Edirne Karaağaç İstasyonu, 1938
Trakya Köy Öğretmen Okulu

BİR KÖY ENSTİTÜLÜ

İBRAHİM TUNALI

Get Adobe Flash player

Kronolojik

15 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Okul Müdürümüz ile Tüm Öğretmenlerimizi Bizden Ayırdılar

 

16 Eylül 1942 Çarşamba

 

Hilmi elimden tutup saate baktı. Uyanıktım:

-Tam zamanı! deyip gitti. Yarın da ben nöbetçiyim. Nöbetçi arkadaşları iyi düşerse nöbetlerin bir zorluğu yok ama kimi zaman terslikler oluyor, o zaman nöbetçilik can sıkıcı duruma dönüşüyor. Bir de kalabalık konuklar gelince durumu ayarlamak zorlaşıyor. Kimi kez de nöbetçi öğretmenler sorun yaratıyor. Sözde titizlik yapıyormuş gibi pozlarla insanı oradan oraya koşturuyorlar. Bu bakımdan ben, Besim İyitanır’la Bergüzar öğretmenlerin nöbetine rastlamak istemiyorum. Hele Besim İyitanır Öğretmen olmasın da kim olursa olsun;diyorum. Gerçekte o beni iyi tanıyor, hatırımı soruyor, buna memnunum ama nöbetlerinde çok titiz, onun gözünden düşmek istemiyorum. O beni iyi tanımış, ondaki iyiliğimi nöbet işlerinde zedelemek istemiyorum. Çünkü nöbet kusurları kimi zaman başkalarının olmasına karşın tüm gruba yıkılıyor. Halil sordu:

- Gitti mi o hayırsız oğlan! Bundan böyle Hilmi’ye öyle diyecekmiş. Sanırım birlikte çalıştıkları süreçte yaptığı bir davranıştan ötürü böyle dermeye karar vermiş. Sormadım, o da niçinini söylemedi, birlikte dersliğe gittik. Pencereden okul önüne bakan vardı:

- Okul önü şimdi Okul önüne benzeyecek! diyenler oldu. Ben de hemen sordum:

- Okul önleri için bir ölçü, bir örnek var mı? ”Lüleburgaz’da kaldığımız okulun önü alçaklı yüksekliydi. Bir bölümüne ise kamyon giremiyordu. Alpullu da ise okulun önü tam bataklı, tersine arkası düzgündü. Hasanoğlan’ı hiç saymayalım, o nasıl derlenip toplanacaktır ki sıra sıra binalar hep derslik olacak. Hasanoğlan köylülerinin SOMUNBASAN kırlığı dediği geniş yöre köy değil kasaba gibi olacak. Orası da bir okul mu sayılacak? Bizim okulun bir özelliği varmış, onu söylediler:

- Dümdüz asfalt, ona paralel bina. İkisi arası asfalt gibi dümdüz olursa daha güzel görünecekmiş:

- Usta sizsiniz, yapın arkadaşlar! deyip Kalktım. Kahv altıyaHalil’ birlikte yürüdük. Halil tekrarladı:

- Bakalım hayırsız evlat, sabah sabah ne yerirecek ya da içirecek. Halil güldü:

- Verse verse mercimek çorbası verir! dedi. Gülüşerek salona girdik. Masalarda bardakları görünce Halil:

- Şu işe bak, Hayırsız Oğlan çorbayı bize bıraktı, ya senin ya da benim nöbetimde kesin çorba olacak! Çay-zeytinli kahvaltı yaptık. Tatar kızı dedikleri Sakine Özbek nöbetçi. Tatar matar diyorlar ama güzel kız. Ayrıca çok saygılı, çalışkan. Bir kaç nöbette karşılaştım. Durmadan çalıştı. Başka zaman da konuştuğum oldu. İyi bir aileden geldiği belli. Arkadaşlar ona Tatar diyorlar ama soyadına bakılırsa o, Özbek sanırım. Yoksa Özbekler de mi Tatar?

Namık Öğretmen duyuru yaptı:

- Dünkü ekipler olduğu gibi işlerini sürdürecekler. Hastalık ya da nöbet nedeniyle eksilenlerin yerine yardımcı verilecek. Yol kenarında künkü döşeyiciler künkleri bir süre bekleyecekler. Bu zamanda “Boşuz! ” deyip dağılmayacak, künkleri bekleyecek! Künkler yola çıktı ivedi gelecektir!

Bizim ekip tamam, dün üç kişi 8 sıralık hazırladık, bugün 4 kişiyiz bunu on yapabiliriz. Hamdi Bağ Öğretmen iki gündür atölyeye uğramamıştı. 9. sınıflarla öğretmen evlerinin eksiklerini tamamlıyorlar. Dersler başlamadan önce öğretmenler evlere taşınmalıymış. Hasan Üner:

- Biz o işler tamam sanıyorduk! dedi. Hamdi Öğretmen güldü:

- Yeni yapılan tüm binalar, çatısı kapatılınca bitti sanılır. Oysa, içinde oturulacaksa o bina ancak yarı olmuştur. Ayrıca biz, bizim arkadaşlarımız oturacağı için özen gösteriyoruz. Bir kaç gün içinde bitecek! Hamdi Öğretmen ne düşündüyse ayrılırken Hasan’ın koluna girip çalıştıkları yere götürdü. Hasan uzun süre kaldı. Paydos ziline doğru geldi. Daha önce çakılmış tavanın bir bölümünü sölmüşler;işler ondan uzamış. Evin birinin tavan pervazlarıyla süpürgelikleri kalmış. Gene de ay sonuna dek işleri olacakmış. Müdür Evi girişindeki perdelik, çapraz çita olacakmış. Kahve rengi boya vurulacakmış, bir haftada kurumaz! ”demişler. Biz hep birden:

- Öyleyse biz burada işimizi rahat rahat bitireceğiz! deyip sevindik.

Yemeğe giderken karşılıklı sözleştik:

Bugün öğle dinlenmesini biz de gölgelikte geçireceğiz!

Hayırsız Oğlan Hilmi, öğlede de iyi yemekler verdi. Çok aralıklarla yediğimiz etli patates-pirinç pilavı-cacık. Mehmet Yücel Hilmi’ye yüksek sesle çıkıştı, 63, senin yapacağın da bu, ya kereviz çorbası ya da cacık! Hilmi bizim masaya geldi:

- Ben bu adamlara nasıl yaranayım? sanki ben yaptırıyormuşum gibi çıkışıyorlar! “Şaka, aynı şakaları sen de yapıyorsun! ”dedik. Hilmi:

- Şaka ama, o şakalar otururken yapılınca gülüyoruz da ayakta onları dinleyince insan bozuluyor! Mehmet Aygün yapıştırdı:

- Hadi hadi, olayı saptırma, Sakine de karar kıldın, ondan utanıyorsun değil mi? dedi. Hilmi:

- Susun duyacaklar! deyip uzaklaştı. Konuştuğumuz gibi, çıkar çıkmaz gölgeliğe gittik. Adını duymadığım çocuk oyunları oynanıyor. İçiçe çizgiler, köşelerden girip çıltaara üçlü kuruyorlar. Domino, Lüleburgaz’dayken bir ara ağaçlar altında oynamışık. Ben satrancı seçtim. Bir süre baktım. Yusuf Asıl’ın köylüsü Haşim bana sırasını verdi. Hasan Arabacı ile oynadım. Hasan iyi oynayanlardanmış:

- İyi oynayan buysa işim kolay! diye düşünürken mat oldum. Ancak Hasan’ın oyununu beğenmedim. İşi gücü taş almak. Ona taş verir gibi yapıp kandırmak aklıma geldi. Ancak bugün geçti. Zil çalınca herkes kalktı. İki sınıf tarımda, öteki üç sınıf tümden meydan düzenlemesinde çalışıyormuş. Biz atöylele tıkıldık. Bugün on sıra parçası hazırlarsak neredeyse yarısı hazırlanmış olacak. Yarın ben yokum, bir gün sonra da Orhan olmayacak.

Tüm çabalarımıza karşın 9. sıraya başlarken paydos oldu. Paydosta kaldım. Yarın nöbetçiyim, istenirse arkadaşlara birkaç parça çalarım, diye düşündüm: Hazırladığım türkülerle okul şarkılarını tekrarladım. Röslein gelirse ona Haide Röslein’i ayrıca çalacağım. (Parçayı ona, Almanca Gül şarkısı olarak tanıtıyorum)Dersliğe erken gittim. Sami Akıncı gene İlhan Görkey’in odasında çalışıyormuş, Müdür bey onu görünce:

- Akşam geleyim, sizinle biraz konuşalım! demiş. Herkeste bir telaş, ne konuşcak acaba? “Ne konuşacak? Herhalde okul açılınca yapacağımız dersler üzerine açıklamalardır! ”deyip geçtim. Sonra da düşündüm, eğer öyle ise daha önce elimde görünce:

- Benim öğretmenimin kiyabı dediği Pedagoji Tarihinden söz edecektir. Gittim kitaplıktan aldım. Tevfik Uğurlu:

- Ondan iki kitap var birini Müdür Bey aldı! dedi. İyi düşündüğüme sevinerek dersliğe gittim. Herke bekleyiş içinde, ben de kurnaz kurnaz bekleyenlere katıldım. Yat ziline dek kitabı karıştırdım. Tüm beklentiler boşa çıktıYarın akşam gelirse, nöbetçi olacağım için bulunmayacağım, buna üzülerek yattım. Oysa ne güzel kitabı baştan sona karıştırmış: Jean Jacqoues Rousseau, Johann Heinrich Pestalozzi , Johann Friedrich Herbart, Friedrich Fröbel adlı eğitimcilerin hiç değilse adlarını öğrenmiştim. Bunu düşünüp uykumu kaçırmamak için yarınki nöbeti düşünerek gözlerimi kapadım.

 

17 Eylül 1942 Perşembe

 

İdris Destan’ın sesini duyar gibi oldum. Nöbetçi olduğum aklımda, saate baktım 10 dakika var. Yavaşça kalktım, kapıya yönelince İdris’le karşılaştım: İdris aynı sözü tekrarladı : “Ne yağmur yağmış, her yer göl! dedi. Şaşırdım; ben gölde falan değilim, İdris bu saatte neden kalkmış, sık sık rahatsız oluyordu, gene öyle bir durum mu var? İdris Önümden çıktı, revire döndü. Üzüldüm, yağmuda falan değilim. Kalk zili çaldı. Geri döndüm, arkadaşlar hep kalkmış:

- Yazık oldu emeklerimize! gibilerde konuşuyorlar. Halil kalktı, ona söyleyip yemekhaneye gitmek üzere çıktım. Yağmur yağmış ne deme? k yağmur tüm şiddetiyle yağmayı sürdürüyor. Her taraf göl olmuş. Özellikle kazılan yerler dizlere çıkacak yükseklikte. Faik Bakır Öğretmen nöbetçi yatakhane önüne nöbetçi gönderdiYatakhaneden çıkanlar, okul binasına revir önünden gidip ön kapıdan girsinler. Yemekhaneye de yukardaki beton yoldan gelsinler! Şaşkın şaşkın tabak kaşık dağıttık. Çorba dağıtacağız. Dışarıya bakınca çay mı, çorba mı? diyecek durum yok. Yemekhane bir çok yerinden akıyor. Hava ılık üşünmüyor ama, gene de insanın kafasına tıplayınca irkiliyoruz. Konuşmadan bir birimize bakarak masaları hazırladık. Arkadaşlar çok durgun olarak geldi. Herkes suskun. Suskun demek bile az hepimiz korkuyoruz. Yemekhane aktığına göre yatakhane de akabilir. Arkadaşlar kahvaltı ederken yatakhaneye gidip baktım. Akan yerler var. Ancak akıntılar duvarlarları ıslatmış. Şimdilik yataklara su damlası düşmüyor. Faik Bakır Öğretmen gene geldiniz yoldan dersliklerinize gidip oturun, öğretmenler gelince (Ki gelirse! diye not ekledi) verecekleri karara göre çalışma yapılacaktır. (Gene not ekledi –bence-) Nöbetçilerin dışında kimse kalmadı. Çorbalarımızı içince çabucacık toplayıp temizliğimnzi yaptık. Akan yerlere kaplar yerleştırdik. Faik Öğretmenin sözü aklıma takıldı:

- Öğretmenler için –Gelebilirlerse-demişti. Bunun neden söyledi? Neden gelemesinler? Yemekhaneden çıkıp betondan asfalta doğru baktım. Asfalt yok olmuş. Yol dere olmuş şaldır şuldur ses çıkararak akıyor. Saat 10 sularında kamyon geldi. Öğretmenlerin yüzleri gergin. Yemekhane önüne gelen Namık Öğretmen :

- Olur böyle şeyler, ortada bir kabahat varsa o bizdedir. Bu güne dek yağmur yağmadı, bunu hesaplamadık. Toprakların suya gereksinimi var, bulutlar işlerini bize soracak değilya! dedi. Akan yerlere baktı. Kendi kendine acaba yatakhane ne durumda’ deyince:

- Yatakhanede akıntı yok! dedim. Namık Öğretmen: “Sen çok yaşayasın İbrahim, en güzel haberi verdin, ben oradan kuşkulanıyordum! dedi. Beton yoldan okula döndü. Yağmur azalır gibi oldu ama birikmiş sular düpedüz göl. Okul önünden dolaşıp atölyeye gittim. Atölyenin her tarafı akıyor. Geri dönerken İrfan Öğretmenle karşılaştım. İrfan Öğretmen hiç beklemediğin bir söz söyledi:

- Ne o İbrahim, akordiyonuna mı baktın! dedi. Utandım, İrfan Öğretmen bana bu soruyu nasıl sorar? Duraksadım:

- Yok öğretmenim akordiyonn aklıma bile gelmedi, nöbetçiyim, akan yerleri dolaşıyorum! dedim. Yürüdüm. Ne olduysa birden kendimi bırakıp, çamurlara basa basa kestirme yoldan mutfağa döndüm. Yağmur ne arttı ne eksildi. Öyle sürerken hava iyice karardı. Biz çatı altında akmayan yerlere dağılıp konuşurken aşçıbaşı uyardı. Saate baktım, geç bile kalmışız. Toparlanıp tağıtıma başladık. damlayan yerlerdeki kapları boşaltıp tekrar koyduk. İrfan Öğretmen geldi, damlayan yerleri gördü. Rüzgar kiremit kırmış olabilir gibi olasılıkları öne sürdü ama hiç dinleyesim gelmedi. Bu arada kendime de kızdım:

- Neden hemen sinirleniyorum? İrfan Öğretmen demek beni o kadar tanıyor! Namık Öğretmen gibi olacak değil ya!

Yemek zili çaldı. Kimseden çıt çıkmıyor. Nazmi Aybar, Namık Ergin, Faik Bakır, Salih Ziya Büyükaksoy, Besim İyitanır, Nahide Akalın öğretmenler yemeğe geldi. Yemekten sonra tam biz otururken Müdür Bey, İlhan Görkey, muhasebeci Hikmet Vey, Ahmet Gökay, Asaf Bey geldiler. Besim İyitanır, Namık Öğretmenin söylediğin uyan sözler söyledi:

- Trakya’da belli bir iklim sınırlaması yoktur; üç ay bekler, birden bir yağmur gelir. Bir kış bakarsın hiç kar yağmaz, ne güzel; işte bahar geldi! diye sevinirken don olur, kar yağar, çiçek açmış meyve ağaçları donar gider! ”dedi. Salih Ziya Öğretmen:

- Geçmiş ola kuzum sen onu şimdi değil hatta dün, evvelisi gün değil bir hafta önce söyleyecektin! deyince Besim Öğretmen gülerek:

- Araba devrildikten sonra yol göstermek! kolay olurmuş, ben de sıkıntıdan kolay yolu seçtim! deyince hepsi güldüler. Onlar gidince kısa bir zamanda işlerimizi tamamladık. Su kapları gene doldu. Masaların bazılarını ileri geri çekip akıntıları aralara aldık. Nöbetçi arkadaşlardan çok dikkatliler var;yemekhanenin kış boyunca akmamasına karşın şimdi akmasının nedenini sordular. İçlerinde bu tür sorulara benim doğru yanıt vermem gerekiyor ama ben veremedi:

- Olsa olsa kıştan bu yana rüzgarlar kiremitleri kırmış ya da yerinden oynatmıştır! dedim. Ara arada olsa İrfan Öğretmenin beni atölye ya da okulun herhangi bir yerinden önce akordiyonumu düşüneceğim biri olarak tanıması beni fena üzdü. Çok sevdiğim öğretmenim beni böyle tanıyorsa, ben, boşu boşuna kendimi yoruyorum. Bu konuyu düşünüp sil yeni baştan bir değerlendirme yapmaya karar verdim. Okul Müdürü:

- Çok iyi tanıdığını söyledi, övdü ama sonradan da yazdıklarında suç varsa cezanı çekeceksin, dedi. Yazan suçlu, akşam sabah okulu kötülyen, kızlara, öğretmenlere ağza alınmayacak sözler yakıştıranlar, yıl boyu tembellik edenler gününü gün edecek, ben sorgulanacağım, gerekirse ceza da alacağım. İyi mi?

Akşam yemeğini de yağmur damlaları altında hazırladık. Nöbetçi olarak İrfan Öğretmen kaldı, Nahide Öğretmenle yemek yediler. Nahide Öğretmen bana:

- Zor bir günde nöbet tuttun! dediBen hemen:

- Çatılarda çalıştım, karlar, çamurlar kürüdüm hiç yakınmadım, bir zorluk da duymadım ama bugünkü genel kargaşa tüm arkadaşlar gibi beni de çok üzdü dedim. İrfan Öğretmen çok rahat olarak:

- Yarın açınca hepsini hallederiz, üzülme! dedi. Sonra da önemli bir akıntı yok, yemekhane kiremikleri zaten aktarılacaktı. Büyük binada herhangi bir akıntı söz konusu değil! Nahide Öğretmen:

- Ya yollar, gölleşen çukurlar ne olacak? İrfan Öğretmen:

- Daha kışa çok var, korkmayalım, eylülün ortasındayız, ekim sonuna hatta kasım ortalarına dek güzel günlerimiz olacak! Nahid Öğretmen:

- Dilerim öyle olur deyip, yarınki nöbetçi arkadaşı sordu, o da nöbetçiymiş. “Halil Basutçu! ”deyince sevindi, onun nöbetlerinden çok memnunmuş. Yağmur altında başladığımız nöbeti hiç kesilmden tüm gün yağış içinde sürdürüp tamamladık. Dersliğe gidince arkadaşlar bana acıyarak baktılar. Oysa yağmurdan bir yakınmam yoktu. Önemli olan okulun genel durumuydu. Yerime otununca gene yanlış düşünüldüğünün sürdüğünü gördüm. Bana acıyanlar, beni üzen okul durumuna hiç değinmiyorlar. İşte bu fark onları üzmüyor, beniyse üzmeden de öte kaygılandırıyor. İrfan Öğretmenin ölçüsü de bu değil mi? Pedagoji kitabını açtım, Fröbel’i okudum. Biraz da şaştım. Fröbel’e gelene dek kimse çocukların eğitimi için çaba göstermedi mi? O da annesiz büyüdüğü için bu işe eğilmiş. Çocuk oyuncaklarından yararlanarak okumayı öğretmesi, oyunlardan yararlanarak çocukları bilgilendirmesi ilgimi çekti. Fröbel’in yöntemlerini iyi öğrenmek için ilkelerini iyice öğrenmem gerekecek. . Okudukça daha iyi anlayacağımı sanıyorum. Derslikte büyük bir sessizkik var. Açık söylenmiyor ama okul çevresinin kazılmış olması işleri iyice zorlaştırdı kurumadan üstünde çalışmak olanaksız. Kuruması ise günlerce sürecek. Üstelik yağış hız kesmeden sürüyor. Sabah yatakhaneden yağmur altında çıkmıştık gene yağmur altında girdik. Girince İdris akılıma geldi, baktım uyatağında yok. Derslikte varmıydı ayırdında bile değilim. Yusuf'a sordum. O da ayırdında değil, Bekir Temuçin, İdris’in revirde olduğunu söyledi. Yatarken dikkatsizliğime üzüldüm. İdris dün gece rahatsız olmuş, sabah erkenciliği ondanmış. Yağmur mağmur derken insanların hastalandığını, hastalanınca da iyice yalnız kaldığını düşündüm. Oldukça üzüntülü yattım.

 

18 Eylül 1942 Cuma

 

Halil kalkarken elinde olmayarak ranzayı sallamış, uyandım. O kalktığı için ben de kalktım. Nahide Öğretmenin söylediğini anlattım. Güldü “Sağ olsunlar, hiç olmazsa onlar, bir iki öğretmen çalışanı görüyorlar! ”dedi. Bu kez de İrfan Öğretmeni anlattım. Halil bu kez beni haksız gördü:

-Akordiyon senin için çok önemli, doğal olarak adamcağız seni görünce onu düşünmüştür. Buna senin sevinmen gerekir! deyince birden durdum:

-Bunu ben neden düşünemiyorum? Ağlayasım geldi. Halil’e:

-Gidip İrfan Öğretmenin elini öpmeliyim! dedim. Halil buna da karşı çıktı:

-Şimdi de adamcağızın aklından geçmeyen bir durumu aklına sokacaksın. Dur yerinde, öğretmene saygını sürdür. O senin aklından geçeni bilmediği için tavrın için bir yorum yapmamıştır. Öyle kalsın, eskisi gibi saygını sürdür! Halil’le yemekhaneye gittim. İyi ki gitmişim, Röslein nöbetçi. Beni görünce:

Bugün de ben nöbetçiyim. Nöbetlerimiz bu defa kötü günlere geldi. dedi. Yağmur kötü sayılmaz, çiftçiler seviniyordur. Bizim buralarda şimdiki yağmurlar berekettir. Gecikmeden buydaylar ekilecek! dedim. Güldü.

-Ben bunları pek düşünemem, ondan öyle dedim. deyip yüzüme baktı. Bakışından:

-Beni ne azarlıyorsun, senin dediklerini ben nerden bileyim? Küçük bir çocuk olarak köyden ayrıldım. Üstelik kızım, erkek çocuk olsam neyse ne? der gibi bir anlam çıkardım. Bu kez de:

-Haklısın, köyden küçük ayıldın, üstelik bunlar kızların sorunları değil! dedim. . Halil sordu:

-Kızların nöbet sıralarını kim yapıyor? Kimse yapmıyormuş. Onlar kendi aralarında bir sıra izliyormuş. Kaç kişilerse o sıra bozulmadan arka arkaya sıralanıyorlarmış. Rahatsızlık ya da benzer durumlarda isterse kendi aralarında değişiklik yapabiliyormuş. Biz konuşurken zil çaldı arkadaşlardan gelen oldu. Ben de yerime oturdum. Hilmi gülerek:

-Ne abi, sen kızı Halil Basutçu’ya mı emanet ettin? dedi. Hilmi’ye biraz sinirli baktım:

-dein Rabe’yi sen öyle mi yapıyorsun? dedim. Hilmi anlamadı. Orhan’a sordu. Orhan Almanca olduğunu anladığını ancak anlamını bilmediğini söyledi. Hilmi çok kötü bir anlam olduğunu sanıp bozuldu, yavaşça kalkıp Sami Akıncı’ya gitti. Katıla katıla gülerek geldi: “

-Aşk olsun abi, Bülbül bülbül deyip duruyordunuz, şimdi de karga mı oldu? dedi. Dedi ama Rabe’yi hemen unutacağını bildiğim için, pusuda bekledim. Dediğim gibi oldu. Hilmi sordu: “Neydi o? ” Bu kez de ben “ Dein Radde! ”dedim. Yağız at anlamına gelir, atları seversin! Hilmi, inanmadı:

-Değil, ama diretmeyeceğim, atları da severim özellikle yağız atları ! deyip kesti.

Tüm sınıfların dersliklerinde oturacakları, öğretmenler gelince sınıfların görevlerini bildirecekleri söylendi. Dersliğe gittik. Az sonra İrfan Öğretmen beni çağırdı, biz işimizi sürdürecekmişiz. Öteki arkadaşlard a kapalı yerde oldukları için yarım işlerini sürdürecekmiş. Yalnız, Hamdi Öğretmen bugün gelemedi, ben oradayım, gerek olursa beni orada bulursunuz! deyip ayrıldı. Yağmur çiselti olarak gene başladı. Tarımcılar, tarım binasına gidip geri geldiler. Besim İyitanır Öğretmen 10 öğrenci seçip asfalt yoldan aşağı bahçeye inmiş. Taşan derenin zararlarını görecekmiş. Derelerin taşmasını dün hiç düşünmemiştik. Oysa en önemli zararlar su taşkınlarından gelmektedir. Atölyedeki akıntı dünkü kadar değil. Nedenini bulduk. Atölyede tavan yok ama kiremit altı tahtalar tavan gibi sık çakılmıştı. Islanınca kabarma olduduğu için bir ölçüde aralıklar kapandı. Yağmur mağmur derken çok önemli bir olayla karşılaştık tüm tahtalar ıslanmış. Islak tahtalarla bir türlü iş üretemiyoruz. 8-10 sıra sayıklarken iki sırayı tamamlayamadan öğleyi yaptık. İrfan Öğretmen gelince suçlu gibi bakıştık. Öğretmen:

-İsterseniz öğleden sonra bize katılın. Yağmur kesildi hava açılacağa benziyor. Kiremitlikleri elden geçiririz! dedi. Yemekten sonra yağmur gerçekten dindi, güneş bile çıktı. Biz bu kez yemekhane kiremitliğine çıktık. İnanılır gibi değil, dört devrik kiremit bulduk. Onlar da saçaklara yakın yerlerde. Peki bu kova dolusu damlalar nerden geldi? Bu çatıyı yapan da biziz. Kusur nedir? Kendi kendimizi eleştire eleştire kiremilikte dolaştık. İrfan Öğretmen geldi o da biraz şaştı. ”Şiddetli yağmurda yoğun su düşmesi bizim hesapları bozdu, çatıyı daha dik yapmalıymişiz! ”dedi. Kiremitlere bakıp inceledi. Kiremitlerin kenetlenme yerlerinde kusurlar buldu. “Bu geçmeler çok uyumlu olması grekir milimetrik aralıklar akıntı yapar! ”dedi. Dedi ama sorulu yanıtlı b ir süre kendisiyle konuştu:

-Bu yıl koca bir kış geçirdik, geçen kış da yemeğimizi burada yedik. O zaman neden akmadı? Konuşa konuşa çatıdan indi. Kiremitlikte birikmiş su falan yoktu. Oysa salona hala damlalar düşüyordu. İrfan Öğretmenle birlikte atölyeye gittikAtölyedeki akıntı kesilmiş. Paydosta öğretmen ayrıldı. Ben atölyede kaldım, çok az seslerle bir süre çalıştım. Çabuk sıkıldım, dersliğe gittim. İrfan Öğretmenin Ahmet Gürsel Öğretmenle nöbet değiştiğini öğrendim. Bu kez açıp Fröbel’i okudum. Arkadaşlar ince hesaplar yapıyorlar. : “Yağmur bizim zararımıza oldu. Şimdiye dek yolları betonlayacaktık. Şimdi çamur deryasıyla boğuşacağız. Cumartesi, pazar dinlenmelerimiz de uçacak! ”

Yemekte Nahide Öğretmen vardı. Bir süre Röslein Nahide Öğrenmenle konuştu. . Aydınlıkta yüzü bizim masadan rahat görünüyor. Yusuf sanırım içinden gelerek baktı:

-Bu sahiden güzel bir kız olacak! dedi. Mehmet Aygün:

-Olacak ne demek, olmuş işte daha ne olacak? Sazan gibi şişmanlamasını mı bekliyorsun! Sözü siz açtınız, ben söyleyeyim:

-Kızlar üstüne bizim derslikte söylenen hepsi palavra. Kızların nöbetini “Sami Akıncı şöyle yaptı böyle yaptı, dendi durdu. Üstelik daha iki yıl önce Sami’ye derslikte bu konuda hesap soruldu. Oysa Sami, kızların nöbet listesini hiçbir zaman yapmamış. Kızlar listelerini kendileri düzenleyip sıralarını aksaksız sürdürüyormuş. Hastalık ya da başka nedenlerle yapılan değişiklikler olabiliyormuş. İki kişilik nöbetlere ise arkadaş yardımı nedeniyle, özellikle de Nahide Öğretmenin iziniyle gidiliyormuş. SamiAkıncı’ya taklılmalar düpedüz haksızlık! Hilmi:

- Bunu derslikte açalım! dedi. Orhan, Recep, Harun karşı durdu. “Unutulmuş bir olayı tekrar ortaya getirmenin ne anlamı var? Bundan sonra böyle bir şey söyleyen olursa o zaman doğrusunu söyleriz! ”dediler. Ben içimden, konuyu değiştirmekte başarılı olduğuma sevindim. Röslein için ileri geri konuşulmasını istemiyorum.

Derslikte bu kez Herbart adlı pedagogu okudum. Hemen hemen hepsi geçen yüzyılda yaşamış. Russo( 1712-1778) ile Petalozzi(1746-1827) daha önce ise de Fröbel’le(1782-1852) Herbart(1776-1841)aynı günlerde ya da yakın ülkelerde( Almanya-Fransa-İsviçre) yaşamışlar. Herbart, bence çocuk eğitimi hakkında, çocuğa bilgi verme yöntemleri üstüne çok önemli sözler söylemiş, tekrar tekrar okuyup anlamaya çalışacağım. Müdür Beyin dersinin önemini kavramaya başladım. Oldukça zorlanacağımızı anlar gibiyim. Sanırım dersin birden 6 saat olmasının da nedeni bu olsa gerek.

Johann Friedrich Herbart senin söylediklerini öğrenip iyi bir öğretmen olacağım. Biraz zor olacak sanırım ama başka türlü de bu işi öğrenmem olası değil.

Yatarken düşündüm Herbart’ı okudum, aklımda ne kaldı. 1-Düzenli çalışma, 2-Çocuğun ilgi duyduğu alanda çalışmasına olanak verme. 3. Başladığı çalışmayı, sonuna dek götürme. 22 sayfa yazıdan aklımda bunlar kaldı. “Olsun, dün gece bunları da bilmiyordum! ”

 

19 Eylül 1942 Cumartesi

 

Orhan beni uyandırmamak için soluğunu tutuyor. Kolumu uzatıp saati gösterdim. Gülümsedi. Kalkıp dersliğe gittim. Hava açmış gibi ama Ergene arkası, Hayrabolu taraflarında kara bulutlar var. Mahya Tepesinde ise beyaz bulutlar vaşemsiye gibi tepeyi örtmüş. Bunlar nelerin işareti acaba? Bizim köyde Mahya tepesine ya da Karaman Bayırı’na bakıp yağmur üstüne varsayımlar kurulur ama Hayrabolu tarafından hiç söz edilmez. O taraf için salt Ergene Ovası söylenip geçilir. Oysa burada iki tarafın da özel belirtileri görülüyor. Yazık ki belirtiler ne anlama geliyor, onu bilemiyorum. Arkadaşlar, rahatlık içinde; “Yağmur gitti ama işler katmerli olarak üstümüze yüklendi! ”diyorlar. Pencerelerden bakıyoruz, asfaltın iki kenarından da hala dere gibi sular akıyor. Okul önünün bahçe tarafındaki çukurluk tam anlamıyla göl. Mustafa Saatçı sağa sola bakındı, Ali Agayı göremedi. Yok olduğunu sanıp:

-Bakın bakın, Kaz Aliye göre göl! dedi. 6 Ali, eğilmiş sıra altına düşürdüğü silgisini alıyormuş. Adının geçtiğini duyunca doğruldu:

-Hafız bozuntusu gene kaşınıyorsun. Sen bana kaz dediğin için ben kaz olmam gene Ali Gülererim. Beni bu okulda herkes Ali Güleren olarak tanıyor. Ama ben seni Hafız bozuntusu olarak tanıtırsam sana Mustafa Saatçı olarak bakmazlar; Kalıbına bakmayın içi başka dışı başka, deyip öyle değerlendirirler. İster misin önce gidip o kıza, ikide bir hakkında sahiplenmiş olduğun sözleri söyleyeyim, arkasından da senin hakkındaki düşüncelerimi ekleyeyim?Mustafa Saatçı dondu kaldı, çevresine bakındı. Kimseden ses çıkmayınca; kendini kendi savunmaya kalkıştı:

-Şaka konuşuyoruz, üzüntülerimiizi dağıtmak için bir birimize takılıyoruz. Bunları başkasına söylemek doğru olur mu? Ben burada sana kaz dedimse, bunu gidip başkalarına da söylüyor muyum sanıyorsun? Dört yıldır bu şakaları sürdürüyoruz, şimdiye dek böyle bir , ihanetimi gördün mü! gibilerde sözler söyledi. Sami Akıncı şakaların kimi kez şaka sınırını aşığını, bunu tek Mustafa’nın yapmadığını tekrarladı. Mustafa Saatçı bir süre Ali Güleren’e baktı.

Kahvaltı zili çalınca konu kapanır gibi oldu. Ancak ikili, üçlü gruplar Mustafa Saatçı’nın fena yakalandığını, Ali Güleren’in sanıldığı gibi aptal olmadığını, yeri geldiğinde kimsenin düşünmediği savunmalarları olduğunu konuştular. Bizim masadakiler bu kez düpe düz Ali Güleren’i tutar göründüler:

-Mustafa Saatçı bu kez gerçekten arkadan konuştu ama yanıtını da aldı! dediler. Recep Kocaman biraz çekimser gibiydi, sonunda sordu:

-Ali Aga kıza gidip ne söyleyecek? Kızı sevmek, ona bir zarar vermiyorsa suç mu? Bu okulda 250 erkek 22 kız öğrenci var. Bu erkekler içinde bu 22 kızı seven en az 60 öğrenci vardır. Bunlar suç mu işliyor? Recep’e Salih Baydemir’le Harun birlikte yanıt verdiler:

-Senin örneğin eksik:

-O varsaydığın 60 kişi içinde bizim sınıftan da arkadaşlarımız olabilir. Ancak biz hiç birinin kimi, hangi kızı sevdiğini duymuyoruz. Varsa yoksa SS ile Mustafa Saatçı. Benim düşüncemi sordular. Ben kaçamak yanıt verdim:

-Ali Güleren’le de Mustafa Saatçı ile de aram iyi değil, birini tutup ötekini güçlendirmeyi düşünmem. Ali Güleren söylese de söylemese de Mustafa Saatçı’nın sözleri o kıza bugüne dek gitmediyse bile pek yakında zaten gidecektir. Recep arkadaşın dediği gibi o kızları açık ya da kapalı sevenler vardır. O kızı seven niçin olmasın. İşte o seven Musrafa'nın ya da onun adına çıkarılan söylentileri kıza rahatça anlatıp bir rakibini kızın gözünden düşürmeyi düşünebilir. Bunları duyan kız ise kesinlikle Mustafa Saatçı’yı ciddiye almaz. Böyelece Ali Güleren’in planı gerçekten çok kurnazca bir plan. Mustafa Saatçı’yı susturacak bir plan. Üstelik hem susacak hem de SS’den kesinlikle yüz bulamayacak. Ayrıca öteki öğrencilerin, özellikle kızlar arasında küçük düşmüş olacak! Hilmi bana döndü, sordu:

-Abi doğru söyle, sen o sevdiğin kızı bunun için mi gizli tutuyorsun? Benden önce Harun yanıtladı:

-Gizli olsa en nereden bileceksin? Sen bildiğine göre daha kimbilir kimler de bilmektedir. Onun gizlisi mi olur? Herkes güldü, böylece benim yanıt vermeme de gerek kamadı. Masadan kalktık. Yemekhane ile yatakhane arasında bir patika açılmış, tek sıra olup atölyeye geçtik. İrfan Öğretmen geldi, kendimizi zorlamamamızı, genelde tüm planların bozulduğunu, bizim plan uygulanamazsa kusur yayılamayacağını söyledi. Gene de biz terleyesi bir çalışma yaparak 30. sıranın parçaların kestik, ancak planyaya vuramadık. Çünkü tahtaların genellikle bir yüzleri yaş çıktı.

Bayrak töreninde tören yerini yana aldık. Böylesi gerçekte daha iyi ama büyük merdivenlere ters geliyor. Büyük merdivenlere bakarak sıralanınca da başka bir sorun çıkıyor: Az da olsa tam tören sırasında gelen oluyor. Nitekim geçen hafta öyle oldu. Tam marşa başlarken İsmet İnönü 20 kadar konukla geldi. Arkadaşlar yaygın olarak merdiven önünü doldurmuş durumdaydı. İnönü arabadan inip revir tarafına geçtı. Orası ise tören yerine göre çukur. İnönü işaret verince tören yapıldı. Törende Cumhurbaşkanı yanda çukurda kalmış oldu. Sanırım bu nedenle okul önü kazmaları bu arada başladı. Bu kez arkadaşların yüzleri bayrağa doğru. Ancak ben bayarağa arkamı dönmüş oluyorum. . Kazılan yerler doldurulunca alan genişleyecek. Sanırım o zaman bu kusurlar ortadan kalkacak.

İlhan Görkey Öğretmen biraz gülümseyerek:

-İki gündür yağmur dinlenmesi yaptık, yarım yarım da olsa bugün, yarın belli eksikliklerimizi tamamlayıp yeni haftamıza gene hızlı tempomuzla başlayacvağız. Bu nedenle sınıflar yemekten sonra dersliklerinde toplanıp öğretmenlerinden haber bekleyecekler. Çalışma zili çaldığında ben, sınıf başkanlarından günlük yoklama belgelerini isteyeceğim. Revir, nöbet ya da genel izinliler dışında herkes işbaşında olacak!

Etli papates-bulgur pilavı-karpuz. Sevindik. Hilmi gene masamızı şenlendirdi. Patatesi çok severmiş. Eve gittiğinde anasından(O öyle diyor, sık sık “Anacığım benim! ”deyip iç geçiriyor)patates istermiş. Ancak onlarda böyle kırmızı patates yokmuş. Kırmızı patates dediği de yemek patates havuç karışımı. Hilmi böylece havucu bilmediği gibi papatesi de tam ayıramıyor. Mehmet Aygün gülmeden edemedi:

-Anan sana patates türlerini anlatmıyor mu? Herkes gülünce oyun bozuldu. Günün nöbetçisi Orhan geldi, yemekleri beğenip beğenmediğimnizi sordu. Yusuf bu kez: “

-Yemekler iyi ama patatesin içine karıştırılan o kırmızı parçacıklar nedir? diye sordu. Orhan'dan önce Hilmi:

-Bakın, benim gibi bilmeyen biri daha varmış! deyince makaralar çözüldü. Oysa bu Hilmi’ye bir pusuydu. Orhan bir üzücü haber verdi. Bahçemizde en çok nohutlar zarar görmüş. Hilmi sağına soluna bakınıp bana :

-Abi, buna sevindiğimi söyleyebilir miyim? Soruyu yanıtsız bırakıp kalktım.

Bizim derslikte yalnız marangozlar vardı, Namık Öğretmen duvarcıları sabahtan görevlendirmiş, onlar işlerine gitmişler. Bu kez biz de atölyemize gittik. Öteki arkadaşlar İrfan Öğretmeni beklediler, biz beklemeden işbaşı yaptık. İrfan Öğretmen Müdür Evinin akmış olmasını anlayamadım;kiremit dizgisinde bir eksiklik yok. Çevreyi tanımadan çizilen planlar bu sonucu verir işte! dedi. İrfan Öğretmen sanırım ağzından kaçırdı bu sözü. Çünkü daha geçen hafta bizim okulun planlarını çizen Yüksek Mimar, Profesör Emin Onat’ı göklere çıkarmıştı. Emin Onat sayısız mimar arasından sıyrılıp Atatürk için yapılacak anıtın yarışmasını kazandığında, bunu yazan gazeteyi getirip göstermişti. Aklımdan geçirdim ama konuyu açmadım. Ancak, öğretmen gittikten sonra arkadaşlara anımsattım:

-Atatürk’ün anıtını da böyle yaparsa Atatürk onu affetmez! dedim. Arkadaşlar olay üzerinde durmadılar. Hasan rahat:

-Müdür Evi aksa ne olur? İçinde insan mı vardı ki”dedi. Kendi kendimizi güldürdük. Müdür Bey o eve çıktığında böyle bir yağmur yağarsa ne yapar? Üçümüz de Müdür Beyin taklidini yapamadık. :

-Bunu Mehmet Aygün’le İdris Destan yapar, onlara anlatalım. Böyle konuştuk ama bu duyulursa, suç sayılır mı? Müdür Bey tiyatro oyunlarını sevdiğini söylemişti; bu da bir tiyatro olduğuna göre hoş görmesi gerekir. Nöbetçi olan arkadaşımız Orhan geldi. Konuştuğumuzu ona da anlattık. Orhan da güldü, biz söylemeden o da Mehmet Aygün’e anlatın, derslikte taklit yapsın, o bu işleri iyi kıvırıyor ! dedi. Bir süre gülüşüp tartıştıktan sonra ortak bir karar verdik:

-Önceden hiç kimseye bilgi verilmeyecek. Derslikte uygun bir zaman bulunca Mehmet Aygün numarasını yapacak. Olayı anlamadan sataşanlara hiç aydırmayacak. İçlerinden biri: -Okul Müdürünün taklitini yapıyor! derse o zaman olay açıklanacak. Kendi kurgumuzu kendimiz beğendik, başarılı olmuş gibi bir süre de güldük.

Paydosta ben de arkadaşlarla dersliğe gittim. Yapıcı arkadaşlar bizden önce gelmişler. Herkeste yüzler gerdin. Sami Akıncı gazete okuyor. Ergene Nehri taşmış, bir çok köyü su basmış. Edirne sular altında kalmış, Kırklareli çevresinde dolu çiftçilere büyük zarar vermiş. Duruma üzülmemek elde değil, sessizce yerlerimize oturduk. Pedagoji Tarihi’ni açtım. Herbart’a başladım ama ne okuduğumu bile anlayacak durumda değilim. Kalkıp kitaplığa gittim. Fikret Madaralı Öğretmen Andre Gide’in kitaplarını önermişti. Pastoral senfoni ile Dünya Nimetlerini okumuştum. Pastorak Senfoniyi anımsıyorum, onda bir olay var anlatabilirim. Ancak Dünya Nimetleri’nde bir değil yüzlerce olay var. Ancak hepsi yarım yarım. Ya da ben, aralarında ilişki kuramıyorum. Tevfik başka kitabından söz etmişti. Hatta bana gretirdi de ben geri çevirmiştim. Onu istedim. Kitaplıkta geçici bir nöbetçi var: Ramazan Korkmaz. Neden gelmiş buraya anlamadım. ”Dar Kapı , Andre Gide dedim! ” yüzüme bakıp güldü. Dar kapı, dar kapı diye birkaç kez tekrarladıktan sonra gayet rahat: “Böyle bir şey var mı abi, ben hiç duymadım! ”dedi. Bu kez de ben: “

-Öyleyse Geniş Kapı’yı ver! dedim. Ramazan çok rahat, onu da duymadığını söyledi. Duyduklarını sordum: “Çalıkuşu ile Dağları Bekleyen Kızı söyledi. Onları dört yıl önce okuduğumu söyledim. Biz konuşurken Tevfik Uğurlu geldi. Benden önce Ramazan söyledi:

– Dar Kapı var mı? Tevfik, var ya da yok demeden elini uzatıp kitabı verdi. Arkasından da Kalpazanlar’ı gösterdi:

– 2 cilt, yeni geldi! dedi. Kitabı alıp dersliğe indim. Bir süre Ramazan Korkmaz’ı düşündüm, kitap okumuyor ama kitaplıkta nöbet tutuyor. Amacı, öteki işilerden kaçmak. . Tıpkı bizim sınıftaki Ramazanlar gibi. Otuz kişiyiz. Bunların en az on tanesi tam ramazanlık. Bizim köyde böylelerine Ramadan deniyor. Hiç bir işe yaramayan, başkasının sırtından geçinenler için kıllanılan bir sıfat.

0n sayfa kadar okudum. Az duraksadım:

– Fikret Madaralı Öğretmen bunları bana niçin önerdi? “Sevgi ya da aşk konusunda fikrimi mi öğrenmek istiyor? Bu kitapta da daha ilk sayfalardan aşk kokusu alınıyor.

Yemeğe çıkığımda yağmurun gene başladığını görünce bir korkuya kapıldım. Bizim köyde durum nasıl acaba? Gerçi bizim, bağ, bostan, pancar dışında tüm ürünler toplandı. Ama zarar zarardır. Tarlaları su götürür, evler özellikle tağıl ambarları, samanlıklar akar. Ayrıca su altındaki pancarları sular götürebilir. Akşam yemeğinde benim de neşem kaçtı. Zaten herkes suskun. Sessizce yemeklerimizi yeyip dersliğe döndük. Yağmur daha da hızlanmış. Hepimizde bir tedirginlik var ama gene de konuşmala, takılmala sürüyor. Bu arada Halil de elimdeki kitamı göstererek:

-Dar kapıda sıkışırsın, genişini bul! dedi. Belli ki konuşmak istiyor. Kitabı kapatıp bu yazarı Fikret Madaralı Öğretmenin önerdiğini tekrarladım. Pastoral Senfoniyi anlattım. Hüsnü de bize döndü. Hüsnü de Panait İstrati’den Kira Kiraline’yı okuyormuş. Stavro’nun öyküsünü sordum. Hüsnü etkilenmiş, yutkunarak anlattı. Öyküde kendi durumuna benzeyen, yalnız gezmeler var. Çaresiz Stavro da öyle. Sevgiye susamış ama sevgi salt söz değil, yaşamın başka koşulları da var. Hüsnü dinlene dinlene anlattı. Halil Öyküden çok Hüsnü’nün anlatışını beğendi. Kitaptaki öteki iki öyküyü anlatması için Hüsnü’den söz aldı. Yatakhaneye giderken yağmurun dindiğini arada yıldızların çıktığını gördük. Yüzler görünmemekle birlikte sözler gülümseme tınısı veriyordu. Sanırım bir rastlantı, tam zil çalarken elektrikler kesildi. Fener mener sesleri geldi ama ışık gelmedi, el yordamıyla yataklara çıktık. Kadir Pekgöz ricada bulundu, erken kalkarsam onu uyandıracağım. Sıkıntı verecek bir şey düşünmeyeceğim üstüne kendime söz vermiştim ama, olaylar sözleri bozuyor. İşte bir olay daha, elektrikler iki üç gün yanmayabilir. Yağmur gene başlayabilir. Konuşmalar bir türlü kesilmedi. Okuduğum kitabı anımsadım;başında bir söz:

-Dar kapıdan girmeye gayret edin! İncil kitabından alınmış bir sözmüş. Ne anlama geliyor acaba? Şişman insanlar için söylenmiş olabilir mi? Hamitabat ilkokulundaki Fıtnat Öğretmen dar kapıdan nasıl geçsin? Okulun merdivenlerinden bile zor çıkıyordu. Gene Hamitabat’a gittim; bu gece oralarda dolaşmak istiyorum. Yağmurun zararlarını görebilirim…. .

 

20 Eylül 1942 Pazar.

 

Kadir kendisi uyanmış. Teşekkür etti. Akşam aklımdan geçenlerden Fıtnat Öğretmeni Kadir’e anımsattım. Kadir’in ilk üç sınıflarının öğretmeniymiş. Kadir şişmanlığından önce kızlarını anımsadı: Evinç, Sevinç. : “Sonra konuşuruz hemşerim, deyip gitti. On gün sonra yeni öğrenciler gelecek, 100 öğrenci alınırsa okulda 380 öğrenci olacak! ”gibi konuşmaların arasına bir soru girdi:

-Öğrenci artacak ama öğretmen artacak mı? Hani yeni öğretmenler? Mehmet Yücel:

- Öğretmeni ne yapacaksınız? Biraz daha dişinizi sıkın atlatın şu yedi ayı da kendiniz geçin işlerin başına! Yaşa İskelet, soyadın da uyuyor hepimizi ata buraya! Arada sesler oldu:

- İskeletin atadığı yerde kalmam! Mehmet Yücel:

- Zorla güzellik olmaz, gönlün neresini isterse oraya git! İsmet:

- Kendi evime gitmek istiyorum. Olmaz yasaya göre 20 yıl görev yapacaksın, devlet sana mercimek çorbasını boşuna mı veriyor? Salt mercimek çorbası değil, un helvası, sıcacık pekmezli, arada da olsa fasulye! Sefer Tunca bağırdı: “

- Nankörlük etmeyin, devlet size kereviz bile verdi de yemediniz. Kasket verdi giymediniz! Kasket sözü sinirleri bozdu:

- O kasketleri giyseydik eğer “Nah” görürdük bu giydiklerimizi! Arif Kalkan gülerek: -Giydik giymedik, sonunda aynı kapıya çıktık. Onbeş onaltı Köy Enstitüsü içinde bir biz kasket kullanıyoruz. Onları da iki yıldır kendi paramızla yaptırıyoruz. Bizden sonrakiler bile kasketsiz! Kadir Pekgöz’ün çın çın öten sesi duyuldu:

- Kahvaltıya geç kalanların tabaklarını kaldırıyoruz! Birden bir tepki:

- İşte gene çorba! ”Of puf, ederek doğrudan kahvaltıya gittik. Yağmur yok, hava bulutlu ama bulutlar parçalı. Yemekhaneye gidince Kadir Pekgöz topa tutuldu:

- Çay varken neden çayı söylememiş. Kadir kendini savundu:

- Ben çorba demedim! Çorba dememiş ama tabakları kaldıracağız, demiş;tabakla çorba yendiğine göre…. Kadir Kabahatini üslendi:

- Özür dilerim, öbür defa bardak, derim! ”deyip gitti. Bu kezde bizim masadakileri bir gülmektir tuttu. Kadir öbür defa da çorba varken bardak, derse ne olur? Bunda gülecek ne var? ”deyip duruyoruz ama gene de gülüyoruz. Karşıdan bizi izleyen Kadir gelip sordu: -Neden gülüyorsunuz? Arkadaşlar gülmekten kndilerini kurtaramadılar. Kadir bu kez bana: -Hemşerim, bunlara ne oluyor? diye sordu. Önce vereceğim yanıta inanmayacağını söyledim. Kadir bana inandığını söyleyince, bu kez bende gülerek:

- Gelecek nöbetinde çorba varken dalgınlıkla bardak dersen ne olacak? Kadir gerçekten benim sorumu anlamadı. Çünkü o, az önceki tartışmayı önemsememiş. Uzunca bir açıklamadan sonra Kadir:

- Allah iyiliğinizi versin! deyip gitti. O gidince de Kadir’in imamlığa Mustafa Saatçı’dan daha uygun olduğu konuşuldu. Bu kez arkadaşlara katılmadığımı söyledim: -Mustafa Saatçı’ya imamlık yakıştığı ya da onun imamlığa uygunluğundan değil tersine uymadığından takılmış bir sıfat. Burada bir zıtlık söz konusu. Oysa Kadir bir imamın oğlu. Tavırlarıyla da bunu kanıtlıyor. Mustafa Saatçının tavırları, bizde oluşan imam tipi tavırlarına uymuyor. Hilmi Altınsoy sabredemedi:

- Abi sen ne söylüyorsun? Ben bunları düşünmeden okula geldiğimden beri Mustafa Saatçı’ýa İmam, diyorum! Ben de:

- Okula geldiğimden beri Mustafa Asaatçı’ya İmam demiyorum. Çünkü arkadaşta benim imamdan beklediğim hiçbir ciddi tavır göremiyorum. Öte yandan, benim İmam olarak düşündüğüm insanlar şakaya ya da alaya alınacak insanlar değildir. Bu nedenle ikimizin imamları bir birinden farklı oluyor. Benimki Kadir’in babası Kara Hafız, seninki ise Yaban romanının Şeyh Yusuf’u, Kuyucaklı Yusuf’un Hacı Etem’i, Yeşil Gece’nin Hafız Eyup’u, Molla Zeynel’i…Hilmi, biraz alıngan:

- Kim bunlar? ”dedi. Hasan Üner:

- Sen onları tanımazsın hemşerim, onlar, roman okuyanların tanıdıkları! deyince Hilmi: -Anladım, onlar kitapların yazdıkları! . . sözünü tamamlayamadan Hasan ekledi:

- İyi işte, kitaplar, insanların en mostralıklarını yazıyor, okuyyanlar da onlardan ders alıyor. Bunun için bizlere, “Kitap okuyun, insanlar içinden seçilmiş mostralıkları kendiniz bulmakta zorluk çekersiniz, hazırını görüp öğrenin de zararınız daha az olsun! ”

Öteki arkadaşlar kalkınca konuşmamız şimdilik kesildi. Hava iyiden açıldı. Biz doğrudan atölyeye gittik. Kamyon geç geldi, İrfan Öğretmen gelir gelmez öbür grubu alıp Öğretmen Evlerine götürdü. Bizim grup sonunda gene dört kişi oldu. Bugün kesme işini bitirmek istiyoruz. İçimizde en işsever Recep Kocaman, biz konuşurken makineyi açmaya gitti, birden: “Tuh be! ”çektikten sonra elektrik kesik! ”diye bağırdı. Az bekledik. Planyalara sarılıp çalışmaya başladık. Az sonra Yusuf Asıl geldi:

- İrfan Öğretmenden selam getirdim, planya talim edecekmişsiniz! dedi. Dördümüz birden:

- Başüstüne! dedik. Yusuf:

- Vallahi sizinle çalışmayı özledim! dedi. Çoktandır uzun süre planya kullanmadığımız için oldukça zorluk çektik. Hasan Üner çabuk pes etti:

- Yusuf hevesliydi, öğleden sonra gelsin! dedik. Köylere dağılınca elektrikli tezgahı kullanacak değiliz, rende planla, kollu destere ile iş göreceğiz! derken Hamdi Bağ Öğretmen geldi. Gülerek:

- Ha şöyle, gerçek çalışma yolunuza girmişsiniz. Hep bunu düşünüyordum;bu çocukları, gelecekte çalışacakları yola yöneltsek, diyordum. Bir nebze de olsa bugün istediğim olacak! dedi. Hasan Üner’den planyayı alıp bir süre çalıştı. Paydos zili çalınca da gülerek:

- Zilin yakında çalacağını biliyordum, o nedenle hızlı başladım! dedi. Hamdi Bağ Öğretmen bir süredir 9. sınıfları çalıştırıyor. O nedenle ilişkilerimiz azalmıştı. Bugün de öyle bir uğradığını söyledi. İrfan Öğretmen gelince birlikte çıktılar. 12 sıra parçası yapacağımızı umarken ikişer üçer tahta temizledik. Öğle yemeğinde gene bir tartış çıktı. Biz, büyük binanın gülgerlik işlerini neden Kepirte’de değil de Lüleburgaz ‘da yaptık. Onu bilmeyecek ne var? İşte bu günkü duruma düşmemek için. Orada gündüzleri sürekli elektrik vardı:

- Peki Hasanoğlan’da elektrik var mıydı? Orada elektrik yoktu ama oradaki makileler motorla çalışıyordu:

- Burada da makineliye dönülse olmaz mı? :

- Motorlu çalışmalar, hem pahalı hem de tehlikeli. Onlarda tehlike ikileşiyor. Hasanoğlan’da Sili Usta ilk iki ay öğrenci olarak benden başkasına izin vermemişti. Orhan anımsar, benden sonra ilk o motora el atmıştı. Elektrikte hepimiz düğmeyi çeviriyoruz, makine çalışıyor. Motor çalıştırmak başlı başına ayrı bir iş!

Yemekten sonra ara vermeden atölyeye gittik. Tüm gayretimize karşın dört sıralık parça temizledik. Bu kez konumuz alıştığımız elektrik gene bozulup, onarımı uzarsa ne yapacağız? Tören zili çaldı. Ben, ivedi olarak alıp akordiyonu gittim. Selçuk Korol Öğretmen geldi. Selçuk Öğretmene dünkü düzeni anlattım;arkadaşlara işaret etti, gene öyle sıra olundu. Törenden sonra tam içeri girerken elektrikler yandı:

-Yaşasın! sözleri sürerken gene söndü. Bu kez de:

Aaaa, ooooo, uuuu. . ünlemleri yayıldı. Dersliğe gidince varsayımlar ortaya atıldı:

-Lüks yakılmadığına göre elektrikler yanacak. İyimserler böyle diyor. Oluımsuzlar aynı görüşte değil. Onlara gre görevliler lüsk yakmasını unutmuşlardır! Bu kez de sert çıkışmalar başladı:

-Siz biliyorsanız gidin anımsatın! Elektirikler yanınca sevindim. Dar Kapı’yı okuyacağım. İncil, Hiristiyanların kutsal kitabı. Babam dört kutsal kitap sayardı. Kur’an, İncil, Tevrat, Zebur. Şimdiye dek okuduğum kitaplarda ilk üçünün, Kur’an, İncil, Tevrat adları geçti ama Zebur’a hiç rastlamadım. Derslerde de geçmedi. Selçuk Öğretmen bu akşam dersliğe gelirse soracağım.

Fransızca kitaplarda, genellikle insanların çok yer gezdikleri, gezdiği yerlerde gördükleri ya da yaptıkları yazılıyor. Bunda da öyle bir başlangıç yapıldı. Babası küçük yaşta ölmüş olan Jerom, annesinin kardeşi, Bükolen dayısının yanına gider. Dayı oldukça varlıklıdır. Çok güzel de bir eşi vardır. Jerom’un Lüize yengesi. Lüize küçük yaşta rahip Vodye tarafından evkatlık alınmıştır. Fransız değildir. Daha doğrusu Avrupa dışındaki ülkelerden getirilmiş bir melezdir. Ancak çok güzeldir, iyi de yetiştirilmiştir. Dayı Bükolen bu güzel melezi sever, daha 16’sında, çocuk denecek yaşta bir kızken onunla evlenir. Arka arkaya üç çocukları olur. En büyükleriAlissa, ikincisi Jüliyet küçükleri de erkektir. Üçüncü çocuk 2. Bükolen’le Konuk Jerom 12. yaşlarındadırlar. Yenge Lüiz, üç çocu annesi olmasına karşın kendini iyi korumuştur. 30’unu geçmesine karşın kızlarının ablaları görünümündedir. Bu özelliğinden dolayı ertkeklerin ilgisini çekmekte, zaten o da bu ilgiyi artırmak için elinden mgeleni yapmaktadır. Öyleki küçük oğlunun yaşdaşı Jerom’un giysilerini düzeltmek için yaklaştığı bir sırada, ya da gizlı amacını öyle saklayarak Jerom’u sıkıştırır, bir bakıma zorlayarak yararlanmaya kalkışır. Jerom çocuktur, Gerçekten korkuya kapılıp kaçar. Yenge Lüiz, Jerom’un arkasından bağırır:

-Korkak! Jerom paçayı kurtarmıştır ama Lüiz yenge doyumsuzdur. Bu kez de ilişkili olduğu bir Deniz subayıyla kaçıp gider. Babasız büyüyen Jerom gibi şimdi de annesiz üç çocuk kalmıştır. Lüiz’n kaçışı salt Bükolen ailesini değil, Lüiz’i yetiştiren Rahip Votye ailesini de yaralar. Rahip Votye çok üzülür. Olaydan sonra küçük kilisesinde İncil’den “Dar Kapı” ayeti üstünde durur. Bükolen ailesi kiliseye gitmektedir. Jerom da Dar Kapı ayetine takılır. zamanla kendine özgü yorumlar yapar. Ancak bunlar onun içinde olan iç olaylardır. Gerçekte tüm çocukları Rahip Votye’nin candan övütlerti etkilemiştir. Jerom bu yoldan giderek 14. yaşına girdiğinde büyük kız Alissa’ya sırıl sıklam aşık olur. Ancak aşkını öyle ulu orta açıklayamaz. “Dar Kapı’dan geçmelidir. Okullara gider, yüksek öğrenimlerden geçer. Yeterince iç tepilerini dizginlemiştir. Çilesinin tamamlandığına inanmaya başlamıştır. O içinden yana dursun Alissa da Jerom’a vurulmuştur. Sonunda Jerom baklayı ağzından çıkarır, çok sevdiği Alissa ile evlenmek ister. Alissa da Jerom için yanmaktadır ama, yanıtı kesin olarak olumsuzdur.

Kitabı kapattım. Neden? Jerom’dan çok ben soruyorum neden? Yat zili yetişti. Jeromdan çok Alissa’ya çıkışarak yattım. Fikret Madaralı Öğretmeni düşündüm:

-Bunu bana neden önerdi? Andre Gide’in üç kitabını da rahat anlatamam. İkisi düpe düz aşklar, ayrılıklar, bir birini atlatmalar. Biri de yarı şiir yarı konuşma;bugün bura da, yarın başka yerde. Kim olduğu tanıtılmayan Nathanael ile Menalque’la ara ara konuşmalar, ne söylediği pek anlaşılmayan konuşmaları ben nasıl anlatyacağım? Kitapların özetlerini bile çıkaramıyorum;bunları nasıl aklımda tutacağım?

 

21 Eylül 1942 Pazartesi

 

Yakup Tanrıkulu ile Mehmet Yücel’in tartışmalarını dinledim. Mehmet Yücel yalvaran bir sesle:

-Ne olur yaparsan? diye soruyor. Sorun anlaşıldı. Bugün nöbetçi Mehmet Başaran. Ancak rahatsız olmuş, revire gidecekmiş, nöbetini bir sonraki numaradan rica ediyor. Yakup : “Olmaz! ”deyince hemşerisi rica ediyor. Yakup ona da olumlu davranmayınca bir sonraki, 76 Arif Kalkan’a rica ettik. Arif nöbete gitti. Kadir Pekgöz yavaş bir sesle:

-Bazılarının aklı fikri kurnazlık, kendi isteklerini gerçekleştirmek için yakınlarını da kullanıyorlar! dedi. “Anlamadım! ” deyince sonra söylerim, deyip gitti. Merak ettim, Orhan’a sordum:

-Başaran için konuştu, bir bildiği var, sanırım! dedi. Dersliğe gittim. Mehmet Başaran sırasında oturuyordu. Zil çalınca kahvaltıya gittik. Hava iyiden iyiye açılmış. Elektrikler yanıyor. Mustafa Saatçı:

-Dün akşam geceye dek çalıştık, onarım tamam! dedi. Biz çok sevindik. Arif Kalkan'ın nöbetçi oluşu dikkatimi çekti, yanından geçerken soracağım tuttu ama vazgeçtim? Olaya karışmış olurum, deyip sustum. Nasıl olsa yemek masasında konuya değinilecekir, diye düşündüm. SAanırım iyi bir rastlantı, bu sabah kahvaltıda okuldışı olaylara yer verildi. Böylece, aklıma takılan soruyu da başımdan atamadım.

Neyse ki atölyede işe başlayınca uçtu gitti.

Bugün, 45 sıranın parçalarını tamamlamış olacağız. Bir hafta içinde de tutkallayıp vernikleyeceğiz. İrfan Öğretmen gelmeden işe başladık. Tüm gücümüzle çalışıp parçaları rendeden geçirdik. Recep çizimleri tamamladı, öğleden sonra geçmeler kesilip alıştırma yapılarak. her sıranın parçası bir araya getirilip çatılmaya hazırlanacak. Yarın, ikişer ikişer çatmaya başlayacağız. İlk tahminimiz 26 Eylül’dü. Şimdi 28 Eylül diyoruz. Böyle konuşup işe koyulduk. Öğleye dek işimiz uğurlu gitti. Elektrik kesilmesi ürküntümüz vardı. Kesilmeyince rahatladık. Öğle paydosu yapmadan atölyeye gittik.

Sabah verdiğimiz kararı olduğu gibi uyguladık. Paydaotan bir saat önce parçalar hazırlanıp paketlendi. ( Her sıranın parçalarını bir araye yığmaya paketlenme diyoruz)

“Bugünlük işimiz bitti! ”deyip gülüşürken Okul Müdür kapıdan girdi. Gülümseyerek:

-Ne o siz buraya kaçıp sığındınız mı? Benim evi neden gidip bitirmiyorsunuz? diye sordu. Yüzünden şaka söylediği belliydi ama, gene de biz, durumu açıkladık. Müdür Bey bana: -Sana bir müjden vardı, ama neydi? Şu anda kafam biraz karışık! deyip parmaklarını oynatarak başını gösterdi. Benden aldığı yazılar aklımdan çıkmadığı için neredeyse onları söyleyecektim. Tam nasıl söylemem gerektiğini hazırlarken:

-Buldum, en çok sen soruyordun onun için sana söylüyorum;sonunda bir Müzik Öğretmeni bulduk, yakında gelecek. Bana bakarak “Gözün aydın, sonra da arkadaşlara bakarak :

-Hepinizin özü aydın! deyip gitti. Ben çok sevinir gibi yaptımsa da içimden, kendime:

– Geçmiş olsun! dedim. Az kalsın kendi kendimi ele verecektim. Biz yeni Müzik Öğretmeni için bay-bayan olasılıklarını konuşurken İrfan Müdür Bey, İrfan Öğrdetmenle gene bizim kapı önünden geçti, gülerek bize:

– Benim deminki sözlerim bir takılmaydı, iyi işiler çıkardığınızı öğretmenleriniz her zaman söylüyor, dedi gitti. İrfan Öğretmen geri gelince sordu, olayı anlattık. Güldü: -Müdürümüz çok iyi bir insandır, herhangi bir art niyet beslemez! dedi. Müzik öğretmeni habereri beni kamçıladı. Arkadaşlar gidince akordiyonu çıkarıp sil yeni baştan daha düzenli çalışmaya tasarıları kurmaya başladım. Arada düşündüm. “Ya Behire Bil Öğretmen gibi akordiyonu bıraktırmaya kalkarsa! Müdür Beyi anımsadım, kesinlikle buna izin vermez. Kafamdakı kuşkular silindi, akordiyona yeni aldığım zamanki gibi sarılacağım. Müzik öğretmeni geldiğine göre Beden Eğitimi öğretmeni de gelecektir. O zaman Milli Oyunlar da önemsenecektir. Yazılı listemdeki zeybeklerı birer ikişer tekrarladım. Atölyeyi kapatırken arkadaşların yemekhaneye yöneldiklerini gördüm. Masaya oturunca önce Hilmi Altınsoy sonra Yusuf Asıl beni kutladılar, İsmet usaktan seslendi:

– Dayı beklediğin geliyormuş!

Okuma saati, müzik dersine döndü. İlk yıl derslerimize gelen Adem Gürçağlayan Öğretmen anıldı. Öğrettiği şarkılar söylendi. Adem Gürçağlayan Öğretmen şarkıların notalarını ezberletiyordu. Ben sonradan üstünde durduğum için özellikle iki tanesini çok tekrarkadığımdan unutmamıştım. Biz Kimleriz Marşı ile Kır Atınla Geçiver Efe şarkısının notalarını ezber biliyordum. Arkadaşlara sordum. Bizim sınıfta en acar müzikçi olarak bilinen Abdullah Erçetin bile notaları çıkaramadı. Bense takılmadan okudum. Arkadaşlar şaşırdı. Bunu, geçmişte bir kez daha konuşmuştuk;nasıl da unutulmuş! Sonunda Halil Basutçu ile Sami Akıncı bana:

– Arkadaş senin Müzik Öğretmenine gereksinimin yok, öğretmen gelecekse bize gelecek. sen olsa olsa bir müzikçi arkadaş kazanacaksın! dediler. Bu söz çok hoşuma gitti. Gülümseyerek:

– Dilerim genç biri gelir! ”Si-do, mi-re-do-si-la-si-do-si-la-sol-fa-mi-re-la-sol-la-si. . Kır atınla geçi ver şu dağlar çınlaasın efem…. Kır atlı efe düşleriyle yatakhaneye gittik. Yatınca bir süre Hasanoğlan’ı anımsadım, sonra sonra Süheyla Öğretmeni düşledim, Konservatuvarda da Saç Kraliçesi oluyor mu acaba? Yoksa Şerif Baykurt yakasını bırakmadı mı?

 

22 Eylül 1942 Salı

 

Yakup Tanrıkulu, dün sabahki direnişinden ötürü eleştirildi. Sonunda Yakup sinirlenerek: “Dalavereci Ciğercinin keyfi için sıramı neden bozayım? “Hani rahatsızdı? Neden revire gitmedi? Ben malımı bilirim! ”dedi yürüdü. Yakuptan sonra Kadir benim ranzaya tırmandı: -Duydun mu hemşerim, içimizde ne şeytanlar var. İstedikleri zaman olay yaratıp bizi bir birimize düşürüyorlar. Bunlardan bir tanesi işte bu Ciğerci. Sana gelip söylemiyorum ama senin aleyhinde konuşmadığı gün olmuyor. Sen duymuyorsun çünkü kurnaz, sana gelip söylemeyecekere söylüyor. Tam olarak ne söylediğini duyamıyorum ama bakışlarından anlıyorum. Ben yaklaşınca fiskos kesilip başka şeylerden söz ediyorlar. Fettah, Ali Önol, Hüseyin Serin giz arkadaşları. Zaten başka konuştuğu kimse de yok gibi. Köylüsü Mehmet Yücel sevdiğinden değil kardeşleri arkadaş, kardeşinin hatırı için yakınlık gösteriyor. Kendi Kardeşi Hüseyin bile Ciğerciyle geçinemiyor. Kardeşi daha dürüst bir çocuk! Dinledim ama Kadir bunları neden bugün söyledi? Dün, evvelki gün de bunları biliyordu. Gene de içimden teşekkür ettim. Böylece:

-Kadir’in karşı olmasıyla, Mehmet Başaran’ın arkamdan konuşacağı kişilerden biri eksilmiş oldu! deyip güldüm. Kahvaltıda gözlerim, elimde olmayarak Mehmet Başaran’a takıldı: Arkadaş kahvaltıda;demek revire yatmadı. Öyleyse dün neden nöbet tutmadı? Pazartesi gününün onun için ne olağanüstülüğü olabilir? Cumartesi ya da pazar olsa dinlenmeyi düşünebilir! dedim. Dedim ama bilinmezi çözemedim. Kadir’den sormaya da niyetim yok, olaya noktayı koyup geçtim.

Sözü günlük çalışmamıza getirip sıraları tamamlayınca götürülecekleri köyleri konuştuk. Ayvalı köyünü anlattım. “Bizim köyün Lüleburgaz yolu o köyün yakınındasn geçer ama ben o köy içine girmiş değilim! ”deyince şaşırdılar. “Hiç merak edip içinde dolaşmadın mı? ”Bana öyle ters geliyor ki yoldan çıkınca ne yandan girsem yoldan sapmış oluyorum. Köyden bizim tarafa çıkan yol da yok. Yola yakın ama gene de köye girmek-çıkmak bir saat alır. Bu nedenle Ayvalı’yı görmek sanırım bu günlere kalmış. Celaliye(Eski adı İvan köy) ile Umurca’yı biliyorum. Zorda kalmazsam onlara gitmek istemem. . Dikkat kesilerek çalıştık, üç sıra kurduk, dördüncü yarım kaldı. Paydos ederken Hasan içlendi:

-Yarım sıra benim, öğleden sonra tamamlarım! dedi. Böyle bir ayırım düşünmüyoruz ama Hasan birşeyler düşünüyor olmalı. Öğle yemeğinde Ahmet Gürsel Öğretmeni gördüm. Nöbetçi olamaz, nöbetini geçen gün yerine İrfan Öğretmen tuttu. Salih Baydemir uyardı:

-O da İrfan Öğretmenin nöbetini tutacaktır. Bu benim için hem iyi hem de fena;konuşmak istiyorum ama göz doyurucu bir çalışma yapamadım. Biraz üzgün atölyeye döndüm. Önce Hasan Üner’in sırasını çattık. Öğleden sonra dördümüze de birer sıra çatarak günlük sekizi tamamladık. İrfan Öğretmen övgülü sözler söyledi. Atölyede fazla yerimiz yok sıraları kenarlara dizdik. İrfan Öğretmen:

-Daha Yaz’da sayılırız, bir süre yağmur yağmaz. Yağarsa ıslatmamamız gerekir, ıslanırsa uzun süre üstende işlem yapamayız, yapılırsa hemen kabarma olur! dedi. Öğretmenden sonra bir süre konuştuk. Biz sıraları salt bezirleyecektik. Bezir bir cila mı ki? yaş sürülürse niçin kabarsın? Paydosta ben kaldım, Tuna Dalgalarını, Karmen Silva’yı, Über Wellen’i tekrar tekrar çaldım. Öğretmen gelince üstünde iyi bir izlenim bırakmak istiyorum. Halil Basutçu arkadaşın dediği gibi eğer öğretmen gençse beni arkadaş gibi karşılasın. Ne var ki, öğretmenin bay mı yoksa bayan mı olduğunu bile tam bilmiyorum. Ya bayansa, ya Behire Bil gibi biri olursa? Müzik Öğretmeni Müzik okulundan çıkanlar olduğuna göre ya Süheyla Öğretmenin arkadaşlarından biri olursa? Soruları sordukça olumsuz bir duruma girdim. Belki de Rukiye Öğretmen gibi bir subay hanımı gelecek;ilk sözü: “Benim bu kırda ne işim var? ”deyip çıkacak. Süheyla Öğretmenin Şerif’le evlenip gelmesinden başlayarak daha bir çok olumsuzlukları sıralayıp iyice sıkıldıktan sonra akordiyonu bırakıp dersliğe gittim. Derslikte bir sessizlik. Bir de baktımAhmet Gürsel Öğretmen arka sıraların birinde oturuyor. Ben girince: -Gel bakalım! dedi. Ben açıklama yapmaya kalkışınca “Nereden geldiğini biliyorum, arkadaşların söyledi. İyi güzel ama karşılıklı verilmiş sözlerimiz vardı. Başka çalışmaları öne alıp onu öksüz çocuklar gibi geri itmek matematiğe reva mı? Yoksa bu geçici bir heves mi, hııı? dedi. Sıkılarak:

-Geçici bir heves, daha doğrusu matematiği sizin yardımınız olmadan istediğim gibi götüremiyorum, boş kalmamak için, oyalanıyorum! dedim. Öğretmen:

-Ben de öyle düşünüyorum, arkadaşların da böyle söylediler. Neyse bir hafta daha sabredin, bir hafta sonra okul açıana dek, yetiştirici dersler adında çalışmalara başlayacağız. Size kitaplar hazırladım, kitaplardan yararlanacaksınız. Bakanlığımız sizin için kitap seçmiyor. Kitap yerine kendi çizdiği yoldan sizleri bizim götürmemizi istiyor. Gene de kitabın yararına inandığımdan ben, size kitap önerceğim. Sami ile seni düşünerek, daha birkaç arkadaşın da katılanacağını umut ederek yarım düzüne kitap hazırladım. Bu bir haftayı da akordiyonunla geçir de sonra hep birlikte sıkı bir çalışma yılı geçirelim! Öğretmenin karşısında ayakta konuştum, dinledim. Öğretmen:

– Otur! deyince yerime oturdum ama genel durumu bir türlü kavrayamadım. Yemek zili çalınca arkadaşlardan öğrendim. Ahmet Gürsel Öretmen gerçekten İrfan Öğretmenin nöbetini tutuyormuş. Bizim dersliğe girmiş. Sami Akıncı dışında hiç kimsenin bir işle uğraşmadığını görünce önce sinirlenmiş. Sonra da her zamanki gibi övütler vermiş. İşte tam o sıra da ben içeri girmişim. Bana da papara atacağını düşünenler olmuş. Oysa öğretmen az önceki durumunu 180 derece değiştirerek yumuşamış. Daha önce konuşurken ne kitaptan ne de yetiştirici dersten söz etmemişmiş. Gene de içimden utanım. Ahmet Gürsel Öğretmenin nöbetçi olasılığını düşünmüştüm hatta okuma saatinde gelebileceğini bilir gibiydim ama paydostan sonra dersliğe geleceğini hiç düşünmemiştim. Yarı üzgün yarı sevinçli konuyu kapattım. Haftaya sık sık karşılaşmaya başlayınca çalıştığımı kanıtlayacağıma güvenerek Müzik Öğretmeni konusunu ortaya getirdim. “Bay mı yoksa bayan mı? ”dedim. Bay olmasını, neden bay olmasını istediklerini anlattılar. Bayan olmasını isteyenler de düşüncelerini anlattılar. Böylece az önceki gerginlik geçti. Yemekmasasındaki konuşmalar bir süre derslikte de sürdü. Az önceki üzüntülü tutumundan sonra Ahmet Gürsel Öğretmenin bizim dersliğe gelmeyeceğini bildiğim için Dar Kapı’yı açıp okumya başladım. Dar Kapı ayetine yeterince uyduğunu düşünen Jerom Alissa’nın önünde eğilir ama Alissa da Dar Kapı övütlerinin etkisinde kalmıştır. Jerom’un beklemediği yanıtı verir:

– Hayır! Bu yanıt kesindir. Jerom şaşırır:

– Nasıl olur, Alissa’nın kendisini sevdiğini kesin kez bilir. Alissa’nın gönlünde başkasının olmadığından da emindir. Böyleyken bu kesin “Hayır” neyin nesidir? Jerom okumuş, yaşamı bir ölçüde öğrenmiştir ama iç dünyası bakımından gerçekten dar kapılardan, bir bakıma duygu köprülerinden geçmenin kutsal yanlarını göz ardı edemez. Yaşam arkadaşı olarak Alissa’yı seçmiştir bir kere, onu aşıp bir başkasıyla yaşam ortaklığını düşünmez. Birbirlerini sevmelerine karşın gerçek düşüncelerini de bir birine açmazlar. Jerom Alissa için Alissa da Jerom için yanar yakılır. İlginç olan Jerom için yanıp yakılan bir başkası da vardır. Jüliyet. Abla Alissa’nın durumunu bile bile JülyetJeroma sırıl sıklam aşıktır. Kendini isteyen vardır. Damat adayı varlıklıdır, hiçbir koşul koymadan Jülyet’le evlenmek ister. Jülyet’in gönlü Jerom’dadır. Ancak Dar Kapı özverisi onunda tutkusulya sarmallaşmıştır. Ablası rahat bırakmak için istemeye istemeye sevmediği damat adayına sonunda “Evet! ”der. Böylece ortalıktan çekilmiş olur. Jülyet öyle düşünür ama Alissa bunu bir rahat bırakma değil, tümden onun Jerom yolunu kesme olduğunu düşünür. Kardeşinin Jeromu sevdiğini bile bile Jerom’la evlenmesi söz konusu olamaz. O nedenle o Jerom’un aşkıyla sonsuzluğa ulaşacaktır. Dediğini de yapar. Yaşamdan tümden kopmuş olarak kendi içine kapanır, yemez içmez, güçten düşer, yatırıldığı bir hastanede yaşamını noktalar. Jülyet’in de Jerom sevgisi eksilmeden sürmektedir. Buna karşın bir özveri yaptığı inancıyla sevmemesine karşın eşiyle uyum sağlar, beş çocuk doğurmuş örnek bir anne de olmuştur. Yıllar sonra : “Bekarlık sultanlık görüntüsü içindeki Jerom, beş çocuk annesi eski tanıdık-akraba Jülyet’le karşılarır. Eski günlerden söz edilir. Beş çocuk annesi Jülyet, evliliğin zorunlu olduğu düşünceleri içinda yaşamını sürdürdüğünden olacak, eski dost, akrabası Jerom’a niçin evlenmediğini, yaşamını neden yalnız sürdürdüğünü sorar. Jerom, Jülyet’in içtenlikli sorusuna kendisi de içtenlikli bir tavır içinde yanıt verir:

– Alissa’yı çok sevdim, ancak o benim isteğime uymadı. Alissa’nın yerini dolduracak bir başkasını bulamayacağımı bildiğimden, yalnız yaşama yolunu seçtim! Bunu duyan Jülyet, bulunduğu yerde çöker bayılır. Meğer Jülyet Jerom’u sevmiş, bu sevginini bunca yıldır gönlünde taşımış. Çok sevdiği abla Alissa için özveride bulunmasına karşın kendisini Jerom’un daha çok sevdiği inancını da hep canlı tutmuş. Bunun doğru olmadığını duyunca da kendini tutamamış.

Olayı böyle özetlememe karşın kitabı tam anlatmış olmadığımı biliyorum. Görünüş olarak olayın karmaşık(Duygusal) düğümünü ancak bu kadar çözebildim. Bir çok soru aklıma takıldı ama o soruların yanıtlarını sanırım kitap kendisi de vermiyor. Örneğin daha başlarda Bükolen ailesi neyin nesidir? Lüiz bir melez denip geçildi. Dar Kapı ayeti yani gerçekte İncil etkili oldu deyip sözü kapatabilir miyiz? Üç çocuğunu ile 20 yıllık eşini bir çırpıda bırakıp giden annenin çocukları bu denli bir Dar Kapı ayetine sarılıp kalabilir mi? Kendilerini sevgilisi için bırakıp giden annenin güzel kızları, bu denli kilise etkisinde kalabilir mi? Bu kitabı da 2. kez olmak üzere listeme aldım. Özellikle yazarın, kişileri tanıtması-(Daha doğrusu tanıtmaması) ilgimi çekti. Öteki kitaplardan ayrılan bir durum seziyorum ama bunu rahatça anlatacağımı da sanmıyorum. Bunları düşünerek yattım. Alissa ile Jülyet. Gerçekte böyle iki kız kardeş olur mu? küçük kardeşleri yaşındaki Jerom’u seviyorlar. Anneleri evli olmasına karşın bir çok sevgili bulmuş, onlar, bile bile aynı bir sevgiliye bağlanıyorlar. Üstüne üslük :

– İnatçı Keçiler! çocuk masalında olduğu gibi gönül köprülerinde karşılaşıp bir birlerinin karşıya geçmesine izin vermiyorlar. Bu gerçekten sevgi mi? Yoksa kardeş kıskançlığına dayanan bir bencil diretme mi?

 

23 Eylül 1942 Çarşamba

 

Mehmet Yücel bilgiç bilgiç konuşuyor:

-İnsanlar bir birine yardım etmeliymiş. O yardım için hemşerisini kolluyormuş. Aslında yaptığı bir işi yokmuş, belki zili duyamayabilirmiş! Sami Akıncı:

-Bu dediğin herkes için , hepimiz için geçerli, salt hemşeri kollamakla olmaz! Böyle bir düşüncen varsa her sabah kalk, yardım et. Böylece nöbetçi arkadaşlar da kaygılanmadan yatıp sabahları rahat kalkarlar! Mehmet Yücel, kendisinden beklenmeyen bir yanıt verdi:

-Siz beni enayi mi, sanıyorsunuz? Bu kez birkaç kişi birden:

-Ya sen bizi ne sanıyorsun? Yakup Tanrıkulu sordu:

-Evvelki sabah bana söylediklerin hangi insanlık içindi? Mehmet Yücel yürüyüp gitti. Ortalıkta bir gerginlik var ama pek anlayamadım. Bugün Mehmet Başaran yemekhane nöbeti tutacak. İki gün önce neden tutmadı da bugün tutacak? Ben de bunu merak ettim. Ancak Mehmet Yücel’in incitilmesini de istemiyorum. Kadir Pekgöz birşeyler söyledi, onu da anladığımı sanmıyorum. Anladığım kadarıyla Kadir, Mehmet Başaran’la son zamanlarda barışık değil.

Kendfime bir yığın soru sorarak dersliğe gittim. Derslikte Sami Akıncı ile Mehmet Yücel bu kez çok yumuşak konuşuyordu. Mehmet Yücel:

-Ortada bir yanlış anlama var, köylüm möylüm sözleri bir yana, Baraşan bu sınıfın öğrencisi, kendi işini kendi görür. Zaten o bana, yardım et falan demedi;ben gayretkeşlik ettim! Bu kez Kadir Mehmet Yücel’e sordu:

-O çocuk kendi gününde nöbetini niçin tutmadı da ortalığı karıştırdı, bunda inandırıcı bir neden var mı? Mehmet Yücel:

-Ben orasını bilmem, onu kendinden sorun! Bu kez de istemeye istemeye ben sordum:

-Önce nöbet gününün değiştiriliş nedeni bu açıklansın. Dedim ama sorumdan vazgeçtim. Az düşündüm, sonunda:

-Bana ne bundan? deyip kafamdan öteki olasılıkları attım. İşin içinde kız yok. Kız olsaydı belki, yeni kunuşma konusu çıkardı. O gün kız nöbetçi olmadığı gibi bugün de yok. Öyleyse bu benim hiç ilgilenmeyeceğim bir olay olmalı. Peki Kadir bunu bana neden bulaştırmaya çalışıyor? Benim için önemli olan, işin bu yanı.

Kahvaltıda Ahmet Gürsel Öğretmenin ben gelmeden önceki sözleri tekrarlandı. Recep Kocamanı dinledim. Ahmet Gürsel Öğretmenin derslikte söylemiş olduğu sözler de tıpklı benim düşüncelerime benziyor:

-Tembelsiniz, çalışma tekniğini öğrenmeden öğretmen olacaksınız, çoğunuz buradan aldığı yarım kazanımları ilk günlerde daha bırakacak, köylülüğünüze döneceksiz! demiş. Ahmet Gürsel Öğretmen, Öğretmen masalarında kahvaltı ediyordu. Hilmi uyardı:

-Sakın adını söylemeyi, sesinizi duymasa bile ağız kareketlerinden anlar! dedi. Bir süre güldük:

-Hilmi bu kez tam korkmuş. Şaka olsun diye ben gene Müzik Öğretmeninden söz açtım. Hilmi ondan da hoşlanmadı:

-Ne olursa olsun bizi böyle bıraksınlar köylerimize gidelim. Zaten ayda 20 lira para verecekler, 20 liralık öğretmenin ne bilgisi olur! dedi. Hilmi’ye bir soru sordum:

– Bizim öğretmenlerin kaç lira aldığını biliyor musun? Hilmi şaşkın şaşkın baktı:

– Abi bunu benden ne soruyorsun? Ben öğretmene maaşını nasıl sorarım? Öğretmene maaşını sormaya gerek yok, istersen Muhasebeci Hikmet Beyden ya da Ahmet Gökay Ağabeyden sorabilirsin! Öğretmenleri her ay aldığı poaraları onlar veriyor. Bunun gizli-kapaklı bir tarafı yok. Hilmi güldü:

– Abi kusura bakma, ben de onları düşünecek kafa yok. Sen şimdi, bana 20 lirayı da mı çok gördüğünü söylüyorsun? deyince ben:

– Sana 100 lira layık görüyorum ama parayı ben vermeyeceğim, sözümün ne anlamı olacak?

Gülüşerek kalktık.

Atölyede hızla çalışıyoruz. Gidilecek köyleri de bölüştük, ben Ayvalı’ya gideceğim. Gelmem istenirse Celaliye köyüne de giderim. Umurca’ya da gitmek istemiyorum. Daha önce birkaç kez gitmiştm. Bir yandan da çatılarımızı sürdürdük Öğlede dördü tamamladık. ;düne göre bir yarım sıra ön geçtik. Bu aslında bir sıra demek oluyor. Çünkü dün öğleye 3 tam, bir yarımla çıkmıştık.

Öğle yemeğinde hiç beklenmeyen bir haber:

-Müdür Yardımcısı İlhan Görkey Öğretmen ayrılıyormuş. İnanamadım. İlhan Görkey Öğretmen okulu çok sevdiğini, Lüleburgaz’dan çok hoşnut olduğunu söylüyordu. Bunu eski tanıdığı olan Kamber Amcama anlatmıştı. Bunu gidip kendisinden sorabilirim. Arkadaşlar benim kadar etkilenmediler. “Çok iyi idi”, falan gibi bir iki söz söylediler ama sonunda söz birliği etmişçe “Hüsnü Baykoca’dan daha iyiydi”, deyip kestiler. Oysa ikisini karşılaştırmak bile İlhan Görkey için büyük bir haksızlıktır, bence

Biz kalkarken Müdür Beyle İlhan Görkey, Ahmet Gürsel Öğretmenler geldi. Kendisini görünce daha çok üzüldüm.

Atölyeder de gene o konu. Bizim gruptaki arkadaşlar da benim gibi düşünüyorlar. Üzgünüz ama üzerinde fazla durmadık. Recep Kocaman bizi güldüren ancak şansızlığımızı kanıtlaran bir söz söyledi. Bir sıra çalışmayı durdurup acı acı güldük. Recep Hasanoğlan’a gidişimizi anımsatarak:

-Biz zaten sevdiğimiz öğretmenlerimnzi, okulumuzla birlikte bir buçuk yıl önce kaybetmiştik. Yine şansımız bize acıdı da geri döndük. Buna şükredelim. Pekala gene bir gün hepsini kaybedebiliriz! Hasan Recep’in sözünü tam anlamadı:

-Zaten bir yıl sonra tam kaybeceğiz! dedi. Bizim ayrılmamız tam kaybetme sayılmaz, arada gelip görebiliriz ama onlar uzaklara gönderilirlerse bir daha kolay kolay görmemiz zorlaşacaktır. Ömer Uzgil Öğretmeni konuştuk. Hasanoğlan’da ayaküstü on dakikacık konuşabilmiştik.

İrfan Öğretmen geldi. Tam biz soracakken o bize sordu, sonra da:

-İlhan Beyin ayrılacağı doğru mu? Biz öğrencilerden duyduğumuzu söyleyince İrfan Öğretmen gülerek zaten haber kaynağı öğrenciler, İlhan Beyin böyle bir ayrılıktan haberi yok. Ama o kendi:

-Olabilir, öğrenciler içinde öğretmen çocukları var. Babalarının Bakanlıkta arkadaşları vardır, ya da bir yakınlarıı Ankara’ya gidip Bakanlığa uğramıştır. Ondan ona derken haber, benden önce öğrencilerin diline düşmüş olabilir. Böyle olanını çok gördük! demiş. Buna da şaştık. Okulun adının değişeceği, Kepirtepe’den gidileceği haberleri de böyle yayılmıştı. İrfan Öğretmen çıkınca bir birimize bakarak bir ağızdan:

-Vay canına! dedik. . Uzun süre kendi içimizden kendimizle konuşarak parçaları çattık. Haber bizi hızlandırdı. Paydoz zili çalarken bugünün 9. sırasını diziye ekledik. . Akordiyon çalmak içimden gelmedi, hemen dersliğe gittim. Baktım Sami Akıncı geometri şekilleri çiziyor. Ben de geçen gün başladığım 2. derece eşitsizlikleri y=ax+b, y=ax2+bx+c, y=ax+b/a’x+b’ çözüm yolları, değer değişimleri, üslü fonksiyonları, logaritme tabloları kullanımı, hesap cedvellerini tanıma çalışmalarını sürdürdüm. Logaritmeli, üslü basit denklemlerde bile bırakasım geliyor ama kendi kendime gülerek:

-Ben de Dar Kapı ayetine saplandım, bırakamam! deyip silbaştan edip hiç değilse zili böyle bekliyorum. Halil, İlhan Görkey Öğretmen için :

-Senin hemşerin giderse nereye gider? dedi. İrfan Öğretmenin anlattığını söyledim. Halil : -Öğleyse o doğru değildir, biri yanlış anlamış ya da uydurmuştur! dedi. Yemekte İlhan Görkey üzerine değişik çoğunlukla övücü sözler söylendi. Ben de köye ekmek almak için giderken kapısı önünde karşılaşınca benimle yumuşak konuşmasını, devrisi gün de hiç üzerinde durmadığını anlattım. Sonunda:

-Biz okulu bitirmeden ayrılmaması dileğinde bulunarak yemekten kalktık.

Okuma saati boyunca geometri çalıştım. Bu kez de Trigonometri çıkmazına saplandım. Sinüs-cosinüs-Tangan-cotangan. Bunları öğrenmiştim. sin-cos-tg-cotg. Bunlara başka harfler de ekleniyordu. Ahmet Gürsel Öğretmen “t’li” bir örnek de vermişti: “sint-cost-tgt-cotgt gibi Hatta p’lerinden de söz etmişti. Dersler, nisan sonunda birden kesilince arkası gelmedi. Lise 1. kitapta daha fazla açıklama yok. . Öğretmenin kitaplarını beklemek zorundayım. . Sonunda kafadan sayılar yazıp karekök, küpkök almalara çalıştım: 529-14884-44521-193600 sayılarının kare kökleri: 23-122-211-440…. 2744-19683-166375-357911 sayılarının küp kökleri: 14-27-55-71…bunlarda pek zorlanmıyorum. Ancak kesirli ya da asal sayılarda tökezlediğim oluyor. Yine de matematikten korkmuyorum. Milli Eğitim Bakanlığı bize neden kitap seçtirmiyor? Öğretmenin söylediğine göre uzaklık ya da yükseklik ölçümlerini kısacası trigonometriyi, logaritme fonksiyonlarını, yatay, düşey izdüşümleri, limitleri öğreneceğiz ama kitap izlemeyeceğiz. Bu nasıl olacak? Üstelik ders saatimiz bir saat daha azalıyor. . Öğretmenlik Bilgisi 6 saat, Matematik 2 saat( Geometri 1-Aritmetik 1)Sami Akıncı, durmadan araştırıp soruşturuyor. Özellikle arkadaşı Hüseyin Soysal ona sürekli bilgi veriyor. Hazır logaritme cedvelleri olduğunu, onlardan sayıların daha çabuk öğrenildiğini yazmış. Sami göstermedi ama benim gibi cedvel hazırlamaya çalışmıyor. Aldığını söylememesine karşın bana:

-Onlar satılıyor, onları da almaya çalış! dedi. Emin Özdil’i düşündüm. O lise 1. sınıfa geçti a 2. ya da 3. sınıflardan sorup öğrenebilir. Bu cumartesi gidip Emin’i bulacağım. Gene kendime sevinecek bir konu buldum;bu gece daha rahat uyuyabilirim.

 

24 Eylül 1942 Perşembe

 

Zilden az önce uyandım. Gece rüya gördüğümü anımsadım ama neydi bir türlü bulduramadım. Zil çalarken Arif Kalkan şarkı-şiir karışımı “Zil diyor ki uyan uyan-Tembel olur çok uyuyan! ”dedi. Arkasından İsmet ekledi:

-Yapmur yağdı çaktı şimşek! deyince, birkaç ses birden İsmet’i uyardı:

-Sabah sabah ağzını bozma! İsmet:

-Ne ağız bozması, ben zaten o kadarını biliyorum! deyince:

-Korktu! diyenler oldu. Arif Kalkan:

– Ben sözün arakasını biliyorum ama, şairlik niyetim olmadığı için üzerime almadım, şairlik taslayanlar düşünsün. Mehmet Yücel:

– İçimizde en çok şairlik taslayan İsmet, o kendisi için söylemiştir! Bu kez de Mehmet Yücel’e sataşanlar oldu:

– Kendi köylünü unuttun mu? Neyse, Arif Kalkan, alınganlık etmedi, İsmet sözünde diretmedi, üzücü tartışma olmadan gülüşerek dersliğe gittik. Hava iyice düzeldi, bahçe, özellikle ön bahçe kurumuş durumda. Yapıcılar bugün orasını tamamlayacakmış. Cumartesi günü panayıra gitmekten söz edenler oldu. Panayır olacağını biliyorduk ama yağmur bizi şaşırttı. Ben ilk gün gitmem;bizimkiler genellikle 2. gün gelirler. Eniştem köyde olduğuna göre küçük ablam da büyük ablama arkadaş olarak gelir. Büyük Ablamın tek isteği yılda bir panayıra gitmek, insanları görmek. O gülerek bunu şaka olarak söyler ama bu şaka gerçeğin kendisi bence. Ablalarım ı kasabada (Onlar, Lüleburgaz'la Kırklareli'ye kasaba diyorlar. )görmek benim de çok istediğim bir olay.

– Hamdi Bağ Öğretmenin bu ay sonunda gideceğini biliyorduk. Şimdi bir de İlhan Görkey Öğretmen çıkınca başka sorular da sıralanıyor:

– Acaba başka giden olacak mı? ” giden olursa gelen de olacaktır. Kahvaltıda müzik öğretmeni için olumsuz konuşmalar yapıldı:

– Dört yıldır öğretmen gelecek! denir arkası fos çıkar. Gerçekten geçmişte Müdür Bey iki kez çok kesin olarak muştulamıştı. Biri Kırklareli Ortaokulu Müzik Öğretmeni Selahattin Yücesoy içindi. Öyle ki Müdür Bey:

– Selahattin, uma akşamı gelip Pazar akşamı dönecek;burada kaldığı sürece de sizinle çalışacak! demişti. Bu olmadı. Bir de yeni atama muştusu vermişti o da gelmeden askere gitmişti. Bu nedenle arkadaşlar kuşkulu varsayımlar ürettiler. Gelenler böyle geldi-gelmedi oluyor ama gidenler, kesin gidiyorBirisi için, “Gidiyor! ”denince o kişi sahiden gidiveriyor.

Bu kez de gidenler dile getirildi. Önce Hasanoğlan’da kalanlar anıldı. Ali Yılmaz Demirbilek, Reşat Tekinay, Hüsnü Baykoca. Ne ilginç, Salih Baydemir’le Hilmi Altınsoy, Reşat Tekinay öğretmeni unutmuşlar. Anımsatıncaya dek akla karayı seçtik. Reşat Tekinay’ın kısacık boyundan, çok kabadayıca konuşmalarından, kızınca çok sert tavırlarından, küfre yaklaşan sözlerinde bile anımsatamadık. Onun dersinde Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel gelmişti, ondan söz ettik. Taki onun Edirne Öğretmen Okulu Müdürü Reşat Tardu’nun baldızı Nurefşan’a olan aşkını anlatana dek anımsamadılar. ”Nurefşan” deyince ancak “Haaaa şu! ”deyip gülüştüler. Ben bu kez de Mehmet Tuğrul’dan söz ettim. Mehmet Tuğrul, deyince hiç birisi anımsamadı. Bu kez : “Çoban Mehmet! ”dedim hepsi güldü:

– Onu unutur muyuz? dediler. Biz dalmışız, nöbetçi Numan bayazıt:

– Abiler, herkes gitti! deyince gülüşerek kalktık. Hilmi telaşlandı:

– Beni oyaladınız, geç kaldım! deyip koştu. Biz rahatız, yolda bu kez de Yusuf, ayrılıp da anmadıklarımızı sıraladı, Adem Gürçağlayan, Hasan Çevik, Ömer Uzgil, Sabit Soysal, Ömer Tunalı. Ölm üş olan Ömer Tunalı Öğretmeni sevgiyle anarak atölyeye gittik. Öğretmenler geldi. Hamdi Bağ Öğretmen:

– Günaydın! ”ddikten sonra hepimizi süzdü “Hepiniz iyisiniz, böyle olmalısınız. Ödevlerinizi benimseyip iyi niyetle çalışırsanız, günlük dedikodular sizi fazla rahatsız etmez! deyip kapıya yürüdü. Grubu da arkasından gitti. İrfan Öğretmen bize:

– Bugün birlikte çalışacağız! Deyip, oturak parçalarından seçmeye başladı. Öğleye dek İrfan Öğretmen üç oturak çattı. Biz oturakları sona bıkmıştık. Öğretmen siz bildiğiniz gibi çalışın, deyip bizi serbest bıraktı. Biz gene dört sıra ile öğleyi bulduk. Öğle arasında Alman Ahmet’in gölgelikte satranç oynadığını gördük. Çok güzel oynadığı söyleniyordu. Cavit Kafkas’la konuşa konuşa oynadı. Cavit Kafkas çok dikkatli. Çevrelerinda on kadar çocuk bakıyor. Bakanların kimileri Cavit’e yardım için uyarıyor. Onlara sus diyenler oldu Alman Ahmet:

– Söylesinler, ben yenmek için değil satranç oyununu yaymak için oynuyorum. Ne kadar çok oynayan çıkarsa bu oyun o kadar sevilir, yayılır. Satranç bir düşünce oyunudur. Büyük devlet adamları, generaller, profesörler bu oyunu oynar. Kendinizi bu oyuna bağlayın! dedi. Ben biraz bildiğimi sanıyorum ama, bu denli beklemeli oynamayı da hiç düşünmedim. Harun Özçelik, Abdullah Erçetin iyi öğrenmişler. Şimdilerde Hasan

Üner de merak sardı. Hasan aynı zamanda Futbolcu:

– Alan çamur olunca kurtuluşu satrançta buldum! dedi. Kitap okumaya ara verecekmiş, ders çalışmaya da alışamamış:

– Dersler başlayınca bir çare düşünecekmiş.

Öğleden sonra da İrfan Öğretmen bizimle çalıştı. Bizim dokuz sıramıza karşın İrfan Öğretmen tek başına 7 sıra çattı. Biz öğretmeni övücü sözler söyleyince İrfan Öğretmen sıraların altlıklara göre çok ayrıntılı olduğundan söz etti:

– Bir sıra önce iki altlığı karşılar, diyecekken ;sözü çevirip üç alttığı karşılar! dedi. Böylece bizim ikimizden daha çok iş yaptığı ortaya çıktı.

Paydosta atölyede kaldım. Tüm olumsuz konuşmlara karşın yalnız kalınca Müzik Öğretmeninin geleceğina inanarak çalıştım. Bugün marşlarla okul şarkılarını tekrarladım. Akordiyon çalan bir bay Müzik Öğretmeni düşledim. Kırklareli Ortaokulu Müzik Öğretmeni gibi piyano da çalsın. Böylece ben de hem akordiyon hem de piyano çalmasını öğrenirim.

Okuma saatinde Dar Kapı’yı bir daha karıştırdım. Rahip Votye gözüm takıldı. Yabancı kitapların çoğunda din adamları var: Bunların çoğu hep olumlu işler yapıyor. Dar Kapı’da Rahip Votye de öyle. Sefiller’in Valjan’ını kurtaran rahip gibi Karamazof Kardeşlerdeki Stareç Zosima da öyle. Bizim kitaplardaki hocalar içinden böylesi pek çıkmıyor. Tersine kötüleriyle sık sık karşılaşıyoruz. Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkalı’nda, Reşat Nuri Güntekin’in Tanrı Misafiri’de, Ömer Seyfettin’in öykülerinde bu tür örnekler var. Bu düşüncemi Halil Basutçu’ya açtım. Bu konuda hiçbir fikri olmadığını söyledi. Konuşmak istiyormuş besbelli bu kez o da Hüsnü Yalçın’a sordu. İyi ki sormuş, Hüsnü Yalçın bu konuda çok doluymuş, Bulgaristan’daki hocaları yerin dibine batırdı. Halil Basutçu bu kez:

-Başkalarına ne hacet, bizim sınıfın İmam’ına bak hükmünü ver! dedi. Halil’in imam sesi biraz yüksek çıktı, bizim tarafa bakan oldu. Ben bunu kapatmak için:

– Halide Edip Adıvar’ın Sineklibakkalı’ndaki İmam’dan söz ediyoruz! dedim. Mustafa Saatçı’yı kışkırtmak isteyen Fettah Biricik: Öyle biri var mı? diye sordu. Hasan Üner yetişti: -Var ya, hem de öyle bir İmam ki çirkinlikte üstüne yoktur. Şişman, kısa boylu, köse sakallı, tilki gibi kurnaz! Mustafa Saatçı konuşmakarı duymazdan geldi;ötekiler de sustular. Hüsnü Yalçın bana baktı bir süre düşündü. Yavaşça bana:

– Şu Fettah Uslanacağa benzemiyor! dedi. Halil tamamladı: “Huylu huyundan vaz geçmezmiş! Yat zili yetişti, neşemizi bozmadan yataklarımıza gittik. Pazar gününü düşündüm, panayıra gideceğim. İki yıl önce gittiğimde bir fırsatı kullanamamıştım. Bu kez böyle bir olanak bulursam kesinlikle çekinmeyeceğim. Ancak şimdi ortada küçük çocuk var. A çocuğunu bırakıp panayıra gelir mi? Çocuğunu getirirse ona C’ye yaptığımı yapmayacağım. Onun çocuğu dünyanın en güzel çocuğu olacak. Kendi düşüncelerime gülerek uyudum.

 

25 Eylül 1942 Cuma

 

Hüsnü Yalçın konuştu:

-Zil çaldı;kalkmak isteyenler kalkabilir! Akşam susan Mustafa Saatçı, fırsat saydı, hemen Hü

snü Yalçın’a “Kaksi bre dobralisi! ”dedi tümüyle uyduruk iki söz. Sözde Bulgarca “Nasılsın? demek istiyormuş. Hüsnü duymazdan geldi, . Birileri Hüsnü’ye neden yanıt vermediği sordu. Hüsnü de onlara sordu:

-Neye yanıt vermedim? İdris Destan:

-İmam sana nasılsın? demedi mi? Hüsnü gülerek:

-Ben tüm bağırtıları anlayamam, benim anladığım iki dil var, birisi sizin de bildiğinizi sandığız Türkçe, öteki de hiç birinizin hiçbir zaman öğrenemeyeceği Bulgarca, bu diller dışında hayvan taklidi sesleri çözemem. Siz bunu yapabiliyorsanız, yanıtlarsınız! Sami Akıncı bağırdı: Bravo Hüsnü, geç oldu ama temiz oldu. Bunu çok önceleri yapsaydın daha rahat edecektin! dedi. Sami Akıncı karşı tavır alınca susan takımı gene sessizliğe gömüldü. . Tek Mustafa Saatçı: Gospotin Hüsnü yanıldı, içimizde başka Bulgarca bilen var, hem de iki tane deyince bu kez Hüseyin Serin dikeldi:

-Beni kastediyorsan senin imamlığından, hafızlığından başlarım! diye çıkıştı. Mustafa Saatçı duymazdan gelip sıvıştı. Derslikte Emrullah eleştirildi:

-Ne suya dokunur ne sabuna! Gene de kendisine takılanlar olur. Kendisi kendisini savunmaz, olan Hüsnü’ye olur. Halil Basutçu: Dediğiniz gibi düşünüyorsanız, sataşmazsınız sorun çözülür! Bekir Temuçin Halil’e sordu:

-Gülmek sataşmak mıdır? Söylenen güldürücü bir söze gülüyoruz. Gülmeyelim mi? Halil: -Güldürmek için söylendiğini bile bile gülmek, tartışan iki kişinin birini tutmak olmaz mı? Bunu da sen yanıtla! dedi. Bekir duymazdan gelip kapıya yöneldi. Kahvaltıya gittik. 77 Emrulah Öztürk’ün nöbetlerinde genellikle tartışma olur. Hüsnü araya girince iş, çoğunlukla ortalıkta kalır. Hüsnü olmadığı zamanlar kesinlikle olay küfre, itiş kakışa dönüşür. Oysa söz başlangıçta bir arkadaş şakası gibi başlar. Ancak şakalar da inciticidir. Emrullah için, hindi çağrıştırması anlamında “Gulu gulu! ” çekilir. Emrullah buna ilk günden beri çok kızmaktadır. Bunu bilen çoğunluk, böyle bir takılma yapmaz. Ancak sayıları5-6’yı geçmeyen bu konuda duyarsız arkadaş olayı başlatıp ortalıktan kaçar. İşin ilginci onları incitecek sayısız sıfat söylenir. O zaman onlar da bir süre ortalıkta ağlamaklı dolaşırlar. Ali Önol, Fettah Biricik, Abdullah Erçetin, Bekir Temuçin, Mehmet Başaran bunların başında gelmektedir.

Biz kahvaltıdan çıkarken öğretmenler geldi. İrfan Evren Öğretmen İlhan Görkey Öğretmenle konuşarak büyük kapıdan girdiler. Yusuf Asıl:

-İrfan Öğretmende yeni haberler olabilir, gelir gelmez soralım! dedi. Recep Kocaman başta olmak üzere öteki arkadaşlar:

-Sık sık sormanın ayıp sayılacağını öne sürdüler. Atölyeye bunu konuşarak gittik. Bügün Hamdi Bağ öğretmenin gelmeyeceğini biliyordukTüm arkadaşlar atölyede sıra işinde çalışabilir;böylece bitiremesek bile sona yaklaşırız! deyip sevindik. Ancak İrfan Öğretmen bir saate yakın geç geldi. Bizim grup işimizi sürdürdü ötekiler de kapı önünde dır dır ettiler. İrfan Öğretmen dır dırcılara :

-Hadi bakalım “Yol göründü gaziler! ”deyip onları kamyona yolladı. Bir vagon kereste gelmiş, bugün tarih olarak vagonun boşaltılması gerekiyormuş. İrfan Öğretmen 9 B sınıfından da 10 arkadaş seçmiş. O nedenle geç kalmışmış. Onları uğurladıktan sonra yerlere yatarak güldük. Özellikle Yusuf İlhan Görkey Öğretmenin üzüldüğünü, üzüntüsünü İrfan Öğretmene anlattığını tekrar tekrar söylemişti. Yusuf adına güldük. Daha rahat çalıştık, öğleye dört, sıra çıkardık, bir de oturak çattık. Sahiden oturaklar, sıraların yarısından az bir zamanda çatılabiliyor. Öğle paydosunda Hasan Ünerle satranç oynadık. Fevzi Üner de satranç biliyormuş, bizi arada uyardı. Öğleden sonra da 4 sıra bir oturak çattık. Paydosa dek arkadaşlar gelmedi. Ben bir süre atölyede kalıp Hasan Amcamın deyimiyle meşk ettim. (Hasan Amcam klarnet çalar ama “Klarnet çaldım! ” demez, “Meşk ettim! ”der. Ben çıkmak üzereyken kamyon geldi. Arkadaşlara ben de katıldım. Kamyonu boşalttık. İrfan Öğretmen yorulmuş:

-Öyle, atı atıverin dedi, öyle yaptık. Akşam yemeğini biraz geç yedik. Yusuf’a arkasından gülmüştük. Yusuf öyle yorulmuş ki, neredeyse uyuyacak. Gülmek şöyle dursun yan gözle üzülerek izledim. Dersliğe gidince biraz canlandılar. Kereste vagonunu teslim alma işi uzun sürmüş. Yusuf konuşmadı ama bu kez Mehmet Aygün gülünç olaylar anlattı. İstasyonda dolaşmışlar. Rayları kontrol için küçük, motosiklet gibi tren arabaları varmış. İstasyonun yan tarafında kapalı özel yollarında duruyorlarmış. İlgili memur onlara izin vermiş, yürütmeden binmişler. Mehmet Aygün düşleyerek Lüleburgaz’dan Babaeskiye gidiyormuş. Her uğradığı istasyonu söylüyormuş Görevli Pehlivanköylü. . olduğu için Mehmet’in söyledikleri dikkatle dinlemiş, sonunda sormuş:

-Nerelisin? Mehmet köyünü söyleyince görevli:

– Hemşeriyiz, seni sevdim, bir pazar günü gel seni drezinle gezdireyim! demiş. Drezin nedir? Hiç birimiz bilemedik:

– Her halde tren yolunda gezen bir araçtır! deyip kestik. Dinleyen arkadaşlar:

– Git, sakın gitmemezlik etme! dediler. Mehmet Aygün pek gitme taraftarı değilmiş gibi davranınca en az 10 arkadaş onun yerine gitmek istedi. Bir bölümünün yorgunluktan gözleri süzülürken Mehmet Aygün’ün vereceği karar için zil çalışına aldırmayıp gülüşerek oturdular. Gezmek isteyenlerin çokluğunu gören Halil Basutçu bari bir vagon versinler size! deyince kahkahalarla gülen oldu:

– Lokomatifsiz vagonla gezilir mi? Halil de:

– Siz gezersiniz, verilmiş bir söz için bu denli istekli olduğunuza göre vagonun gitmesine gerek yok, boş vagonda otursanız da olur! Gecikmeli olarak yatakhaneye gittik. Sabah atışmalar içinde çıktığımız yataklarımıza akşam gülüşerek girdik. Yatınca panayırı düşündüm. Pazar günü İlhan Görkey Öğretmen gelmez, yarın izin alsam olur mu? Kendi kendime olur deyip uyudum.

 

26 Eylül 1942 Cumartesi

 

Hüsnü Yalçın kendi nöbetinde sataşanlara fazla karşı durmuyor. O nedenle bir önceki sabaha göre sakin geçiyor. Bunun nedenini soranlar oldu. Halil göre “Hüsnü, arkadaşı Emrullah'ı koruma kaygısı içinde. Emrullah hoşgörülü değil, kızınca küfrediyor, olay çıkarmaktan sakınmıyor. Oysa çıkacak olaydan kendisi zarar görecek. O bunu düşünemiyor. Bu bakımdan Hüsnü bir bakıma kader arkadaşı saydığı Emrullah’ı koruma gereğini duyuyor. Bu arada kendisine sataşanları daha önemsemiş görünerek takılmaları kendi üstüne çekip zaman kazanıyor. Zaten takılmalar, yatakhaneyi terkedince bitiyor. Eskiden olduğu gibi öğretmenler sabahları ortalıkta gezse bunlar olmayacak. Ne yazık ki bu olumlu durum bir süredir bırakıldı. Özellikle. Sabah Oyunları bunu biraz önlemişti. Çünkü oyunlara geç katılmak öbür çocuklara karşı biraz utandırıcı olduğundan arkadaşlar, zamanında yetişmek için yarış ediyordu! ”

Panayırcılar, nasıl izin alacaklarını konuşmaya başladı. Özellikle Lüleburgazlılar, birlikte izin almayı kurdular. Beni da sayıp izin işini bana bıraktılar. Ancak ben durumumu anlattım. Bizim ailenin geleneği, panayırın 2. günüdür. Onlara göre ilk gün, kuruluş, yerleşim hazırlıkları içinde geçer. Son gün de bitiş teleşı başlamış olur. Gerçek panayır günü ikinci gündür. Bu kez izin işini Mehmet Yücel üslendi.

Kahvaltıdan sonra tüm marangozluk grubu atölyede toplandık. İrfan Öğretmen geldi, gelir gelmez işbölümü yaptı. Biz gene dört arkadaş olarak sıra işimizi sürdürdük. Öteki arkadaşlar oturaklar ayrıldı. İrfan Öğretmen ellerini şaklatarak:

-Bugün bu işi bitirelim, pazartesi de verniğini tamamlar, göndeririz! dedi. Hasan yavaşça:

– Böylece rahat kalacağımız belli oldu! deyip güldü. Oysa ben çoktan sevinmiştim. Ancak bugün, sanırım öğleden sonra bir süre çalışacağız. Biz bitireceğiz ama oturaklar oldukça çok. Sessizlik içinde işlere koyulduk. Yusuf arada bir konu açıp yokluyor ama kimse katılmayınca o da sustu. Sonunda ilgi çekecek bir soru buldu:

– Panayır nedir? ”rfan Öğretmen beni gösterdi. Ben, Trakya’nın en büyük panayırlarından birinin Yusuf Asıl’ın ilçesi Saray’da olduğunu, o nedenle onun bilmesi gerektiğini söyleyince Yusuf Benim sözüme inanmadı:

– Yanıtı bana verdirmek için böyle söylüyorsun! dedi. Ben direterek Trakya da her ilde, her ilçede panayır olur ama bunların ikisi çok ünlüdür. Bir Pavlu(Pehlivanköy), ikincisi Saray panayırıdır. Perhlivanköy, deyince anımsadım: “Dünden beri biri drezin sözü ediliyor, İrfan Öğretmen bilir, soralım! ’”dedim. Yusuf hazırmış, hemen sordu. İrfan Öğretmen gülerek:

– Dün sorsaydınız bunu, boşalttığınız vagunun hemen ötesinde vardı;demir yolcuların yol kontrol arabası, raylar üstünde giden motosiklet benzeri bir arabacık! dedi. Bunu duyan Mehmet Aygun:

– Aaa, hakkımı kimseye vermen, giderim! deyip olayı öğretmene de anlattı. Öğretmen:

– O söyleyen kişi bunu yaparsa güzel bir gezinti olur. Onlar tarifeleri bildiği için hiçbir tehklike de yoktur! dedi. Paydosa dek Mehmet Aygün 'ün gezisi konuşuldu. Önce olumlu yaklaşımlar giderek olumsuzluğa dönüştü. Mehmet Aygün pazar günü gide cek ama hemşerisini bulamayacak. Bulacak ama amiri orada olacağı için Mehmet’i yanına alamayacak. En kötü olasılık da adam Mehmet’i tanımayacak;Mehmet , oralarda boş yere dolaştığına bin pişman geri gelecek! Yusuf Asıl “Durun durun uyarısından sonra asıl son olasılığı ekledi:

– Yorgun yorgun, aldatıldığını düşünürken arkadaşlar gülüşerek gördüklerini anlat! deyince ağlayacak-kavga edecek! Bu kez de ben:

– Oldu olacak kiminle kavga edeceğini de söyleyin! dedim. Bir süre adayları konuştular, sonuç olarak Bekir Temuçin seçildi. Çünkü Bekir Temuçin sorduğunu bir ya da iki kez sormakla kalmaz çok uzatırmış, o nedenle Mehmet Aygün sustukça üstüne gidecek Mehmet’in sabrını taşıracakmış.

– Tören zili çaldı. İrfan Öğretmen parça sayımı yaptı, sonras da :

– Yemekten sonra bir saat atölyede olacağız, en fazla bir saat! dedi.

Törende İlhan Görkey Öğretmen vardı. Büyük kızı Sevim'le oğlu Doğan da yanındaydı. Törenden sonra İlhan Görkey Öğretmen beni çağırdı Doğanı göstererek Doğan sonunda müzik çalışmaya karar verdi, önümüzdeki hafta arada gelecek, beraber çalışacaksınız! ”dedi. İki sevinci birden yaşadım. Birisi gitmeyeceklerini duymuş olmam, ikinci de Doğan çok anlayışlı bir arkadaş, bana ağabey, diyerek yaklaşıyor. Akordiyonu birlikte bırakıp yemeğe gittik. Doğan da bizim masaya oturdu. Harun rahatsız olduğu için cumartesi-pazar günlerini revirde geçirecekm iş. Arkadaşlar Doğan’a babası için soru sormadılar buna da çok sevindim. Kırklareli ile Edirne’yi anlattı. Zaten biz, Edirne deyince yüz kez anlatsalar dinleriz. Yemekten sonra biz zorunlu olarak atölyeye gittik, Doğan da babasının yanına döndü. İrfan Öğretmen saatine bakarak sözünü tekraraladı:

– Tamı tamına bir saat, şimdi tam 1’40, 2’40 olunca paydos! ”İrfan Öğretmen metreyle ölçer gibi ölçmüş sanki, dakikası dakikasına bitirdik. saat 2’5 olunca bizim 45. sıramız tamam oldu. İrfan Öğretmenin gurubu da 40. altlığı tamamladı. Öğretmen ellerini şaplatarak sordu: “Ayın kaçında tamamlayacağımızı konuşmuştuk? ”diye sordu. Salih Baydemir: “ 27 Eylül! ”deyince İrfan Öğretmen başını salladı: “Olamaz, çünkü 27 Eylül pazara geliyor. yanlışınız var, 28 Eylül diye konuşmuşuzdur! dedi. Güldü. Kapıdan çıkarken Mehmet Aygün’e : “ Drezin gezintini yarın mı yapacaksın? ”diye sordu. Mehmet biraz sıkılarak: “Belli değil öğretmenim, gelecek pazarların birinde olabilir. İrfan Öğretmen uyardı:

– O işin tadını çıkarmak istiyorsan havalar değişmeden yap! deyip ayrıldı.

Doğan gitmemişse çalışmak için çağırmak amacıyla dersliğe gittim. Arkadaşlar, İlhan Görkey Öğretmenin gittiğinği söyledilerNöbetçi öğretmeni Selçuk Korol Öğretmen. Buna da sevindim, yarın ondan izin almak kolay olacak. Gene atölyeye döndüm. Uzun süre çalıştım. Müzik öğretmeni gelir de bana :

– Bir parça çal! derse hangi parçayı çalarım? Bunu bir süre düşündüm. Çalıyorum ama ben çaldığım parçalar arasında hiç ayrılık yapmadan çalıyorum. Oysa Süheyla Öğretmen bana bıraktığı parçalar için “Onları duyarak çalmak gerekir. Senin akordiyonun onların hakkını veremez, çalacaksan kemanla çalmalısın! demişti. Kendi kendimi eleştirerek bir süre çalıştım. Çıkmak üzere hazırlanırken sesler duydum, bir grup kız bizim kapının önünden geçti. Dönünce gelebileceklerini düşünerek tekrar çalışmaya başladım. Saatlar geçti gelen giden olmadı. Dersliğe söndüm. Pencereden bakarken aynı grubu gördüm, sebze bahçesinden geliyorlardı. Bizim pencerelere bakmadan yürüdüklerini üzülerek izledim. Aralarında Gül de vardı. Bunun nedenini düşündüm. Sanırım olumsuzlukların içinde ben yokum. Çünkü onların bulunduğu toplantılara katıldığımda çekinmeden benimle konuşuyorlar. Ne var ki bizim sınıfın adı pek iyiye çıkmamış. Bu ondan olabilir. Yerime oturunca Sami Akıncı :

– Lise 2. sınıfta olduğumuza göre liselerde okunan kitapları zorunlu izleyeceğiz. Ben, tarih, coğrafya, edebiyat kitaplarını getirttim. Sağolsun Hüseyin Soysal kendi kitaplarını bana göndermiş, istersen al karıştır! dedi. Agah Sırrı Levend’in kitabını aldım. Kitabın birer birer sayfalarını çevirdim. Önce Türkçe yazılmamış sandım. Sonra sonra anladım: -Eskiden böyle yazılıyormuş! dedim içimden. İlerleyen sayfalarda, tarih dersinda adlarını duyduğumuz eski Türk devletlerini görünce Edebiyat Tarihinin de Tarih gibi eskileri öğrettiğini anladım. 97. sayfada kısa bir şiir hoşuma gitti. Gazel. Bildiğim kadarıyla gazel, elini kulağına atıp uzun uzun bağırarak bir tür şarkı söylemektir. Bizim plaklarda böyleleri vardı. Örneğin Hafız Burhan’ın okuduğu “Her Yer Karanlık. Her yeeeeer karanlıııık, ay mııııı tutulduuuuuu? gibi. Bizim kahvedekiler, onu dikkatle dinlerlerdi.

Gazel şiirinin altında açıklaması da var.

Gazel

 

Sernamei muhabbeti canana yazmışam

Hasret risalesini varakı cana yazmışam *

Nalişlerini derd ile biçare bülbülün

Badı saba eliyle güğlüstana yazmışam

Zülfün hikayetini gönülde misal edüp

Gam kıssasını levhi perişana yazmışam

Resmetmişem gözümde hayalini güyya

Nakşi nigarı sagarı mercana yazmışam

Tabı ruhunla suzunu yazarken Ahmedin

Şevkimden otlara tutuşup yanayazmışam.

 

(*)Yazmışam-yazmışım,

 

İzahı: Muhabbet sermayesini canana yazmışım. Hasret risalesinide can sayfasına yazmışım. Zavallı bülbülün derd ile inlemesini, saba rüzgarının eliyle gül bahçesine yazmışım. Zülfünün perişanlığı hikayesini gönlüm için misal sayarak, gam hikayesini perişan levhaya yazmışam. Mercan kadeh üzerine nakış yapmış gibi, senin hayalini gözümde resmetmişim. Ahmedi, n senin yanağının parlaklığı ile hasıl olan hararet ve iştiyakını yazarken, az daha senin şevkinden tutuşup(Yane yazmışam) yanacaktım.

Muhabbet, sermaye, canan, hasret, risale, zülüf, misal, gam, kıssa, levhi perişan, güyya, nakşi nigar, sagarı mercan, tabı ruh, suz, şevk, ot. Bu sözlerin açık anlamlarını bulacağım. Bu şiiri Ahmet adlı bir şair yazmış. Fatih Sultan Mehmet zamanında yaşamış, 1492 yılında ölmüş. Mezarı Bursa’daymış. Şair Ahmet, Ahmet Paşa olarak tanınıyormuş……. Kitabın 103. sayfasındaki Harname şiiri tam bizim arkadaşların seveceği bir şiir. Ne var ki sözlerin çoğunu bilmiyorum.

Panayıra gidenler geldi. anlattıkları salt kalabalıklar. En çok şaştıkları da ortalığı köylülerin doldurmuş olmalarıymış. Ne olacaktı ki? Panayıra memurlar, cicili bicili bayanlar mı gelecekti? ”Hem şaştım hem de güldüm. Bu kez de ben:

-Siz yanlış günde gittiniz. Panayıra ilk gün köylüler gelir. O sizin gelmesini istedikleriniz 2. gün gelirler;çünkü ikinci gün pazar tatili olduğundan memurlar, dükkan sahipleri, giyinip kuşanıp panayıra çıkarlar! ”deyince inananlar oldu. Hilmi Altınsoy biraz çıkışır gibi yüksek sesle sordu:

-Bunu bize dün neden söylemedin? Ben de kıskandığımı söyledim:

-“Lüleburgaz öyle İstanbul, Ankara gibi değil, güzelleri sayılıdır. Sizi görüp kapılırlar. Sonra Lüleburgaz delikanlıları açıkta kalıe”edim. Yarı şaka yarı ciddi konuşup gülüştük. Söylediklerim şakaydı ama dersliğe dönünce uzun uzun konuşuldu. Ciddiye alanlar sözü uzattılar. Lüleburgazlılara hakarete varan sözler söylediler. Bu kez de Mehmet Yücel gereken yanıtı verdi. Örneğin Lüleburgaz kızlarının sevebileceği delikanlı modeli verdi. Bu model tıpkı kendisiydi. Bir çok arkadaş daha o sözlerken anlayıp güldü ama tartışanlar uzun süre olayı kavrayamadı. Bunlar daha çok kısa-şişman, çok şişman, kısa-zayıf, zayıf olanlarla daha çocukluktan kurtulamamış cıvıklardı. Yusuf Asıl, Bekir Temuçin bunu çok önemsediler;hemen Lüleburgazlı Kadir Pekgöz’ü örnek verdiler. Bu kez de Kadir Pekgöz, benzer özelliklerinden ötürü kesinlikle Lüleburgaz’dan evlenmeyeceğini, Edirne ile Tekirdağ kızlarının bnöyle titizlik yapmadıkları için şansını aralarda arayacağını söyledi. Kadir’den beklenmeyen bu hoşgörü, olayı iyice önemsendi. Sefer Tunca, İbrahim Ertur, Emrullah Öztürk, Halil Basutçu, Hüseyin Serin, Ali Güleren, Arif Kalkan, İsmet Yanar Lüleburgaz’a damat gösterildi. Bu arada Fettah Biricik Arif Kalkan'la İbrahin Ertur’u göstererek kendi boyunun onlardan uzun olduğunu söyledi. Tüm arkadaşlar karşı durdu:

– Sen ölçülere uymayacak derecede şişmansın!

Yat zili çaldığında Lüleburgaz damatları kurula kurala dışarı çıktı. Arkasından da kısa boylular sınırsız şakaları sonunda biraz üzgün olarak onları izlediler. Tam çıkarken nöbetçi Hüsnü Yalçın geldi. Konuşmalardan onun haberi yoktu. Sordular: -Lüleburgaz’dan kız almak ister misin? Hüsnü soru sual etmeden:

– Elbette isterim, hazır kızı kim istemez! deyince Hüsnü’yü itekleyerek önde giden gurba kattılar. Biz Lüleburgazlılar ev sahibi kuruntuları içinde arkalarından yürüyerek yataklara dağıldık. Selçuk Korol Öğretmen sözü edildi. Sesler durdu. Yatınca bir süre düşündüm. Şakalar hep üzücü bir sonuca doğru gidiyor. Bu akşamki şakalar nasıl başladı? Bugün gidenler panayırı beğenmemiş. Beğenmedinse bunu içinde tut, ya da sorulunca söyle. Sen böyler söylersen beğenenler de bir şeyler söyler. Sonuçta bu akşamki gibi gereksiz bir ayırım olur. Yarını düşündüm. İki yıl önceki panayıra A gelmişti gidip konuşamadım. Yarın gene gelmiş olursa gidip konuşacağım. Çocuğu yanında yoksa çocuğunu soracağım. Çocuk yanındaysa ilk sözüm şu olacak:

– Bu güzel çocuğun üstünde maşallahı var mı? Varsa onun çok güzel olduğunu rahatça söyleyebilirtim! İçimden güldüm. Panayır yeri yatak gibi rahat olsa, ne iyi olur…. .

 

27 Eylül 1942 Pazar

 

Oyun arkadaşım Ahmet Güner nöbetçi. Onun nöbetlerinde şamata yapılır ama dargınlığa gidecek sertlikler olmaz. Çünkü o, kime ne zaman yanıt vereceğini bilir. Ona da aşıklıktan, tiryakilikten, köçekliğe değin adlar yakıştırılmıştır ama hiç biri de tutmamıştır. Zaman zaman aşık diyenler gene olsa da bu, güzel şarkı söylediğindendir. Güzel şarkı söylemesi yanında özellikle zeybek havalarını çok doğru olarak seslendirir. Ben zeybek melodilerinin bir çoğunu önce ondan öğrendim. Sonra notalarına bakınca pek azında ufak tefek farklar buldum. Bunları da ondan çok kendi kusurum olarak saydım. Oyunlarda da öyle; benim önemsemediğim beden kıvraklığını o titizlikle yapar, öğrettiklerine de yaptırıyor. Tek kusuru, kültür derslerine önem verip çalışmamasıdır. Bir de konuşma çekingenliği, kimi zaman onu başarısız duruma düşürmektedir. O bunu heyecanlanmasına yormuş olmakla birlikte, bence bu yeterli çalışmadığını bildiğinden dolayı cesaretsizliğinden başka bir şey değildir. Yüzlerce insanın önüne çıkıp şarkı söylerken, 20 dolayındaki oyunu oynarken heyecanlanmayan insan tarih ya da matematik dersinde neden heyecanlansın?

İsmet panayıra gidip gitmeyeceğimi sordu. “Gidersen ben de gelirim! ”dedi. Dersliğe birlikte gittik. Konuşmamızı duyan Sefer Tunca takıldı:

-Dayı yeğen bugün Lüleburgaz kızlarını yollara dökecekler! Sefer Tunca’dan böyle bir sataşma beklemiyordum. Onu gücendirmeden uygun bir yanıt düşünürken kahvaltı zili çaldı. Sözüm ağzımda kaldı. Kahvaltıda da onu düşündüm. “Biz seçimimizi çoktan yaptık, bunu bilmeyenler ilgisizliklerinden habersiz kalmışlardır. Lüleburgaz kızları çok uyanıktır, “İlk horozu duyarlar! ”diyeceğim. Sözümü beğendim ama bunu uygun bir zamanda olabildiği kadar çok arakadaş önünde söylemeliyim.

Selçuk Öğretmen kahvaltıya geldi. Kahvaltısını etsin izin istiyeceğim. İsmet gelirse çok rahat olamayacağım ama belki Lüleburgaz içinde bir süre ayrılabilirim. İsteğim, panayır dışındaki durak yerine yalnız gitmek. Düşündüğüm gibi oldu, Selçuk Öğretmen’den izin aldım. İsmet’le banyo’dan vazgeçip yola erken çıkmaya karar verdik. Derslikte Harun Özçelik üstüne tartışmalar yapılıyor. “Hasta olmamasına karşın revire nasıl yatarmış? ”Bir süre dinledim. : “Hasta olmadığını nasıl biliyorsunuz? ”Harun, dün İrfan Öğretmene:

-Rahatsız olmadan önce hep böyle oluyorum, bir titremek geliyor, dinlenmezsem sonra bir süre yatıyorum, bu kez cumartesi, pazar günlerimi revirde geçireceğim! demişti. Atölyedeki arkadaşlar hep duydu. Patırtı kesildi. Sefer Tunca’ya takıldım:

-Bizimle gel, Lüleburgaz’ı daha çok seversin! dedim. Sefer nedense kahvaltı öncesi konuşmamızı anımsamad, ı ya da öyle istedi:

-Dün gittim, bugün gidemem, işlerim var! deyip kesti. Ben de :

– Sen bilirsin! deyip geçtim. İsmet’le yola çıktık. Mürsel Dilek, Mehmet Karadeniz, Selim Gezen, Rüştü Güvenç bize katıldılar konuşa konuşa Halkevi önüne dek gittik. Orada herkes bir tarafa dağıldı. Biz İsmet’le Ali Ağabeyimin uğrak yeri olan Dağlı Hasan Amcaların manifatura mağazasına uğradık. Mahmut Ağabeyim oradaydı. O dün gelmiş. Ali Ağabeyim Pazartesi pazarcılarına daha önce bağlandığı Pazartesi Pazarları anlaşmasına göre son kavun-kışlık kabak partisini bu akşam getirip yarın birlikte döneceklermiş. Ablamlar ya da yemgemlerden bu yıl panayıra kimse gelmek istememiş. Bizim köye de çok yağmur yağmış. Samanlıklar su dolmuş, düzgün yığılmamış saman, sap, çayır otları çok ziyan olmuş. Pancarları su basmış. Bizim Biberlik dediğimiz, küçük adanın dere tarafından yarısı, altı selce oyulduğundan kaymış. Bunların dışında bir yaramazlık yokmuş. Ben alacağım haberleri aldım. Kısacası benim panayırım bitti. İsmet’e baktım; İsmet:

– Neden baktın? diye sorunca:

– Gel panayırı dolaşalım! dedim ama bu :

– Gel, geri dönelim gibi bir şey oldu. İsmet, telaşla:

– Gelmişken biraz gezelim dayı! deyince, istediği kadar gezebileceğimizi söyledim. Panayır Edirne yolu üstünde, Bağlık Altı denilen düzlükte kurulur. İsmetle konuşa konuşa gittik. O, Kırklareli panayırlarını anlattı, Kırklareli panayırlarını da bildiğim halde İsdmet’i dinledim. Bence aralarında büyük bir fark yok. Kırklareli il olmasına karşın Lüleburgaz kadar kalabalık olmaz. O nedenle oradaki panayır daha küçük bir alanda kurulur. Bizim köylülerin olacağını sandığım arabaların bulunduğu yere gittik. Köyden komşular vardı. Onlarla konuştuk. Mahmut Ağabeyimle konuştuğumu bilmedikleri için, öğrendiklerimi bir de onlardan dinledim. Yakın köylülerimiz Hamitabatlılardan tanıdıklarım çıktı. Okul arkasdaşım 80 Malik Mehmet’in babasını, Şakir İsmail’i gördüm. Çok güzel yağız atları vardı. Onları değiştirmiş. Bunlar kınalıya yakın doru atlar. Kendisi, yoktu, konuşamadım. İsmet’i biraz sıkarak da olsa aralarda dolaştırdım. Aradığımı bulamamayacağımı anlayınca:

– Dönelim! ”deyip, bundan sonrasını İsmet’in isteğine bıraktım. İsmet fotoğraf çektirdi, mektup attı. Halkevi bahçesinde bir süre oturduk. Edirne yolu üstündeki köftecileri dolaşarak tenha bir köftecide Köfte-yoğurt yedik. İsmet birden: -Dayı, hayvan pazarına gidebilir miyiz? diye sordu. Onun köyünden cambazlar tüm panayırları geziyormuş, buraya kesinlikle gelmiştir! dedi. Gittik. Hayvan pazarları, Edirne yolunun solundaymış. Daha girişte benim de çok iyi tanıdığım Cambaz Osman’ı gördük. O da bizi görünce gülerek:

– Sizi buralarda göreceğim içime doğmuştu, deyip ellerimi sıktı. Cambaz Osman, uzun boylu, gür sesli, güleç yüzlü bir insan. Yanındakiler de ona uydular bize “Hoşgeniz, deyip ellerimizi sıktılar. Onların başlamış pazarlıkları varmış, Osman Amca:

– Delikanlıların ayaklarını uğurlu sayıp şu işi bitirelim! deyince ötekiler de:

– Helal olsun Cambaz Osman, senin çok ekmeğini yedik. Bu kez de böyle olsun! deyip bir süre el sıkıştılar. Tam anlayamadık ama Cambaz Osman bir grup kesimlik sığırı toptan aldı. Bize:

– Az beklerseniz köfteciye gidebiliriz! dedi. İsmet:

– Biz o işi gördük, bizimkilere selamlerımızı iletin, bizim izinimiz doluyor! dedi. Cambazlar yüksek sesli konuşmalarına daldılar, Biz de oradan geri döndük. Gene Halkevi Bahçesi’ne oturduk. İsmet benden daha sabırsız; birden kalktı:

– Gidelim dayı! dedi. Kalkıp yola çıktık. İsmet sanırım, Cambaz Osman’ı gördüğüne sevindi, ayrılınca da üzüldü. Uzun süre sanki yalnız yürüyor gibi sessiz durdu. İçinden neler geçtiyse birden:

– Dersler başlamadan izin alıp gideceğim, , birkaç gün de geciktirerek geleceğim. diyerek verilmiş kesin kararını söyledi. Ben:

– Sen bilirsin; dediğini yapacaksan Namık Öğretmene duyur, o üstünde durmazsa İlhan Görkey Öğretmen, öne süreceğin gecikmeyi hoş görür! dedim. İsmet sorununu çözmüş gibi sevindi okula dek konuştu. Dersliğe girdiğimizde öğrendik, banyoya girebiliyormuşuz; koşup o işimizi de gördük. Namık Ergin Öğretmen nöbetçi. Onun nöbetlerinde Bayrak Törenleri kusursuz olur. Gene öyle oldu. “Rahat! ”dedikten sonra sınıfların yoklamalarını yaptırdı. Bizimle giden Mehmet Karadeniz’in olmadığı söylendi. Namık Öğretmen:

– Gelince beni görsün! derken Mehmet Karadeniz soluk soluğa geldi. Namık Öğretmen gülerek:

– Karadeniz, bir başka zaman da böyle Bayrak Törenini kaçırırsan seni Karadeniz’e dek koştururum! dedi.

Dersliğe girince bir süre düşündüm. Soru soran olursa, geçen yağmurun zararlarından söz edip işi şakaya kaydırmayacağım. Takılan olursa kısa kesip üzüntümden söz edeceğim. Sanırım İsmet, bu davranışımdan hoşnut olacak. Bunlara hiç gerek kalmadı; Sami Akıncı bana verdiği Edebiyet Tarihi kitabını sordu. “O kitaptan bizim kitaplıkta var, ben daha önce alıp karıştırmıştım! ”dedim. Bu kez tarih kitabını verdi. Tarih kitabı daha hoşuma gitti. Özellikle, Müslümanlık, Hz. Muhammet, M üslümanlıkHz. Muhammet’in savaşları. Hz. Muhammet sonrası Halifeler: Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali. Hz. Ali için bilgi bulmak çok istiyordum. Çünkü bizim köyde çoğunluk Hz. Ali severdir. Abbas Amcam başta olmak üzere, okudukları hep Hz. Ali üstüne şarkılar(Nefes) şiirler, savaş anlatılarıdır. Bu nedenle tarihi sevdim. Tarih kitabını önce kitaplıkta bakacağım, yoksa alacağım.

Yemeğe daha sevinerek gittim. Nöbetçi Ahmet Güner özel olarak beni karşıladı bir ara radyo dinlemişler bir türkü seçmiş. Teşekkür ettim, yarın birlikte çalışacağız. Yemekte yeni gelecek öğrencilerden haber alanlar var. Ben bu haberlere ilgi göstermedim. Aynı sözler gene gene söylenip duruyor. Yeni bir haftaya başlıyoruz. “Gelecek! ”denilen Müzik Öğretmeni yoksa gene mi gelmeyecek? Bunu düşünüyorum. Yemek konuşmalarını dinlememiş gibi oturdum, kalktım. Bir yandan da aklım tarih kitabında: “Hz. Muhammet, Hz. Ali, onun oğulları Hasan, Hüseyin…Ayrıca Kerbela olayı üstüne yazı bulursam dikkatlice okuyacağım.

Dersliğe gidince Harun Özçelik’le karşılaştım. O yokken arkasından yapılan konuşmaları duymuş, hemşire Ablaya söyleyip(Ateşi düşmüş) çıkmış. Hakil Basutçu ile aramıza alıp konuştuk. Yusaf Asıl, İsmet geldi, uzun şamatadan sonra Harun’u güldürdük. Böylece benimn tarih yarın akşama kalır gibi olmak üzereyken Yusuf Asıl, Harun’u alıp kendi sıralarına götürdü. Onlar gidin ceTarihi açtım. Hz. Muhammet, gençliği, Peygamber oluşu, savaşları anlatılıyor. Ayrıca İslamlık hakkında bir çok bilgiler de var. Bunları ayrıca yazacağım. Daha önce ayrı ayrı küçük kitaplardan okuduğum Bedir Savaşı, Uhud Savaşı, Hendek Savaşı, Hayber Savaşı da anlatılıyor. Bunlara baktıktan sonra öncelikle Hz. Ali bölümünü üzülerek okudum. Hz. Ali burada benim okuduğum kitaplar kadar kahraman anlatılmıyor. Savaşıyor, hep yeniyor ama düşmanlar kısa bir zamanda gene karşısına çıkıyor.

Zil çalınca kitabı üzülerek kapattım. Kitap savaşları anlatmıyor, salt sonuçlarını veriyor. Hz Ali kazandı: deyip geçiyor. Yatarken bunları düşündüm. Bu bilgileri daha ayrıntılı veren kitaplar vardır. Bunları bulmalı.

Yatınca Panayırı düşünmemek için kendimi zorladım. Daha doğrusu düşlediklerimi bulamayınca boynum bükük okula döndüm, “Ne var yani, her zaman benim istediğim mi olacak? ” Bern A'yı ararken Cambaz Osman çıktı. Onun da benim yaşımda güzel bir kızı var biliyorum, hiç olmazsa o da yanında olsaydı! “demeyi içimden geçirirken. Güzel rüya görme dileğiyle (Azıcık kendimi sıkarak) gözlerimi kapadım.

 

28 Eylül 1942 Pazartesi

 

Uzun zamandan beri ilk kez bizim yatakhane kapısında bir takırtı oldu. Namık Öğretmen elindeki anahtarla kapıya vurmuş:

-Bu ses az geldiyse bir daha çekiçle gelirim! dedi. İşi gevşetenlerin çoğu yapıcılar olduğu için onlar çabuk toparlanıp çıktı. Bizim grup çoğunlukla uyumludur, fazla oyalanmadan yatakhaneden çıkarlar. O nedenle Namık Öğretmenle pek sorunumuz olmaz.

Derslikte güldürücü olasılıklardan söz edildi. Sözde İdris Destan kapıdakı tıkırttıyı duyunca:

-Hey, kim o kapıya şey eden! diyecekmiş, ama dememiş, Mustafa Saatçı ise:

-Kapıya değil gelip kafama vursan gene kalmam! demeye hazırlanmışmış. Hilmi ise:

-Haydi haydi başka kapı çal, bize yutturamazsın! Demişmiş ama Namık Öğretmen konuşurken bunu duyamamış. Bu diyecekmişlerin hiç birinin denmediğini bildikleri halde arkadaşlar gülmekten yerlere yatıyorlar. Sözlü olarak katılmamama karşın ben de gülmeden edemiyorum. Benin gülüşüm daha çok arkadaşların gülüşlerine şakınlığımdan oluyor. Örneğin İdris Destan böyle konuşmalarda o denli neşeleniyor ki, onu uzaktan izleyince ben de neşeleniyorum. Abdullah Erçetin de öyle;bir çok olayda durgun durgun, ayrıymış gibi konuşmaların dışında kalıyor. Oysa böyle olmamış ama, olması için akıldan geçirilmiş olaylara bayılarak katılıyor. Gene de bu tür sevinmelerde benim anlayamadığım bir yan mı var diye düşünüyorum. Görünürde olayın bir giz tarafı yok. Sanırım bu biraz da çocukluklarından ileri geliyor.

Masa arkadaşımız Mehmet Aygün nöbetçi, yüzü gülüyor. O her zaman herkese takılır, gülerek yanımızdan geçince bu defa ben rakıldım:

-Drezin yolculuğu ne zaman? Ne zamaman gidersen bizden Alpullu’ya, oraya dek gidersen Babaeski’ye de selam! dedim. Mehmet Aygun:

– Olur, gidersem söylerim! dedi. Meğer Mehmet Aygün’ün bize başka bir müjdesi varmış, onu söylemek için uygun ortam arıyormuş. Birden yüzünü gerdirerek:

– Öğlede tulumba tatlısı! der demez, arkadaşlare sordu:

– Sashi mi? Mehmet, bu kez de gülerek:

– Durun, durun! Ne acele ediyorsunuz? Belki de “Yok! ” diyecektim. Demesine karşın hepimiz “Var! ”olduğuna inandık. Bu kez de Mehmet muştusunu tamamladı. Sanırım en az altı aydır görmediğimiz bir olay. Mehmet bunu söyleyip ayrıldı. Arkasından olasılıklar başladı. Mehmet’in bir başka sevinme nedeni üstünde duruldu. Nöbetçi arkadaşları arasında Gülsüm var. Hilmi hemen yorumunu yaptı:

– Arkadaş tulumba tatlısıyla bizi savuşturdu ama esas sevinci o kız! Salih Baydemir:

– O kızsa o kız olsun, kıskanma! Kıskanma, sözü tartışmanın başlamasına yetti. İki Tekirdağlı hemşeri bir süre ağız dalaşı yaptılar. Salih bir ara gene : “Kıskanma! ”deyince ben de:

– Neden kıskansın, Hilmi’nin kızla ne ilişkisi var ki kıskansın? dedim. Arkadaşlar hep güldü:

– Şaka mı söylüyorsun? Sen bir zaman Hilmi’ye o kızı övmedin mi? Hilmi o günden bu yana hep o kızdan söz edilmesini bekliyor.

Unuttum ama, bunu kusur saymadım. Ben . “Övdümse övdüm gene de överim, çok terbiyeli bir kız. Benimle de nöbet tuttuğu oldu, çalıştığını, arkadaşları arasında saygın bir yer tuttuğunu gördüm. Ayrıca Nahide Öğretmenin de sevdiği biri, bunu çok iyi biliyorum. Bu nedenle Hilmi arkadaşımıza önermiştim ama o benim önerimi ciddiye almadı, herhalde eski, sevgilisinden(Nachtigall) ayırılamadı! ”diye düşünüp o konuyu kapattım! dedim. Arkadaşlar güldüler, Hilmi’nin içinden yanmış olabileceğini öne sürdüler. İkisini de neden sevmesin? diye soran oldu. Sonund Hilmi, bir çok zaman yaptığı gibi:

– Artık sizinle bir arada olmanın hiçbir anlamı kalmadı! deyip kalktı. Bizi gözetleyen Mehmet Aygün Hilmi’yi kapıda söze tuttu. Biz de yetiştik. Mehmet Aygün’den önce Yusuf Asıl Hilmi için Mehmet Aygün’e:

– Onun amacı seninle konuşmak değildi anlamadın mı? Hilmi Yusuf’a sarıldı:

– Ben sizden ayrılabilir miyim hiç? diyerek Yusuf’u tartaklamaya kalktı ama Yusuf oldukça tıkız, Hilmi’yi az kalsın deviyordu. Salih’le Orhan biri birine, öteki de birine sarılıp ayırdılar. Biz atölyeye ayrıldık. Salih havayı koklayarak yürüdü, bir yandan da “Bugün temiz havaya gereksinim duyacağız! ”Hasan Üner gülerek Salih’ gösterdi:

– Salih Usta gomlak kokusunu sevmiyor(! )

Bizimle birlikte İrfan Öğretmen de geldi. İrfan Öğretmen neşesizdi. İsteksizliğini belli eden bir sesle, bezgin bezgin:

– Bugün bitirelim şu işi! dedi. Dörder dörder ayrıldık. Öğretmen kendisi, yanına Salih Baydemir, Recep Kocaman, Hüseyin Orhanı alıp atölyenin önüne çıktı. Kendilerine tezgah kurup orada çalıştılar. Orada tutkal kaynatmak için ocak vardı, yaktılar. Tutkal çalışmalarını görmek için 9. sınıf öğrencilerinden bir grup geldi. Alıştırılmış parçaları sırayla verdik. Bir yandan da eksik alıştırmaları yetiştirdik. Tutkallanan sıralar dışarı dizilince oldukça büyük bir iş ortaya çıktı. Onları gördüğünden mi yoksa yolu oradan geçtiği için mi İlhan Görkey Öğretmen geldi. Gelince de bana:

– Nihayet senin Müzik Öğretmenin geldi, az önce konuştuk;çok genç, senin yaşında;sana öğretmenden çok arkadaş olcağa benziyor, neşeli bir genç”dedi. Birden şaşırdım:

– Sonunda bir müzik öğretmeni, hem erkek hem de çok genç. Hemen görmek üzere çıkıp gitmek isteğine kapıldım. Gene de kendimi turttum. İlhan Görkery Öğretmenin de bunu bana muştulamasına da şaşırdım. Okul Müdürü ile konuşurken en çok Müzik öğretmeninden söz eden ben olduğumdan Müdür Bey sonunda bana :

– Senin müzik öğretmenin dediğini anlıyorum da İlhan Görkey Öğretmenle böyle bir konuşma yapmamıştım, o neden Müdür Bey gibi konuştu? Cumhur Başkanı beni çağırıp konuştuğumuzda benim bastıra bastıra:

– Müzik öğretmenimiz yok, hiç olmadı! deyişimden mi alındılar acaba? gibi kuşkuya düşer gibi oldum. Sonunda, kendi kendime, “Aldırma! ” deyip sevincimi sürdürdüm.

Sıralar, sayılar tutkallar bir yana Müzik Öğretmeni gözümde canlandırmaya çalıştım. Belleğimde iki müzik öğretmeni var: Behire Bil, çilli yüzlü güzel, güzel olmasına karşın inatçı, dediğim dedik diyen biri, ikincisi ise güzel bir kız, yumuşak huylu, çaşılmayı öneren, çalışmaktan başka bir konuya yer vermeyen müzik gibi bir öğretmen. Şimdi gelenin de onun huyunda olmasını isterim. Çalıştırsın, çalışmamı istesin, çalışmayınca da bana en ağır sözleri söylesin!

Öğle paydosu çalınca önce nereye gideceğimi kestiremedim.

İrfan Öğretmen, yemekten sonra hemen gelmemizi söyledi. İlk kez İrfan Öğretmenin istyeğine içimden karşı bir tavır aldım:

– Yeni gelen Müzik Öğretmeniyle tanışıp konuşacaktım! gibilerde bir kuruntuya girdim. Yemek zili çalınca hemen yemekhaneye doğruldum:

– Hiç değilse uzaktan göreyim, nasıl bir genç? Yemeğe yeni biri gelmedi. On oniki öğretmen geldi gitti, yeni bir kimse yok. Duramadım, nöbetçi arkadaşımıza sordum. Mehmet Aygün, yemeğe yeni bir kimse gelmedi ama ben İlhan Görkey Öğretmenin odasından çıkan birini gördüm ama o müzik öğretmeni alamaz, eğer öğretmense kesinlikle Beden Eğitimi öğretmeni olur. Sen yanlış anlamış olmayasın? diye bana sordu. Kesinlikle İlhan Görkey Öğretmenin Müzik Öğretmeni dediğini söyleyince bu kez arkadaşlar, İlhan Gökey Öğretmenin Beden yerine Müzik demiş olacağını gülerek öne sürdüler. Mehmet Aygün bu kez de gördüğü gencin esmer yüzlü, kibrit saçlı biri olduğunu söyledi. Kibrit saçı da açıkladı:

– Saçları dimdik duruyor, süreklü gülüyor, dişleri hep meydanda! Hepimizi bir gülmedi aldı. Mehmet Aygün öyle bir anlattı ki ben müzik öğretmeni beklemekten vazgeçtim. Kendi kendime sordum:

– Kibrit saç nasıl olur? Öğleden sonra sıra işimizi sürdürdük. 9. sınıfların yardımıyla paydostan önce tutkal işi bitti. İrfan Öğretmen planlı, düzenli çalışmaya bir örnek;diye nitelendirdi:

– Ayın 28’inde bitireceğimizi kurduğumuz işi 29’unda bitirdik, bu isabetyli bir karar olduğu gibi düzenli bir çalışmadır! dedi. Paydostan önce paydos ettik. Arkadaşlar çıktılar ben tüm kuşkulu tutumuma karşın akordiyonu çıkarıp çalıştım. Çalıştıkça açıldım, açıldıkça da coştum. Bir an için her kaygıyı üstümden atıp kendimi dinleye dinleye çaldım. Bu arada Ahmet Güner’in yeni şarkısı aklıma takıldı. Ben açmazsam o bana ikinci kez açmaz. Ahmet öyle bir arkadaştır. İyidir, hoştur ama aynı zamanda alıngandır. Benim sormam gerektiğini düşündüm. Çalışmayı biraz erken bırakıp dersliğe gittim. İlhn Görkey Öğretmenin kapısı önünden geçerken karşılaştım. İçimden sormak geçmesine karşın bu cesareti gösteremedim. Niyetimi okumuş gibi gülümseyerek:

– Asım Bey, perşembe günü, yani ay başında gelip göreve başlayacak, buraya yakın yerden sayılır, Çanakkale-Gelibolu’dan! dedi. Merakım giderildi. Adı, nereli olduğu bilindiğine göre görevinden kuşku duymamın yanlış olacağını düşünerek sevindim. Sağlıklı bilgi edindime güvenerek dersliğe girdim. İçimden gelecel müzik çalışmalarını düşünürken tarih kitabını açıp Müslümanlığın ilk yıllarını okumayı sürdürdüm. Bir yandan da müzik öğretmeni konusu açılsın da doğru çıkacak bir iki söz söylemeyi tasarladım. Sık sık ona yardım amacıyla İlhan Görkey Öğretmenin odasına giren Sami Akıncı da Müzik Öğretmeni olayını duymuş, durup dururken başını kaldırıp:

– Sonun da hiç değilse bir öğretmen geldi, bir ilkokul öğretmeni, müzik derslerine girecekmiş! dedi. Sami’nin duyurduğu benim tüm düşlerimi bozdu. İlkokul öğretmenleri bizim derslikte nedense baştan beri küçümsenir. İlk yıl Adem Gürçağlayan derslerimize gelmişti. Biz onun durumunu bilmediğimiz için böylesi bir ayrılık düşünmüyorduk. Sonradan yapılan açıklamalar o ayrıldıktan sonra önemsenip küçümsenir bir tavır takınıldı. Oysa ben öğretmenin öğrettiklerine bakıyorum. Bilgili insan bu bilgilerini öğretiyorsa, onun hangi okuldan çıktığı beni ne ilgilendirsin? Konuşmalara katılmadan böyle düşünerek kitabı karıştırdım ama kulaklarım hep arkadaşlarda kaldı. Yemeğe giderken bir saattir boş yere kitaba baktığımı anladım. Oturunca da, bu günkü yaptığımın tersini söyleyerek ortaya konu getirdim: -Birileri neden çalıştığını anlamıyor? Birileri ise okuduğunu kolay kolay unutmuyor? Hilmi hemen:

– Sen Sami ile beni söylüyorsun anladım! dedi. Ad vermeye gerek yok, bir çok insan için geçerli. “Bunu ben kendimde denedim! ”deyip olayı anlattım. Bir saat okumama karşın tek bir ad bile öğrenmiş olmamam, o konuyu okumadığımı kanıtlamaktadır. Sözde ben okudum ama, aklım arkadaşların konuşmalarındaydı. . Kitap okuyor görüntüme karşın kulaklarım arkadaşların konuşmalarındaydı. Ben bunu söyleyince arkadaşlar hep güldü. Bu bir olumlu tavırmış gibi Hilmi gülerek:

– İşte abi, ben hep öyleyim. onun için derslikte konuşulanları unutmuyorum da okuduklarımı kafama sokamıyoruym! Salih Baydemir sordu:

– Biz, kulaklarımızla mı öğreniyoruz? Bence öğrenmemiz gereken olay bu:

– Biz kulaklarımızla mı öğreniyoruz? Yusuf Asıl bu soruyubir süre dile doladı:

– Biz kulaklarımızla mı öğreniyoruz? Dersliğe döndüğümüzde soru ortalığa soruldu. Soruldu ama her kafadan bir ses çıkınca soru gürültüye gitti. Ancak Sami Akıncı bir öneride bulundu:

– Bu konuda herkes bir deney yapabilir. Örneğin bir akşam kulaklarını pamukla kapatıp birkaç sayfa okur. Sonra açıp başka bir yerden birkaç sayfa okuyup karşılaştırabilir. Sami’nin önerisi hemen uygulayanlar çıktı. Az sonra iş daha da karıştı. Yusuf Asıl kulağı açıkken daha az, kapalıyken daha çok bellediğini söylerken İsmet Yanar tersini söyledi. Kulağını kapayınca yazıları bile göremiyormuş. Bu kez İsmet’in gözlerinin bozukluğu tartışma oldu. İsmet’e doktora gitmesi önerildi. Öneriler bir birini izledi Derken Ali Güleren’le Hüseyin Serin işi saptırarak bir birleri Mazhar Osman’a göndermeye kalkıştılar. Onları yatıştırmaya çalışırken yat zili çaldı. Her zamanki gibi kimimiz sinirli, kimimiz neşeli gibi yatakhaneyi boyladık. Yatarken düşündüm:

– Bu gece, Ali Güleren’e yapılan ağır şakalar nedeniyle tatsızlıklar yaşandı. Oysa o yarın nöbetçi;her zaman onun nöbetleri oldukça tatsız başlar. Bu kez, tattızlık akşamdan mı başladı acaba?

 

29 Eylül 1942 Salı

 

Kalk zili çaldı;kesilir kesilmez de kapıya birisi tıpkı Namık Öğretmenin geçen sabah yaptığı gibi sert bir nesneyle birkaç kez vurdu. Önce bir sessizlik oldu, arkasından sorular başladı:

-O mu? Odur odur! o, kurnazdır, böyle şeyleri düşünür! Durum anlaşıldı, Ali Aga, kalk malk deyip ağız dalaşına gireceğine, takırkıyla ilgi çekip yemekhaneye gitmiş. O gitmiş ama arkasından söylenecekler gene söylendi. Halil Basutçu sordu:

-Sizin bu arkadaşla ne alıp veremeyeceğiniz var? Hüseyin Serinde yakındı:

-Ben ona aylardır takılmadım. Akşam da bir söz söylemiş değilim herkes gülerken ben de güldüm. Neden gülüyorsun diye küfrü bastı. Önce ona gülmediğimi söyledim ama bu kez de:

-Bana söyledin, şimdi de korkundan kıvırıyorsun! diyerek üstüme yürü! Hüseyin Serrin hala öfkeli. Halil’le birlikte çıktık.

Derslikte gene yeni öğrencilerin sözü açıldı; önümüzdeki hafta geleceklermiş.

Kahvaltıda gözlerim Ali Güleren’i aradı. Ali Güleren’le ilk kez ben takışmıştım. Okula girtdiğimiz ilk günlerde. Bir süre zıtlaşmıştık. Ali sonra geri çekildi bir daha da bana hiç karşı gelmedi. Hüsein Serin’le hep iyi olmak istedim. Sporcu, hareketli oluşu hoşuma gidiyordu. Sonra sonra o bana karşı tavırlar aldı. Hasanoğlan’da bunu ilerletmeye kalkıştı. Kendisine açık açık söyledim:

-Ben karar verirsem, iş sözle bitmez, kafana sert bir cisim iner yerlerde yuvarlanabilirsin! dedim. Bana inanmadı, ara da birileriyle konuşurken yandan yandan söz atmaya kalkıştı. Daha önce hazırladığım sopayı alıp gittim: “Ben dediğimi yapmaya geldim hazır mısın? ”diye sordum. Kafasını kolları arasına alıp yatağa uzandı. Poposuna bacaklarını, sırtına ölçülü ama etkili birkaç sopa vurdum. Öyle kaldı. Arkadaşlar da şaşırdılar. Onlar böyle bir şey düşünmüyorlardı. Oysa ben hep söylüyordum:

-Benim kimseye yapmadığım şakayı bana kimse yapmasın. Yaparsa sözle uyarırım. Gene yaparsa bir daha yapamayacak duruma girmesi için kendimce yol seçerim! Bir çokları, dillerini yuttu, birileri de Hüseyin’in kalkıp bana saldıracağını düşünüyordu. Oysa ben, sopayı yastığın altına koyup rahat bir uyku çektim. Sabahleyin bana:

-Gece başına gelseydi ne yapacaktın? diyenler oldu. Onlara:

-İşte aramızdaki fark bu, siz böyle şeylerin hesabındasınız, çünkü korkaksınız. Ben böyle şeyler düşünmem, çünkü haklı olduğum için korkmuymorum! Bunları düşündüm, gülümsedim. Ali Güleren yanında bir çocukla geldi. Çocuk Mürefteli ya da yakınlarınkaki köylerdenmiş. Yeni gelen Müzik Öğretmenini tanıyormuşAli gülerek:

-Belki Müzik Öğrteytmeni için soracağın vardır, diye getirdim! dedi. Teşekkür ettim, sonra konuşmak üzere ayrıldık. Arkadaşlar Ali Güleren’in tavrına şaştılar: Kaz Ali bu özveriyi kimseye yapmaz! diye önce Hilmi Altınsoy tepki gösterdi. Güldüm:

-Sen öyle san;ancak hemen düşün:

-Senin o yapmaz dediğini az önce o arkadaş yaptı. Bence:

-Yapmaz! diyen Hilmi’yi, yapılanı gören Hilmi bir güzel uyarmalı. Çünkü Hilmi'lerin ikisinden biri gerçekten uzak durumdadır. Bence bu çok önemli. Bu kez Hilmi Altınsoy: -Abi beni bugün iyi utandırdın, bundan daha güzel ders olmaz. Üzüldüm ama alınmadım! dedi. Sözü Mehmet Aygün’e çevirip Kibrit Saçlı Öğretmene getirdim. Mehmet:

-Ben, karşı karşıya gelip konuşmadım. yakınımdan geçerken gördüm. Şimdi görsem belki de tanıyamam. O sözü, öyle şaka olsun diye söyledim! ”dedi.

Atölyede sıraların tutkal kirlerini temizleyip gomlakçılara teslim ettik. Biz grup olarak(dört arkadaş) yeni gelenlerin ranzalarını yerleştirmekle görevlendirildik. Yapılmış olan ranzalardan 18 tanesini gösterilen yere yerleştirdik. Hasan Üner:

-Hani 100 öğrenci alınacaktı? Ben, “Bilmem, belki 50 tanesi de kızdır! ”dedim. Arkadaşlar güldüler:

-20 kız için dünyanın patırtısı yapılıyordu, 50 kız daha gelirse neler olur? “Hiç bir şey olmaz, üç yıldır bu okulda kız vardı, ne oldu ki? ”Ranzaları yerleştirmekte oldukça zorlandık. Öğlede İrfan Öğretmen, yardımcı vermek istedi ama, nedense sonra vazgeçti. akşam paydosuna doğru 18 ranzayı yerleştirdik. Paydos olunca nedense atölyeye gitmek istemedim, arkadaşlara katılıp dersliğe gittim. İyi gitmişim Ali Güleren’in tanıttığı çocuk geldi, Yeni Müzik Öğretmenin kim olduğunu azıcık öğrendim. Edirne Erkek Öğretmen okulunu bitirmiş, akordiyon da piyano da çalıyormuş;adı da Asım’mış. Soyadı ilgimi çekti: Kaveller. Kav’ın ne olduğunu çok iyi biliyorum ama onun elle ne ilgisi olabilir. Kav, kuru mantar gibi kabarık, kahverengi bir nesne. Kolay ateşlendiği için sigara içenler onu çakmakla ateşleyip sigaralarını yakarlar. İlginç bir de kokusu vardır. Onun elle ilgisi yok ama belki başka anlamı da vardır. En iyisi kendisinden sormak. Gerçekten Müzik Öğretmeni geldiğine inanmaya başladım. Mandoline başlayıp bırakanlar da telden , mızraptan söz ediyorlar. Edirne’deyken Erkek Öğretmen okuluna gitmiştik. Bir öğrenci piyano çalıyordu. “Belki de bu öğretmendi! ”diye düşündüm, sonra da güldüm. Oysa Ahmet Gürsel Öğretmen kaç kez:

-Edirne öğretmen okulunda tüm çocuklar müzik çalışması yapar, çoğu bir çalgı çalar! demişti. Akrabam Necmettin Efe de kesinlikle bir müzik aleti çalar.

Müzik Öğretmeni geldiğine göre Sinanlı deposundaki piyanolar getirilecektir. Bunu Müdür Beye anımsatmaya gerek olacak mı? Hep bunları düşünüyorum. Arkadaşların konusu ise kızların 5-10-20-50 mi olacağı. Halil Basutçu gülerek:

-Ayıp ayıp, onlar sizden çok küçük olacak, siz başka kapılara bakmak zorundasınız! dedi. Yusuf Asıl kendi yaşının küçüklüğünü öne sürdü. Bu kez de Yusuf’a:

-Büyüklerin yanında konuşa konuşa piştin. Yaşının kızlarıyla anlaşamazsın! dediler. Yusuf bunu duyunca telaşlandı:

-Siz beni kandıramazsınız, yok öyle bir şey! demesine karşın gene de huylandığı belli oluyordu. Nitekim, yemekte ayağıma vurarak yavaşça sordu:

-Yok öyle bir şey, değil mi? Yusuf’a kıyamadım, başımı kaldırarak “Yok! ” işareti verdim.

Nöbetçi Ali Güleren bu kez de bana mektup getirdi. İzmir-Kızılçullu arkadaşımdan elle yokladım, kalınca bir mektup:

-Resim istemiştim, onlar olabilir! deyip cebime koydum.

Dersliğe dönünce açıp okudum. Resim falan yok ama uzunca biraz da iri yazılarla çabuk yazıldığı belli bir mektup. Ancak yazılanlar çok önemli. Arkadaşın ağabeyi bu yıl okulu(Kızılçullu Köy Enstitüsünü) bitirdi. O konuda bilgi istemiştim. Arkadaşın Ağabeyi okulu bitirmiş ama, öğretmen olarak köye gitmiyormuş. Bu yıl okulu bitirenler, bir yıl daha Ankara-Hasanoğlan’da okuyacaklarmış. Bir yıl sonunda sıva girip kazanırlarsa okumalarını sürdüreceklermiş, kazanamayanlar öğretmenliğe dönecekmiş. İşte buna çok sevindim. Ben de böyle bir olanak istiyordum. Okul Müdürümüz anlatmıştı ama ben bu denli açık anlayamamıştım. İlk kez bana gelen bir mektubu arkadaşlara okumak istedim. B irileri koşul öne sürdü:

– Bizi ilgilendiren bir şey varsa oku! diyen oldu. Gene şu Meriçliler, Fettah’la Ali Önol! Bu kez ben:

– Sizi ilgilendirmiyor, siz isterseniz kulaklarınızı kapatın ya da dışarı çıkın. Ancan öteki arkadaşların hepsini ilgilendirdiğini biliyorum! deyip mektubu okudum. Memnun olanlar, olmayanlar oldu ama, memnun olmayanlar da ellerinden bir şey gelmeyeceğini anladıklarından Hasanoğlan’a bir daha gitmekten mutlu olacaklarını söyleyip(Gösteriş için de olsa) sevindiler. Dersiliğin havası birden değişti. Yeğenim İsmet üzgün, boynunu büktü. Hiç konuşmadı, neşelenenlere katılmadı. İlginçtir, her zaman böyle durumlarda ilk sözü alan İsmet’in bu suskunluğu kimsenin ilgisini çekmedi. Ben de buna sevindim. Yatarken İsmet’e:

– Bu bir mektup, belki de eksik bir tarafı vardır. Dur bakalım, gitsinler, orada ne yapldığını görsünler. Onların verdiği yeni bilgileri öğrenmeden üzülmenin bir anlamı yok! dedim. İsmet, elini atarak:

– Daha bir yıl var, belki sıra bize gelince değiştirilir! deyip geçti. İçim rahatladı. Ben seviniyorum ama İsmet’in üzülmesine de katlanamıyorum.

Yatınca karmaşık duygularım depreşti. Ankara-Hasanoğlan derken düşlerim Konservatuvara dek gitti. Sanki yarın gidiyormuşum gibi düşlerimde Konservatuvar kapısına dayandım. Nasıl soracağım? Doğrudan adını vereceğim. Ya tanımazsa? Ya da uzaktan beni görüp yürüyüp giderse. Konservatuvara gitmekten vazgeçtim. Yolda giderken görüp:

-Aaaa. Öğretmenim! deyip yaklaşacağım. Bu kez de sert bir bakıştan sonra yürüyüp giderse ne olacak? Sonunda da:

- Eh be, giderse gitsin! Ben de öbür tarafa geçerim! deyip gözlerimi kapadım. Son olarak da: “Süheyla Öğretmen kesinlikle öyle yapmaz. O çak nazik bir insan. Öyle yapacak olsaydı daha önce bana yapacağını yapardı. O beni çok iyi anladı ama sanırım kırmamak için ayrılana dek içtenlikli davrandı;gene öyle yaparak durumu iyice anlamama yardımcı olur. Belki de evlendiğini söyle. İşte o zaman, benim takınacağım tavır için üzülür. Bu durumda güleceğini hiç düşünmüyorum.

 

30 Eylül 1942 Çarşamba

 

Sefer Tunca konuşuyor: Hadi, gene uzun bir tren yolculuğu göründü:

-Bu kez nereye gidiyoruz? sesleri yükseldi. Arkadaşlar şakaşaşıyorlar ama benim içimde bir burukluk oldu. Gitmek gelmek değil de ayrılıklar beni üzüyor. İyi kötü Keğirtepe’ye alıştık. Özellikle ben kendimi Kepirtepe’de oldukça köyümde gibi rahatım. Hem içinde olduğum süreçte kimi kez sıkıldığım köyümün içinde değilim hem de ondan uzakta değil. Bu benim için çok sevindirici bir durum. Geçen yıl Hasanoğlan’da köyümle bağlarımı iyice koparmış gibiydim. Buradayken, gitmesem bile istediğim zaman kolayca giderim umudu beni çok rahatlatıyor. Bu nedenle bir çok arkadaşa göre ben daha mutluyum. Önünde sonunda ayrılacağımı biliyorum ama, ayrılmadan önceki ayrılık söylemlerinde doğan üzüntülerimi önleyemekte zorluk çekiyorum.

Arkadaşlar şakalaşırken dersliğe gittim. Bugün çarşamba yarın perşembe, içimden yarın için müzik öğretmeninin geleceğini geçirdim. İsmet geldi, kederli bir sesle sordu:

-Dayı ne diyorsun, senin arkadaşın söyledikleri doğru çıkar mı? Verecek yanıt bulamadım ama mektubu ben okuduğum için susmayı da doğru bulmadım:

-Arkadaş ağabeyinden söz ediyor, yanlış olması söz konusu değildir ama belki onun yazdığı ağabeyi için doğrudur. Ağabeyi de benim gibi okumak istediğini söyleyip o yolu seçmiştir. Okumak istemeyenler gene vardır, onlar köylerine gitmişlerdir. Bunu bu mektubumda açık olarak soracağım. Ondan gelecek yanıtı bekleyelim. İsmet rahatladı. Ancak ben rahatlayamadım. Çünkü tam olarak anladığım gibi konuşmamıştım. Düpedüz İsmet’i rahatlatmak için inanmadığım bir yorum yapmıştım. Kahvaltıda, önümüzdeki hafta Tarım nöbetine bizim sınıfın çıkacağı duyuruldu. Ne işler yapacağımızı yalan yanlış konuştuk. Hilmi Altınsoy:

-Eğer, mercimek toplanacaksa bir dal bile elimden geçmez! gibilerde bir söz söyledi. Öğretmenlerin özellikle Besim İyitanır Öğretmen yanındayken topladığı mercimekleri ne yapacağı soruldu. Yaparsın –yapamazsın tartışmaları arasında kahvaltıdan çıktık. Atölye tarafına yönelince Hamdi Bağ Öğretmenle karşılaştık. Öğretmenimiz bir zamanlar giyindiği gibi özel giysileri içindeydi. Gülerek bize:

-E canlar, şimdilik kısmet bu kadarmış, dilerim ilerde ayrı ayrı yerlerde de olsak görüşme olanağı buluruz. Ben bugün ayrılmak zorundayım, göremediğim arkadaşlarına sevgirlerimi, başarı dileklerimi iletin! deyip arkasını döndü, elinin arkası bize dönük olaraqk saqğ omuzu

üstünde bir süre sallandı. Böylesini hiç düşünmediğimiz bir ayrılık oldu. Şaşırdık, bir süre bir birimize baktık. Ağlamaklı baklışlardan sonra yutkunarak konuştuk:

– Gitti-gidecek! derken işte gitti! dedik. Bu kez de:

– İyi ki geldi, ayrıldığını bildirdi, hiç değilse ayrıldığını kesin olarak öğrendik! diyerek teselli olmaya çalıştık. İrfan Öğretmen, çok geç geldi. Gelince de:

– Bir şarkı vardır, bilirsiniz:

– Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı! der. Naci Abi gitti, sizin öğretmeniniz benimse Hamdi Ağabeyim de gitti! dedi. Bana dönerek: , -

– Ranza işini sordu, bitirdiğimi söyleyince; bu kez de:

– Hadi şu gomlak işini de bitirelim! deyip, kutuları, bezleri hazırlamaya başladı.

– Öğleye dek tek söz konuşmadan çalıştık. 12. sırayı bitirirken yemek zili çaldı. İrfan Öğretmen üzgün bir sesle:

– Devam ederiz! deyip ayrıldı. Öğle yemeğinde bizim masa üzgündü, konuşmadan yemek yedik. Bir rastlantı Hilmi Altınsoy rahatsız olmuş, revirde doktor Sezai Feray’ı bekliyormuş. Doktor ise geleli beri Müdür Beyin odasındaymış, girmiş, iki saattir çıkmamışmış. Üzüntümüze karşın buna güldük. Yusuf Asıl:

– Doktor Sezai Feray hastalanmış, Müdür Bey onu tedavi ediyormuş! Şaka olarak konuşup gülüyoruz ama Doktor Sezai Feray'ın çok sağlıklı olduğunu bilkiyoruz. Öyle ki sağlık konusunda Doktor Sezai Feray tüm Lüleburgaz' insanları için örnek bir kişi. Özellikle iki oğlu ise sağlık konusunsa dillere destan. İki kardeş, yaz ku kıulıklarını pek değiştirmeden kışları da yazmış gibi kısa pantolonlarla sokaklarda dolaşıyor.

Biz konuşurken Müdür Bey, Doktor Bey, Lüleburgaz Ortaokul Müdürü Yalçın Bey, Maarif Memuru M. Salih Arı, birlikte yemeğe geldiler. Aralarında konuşuyorlar, belli ki önemli konuları var. Sessizlik içinde yemekhaneden çıktık. Ahmet Gökay ağabeyle karşılaştım. Bana:

– Bir ara gel , bendeki hesabını kapatalım, uzun bir süre izinli olacağım! dedi. Çok bir param olmadığımnı biliyordum ama gene de gitmeyi düşündüm. Gölgelikte oyunculara baktım. Bir yandan da Ahmet Ağabeyi gözetledim. Ahmet Ağabey yerine dönünce de gittim, hesabımda 11 tl varmış onu aldım. Ahmet Ağabey üzgün bir sesle:

– Biliyor musun? dedikten sonra da -Aramızda kalsın, uyarısını yaparak-Müdür Beyimiz ayrılıyor! dedi. Şaşkın şaşkın bakınca bana:

– Anlamadın mı, başka yere tayıni yapıldı;Kastamanu mu ne oralarda bir yere, hemen de ayrılacak! dedi. Paralar elimde, öylece çıktım. Ne yapacağımı bilemeden gene gölgeliğe yöneldim. Müdür Bey’le yanındakiler geliyordu. Atölye tarafına yöneldikten sonra durup baktım. Bakınca da benim notlarımı anımsadım:

– Acaba öğretmenlere vermişmiydi? Bunu gidip sorabilir miyim? Kafam iyice karıştı. Ahmet Ağabeyden, Müdür Bey ayrılınca yerine kim bakacak? diye sorabilirdim. Gene gidip sormayı tasarlarken arkadaşlar geldi, hepsi Hamdi Bağ Öğretmen sözü ediyor. Müdür Beyden haberleri yok. Doktor üstüna şakalar hazırlayıp gülüyorlar. Yusuf Asıl Hilmi Altınsoy’a gidip Müdür Beyin bakacağını söyleyip kahkahayı basıyor. Biraz dinledikten sonra arkadaşlara Ömer Seyfettin’in Yüz Akı öyküsünü anımsattım. Unutmuşlar. Hasan anımsadı, öyküyü anlattı. Hasan’dan sonra gene gülüştüler: -Bizimle bu öykünün ne ilgisi var? diye de sordular. Yanlış bir öykü seçmiş olabileceğimi söyleyerek olayı savuşturdum. İrfan Öğretmen geldi; işe girişirken:

– Acı acı üstüne diye buna denir;biz Hamdi Bey için üzülürken Müdür Beyi kaybetmişiz, duydunuz mu? Okul Müdürü başka yere atanmış, yazısı daha gelmemiş ama Ankara’daki arkadaşları duyurmuşlar, ayrılışı kesin de nereye gideceği tam belli değil. Daha doğrusu arkadaşları gideceği yeri değiştirmeye çalışıyormuş! Arkadaşlar ağızları açık dinlediler. Bu kez ben arkadaşlara sordum:

– Öyküyü anımsadınız şimdi? Arkadaşlar öyküde falan değil, dokunsan ağlayacaklar. Öyleyken kısa fısıltılarla işimize koyulup gomlak işimizi bitirdik. Akşam paydosunda öteki öğrencilerin haberi nasıl karşılayacağını düşünürken İrfan Öğretmen beni İlhan Görkey Öğretmene gönderdi:

– Köylere gidecek 45 sıra tamamdır, bunlar yerlerine ne zaman gönderilecek? Yakında gönderilmeyecekse depoya yerleştireceğiz! Gittim. İlhan Görkey Öğretmen yalnızdı. Söyleyeceğimi söyledikten sonra, onun söyleyeceğini beklerken, İlhan Görkey Öğretmen beni dinlememiş gibi:

– İbrahim, ben sana yanlış bilgi vermişim; yeni öğretmenimiz yarın değil belki gelecek ay başında gelecek. Onun maaş alabilmesi için kadro emri gelmemiş, o da maaş alamayınca neden geleyip? deyip geri dönmüş. O zaten bir yerde öğretmenmiş. O nedenle müzik öğretmenimizi daha bir ay bekleyeceğiz! ”dedikten sonra:

– İrfan Öğretmene söyle, o sıra işini ben yarın halledeceğim. Onların gideceği köyleri ben biliyorum, üçü de çok yakındır, kamyona hepsini aldırabilirsek bir seferde o işi atlatırız! dedi. Haberi İrfan Öğretmene ilettim. İrfan Öğretmen azıcık gülümsedi:

– İyi öyleyse kamyonun yanaşabileceği bir yere çekelim! deyip çıktı. Okula doğru giderken yatakhane tarafındaki köşeyi gösterdi:

– Şuraya, olabildiğince düzenli, sıralayalım! Sıraları, altlı üslü birleştirip iki arkadaş birer uçlarından tutarak gösterilen yere sıraladık. Derslikte tüm arkadaşlar ağlamaklı. Namık Öğretmen de yapıcı arkadaşlara Müdür Beyin ayrıldığını duyurmuş. Arkadaşlar sormuşlar: -Müdür Bey bizimle konuşma yapmayacak mı? Namık Öğretmen:

– Bu hiç birimizin beklemediği bir atama, adamcağız dört, hatta beş, (Buradan önce de İzmir-Kızılçullu Köy Öğretmen Okulu’nda çalışmış) yılını sıkıntı içinde geçirmiş. Soru sual etmeden tepeden inme bir emirle uzaklaştırılıyor. Buna herkes üzülür. Müdür Bey sizleri çok sever biliyorsunuz. Bu durumda sizlere ne sözleyebilir ki? Kendi üzüntüsünü söyleyip sizleri de tedirgin etmek istemez. Sanırım o nedenle konuşmayabilir. Onun adına biz hepimiz durumu size anlatıp olayı, olağan karşılamanızı isteyeceğiz! demiş. Derslikte kimin ne dediği belli değil. Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’a mektup yazmayı öneren oldu. Sami Akıncı, açıkladı:

– Atamayı yapan o, bizin sızlanmamızı dinler mi? diye sordu. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye yazmayı öneren oldu. Buna da olasılıklar öne sürüldü:

– İnönü geldiğinde Okul Müdürü okulda değildi. Belki İsmet İnönü bunun için ayırtmıştır! Uzun tartışmalardan sonra hiçbir direnç gösteremeyeceğimizi anladık. Hasanoğlan’daki Çoban Mehmet olayını anımsayanlar oldu. Oysa Çoban Mehmet olayında onu koruyan Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’tu. Ne var ki İsmet İnönü’ye yazılan mektuplar nedeniyle tepeden gelen isteğe İsmail Hakkı Tonguç karşı koyamadı. Bunu arkadaşlar bilmedikleri için, kendiliğinden oldu sanıp belleklerinden sildiler. Tartışmalar giderek:

– Müdür Bey, gelip bizimle konuşacak-konuşmayacak inatlaşmasına döküldü. Çoğunluk:

– Gelip konuşacak! deyip noktayı koydu.

Akşam yemeğinden sonra Cavit Kafkas, Ali Ergin, Musa Güner, Hasan Gülümser gelip benimle konuştular. Onlar da İsmet İnönü’ye durumu yazmak istemektedirler. Onlara katıldım:

– Yazın, imzalayın, ben de imzalarım. Bundan bir suç gelmez. Biz bizi çok koruyan müdürümüzün yerinde kalmasını istiyoruz. Onun yönettiği okulda memleketimize daha yararlı öğretmen olarak yetişeceğimize inanıyoruz. Bunda ne suç olur ki? Arkadaşlar sevinerek gittiler. Yatarken Hasan Gülümser daha on kişinin imzasını alacaklarını söyledi. Ben tekrar:

– Başka ad yazılmadıkça, kimseden bir şikayette bulunmadıkça bizim yaptığımızı kimse suç saymaz! Yatınca bir süre kendimi yokladım:

– Ben üzgün müyüm? Üzgünsem neye üzgünüm? Müdür Beyin gitmesi bana ne kazandıracak, ne kaybettirecek? Müdür Bey belki yazılarımı ( verdiyse) verdiği öğretmenlerin raporuna göre beni koruyacaktı. Vermedi de gelecek Müdüre bırakacaksa, bu benim zararıma olacak. O nedenle ben kendimi düşünerek biraz çekimser olup işi oluruna bırakmalıyım. Bu arada Hamdi Bağ Öğretmen de sessiz sakin ayrılıp gitti. Belki başkaları da gidecek, onların yerlerine başkaları gelecek. Hep söylendiği gibi, öğretmenler, yöneticiler, geliyor, ayrılıyor. İlk yıldan bu yana 12 kendi öğretmenimiz(Sabit Soysal-Ömer Tunalı-Adem Gürçağlayan-Hasan Çevik-Naci İnan-Ömer Uzgil-Reşat Tekinay-Hüsnü Baykoca-Ali Yılaz Demirbilek-Behire Bil-Süheyla Başokçu-Hamdi Bağ) ayrıldı bir o kadar da geçici öğretmenimiz. Bunları olağan sayıp kendi işimizi doğru olarak sürdürmeliyiz.

 

1 Ekim 1942 Perşembe

 

Recep Kocaman arkadaşımızın nöbetleri, barış günleridir. Ne var ki bugünkü sessizlik kendiliğinden oldu. Kimsenin şaka edecek ya da yüksek sesle konuşacak durumu yok. Kalkan küçük tıkırtılarla soluğu dışarda alıyor. Öteki yatakhanelerden hiç ses duymazken bugün tüm yüksek sesler oradan geldi. Derslikteki bakışlar, konuşmalar hep: -Şimdi ne olacak? İsmet bir öneri yaptı:

-Üç arkadaş seçelim, gidip İlhan Görkey Öğretmenle konuşsunlar, o aracı olursa arkadaşlar bizim adımıza Müdür Beye “Güle güle gidin, sizi hiç unutmayacağız! ”desinler. Arkadaşlar öneriyi olduğu gibi benimsediler. Sami Akıncı-Halil Basutçu-İsmet Yanar seçildi. Bu da bizi azıcık rahatlattı. Kahvaltıya bu rahatlık içinde gittik. Kahvaltıda Selçuk Korol, Faik Bakır, Latif Yurtçu, Nahide Akalın, Bergüzar Gönenç, Nazmi Aybar Öğretmenler vardı. Selçuk Korol Öğretmenden başka kimsenin konuşmadığı dikkatimizi çekti. O, bu ayrılığı umursamıyordu? Yoksa hepsinden yaşlı olduğunu düşünerek teselli mi ediyordu? Kahvaltıdan erken kalkıp okul atölye önünde bir süre gelene gidene baktık. . Uzaktan bakınca insanların durumları pek belli olmuyor, herkes kendi havasında gibi bir durum gözledik. İrfan Öğretmen geldi, kamyonun bir saat içinde geleceğini, gelir gelmez de hemen yüklememiz gerektiğini söyledi. Kendisi İlhan Görkey Öğretmenin odasında olacağını, bizden haber bekleyeceğini de sözlerine ekledi. İrfan Öğretmenin söylediğinden daha önce kamyon geldi. Kazım Usta kamyonun arka ile bir yanını açtı. Önce bir sıra çıkardık. Kazım Usta, bir sağa bir sola çevirtip ölçüler aldı. Az düşündükten sonra sıraları yavaş yavaş taşımamızı istedi. Kazım Ustanın söylediği gibi sıraladık. Koca Vabis kamyonu, ara ara gördüğümüz saman balyası taşıyan kamyonlara benzedi. Üst sırayı iple bağlayarak hazır ettik. İrfan Öğretmene haber verdim. İrfan Öğretmen geldi:

-En çok emeği geçenler gitsin yaptıkları sıraları yerine teslim etsin! dedi. Recep, Orhan, Hasan, dördümüz, kamyona sıkıştık. Ahmet Gökay Ağabey teslim belgeleri verdi, “Muhtarlar, mühürleyip imzalayacaklar! ”diye tembih etti. Önce Edirne yolundan Ayvalı’ya gittik. Muhtarı bulamadık, köy bekçisi bizi okula götürdü. Öğretmen de yokmuş. Öğretmenin ailesinden imza aldık. Öğretmen ya da muhtar, aldı belgesini kısa zamanda Milli Eğitim Memurluğuna teslim edecek. Oradan bizim köy yoluna çıkıp önce Tatar köye indik. Oradan da Celaliye’ye geçtik. Orada muhtarı da öğretmeni de bulduk. Oradan önce Lüleburgaz yoluna, kamp yerimize dek indik. Bir kaç kez yürüyüş yaptığımız yolumuza doğrulup Umurca köyüne vardık. Orada da Muhtar’la öğretmen bizi karşıladı. Umurca da bir süre kaldık. Kazım Usta evi için birşeyler aldı, birileriyle bir süre konuştu. Lüleburgaz’a döndük. Lüleburgaz’da çok bekledik. Okula alınacaklar öteberi varmış. Kazım Usta uzun süre onları kovuşturdu. Biz Halkevi bahçesinde otururken bir ara geldi bize gazoz ısmarladı, gene gitti. Sonunda biz akşamı boylayacağımızı konuşurken kamyon göründü, okula döndük. Atölyeye girerken paydos zili çaldı. İrfan Öğretmen teşekkür etti. Ayvalı köyü teslim belgesi için de:

-Önemli değil, bizim atölyeden çıktığını kanıtlayan bir belge olsun da ne olursa olsun! dedi. Öğretmen gidince arkadaşlara sorduk:

-Ne yaptınız? Güldüler:

-Hiç bir iş yapmadık! dediler. İnanmadık:

-Bu nasıl olur? diye sorduk. Sorumuz yanıtsız kaldı. Biz gezerken avuntu bulmuşuz. Arkadaşlar hala bıraktığımız gibiler. Hep birlikte dersliğe gittik. Derslikte de sessizlik sürdü. Bu arada Hamdi Bağ Öğretmenin ayrılığı unutulur gibi olmuştu. Halil Basutçu anımsattı. Halil’le aramızda konuştuk.

“Hamdi Bağ Öğretmen çok iyi bir insandı. İlk yıl, marangozluk çalışmalarında Halil’le hep birlikte çalışmıştık. Hamdi Bağ Öğretmen ikimizi de denk olarak değerlendiriyor ikimize de güveniyordu. İş Derslerini sevmemizde bize yardımcı olanlardan biriydi. Ağzından bir kırıcı söz çıktığını duymadık. Yanlış bir söz söylediğimizde ya da yanlış bir iş yaptığımızda değişmeyen sözü hep:

-O öylemiydi kuzum? diye sorar, arkasından da:

-Bir de böyle deneyelim mi? deyip doğruyu söyler ya da gösterirdi. Halil sonra Yapıcılık bölümüne ayrıldı. Ayrılınca, Hamdi Bağ Öğretmenden biraz uzak kalmıştı. Öyleyken, Hamdi Öğretmenin, karşılaştıklarında söylediği yüreklendirici sözlerini anımsayıp duygulandı. Ben de bana sık sık “Abi” deyişini alayı andıran bu takılışın, onun söyleyişinde alınganlık yaratmadını anlattım. . Hüsnü Yalçın, bizi konuşurken duydu, o da döndü, hemen hemen aynı söyleri. . Hep birlikte Hamdi Bağ Öğretmene yürekten, iyi yolculuklar, sağlıklar diledik. Askere gideceği için adres bırakmamış, adresini öğrenince İrfan Öğretmen bize de bildirecek. Ayırdında olmadan derslikte konuşurken gecikmeli olarak yemek zili çaldı. . Atölyelere gitmedik. Bizi çağıran da olmadı:

– Güzel Pazar gibi perşembe! diyenler oldu. Perşembe Pazarı yakıştırması yapıldı. Gene de nedenini merak ettik:

– Öğretmenler neden, işbaşı yapmadılar. Namık Ergin Öğretmen de ortalıkta yok. İrfan Evren Öğretmen yemeğe geldi, uzaktan ona bakarken, İrfan Öğretmen nöbetçiye bir şeyler söyledi. Nöbetçi az sonra bana yöneldi, anladım bana bir haber var. Nöbetçi:

– Yemekten sonra İrfan Öğretmen kendisini görmeni söyledi! dedi. Yemeğimi biraz çabuk yedim, öğretmen kalkınca arkasından koşmayı tasarlamıştım. Sandığım gibi olmadı, öğretmen, giderek doluşan öğretmenlerle konuşmayı sürdürdü. Biz çıkınca arkadaşlarla atölye önüne gittik. Öğretmenler grup olarak kalktı, konuşa konuşa okul binasına yöneldiler. İrfan Öğretmenin dönüp geleceğini düşünerek biz atölyeye girip tezgahlara oturarak olasılıklar sıraladık:

– Öğretmenler toplantı yapıp Müdür Beyin kalması için birlikte Milli Eğitim Bakanlığına başvuracak. Öğretmenler kendi aralarından bir müdür seçecek. Öğretmenler Fikret Madaralı Öğretmeni Müdür seçecek. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmeni seçecek! derken İrfan Öğretmen geldi. Acımsı bir gülümsemeyle :

– Atölyede hep çalışılmaz, arada böyle dinlenme de yapılır. Biz bunu şimdiye dek yapmadık, bu nedenle siz bunu öğrenmediniz. İşte size bir örnek, arada dinlenme de olur! deyip plan dosyasını çıkardı, yazı tahtası ölçüleriyle öğretmen masası ölçülerini verdi. Benimle birlikte Yusuf, Harun, Hasan arkadaşları bırakıp öteki arkadaşlarla gitti. Yusuf’la Harun yazı tahtasını, Ben de Hasan’la Öğretmen masasına başladık. Başladık ama İrfan Öğretmenin tavırları, arkadaşları alıp gitmesi, nereye gittiğini söylememesi bizim kafamızı karıştırdı. Aramızda gene bir yığın yakıştırmalar yaparak çalıştık. Paydosa yakın arkadaşlar geldiler. Tarım barakasına gitmişler. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen yeni bir düzenleme istemiş. Yeni ürünleri koyacak bölümler yapılacakmış. Onlara yer açmak için eskiler de elden geçiriliyormuş. Olayı doğal karşıladık. Arkadaşlar gidince sıkılmama karşın akordiyonu açıp parmak çalışması yaptım. Geldi, gelecek derken Müzik Öğretmeni, birden uzaklaştı. Akordiyon çalıyormuş, piyano çalıyormuş…Okul Müdürü kaç kez söylemişti 66 (Beni çok kez numaramla çağırırdı) “Sabret, bir gün o piyanolar buraya gelecek, sizler de onları çalacaksınız! ”demişti. “Belki az da olsa biz çalacağız ama sen onları dinleyemeyeceksin! ”deyip ağlamaklı oldum. Müdür Beyin gideceği anlaşıldı ama gerçekten gitti mi? bunu sorunca gene benim notlarım aklıma takıldı: Belki gitmeden önce uğrar, çekmecelerindeyse beni çağırıp verir. Akordiyonu bırakıp dışarı çıktım. Röslein’le karşılaştım. ”Müdür Bey”sözüne başlarken sözü ağzımdan aldı, başıyla onların katını göstererek:

– Yukarda biz, hep ağlaşıyoruz! dedi. Bu da bana dokundu. Dersliğe gittim. Arkadaşlar üzgün ama gene de bir birlerini; zorlama da olsa güldürmeye çalışıyorlar. Örneğin Müdür Bey:

– Bu okulu ben kurdum, kurduğum okulda gelip rahatça bir gece bile yatamadım. Tam yatacak bir ev yapıp oturacakken beni uzaklaştırmanızın ne anlamı var? gitmiyorum! diyesiymiş. Neşeliymiş gibi gülüyoruz. Mehmet Aygün kalktı, Müdür Beyin derslikteki gezişlerini taklit etti. Bir elini pantolon cebine sokup öteki elinin parmaklarını oynatıyor. Alnını kırıştırıp ara ara kaşının birini kaldırıyor. Az sonra uzağa bakar gibi başını kaldırıp gülümsüyor. Ara ara da cebindeki elini oynatıyor. O zaman Müdür Bey paralarını sayarmış. Buradan çıkış yaparak Müdür Beyin tam o sıra bir alış veriş düşündüğü sonucu çıkarılıyor. Sözde Müdür Bey o zaman kendi kendine sorarmış:

– Hey Nejat! sen bu işe giriyorsun ama yeteri kadar paran var mı? İşte o zaman cebindeki eli para saymaya başlıyormuş. Mehmet Aygün’e gülünce öteki arkadaşlar da bir şeyler eklediler. Yemek saatini getirdik. Mercimek çorbası bulgur pilavı. Gene de kimseden sızlanma çıkmadı. Öğretmen olarak Nahide Öğretmen göründü. Buna da bizim şakacılar bir neden buldular. Özellikle Mehmet Yücel:

– Ne yapsınlar, efkarlandılar gidip kafa çekecekler! dedi. Sorular gene başladı:

– Kafa çekince ne yapılır? Mehmet Yücel’in kafa çektiği falan yok, duyduklarını söylüyor. Böylesini görmüş olarak birkaç örnek ben verdim ama arkadaşları güldüremedim. Sarhoş olduğum bir olayı anlattım ona da inanmadılar. “Kendimiz şarap yaptığımız ayrıca tekel satış iznimiz olduğundan dükkanda rakı da bulunur. İçkilerin tadları üstüne biraz bilgim vardı. İlkokulu bitirene dek içme amacıyla ağzıma bu türlü birşey almamıştım. İlkokulu bitirdiğim yıl ortaokula gidemeyeceğimi anlayınca üzüldüm, delikanlılar arasına katılarak Cumhuriyet Bayramı’nda şarap içtim. Geceye doğru başım dönmeye başladı. Arkadaşlardan ayrılıp eve yollandım. Bizim kahvedekiler kendilerince eylencelerini sürdürüyordu. Evle kahve arasında babamın özel olarak kazdığı kışlık bir gölcük vardı. Orada su toplanır babam gereken temizlik suyunu oradan alırdı. Gölün kıyısındaki tahtaya uzanıp önce yüzümü ıslattım. Serinlik iyi geldi. Bu kez başımı iyice suya soktum. Otesini bilmiyorum. Bir rüya gördüm, kurt gelmiş, kurt bana yaklaşırken köpekler kurda saldırmış. Köpeklerin sesinden uyandım. Omuzlarıma dek üstüm su olmuş. Gerçekten tüm mahallenin köpekleri havlaşıyor. Kalktım. Çevreme bakınırken az ileride silahlar patladı. İnsanlar hala silah atarak bayram kutluyodu. Köpekler silah seslerine havlıyormuş. Kalkıp eve gittim. Ablam beni bekliyormuş, azarmala ile övüt arası sözlerle üstümü değiştirtip beni yatırdı. Sabah kalktığımda tüm anımsadıklarım rüya-gerçek arası birşeydi. Başağrısı falan kalmamıştı. Bir daha da öyle bir şey yapmadım. Şarap bana çok hoş gelmedi. Ondan sonraki zamanlarda olduğu gibi şimdilerde de “Şarap payımı özüm olarak yiyor, suyunu da, taze şıra olarak içiyorum! ”deyip bolca üzüm yiyorum, şıra zamanı da şıra içiyorum. Köyde herkes beni şimdi de böyle tanır.

Arkadaşlara başımdan geçen sarhoşluk olayını anlattım ama sözüm bitince içimden bir “Cız” sesi geçti. Ben o zaman bu işi bırakmayıp dadanabilirdim. Nitekim yaşdaşlarımdan öyle yapanlar oldu. Onu yapsaydım şimdi burada değil kimbilir nerede bir askeri birlikte olacaktım. Demek insanlar hareketlerini iyi ayarlarsa paçayı kurtarıyor, estiği gibi davranırsa gelecekte kaybediyorlar. Halamoğlu Hilmi benim gibi direteydi sanırım şimdi bir yüksek okulda olacaktı. Çünkü çok zekiydi, anne kardeşi olan Hasan Amcamın yanında Kırklareli Ortaokulunu çok rahat okuyacaktı. Belki ben de onun yardımıyla ara vermeden orta okula gidecektim. Birlikte sürdürebilseydik şimdilerde yüksek okullarda olacaktık. Ama arkadaş öğretmenlere kızıp okulu terketti. Şimdi soruyorum:

Kime etti? Yanıtı, kendi kendine! Dolaylı olarak da biraz da bana. Neyse ben bunu iyi hesaplayıp, hiç değilse bu kez yanılmamaya çalışmalıyım.

 

2 Ekim 1942 Cuma

 

Hüseyin Serin nöbetçi, kestirdi attı:

-İster kalkın, ister yatın; ben gidiyorum. Üstünüzden kapı kapanırsa karışmam. Kimsenin yatmaya niyeti yok, herkes kalktı. İlk kez en sona Halil’le ben kaldım. Derslikte gene Yeni Müdür sözü:

-Kim olacak? Yusuf Asıl herkese soruyor:

-Sence kim? İsmet Yanar, neredn aklına geldiyse “Çoban Mehmet! ”dedi. İsmet’e küfredenler olduğu gibi “Ağzına sağlık! ”diyenler de çıktı. Çoban Memet olmasa bile ona yakın biri olabililiği öne sürüldü. Bunu Sami Akıncı da savundu. Ancak Sami Akıncı bunu inandırarak yaptı. Dedi ki:

-Tüm öğretmenler askere alındığına göre okullarda kalanlar giderek azalıyor. Bize geşecek müdür bu azınlıktan seçilecekse bir “Çoban Mehmet” neden olmasın, Nurettin Biriz gelecek değildir herhalde?

Kahvaltıdan sonra atölyede biz dört arkadaş işlerimizi sürdürdük, öteki arkadaşlar önce araçsız gittiler sonra gelip araçlar aldılar. Eski bölmeler arasına ek bölmeler yapılıyormuş. Biz yalnız kaldık. Derslikteki konuşmalar tekrarlandı, Hasanoğlan anıları tazelendi. Harun Özçelik bir dilekte bulundu “Mustafa Güneri Müdür olarak gelmeli! Bir süre Mustafa Güneri üstüne konuştuk.

Öğle yemeğinde Öğretmen masalarında bir yabancı belirdi. Hepimiz kuşku ile baktık. Genç ama müdür olur mu olmaz mı? İlhan Görkey Öğretmenle konuştu. Namık Ergin Öğretmen gelince yabancı kalkıp Namık Öğretmenin elini sıktı. Bundan gelenin yapıcılık öğretmeni olacağı sonucunu çıkardık. Öğretmenler uzun oturdu, biz bir haber alamadan çıktık. Akşama dek çalışarak biz masayı çattık, Harun Özçelik-Yusuf Asıl tahtanın orta kontrplakını yetiştiremedi:

-Daha yarınımız var! diyerek paydos ettik. Dersliğe gidince öğledeki gördüğümüz kişinin gizi çözüldü. Gelen Arifiye Köy Enstitüsünden bir öğretmenmiş. Biz Hasanoğlan’dan dönerken onu orada gören olmuş. Ancak onun buraya neden geldiği öğrenilememiş. Namık Öğretmene sorulduğunda Namıl Öğretmen:

-Eski bir tanıdık, bana bir şey söylemedi:

-Geçerken şöyle bir oğradım, sizleri göresim geldi! dedi, diyerek Namık Öğretmen savuşturmuş. Bu da bir süre konu edildi. Tarih kitabını açıp Hz. Ali, oğulları Hasan-Hüseyin Muaviye kavgalarını, arkasından Emevileri okudum. . İspanya’nın alınışı ilgimi çekti. İ. S 732 yılında Tüm İspanya alınıyor. Oysa geçen yıl okuduk. , 1490 yıllarında İspanya geri alınıyor. 760 yıl orada kalan Müslümanlar orasını nasıl bıraktılar? Onlar orada tüm Osmanlı İmparatorluğundan daha uzun zaman yaşamışlar. Kendi kendime söylendim:

-Üzülmek istedikten sonra üzülecek çok olay var. Galiba bunlara üzülmek bir yarar sağlamayacak. Zaten adamlar daha alırken kendileri aralarınd kavdaya başlamışlar. İspanya’yı alan Tarık, az sonra başındaki komutanı Bin Nusayr tarafından hapse atılmış. Tarık’ın başarısını kıskanmış…Kendime sordum:

-Tarih dersinin de sıkıntı veren tarafları var. Halil’e bunu söyleyince Halil güldü:

-Sen iyi zamanlarında roman okuyorsun, oysa bugünlerde roman okuman seni daha çok rahatlatır, öyle yapsana! Arkadaşl haklı, öyle yapmaya karar verdim.

Akşam yemeğinde konuk öğretmeni gözlerimiz aradı. Gene Nahide Öğretmenden başka yemeğe gelen olmadı. Dersliğe dönünce önce Şaheserler antolojisinden Dostoyevski’nin Mahpus Kartal’ını, Viktor Hugo’nun Vaterlo’sunu, Zangoç Kazimodo’sunu. Alfred deVıgny’denKurdun Ölümünü tyekrar okudum. Bunları ikinci üçüncü okuyuşum . Bile bile okudum, gene de ilk okuduğu ölçüde üzüldüm. Okumaktan vazgeçtim. Geometri kitabını çıkarıp bir süre baktım:

-Ahmet Gürsel Öğretmen de giderse, benim bu kitaba, bu kitaba değil matematik isteğim tümden yok olacak! Bu üzüntüm hepsinin üstüne çıktı. Arka arkaya kolumu uzatıp saate baktım. Halil tekrar sordu:

-Üzülecek başka bir konu bulamadın mı? Buldum, şimdi o da gelecek derken yat zili çaldı. Acı da olsa güölüşerek:

- Ehhh, buna da üzülünmez! diyerek çıktık.

Yatınca rahatladım ya da ben öyle sandım. Dostoyevski hapis yatmış, Napolyon Bonapart 20 yıl tüm Avrupa devletlerini yenip krallarını devirdikten, bizim kanlı düşmanımız Rusya’nın başkentgini bile aldıktan sonra yenilmiş, sürgünde ölmüş. Sanırım yaşamda sonsuz kazanma diye bir şans yok. Mahpus Kartal, Kurdun Ölümü ya da okuma kitabımızdaki Esir Aslan öyküleri bize ders için yazılmış yazılar. Onlara üzülme yerine onlardan ders çıkarmak gerekecek. Birden Arifiye Köy Enstitüsünü anımsadım. Bugünkü gelen öğretmenin yüzünü anımsar gibi oldum. Okul Müdürü Süleyman Edip Balkır’ın bizi çağırdığı yemekte o da vardı, eşi de öğretmen. Eşi hiç konuşmadı ama bu öğretmen konuşmuştu. Namık Öğretmeni tanıması da bundan olacak. Çünkü Mustafa Güneri ile Namık Öğretmen'n arasın da oturmuştu. Eşi de Nahide öğretmenle sürekli iki ikiye konuşmuştu. İçim rahatladı, yeni yatmış gibi dönüp uyudum.

 

3 Ekim 1942 Cumartesi

 

Sefer Tunca “Çayları soğutmayalım, peyniri kokutmayalım! ”diyerek ranzaların arasında konuşarak gezindi. . Yusuf Asıl düzeltme(! ) yaptı:

-Peyniri soğutmayalım, çayı kokutmayalım! Buna başka sesler de karıştı: “Bayat şakalar, tatsız sözler! ”gibi küçümser sözler edilince! Sefer Tunca:

– Aman aman, ben gidiyorum işte;siz, bayat şakalarınıza, anlamsız sözlerinize devam edin(! )”deyip çıktı. Ben hazırlanmış, Halil’i bekliyordum. O gelince çıktık. Halil, yatınca düşündüğünü söyledi:

– Dün gelen kim olabilir? Böyle der demez ben de akşam aynı konuyu düşündüğümü, sonucu çözemediğimi ancak kişiyi tanıdığımı söyleyince Halil:

– Yapma, senin de tanımadığın insan yok galiba! deyip durdu. Arifiye’de kaldığımızda Okul Müdürününü yemeğini anlattım. Bu kez Halil:

– Dur dur, bu adam tarih öğretmeni, aynı zamanda Müdür Yardımcısıydı galiba! dedi. Neyse niçinini bilemiyoruz ama, gelen kişi gerçekten Arifiye’den geliyor. Acaba Müdür olarak mı geldi? Onemli olan bu! Dersliğe gidince arkadaşlara ikimiz birden açıklama yaptık. Bize:

– Şaka söylüyorsunuz, biz o kişiyi Arifiye’de görmedik! dediler. Halil’le kesin kararımıza karşın geri çekildik:

– Yanılmış olabiliriz!

Atöyledeki işimizi sürdürdük. Öğretmen masasını salt vernikledik. Öteki masalar da öyle yapılmıştı, iki kat renkli vernik yeterli oluyormuş. Harun’la Yusuf istedikleri genişlikte Kontrplak bulamadılar. Bir süre İrfan Öğretmeni bekledik. Paydos zili çalınca onlar da geldi. İşlerini bitirememişler ama, Salih Ziya Öğretmen, pazartesi devam edelim deyince İrfan Öğretmene teşekkür etmiş:

-İyi oldu çok kişisel işim vardı;deyince Salih Ziya Öğretmen de gülerek:

-Bu sıra hepimizin kişisel işleri çok, bu durum daha da artacağa benziyor! deyip, gülüşmüşler. Arkadaşlar bundan anlam çıkarmaya çalışmışlar. Bunu konuşarak bayrak törenine gittik. Akordiyon umuzlarımda tam marşa başlarken İlhan Görkey Öğretmenle Arifiye’li öğretmen dediğimiz birlikte çıktılar. Gelenin yüzüne bakınca iyice anımsadım, bu kesinliklle o, Halil Basutçu’nun tarih öğretmeni dediği kişi. O gece de tarihten söz etmişti. Ben geri çekildim. İlhan Görkey Öğretmen: Yeni tarih öğretmeniniz Enver Kartekin, Arifiye kardeş Köy Enstitüsünden geliyor. Tarih öğretmenliği yanında bundan böyle bizim okulun Eğitim Şefi olarak çalışacak! diye sözünü bitirirken Enver Kartekin gülümseyerek düzeltme yaptı: “Eğitim Başı! ”İlhan Görkey Öğretmen sözünü düzeltikten sonra ona dönerek:

-Onların ikisi de bizde olmadığı için karıştırıyoruz, bundan böyle doğrusunu söyleyeceğiz! dedi. Enver Kartekin bir adım ileri attı, Arifiye Köy Enstitüsünden selamlar getirdiğini söyledi. Kendisi daha önce İzmir Kızılçullu Köy Öğretmen okulunu kuranlardan olduğunu, burası üçüncü yuvası olacağını anlattı. Kısa zamanda toplanıp tanışacağız karşılıklı isteklerimizi sıraya koyup bundan böyle birlikte çalışacağız! dedi. İlhan Görkey Öğretmen işaret verince İstiklal Marşı’nı çok güzel söyleyip bayrağı çektik. Eğitim Başı sözü bize biraz acayip geldi. İdris Destan:

-Soğan başı! derdemez Ali Güleren:

-E. Başı! sözünü yapıştırdı. Ali Aga, birkaç arkadaş tarafından uyarıldı. Yemekte gözler öğretmenler masasındaydı. Enver Kartekin olduğunu yeni öğrenmeme karşın kişinin yüzü gözümün önüne gelip takıldı. Yüz, “Sürekli gülüyormuş gibi görünmesine karşın gülmeyen bir yüz . “Gülerken ısıran! ”dedikleri insanların yüzü böyle olsa gerek. Yemekten sonra:

-Eğitim Başımız bizimle ne zaman konuşma yapacak, bizden ne isteyecek? sorularını, Biz ondan neler isteyeceğiz soruları izledi. Bu arada nöbetçi arkadaşımız Sefer Tunca Eğitim Başı’mızın Lüleburgaz’a gittiğini duyurdu. İlhan Görkey Öğretmene gidip Yeni Bedir köyüne gitmek üzere izin istedim. İlhan Görkey Öğretmen kulağıma doğru eğilerek:

-Bu sana vereceğim son izin olabilir. Bundan sonra yeni yöneticiler kendilerine göre yeni bir düzen kurabilirler! deyince sordum:

-Siz de mi ayrılıyorsunuz? İlhan Görkey Öğretmen biraz acımsı gülümseyerek:

-Siz de mi ne dem? ek Önce Müdür Beyle ben, sonra da hiç kimse kalmamacasına tüm öğretmenler, hatta memurlar! deyip ekledi:

-Neyse ben uzağa değil geldiğim yere eski görevime, Kırklareli’ye, benim ki yakın! Ahmet Gürsel Öğretmeni sorabildim. “Eskişehir-Çifteler! ”deyince dizlerim çöker gibi oldu, dilimin ucunda olmasına karşın Fikret Madaralı Öğretmeni soramadım. Teşekkür edip ayrıldım. Hiç kimseye görünmeden Yeni Bedir’e dek hiçbir şey söylemeden, sanırım hiçbir soru sormadan gittim. Kamber Amcam bahçesinde oturuyordu. Beni uzaktan görüp tanımış, yaklaşınca:

-Gel bakalın yeğen, acı günlerin tatlısı beklendiği gibi güzel günlerin acısı beklenmez. Ama onlar beklenmese de gelir. Olayı duydum, bundan sonra bir süre sen gelip beni arayacaksın. Çünkü be n oraya sanırım çok uzun bir süre gidemem. Bu ayaklar beni oraya saptırmaz! dedi acı acı güldü. Sen bitirmiş olsaydın, “Tövbe! ”der hiç de gitmeyebilirdim; dedikten sonra:

-Senin üzüntünü arttırmak istemem ama ne yapayım, ben de gönülden sözüne inandığım bir dostu kaybetti. Bu bir Tanrı kayıbı olsaydı teselli bulmaya çalışırdım. Gece gündüz çalıştığına tanık olduğum birini böyle savurmaları akılla, mantıkla açıklanamaz. Yazık memletetin bu tür çalışkan, görev düşkünü insanlara, lanet olsun bu tür yanlış kararlar verenlere! . Yengem duydu, uyardı:

-Kamber Ağa, lanet yok, lanet yok! onlar da insan, insanlar hep yanılabilir, yanılmayan tek Allah’tır bunu unutma! Amcam gülerek:

-Peki Sultan, lanet sözümü geri aldım. Ötekileri de sen bana bağışla! gülüştüler. Yağmur onlara da zarar vermiş. Su kenarındakı mısırlarının yarısını çamura yatırmış. Köyde bazı komşulara daha büyük zarar vermiş. Sap-saman yığınlarına su girmiş. Yazın giren sular, samanları çabuk paslandırdığından kışa varmadan samanlar kokuyormuş. Kokan samanın yanındaki sağlam kalanını da hayvanlar yemiyormuş. Amcam konuşacak konu buldu, akşama dek konuştuk. Gene geleceğimi söyleyerek ayrıldım. Dönüşte de geldiğim gibi kendime yabancı gibi yürüdüm. Amcamın tepkisine şaştım. Belki de haklıydı. Dersliğe yönelirken Cavit Kafkas geldi, mektubu atmışlar. İçimden:

-İş işten geçti, dedim ama olsun, Müdür Bey için değer! Dersliğe girdim:

-Neredesinler arasında benim bildiklerimin çoğunu onlar da öğrenmiş. Fikret Madaralı Öğretmeni sordum. Savaştepe ya da Ladik gibi ikili yer söyledilerOnlar da Ahmet Gürsel Öğretmeni yanlış öğrenmişler, Isparta-Gönen dediler. Salih Ziya Büyükaksoy Öğretmen için Eskişehir-Çifteler dendi. Latif Yurtçu Öğretmen kendisi Elazığ’ gideceğini söylemiş. Faik Bakır Öğretmen de Seyhan-Haruniye, demiş. İrfan Evren Öğretmeni öğrenemedik. Namık Ergin Öğretmene sormuşlaNamık Öğretmen, gülerek:

– Beni unutmuşlar, burada saklanıyorum! deyip gülmüş. Selçuk Korol Öğretmen de unutulmuşlar arsındaymış. Nahide Akalın Öğretmen , öğretmenliği bırakacağını söylediği için yerine gelen olana dek kalacakmış. Sıkıntılarımız dağılır gibi oldu yeni şakalar başladı. Eğitim Başı, Duvarcı Başı, Marangozluk Başı, Tarım Başı. Tarım Başı sözü Besim İyitanır Öğretmeni anımsattı:

 

 

-O nereye gidiyor? Mehmet Yücel gülerek:

– Onu hiçbir yere gönderemezler, ona kimse zorla iş yaptıramaz! Bu tür konuşmalarla yat ziline ulaştık. Düne göre daha acı haberler duymamıza karşın gülmeler, takılmalar eski duruma girdi. Yatınca Ahmet Gürsel Öğretmenimi kaybetiğime çok üzüldüm. Bir ara ağlar gibi oldum, ağladım da sanırım:

– Bu, benim yüksek okula gitmemi de önleyecektir! diye düşünüp kendi kendimi üzerken nasılsa uyumuşum!

 

4 Ekim 1942 Pazar

 

Nöbetçi Sami Akıncı, onu aradılar. Sami erkenden kalkıp gitmiş. Sami kendi işini doğru yapan bir arkadaş, şakacılarla bu bakımdan pek anlaşamıyor. Ancak Sami okul Müdürü gibi, öteki öğretmenlerce de çok sevildiğinden onun üstüne kimse fazla gidemiyor. Zaten onun bir ayağı sürekli okul yöneticilerinin odalarında. Daha ilk yıl Müdür Yardımcımız Ömer Uzgil Öğretmenin başlattığı bu ayrıcalık sonraki yıllarda da sürdü. Tarım Öğretmenimiz Salih Ziya Büyükaksouy ile Fikret Madaralı Öğretmenler dışında bu ayrıcalık sanat öğretmenlerince bile benimsendi. Arkadaşlar Sami’nin nöbet listelerinde kendi sevdiği kızı hep kendi nöbetine aldığını eleştirmekten öter gitmediler. Bu nedenle:

– Sami, ne yapsa makbul sayılır! havası sürmektedir. Gerçekte de Sami, yapılması gerekeni yapmakta hepimizden daha beceriklidir. Çünkü karşı olduklarını iyi seçip değerlendirdikten sonra karşı olduğunu açıklar. Sami Akıncı’ya en karşı olanlaın başında ben olmama karşın Sami beni haklı bulduğu zaman özür dileyip geri çekilir. Bizim zıtlaşmamız daha çok derslerle ilgilidir. Daha doğrusu ilgiliydi. Ancak Hasanoğlan’a gittikten, özellikle de döndükten sonra Sami çalışmasını aksatmadan sürdürdü. Özellikle de Almanca’da bana göre büyük bir üstünlük sağladı. Bu yaz da Lise 2. Sınıf kitaplarını önceden alarak son sınıfa kendini iyi hazırladı. Ben Milli Oyunlarla, özellikle de akordiyonla uğraşırken o ders dağarını doldurdu. Bunu bildiği için bana daha yakın olmaya başladı. İstemeden kitap verişi, arada benim tarafımda görünmesi bundan. Sami’nin değişmeyen iyi tarafı:

– Çalışmayı sevdiği gibi çalışanların da yanında olmasıdır!

Dikkat ettim, bu sabah, Sami’nin arkasından kimse yorum yapmadı. Zaten daha önce yapılan nöbetine kız seçme işi bir yakıştırmaymış. Sonradan öğrendik ki, kızların listelerini ilk günden başlayarak Nahide Öğretmen yapmışAncak isteyenler aralarında günlerini değitirebiliyormuş. Böyle olunca bu işte birini suçlamanın bir anlamı kalmamaktadır. Kızlar kendi nöbet günlerini diledikleri gibi değiştiriyorsa kimin kime söyleyeceği olur?

Arkadaşların çoğu aklındaki soruları sorarak birer ikişer çıktılar:

-Faik Bakır Öğretmen nereye gidiyor? Besim İyitanır neden gitmiyor? Bergüzar Öğretmen nereye gidiyor? Namık Ergin Öğretmen kalacak mı? bu tür soruların çoğuna yalan yanlış yanıtlar verilerek dersliğe gidildi. Banyo saati tahtaya yazılmış, onu öğrenip kahvaltıya gittik. Gözlerimiz öğretmen masalarında. Nahide Öğretmen gene tek başına kahvaltı yaptı. Neyse ki onun kızları var, sık sık yanına gidip konuşuyorlar. Hilmi Altınsoy öğretmen masasına bakarak:

-Bu güzel öğretmen bu kızları bırakıp gidecek. Yerine çirkin biri gelirse bu kızlar o zaman ne yapacaklar? dedi. Yusuf’un karşılığı ilginç:

-Çirkin öğretmen olmaz, öğretmenler kendini derip toparlar, kendilerini güzel gösterirler. Sen öğretmenleri kendi köyündeki karılar mı sanıyorsun? Hilmi çok fena öfkelendi. Yusuf’a:

-Sen bunları benim anamı düşünerek söylüyorsan ayıp ediyorsun;benim anam dünyanın en güzel kadınıdır! Mehmet Aygün ayağımı dürttü:

-Yavaşça güzellik kraliçesi kimdi? ”diye sordu. Güzellik kraliçesi olarak bir zamanlar resimleri köy kahvelerine asılan Keriman Halis vardı. Onu anımsadım, yavaşça:

-Keriman Halis! dedim. Mehmet Hilmi’ye annesinin adını sordu. Hilmi bana dönerek:

-Siz ikiniz bana oyun hazırlıyorsunuz ama bunun içinde benim anam var, karışmam ha! dedi. Ben:

-İşin içinde analar olunca ben o şakalarda yokum, benim anam öldü, ben onun üstüne konuşulmasını asla istemiyorum! deyip sustum. Susmama karşın birden boğazımda bir şişkinlik duydum, boğazım bir süre tıkanır gibi oldu. Öylece durdum. Arkadaşlar da sustular. Hiç konuşmadan masadan kalktık. Kapıdan çıkınca sordular:

– Ne oldu birden bire sustun? Bazan böyle olduğumu söyleyip konuyu geçiştirdim. Oysa düpedüz annemi anımsamış, burnumda acı sular belirmişti. Boğazıma akan o suları bir süre yutamadım.

Dersliğe kouşmadan döndük.

Sınıfın yarısı sabah yarısı öğleden sonra banyo yapacak;ben öğleden sonraki gruptayım öğleye dek atölyede akordiyon çalmayı tasarladım. Arkadaşlarla konuştukça kendimi üzüntüye sürüklüyorum. Müzik parçaları beni daha rahatlatıyor. Uzun süre çalıştım, boynumun ağrıdığını duyumsayınca başımı sağa sola oynatırken Sami Akıncı kapıyı açtı:

- Müdür Bey seni çağırdı, odasında! dedi. Birden yüreğim hopladı. Aklımdan çıkaramadığım olay sonunda aydınlanacak, dilerim acı bir sonuç değildir! diyerek Sami ile birlikte gittim. Ben kapıyı vurmak için hazırlanırken Sami benden önce vurdu girdi. Azıcık şaşırdım:

- Ya cezamı Sami’nin yanın söylerse? İçeri girince Müdür Bey yerinden kalktı gülümseyerek:

- Duydunuz, ben ayrılıyorum, senin Kamber Ağa ile görüşemedim sevgilerimi selamlarımı söyle onu unutmayacağım! (Eliyle masasını göstererek):

- Bir de şunu bana nasıl açacaksın, görelim bakalım. Güzel bir şey bozulsun istemiyorum. Ancak içinde alacaklarım var, buna ne yapabileceksin? deyip çekmeli dolabın kenarına elini koydu. Gösterdi. Dolap kilitli;güzel kabartmalı bir dolap. Bir an durdum. yanlarına baktım. Az öne çekip arkasına baktımArkası çakılmış kontrplak: -Arkasını çıkarırsak boşaltır gene çakarız! dedim. Müdür Bey gülerek:

- Aklınla yaşa! açabilirsen memnun olurum! diye ekledi. Koşarak atölyeden çekiç, iskarpela, kerpeten alıp geldim. İlhan Görkey Öğretmen de gelmiş, beni görünce: “Bak işte usta ona çare bulacaktıkır! deyip güldü. Sami’yle dolabı ileriye çekip yeterli aralık açtıktan sonra fazla kırık-dökük yapmadan arkalığı çıkardım. İçerde kutular varmış, Sami kutuları masanın üstüne koydu. Müdür Bey İlhan Göykey Öğretmene:

- Çok mühim değil ama kimi mektuplarda şahsi görüşmeler olmuştur, onları ayıklayayım! dedi. Ben, elimdekilerle kapıya yönelince Müdür Bey:

- Dur gitme, nasıl açtınsa gene öyle kapat, gelecekler ona da bir çare bulup açarlar! dedi. Ben kapının yanında beklerken Müdür Bey çabuk çabuk kutuları boşaltıp içlerinden birer ikişer zarf aldı. Zarflardan birini açıp İlhan Görkey Öğretmene:

- İlhancığım al sen de gör! dedi. İlhan Görkey aldı okudu. İlhan Görkey Öğretmen dudak bükerek:

- Şimdi böyle oldu, demek? Yazıklar olsun! dedi. Bakıştılar. İlhan Görkey Öğretmen mektubu Müdür Beye verdi. Müdür Bey de zarfı az ileriye iterek yazıyı elinde sıkarak az ileriye bıraktı. İlhan Görkey Öğretmene:

- Bu da öyle diye bir başka zarfı gösterdi. Ancak o zarfı İlhan Öğretmene vermeden masanın üstünde atıverdi. İlhan Görkey Öğretmen odasında yemek hazırlatmış Müdür Beyi buyur etti. Müdür Bey teşekkür ederek gitmek üzereyken bana:

- Senin yazıların da burada bir yerde olacaktır, ben onları işleme koymadım, bak bulursan al! dedi. Onlar gidince ben tüm mektup kutularını birer birer aradım. Defterlerim büyük olduğu için mektup zarflarından faklıydı, Kesinlikle orada yoktu. Bu arada Müdür Beryin sıkıp attığı mektubu alıp araştırmayı sürdürür gibi yaparken Sami kapı yanından gelip Müdür Beyin İlhan Görkey Öğretmene gösterdiği mektuba aldı. Sami aldığım mektubu arayıp, üstünde duracak kuşkusu içinde bir bakıma ben ezilirken Sami elindeki mektubu göstererek:

- Yazık vallahi, işin doğrusu bu değil, çok yazık! dedi. Sordum

- Sonra anlatayım! deyip mektubu masa üzerine bıraktı. Ben kutuları bir daha boşalttım, Sami’yle birlikte teker teker benim defterlere baktık. Bu arada zarfları, dosyaları çok düzgün olarak kutulara yerleştirdik. Müdür Bey geldi. Kutuları düzgün görünce bize teşekkür etti:

- Size her zaman güvendim, dilerim daha ilerilerde de karşılaşıp bu karşılıklı güvenlerimizi sürdüreceğiz. Öğrenci öğretmen ilişkileri çok başka oluyor. Biliyorsunuz Müfettiş Hayrullah Bey benim öğretmenimdi, şimdi ise ağabeyim;biz sahiden ağabey-kardeş gibiyiz. İşte bu akşam ben onun evine babamın evi gibi gidip dayanacağım. O bana . “Neden geldin? diye bakmayacak, kesinlikle, nerede kaldın? Neden geciktin diye çıkışacaktır. Bu da çok güzel bir olay. Dilerim siz de bu güzel ilişkileri sürdüreceksiniz! Müdür Bey yazılarımı sordu, bulamadığımı söyleyince:

- Ben onları sonradan önemsemedim, ortadan kaldırmış olabilirim. Kusura bakmazsın emi! dedi. Üzüldüm ama belli etmemeye çalıştım. Kutuları yerleştirme işimiz bitince Müdür Bey :

- Bu işte tamam! Deyince ben çıkardığım çivileri yerlerine çakarak eski durumuna getirdim. Dolabı yerine çektik. Müdür Bey teşekkür etti, arkadaşlara selam söylememizi tembihledi. Ayrıldık. Sami dersliğe ben atölyeye gittim. Çok üzüldüm. Müdür Beyle kon uşurken hiç üzülmüyordum, ayrılınca onu gene kaybetmiş gibi oldum. Yazımın bulunmamasına da kaygılandım ama üzüntüm kesinlikle ondan değil. Atölyede tutunamadım, dersliğe gidip Sami Akıncı’yla konuşmak istedim. Sami’nin artezyene doğru gittiğini söylediler. Arkadaşlar gülüşerek:

- Elinde Matematik kitabı vardı logaritme cedveli ezberliyor! dediler. O tarafa gittiğimi belli etmeden Öğretmen Evleri aralığından dereye indim. Sami bir tümseğe oturmuş, öyle gelen-geçen arabalara bakıyor. Elindeki kitap logaritme falan değil, Kırklareli gazetesi Yeşilyurt. Yazılar var. Kepirtepe Köy Enstitüsü’nde neler oluyor? Gazeteyi alıp sordum:

- Neler oluyormuş? Sami ağlamaklı bir sesle:

-Okumadım ama neler olduğunu ben biliyorum:

- Müdürümüze de öğretmenlerimize de bize de yazık ettiler!

dedi. Sormadan mektuptan okuduklarını anlattı. Mektubu İlkÖğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç yazmış. Kardeşim Nejat İdil, diye başlayan mettupta, bizim müdürümüzün çalışmadığından, başarısız olduğundan söz ediyormuş. Seni bir başka yerde denemek istiyoruz, orada başarılı olursan istediğin yerlere gene veririz! ”diyormuş. Sam’yi hiç böyle görmemiştim. Bir süre ben de yanına oturup sustum. Biz böyle sessiz otururken bir grup küçük sınıf öğrencisi geldi. Neden oturduğumuzu soranlar oldu. Birisi de şiir mi yazıyorsınız diye sordu. Bu şiir yazma sözüne Sami güldü. Sami’nin gülüşü beni de rahatlattı, çocuklarla birlikte okula döndük. Dersliğe girince benim Sami’yi kandırıp Yeni Bedir köyüne götürdüğüm öne sürüldü. Bu kez de Sami sordu: “Benim neyim eksik? Kel miyim fodul muyum Yeni Bedir köyüne neden gidemeyeyim? Sami’nin bu tür savunması da hoşuma gitti. Oldukça rahatlamış olarak bayrak törenine çıktık. Töreni öğrenci öğrenciye yaptık. Okulda tek öğretmen Nahide Akalın vardı törene o da çıkmadı. Dağıldıktan az sonra soluk soluğa Namık Öğretmen geldi. Töreni yaptırdığım için bana teşekkür etti. Yavaşça:

- Ben de sizin adınıza Müdürümüz Nejat İdil’i yolcu ettim! dedi. Hemen aklıma takıldı, sordum:

- Otobüsle mi gitti? Namık Öğretmen “Otobüsle! ” deyince yüreğim hopladı. Biz Sami’yle yol gözetlerken geçen bir otobüs durur gibi oldu, biri pencereden bize el salladı. Hiç bir şey düşünmeden o yolcuya biz de yanıt verdik, el salladık, güle güle! ”dedik. Demek o Müdürümüz Nejat İdil’miş. Besbelli çok emek verdiği artezyeni son kez görmek için baktığında bizi de görüp el salladı. Bu da bizi sevindirdi. Sami çok sıkı ağızlı mektup okuduğunun söylenmesini istemiyor. Bu da benim beklediğim bir tavır;o istese bile ben söylenmesi taraftarı değilim zaten. Bir çok arkadaş Müdür Beyin bugün okula gelişinden bile habersiz. ”Görür gibi oldum! ” diyenler çıktı. Bunlara:

- Düş görüyorsun, kendini Forsa mı sandın? Bari “Turgut! ” diye haykırsaydın diye Ömer Seyfettin’in ünlü Forsa öyküsünü anımsatanlar çıktı. Öyküde kırk yıldır tutuklu bulunan yaşlı Forsa öyle yapar. Hele bugün gitmiş olmasından sahiden hiç mi hiç haberleri yok? . Ben, yarım ağızla:

- Otobüse el salladık! falan diyorum ya kimsenin inanası gelmiyor. Besbelli, Okul Müdürünü otobüse binmez bir varlık olarak düşünüyorlar. Oysa o da bir insan. Az önce odasında bir yabancı gibi durduğunu görür gibi oluyorum. Ne var ki, bunu arkadaşlara söyleyemem. Hele o mektubu alıp İlhan Görkey Öğretmene:

- Şuna baksana sen, bu ne bu? deyişi, arkasından gücenik bir sesle:

-Reva mı? ” deyişi ne denli üzgün olduğunu gösteriyordu. Sami’yi düşündüm, sevgiler ölçülmez ama sanırım o Müdür Beyi hepimizden çok seviyormuş. Konuşmuyor, sürekli susuyor ya içinden kesinlikle ağlıyordur.

- Ahmet Gürsel Öğretmenle Fikret Madaralı Öğretmenin okula gelmemeleri ilgimizi çekti. . Hüsnü Yalçın onlar için:

- Onlar evli, aileleri var, evlerini toplar, yolculuk hazırlığı yaparlar. İşlerini yoluna koyunca kesinlikle geleceklerdir! gibi uyarılarda bulundu. Eğitim Başı geldi gitti, o da belki ailesini alıp gelecektir. Arkadaşlar haklı olarak, burada ev tutmadan ailesini getirir mi? Belki ev tutmuştur. Diyenlere Namık Öğretmenle tanışık olmaları nedeniyle, ondan rica etmiştir yorumları yapıldı. Bu tür konuşmalarla okuma saatini doldurup, belli sözleri tekrarlayarak yattık.

Yatınca kendime döndüm, benim defter yırtılıp atıldıysa üzülmem ya başka bir dolapta öğretmenlere verilmek üzere hazır olarak bırakıldıysa o zaman ne olacak? Kendimce güzel yanıtlar buluyorum. Bir kez yazılarımda öğretmenler için kötü sözler denmişti. Kötü söz yok ama adı geçen öğretmenler var. Onlar da şu durumda okuldan ayrılmış bulunuyorlar. Olsa olsa yeni gelen müdür, o defteri saklar, ilerde bir kusurumu görünce çıkarabilir. Öyleyse bundan böyle hiç kusur işlememeliyim! Birden aldığım mektupları düşündüm. Bu bir hırsızlık mı sayılır? Neden hırtsızlık olsun? Ortaya atılmış kağıtlar, onları şimdi hiç kimse bilmiyor. Müdür Bey attığına göre onunla da bir ilgisi kalmamış durumda. Gene de elimde tgutmamın zararlarını düşündüm. Kesinlikle kimseye söylememeliyim. Anlatırsa Sami Akıncı anlatsın. Mejktubun biri bana zaten Sami anlattı. O bunu inkar etmez. Gene de rahatsız oldum. En iyisi kısa zamanda tuvalet çukuruna atmak!

 

5 Ekim 1942 Pazartesi.

 

İbrahim Ertur arkadaş nöbetçi, uyarıda bulundu:

-Bizim sınıf bu hafta Tarım nöbetçisi, haberiniz olsun, Besim İyitanır Öğretmen gelmiştir! Karşılık verildi:

-O bir yere gitmiyor mu? Bu söz söylenir söylenmez kapıya sert bir sisimle üç kez vuruldu. Ben Namık Öğretmen olabileceğini düşündüm. Çünkü okulda o vardı. Doğru bilmişim, az sonra onun sesi geldi:

-Ne o öğretmen tayin komisyonu mu kurdunuz? Bari beni de gönderin ki, rahat rahat yatasınız! dedi. Utanarak Namık Öğretmenin yanından geçtik. Derslikte oldukça sert tartışmalar oldu. Arif Kalkan:

-Sınıfın adını kötüye çıkarıyorsunuz, sizin boşboğazlığını yüzünden öğretmenlere karşı mahcup oluyoruz! dedi. Bekir Temuçin biraz sertçe:

-Bana mı söylüyorsun? ”diye çıkışınca bu kez Arif Kalkan sinirlenerek:

-Sana çıkışacak olsam tutar yakandan yüzüne söylerim, ben tek kişiye değil topluluğa söylüyorum. Onlar kendilerini bilirler! dedi. Bekir’e dönerek:

-Şuna bak, benden hesap soracak, sen kim oluyorsun da önüme çıkıyorsun? deyip Bekir Temuçin’i eliyle itti. Yakup Tanrıkulu Arif’i, Abdullah Erçetin Bekir’i tutup çekti. Gergin bir hava içinde kahvaltıya gittik. Kavgacılarla bizim masada kimse ilgilenmedi. Konu:

-Tarım nöbetimizde yapacağımız işleri sıraladık. Ben tam bilmemekle birlikte kendime göre bir sıra yaptım: Mısırları toplayıp saplarını kuruluğa alırız, Tarlasından köklerini toplayıp toprağı temizleyebiliriz. Patatesleri çıkarabiliriz. Fasulyeleri toplar, saplarını kenarlara yığar kazıklarını bir korunağa koyabiliriz. Kabakları toplayıp tarlasını temizleyebiliriz. Hilmi Altınsoy gülerek:

-Yeter Abi, bunları hep biz mi yapacvağız, bu okulda daha kaç yüz öğrenci var? deyince Mehmet Aygün Hilmi’ye okulda şimdi kaç öğrenci olduğunu sordu. Hilmi 300 deyince, Mehmet başıyla hayır işareti yaptı. Hilmi bu kez de 290, dedi. Mehmet 260’a inene dek, başını atıp 260 deyince:

-Evet! dedi. Hilmi biraz pişkince gülerek:

-İyi, böylece okulun öğrenci sayısını öğrendim! Yusuf Asıl bu kez:

-Oğlum Hilmi bu kez de okulun öğretmen sayısını söyle! Hilmi az durdu gülerek:

-Babacığım, ben bunu bilemiyorum, galiba bugün bir öğretmeni var, fazlası varsa sen söyle! dedi. Hilmi’nin yanıtını beğendiğimizi söyleyerek kalktık. Kahvaltıdan çıkarken Namık Öğretmenin beni çağırdığı söylediler. Koşarak gittim. Namık Öğretmen benim çalışma saatlerinde Marangozluk atölyesinde durmamı, gelen-gidenle ilgilenmemi, paydoslarda kapıyı kapatmamı söyledi. “İrfan Öğretmenin gelişi biraz gecikebilir! ”dedi. Böylece İrfan Öğretmenin ayrılmadığını öğrenmiş oldum, buna derecesiz sevindim. Namık Öğretmene sı nıfımızın Tarım Nöbetinde olduğunu söyleyeme başlarken o:

-Biliyorum, Besim Öğretmenin de haberi var, İlhan Görkey Öğretmene not verildi, sen benim dediğimi yap! deyip ayrıldı. Arkadaşlar Tarım binasına gittiler. Biraz sevinir gibi oldum ama, yalnız kalınca gene okulun değişen durumunu anımsayıp üzüldüm. Bir saat kadar bekledikten sonra kitaplığa baktım, açıkHaşim Nehir’le8. sınıftan Celil Altın nöbetçi. Onlardan kitap istedim. Celil Altın bana:

-Abi biz bilemeyiz, yeni nöbet aldık, sen bak! dedi. Edebiyat diye yazılmış bir sıra kitabı gözden geçirirken Ruzname yazılı bir kitaba gözlerim takıldı. Çektim Salavenin Ruznamesi. Georges Duhamel çabuk okunacak boyda bir kitap. Alıp atölyeye döndüm. Okumaya başladım. Baktım benim anladığım ruzname ile ilgisi yok ama gene de adamın biri günlük düşüncelerini yazmış. Benim gibi o günün tüm düşüncelerini değil belli bir olayı yazmış, bir bakıma da o günün bir olayını öyküleştirmiş. Örneğin bir kurumda çalışan memur, her zamanki gibi işlerini sürdürürken o gün nasılsa, kurum müdürünün evrak imzalamasını beklerken elini uzatıp müdürün kulağını tutmuş. Adam bunu içinden gelen bir istekle yapar. O anda bunun ayıp ya da yanlış bir davranış olduğunu düşünmez. Doğal olarak hemen işinden atılır. Atılır ama o gene bunun ayırdında değil gibi davranır. Haksızlığa uğradığını düşünür. Aklım almadı, o güne dek bu tür bir salaklık yapmayan insanın bugün neden yaptığını anlayamadım. Acaba onun aklı bugün mü ters çalışmaya başladı? Yoksa delilikler böyle mi başlıyor? Babam delileri iki gruba ayırır:

-Anadan doğma olanlar, sonradan oynatanlar! der. Doğuştan olarak bizim köyün delisi Ramadan’ı gösterir: ”

-Ramadan, anadan doğmadır, o çocukluğunda da tevekkeleydi, der. Sonradan olanlara da “Melek Dede” olarak anılan bir yaşlıyı gösterirdi. Melek Dede, herkes gibi çalışıp komşularla çok iyi ilişkiler sürdürürken Balkan Savaşı başlamış. Bulgar Ordusu Trakya’tı talana kalkınca halk Anadolu yakasına göçe başlamış. Bizim köyün büyük bir bölümü Tekirdağ’dan vapurlarla Mudanya ile Bandırma beldelerine taşınmış. Ancak bir vapur Tekirdağ-Ereğli’de batmış. Bu batan gemide Melek Dede’nin eşi, gelini torunları batmış. Aynı günlerde askerdeki oğlunun da şehit kaydı gelmiş. Melek Dede bu olaydan sonra böyle bir değişikliğe uğramış. Kimseyle konuşmaz, konuştuğu zaman da daldan dala atlayan sözler söyler. Hiç yoktan küfürler savurur. Kimseye bir zarar vermez ama kimseye de bir değer vermez. Günler boyu eşeğine binip kırlarda dolaşır. Evine kimseyi sokmaz. Kapıları, pencereleri hep kapalıdır. Bahçesini yüksek çitle çevirmiştir. Bahçesindeki sayısız meyve ağacından meyveler dökülüp yerlerde çürür de kimseye vermez. İsteyenlere dirseğini gösterir. Çalmaya kalkışan olursa öldüresiye taşlar atar. Çocuklara atmak için yığınla taş toplamıştır. Zaten yıllardır hiçbir çocuk böyle bir girişimde bulunmamıştır. Başlangıçta olan bu çıkışların söylemleri giderek abartılıp yaygınlaştığından hiç kimse onun bahçesine bakmaz, bakamaz. Yolu bizim kahvenin önünden geçer. Babam, uzun süre muhtarlık yaptığından, ona Muhtar Ağa der. Oysa babam muhtarlığı bırakalı 16 yıl olmuştur. Genellikle kahve önünden geçerken elini başına götürerek selam verir. Beni babamın yanında görünce gülerek:

-Tosunu büyütüyorsun AĞA deyip gülümser. Yalnız gördüğünde ise beni tanımaz bile, her çocuğa baktığı gibi kaşlarını kaldırarak, suçluymuşum gibi bakar.

Müdürünün kulağını yumuşak mı değil mi diye tutan kişi nasıl bir deli ki? Yoksa o zamana dek kulak görmemiş biri mi? Kulaklar ona neden birden bire ilginç geldi? Kitap bana çok önceleri okuduğum Knut Hamson’un Açlık kitabını anımsattı. Bu kitabın Fransızca’sı ciltlerce sürüyormuş. Ben üç öykü okudum. Kitabı Türk Şiirinin 5 ünlü Hececi şaririnden biri olan Halit Fahri Ozansoy çevirmiş. Ünlü bir şairmiş ama ben hiçbir şiirini anımsayamadım.

Atölyeye hiç kimse gelmedi. Arkadaşlar bunu duysa çatlar. Onlar benim kimbilir nasıl yorucu bir işte çalıştığımı sanıyorlardır.

Öğle yemedinde Eğitimbaşımızı gördük. Sürekli bizim tarafa baktı. Eğitimbaşı, ne dersler veriyor acaba. Adında Eğitim sözü olduğuna göre Öğretmenlik bilgisi derslerine gelebilir. Esas dersi tarihmiş. Yemek yerken içimden gene üzüldüm. Müdürümüz uzun uzun düş kurmuştu: “

-Önümüzdeki ders yılında haftanın altı günüde karşılaşabiliriz ya da ikişer saate çevirip üçgüne indiririz. Ruso, Pestalozzi, Herbart, Fröbel daha birçok eğitimcinin öne sürdüğü görüşleri inceleyeceğiz! diyordu. Oysa dediklerinin birini bile yapamadık. Ne denli üzgündü ki, topluca bir konuşma yapmadan kaçar gibi gitti! Bunları düşününce burnum sızlıyor. Yoksa göz yaşlarım burnuma mı akıyor ?

Hilmi Altınsoy sessizliğimden kuşkulanmış:

– Abi çok yorucu bir iş mi yaptın? diye sordu. Bugünkü işim konusunda düşündüğümün tersini yaptım, olayı doğruca söyledim:

-Hiçbir iş yapmadım, atölyede öylece bekledim. Namık Öğretmen:

– Yeni gelen Marangozluk öğretmeninden söz etmişti, onu bekledim ama gelmedi. Belki öğleden sonra gelir! dedim. Arkadaşların gözleri de benim gibi belli etmeden Eğitimbaşın’a bakıyorlar. Mehmet Aygün Hasan Üner’e takıldı:

– Sen de büyüyünce böyle bir tip olacaksın! Güldük. Yusuf Asıl hemen ekledi:

– Hasan Üner, küçük Eğitimbaşı!

– Yemekten kalkınca gölgeliğe uğradık. Ben satranç oynayanlara bakarken arkamdan Eğtimbaşı gelmiş, görünce birden çekindim. Eğitimbaşı çekinişimi yersiz buldu sanırım, :

– Rahatsız olmayın, ben şöyle bir görmek istedim! deyip yürüdü. Satranç oynayanları göstererek:

– Sadece iki takımınız mı var? diye sordu. Cavit Kafkas yanıt verdi:

– Bu iki yakımı da biz kendimiz aldık! deyince Eğitimbaşı alnını kırıştırıkp Cavit’e bakakarak:

– Öyle miiiii? dedi. Arkasından da .

– Öyleyse en kısa zamanda bunu ona çıkaralım, satranç güzel bir oyundur! deyip gitti.

Namık Öğretmeni görünce sordum, Namık Öğretmen gülerek:

-Ne o canın mı sıkıldı, ben memnun olacağını sanmıştım, çok sıkılırsan değiştiririz. Sen orada bir iki gün daha kalabilirsin. Halis Beyi bekliyoruz, bugün yarın burada olması gerekiyor. Bu ay başında göreve başlamısı zorunlu! dedi. Akordiyon çalıp çalamayacağımı sordum. Namık Öğretmen:

-Sen oranın sorumlususun, kapatıp gitmenin dışında istediğini yaparsın! dedi. Olayı iyice anlamış bulundum. Buna çok sevindim. “Bugün akordiyon, yarın yine bir kitap! ”deyip atölyeye girdim. Müdür Beye verdiğim defterde neler vardı? onları düşündüm. O günler olan olayların anımsadıklarımı yazabilirim. Örneğin mayıs ayı boyunca haftanın üç günü marangozluk atölyesinde Öğretmen Evleri çatılarını yerde hazırlamış, diğer günlerini de tarım bahçelerinde ekim-kazım işlerini sürdürmüştük. Bunları arkadaşlara da sorarak bir ölçüde tamamlayabilirim. Bağı kazdık, sebze bahçelerinden bir bölümünü ektik bir bölümünün de ilk kazımını yaptık. Ahmet Gürsel Öğretmen iki kez geldi, geçmiş konulardan anımsatmalar yaptırdı: 1. 2. dereceden bilinmeyenler, özellikle karekök alma, üçgen, dörtgen, daire üstüne teoremlerle alan, cisim , yükseklik ölçüleri, bunlar üstüne kurulmuş teoremleri gözden geçirmiştik. Bundan çokça unutulanları tatil sürecinde tekrarlamak üzere karar vermiştik. Yazık ki o karalar uygulanamadı. Ahmet Gürsel Öğretmen birkaç kez geldi, bizim sınıfın önemli atölye işleri nedeniyle o çalışmalar yapılamayınca Ahmet Gürsel Öğretmen de söz konusu çalışmaları, dersler başlamadan önceki, 1-15 Ekim günlerine bırakmıştı.

Aynı çalışmaları Fikret Madaralı Öğretmenle de başlatmıştık. Fikret Madaralı Öğretmen Mayıs ayı boyunca gelmekte direndi. İlk iki haftasında bize bir kitap okudu:

-Bir Öğretmen Anlatıyor: Kitabın yazarı Zuhuri Danşman adlı bir öğretmendi. O da tıpkı Fikret Madaralı Öğretmenin ilk yıllarında olduğu gibi(Gene öyle oldu işte)oradan oraya sürülmüş, çalışmaları hep engellenmiş. Engelleyenler gene kendisi gibi öğretmenlikten gelmiş yöneticilermiş. Fikret Madaralı Öğretmen öteki iki günün birinde günlük gazeteleri tanıttı. Ankara’da çıkan Ulus gazetesinde sürekli yazan yazarları tanıttı. Falih Rıfkı Atay, Ahmet Şükrü Esmer, Nurullah Ataç, Yaşar Nabi Nayır, Nurettin Artam, Burhan Belge

İstanbul’da çıkan, Cumhuriyet, Sonposta, Akşam, Tan, Tavsiriefkar, Vatan gazeteleriyle bu gazetelerin belli başlı yazarlarını tanıttı. Özellikle, Yunus Nadi, Hüseyin Cahit Yalçın, Ahmet Emin Yalman, Necmettin Sadak, Peyami Safa, Mahmut Yesarı, Burhan Felek, Zekeriya Sertel. Sabiha Zekeriya Sertel…. Fikret Madaralı Öğretmen bir günde bize aylık, 15 günlük, haftalık çıkan dergileri tanıttı, Varlık, Yarım Ay, Yeni Adam, Ülkü dergilerini tanıttı. Yazılar okudu, yazarlarını tanıttı. Bir de örnek gösterdi. Varlık 1 Haziran 1935-Sayı 46

VARLIK-Onbeş Günlük-SANAT ve FİKİR MECMUASI-Bu Sayıda: Yaşar Nabi, Burhan Ümit, Ferudun Fazıl, Yakup Sabri, Reşat Ekrem, Mahmut Ragıp, Behiç Enver, Samed Ağaoğlu, Şevket Hıfzı, A. Gaffar, Orhan Şaik, H. L. Lenormand…(15 kuruş ) Öğretmen dergiyi sallayarak: “Bu dergiyi ilk çıktığından beri, yani sekiz yıldır sürekli okuyorum. Şu elimdeki sayıyı örnek için seçtim, yeni gibi göründüğüne bakmayın yeni değil tam yedi yıllık. Dergiler, gazetelerden farklıdır. Dergilerde çıkan yazılar sanat özelliği taşır, benzerleri kolay kolay bulunmaz. Çünkü onları düşünen, sanatsal alanlarda emek tüketen değerli insanlar yazar. Onları biriktirip gene gene okursanız, size daha yararlı olur. İşte bunun için ben bunları, ceketim-pantolonum gibi öteki eşyalarımın arasına katıp gittiğim yerlere taşırım. Kendinizi buna alıştırın. Ne iyi ki siz benim gibi gezmeyeceksiniz;biriktirdinizle kısa zamanda kitaplık sahibi olabileceksiniz.

Varlık Dergisi’nde sürekli yazan Yaşar Nabi Nayır, Sabri Esat Siyavuşgil, Sait Faik Abasıyanık, Cahit Sıtkı Tarancı, Ziya Osman Saba, Yeni Adam’dan İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Hüsamettin Bozok, Ülkü Dergisi’nden Hıfsırrahman Raşit Öymen, İbrahim Alaettin Gövsa, Behçet Kemal Çağlar gibi yazarları tanıtmış kitaplarını önermişti. Biz bu önerileri sürdürebilecek miyiz?

Ruznama’nin üçüncü öyküsünü de okudum. Doğrusu son ikisi o denli ilginç değil ama belli, bir kişinin nasıl yanlış düşüneceğine güzel örnek. Sanırım birincinin de bana göre, en ilginç tarafı şimdiye dek hiç aklıma gelmeyen bir başkasının kulağını yoklaması. Kendi kendime güldüm:

-Şu yeni gelen Eğitimbaşının kulağını yoklasam ne yapar? Bunu düşünmek bile tehlikeli;gene de buraya yazıyorum. Buraya yazıyorum, gene biri bunu okuyup i, lgililere duyurursa başıma neler gelir? “Dedim ama yapmadım! ”demek beni kurtarır mı? :

-Yok, bir de yapacaktın? deyip kovarlar. Köye dönersem, babama ne söylerim. Birden ürperdim: “Başıma dert mi arıyorum ben? . Neden bir arkadaşın kulağı değil de Eğitimbaşının? . Neden Röslein’in değil? onun kulağını tutsam sarınırım bırakamam! Elimi tezgaha vurup kendimi uyardım:

-Deli miyim ben? Akordiyonu çıkardım. Tezgahın üstüne oturup ayaklarımı bir süre salladım. Eğitimbaşı çıkıp gelebilir. Ne rastlantı, Hasanoğlan’da çadır nöbetimde Çoban Mehmet geldiğinden iki gün sonra gelmiş benimle konuşmuştu. Ne var ki o zaman yatakhanede nöbetçiydim. Çoban Mehmet akordiyonu çok sevdiğini söylemişti. Bir de bakmışım Eğitimbaşımız da çıkıp geliyor, o da akordiyonu sevdiğini söylüyor. Ancak burası marangozluk atölyesi, aynı tepkiyi göstermeyebilir. Toparlanıp akordiyonu yerine koydum. Nemık Öğretmenin sözünü ettiği Halis Bey belki akordiyonu atölyede istemeyecektir. Kendi kendime konuşarak kapıyı açıp dışarılara baktım. Nöbetçiler gölgelikte, yanlarına gittim. Tam gittim, içlerinden biri arkasını okul binasına dönerek: -Eğitimbaşı bizi gözetliyor! dedi. Hiç bakınmadan atölyeye döndüm. Eğitimbaşı Müdür odasından bakmış olacak. Belki de okul Müdürü vekili o. Atölyeye girdim. Bu kez notaları yayıp baktım. İçlerinden bazılarına neredeyse unutacak kadar yabancılaştığımı anladım. Çok sevdiğim İzmir marşı, Balalayka, O Çiçorniya, Volga Volga, Çardaş Früstin, Macar Dansı, Hidayet Öğretmenin Kazaskası, La Komparsita, La Polama…. Sandığım gibi olmadı. Paydos zili çalınca akordiyonu çıkarıp az önce sıraladığım parçaları ağır ağır çaldım. Unutmadığımı görünce sevindim. Az düşündüm;aklımdan unuttuğumu sandığım parçaları akordiyonu alımda anımsıyorum. Kendi kendime güldüm:

-Parmaklarım belleğimden daha iyi öğreniyor herhalde! Onu bir daha bunu bir daha derken yemek zili çaldı. Kapıyı kapatıp arkadaşlara katıldım. Halil sordu:

-Marangozluk işlerin o kadar çok mu? Neredeyse yemekleri kaçıracaksın! dedi. Bilerek yalan söyledim:

-Elimdeki iş ha bitti ha bitecek, derken vakit geçti! dedim. Sefer Tunca:

-İbrahim arkadaş; Eğitimbaşımızın gözüne girmek için gece bile çalışır! dedi. Yalan söylememin cezası olarak söylenenleri sessizce karşıladım. Ancak:

-Sizler, gündüz çalışmalarında doğrudan göze girebiliyorsunuz. Ben öyle değil, gece-gündüz çalışırsam ancak göze girecek başarıyı yakalayabilirim! bunu bildiğimden gece-gündüz ayırımı yapmıyorum! İsmet:

-Dayımın başarısı için atölye çlışmasına gerek yok, o salt konuşsa da bizim başarımızı aşar! İsmet’in böyle söylemesi tüm arkadaşları güldürdü. .

Kahvaltıda gözlerimiz Öğretmenler masasındaydı. Eğitimbaşı sürekli olarak Nahide Öğretmenle konuştu. Hilmi Altınsoy yavaş bir sesle:

-Bu adam evli değil mi yoksa? Neden sorduğunu soran oldu. Hilmi, fısıltılı olarak :

-Nahide Öğretmene balta olmasın! Sonra da Namık Öğretmen adına onu kıskandığını ekledi. Ben bir daha Eğtğmbaşının evli olduğunu, Hasanoğlan’dan dönerken Okul Müdürü Süleyman Edip Balkırın yemeğinde onların karı koca bulunduğunu, aynı yemekte eşinin Nahide Öğretmenle birlikte oturduğun, kendisinin de Mustafa Güneri ile Namık Öğretmenin arasında oturduğunu anlattım. Eğitimbaşı yemekten erken kalktı. Hasan Üner içinden geçen bir olasılığı öyledi:

 

 

Eğitimbaşı Enver Kartekin

 

-Bana göre Eğitimbaşı bu gece bizim sınıftan siftah ederek derslikleri gezecek! Gezerse niçin gezer? Bizlerden neler sorar? Kimi olasılıklar tartışıldı. Salih Baydemir:

-Adam evini, eşini bırakıp gelmiş, burada yalnız sıkılır, gezerse vakit geçirmek için gezer! dedi. Gülüşerek kalktık. Öteki arkadaşlar da bize katıldı. Birbirimize “Sus! ” diyerek dersliğe gittik. İşin ilginç yanı öteki masalarda da aynı olasılık konuşulmuş. Sami Akıncı uyardı:

-Yeni gelmiş bir yönetici, dediğinizi yaparsa yapacağının en iyisini yapmış olur. Okulu bir an önce öğrenmek için o okulun son sınıflarını tanıması öteki işleini de kolaylaştırır. Örneğin nöbet işlerinde yapacağı değişikliklerde bizden yararlanabilir! Arif Kalkan:

-Aman aman nöbet işlerini gene sana bırakmasın da! deyince Sami güldü:

-Dostum şurada 8 ayımız var, bu sekiz ayda yapılacak değişiklikler dilerim size beni aratmasın. Bu bu kısa zamanda geriye dönük hiçbir iş yapmak niyetinde değilim. Amacım, gelecek günlerimi daha iyi değerlendirmek olacaktır! Sami, son özünü bitirirken Eğitimbaşı Enver Kartekin gülümseyerek kapıdan girdi. Az duraksayıp bakındıktasn sonra:

-Tünaydın! dedi. Biz de, birden kalkıp, askerce:

-Tünaydın! dedik. Eğitimbaşı hiç beklemeden:

-Askerlik Öğretmeniniz düzenli gelmiş! deyip gülüşünü daha yaygınlaştırdı. Mehmet Yücel:

-Askerlik kampımızı daha yeni tamamladık! deyince Eğitimbaşımız:

-Öyle ya, sizin bu yıl kampınız da vardı. Arifiye'de henüz kamp olmadığı için onu düşünmediğini söyledikten sonra oradaki Askerlik öğretmenlerinin aksatmadan geldiklerinden söz etti. Birden sözü bizim Hasanoğlan’dan dönüşümüze getirdi:

-Sizi çok karlı bir günde karşılayıp sürekli yağan kar altında uğurlamıştık! dedikten sonra Hasanoğlan’dan söz açtı. Hasanoğlan’a ekip gönderdiklerini söyledi. Arifiye Ekibini anımsayanınız var mı? diye sordu. Arkadaşlar, sustular. Biraz böbürlenerek:

-Nasıl anımsamayız, onlardan şarkılar, oyunlar öğrendik, birlikte oynadık! dedim. Gülümsedi: buna sevindim, onların oyunlarını , şarkılarını bir çoğunu ben de öğrendim, sizler hangisini derken, ( Daha sözünü tamamlamadan) :

-Meşeli Dağlar Meşeli! ” diye yapıştırdım:

-Aaa, evet onu çok severim, Hasanoğlan'a iyi bir ekip göndermiştik, tanıştıklarınız olmuştur! derdemez: Selahattin Odabaşı ile mektuplaşıyorum, Tirilyeli Selahattin diye tekrarladım. Eğitimbaşı iyice yumuşadı, güldü bana: :

-Siz çok ileri gitmişsiniz, doğrusu Selahattin’i ben de iyi tanırım ma Tirilyeli olduğunu söyleyemezdim. Sizin bu yakınlığınız, deyince de akordiyon çaldığı için. Eğitimbaşı:

-Ha, sen, şu akordiyon! deyip kesti. Bu yıl da Hasanoğlan’a ekip göndermişler. Hasanoğlan’ı kendisi de görmüş. Hasanoğlan koca bir kente dönüşmüş. Konuyu değiştirip günlük proğramımızı sordu. . Sami iki ay önce uygulamaya konan oyunlu proğramı anlattı. Eğtimbaşımız, anlatılan proğramın uygulandığını sandı. Bu kez İsmet söz aldı:

-Arkadaşın anlattığı prağram, biz kampa, ayrıca öteki niniflar da ikişer ikişer izinli gidince geçici olarak kaldırıldı. Şimdi derslerle birlikte gerçek çalışma programana başlanacağı söylenmişti! dedi. Arkadaşlar arasında konuşmalar oldu. Eğitimbaşı:

-Neyse canım, tatiller bitti, dersler başlamak üzere, zaten anlattığınız tüm enstitülerin ortak proğramı, biz Arifiye’de yaz-kış onu uyguladık. Sizin salonda asılı proğramınız da öyle. Zaten Arifiye ile Kepirtepe arasında vakit farkı yok gibi. Bunları yakın zamanda yoluna koyacağız. Ben bu gece sizleri bir arada tanımak istedim. İstediğim oldu. Arifiye’nin yabancısı olmadığınızı görmek beni mutlu etti. Yine görüşmek üzere! deyip gitti.

Mehmet Yücel:

-Alın size bir değil, iki ders birden; adam geldiği yeri benimsemiş oranın özlemini uzun süre taşıyıp bizim de öyle olmamızı bekleyecek. Öteki ders ise bizim düpedüz tutarsızlığımız. Hasanoğlan’da ayağımıza gelmiş şeker gibi insanlarla arkadaşlık kurmadık. Mayıs böceklerinin bok yuvarlaması gibi birbirimizi yuvarlayıp vakit geçirdik. Üstelik ilişki kuranlarına incittik. İbrahim konuşmasaydı bu akşam hangimiz bir söz söyleyecektik? Arkadaş mektuplaşıyor diye söylenmedik söz kalmadı! Mehmet Yücel’e:

-Bundan sana ne? Sen de yapsaydın! diyenler oldu. Mehmet Yücel:

-Durun bakalım, gelecek öğretmenler içinde başka enstitürden de olacak, onlar da böyle sorular soracak. O zaman İbrahim konuşmasın, bakalım ne söyleyeceksiniz. Bu sözlerden en çok gocunan Fettah Biricik oldu. Mehmet Yücel’e azıcık dik bakınca Mehmet Yücel:

-Yapma be Fettah, bakma öyle, Pazarörenden gelecek bir öğretmen, Pazarören’in yerini senden sorsa yanıt verebilecek misin? Arkadaş oradaki arkadaşından geçen gün mektuıp aldı, oranın müdürü değişmiş, bunu öğrendik, bu güzel bir ilişki değil mi? Mehmet Yücel’i haklı görenler, Özellikle Sami Akıncı:

– Çok haklısın, biz uzak okullar bir yana bizim okuldaki öteki sınıflarla da barışık değiliz , okulun ilk sınıfı olmanın şımarıklığı bizi yalnızlığa itti. Salt başkalarıyla değil kendi kendimizle de anlaşmış değiliz. Birimizin “Kara” dediğine, ötekimiz “Ak” demeden duramıyor, bundan ileri gelmektedir!

Yat zili çalınca uyaranlar oldu:

-Eğitimbaşı dolaşıyor, haberiniz olsun!

Eğitimbaşı ile tanışmamız bence iyi oldu. Mehmet Yücel’in söyledikleri ise tam yerinde. Koyun gibi ortalıkta dolaşan beyinsizler, hala durumlarının acıklılığını kavramış değiller. Yakın zamana dek Sami, Sami, deyip onunla övünerek teselli oluyorlardı. İşte Sami onları yakasından silkti. Yarın köylere dağılınca kime sığınacaklar? Hamit Gürsel gibi Müfettişler, Mehmet Turan gibi Gezici Başöğretmenler bunlarla “Kedinin fareyle oynaması” gibi oynayacaklar. Bundan bile haberleri yok. Öğretmen olunca tümden özgür olacaklarını sanıyorlar.

Eğitimbaşı Meslek Derslerine gelirse sevineceğim. Bu nedenle başladığım çalışmaları daha düzenli sürdüreceğim.

 

 

KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ

HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ