllarında burası okul olarak donatılmıştır.) Trakya Köy Öğretmen Okulu Kasım 1938 yılında 80 öğrenciyle açılır. İlkokul 4. 5. sınıf ile bir ortaokul sınıfı derslerine başlar. (26, 4. sınıf, 26, 5. sınıf, 30, 6. sınıf olmak üzere 82 öğrenci)
Ancak, tüm dünyanın politik düzeni sarsılmaktadır. Hitler Almanya'sı komşularına saldırmaya başlamıştır. Serhat kenti Edirne tarihimizin her döneminde olduğu gibi bir asker kentine dönüşür. Trakya Köy Öğretmen Okulu binası asker barınağına dönüşür, öğrenciler geçici olarak Alpullu Şeker Fabrikası İlkokuluna sığınır. Bu geçici bir konuklamadır. Trakya'nın uygun bir yerinde Trakya Köy Öğretmen Okulu öğrenimini sürdürecektir. Uzunca bir araştırmadan sonra şimdi adı Kepirtepe olan bir boş hazine yerine temel atılıp okul binası yapılır. Yapılan tek bir binadır. 1939 yılı yaz boyunca çalışan 30 öğrenci, başlarını sokacak binayı kuruluğa alarak içine girer. Yeni ders yılı başlayınca da derslerini aksatmadan öğrenimlerini sürdürürler. Yeni öğrenci de alınmıştır. Böylece çalışabilir durumda 3 sınıf olmuştur. Zorlu bir kış geçirirler ama karıncalar gibi çalışarak okullarını düzene sokmuşlardır. 3803 sayılı yasa çıkınca kurulan Köy Enstitülerine Trakya Köy Öğretmen Okulu da katılmıştır. Ancak onların kaderinde salt ad değiştirme değil yer değiştirme de vardır. Bu kez ülkemizin özellikle batısı (daha çok da Trakya Bölgesi) savaş tehdidi ile karşı karşıya kalmıştır.
Bu kez de Kepirtepe bildiğiniz gibi buraya, Hasanoğlan'a gelmiş, Kepirtepe'deki deneyimlerinden yararlanarak Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nün kurulmasına öncülük etmiştir. Buradaki çalışmaları, köy Enstitüleri geleneğine kattıkları imece çalışmalarına girmek istemiyorum. Onları sizler benden daha iyi bilirsiniz, onu sizler yarattınız, sizler yaşadınız. Ben şimdiki Kepirtepe Köy Enstitüsü'nün ulaştığı aşamaya değineceğim” dedikten sonra okulda 104'ü kız, 500'ü erkek olmak üzere 604 öğrenci bulunduğunu, Enstitü kesimine giren köy adedinin ise 892 olduğunu, bunların 708'inde okul bulunduğunu, henüz okula kavuşamamış köy sayısının 184 olduğunu, bu yıl bunun yarısını kapatacaklarını, göçler nedeniyle arada öğrenci alınmadığından ancak iki yıl sonra tüm enstitü bölgesinde öğretmensiz köy kalmayacağını anlattı.
Müdür bey böyle konuşunca, şimdiye dek sessizce dinleyenler birden kıpırdandı. Bu ara da ohoooo! diyen oldu. İhsan Güvenç ise kendini tutamadı, "Sizler sorununuzu çözmüşsünüz, ne mutlu!” dedi. Ancak Müdür Bey gülümseyerek, İhsan Güvenç'le onun gibi iyimser bakanlara:
-802 köye birer öğretmen vererek işimizi tamamlamış oluyor muyuz? Siz, işleri böyle mi algılıyorsunuz? Bilin ki bu işin kolay tarafı. Önemli olan bakmaya ya alışmadığımız ya da yan çiziğimiz istatistiklerdir. 802 köyden söz ettim; 802 köyde 103. 000 aile yaşamaktadır. Her aileden en az bir çocuğun okula gittiğini düşünecek olursak (ki bu ayniyle vâkidir) bu 103.000 öğrenci demektir. Bir öğretmene, şimdiki eğitim anlayışımıza göre 60 öğrenci düşünürsek 1716 öğretmene gereksinim olacaktır. İşte Kepirtepe Köy Enstitüsü bunun ağırlığı altındadır. Bu tempomuzu aksatmadan sürdürebilirsek ki buna azimliyiz, sizin “ohoooo!” dediğinizi o zaman biz de diyeceğiz. Ancak bizim gerçek hesaplarımıza göre bu 15 yıl sonra ancak gerçekleşecektir. Bu mutlu hedef tarih olarak 1960 yılıdır. Kepirtepe, bölgesindeki köylerini 1960 yılında verdiği sözlerine uygun olarak yerine getirmiş olmanın mutluluğunu duyumsayıp kardeş enstitüler gibi başarısını kutlayacaktır.
Müdür Bey bundan sonra Trakya’nın iklim özelliklerini, toprak özelliklerini köylerin dağılımı, köy başına olduğu gibi aile başına düşen toprakları, ekilen toprak, mera olarak ölçüler vererek anlattı.
Son olarak da geçen yıl yapılan işlerden söz etti, bahçelerden alınan ürünleri anlattı. Tüm arkadaşları tek tek olduğu gibi gruplar olarak da Kepirtepe'ye davet etti. Sözünü bitirince gerçekten çok alkışlandı. Soru soran olmadı. Ancak Müdür Bey, bilerek mi öyle yaptı, sonradan mı aklına geldi, birilerini arar gibi baktıktan sonra:
- Söylediklerim üstüne bana soru sormadınız, Ancak bu hakkınız sınırlı değildir. İsteyenler bu hakkı süresiz kullanabilir. Çünkü aranızda, benimle çalışan üç değerli arkadaşım vardır. Onların söyledikleri benim söylediklerimden daha gerçektir. Mehmet Pekgirgin, Mustafa Ersoy, Şevki Aydın ayağa kalkıp "Sağolun!" diyerek alkışladılar.
Müdür Beyin ne zaman gideceğini tam öğrenemediğim için Faik Canselen Öğretmeni düşünerek soluğu piyano başında aldım. Yarı uyur yarı uyanık gibi bir süre çalıştım. Müdür Beyin verdiği bilgilerin bir bölümü beni şaşırttı. Köylerdeki toprak dağılımı, bunu ben bizim köyden biliyordum. Babam bizim tarlaları dört kardeşe ayırırken “100 dönüm, Trakya'daki çiftçiler için genel bir ölçüdür!” demişti. 100 dönüm toprağı olan kendi işletirse sıkıntı çekmeden geçinir diye ağabeylerimin sızlanmalarını önlemişti. Bunu bildiğim halde konuşmalarda bunu hiç kullanmadığım gibi önemli ölçü olarak da saymadım. Birden aklıma gene kuşku düştü; İhsan Kalabay İlk Müdür Nejat İdil'den neden söz etmedi? Salt o değil, Kepirtepe Köy Enstitüsü büyük binanın hemen altı Yeni Bedir köylülerinin toprakları üstüne kuruldu. Yine Enstitü için açılan artezyen de köylülerin topraklarından çıkarıldı. Köylüler ses çıkarmadılar ama okul yönetimi olarak onlara bir pay ayrılamaz mıydı? Örneğin Hasanoğlan'da Köy Enstitüsü için getirilen sudan Hasanoğlan okuluna bile ayrı bir çeşme yapıldı. İyice Kepirtepe konusuna dalmak üzereyken kendimi toparlayıp piyanoya döndüm. Tam başlamıştım ki çoktandır ortalıklarda görünmeyen Mehmet Zeybek çıktı geldi. O gelince bir bahane uydurup ayrıldım. Zaten vakit gecikmişmiş, az sonra yemek zili çaldı. Yemekte Hemşerim Kadir, az önce herkesin dinlediği kişiyi, hatta söylediklerini de eksik bulmuşça yorumlar katarak anlattı. Hele onların köyüne sınıfça gidişimizi gerçeğiyle hiç ilgisi olmayan nedenlere bağlayıp kendine pay çıkardı. Oysa onun köyüne, Kadir'in pek sevmediği köylüsü 9 Mehmet adlı arkadaşın babası Osman Özalp davet etmişti. Osman Özalp Lüleburgaz'daki tek hamamı işletir. Tatlı dillidir, geniş bir çevresi vardır. Okula sık sık gelir, Okul Müdürü gibi öğretmenlerle de tanışır. Onun çağrısı üzerine gitmiştik. İşin ilginci Kadir o gün ortalıktan toz olmuştu. Bunları bilmezmiş gibi dinledim.
Hüseyin Atmaca karşıdan piyanoya el vururmuş gibi işaretle Faik Canselen Öğretmenin geldiğini işaret etti. Yemeğimi yeyip Güzel Sanatlar salonuna gittim. Az sonra Faik Öğretmen geldi. Nedense bu akşam üst salonda oturmak istedi. Önce güzel bir parça çaldı. Çocuk oyuncağı gibi bir parça. Çok kolayıma geldi, düpedüz gam yapar gibi. Bana verecek sandım. Faik Öğretmen önemsemeyerek:
-Biraz daha ilerlet, bunları denemeye başla, tamamı olmasa bile beğendiğin yerlerini çalarsın! dedi. Şaşırdım. Durumumu anlayan öğretmen:
-Bu da Mussorgsky'nin tablolarına benzer bir çok zıt melodiyi kolaymış gibi ortaya koymuş ama göründüğü gibi değil, ustalık istiyor! deyip bir süre çaldı. Sonra da Karnaval der Tiere, Almanca, Le Carnaval des Animaux, Fransızca, Hayvanlar Karnavalı! adıyla da Türkçe tanınan bestesinden söz etti:
- Besteciliği yanında büyük bir piyanist olan Camille Saint-Saens (Kamil Sen San)'in dedi. Karnavalı bilmediğimi anlayınca bir süre onu açıkladı:
-Besteci aynı zamanda büyük bir piyanisttir. Konser için Viyana'ya gittiğinde, görmek istediği yerleri dolaşır ne gördüyse oturup bir beste ortaya çıkarır. İşte o beste budur. İlk olarak bir giriş yapar, arkasından aslan yürür, onu tavuklar, horozlar civcivler izler. 3. değişimde yaban atları, 4. Kaplumbağalar. 5. Filler geçer. 6. kangurular zıplaşır. 7. Bölüm bir akvaryumdur. 8. Onları uzun kulaklılar izler. 9. Guguk Kuşu öter. 10. Bu kez de bir kuş kafesi karşımıza çıkar. Onları piyano, daha doğrusu iki piyano izler. (Sen burasını tek piyanoda çalabilirsin) Besteci eseri küçük çaplı bir oyun müziği olarak düşünmüş ama ses benzetmeleri için değişik çalgıları kullanmıştır. Tamamı tek piyano için o denli sevimli sayılmaz. Zaten besteci bunu bestelediğinde ilk kez Franz Liszt önünde çaldıktan sonra bir daha hiç çalmadığı gibi ölene dek başkasının çalmasını da istememiştir. Eser daha sonra belli çalgılar topluluğuna dağıtılmıştır. Gene de iki piyano için düzenlemesi konserlerde çok çalınır. Piyano bölümünü bir dene!
Öğretmenin konuşarak çaldığını gören arkadaşlar çevremizde toplandılar. Öğretmenin hoşuna gitmiş olacak beni bırakıp onlara anlattı. Bana da:
-İstersen dersi yarına bırakalım. Yarın zamanımız çok olacak, çünkü Mahir Öğretmen de bu hafta gelemedi! deyince rahatladım. Konuşmalar arasında Mehmet Yelaldı bizim konuştuğumuz konuya değindi. Faik Öğretmen Toselli Serenadın piyano notasını getirdi. Faik Öğretmen "Sadeleştirilmiş, tam sizin için, hemen başlayın!" diyerek bir kaç kez çaldı. Arkadaşlar Faik Öğretmenden KÖY DÜĞÜNÜ bestesini istediler. Faik Öğretmenin keyfi yerindeymiş. Bestesinin tamamını çaldı. Benim piyano dersim önemli bir konsere dönüştü.
Faik Öğretmenden sonra birçok olasılıklar öne sürüldü, Mahir Canova neden gelmedi?
Yatınca olanları düşünmemeye çalıştımsa da olmadı. Babamı köyden ayırmam olası değil. Bunun nedenini düşünmeye çalıştım, olmadı. Babam kent yaşamının yabancısı değil, ağabeyi Müderris Ahmet amcam, Kırklareli'de yaşadı. Babam sık sık gidip orada kaldı. Pehlivan amcam, aynı zamanda babamın çocukluk arkadaşı, sık sık gider, kahvesinde oturur, işlettiği sinemasına sık sık gider. Şoför Hasan olarak tanınan yeğeni Hasan Amcamla araları çok iyidir. Hastane Müdürü amcam da babamın öteki Mehmet ağabeyinin oğludur. Bu nedenle kentten ürken biri değildir. Bana da köye dönmemem için telkinlerde bulunur ama benim gideceğim yere benimle kalmak için gitmeyi düşünmediğini kesin olarak söylemiştir.
İçim buruk olarak gözlerimi kapadım.
10 Nisan 1944 Pazartesi
Tüm gün, Faik Canselen, Mehmet Öztekin öğretmenlerle olacağımıza göre verilmiş ödevler kesinlikle kurcalanacak. Neler vardı, neleri eksik bıraktım? Bunları düşünerek Güzel Sanatlar Bölümüne koştum. Verilen ödevleri yazdığım büyük defterim orada. Faik Canselen Öğretmenin verdiği ödevler tamam. Öztekin Öğretmenin Enstitü bölümü için verdiği ödevi bile tamamlamışım. Mahir Öğretmen gelseydi onunkiler de hazırdı. Sevinerek kahvaltıya döndüm. Arkadaşlar da aynı kaygıya kapılmışlar:
-Ne yapacağız bütün gün? Bir takım olasılıkları öne sürüp bir süre güldük bir süre de üzüldük. Arkadaşların kaygılandıklarından bir kuşkum yok ama gene de içim rahat değil. Benim dışımda birine sinirlenen öğretmen bana yumuşak davranacak değil, bunu çok denedim. Kusurlu paylanırken sözler ortalığa dökülüyor. Bu konuda çok gözlemim oldu.
Topluca Salona döndük. Az sonra öğretmenler geldi. Durum sandığımız gibi olmadı; öğretmenler önce kendi aralarında konuştu, nasıl bir yöntem uygulayalım? Faik Öğretmen:
-Bana iki saat bırak sonrasını sen düşün! Öztekin Öğretmen güldü:
-Yok arkadaşım, sen bize zaten çok gerekliydin, bu olanağı kolay kolay bulamayız, bizim önümüzde bir önemli bayram programımız var, onun genel bir provasını birlikte yapalım. Program bende de vardı ama sustum. Bu konuda öne çıkmış bulunan Abdullah Ön'e soruldu. Abdullah marşları, şarkıları, türküleri sıraladı.
Faik Öğretmen piyanoyu az öne aldırıp bizi karşısına aldı.
Hep dikkat ederim, grup çalışmalarında ortalarda olmak için önlem alırım. Bu kez dalgınlığıma geldi, piyano arkasından ilk sırada duruyorum. Bunu duyumsayıp kayar gibi kıpırdayınca sanırım Faik Öğretmenin gözüne çarptı:
-Haydi, bugün de seninle başlayalım deyip adımı söyledi. Tuşlara oldukça güçlü basarak gam yaptı, arkasından bana tekrarlattı. 1, 3, 5, 8 sıralamasını inişli çıkışlı yaptırdı. Bu kez öteki köşeden Yusuf Demirçin'i aldı. İkimiz için de iyi ya da kötü bir şey demeden Abdullah Ön'deki listeyi alıp baktıktan sonra "Türkülere bir sünger çekiyoruz! " deyip İstiklâl Marşı ile başladık.
İstiklâl MarşıGençlik Marşıİleri Marşı (İki sesli)Ziraat MarşıAnd Marşı (İki sesli)Onuncu Yıl Marşı---- Şarkılar BarkarolAvcılarGeceKöy YoluEfemGülelim----
Faik Canselen Öğretmen İstiklâl Marşı'nı söyleyişimizi hiç beğenmedi. Özellikle ikinci sınıflara hem teker teker söyletti hem de bizim grubu yönettirdi. Bir ara da onların geçen yaz stajlarında deneyim sahibi olmadıklarına şaştığını söyledi. Şevki Aydın, staj döneminde her okulun kendi düzenini sürdürdüğünü, söz gelimi Kepirtepe'de törenleri benim yönettiğimi söyleyince Faik Canselen Öğretmen oldukça küçümser bir gülüşle bana dönüp “biz de görelim şu Kepirtepe usta şefini” deyince hemen kalktım. Öğretmen bir şey söyleyeceğimi sandı, "Söyle bakalım!" dedi. Oysa ben akordiyonu almak için kalkmıştım. Akordiyona sarılınca öğretmen beni durdurdu, gülerek:
-Sayım suyum yok, biz o oyunu oynamıyoruz! Biz akordiyon hatta piyano olmayan yerlerden söz ediyoruz! dedi. İleri Marşı gibi And marşını da iki sesli söyledik. Abdullah Ön, Mülkiye Marşı'nı da repertuvarımıza almamızı önerdi. Faik Canselen Öğretmen biliyor ama Abdullah'a bilmez gibi davranıp söyletti. Abdullah'ın sesi gür, çok güzel söyledi. Faik Canselen Öğretmen onu da ekletti. Köy Yoluna sıra gelince herkes gülümsedi. Faik Öğretmenin gözünden kaçmadı:
-Sizi neşelendiren neyse onu bilmek sonra da neşenize katılmaktan mutlu olurum! deyince Mehmet Yelaldı olayı anlattı:
-Hilmi Girginkoç Öğretmenin çavuşluğu sevmediğini, o askerden dönesiye dek şarkının orasında subay dememizi tembihledi! deyince Faik Öğretmen önce:
-İlahi Hilmi! dedikten sonra da :
-Doğru ya, Yedek Subaylığın öyle bir pürüzü vardır, insanlar önemsemez görünür ama oldukça önemlidir. Oraya giden herkes subay kılığıyla dönerken insana sakar şeyler gibi çavuş damgası vuruyorlar. Yenir yutulur bir olay değil! deyip kaşlarını çattıktan sonra:
-İsterse Hilmi için özel olarak şarkının orasına "Hilmi!" adını da ekleriz. Hilmi, önümüzdeki günlerde buraya gelecek, bu konuştuklarımızı ona söylersiniz! deyip bir süre güldü.
Belki yorulduğundan belki de önemsemediğinden öğretmen şarkıları şöyle bir dinleyip geçti. Sıra türkülere geldiğinde Faik Öğretmen ellerini kaldırarak:
-Benden bu kadar, şimdi ben dinleyiciyim deyip çekildi.
Türküler-----Arpa-BuğdayZekiyemSarı KızZillerAltın YüzükKeklik
Öztekin Öğretmen de gelip Faik Öğretmenin yanına oturdu. Abdullah Ön türküleri, kendi de söyleyerek yönetti. İki öğretmen de Abdullah'a bir kez de kendisi söylemeden yönetmesini önerdiler. Abdullah Ön öyle de söyletti. Bu kez başlarda ya da ara ara katılmasını ancak tümden söylememesini önerdiler. Bu hem bir yönetim gereğiymiş hem de teknik olarak gerekliymiş. Tümden söyleyince koroyu izlemesi zorlaşırmış. Buna takılan arkadaşlar oldu; "Abdullah Ön türküleri hepimizden iyi bilip söylüyor, o susunca koro zayıf kalacak! Faik Öğretmen güldü:
-Böylece kendinizi ele veriyorsunuz. Bunlar acz itiraflarıdır. Siz öğrenme çağındasınız, elbette zayıf tarafınız olacak, elbette yapamadığınız işler olacak. İşte o zayıf taraflarını güçlendirmek için çalışacaksınız. Kitabımızda "Pes!" demek yok!
Sürekli çalışmalarda zamanın geçtiği pek anlaşılmıyor. Öztekin Öğretmen:
-Yemekten sonra bir saat enstrüman çalışması yapacağız, Faik Öğretmen biraz dinlensin, armoni dersiniz bir saat gecikecek! dedi. Öğle olduğunu duyunca sevindim.
Öğle yemeğinde sanki dersteymişiz gibi aynı dertleşme aynı zıtlaşma, genellikle aynı yanlış anlama ardından yanlış yorumlar. Bugün de öyle oldu; "Bizler bu işleri yapamayız!" Köy Enstitülerinde bunları kimlere anlatırsın? Birden Kepirtepe günlerime gittim. Ben soğuk atölyelerde akordiyon çalışırken soba başına çökmüş arkadaşlar, laf çakıştırırdı:
-Akordiyonu dersliğe getirip çalarsa bizim kafamız şişer! tartışması yapardı. Bunlara sinirlendiğim için akordiyonu alıp bir kez olsun derslikte çalmadım. Başka sınıflar çağırır, isteyerek dinlerken bizimkiler, bunu kız-erkek ilişkisine bağlayıp dedi-kodu yapardı. O günler şimdi hep geride kaldı. Akordiyonun hiç zararını görmedim, tersine çok büyük yararı oldu. Öteki derslerden neyim eksik kaldı? Aynı durumlar değişik olarak burada da sürüyor. Öğretmenlerin önemsedikleri konularla ilgimi sürdürüp geliştirmeye çalışıyorum. Uzak değil dün, ilişkimizi kestiğimiz Müdür İhsan Kalabay hakkımda neler söyledi! Hepsi benimle doğrudan ilgili, olumlu sözler, geleceğim üstüne olabilir varsayımlar. Benim için öğrenilip kotarılan bu iyi niyet olasılıkları acaba tüm arkadaşlar için düşünülüp kurulmuş mudur? Kurulmuşsa neden söylenmemektedir? Derslerin kesilmesine daha bir ay var, ondan sonra geziler, kamplar, ancak onlardan sonra staj. En az iki ay. İki ay sonra kimin ne yapacağı, nereye gideceği belli değilken benim yerim, yapacağım görev belli. Ben bunu neye borçluyum? Çok doğal ki çalışmama! . . .
Alt piyanoda bir süre çalıştım. Kapı açıldı, Faik Öğretmen geldi, yan tarafa oturup:
-Beni yok bil çalışmanı sürdür! dedi. Öyle yaptım, Beethoven Menuette vardı. Ödev değil sıkılınca çalışıyordum. Öğretmen onu alıp piyanoya koydu. Daha önceki çalışımı öğretmen biliyordu. Son bölümü beğenmemişti. "İşte bu kadar çalışanın elinden başarı kaçamaz, er geç teslim olur” dedi. Bu kez de ders dışı rahat zamanlarımda istekle çalışmam için Franz Schubert Moment Musical'den bir bölüm verdi. (Son bölüm) İki kez kendisi çaldı, çırpışları bana da tekrarlattı. Konservatuvar piyano öğrencilerinin metotları dışında ilk başvurdukları parçalardan biri de buymuş. Öğretmen:
-Konuştuğun olursa senden hemen bunu isterler! diye de uyardı.
Öğretmen ayrılınca bir süre Moment Musical'e çalıştım. Birden bir gevşeme duyar gibi oldum. Yukarı çıktım. Yukarıdaki arkadaşlardan birileri, gelen Köy Enstitüsü Müdürlerini karşılaştırıp değerlendiriyorlar. Azmi Erdoğan, Muttalip Çardak hemşerim Kadir Pekgöz'ü karşılarına almış veriştiriyorlar. Kadir de onlara söz yetiştirmeye çalışıyor. Önce söze karışmadım. Ancak Azmi Erdoğan İhsan Kalabay'ın hazırlıksız geldiğini, o nedenle az konuştuğunu söyleyince duramadım hemen sordum:
- İhsan Kalabay dinlediğimiz 4. Müdürdü. 4. Müdür Enstitüsü çevresindeki köylerini normal öğretime 1960 yılında tamamlayacağını, o yıldan sonra köy-kasaba okul, öğretmen ayırımı kalmayacağını söyledi. Ötekiler bu bu konuda ne dediler? Köylerin bakımsızlığından söz ettiler. Onu herkes biliyor. Köy Enstitüleri okul işlerini, öğretmen yetiştirmeyi amaçladığına göre nasıl bir program yapılması geldiğini kim doğru saptamış onu tartışın. Azmi, Ahmet Emin Yalman'ın bile Rauf İnan'ı göklere çıkardığını söyledi. Ben de:
-Tüm Hıristiyanlar da İsa'yı göklere çıkarıyor ama Müslümanlar buna gülüp geçiyor. Bu bir inanç, bir çıkar sorunudur. Ahmet Emin Yalman İstanbul'da oturur. Kepirtepe burnu dibinde, oraya gitmez ama daha uzak Çifteler'e bir çok kez gider. Bu onun sorunu, bununla senin övünmen biraz düşündürücü bir durum. Ayrıca buraya gelen müdürlerin söyleyecekleri sözler, onların tüm düşüncelerini kapsamaz. Onlar kendi önemsediği konuları seçip söylerler. Sizin müdürünüz Rauf İnan'ın bölgesi hakkında anlattıklarından aklımda hiç bir bilgi kalmadı. Oysa İhsan Kalabay, matematiksel bilgilerle bana Trakya üstüne unutulmaz bilgiler verdi. Örneğin Trakya'da ortalama bir çiftçi ailesinin 100 dönüm toprağı olduğunu, bundan eksik toprağı olanların sıkıntı çektiğini öğrendim. Eskişehir bölgesi ya da öteki bölgeler için böyle bir ölçü sözü duymadık. İhsan Kalabay inşaat olarak da ilk binadan söz etti. Oysa sonradan orada 20 bina yapıldı, bunları normal saydığından söylemeye bile gerek görmedi. Çünkü hep biliyoruz, Köy Enstitüleri gereksinim duyduğu binaları gürültüsüz patırtısız yapmaktadır. Rauf İnan bunu bilmesine karşın kümeslere varıncaya dek saydı. Ayrıca Rauf İnan, bize söylediği sözlerin çoğunu öğrencilere derslerde, toplantılarda anlattığını tekrarladı. "Onu dedim, bunu dedim!" Demeseydi sanki olmayacaktı. Onun dediğini duymayanların sizden bir eksiği var mı? yapmakta ya da öğrenmekte zorluk çektiğim bir konuda gelip bana “Bak arkadaşım, bu böyle yapılır, bizim Müdür Rauf İnan'ı sen de dinleseydin, şimdi bunu benim gibi kolayca yapardın!” dediğin oldu mu? Belki sayımız az olduğundandır, belki de görev anlayışından, İhsan Kalabay, işte arkadaşlar duydu, benim geleceğim için bile inandırıcı, geleceğime uygun öneriler öne sürdü. Bir süre gönderilen yerlerde çalıştıktan sonra Lüleburgaz'a dönmelisin; senin ailenin durumu bunu gerektiriyor diyecek kadar ailemi tanımış, karşılaşınca bunu bana söyledi. Öteki arkadaşlar için de söyledikleri bu denli isabetli. Gel bir de Hamdi Akman'ın konuşmalarını anımsa, söylediklerinin çoğu okul harcamaları, harcamaları engelleyen mali mevzuat! Onları biz duysak ne yapacağız? Yasal düzenlemeleri biz mi yapacağız?
Yemekte de aynı konu değişik olarak tekrarlandı. Ekrem Bilgin bir başka bakımdan karşılaştırma yaptı:
-İhsan Kalabay, bir Enstitü Müdürü gibi değil daha büyük bir makamdaymış gibi konuştu! dedi Bu söz üzerine onun bizim Köy Enstitüsüne Trabzon Milli Eğitim müdürlüğünden kendi isteğiyle geldiğini söyledim. Kendisi bu görevi üslenirken ilköğretim Müfettişi Kemal Üstün'ü de almak koşuluyla kabul etmiş. Kemal Üstün bir süre sonra geldi, Eğitimbaşı oldu. . . . . . . . .
. . . . . . . . . . . . . . . .
Geçen haftaki konuşmaları anımsayarak Kitaplığa gittim. Geçen hafta William Shakespeare'in Atinalı Timon'unu okumuştuk. Öğretmen, kitabın önemsizliğinden açık açık söz etti, hatta kitabı yazanın Shakespeare olduğundan bile kuşkulananlara katıldığını söyledi. Öyleyse getirip onun neden okuttu? Acaba bu, bu kitabı bahane sayıp konuyu William Shakespeare'e mi getirecek? Ona e önce hangi kitabını ele alır? Hamlet, Makbet, Kral Lear, Jül Caesar, Antonius ile Kleopatra, geçen ay tiyatrosunu gördüğümüz Şaşkınlıklar Komedisi mi, Romeo Jülyet'i mi? Otello'su da var. Hamlet, bir baba cinayeti üstüne kurulmuş, ancak caninin kral oluşu nedeniyle sorunun çözülmesi zorlaştığından babasının öcünü almak isteyen Hamlet ölümüne bir öc alma yöntemi uygulayarak benzeri olmayan bir kurgu ortaya getirir. Makbet, Hamlet'teki olayın tersine çevrilişi gibidir. Hamlet'te kraliçe suça bulaşmıştır ama suçlunun gölgesindedir. Makbet'te ise kraliçe Makbet acımasız baş aktördür. Kral Lear, düpedüz bir Goriot Baba tipi kral babadır. Ne var ki kızlarının değişik yaratılışlarda olacağını düşünmemiştir. Göz bebeği gördükleri onu sömürürken, kendisine candan bağlı olan küçük kızını dışlar. Oysa babasını gönülden seven odur. Babaların yanılabileceğinin belgeseli. Jül Caesar için çok söz söylemeye gerek yok, insanlar fanidir. Şöyle ya da böyle bir gün var olduğu güç elden gider. O gidecek olduğu zaman gelince ona kimse engel olmaz. İyilikler gibi ihanetler de insanların yazgılarında vardır. Antonius ile Kleopatra’yı tarihten alınmış bir kurgusal aşk öyküsü olarak düşünüyorum. Otello, eziklik duygusu geliştirmiş tiplerin yeri geldiğinde neler yapacağını gösteren bir oyun. Romeo Jülyet ise farklı inanca saplanmış katmanların kendi inançları doğrultusunda kişiliksiz kuşak yetiştirme savaşlarının acı sonucu. Shakespeare, bu yanlış anlayışa adeta bir ayna tutarak olayı gözler önüne sermiştir. William Shakespeare'in Romeo Jülyet'i yazdığı yıl olarak 1597 gösterilmektedir. içinde bulunduğumuz yıla göre 347 yıl geçmiştir. Bu yıllar içinde sürekli oynanarak halka gösterilen bu dram Batı dünyasında bu tür olayları kökünden kazımıştır. Oysa William Shakespeare'den habersiz toplumlarda bu olaylar sürüp gidiyor. Yazarların, yazılan, oynanan tiyatro eserlerinin etkisi açısından tek değildir ama vazgeçilemez örneklerinden biridir, Romeo-Jülyet. . . . . . Son sözüm bu oldu sanırım kapıdan içeri girdim, içerisi kalabalık. Yanlışlıklar Komedisi oynanıyormuş. Bir çok yüz bana bakıyor, Nuri Altınok, Cüneyt Gökçer, Salih Caner, Ragıp Haykır. . . .
-Bunu gördük! deyip arkadaşları çevirmek istedim. Meğer yanımda kimse yokmuş!
11 Nisan 1944 Salı
Akşamki rüyamı yorumlamaya çalıştım; ne güzel sözler söylüyordum. Yanımdakiler kimdi? Rüyamda beni dinleyenleri gözümün önüne getirmeye çalıştım, o muydu, bu muydu derken belli izler de uçtu gitti. Ancak konu gitmedi William Shakespeare'in kitapları. Geçen ders sözü edilmişti. Zaten Sabahattin Öğretmen Yanlışlıklar Komedisine gidip döndükten sonra:
-Bir ara üstadımız William Shakespeare'den söz etmeden geçemeyeceğiz demişti. Bir de benzetme yapmıştı. Homeros, Sokrates, Eflatun, Aristoteles, Dante, Shakespeare, Montaigne, Voltaire, Rousseau, Goethe, Schiller, Victor Hugo, Tolstoy gibi yazarlar bizim hem deryamız hem de bu deryada gezebileceğimiz kayıklarımızdır. Onlara sarılırsak onların deryasında rahatça gezebiliriz. Onlar bize başkalarını da tanıtır böylece yaşamımızın tadı daha da artar. . . . . . .
Kahvaltıda arkadaşlar 17 Nisan Bayramından söz ederken bunları düşündüm:
-Hem derya olmak hem de o deryayı gezdirecek gemi ya da kayık.
Hava güzel, kitaplık daha aydınlık.
. . . . . . . . . . . . . . .
Sabahattin Öğretmen gülümseyerek:
-Söze William Shakespeare ile başlamak gerekir; ben bu kez, o büyük ustadan özür dileyerek onun daha yaygın bilinen anıt eserlerini bırakıp Romeo Jülyet'inden söz açacağım! deyip okuyanları sordu. Umulmadık sayıda parmak kalktı. Öğretmen parmak kaldıranlara dikkatlice bakarak, az ilerisinde oturan Mestan Yapıcı'ya sordu:
-Bu kitabı nasıl ya da niçin okudun? Mestan yapıcı bir arkadaşının elinde gördüğünü, arkadaşı olayı anlatınca ilgi duyup okuduğunu söyledi. Öğretmen bu kez arkadaşların yüzlerine gene dikkatlı dikkatlı bakarak sordu. Sordukları hemen hemen aynı yanıtı verince nedense öğretmen başka soru sormaktan vazgeçmiş gibi önündeki notlara bir süre baktıktan sonra:
-Benim öğrenmek istediğim hiç bir etki altında kalmadan kitabın alıp okunmasıydı! deyince parmak kaldırdım. Nedense parmak kaldıranlar arasında bizim Kepirtepelilerden kimse yoktu. Romeo-Jülyet adıyla bir aşk kitabından söz edildiğini çok önceleri duymuştum. Ferhat'la Şirin, Aslı ile Kerem, Leyla ile Mecnun kitapları gibi! deyince bu kez de:
-Bunları nereden duydun? diye sorunca bunları, eski duyduklarım bir yana Faruk Nafiz Çamlıbel'in ezberlediğim Çoban Çeşmesi'nden deyince öğretmen güldü. Sonra da, sözü sürdürmem için uzunca bir EEEeeee…? çekti. Tarihi sevdiğim için adı çok geçen kimseleri öğrenmek istediğimi, Annibal, Büyük İskender, Atilla, Jül Sezar. Bunlarla ilgili bir çok yazı okuduğumu, Jül Sezar okurken Kral Lear'i görmüştüm. Arkasından da Hamlet, Makbet, Othello, Antonius ile Kleopatra, Atinalı Timon'dan sonra William Shakespeare'in bir de Romeo Jülyet'i olduğunu anımsayıp hiç kimseden etkilenmeden alıp okudum. Öğretmen gülümseyerek:
-Öyleyse sen bize Romeo Jülyet'i katıksız olarak anlatabilirsin, belleğinde kaldığı gibi. Özür diledim; “bir noktayı unuttum, açıklayayım; ben, okuduğum tüm kitapların bir özetini çıkarırım. Romeo Jülyet'in de özeti defterimde var.” Öğretmen:
- Bu daha iyi işte, özetlediğini anlat.
Özet: Eski İtalya kentlerinin birinde yaşayan soylu aileler arasında zaman zaman kanlı sonuçlarla sonlanan kan davaları sürüp gidiyormuş. İşte bu kan davalarını sürdürenlerden iki ailenin biri kız diğeri erkek iki genci birbirlerini uzaktan uzağa bakışarak sevmişler. Ailelerinin durumlarını bildiklerinden önce gizli tutmalarına karşın çevresindeki arkadaşların duyurularıyla gizli aşk ortaya çıkmış. İki gencin bir araya gelmesini olanaksız görmelerine karşın kız tarafı olayı önemseyip sevdalı delikanlıyı göz altına almış, türlü bahanelerle onu ortalıktan uzaklaştırmak için oyunlar kurmuştur. Örneğin delikanlının yaştaşları türlü oyunlarla seven delikanlıyı zor durumlara sokmuşlar, kavga çıkmış, ölümle korkutma hatta öldürme tehditleri altına sokmuşlar. Öte yandan kız, ailesinin bu korkunç önlemlerine karşın sevdiğinden ayrılmayı kesinlikle reddetmiş. İki gencin doğal hakkı olan bu gönül yakınlığı çevredekileri de ayaklandırmış. Özellikle kız tarafındaki erkekler özellikle gençler işi kavgaya (o zamanlar düello) dökmüş. Kızın akrabası Romeo'nun arkadaşını öldürünce Romeo da arkadaşının öcünü almış. Suçlu duruma düşmesine karşın birbirini seven iki gence yardım edenler olmuş, (Bir rahibe ile bir rahip.) Delikanlı başka bir ile gönderilmiş (gerçekte gençler kilise evlenmesi yapmış), İki sevgilinin bir araya gelmesi için Jülyet'e geçici bir içki verilmiş. İçkinin etkisi bir süre sonra geçecekmiş. Kızın ailesi Jülyet'in öldüğüne inanıp işi kiliseye bırakınca Jülyet kaçırılacaktır. Başka bir kentte bulunan Romeo ansızın gelip Jülyet'in zehir içip öldüğünü görünce Romeo zehir şişesini içer, etkili zehir nedeniyle hemen ölür. O sıra da Jülyet uyanmıştır. Romeo'nun öldüğünü görünce Romeo'nun hançerini alıp göğsüne saplayarak kanlar içinde Romeo'ya sarılmış olarak can verir.
Öğretmen bir süre duraksadı. Öğretmenin duraksamasını bir kusura bağlayanlar hemen olayın geçtiği yerleri konuşmaya başladılar. Öğretmen susmasını sürdürünce konuşanlara ben cevap verdim. “Ben olayı özetledim. O söylediğiniz adların çoğunu ben söylemiyorum bile; William Shakespeare, Romeo-Jülyet demek zorunda kaldığım için söylüyorum. Onları da doğru söylediğimden kuşkuluyum. Olayda geçen öteki adları o nedenle söylemek istemedim. Hepsi elimde yazılı olarak var.”
Öğretmen benim haklı olduğum bir taraf olduğunu, her okuduğumuz çeviri kitaptaki yabancı adları söylememizin söz konusu olmadığını, ancak, söylenebileceklerin söylenmesinde büyük yarar olduğunu anlattı. Kendisinin bir çevirmen sayıldığını; "Yani bu iş benim mesleğimken, bundan ben de yakınıyorum. Özellikle yabancı dillere giderek çok geçmeye başlayan Kiril türü alfabe kullanan ülke adlarını çaresiz Türkçe yazıyoruz! dedi. Arkadaşlar, Dostoyevsky, Tolstoy, Puşkin, Gorki diye sayarken ben de Tchaikovsky, Mussorgsky adlarını ekledim.
Öğretmen ne düşünüyse (benim eksiğimi mi, eksik bulan arkadaşların gönlünü almayı mı?) “Olayın geçtiği yerlerin, belli başlı kişilerin adlarını analım mı?” diye sordu. Mehmet Toydemir oturduğu yerden "Analım! " dedi. Arkadaş öyle deyince öğretmenden izin istemeden
Yer, Verona, İtalya'da bir kent.
Capulet-Jülyet'in ailesi, Montague- Romeo'nun ailesi, Rosaline rahibe, Romeo'nun ilk sevgilisi,
Benvolio, Romeo'nun arkadaşı, Bu arkadaşı Romo'yu Capulet'lerin şölenine götürür.
Romeo bu şölende Jüliet'le ilk kez karşılaşır, iki genç bir birine tutulurlar. Bu amansız tutku sonunda rahip Lawrence ile rahibe bunları gizlice evlendirir. Bu gizli evlilikten habersiz Capulet'ler Jülyet'i Paris adlı biri ile evlendirmek isterler. Onlarca Romeo istenmeyen bir kimsedir. Ailenin kabadayısı Tybalt, bir gün Romeo ile arkadaşı Mercutio'ya hakaret eder. Romeo olay çıkarmamak için susar ama arkadaşı Mercutio dülle etmeyi kabul eder. Ancak Tybalt Mercutio’yu ölürür. Buna katlanamayan Romeo da Tybalt'ı öldürür. Böylece Romeo suçlu durumuna düşer.
Prensin askerleri tutuklamak için Romeo'yu aramaktadır. Bu arada Jülyet'i ailesi Paris adlı gençle evlendirmeye kalkar. Jülyet, Romeo'dan umudu kesmiştir rahibe günah çıkarmak üzere gider.
Jülyet'in evleneceğini duyan Romeo da çıkar gelir. Bu kez de Paris Romeo'ya engeldir. Romeo Paris'i de öldürür. Romeo, suç üstüne suç işlemiştir. Onların birbirine kavuşmasını isteyen rahibe ile rahip bir oyun kurarlar. Geçici etkisi olan bir iksir içen Jülyet ölmüş gibidir. Verona'ya dönen Romeo, olaydan habersiz olduğundan Jülyet'in ölümüne dayanamaz, yanındaki zehiri içip ölür. Jülyet uyanmıştır. Gözlerini açınca Romeo'yu ölü görünce kendinden geçip Romeo'nun hançeriyle kendini öldürür. Bu acıklı olayı yakından gören rahip Lawrence durumu ailelere duyurur. Aileler de, böyle bir sonuçla bir daha karşılaşmamak üzere barışır.
Beni sessizce dinleyen arkadaşlara:
-Bilseydim kağıttan okurdum. Ancak kağıdı kaldırınca benim gerçek bilgilerim gene deminkiler olacak! Dedim. Öğretmen teşekkür etti. Parmak kaldıran oldu. Ancak öğretmen görmezden geldi söz vermedi, ortaya:
-Haftaya ders günümüz bayrama mı geliyor? diye sordu. Arkadaşlar bir gün sonraya deyince:
-İyi öyleyse o zaman devam edelim! deyip kalktı.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Her zaman olduğu gibi salonda belli yerleri tutma heveslileri öğretmenin ardından koşturarak salona geçildi. Yunus Kazım Öğretmen geçen hafta kimi sözler üstünde durmuştu; neydi onlar? Alışkanlık, içgüdü ya da bizim okuduğumuz günlerin diliyle Sevk-i tabii, çağrışım, ya da tedai. Bunu alabildiğine uzatabiliriz ama yeni bir şey öğrenemeyiz. Bu sözlere psikoloji ilimi açısından verilen anlamlar önemlidir. Hayvanların sevk-i tabiisiyle yaşadıklarını hep okuduk. Genelde bilinen de buydu. Bu dar çerçevede insanlar için de kullananlar oldu. Ancak psikologlar bu kavramları genişlettiler. Sevk-i tabiiliğin de kendine özgü bir derinleşip genişlemesi var. Örneğin doğduğundan beri yiyeceğini evin kapısında hazır yiyen köpeği bir süre sonra götürüp başka yerde, sözgelimi bir beklenecek yerde verdiler. Köpek yiyeceğinin kokusunu ala ala bir süre oraya götürüldü. Bir zaman geldi ki köpek o bekleme yerinden ayrılmadı. Bu çok basit bir örnek, güvercinler mektup taşıyor, maymunlara inanılmaz numaralar yaptırılıyor. Özel olarak yetiştirilen bir kedi, kedilerin yapması gelen yani kendi sevk-i tabiilerini bırakıp kendine özgü bir davranış biçimi alıyor. İşte içgüdü dediğimiz bu yaşama güdüsü söylenegelen tabiilikten farklı bir durum alıyor. Bu farklı durumlar bilimlerin dilinde değişmelere neden oluyor. Tabiilik öğrenmeye yöneliyor. Bu örneğim psikolojinin genel kuralları için geçerlidir. Bir arkadaşınızın dediği gibi Freud'la bunun bir ilgisi yok.
Freud; özellikle insanların genelinde yani cins olarak olmaması gereken özel durumlarını bir bakıma hastalık diyebileceğimiz durumların neden olduğu üstünde durur. Çok genel bir örnek verilir. Çocuk, normal doğmuştur, 5 yaşına dek çok sağlıklı büyümüştür. Çocuğun tam masal çağıdır, masalları özellikle dinler. Anne-baba ayırdında olmamıştır. Çocuk masalda horoz sözü geçince irkilir. Anne-baba bir tatilde çocuklarını Bremen'e götürür. Bremen çocuklar için çok özgün bir kenttir. Masallarda geçen Bremen Mızıkacıları kentin parkı içindedir. Sayısız çocuk ilgiyle onlara bakarken bizim örnek baygınlık geçirir. Sara nöbeti tanısı konur. Yapılan tüm deneyler sara bakımından olumsuzdur. Freud yöntemleriyle gözleme alınır. Çözüm bulunur, çocuk kendi kendine oynarken bir kapıyı açınca karşıdan birisi bağırta çağırta, kaçıra tuta bir horoz keser. Başı kopan horoz bir süre ortalıkta kalkıp düşer. Çocuk kapıyı kapatıp olayı yok saymıştı ama kendi bilinciyle bu olayı çözememiştir. Salt büyük bir ürperti duyup geçiştirmiştir. Alt bilinçte şekillenen olay çözümsüz bir düğüm olarak kalmıştır. Ona değinen en küçük ileti tüm bedeni kaskatı edip beden dengesini bilinç dışına itmektedir. Konunun bilginlerince sorun çözülür, bir süre sonra (bir kaç yaş olsa gerek) çocuk Bremen Mızıkacılarına rahatlıkla tırmanır.
Arkadaşlardan yanlış anlayanlar oldu, yılan görünce çok korktuğunu günlerce rüyasında yılan gördüğünü, gök gürültüsü olunca dışarıda duramadığını söyleyenler oldu. Öğretmen bu tür korkuların kişisel özellikler olduğunu bunlar üzerinde duran Carl Jung’un, insanları genelde ikiye ayırdığını, bu iki tipin başka başka özellikleri olduğunu, ancak bu özellikle böyle yılan ya da gök gürültüsüne bağlamamamızı, çünkü korkuların yetiştiği yörede, içinde bulunduğu insanlardan geçebileceğini, oysa Carl Jung’a göre insanların değişmesi olanaksız duygusal özellikler taşıdığını, bunların daha çok toplum-kişi arası ilişkilerde görüldüğünü örneğin birisi çok rahat kalkıp ortada oynar, ya da bildiklerini anlatırken birilerinin daha bilgili olmasına karşın, kalkınca bocaladığını söyleyince "Benim gibi. . . . !" diyenler oldu. Carl Jung'un İntrovert, Extrovert diye ayırdığı bu insanlar; kendi iç dünyalarına göre tavır alırlar. Örneğin İntrovert dediği kişilik içine dönük ya da dışa kapalı tipler genelde kendi içinden geçenleri şekillendirerek bir kişilik oluşturur. Bu, başkasıyla hiç ilgilenmez anlamında değildir. Dış olaylarla ilgilidir, öğrenme konusunda kusursuzdur. Ancak verilecek yargılarda kendi değerleri egemendir. Psikoloji bilimi açısından bu bir kusur değil, insan türünün bir tavır biçimidir, bir iç seçimdir. Bunun karşıtı olarak öne sürülen Extrovert ise kendi verdiği kararların, özel beğenilerin başkalarınca da onayı beklentisini taşır. Böylece dışa dönük bir yüzü, davranışları vardır. Paylaşımcıdır, genelde oyunlarda olsun ortak işlerde olsun önde olur. Ancak Carl Jung'un bu ayırımı terazi ölçüsü ya da bıçakla keserce bir ayırım değildir. Tersine insanın tüm özellikleri eşdeğerde varken ufak farklarla birinin önde olması anlamındadır. Kısa boyundan dolayı arkadaşları arasında içine kapalı gibi görünen Napolyon Bonapart, bilindiği gibi Tanrı Bağışı olarak başlarında tac taşıyan 20 kralın başını eğdirip kılıcının ucuyla taçlarını ayaklar altına atarak, tarihe Büyük Napolyon Bonapart olarak geçmiştir.
Yunus Kazım Öğretmen Freud ya da onun gibi düşünüp ruhsal hastalıkları ya da rahatsızlıkları ortadan kaldırmak için çaba gösterenlerle psikolojik araştırmaları karıştırmamamız konusunda bizi bir kez daha uyararak ayrıldı.
Yemekte ilk kez psikoloji sözü edildi. Kısa boyluluk, uzun boyluluk. Kadir Pekgöz kısa boylu, alınacak diye çekinerek beklerken tersine ağabeyini örnek verdi:
-Ağabeyim uzun boylu olmasına karşın ben neden kısa boyluyum? deyince Napolyon Bonapart’ı örnek verdik. Napolyon örneğine ilgi duymayan Kadir, Nihat Şengül'ün Mike Roney örneğine bayıldı. Mike Roney filmlerde gördüğümüz kısa boylu bir film yıldızı. Kısacık boyuna karşın en güzel yıldız olarak anılan Ave Gardner ile evliymiş. Bu şakaya Kadir de katıldı ya da katılır gibi oldu. Bu kez masada herkese birer artist seçildi. Kamil Yıldırım kendisi seçti Carmen Miranda, Abdullah, Yvonne de Carlo'yu seçti. Nihat'a Ester Williams. Ben adları bilmediğim için seçemedim. Halil Yıldırım'a, Maria Montes, Ekrem Bilgin'e Greer Garson, adaşım İbrahim Şen'le ben kaldım. Onun bir bildiği varmış, Betty Grable! Tek ben ortada kaldım. Masa altından ayak dürtüşmesi yaparak bana da bir tane seçtiler. Gülüşlerinden anladım, içimden üzüleceğim ama aldırmadım. Yunus Kazım Öğretmenin söyledikleri halâ kulağımda; insanların istedikleri olmazsa dünyaları bağışlasan o istenenin yerine gelmez. Hem kimseyi bilmiyorum hem de güzel biri söylensin diye bekliyorum. Sonunda Nihat çıkışırca sordu:
-Hiç mi merak etmiyorsun? En çok sevdiğini sana bıraktık, Vaterlo Köprüsü, Vivien Leigh! deyince kıpırdamadan durdum ama kendimi zor tutttum. Aldırmamış gibi duyarsız bir sesle; ya ma dedim. Oysa beynim hemen filmle oldu. Koca burunlu yaşlı adamın kızı karşılayıp teselli eder gibi konuşması, gerçekte kızı küçümsemesi, dolaylı olarak tehdit etmesi, buna karşın kızın yıllarca beklemesi, sonunda şanssızlığı, çaresizliği nedeniyle kendini nehre atması gerçek film gibi geçti. Su gibi berrak yüzü gözüme takılı kaldı. Nihatçık haklı olarak “İnsaf be abi! en güzelini sana ayırdık, bir teşekkür bile etmedin!” Nihat'a sarıldım, burnumun direği kırılır gibi sızladı. "Kızın intiharı benim için gerçek bir olay, bunu unutamıyorum!" deyince Nihat silkinip çekildi:
-Etme be abi, bir çok filmde ben de bunları yaşarım. Töbe eder bir daha böylesi saplanmayacağıma söz veririm ama olası değil, bu da benim huyum!
Konuşa konuşa Güzel Sanatlar Salonuna gittik. Yarın, bizim için olağanüstü bir durum, her hafta gittiğimiz Ankara’ya bu kez tüm sınıf birlikte gidiyoruz. Doçent Halil Demircioğlu bizi Etnoğrafya Müzesine götürecek. Müze binasını biliyoruz, kapısı önüne dek gittik ama içeri girmemiştik.
Arkadaşların çoğu kemanlarını alıp çalışmalarını sürdürdüler. Ben alt odaya geçip yeni parçalara başladım. Moment Musical 3'ü bir süre tek olarak sağ elle çalıştım. Bir an duraladım; ben bu parçayı daha önce çalmış gibiyim, o denli kolay geldi. Bu zannımı ciddiye almadım. Mozart kv 545 (Sonat 16) yı açıp uzun süre çalıştım. Menuette bölümünü çok güzel çaldığıma iyice inanmaya başladım. Su gibi de ezberlemişim.
Yemekte Halil Dere, Zekeriya Kayhan'la geldi:
-Yarın öğlede Gazi Eğitim Enstitüsüne gidiyoruz, grubumuzda sen de varsın, haberin olsun! Onlar gidince arkadaşlar, bu ayrıcalığın nedeni sordu. Asım Öğretmenin, Zekeriya'nın ağabeyi Kerim'le arkadaş olduklarını, daha önce de onlarla görüştüğümüzü anlattım. Oysa bu anlattıklarım ayrıcalığın karşılığı değildi. Gerçek olan ben Halil Dere ile anlaşınca Halil'in çevresindekilerin bir bölümü beni de arkadaş olarak benimsedi. Hemen hemen derslerin başladığı günden, hatta inşaatta çalışırken başlayan bu ilişkiler giderek daha içtenlikleşti. Gazi Eğitim Enstitüsü'ne gidileceği doğru, Zekeriya'nın ağabeyi Kerim Kayhan gerçekten oranın Resim Bölümünde. Ne var ki, gidince onunla görüşmemiz bir şans olacak. Çünkü Kerim'in de, Asım Öğretmenin de dersleri var. Öğle dinlenmesinde buluşabilirsek görüşeceğiz. Gerçek amacımız onların okulunu, Gazi Eğitim Enstitüsü'nü görmek. İlkokul yıllarından beri o okulun adını hep duyarım. Köy Öğretmen Okuluna girince sık sık adı geçti. Orada okumuş öğretmenler, okudukları yıllardan söz ettiler. Okumamış olanlar da orada okumayı amaçlamışlardı. İlk müzik dersime gelen Adem Gürçağlayan Öğretmen oranın Pedagoji bölümüne, arkasından İlkokul 5. sınıf öğretmenim Ahmet Korkut Öğretmen de gene oranın Pedagoji bölümüne girmişti. Enstitü son sınıfta müzik derslerimize giren Asım Kaveller Öğretmen de oranın Müzik Bölümüne bu yıl girdi. Cumartesi günleri sık sık karşılaşıyoruz. Sanat Tarihi, resim dersleri öğretmenlerimiz oradan geliyor. Kepirtepe Köy Enstitüsü iki müdürü Nejat İdil'le İhsan Kalabay oranın Pedagoji Bölümünü bitirmişti. Şimdiki Güzel Sanatlar Bölümü Başkanımız Mehmet Öztekin Öğretmen de oranın hem müzik hem de Pedagoji Bölümünü bitirmiş. Bunca insanın orada okumaktan mutlu olduğunu söylemesi orasını görmemiz için yeterli bir neden sayılmaz mı?